ForumSinsi - 2006 Yılından Beri

ForumSinsi - 2006 Yılından Beri (http://forumsinsi.com/index.php)
-   İslami Yazılar & Hikayeler (http://forumsinsi.com/forumdisplay.php?f=320)
-   -   Geldi Gene Gül Kokusu Sinemize (http://forumsinsi.com/showthread.php?t=892145)

Prof. Dr. Sinsi 10-10-2012 08:51 PM

Geldi Gene Gül Kokusu Sinemize
 
Geldi Gene Gül Kokusu Sinemize

Evet yeni bir yazı dizisine başlamak istiyorum bugün.Aslında bu bütün konulardan daha güzel ve daha berrak ,Allahın bütün mahlukları adedince selam ve salat olsun O'na
O ki her şeyiyle Allaha ve ümmetine habib
O ki her şeyiyle insanlığa rahmet
O ki doğumunda risaletine ve taki kiyamete kadar övülmeye layık olan Resuldür.
haftaya perşembe günü malumunuzca peygamberimizi hıcrı takvime göre doğum yıl dönümü(yani mevlid kandili) Allah onu 14 asır önce insanlığa bir nur ve tebliğci olarak gönderdi.Belki ceseden yok aramızda ama yaptıklarıyla ve bıraktıklarıyla ve kuşattığı rahmetiyle halen aramızda hissediyorum bunu.
Daha doğmadan nice peygamberler ve nice semavi kitaplar ve nice kişiler tarafından müjdelenen ve haber verilen doğumuyla tüm şirk koşanları şirklerini ve putlarını alaşağı eden ve insanlığa o Rabbinden aldığı vahiyle elini uzatan O pak Yar-ı güzin efendimize(s.a.v) sayısız selat ve selam olsun...

Burada elimden geldikçe ve gücüm yettiğince onun için yazılan ve onun için dizelenen yazı ve şiirleri burda paylaşacağım inşallah.

Bu noktada gönülden yazı ve şiirleri paylaşmak isteyen arkadaşlar varsa inşallah Katkılarını bekliyorum.

Allah bizleri kendine hakkıyla kul ve o Sevgili habibi zi-Şana hayırlı ümmet eyleyüp Şefaatine layık eylesin
Amin...

Prof. Dr. Sinsi 10-10-2012 08:51 PM

Geldi Gene Gül Kokusu Sinemize
 
Kutlu Doğum ve Mevlid Kandili



Hayatın gayesi, yaratılışın mânâsı silinmiş, yok olmuştu. Herşey mânâsız başıboşluk ve hüzün örtülerine bürünmüştü.

Ruhlar birşey bekliyor, bir nurun zulmet perdesini yırtmasını içten içe hissediyordu.

O vahşet devrinde kâinat ufkundan bir güneş doğdu. Bu güneş âhirzaman Peygamberi Hz. Muhammmed Aleyhissalâtü Vesselam idi. Tarihin seyrini, hayatın akışını değiştiren bu eşsiz olay, dünyayı yerinden sarsan değişimlerin en büyüğü idi.

İşte insanlığın akıl ve kalbinde düğümlenen "Necisin, nereden geliyorsun, nereye gidiyorsun?" sorularını, düğümlerini çözüp kâinatın Sahibini ilân ve ispat edecek bir zatın teşrifi sadece insanların ruh ve kalbinde değil, diğer varlıklarda, hattâ cansız eşyada bile yansımasını bulacaktı.

Doğudan batıya bütün âlemin nurlara büründüğü, İlâhi değişimin tecelli ettiği o gece neler oldu neler?

Yahudi ileri gelenleri ve âlimleri kitaplarında daha önce rastladıkları işaret ve müjdelerin açığa çıktığını gördüler. Kimsenin haberi olmadan en önce onlar bu müjdeyi verdiler.

O gece Yahudi âlimleri semâya bakıp "Bu yıldızın doğduğu gece Ahmed doğmuştur" dediler.(1)

Bîr Yahudi İleri geleni Mekke'de Peygamberimizin doğduğu gece, içlerinde Hişam ve Velid bin Muğire, Utbe bin Rabia gibi Kureyş ileri gelenlerinin bulunduğu bir toplantıda,
- "Bu gece sizlerden birinin çocuğu oldu mu?" diye sordu.
- "Bilmiyoruz" diye cevap verdiler.
Yahudi, "Vallahi sizin bu ihmalinizden iğreniyorum!
"Bakın, ey Kureyş topluluğu, size ne söylüyorum, iyi dinleyin. Bu gece, bu ümmetin en son peygamberi Ahmed doğdu. Eğer yanlışım varsa, Filistin'in kudsiyetini inkâr etmiş olayım. Evet, onun iki küreği arasında kırmızımtırak, üzerinde tüyler bulunan bir ben var" dedi.

Toplantıda bulunanlar Yahudinin sözünden hayrete düştüler ve dağıldılar. Her birisi evlerine döndüğünde bu durumu ev halkına anlattılar. "Bu gece Abdülmuttalib'in oğlu Abdullah'ın bir oğlu doğdu. Adını Muhammed koydular." haberini aldılar.

Ertesi gün Yahudiye vardılar:
"Bahsettiğin çocuğun bizim aramızda dünyaya geldiğini duydun mu?" dediler.
Yahudi "Onun doğumu benim size haber verdiğimden önce midir, sonra mıdır?" dedi.
Onlar, "Öncedir ve ismi Ahmed'dir" dediler. Yahudi, "Beni ona götürün" dedi.
Yahudi ile beraber kalkıp Hz. Âmine'nin evine gittiler, içeri girdiler.
Pegamberimizi Yahudinin yanına çıkardılar. Yahudi Peygamberimizin sırtındaki beni görünce, üzerine baygınlık geldi, fenalaştı. Kendine gelip ayıldığı sırada,

"Ne oldu sana, yazıklar olsun" dediler.

Yahudi, "Artık İsrailoğullarndan peygamberlik gitti. Ellerinden kitap da gitti. Artık Yahudi âlimlerinin kıymet ve itibarları da kalmadı. Araplar peygamberleriyle kurtuluşa ereceklerdir.

"Ey Kureyş topluluğu, ferahladınız mı? Vallahi size, doğudan batıya kadar ulaşacak bir güç, kuvvet ve bir üstünlük verilecektir" dedi.(2)

Kâinatın Efendisini dünyaya getiren bahtiyar annenin henüz dünyaya gelmeden görüp gördükleri çok manalıydı..

Peygamber Efendimize hamileyken rüyasında, "Sen, insanların en hayırlısına ve bu ümmetin efendisine hamile oldun. Onu dünyaya getirdiğin zaman 'Her hasetçinin şerrinden koruması için bir ve tek olana sığınırım' de, sonra ona Ahmed yahut Muhammed ismini ver."

Yine kendisinden çıkan bir nurun aydınlığında bütün doğuyu ve batiyi, Şam ve Busra saray ve çarşılarını, hattâ Busra'daki develerin uzanan boyunlarını gördüğünü Abdülmüttalib'e anlatmıştı.(3)

Aynı gece Hz. Âmine'nin yanında bulunan Osman ibn Âs'ın annesinin gördükleri de şöyle:

"O gece evin içi nurla doldu, yıldızların sanki üzerimize dökülecekmiş gibi sarktıklarını gördük."

Evet bu ulvî anı dile getiren Mevlid'in yazarı Süleyman Çelebi bütün bu hakikatleri şu beytiyle şiirleştirmiştir:

"Hem Muhammed gelmesi oldu yakin
Çok alâmetler belürdi gelmedin"

Rabiülevvel ayının 12. Pazartesi gecesi, yapılan hesaplamalara göre, Miladi takvime göre 20 Nisan'a denk gelen gece idi.
Dünyayı şereflendiren iki Cihan Serverinin üzerini o günün bir âdeti olarak bir çanakla kapattılar.

Araplara göre o zaman, gece doğan çocuğun üzerine bir çanak koymak ve gündüz olmadan ona bakmamak âdetti. Fakat bir de baktılar ki. Peygamber Efendimizin üzerine konulan çanak yarılarak ikiye ayrılmış, Efendimiz gözlerini gökyüzüne dikmiş, başparmağını emiyordu.(5)

Evet, bu işaret her türlü küfrün, zulmün, şirkin ve her türlü bâtıl inanç ve âdetlerin parçalanıp yok olması, imanın, nurun ve hidâyetin kâinatı aydınlatması için gönderilmiş bir Peygamber idi.

Aynı gece Kabe'de tapılmakta olan cansız putların çoğunun başaşağı devrildiği görüldü.

Aynı gece Kisra sarayının beşik gibi sallanıp on dört balkonunun parçalanıp yerlere düştüğü öğrenildi.

Sava'da mukaddes tanınan gölün suyunun çekilip gittiği görüldü.

Bin senedir yakılan ve söndürülmeyen mecusi ateşinin sönüverdiği müşahede edildi.

Bütün bunlar işaret ve alamettir ki, yeni dünyaya gelen zat ateşe tapmayı, puta tapmayı kaldırıp, Fars saltanatını parçalayarak Allah'ın izni olmadan kutsal tanınan şeylerin kutsallığını ortadan kaldıracaktır.(6)

İşte bu geceye Veladet-i Nebi gecesi diyor ve onun bütün kalbimizle, ruhumuzla her sene yeniden yâd edip kutluyoruz. Bütün kâinatla bu geceyi karşılayarak onun âleme teşrifine kıyam ediyoruz.
Getirdiği ebedi nura, açtığı saadet caddesine ve sünnet-i seniyyesine yeniden sımsıkı sarılmak ve Mevlid Kandilini vesile ederek ona yeniden biatimizi, bağlılığımızı tazelemek ne yüce bir şeref ve ne büyük bir saadettir.
Yüce Rabbim bizleri sevgili Resulünün şefaatine nail eylesin.

Mehmet Paksu, Mübarek Gün ve Geceler, Nesil Yayınları


Kaynaklar:
(1)İbn-i Sa'd, Tabakat, 1:60.
(2)A.g.e, 1:162-163.
(3)Taberî Tarihi, 2:125; İbn-i Sa'd, Tabakat, 1:102.
(4)A.g.e., 1:102.
(5)İbn-i Sa'd, Tabakat, 1:102.
(6)Bediüzzaman, Mektûbat,s:161,162.

Prof. Dr. Sinsi 10-10-2012 08:52 PM

Geldi Gene Gül Kokusu Sinemize
 
Yaratılmışların en meşhuru

Resûl-i Ekrem (asm), tarihin kaydettiği şöhret sahibi insanların en meşhurudur. O’nun şöhreti, kendisinden başka hiç kimseye nasip olmayacak bir şöhrettir. Şimdi, bu erişilmez şöhretin niçin ve nasıl olduğuna bir bakalım.
Evvela; tarihin kaydettiği meşhurların hiç birisinin tarihçe-i hayatı, onunki kadar geniş ve teferruatlı olarak bilinmiyor. Pek çoğunun hayatının şöhret öncesi kısmı, gizli kalmıştır.
Mesela Hazret-i Îsâ (as)’ın, dünyada kaldığı otuz üç yıllık ömrünün sadece son üç yılı biliniyor. Otuz yıllık hayatının macerası hakkında çok az şey biliniyor. Kezâ Hazret-i Mûsâ (as)’ın hayatı hakkındaki tüm bilgiler, vefatından üç yüz yıl sonra ele geçen Tevrat’taki bilgilerdir. Onlar da Hazret-i Mûsâ (as)’ın hayatının bir kısmı hakkında, çok kısıtlı malumat veriyor.
Hâlbuki Hazret-i Muhammed (asm)’ın hayatının, doğduğu günden vefatına kadarki bütün safahatı, an be an, sağlam senetlerle kaydedilmiştir. Gerek Müslüman gerekse gayr-i müslim tarihçiler, bu hususta müttefiktirler. Bu noktada Hazret-i Muhammed (asm)’a yetişecek ikinci bir şahsiyeti, tarih daha kaydedememiş ve kaydedemeyecektir.
İkinci olarak, tarihçe meşhur olan insanların şöhreti; çoğunlukla vefatlarından sonraki döneme rastlar. Çok az bir kısmı dünyada iken şöhret olmuştur. Sonraki dönemlerde tanınıp kendi devirlerinde kâle alınmayan nice meşhurlar vardır.
Hâlbuki Hazret-i Muhammed (asm), daha dünyaya gelmeden önce şöhreti şark ve garbı tutmuştu. Tevrat ve İncil’de, O’nun hakkında yüzlerce âyet vardı. Bu vadide o kadar çok hadise var ki yazmaya kalksak, ciltler dolusu kitabı dolduracak mahiyettedir. Yalnızca bir misal vererek geçeceğiz.

İbn-i İshak nakleder ki: Ebû Tâlib, Şam’a ticaret için gideceği sırada Resûl-i Ekrem (asm) ona çok tutkunluk göstermiş. Ebû Tâlib de dayanamayarak, “Vallahi O’nu da beraberimde Şam’a götüreceğim. Ne ben ondan ayrılabilirim, ne de o benden ayrılabilir.” demiş. Kafile, seyahatin ilk durağı olan Busra şehrinde mola vermişti. Bu sırada Busra’da, Bahira isminde bir rahip vardı. Kendisi, râhip olarak görevlendirildiğinden beri manastırdan ayrılmamış, Hıristiyanlık hakkında pek çok bilgiye sahip bir kişi idi. Kureyş kervanı daha önce de Busra’ dan geçtiği halde, Rahip Bahira onların karşısına çıkmamış, onlarla konuşmamıştı.
Ama Resûlullah’ı beraberlerine aldıkları o yılda, Rahip Bahira, kervan manastırın yakınında konakladığında onları karşılamış ve onlara büyük bir ziyafet hazırlamıştı. Büyük, küçük, hür, köle; herkesin gelmesini özellikle istemişti. Misafirler sofranın başında toplandıklarında, Efendimiz (asm)’ ı göremeyen Bahira, geride kalan kimse olup olmadığını sorar. Onlar da, geride kervanı gözetmek için bir çocuğun kaldığını söylerler. Bahira O’nun da gelmesini ister. O geldikten sonra, büyük bir ilgiyle O’nu takip eder.
Misafirler dağıldıktan sonra Bahira, Peygamberimiz (asm)’a, Lat ve Uzza adına yemin ettirmek istemiş, fakat Resûlullah (asm), onlardan nefret ettiğini söylemiş. Daha sonra “Allah adına” deyince, sorduğu sorulara cevap vermişti. Rahip Bahira, en son sırtına bakmış. İki omuzu arasındaki peygamberlik mührünü de gördükten sonra, Ebu Talib’e:

“Bu çocuk senin neyin olur?” diye sorar. O da:
“Oğlumdur.” der. Bahira:

“Olamaz, bu senin oğlun değildir. O’nun babası, hayatta olmamalıdır.” deyince; Ebu Talib: “Kardeşimin oğludur.” der.

Bahira:

“İşte şimdi doğru söyledin. Kardeşinin oğlunu hemen memleketine geri götür. Allah’a yemin olsun ki, Yahudiler onu görüp de benim onda bulduğum vasıflardan haberdar olurlarsa, onu öldürürler. Doğrusu kardeşinin oğlu büyük bir adam olacaktır. Hemen onu al, memleketine çabucak götür.” diye tembihler. Bunun üzerine Ebu Talip, Mekke’ye geri döner.

İşte şu cüz’î hadise, bütün siyer kitaplarında nakledilen bir vakıadır. Resûlullah (asm), daha dünyaya gelmeden önce vasıfları hakkındaki pek çok şey, biliniyordu. Hatta Hazret-i Hatice’nin amcasının oğlu Varaka bin Nevfel, O’na: “Cebrâîl (as), ilk göründüğü sıralarda sen Allah’ın va’d ettiği son peygambersin. Keşke senin yurdundan kovulacağın zaman, hayatta olsam ve sana yardım edebilsem.” demişti. Resûlullah (asm): “Kavmim beni sürgün mü edecek?” deyince, Varaka: “Evet, sen kavmin tarafından sürgün edileceksin” demiştir. Çok geçmeden Varaka, vefat eder.

Bu iki hâdise, bu meyanda rivâyet edilen hâdiselerden sadece birkaçıdır. Buradan anlaşılacağı üzere O zât (asm), daha dünyaya gelmeden tanınıyordu. Bu vaziyete haiz başka bir şahsiyet gösterilebilir mi?

Üçüncü olarak; Fahr-i Kâinat (asm)’ ın şöhreti sadece insanlarla sınırlı kalmamış, sâir mevcudât da onun şöhretini tasdik
etmiştir.
İnsanların dışında; hayvanlar, ağaçlar, dağlar, taşlar, ay ve güneş, hâsılı bütün mevcudat onu tanıyor ve biliyor. Hayvanların onunla konuşması, kurdun onun peygamberliğini haber vermesi, kuru kütüğün onun ayrılığına dayanamayıp inlemesi, ağaçların yeri yara yara yanına gelip O’nun peygamberliğini ilan etmesi, dağların taşların O’na selam vermesi, ayın bir işaretiyle ikiye ayrılması, güneşin, onun verdiği haberin yalan çıkmaması için bir saat geç doğması hâdiseleri gösteriyor ki, onun şöhreti yalnızca insanlar arasında yayılmamıştır. O’nu bütün âlem, bütün mükevvenât tanıyor.
Dördüncü olarak; Habîb-i Zîşân (asm)’ın şöhreti, geçmişle ve kendi zamanıyla sınırlı kalmamıştır. Kendisinden sonraki asırlara da intikal etmiştir. O her asırda yaratılmışların en meşhuru olma özelliğini korumuştur. Tarihin hiçbir devrinde şöhreti kaybolmamıştır. Her asırda, insanlığın en az beşte biri O’nu tanımış ve tanımaktadır. Tarihçe meşhur addedilen insanların çok az bir kısmı (peygamberler), bu özelliğe sahiptir.
Pek çoğunun şöhreti, sadece kendi meslek ve meşrebinden olan insanların arasında bilinmekte ve yayılmaktadır. Hâlbuki Resûlü’s-Sakaleyn (asm) (İnsanların ve cinlerin peygamberi) olan Sevgili Efendimiz’in nâmı, insanlığın bütün sınıflarını kuşatır. Hatta dünyanın bütün kıtalarına ulaşmış durumdadır. O’nun (asm) nûru, sadece insanlar arasında değil, cinler ve sair mahlûkat arasında da her devirde parlamış ve parlamaya devam ediyor.
Şimdi söyleyiniz! Beşeriyet tarihinde nâmı onun kadar bütün mahlûkata yayılmış kim var? Kim onun kadar tanınıyor? Kim onun kadar seviliyor? Vefatından sonra adı bir an bile dillerden düşmeyen, kalplerden çıkmayan başka bir şahsiyet gösterebilir misiniz?
Her vakit ümmetinden olan insanların salât-ü selamlarıyla bir an bile ismi dillerden düşmeyen O yüce şan sahibi Zât’a kim rakip olabilir? Acaba şimdi dünyaya yeniden teşrif edecek olsa, yine dağlar taşlar, O’nu selamlamaz mı? Mübarek parmaklarıyla işaret edecek olsa, ay yarılmaz mı? Ağaçlar yerlerinden koparak gelse, O’nu tanıyıp yine tasdik etmez mi? Elbette! Elbette! Elbette tanıyacak ve yine tasdik edecek ve hep bir ağızdan arz ve sema, cûş u hurûşa gelip: “Muhammedü’r-Resûlullah” diyecektir.

Yâ Rabb! Bizi dünyada, o Zât-ı Âl-i Kadr’in (asm) sünnetinden ayırma! Ukbâda da, o Zât-ı Zîşân’ın (asm) şefâatinden mahrum bırakma! Âmin!
Ya Resûlallah, seni anlatmaya kifâyet etmez kelimelerim.
Âcizim, seni methetmeye;
lâkin yine de durmaz kalemim.
Habîb-i kibriyâsın, sultân-ı cihansın,
bense kapında köleyim.
Âb-ı kevserinden bir damla lütfet,
feyzinden bülbül gibi öteyim.
Allah’a yemin olsun ki, Yahudiler onu görüp de benim onda bulduğum vasıflardan haberdar olurlarsa, onu öldürürler.
Şimdi söyleyiniz! Beşeriyet tarihinde nâmı onun kadar bütün mahlûkata yayılmış kim var?

Zafer ENGİNSOY

Prof. Dr. Sinsi 10-10-2012 08:52 PM

Geldi Gene Gül Kokusu Sinemize
 
Peygamberlik Delilleri

Mûcize, peygamberlik dâvâsına delil olmak üzere Allah tarafından, peygamberlerin ellerinde yaratılan hârikulade hâllere denir. Onlar “Biz Rabbinizin size gönderdiği elçileriz” diye dâvâ ettiklerinde, Cenâb-ı Hakk onlar elinde bazı hârikulade şeyler meydana getirmekle âdetâ, “Evet doğru söylüyorlar. Onlar benim elçilerimdir” demektedir.

Âhirzaman nebîsi olan peygamberimiz (asm) da peygamberlik dâvâ ettiğinde pek çok defa kendisinden mûcizeler istenilmiş ve bin kadar mûcize de onun eliyle gösterilmiştir. Peygamber Efendimiz (asm)’ın Allah Resûlü olduğunun delili yalnız mûcizelerinden ibaret değildir. Pek çok cihetlerden onun dâvâsındaki hakkaniyeti anlaşılabilir. Hatta Üstad Bediüzzaman Hazretleri, onun her bir hâlinin dahi doğruluğuna delil olabileceğini söyler. Meselâ hicret esnasında düşmanları, gizlendikleri mağaranın önüne geldiklerinde, Hz. Ebû Bekir (ra) telaşlanınca “Korkma ve hüzünlenme Allah bizimle beraberdir” demesi gibi her hâli onun doğruluğuna şehâdet eder. Şimdi onun hakkaniyetini ve nihâyet derecede sâdık olduğunu güneş gibi gösteren bir kısım delilleri sıralamaya çalışacağız.

1. KUR’ÂN EN BÜYÜK MÛCİZE

Resûl-i Ekrem (asm)’ın en büyük delili, Allah’tan bizlere getirdiği beyanı mûcize olan Kur’ân’dır. Aslında o bir mûcizeler deryası gibidir. İki yüz kadar mûcizelik yönleri olduğu gibi her bir sûresi, âyeti, hatta kelime ve harfleri dahi birer mûcize sayılır. Kur’ân, pek çok âyetleriyle insanları onun benzeri gibi bir söz getirmeye davet etmiş ve aslâ getiremeyeceklerini de vurgulamıştır. En kısa bir sûresine asılsız bir kıssayla bile olsa bir benzerini getirmeye kadar davetini tekrarlamıştır. Fakat ne o günkü müşrikler, ne de sonra gelen inkârcılar bir kısa sûresinin dahi mislini getirememişlerdir. İşte Kur’ân gerek belâğat ve edebiyatında, gerek hadsiz ilimleri taşıyan manalarında ve gerekse dinlemesindeki halâvet ve tatlılığında bulunduğu seviye itibarıyla taklit edilemez yüksek bir mertebededir. Çünkü Allah’a ait bir kelâmın değil bir beşer, bütün beşeriyet toplansa elbette benzerini getiremezler. Netice olarak Kur’ ân, bütün hakîkatleriyle ve mûcizeleriyle onun en büyük ve ebedî bir mûcizesidir. Ve Allah’ın elçisi olduğunun en büyük delilidir.

2. MAHLÛKATIN EN ŞEREFLİSİ

Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ ın Kur’ân’dan sonra en büyük mu’ cizesi, kendi zâtıdır. Yani sahip olduğu pek yüce ahlâkıdır ki; bütün güzel huyların ve hasletlerin tamamı onda vardır. İman, ibâdet, doğruluk, güvenilirlik, tevazu, sevgi, şefkat, cömertlik, iktisat, vakar, cesâret akıl ve zekâ hattâ sîmaca güzellik gibi bütün güzel sıfatlarda insanların en üstünü idi. Hatta herbir haslette en yüksek tabakada olduğuna, dost ve düşman ittifak ediyorlar. Hattâ şecaat kahramanı Hazret-i Ali (kv), tekraren diyordu: “Harbin dehşetlendiği vakit, biz Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın arkasına ilticâ edip sığınıyorduk.” Bunun gibi bütün güzel ahlâklarda en yüksek ve yetişilmeyecek bir derecede bulunuyordu. Elbette böyle bir zât ahlâksızların işi olan yalana ve hîleye tenezzül etmez.

3. BİN KADAR MÛCİZE

Onun elinde pek çoğu tevâtürle ve sahih rivâyetlerle bildirilen bine yakın mûcize zâhir olmuştur. Kamer Sûresi’nin ilk âyetlerinde bildirildiği gibi gökteki ay bir parmak işaretiyle ortadan ikiye yarılmış. “Attığın zaman sen atmadın. belki Allah attı” (Enfal, 17) âyetinin işaretiyle attığı bir avuç toprak Bedir ve Huneyn harplerinde her bir düşman askerinin gözüne birer avuç olarak gitmiş ve onları bozguna uğratmıştır. Ordusunun susuz kaldığı üç farklı seferde parmaklarından çeşme gibi akıttığı sularla bütün askerlerin susuzluğunu gidermiştir. Hutbe okurken dayandığı kuru bir hurma direği, onun ayrılığından yüksek sesle ağladığını Mescid-i Nebevî’de bulunan herkes işitmiş ve bu hâdise pek çok münafıkların hâlisâne iman etmelerine sebep olmuştur. Duâlarının çok defalar anında kabûlü, az bir yemekle yüzlerce kimseyi doyurması, dağların, ağaçların, taşların, hayvanların hatta cenâzelerin dile gelip peygamberliğine şehâdet etmeleri, gelecekten verdiği haberlerin doğru çıkması, hasta ve yaralıların mübârek elinin ve nefesinin temasıyla şifa bulması, çok defa suikaste maruz kaldığı hâlde her defasında olağanüstü bir tarz ile muhafaza edilmesi gibi pek çok mûcizeler göstermiştir. O kadar ki tarihçe bu zâtın (asm) yaşadığı ne kadar kat’î ise mûcizeler gösterdiği de o kadar kat’îdir.

4. İRHÂSÂT

İrhâsât denilen ve peygamber olmadan önce onda görülen harikulade haller de onun delillerindendir. Doğduğu gece vuku’ bulan, kâbedeki putların devrilmesi ve ateşperestlerin bin senedir yanan ateşlerinin o gece sönmesi gibi hâdiseler, küçüklüğünde başında bir bulutun ona gölgelik etmesi, bulunduğu yerlere bolluk ve bereket sebebi olması, altına oturmuş olduğu kuru bir ağacın yeşermesi gibi hârika haller tarihen sağlam bir surette nakledilmiştir. Hatta amcası Ebû Talib’le Şam’a yaptıkları seferde râhip Bahira onu, başında gölgelik eden buluttan ve sırtındaki peygamberlik mühründen tanımış âhir zaman peygamberi olacağını müjdelemiştir.

5. GEÇMİŞ PEYGAMBERLER VE KİTABLAR

Önceki semâvî kitap ve suhuflar ve peygamberler, ondan en ince ayrıntılarına varıncaya kadar haber vermişlerdir. İsimlerini, vasıflarını nasıl bir ahlâka sahip olacağını, hatta vücut özelliklerini mübarek gözlerindeki kırmızılığa varıncaya kadar bildirmişlerdir. Bakara Sûresi’nin 146. Âyeti’nde, “Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler (Hıristiyanlar ve Yahudiler) onu kendi oğullarını tanımakta oldukları gibi tanırlar” buyurulmaktadır. Bu âyetin mânâsı hakkında, Yahudi âlimlerinden iken sadece peygamber efendimizin emsalsiz güzelliğini görmekle “Bu yüzde yalan olamaz” diyerek İslâm’la ve sahâbe olmakla şereflenen Abdullah İbn-i Selâm (ra) şu îzahı yapmaktadır: “Ben Hz. Peygamber (asm)’ı gördüğüm zaman oğlumu tanıdığımdan ziyade tanımıştım. Çünkü oğlum hakkında belki anası hıyanet etmiştir diye şübhelenebilirim. Ama Resûlullah (asm) hakkında zerre kadar bile şüphem olamaz. Çünkü onun vasıfları Tevrat’ta yazılı olanların aynısı ve tamamıdır.” (İbn-i Kesîr cilt 1 sh.140) Bin sekiz yüzlü yıllarda Filistin’de yaşayan ve Üstad Bediüzzaman’ın kendisi hakkında mesleken birâderim dediği büyük İslam âlimi Hüseyin Cisrî Hazretleri, eski semâvî kitaplardan Peygamber Efendimiz (asm)’a bakan yüz on dört işareti, o kadar tahrif edilmelerine rağmen çıkarmıştır. Demek ki daha evvel çok daha fazla ve açıkça beyanlar varmış.

6. ÂRİFLER, KÂHİNLER VE HÂTİFLER

Kendisinden evvel onun dünyayı şereflendireceğini haber verenler yalnız kitaplar ve peygamberlerden ibaret değildir. Ârif-i billâh denilen ve putlara tapmayan bir kısım kâmil insanlar da geleceğine yakın onu müjdeleyen haberler vermişlerdir. Şık ve Satıh gibi bir kısım meşhur kâhinler de onun geleceğini ihbar edenler arasındadır. Hatta yalnız sesi duyulup kendileri görülmeyen ‘hâtif’ denilen cinnîlerin bağırarak verdiği haberler de tarihlere geçmiştir. Ayrıca eski dönemlerden kalma bazı taşlarda onun isim ve sıfatlarının yazılı olduğu görülmüştür. Demek ki o Zât (asm) tarih boyunca yolu gözlenmiş mübarek, yüce bir zâttır.

7. İNSANLARDA YAPTIĞI BENZERSİZ İNKILÂP

Peygamber Efendimiz’in, peygamberlik vazifesini îfâ etmek ve İslâm dînini te’sis etmek ve Hakk’ı tebliğ etmek için gösterdiği olağanüstü gayret ve dirâyeti, metâneti ve asla yılmaması, sabır ve kahramanlığı, ancak arkasında Allah’ın kudret ve inâyeti bulunan bir zâtta görülebilecek fevkalade bir mertebededir. Çünkü meydana çıktığında bütün kavim ve kabilesi hatta amcası dahi ona düşman iken yirmi üç sene gibi kısa bir zamanda cahiliye devrinin bütün kirlerini temizlemiş bütün Arap yarımadasını iman ve Kur’ân’ın nurları ile doldurarak o asır hakikaten bir asr-ı saadet olmuştur. O devrin, kendi kızlarını diri diri toprağa gömecek kadar vahşîleşmiş, câhil, kaba ve âdetlerine son derece mutaassıp insanlarından bütün o vahşî, kötü âdet ve ahlâklarını temizlemiş ve yerlerine en güzel ahlâkları, damarlarına işleyecek bir şekilde sâbit olarak yerleştirmiştir. Çok kısa bir zamanda o câhiliye toplumunu öyle bir terbiyeden geçirmiştir ki daha yüz sene geçmeden batıda Fransa içlerine, doğuda Çin’e kadar ilerleyerek gittikleri yerlere îman ve Kur’ân nurlarını neşretmişler ve o zamanın medenî milletlerine hocalık ve idârecilik yapmışlar, onlara gerçek insanlık ve medeniyeti öğretmişlerdir. Bu küllî ve muhteşem inkılâbın tarihte başka bir emsaline rastlamak mümkün değildir.

8. FEVKALÂDE İBÂDET VE TAKVASI

Peygamber Efendimiz (asm)’ın geçmiş ve gelecek günahları bağışlanmış olduğu hâlde şahsî takvâ ve ibâdetlerinde gösterdiği gayret de hârikuladedir. Dîninde bulunan bütün ibâdetlerin bütün çeşitlerinde en ileride idi. “Neden kendinizi bu kadar yoruyorsunuz” denildiğinde, “Ben Rabbim’e çokça şükreden bir kul olmayayım mı?” buyurmuştu. Allah’ın yasak ettiği şeylerden herkesten ziyade ictinâb etmiş ve “İçinizde Allah’tan en çok korkanınız benim” demiştir. Üstelik fevkalâde daimî harbler ve mücâdeleler içinde, tam tamına ibâdetlerin en ince sırlarına kadar riâyet etmesi, hatta harb devam ederken dahi namazı cemaatle kılması, elbette dâvâsına herkesten çok kendisinin iman ettiğini gâyet açık bir şekilde gösterir.

Cemaleddin ŞENER

Prof. Dr. Sinsi 10-10-2012 08:52 PM

Geldi Gene Gül Kokusu Sinemize
 
En sevgiliyle sohbet

Sevginin mâhiyetinde sevgiliyle olan muhabbet ve mükâlemenin daimî olmasını arzulamak vardır. İnsan sevdiği kişiyle birlikte olmaktan, onunla sohbet etmekten öyle büyük bir haz duyar ki, adeta zaman kavramını unutup dakikaların akışını fark edemez. Vuslat ânının nihayete ereceğini düşündüğünde ise, sevenin kalbindeki saadet, yerini derin bir hüzne bırakır...

Hangi sevgili O’nun kadar güzeldir ki?!
Hangi sohbet O’nunla yapılan sohbete yetişebilir ki?!
Sohbetlerin en güzelidir namaz.. En sevgiliyle yapılan ve dünya misafirhanesinde en kutsî bir sohbettir. Ve Rabbe ait olan sevginin tezahürüdür. Ne kadar seviyor ve ne kadar seviliyorsak; bir göstergedir namaz.

Efendimiz (asm)’ın, “Kişi sevdiğiyle beraberdir” buyurması, seven ve sevilenin maddi ve manevi anlamda daimi birlikteliklerini ifade eder. Namaz, bu fani dünyada Rabbimizle görüşmek için harika bir yol ve fırsat olup bu yoldaki müştak yolculara, sevgiliye olan sevgi ve vefalarını göstermeleri için açılmış ne güzel bir kapıdır. Rabbimize olan muhabbetimizi namazlarımızla yansıtmaya gönüllü olan her birimiz, aslında namazlarımızdaki sathîlikten ve o hazzı hissedememekten ne kadar da muzdaribizdir.

Asr-ı saadete göz attığımızda ibadette harikulade vasıflara sahip sahâbe-i güzin efendilerimizi hayranlıkla izleriz. Ve Rablerine olan aşkla namaza müştak o âşıklara, yatsı abdestiyle sabah namazını kıldıran iştiyak ve azmin bizlerde olmaması bizi oldukça mahcup kılıyor. Ve “Biz neden böyle olamıyoruz?” sualiyle zihinlerimizde gezinirken mahcûbiyetle esefleniyoruz.

Elbette bu sualin başta âhirzaman dehşetinin pençesinde olmaktan, derd-i maişete kadar bir çok izahı mevcut. Gaflet de bu sebepler arasında ciddi bir yer teşkil ediyor. Gafletin en mühim sebebi, elbetteki dünyaya karşı duyduğumuz sevgi ve iştiyak olsa gerek. Bu sevginin neticesinde fanî dünyanın bekasız işleriyle meşgul olmak, bizlerde gaflete sebeb olmakta. Dünyevi gereksiz meşguliyetlerde ısrar, gafletimizi ziyadeleştiriyor.

Çabuk izale edilme gayretine girilmediğinde de ülfet şeklini alıyor. Yani insan günaha alışıyor ve insan böylece ibadete olan ihtiyacını hissedemiyor. Hatta “Olmazsa olmaz” diye nitelendirilmesi gereken namazlarımızı dahi gaflet “Olmasa da olabilir!” diye gösterebilmekte.

Gafletin izâlesindeki en tesirli sebeb, ibâdetlerde ısrarcı olmaktır. Çünkü, namazda gereken huşû elde edilemese de ruh tamamen feyizsiz kalmaz. Bu feyzi ve olması gereken huşû’u hissedebilmek namazlarımızdaki azim ve istikamet nisbetinde mümkündür.

Gafletin verdiği manevî ağırlığının neticesi olan huzursuzluktan kurtulmak için tefekkür ve zikir oldukça mühimdir. “Tefekkür gafleti izale eder” düsturundan yola çıkarak, gafletle uyuyan duygularımızı tefekkür ve zikirle uyandırabiliriz. Nitekim insana namaz ihsan edilmişse namazı ve namazın hikmetlerini idrak edebilecek bir kapasite de ihsan edilmiştir.

Namazlarımızda kudsî, manevi atmosferi liyakatiyle hissedemiyoruz. Fakat bu hissizlikle ibâdetlerde aksaklık ve tembellik yerine, kudsî hadiste “Bana bir adım gelene ben on adım yaklaşırım” müjdesini tefekkür ederek namaza ciddiyetle yönelmek, inşâallah bizleri namazlarımızda daha müteyakkız ve daimi kılacak belki de bu ısrarımız âhirette Rabbimiz ile perdesiz konuşmayı netice verecek ulvî namazlara vesîle olacaktır inşâallah.

Cahide ADİLOĞLU

Prof. Dr. Sinsi 10-10-2012 08:52 PM

Geldi Gene Gül Kokusu Sinemize
 
Muhammed’e (asm) hasret

Senin yokluğun ürküttü beni,
Serseri yaşlarla ıslanışım,
Yüreğimde adının şahlanışındandı.
Dağınıklığım gözlerinin şehla bakışından kaçma sevdasındandı.
Şimdi sana yazıyorum şiirleri
Aşkından devşirmek için seni...

Rüyalara dalardım eskiden
Çocuktum.
Daha ürkmemiştim senden gayrı sözlerle,
Gece hep beyaz olurdu o yüzden.
Alaca şafaklar içinde çıkagelirdin.
Hır bahçelerde yürürdük.

Utanır saklardım senden şiirlerimi
Merhametinden bir pay alırdım
Saçların parlardı.
Mahzunluğa bürünürdün
Duyardıkki bir civan can verdi sahrada,
Dilinde hep sen olurdun.
Umutlar tepeleri aşar el sallardı bize...
Gülümserdin, gülümserdim...
Eğilirdik Rabbimizin huzurunda
Sûretin saydamlaşır, beni endişelendirirdi.
Ayrılık ani geldi zannıyla
Dokunurdum gözyaşımın kam teline.
Secdemiz biter gülümserdin
Gülümserdim...

Gezinirdik
Ellerinden tutardım,
Sıcacık ellerinden.
Kutlu şehrin sokaklarını arşınlardık.
Bir bayram günü olur,
Bir kuytuda yetimliğiyle bir çocuk gözyaşı dökerdi.
Sarardın hüzünleri, gül tebessümleri yayılırdı yanaklara.
Bir ak sakallı peydah olurdu yanımıza
Şükreder dilimizi şenlendirirdik.
Yola devam ederdik.
Yürür, yürür mahzunluklarımızdan,
Senin şafaklarına çıkardık
Tatlı tebessümün eşliğinde.
Bahar yüzlü meleklerin ellerinden tutardık.
Sen anlatırdın,
Ümmetin dinlerdi.
Seni görünce nasılda sevinirlerdi.
Sevinirdik…

Çok sevinirdik,
Canım Efendim
Sana çok hasretlendik…
Çünkü artık bahar yüzlü melekler tutmuyor ellerimizden,
Artık nur yüzlü çocuklar dolaşmıyor etrafımızda.
Kimse senin etrafında gül kokularıyla dolaştırmıyor.
Ve kimse bize parmaklarından Ab-ı Hayat içirmiyor.
İçimiz kırkikindiler neşesinde sevinmiyor ayrıklara.
İşte bu yüzden efendim
Canım Efendim
Tarihi var hüzünlerimin...

Nur Menekşe Yıldızturan


Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.