Konu
:
Freud'da Toplum, Kültür, Din Felsefesi
Yalnız Mesajı Göster
Freud'da Toplum, Kültür, Din Felsefesi
09-06-2012
#
1
Prof. Dr. Sinsi
Freud'da Toplum, Kültür, Din Felsefesi
Başlangıcından itibaren psikanalitik kuram din
sosyoloji
uygarlık tarihi ve güzel sanatlar alanlarına da yayılıp yansımaya başlamıştır
Bu yansımalar belki psikanalizin yüzyılımız eğilim ve düşünceleri üzerine yaptığı en önemli etkidir
Asıl amacı olan psikiyatri ve tıp alanındaki etkisinin görece zayıfladığı sırada doruğa çıkmış görünen bir etki
Bugün özellikle uygulamalı sosyoloji denilebilecek olan politika
ekonomi ve eğitim konularında psikanalizin bulguları olmaksızın hiçbir girişim değerli sayılmıyor
Hele uluslararası savaş ve barış stratejileri üzerinde çıkarsama ya da uygulamaya yönelik bütün araştırma ve planlamalar kesinlikle psikanalizin egemen gölgesi altında yürüyebiliyor
Bu yönelişin temellerinde Freud'un çağında çok eleştirilmiş
yandaşlar kadar karşıtlar da kazanmış olan yazıları yatmaktadır
Freud her ne kadar küçük gören söylemlerde bulunmuşsa da felsefeyle hep yakından ilgilenmiş; yazılarında felsefeyi hem sıkça kullanmış
hem de doğrudan doğruya felsefe yapmıştır
Gerçekten de çağında psikolojinin ve biyolojinin genel olarak felsefe temeli olmaksızın düşünülmesi pek söz konusu olamazdı
Özellikle de tam yeni araştırma ve buluşların yapılmakta olduğu antropoloji ve sosyoloji alanının psikanaliz kuramını etkilememesi ve ondan etkilenmemesi beklenemezdi
Daha 1907'de saplantılı-zorlantılı nevrozun belirtilerinin dinsel tören ve uygulamalara benzerliğinden girerek dinin evrensel bir nevroz
saplantılı-zorlantılı nevrozun da bireysel bir din olduğunu ileri sürmüştü (Freud
1907)
1912'deyse
belki en ünlü yapıtı olan Totem ve Tabu ile Freud
yalnızca dinin değil aynı zamanda uygarlığın da kökenlerini incelemeye başlamış ve bireysel Oidipus karmaşasıyla insanlığın tarih öncesi arasında koşutluklar ortaya çıkarmıştır
Tylor
Lang
Frazer gibi etnolog ve sosyal-ant-ropologların araştırma sonuçlarına dayanarak ilkel tabularda ve nevrotik fobilerde aynı irrasyonel özelliği; büyü işlemlerinde ve nevrotik fanaaailerde aynı düşünce tümgüçlülüğünü görmüştür
Buradan giderek nevrotik belirtilerle ilkellerdeki toplumsal ve kültürel görüntülerin ve uygarlığın kökenlerinin ortak temellerine ilişkin bir kuram gelişmeye başlamıştır
Bu ortak temeli oluşturan düzenek ilk atanın öldürülmesi öyküsünde
Oidipus karmaşasının bir yansımasında görülmekteydi
Freud'a göre her küçük oğlan çocuk babasını öldürmek ve annesiyle evlenmek gizli dileğini yenmek zorundaydı
Bu sorunu başarıyla atlatabilirse babanın tasarımını kendi içine alır
böylece üstbeni kurulmuş olur ve sonunda normal bir olgunluk ve erişkinliğe ulaşabilirdi
Eğer bunda başarısız olursa nevroz kaçınılmazdı
Bu olgu dizgisi her insanın kaderinde vardı
Ama bu bireysel kader insanlığın tarih öncesinde gerçekleşmiş bir olayın yansımasından ibaretti
Binlerce yıl önce insanlar sürüler halinde zalim bir atanın sultası altında yaşamaktaydı
Bu ata
sürünün bütün kadınlarını kendi elinde tutup
yetişkin oğullarını sürü dışına atıyordu
Bu dışa atılan oğullar ayrı bir toplulukta
eşcinsel duygular ve davranışlarla yaşamak zorundaydılar
Bir rastlantıyla
ya da amaçlı olarak oğullar bir fırsat bulup babalarını öldürdüler ve yediler
Böylece öfkeleri doymuş fakat aynı zamanda totemcilik de başlamış oldu
Atayı temsil eden totem hayvanını
atanın kendisiymiş gibi sayıyor
fakat belli zamanlarda onu öldürerek yiyorlardı
Babalarını öldürdüklerinde onun kadınlarını almaya cesaret edememişlerdi
Bunun nedeni bir yandan babaya geç bir itaat
ama öte yandan asıl bu kadınların paylaşılması amacıyla erkeklerin birbiriyle boğuşmaya girebilecekleri korkusuydu
Bunlar baba katli ve ensest yasağıydı
Bu
insan uygarlığının
ahlak ve dinin başlangıcı
aynı zamanda da Oidipus karmaşasının öncülüydü
İnsanlığın ilkel dönemlerde
erkek bir tiranın yönetimi altında
sürüler halinde yaşadığı düşüncesi
Darwin'in bir varsayımıydı
J
J
Atkinson (1903)
Darwin'in bu düşüncesini alıp işleyerek genişletmişti
Ona göre; babanın
rakibi olan oğullarını sürü dışına sürmesi sonucunda birbirinin yakınında yaşayan iki küme oluşmaktaydı
Birinde baş erkek
elde edilmiş olan kadınlar
kendi kızları ve her iki cinsten çocuklar bulunmaktaydı
Öbüründe de olasılıkla bir poliandri durumunda yaşamakta olan sürülmüş oğullar bulunuyordu
Bu sürgün erkeklerden bir bölümü kendilerini babadan daha güçlü hissettikleri zaman ona saldırıp öldürdüler ve yediler
Aralarındaki en güçlü genç erkek babanın yerine geçti
Bu savaş durmadan yinelenebilirdi ama Atkinson'a göre günlerden bir gün babanın kadınlarından biri onu
günü gelince yerini almak üzere oğullarından birini saklamaya ikna edebildi
Tek koşul oğulun babanın kadınlarına dokunmaması olacaktı
Ensest yasağının başlangıcı bu olaydı
Freud ayrıca semitik kültürlerin kökenine ilişkin William Robertson Smith'in (1970) kur******* da etkilenmişti
Buna göre insanlar küçük klanlar halinde totem inancı ve kurallarıyla yaşamaktayken o totemi belli zamanlarda öldürüp ortak ziyafetlerde yemekteydiler
Aslında o sıralarda henüz yeni olan etnolojik ve antropolojik araştırmalar son derecede büyük ilgi çekiyordu ve bu türden varsayımlar her yandan pıtrak gibi fışkırıyordu
Bu yüzden Freud'un bunların herhangi birinden
ya da birçoğundan etkilenmiş olması da olasıdır
Buna ek olarak o çağa denk gelen önemli bir olay tam da bu eskiye ilişkin varsayımların çağdaş bir versiyonu gibiydi
Bu da Osmanlı İmparatorluğu'ndaki 1908 devrimiydi
Bilindiği gibi Osmanlı İmparatorluğu o güne kadar yüzyılın en korkunç despotu olan bir sultanın
II
Abdülhamid'in sultası altında bulunuyordu
Avusturya-Macaristan'a komşu bu dev ve çağdışı imparatorluk
bütün Avrupa'da olduğu gibi onunla çatışmalı bir dostluk içinde yaşamaya çalışan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu aydınlarının da müthiş ilgisini çekiyordu
Benzeri bir patriyark tarafından yönetilmekte olan Rusya'nın ve iyi baba figürü sunan Büyük Frederik'le Bismark'ın egemenliğindeki Almanya'nın tehditleri arasında Avusturya-Macaristan yıllarca tonton bir imparatorun ve onun halk tarafından ilgi ve sevgi gören ailesinin egemenliği altında ikili duygular içindeydi
Bu arada Balkanlar'daki bütün yahudiler
Osmanlı sultanına karşı daha da karmaşık duygular taşıyorlardı
Avusturya-Macaristan yahudileri ve Rus yahudileri hiçbir zaman normal vatandaşlık sıfatını bile kazanamazken Safarim denilen Osmanlı yahudileri bütün Balkan ülkeleri ve bu arada Avusturya-Macaristan topraklarında da Osmanlı sultanının kişisel himayesi altında
neredeyse diplomatik sayılabilecek bir dokunulmazlık ve dolayısıyla da büyük bir refah içinde yaşamaktaydılar
Kendisi de bir Galiçya yahudi ailesinden gelen Freud için de sultan
herkese karşı zalim olan
ama kendilerinin bir bölüm kardeşlerini öbür zalimlere karşı koruyan bir baba figürü oluşturmaktaydı
Bu despot bütün tebaası üzerinde yaşam ve ölüm yetkisini tek başına elinde tutmakta
bir kısım azınlıklarla birlikte kendi öz oğullarını da acımadan öldürmekte (o sırada Bulgar
Ermeni ve Yunanlılar'ın azınlık-bağımsızlık hareketlerine karşı olan tenkiller Avrupa'ya korkunç katliam haberleri olarak gitmekteydi; ayrıca zindanlarda boğulan Türk aydınlarının haberlerini de Avrupa büyük bir duygusal paylaşımla almaktaydı)
hareminde de binleri bulan kadınları kendi aaafi için tutmaktaydı
1908'de "oğullar zalim babaya karşı bir olup ayaklandılar"
Genç Türkler sultanı tahttan indirerek ulusal bir toplum düzeni kurdular
Osmanlı İmparatorluğu'nda sanatların ve düşüncenin bir anda yeşerip geliştiği gözlendi
Böylece tam da etnologların ilkel atanın katline ilişkin söyledikleri ilgiyi çekmekteyken
bu efsane Avusturya aydınlarının gözlerinin önünde yineleniyordu
Bu durum
benzeri kuramsal düşüncelere karşı kuşkusuz ki daha az eleştirel bakılmasına
bu mitin daha kolay kabul edilmesine yol açmış olabilir (Ellenberger
1970)
Freud'a göre totem inançlarından sonra gelişmiş olan dinler için de aynı köken
insanlığa bir daha hiç huzur vermeyen aynı olay geçerliydi
İnsan toplumu "birlikte işlenmiş suçun suç ortaklığı üzerinde
din suçluluk duygusu ve pişmanlık üzerinde
ahlak da kısmen böyle bir toplumun gereklilikleri
kısmen de suçluluk duygusundan ileri gelen tövbe duygusu üzerinde durmaktadır"
Totem ve Tabu'nun sonunda Freud ilkel sürü ile bugünkü insanlık arasında yeniden köprüler kurmaya çalışmakta
bunu
"bir kimsenin ruhsal yaşamındaki aynı ruhsal süreçleri yaşamakta olan" kitle ruhunda aramaktadır
Ruhsal süreçler bir sonraki kuşaklarda da
belki doğrudan açıklamalar ve doğrudan geleneklerle sürmektedir
Ama bir neden de psişik yatkınlığın kalıtımla geçişidir
Her insan
kendi bilinçdışında diğer insanların tepkilerini yorumlamak
yani başkalarının kendisinin duygu kabarmalarından almış oldukları izlenimleri geri çevirebilmek için belli bir aygıta sahiptir
Bütün âdetlerin
törenlerin ve usullerin bilinçdışı anlaşılabilmesi
bunların kökeni büyük atayla olan ilişkilerde yatsa bile
yeni kuşakların da aynı duygu mirasını taşımalarını sağlamaktadır
En sonunda da Freud
ilkellerin acaba psişik gerçeği
yani fanaaaiyi
gerçeğin yerine koymuş olup olamayacaklarını
yani gerçekte sürünün atasını hiç öldürmemiş olmalarının mümkün olup olmadığını da sormaktadır
Burada nevrotik kişinin ilişkilerini tartışır
Çocuktan başlayarak nevrotik insanın düşmanca ve canice dürtüleri kendi güçsüzlüğünden dolayı hiç uygulayamayacağı
bunu ancak fanaaailerinde yaşatacağı
ama belki de ilkel insanın bu fiili gerçekten de işlemiş olabileceği sonucuna varır
Freud'un toplum psikolojisi üzerine yazıları 1921'de yayımlanan Kitle Psikolojisi ve Ben Analizi ile devam etti
Burada Freud
özerk bir toplum güdüsünü reddeden bir sosyoloji taslağı öneriyor ve toplumsallık güdüsü yerine libido kuramını öne sürüyordu
Söz konusu çalışmasında Le Bon
MacDougall ve Trotter'in kuramlarını tartışmaktaydı
Ona göre Le Bon'un kitle kuramı önderin gücünün gizini açıklayamıyordu
Kendisi libidonun bireyi öndere bağladığını ve onu bütün bireyselliğini bırakmaya yönlendirdiğini ileri sürüyordu
Geçici
örgütsüz kitlelerin yanı sıra dayanıklı ve yapay olan kitleler de vardı
Bunların örnekleri kilise ve orduydu
Burada bireyin öndere olan bağı bir sevgi bağıydı ve önderin de kendisini sevdiği aldanışıyla bu bağ güçlenmekteydi
Bireyler kendilerini önderle özdeşleştiriyorlar ve böylelikle ortak kimlikleriyle birbirlerine bağlanıyorlardı
Libidonun bu belirtileri daha temelde olan bir şeyi örtmekteydi
Bu örtülmekte olan da saldırgan dürtülerdi
Grup çöktüğünde saldırganlık şiddet boşalımları şeklinde ortaya çıkmaktaydı
Ya da güvenin yitimi panik biçimini alan bir kaygıya yol açıyordu
Bireyleri gerçekten birbirine bağlayan
temeldeki imrenme ve saldırganlık duygularıydı
Popüler bir şarkıcı bir genç kız sürüsünü kendine çektiğinde
bu kızları birbirlerinin saçını başını yolmaktan alıkoyan tek şey
onların o genç adama karşı ortaklaşa duydukları hayranlıktı
"Sosyal duygular böylece önceden düşmanca olan duygunun
özdeşleşme niteliğinde olumlu bir yapışmasına dayanmaktadır
bütün bireyler hem eşit olmak
hem de bir kişi tarafından yönetilmek istemektedirler
" Freud'un bu sonucu
Hobbes'un toplumun kökenine ilişkin kur******* pek de farklı değildi
Thomas Hobbes'un 1651'de kaleme almış olduğu Leviathan
Freud'un aynı düşünce sürecinde daha ileride de izlenebilecektir
Kitle Psikolojisi ve Ben Analizi'ni esinlendirmiş olan en önemli dış etkinin ise I
Dünya Savaşı'nın sonunda 1918'de yüzlerce yıllık şaşmaz
yıkılmaz devletlerin
kesin egemen monarşilerin yıkılışı olduğu kuşkusuzdur
Freud o bir zamanların muhteşem K
u
K
monarşisinin(*) payitahtı olan
o güzelim Viyana'da imparatorluğun yıkılışını bütün ayrıntılarıyla yaşamıştı
Yıkılışın ardından gelen panik ve kargaşanın en yakın ve anlayan tanığıydı
Habsburg'ların veda etmesiyle birlikte koca imparatorluk unufak oluvermiş
Macaristan
Çekoslovakya
Sırbistan
Hırvatistan ve Slovenya
Yukarı Tiroller ve Galiçya Avusturya'dan kopmuş
başkente korkunç bir şaşkınlık ve korku çökmüş
sokak çarpışmaları
ayaklanmalar birbirini izlemişti
Öbür büyük imparatorluklar daha da beter durumdaydı
Almanya henüz durulmamıştı ve bulunduğu tünelin ucunda da henüz hiçbir ışık görünmüyordu
Rusya büyük bir devrimle Romanoff'ları başından atmış
ama ardından son derecede kanlı bir iç savaşa düşmüştü
Osmanlı İmparatorluğu da yıkılıp gitmiş ve imparatorluğun temel unsuru olan Türkler bir kurtuluş savaşı sürdürüyordu
Ama o imparatorluktan kopmuş olan topraklarda durum feciydi
Daha önce de
1871'de Prusya-Fransa savaşı ve Paris komünü sonrasında Batı Avrupa'da benzeri bir karamsarlığın ortaya çıktığı
isyanlar ve bölgesel savaşların birbirini izlediğine ilişkin olarak da çeşitli görüşler ileri sürülmüştü
Filozof Hyppolite Taine Fransız devriminin tarihini yazmış ve ayaklanmalarla toplu katliamların sosyal ve psikolojik nedenleri üzerinde durmuştu
Taine' in düşünceleri ve bulgularını Fransa'da Gabriel Tarde "Les Lois de l'imitation" ve "Les crimes des foules" adlı yazılarında
İtalya' da da Scipio Sighele yazılarında işleyip geliştirmişlerdi
Tarde
taklit adını verdiği bir intrapsişik olgu düşünmekteydi
Taklit bilinçli ya da bilinçsiz olabilirdi
Bireylerde olduğu kadar gruplarda da ortaya çıkabiliyordu
Ona göre baba
oğlu için ilk tanrı
ilk rahip ve ilk modeldi
Oğulun babayı taklidi toplum biçimlenişinin köklerinde yatan ilk olguydu
Bu süreç baskı ya da zora değil prestije dayanmaktaydı
Prestij de Tarde'a göre hipnotizme benzeyen bir durumdu
Zekâya ya da istem gücüne değil
irdelenemez bir fiziksel çekime bağlıydı
Ve bu çekimin "olasılıkla cinsellikle görünmez bir bağlantısı olabilirdi"
Tarde sevgi ya da öfaaale bir araya gelen kalabalıklardan söz ediyordu
Sighele de hiçbir kitlesel olgunun kalabalıkların tarihsel ve sosyal içeriği ve özgün kompozisyonu hesaba katılmaksızın anlaşılamayacağını belirtiyordu
Tarde
Taine ve Sighele'nin bu görüşlerini Le Bon almış
aşırı basitleştirmiş ve Psychologie de foules (Kalabalıkların Psikolojisi) adlı yapıtında sunmuştu
Ona göre kalabalığa katılan bir kimse kendi bireyselliğini bırakmakta ve kalabalıktan bir parça "kalabalık ruhu" ödünç almaktaydı
Bu durum ancak insanlığın ilkel bir zihinsel konumuna hipnozda olduğu gibi gerilemiş olmakla açıklanabilirdi
Le Bon bu kavramını tarihteki çeşitli olay ve öykülere uygulamaktaydı
Bu kitap çağında çok büyük bir başarı kazandı
Çoğu için bu basitleştirilmiş kuramsı düşünceler tartışılmaz bilimsel gerçekler olarak kabul edilivermişti
(Şimdi bile özellikle sağ kanatta buna ilişkin
bu kitaptan yansıyan düşünceler bilimsel veriler gibi kullanılmaktadır
) İşte Freud'un yaklaşımı Le Bon'a karşı çıkmaktadır
Buna karşılık yakından irdelendiğinde Freud'un Tarde'a yaklaştığı sezilebilir
Tarde'ın taklit (imitation) dediğine Freud özdeşleşme (identifikation) demekte ve düşüncelerinin çoğu da Tarde'ın psikanalitik kavramlarla anlatılmışını andırmaktadır
1920 ve 1923'te art arda yayımlanmış olan Jenseits des Lustprinzips (Haz İlkesinin Ötesinde) ve Das Ich und das Es (Ben ve İd) adlı yapıtlar Freud'da yeni bir dönemeç oluşturmaktadır
Burada önceki bilinç
bilinçdışı
bilinçaltı gibi topik ayrımlar bırakılıyor
haz-hoşnutsuzluk gibi zıtlıkların önemleri azalıyor
libido kuramı
Oidipus karmaşası bile biraz kenara çekiliyordu
Artık yeni bir yapısal model
İd
Ben ve Üstben'den oluşan katmanlar modeli öne geçiyordu
Freud'un bu son modeli o tarihten ölümüne kadar bütün klinik olgu çalışmalarında ön planda kalmıştır
Psikanalizin bundan sonraki gelişiminde de
bütün çatışma ve savunmaların mekânı olan Ben birinci önemdeki yerini sürdürecektir
İd ve Üstben
tıpkı dış stres ve travmalar
dürtüler ve güdüler gibi çok önemli faktörlerdi
Fakat Ben bütün bu etkileşimlerin olup bittiği sahne ve atölyedir
Freud'un son günlerinden başlayarak
psikanaliz okuluna Ben-analizi ve daha sonra da Kendilik kavramı hâkim olacaktır
İşte bu önemli dönüşümle birlikte Freud'un toplum ve uygarlığa bakışında da çok önemli kilometre taşları ortaya çıkar
Bunlardan en önemli iki tanesi 1927'de yazılmış olan Die Zukunft einer Illusion (Bir Yanılsamanın Geleceği)
öbürü de 1930'da yayımlanan Das Unbehagen in der Kultur (Uygarlığın Huzursuzluğu) adlı yapıtlardır
Bir Yanılsamanın Geleceği'nde Freud uygarlığımızın
özellikle de aşılması gereken bir "çocuksuluk artığı" (ein Stück Infantilismus) olan dinsel tasarımların varlık ve işlevlerinin geleceğini ele almaktadır
Bu elbette psikanalizin bir toplum eleştirisi ve uygarlık eleştirisi etkisi yapabilmek amacı açısından önemlidir
Freud "analizin bilimsel etkisini tıbbi etkisinden daha önemli saydığını ve terapide de onun aydınlatma ve yanlışlıkların açığa çıkarılmasıyla kitle etkisinin
tekil insanların tedavisinden daha etkili olduğunu" sık sık belirtmekteydi (Freud/Pfister
1963)
Freud'a göre dinsel tasarım ve algılamalar "bir uygarlığın servetinin belki de en önemli parçasıdır"
İnsan uygarlığını "insanların doğanın güçlerine egemen olabilmek için ve onun ürünlerine insanların gereksinimlerini doyurabilmek amacıyla el koyabilmek
öte yandan gereken bütün düzenekleri insanların birbirleriyle olan ilişkileri ve özellikle de ulaşılabilen ürünlerin paylaşımı için düzenleyebilmek üzere kazanmış oldukları bütün bilgi ve beceriler" olarak tanımlamaktadır
Böyle bir uygarlık becerisi Freud'a göre yalnızca bir iş becerisi değil
aynı zamanda tekil insanların
diğerlerinin hatırı için
kendilerine acı gelse de dürtülerden vazgeçmeye katlanmalarını gerektirir
Böylelikle kendi toplum ve uygarlık karşıtı eğilimlerini aşacaklardır
Bu eğilimler insanların
kendiliklerinden çalışmaktan ve kendi hırslarına karşı gerekçelerden hoşlanmamalarından ileri gelmektedir
Kendi dürtülerinin egemenliği için ileri çıkmış olan önderlerin etkisiyle uygarlaşan bir davranışa zorlanılabileceğine ise Freud hiç inanmamaktadır
Bu bakımdan insanın eğitilebilirliği daha önemlidir
Eğitilebilirliğin sınırı da bir eksiklik
hastalıklı bir durum ya da aşırı büyük dürtü basıncı olabilir
Bu bakımdan insan uygarlığının en önemli tarafı maddi servet ve onun paylaşımı değildir
Uygarlıkta önemli olan
"katılanların moral ortamı" ve "ideal ve sanat yaratılmasına olan katılım"dır
Çünkü bundan narsisistik türden bir doyum ve ayrıca yapılan işten duyulan gurur şeklinde doyum sağlanabilir
Ayrıca katılanların belli bir uygarlık düzeyini paylaşıyor olmalarının verdiği bir doyum da vardır
Uygarlık ve kültür üzerine bu düşüncelerin ardından Freud asıl konuyu yani insanların
altedilemeyen doğa ve kader karşısındaki çaresizliklerinin anlatımı ve aynı zamanda başa çıkma yöntemi olarak dinsel tasarımlarını ele alır
Böyle bir çaresizlik Freud'a göre sürekli bir korkuya ve doğal narsisizmin ağır bir zedelenmesine yol açar
Bu yüzden teselliye ve güvensizliğin giderilmesine gereksinim ortaya çıkar
"Daha ilk adımda bile kazancı büyüktür
Bu kazanç doğanın insanlaştırılmasıdır
Kişiliği olmayan güçlere ve kaderlere karışılamaz; bunlar her zaman yabancı kalır
Ama eğer unsurları arasında insan ruhundaki gibi tutkular söz konusuysa
eğer ölüm kendiliğinden olan bir şey değil de kötü bir istemin gücünden ise
doğada her tarafta insanın kendi toplumundan tanıdığı varlıklar dolaşıyorsa
o zaman insan derin bir nefes alabilir
kendini tümüyle yabancı bir ortamda bile tanıdık hissedebilir
anlamsız korkusu üzerinde ruhsal olarak çalışabilir
Belki hâlâ savunmasızdır ama artık çaresizlik içinde felç olmuş değildir
en azından tepki gösterebilir; hatta belki savunmasız da değildir
Dışarıdaki şiddet uygulayan bu insanüstü varlıklara karşı
kendi toplumunda kullandığı çareleri kullanabilir
onları yanına çağırabilir
yatıştırabilir
kandırabilir
bu tür etkilerle onların gücünün bir kısmını çalabilir
Doğa bilimlerinin yerine böylece psikolojinin geçmesi yalnızca hemen rahatlama sağlamakla kalmaz
duruma daha fazla egemen olmanın yolunu da açar" (Ges
Werke XIV)
Bu durumun çocuk/ebeveyn
özellikle de çocuk/baba ilişkisinde bilinen bir örneği olduğundan
her iki durum arasında bağlantılar kurulması da çok doğaldır
Böylece doğa güçleri de
düşlerde olduğu gibi dileğe uygun olarak nitelik değiştirir; önce baba niteliği kazanır ve sonunda tanrılar haline gelir
Bu yalnız çocukluktan bir örnek değil
filogenetik örnek
yani insanlığın yüz binlerce yıllık geçmişinden gelen bir deneyimdir
İnsanlığın
doğa güçlerine egemen olduktan sonra da korkuları sürdüğü için tanrılara gereksinim de sürer
Kaderin acımasızlığına
ölüm karşısındaki çaresizliğe karşı teselli bulabilmek
uygarlığa uyum sonucunda yüklenilmiş olan acıları azaltabilmek için tanrılara gereksinim vardır
Giderek bütün tanrıların paylaştığı temel güce sahip olan bir mutlak tanrı düşüncesi gelişir
Bütün hikmete
bütün iyiliklere ve bütün adalete sahip olan tek bir Tanrı ortaya çıkar
İnsan bütün öbür tanrıların ardına gizlenmiş olan asıl büyük gücü
doğanın ana çekirdeğini serbest bırakabilmiş olmaktan dolayı da üstelik gurur duyar
Gerçekte bu en baştaki Tanrı düşüncesine bir geri dönüştür
Artık Tanrı bir tek olunca bunu babayla özdeşleştirmek de çok daha kolay olur
Böylece babayla olan ilişkilerin içtenlik ve yoğunluğuna da yeniden ulaşılmış olur
O halde dinsel tasarımların değeri yalnızca işlevlerinden değil aynı zamanda içerdikleri gerçekliktendir
Freud işte bu psikolojik gerçekle ilgilenir ve dinsel öğretilerin
ispatlanamaz oldukları için asla inanılmamaları gerektiği sonucuna varır
Bunlar deneyimlerin ya da düşüncenin sonuçları değil
yalnızca yanılsamalardır; insanlığın en eski
en güçlü
en zorlu dileklerinin doyumudur
Güçlerindeki giz
bu dileklerin gücüdür
Freud'a göre yanılsamanın mutlaka yanlış olması
yani gerçekleştirilemez ya da gerçeğe zıt olması geremez
Bu yönden hezeyandan farklıdır
Böylelikle Freud dinsel inanç öğretilerinin
bireylerin olduğu kadar insanlığın bütününü de etkiledikleri için
daha kesinlikle ispat edilebilmesini istemektedir
Bu noktadan başlayarak Freud tam anlamıyla bir aydınlanma dönemi bilgesi gibi davranmaya başlamaktadır
Eğitimin din dışı
hatta din karşıtı olması gerektiğini savunmaktadır
Böyle bir eğitim hiçbir inanca yer vermeyecek
yalnız akla dayanacaktır
Ona göre bu da bir yanılsama olabilir ama bu denenmelidir
Eğer böyle bir eğitim işe yaramazsa o zaman kesin olarak şu yargıya varılabilir: "İnsan zekâdan yana zayıf bir yaratıktır ve yalnızca dürtü dileklerinin egemenliğindedir
" İnsanoğlunun "Evren'in büyüklüğü karşısında derinden dinsel duygulandığı" kavramına da karşı çıkmakta ve onun ancak bir sonraki adımda
yani bu duyguya karşı imdat aramaya başladığı tepkisiyle dinsel olduğunu kabul etmektedir
"Buradan daha ileri gitmeyen
büyük evren karşısında insana verilen küçük role teslim olan kişi
kelimenin tam anlamıyla dinsiz sayılmalıdır
" Öğrenmek ve araştırmak için uğraşmaktan başka Freud'un insanlar için önerdiği ve koşul olarak kabul ettiği bir şey "insan sevgisi" olmalıdır
Bu insan sevgisinden ne anladığını ise 1926'da Romain Rolland'a yazdığı bir övgü yazısında şöyle anlatmaktadır:
"Ben kendim insan sevgisine
duygusallıktan ya da ideallerden dolayı değil
soğukkanlı
ekonomik nedenlerden tutunuyorum
çünkü bizlerin dürtü donanımımız ve çevremizin koşullarında insan türünün yaşamda kalabilmesi için en az teknik kadar vazgeçilemez buluyorum" (Ges
Werke XIV)
Bir Yanılsamanın Geleceği yapıtıyla Freud kuşkusuz ki militan-savaşçı-devrimci kimliğini takınmış bulunuyordu
O güne kadar geniş bir araştırmacı ve kuramcı düşünür bilimadamları kadrosunun yardımıyla
sayısız klinik olgu ve araştırmayla
kuram tasarım ve taslaklarıyla gelişmiş olan psikanaliz artık son adımına
toplum psikolojisi yoluyla aydınlatma ve uyandırma işlevine girmiş bulunuyordu
Oysa zaman durmamış
akmış ve insanlığı çok büyük bir yıkımın eşiğine kadar getirmiş bulunuyordu
Bir yandan Orta Avrupa'da yükselmekte olan faşizm doruğuna Alman ve Avusturya topraklarında yaklaşırken
öte yandan Avrupa'nın aristokrasi ve büyük burjuvasinin kokuşmuşluk ve çöküşü artık her yerde elle tutulur
gözle görülür hale gelmişti
İnsanlar bir savaşın yeniden olasılaşmış olduğunun farkındaydılar ve derinden derine bunun içe işleyen paniğini yaşamaktaydılar
Bu sırada Sigmund Freud
Goethe Ödülü'nü kazandı
Ödülü kendisine haber veren
Frankfurt Kent Yönetimi Sekreteri Dr
Paquett'in mektubunda da belirtildiği gibi ödül "bilimadamı
düşünür ve yazar sıfatları kadar devrimci sıfatına da" verilmişti
Aynı günlerde Das Unbehagen in der Kultur yayımlandı
Metis bu kitapla işte Sigmund Freud'un doruk yapıtlarından biri olan bu yazıyı sunuyor
Burada kitabın adı üzerinde kısa bir açıklama gerekebilir
Kitabın Almanca adı
düz ve basit bir çeviriyle "Kültürün Huzursuzluğu" şeklinde çevrilebilir
Oysa "kultur" sözcüğünün çeşitli dillerdeki kapsamı arasında kimi farklar bulunmaktadır
Fransız dili ve onun etkisiyle bizim dilimizde kültür
uygarlığın
eğitimle kazanılan rafine ürünlerinden yeterince faydalanılmışlık durumunu anlatmaktadır
Kültür bu bağlamda müzik
yazın
plastik ve görsel güzel sanatlar
insan bilimlerine ilişkin bilgiler
iyi tarih
iyi coğrafya
yeterince yabancı dil bilebilme yetilerini kapsayan bir kavramdır
Öte yandan "kültür mantarı" gibi yapaylık anlatan bir kullanımı da bulunmaktadır
Alman dilindeyse "kultur" çok daha geniş bir anlam ve bu arada biraz da özel bir anlam içermektedir
Kökeni Latin dilindeki "colere" (yetiştirmek
bakmak) fiilinden türemiş olan "cultura" (tarım ve bakım) sözcüğünden gelen "die kultur"
Alman dilinin büyük sözlüğü Duden'e göre: 1
a) insanlığın yüksek gelişmişliğinin bir dışa vurumu olarak
bir topluluğun ruhsal
sanatsal
yaratıcı edimlerinin bütünlüğü; b) belirli bir topluluk tarafından
belirli bir bölgede
belirli bir çağ boyunca başarılmış olan özgün ruhsal
sanatsal
yaratıcı edimlerin bütünlüğü; 2
a) insanın uğraşı
anlatım ve edimlerindeki incelmişlik
eğitilmişlik; b) bir kimsenin eğitim görmüşlüğü; 3
a) arazinin ekime uygun duruma getirilmesi; b) (bir ürünü) yetiştirmek; 4
ekim; 5
belirli bir besi yerinde inceleme amacıyla yetiştirilmiş mikroorganizmalar anlamlarını taşımaktadır
Bu anlamlardan 2
3
4 ve 5
maddelerde gösterilenler dilimizde de aynen kullanılmaktadır
Ancak Duden'in 1
maddede gösterdiği ve böylelikle Alman dilinde ilk akla gelen kullanım biçimi
Türkçemizde o kadar ve aynı çağrışımları yapacak biçimde kullanılmamaktadır
Bunun nedeni Alexander von Humboldt gibi çok büyük bir bilim adamının
İbni Haldun'un yüzyıllar önce ortaya koymuş olduğu bakış açısını yeniden canlandırarak modern coğrafya
etnoloji ve hatta bir bağlamda sosyolojinin temellerini atmış olmasıdır
Tam aydınlanma çağının temsilcisi olan bu büyük düşünür "kültür" sözcüğünü bir özgün halkın
insanlığın ortak uygarlığına yapmış olduğu
diğer halklarınkinden farklı
özgün katkılarının bütünü olarak ele almış ve kültürler arasındaki yüksek ya da ilkel gibi farklılıkları tümüyle reddederek ilkel kavramına da karşı çıkmış
belirli bir teknoloji açısından daha geri gibi kabul edilegelen halkların aslında kendi çevrelerinin gereksinimleri bakımından tam elverişli
mükemmel kültürlere sahip olduklarını göstermiştir
Böylece onun dilinde "kultur" her insan toplumunun
çevresiyle başedebilmek ve kendi ruhsal iç dünyasını da çevreyle uyumlulaştırmak için
teknolojik becerilere katmış olduğu bütün yüksek insani değerleri anlatmaktadır
Bu büyük Prusyalı'nın getirmiş olduğu kavram
merkezi yönlendirmelerden büyük ölçüde etkilenen Alman diline bu şekilde girmiştir
Böylelikle Almanlar "kulturvölker" dedikleri zaman
yüksek kültürü olan ileri Batı uygarlığı ülkelerini değil
özgün bir uygarlığa sahip olan halkları kastederler
Örneğin Mayalar
Papualılar ya da Yakutlar birer Kulturvolk'turlar
Gene "Batı uygarlığı"nı anlatmak için de "Abendländische Kultur"dan söz edilir
"Kulturschock" denildiğinde kastedilen
kültürü olmayan insanların kültürle karşılaştıklarında apışıp kalmaları değil
iki farklı kültüre ilişkin töre
âdet ve dünya görüşlerinin birbiriyle karşılaştıklarında yaşanan şaşkınlıktır
Bu bağlamda Almanca "kultur" sözcüğünün karşılığı dilimizde en iyi olarak "uygarlık" olabilir
"Aztek uygarlığı"
"Roma uygarlığı"
"Mısır uygarlığı" bağlamında bir uygarlık
Bu yüzden kitabın adı Uygarlığın Huzursuzluğu olmuştur
Freud'un din sosyolojisi ve psikolojisi üzerindeki çalışmaları 1933'te yayımlanan Über eine Weltanschauung (Bir Dünya Görüşü Üzerine) ve son olarak da 1939'da
ölümünden az önce yayımlanmış olan Der Mann Moses und die monotheistische Religion (İnsan Musa ve Tektanrılı Din) adlı yapıtlarıyla sürmüştür
Freud'un toplum
uygarlık ve dini eleştiren görüşleri onun psikanalitik uygulamalarından gelişmiştir
Bu görüşler psikanalize belki doğrudan bağlanamaz ama bunlar da psikanaliz gibi aydınlatıcı özellik taşımaktadırlar
Freud her zaman toplum
uygarlık ve dinin ancak bireyden yola çıkılarak ele alınabileceğini savunmuştur
Freud felsefi bir sistem oluşturmaya pek uğraşmamıştır; ama bu yapıtlarıyla tekil bilimsel verilerin insanlığın toplumsal
kültürel ve dinsel davranışlarının açıklamasına kolayca taşınabileceği ve aktarılabileceğine inancını göstermektedir
Aslında Sigmund Freud yaşamı boyunca felsefe yapmış
yani düşünmüş ve düşünce ve bulgularını akılla gerekçelendirmiştir
Bilgi kuramı açısından bakıldığında Freud her zaman Kant öncesi bir eleştirici gerçekçi olarak ele alınabilir
İnsan aklına ancak onu yalanlamak amacıyla yaklaşmıştır
Bütün bu çalışmalarında Freud sosyal bilimlere en küçük bir ödün vermemiştir
Bu tutumu görüşlerinin bugün özellikle eleştirilebilmesine yol açmaktadır
Ancak onun bilimsel çalışma yöntemi olarak kendi çalışmalarında da sadece psikanaliz yöntemini uygulamış olduğu unutulmamalıdır
Konulara psikanaliz yönteminin uygulanabilirliği ise
toplumbilimcilerin bütün karşı koymalarına karşın bugün geçerliliği kabul edilmiş bir görüştür
Ve uygulamada da etkisini göstermektedir
Bu bakımdan en azından üzerinde tartışmak ve Freud'un bütün eserlerindeki temel kavramları daha kapsamlı olarak kavrayabilmek için bu yapıtların okunup incelenmesi ve üzerlerinde tartışılması zorunludur
(*) K
u
K
: König und Kaiser: Kral ve İmparator: Avusturya-Macaristan devlet sistemine göre imparatorun unvanı
Habsburg hanedan monarşisi bu sıfatla anılır
Prof. Dr. Sinsi
Kullanıcının Profilini Göster
Prof. Dr. Sinsi Kullanıcısının Web Sitesi
Prof. Dr. Sinsi tarafından gönderilmiş daha fazla mesaj bul