ForumSinsi - 2006 Yılından Beri

ForumSinsi - 2006 Yılından Beri (http://forumsinsi.com/index.php)
-   Sorularla İslamiyet (http://forumsinsi.com/forumdisplay.php?f=620)
-   -   Şiiliğin Doğuşu Nasıl Olmuştur? (http://forumsinsi.com/showthread.php?t=895370)

Prof. Dr. Sinsi 10-11-2012 08:22 PM

Şiiliğin Doğuşu Nasıl Olmuştur?
 

Şiiliğin Doğuşu Nasıl Olmuştur?
Hakkında Şiiliğin Doğuşu Nasıl Olmuştur?




Siîligin dogusu nasil olmustur?

En büyük hidayet mesalesi olan Kur’ân-i Azimüssân’in nâzil olmasiyla bütün insanlik âleminde yepyeni bir devir baslamisti. Insanlar kalp ve ruhlarinin tabiî ihtiyaci olan “Hak Din”e kavusma sevinci içinde idiler. Sirkten tevhide, zulmetten nura, hurafelerden hakikate, cehaletten bilgiye kavusmuslardi. Kur’an’in hayattar prensipleri, onlari her an maddî ve mânevî yücelige dogru götürüyordu.

Resul-i Ekrem Efendimizin döneminde Islâmiyet’ Mekke, Medine, Hicaz ve civar bölgelerde mutlak hakimiyetini kurdu. Artik cehalet ve zulmet devri, yerini saadet ve nûr devrine birakmisti.

Hz. Ebubekir ve Ömer (ra.) devirlerinde kisa zaman içerisinde yapilan essiz fetihlerle Suriye, Misir, Irak ve Iran’in fethine basarili olundu.

Bu harikulâde gelisme, Islâm düsmanlarinin, bilhassa Yahudilerin haset ve kinlerini kabartti. Yahudiler, Islâmiyet’in kisa zamanda gösterdigi büyük gelisme karsisinda dehsete kapiliyor ve beyinleri çatlayacak gibi oluyordu. Üstelik birçok Yahudi cemaatlerinin Islâm’a girisi de onlari büsbütün çildirtiyordu. Islâmiyet’in bu hizli ve parlak yayilisi mutlaka durdurulmaliydi.

Vaktiyle, Hiristiyanlara karsi tezgâhlanan oyunun, simdi Müslümanlara karsi oynanmasi lâzimdi. Uzun müzakerelerde bulundular ve sonunda Medine’de Ibn-i Sebe’yi sahneye çikardilar. Abdullah Ibn-i Sebe hahambasiydi ve büyük bir komiteciydi.

Ibn-i Sebe, tahribat programini baslica iki esas üzerine kurdu. Ilk olarak, Müslümanlar arasinda ayrilik çikarmakla, Islâm’in gelismesine engel olacak; ikinci safhada Islâmî inanç ve itikada hurâfeler katarak, onlar arasina, kiyâmete kadar sürecek bir fikir ayriligi sokacakti. Bu iki hedefin gerçeklesmesi için komiteler kuracak ve onlar araciligi ile Müslümanlar arasindaki birlik ruhunu, muhabbet, uhuvvet gibi mânevî baglari zayiflatarak ortadan kaldirmak üzere yogun faaliyet gösterecekti. Her bir ifsat merhalesinin arkasindan hemen durum degerlendirmesi yapilacak, plânlanan hedeflerle alinan neticeler kontrol edilecek, degisen ve gelisen sartlar altinda yeni hedeflerin gerçeklesmesi için yeni plânlar yapilacak ve uygulama sahasina sokulacakti.

Ibn-i Sebe, Müslümanlar arasinda çikardigi ihtilaflarla ve iç harplerle birinci maksadina tam muvaffak olmustu.

Ibn-i Sebe, bu iç savaslarla esas amacina yaklasmis oluyordu. Çünkü onun asil amaci, Islâm inancina hurâfeler sokarak onu öz safligindan çikarmakti.

Bugün kavga eden müminler yarin barisabilir ve tekrar bir araya gelerek Islâm birligini yeniden tesis edebilirlerdi. Müslümanlar arasinda tâ kiyâmete kadar devam edebilecek bir ayrilik çikararak onlari inanç yönünden parçalamak, hiziplere ayirmak icap ediyordu. Simdi yapilacak en önemli is, inançlari asil çizgisinden saptirmak için dine hurâfeler sokmakti. Ibn-i Sebe bu ise, “Ehl-i Beyt” muhabbetini istismar etmekle basladi. Ehl-i Beyt’in en atesli bir taraftari olarak sahneye çikti. Hilâfetin bastan beri Hz. Ali’nin hakki oldugunu ve ondan haksiz olarak gasp edildigini etrafa yaydi. Hz. Ali ve evlâtlarini, “Ilâhlar Hanedani” haline getirerek Islâm Dinini Hiristiyanlikta oldugu gibi tevhit esasindan saptirmaya tevessül etti. Sonunda, Ibn-i Sebe baskanligindaki bir grup, Hz. Ali’nin (ra.) huzuruna çikarak ona: “Sen Rabbimizsin, Ilâhimizsin,” dediler. Hz. Ali, bu müsriklerin bir kismini yaktirdi. Ibn-i Sebe’yi ise, ordu içinde taraftarlarinin çoklugu sebebiyle, fitne ve zaafa yol açacagi endisesinden, yaktirmaktan vazgeçti. Iran’in eski hükümet merkezi olan Medayin’e sürdürdü.

Ne yazik ki, Medayin, Ibn-i Sebe’nin sapik fikirlerinin üretilmesine çok müsait bir zemin idi. Ibn-i Sebe burada, vaktiyle Hz. Ali’den kaçan Haricilerle görüstü ve reisleri Evfa oglunu buldu. Evfa oglunun Hz. Ali’ye karsi bir harekette bulunmak istedigini anlayinca, ona: “Böyle bir hareketle Ali’yi maglup edemezsiniz, ancak siz maglup olursunuz.” dedi. Evfa oglu, Ibn-i Sebe’ye fikrini sorunca, o da: “Üç fedai ile bu isi hallederiz.” dedi.

Bu konusmadan sonra, Hz. Ali, Hz. Muâviye ve Hz. Amr Ibnü’l-Âs’in öldürülmesinde mutabik kaldilar. Bu maksatla üç suikastçiyi yola çikardilar. Üç sahabe, Ramazan’in 17. günü sabah namazini kildiracaklari sirada öldürüleceklerdi. Takdir-i Ilâhi ile Hz. Muâviye ve Amr Ibnü’l-Âs bu suikasttan kurtuldular. Fakat Ibn-i Mülcem isimli suikastçi Hz. Ali’yi, sahadetine sebep olan zehirli bir kiliç ile yaralamaya muvaffak oldu.

Ibn-i Sebe, Ibn-i Mülcem’i Hz. Ali’yi öldürtmek üzere yola çikardiktan sonra, Meymun oglunu birkaç adamiyla Küfe’ye göndermisti. Meymun oglu orada: “Ali ölmedi, uruç etti, semâya çikti. Simdi o, bulutlarin üzerindedir. Çok geçmeden geri dönecek ve kiliciyla bütün dünyaya adalet dagitacaktir...” gibi hurâfeler yayacakti.

Ibn-i Sebe, yakin mesai arkadaslari ile beraber Iran’da yapacaklari ihanet faaliyetlerinin plânlarini hazirladilar ve çalismaya koyuldular. O günkü sosyal durum da onlarin bu plânlarini uygulamaya son derece elverisli idi. Söyle ki:

Islâmiyet çok kisa bir zamanda genis bir sahaya yayilmisti. Bu derece genis ve yaygin bir cografya üzerinde Islâm’in bütün anlam ve inceliklerini, hikmet ve hakikatlerini, yeni Müslümanligi kabul etmis milletlere, intikal ettirmek, mizaçlari farkli kavimleri Islâmî potada eritmek ve yogurmak, henüz yeni kurulmus bir Islâm Devleti için fevkalâde zor bir isti. Islâm’in ulastigi her yerde, Islâm’a kitleler halinde katilmalar oluyordu. Gerçi bu durum, Müslümanlari sevindiriyordu. Fakat, mânevî hamur gerekli sekilde yogrulamiyor, ideal mânâda Müslümanlar pek yetisemiyor, dolayisiyla da ideal duyus ve yasayis açisindan Müslümanlar arzu edilen kivamda bütünlesemiyordu. Halk tabakalari, islenmemis ham toprak gibiydiler. Bu durum, bilhassa kendini Iran’da açik bir sekilde gösteriyordu.

Yeni Müslüman olmus kimseler, eski yanlis inançlarindan bütün bütün kurtulmus degillerdi. Asirlardan beri süre gelmis hurâfe ve bâtil inançlarin etkisinde kalarak ruhlari, akillari, kalpleri boyanmis bu insanlara Islâm’in vehim ve hayâlâttan, düzmece ve hurâfattan uzak olan berrak, net, safi hakikatlerini oldugu gibi kabul etmek hayli zor geliyordu. Islâmiyet bu mutaassip insanlarca hakkiyla hazmedilemiyor ve hak din kalplere ve hislere tam mânâsiyla yerlestirilemiyordu. Psikolojik olarak istiyorlardi ki eski inançlarini, örf ve an’anelerini de Islâmiyet’le birlikte devam ettirsinler. Diger taraftan, hilâfet makami da, bu ülkede ikaz ve irsat hizmetini gereken seviyede yapamiyordu. O beldelerdeki insanlara, Islâm’i bütün kurumlariyla yerlestirme ve onlarin süphe ve tereddütlerini izale etme hizmeti, büyük ölçüde aksiyordu. Zira, Islâmiyet gayet genis bir sahaya yayilmis, sahabelerin büyük bir kismi iç fitnelerde vefat etmis, diger bir kismi uzlet hayatini tercih etmis, bir kismi da sosyal hayata müdahale edemeyecek kadar yaslanmisti.

Bu önemli görevin ihmal edilmesi neticesinde, bu yeni beldeler uzun süre sahipsiz kaldi. Fetih zamaninda aldiklari ilk feyiz ve ilimle Kur’an’a ve imana ait hakikatleri tamamiyla anlayamamislardi. Bu sebeple henüz hak ve bâtili, hurâfe ve hakikati temyiz edecek duruma gelmemislerdi.

Iste, Yahudi gibi fitneci bir kavim, bu sosyal durumdan faydalanmayi basardi.

Ibn-i Sebe’nin, Iran’da olumsuz fikirlerini yerlestirmesinde önemli bir faktör de halkin psikolojik yapisiydi. Onlarin iç dünyasinda, akildan ziyade his hükmediyordu. Gönülleri hakikatten ziyade efsane ve hurâfelere açikti. Hâdiseleri mantik ve muhakeme uyumu içinde tahlil edemiyor, fikir süzgecinden hakkiyla geçiremiyorlardi.

Diger taraftan asirlarca süren saltanatlarinin ve milli gururlarinin, vaktiyle köle addettikleri Araplar tarafindan söndürülmesini de bir türlü hazmedemiyor, akil plâninda olmasa bile, his plâninda Islâmiyet’e karsi bir hazimsizlik gösteriyorlardi.

Ibn-i Sebe, bütün bu faktörleri degerlendirmesini bildi. Arkadaslarini toplayarak onlara, “Biz asil harbe yeni basladik. Bilmis olun ki, bu, Müslümanlar arasinda kiyâmete kadar devam edecek bir savasin baslangicidir. Simdi, biz Ali’yi takdis edecegiz ve ettirecegiz. Ona, yerine göre ‘ilâhlik’ yakistiracagiz, yerine göre ‘peygamberdir’ diyecegiz, yerine göre de ‘hilâfetin, Ali’nin hakki oldugunu, fakat Ebubekir, Ömer ve Osman’in onun bu hakkini gasbettiklerini’ anlatacagiz.”

Ibn-i Sebe ve arkadaslari, bu karari aldiktan sonra etrafindaki adamlarini, bu fikirleri yaymak üzere görevlendirdiler. Bunlar, “Hilâfet Ali’nin hakki idi. Hilâfete lâyik Ali ve evlâtlaridir. Bu hak, onlardan gasp edildi. Üç halife, bilhassa Ömer, bu hakki gasbetmekle Allah’in iradesine karsi geldiler... Allah’in iradesine itaat için Ali’den yana çikmak lâzimdir...” diye telkinlere basladilar. Bu telkinler, halk tarafindan kabul görünce, daha da ileri giderek insanlara ilâhlik isnat eden “Hulûl Akidesini” Islâm inancina sokmak için gayret gösterdiler. Islâm inancini asil çizgisinden saptirarak, tevhit akidesine taban tabana zit bir inanisi yaymaya basladilar. “Hulûl Akidesi’ Iranlilarin eski dinlerinde de vardi. Bu bakimdan, bu bâtil itikat onlarda kolaylikla taraftar buldu.

Önce, Hz. Ali’ye (ra.) ilâhlik izafe ettiler. Daha sonra, bu ilâhligin, onun evlâtlarina da intikal ettigi davasinda bulundular ve neticede Iran’da bir ilâhlar hanedani ortaya çikti.

Hz. Ali’nin (ra.) vefatinda Ibn-i Sebe, “Ölen Ali degil, onun sûretine giren bir seytandir. Ali simdi göklere çikmis ve bulutlar üzerinde taht kurmustur.” diyerek onun ölümüne hulûl akidesi paralelinde bir yorum getirdi.

Böylece, Misir’da “Sebeiyye Mezhebi”nin kurulmasiyla tohumu atilan Siîlik, Iran’da yesermeye, gelismeye basladi. Ve bundan yirmiden fazla firka (kol) türedi.



Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.