ForumSinsi - 2006 Yılından Beri

ForumSinsi - 2006 Yılından Beri (http://forumsinsi.com/index.php)
-   Atatürk Köşesi (http://forumsinsi.com/forumdisplay.php?f=386)
-   -   Atatürk' Ün Anıları (http://forumsinsi.com/showthread.php?t=875444)

Prof. Dr. Sinsi 10-07-2012 12:31 AM

Atatürk' Ün Anıları
 


http://frmsinsi.net/images/forumsins...sinsi.net_.jpg

-----------------------------ooOoo-----------------------------

YENİLSEYDİK SORUMLU BEN OLACAKTIM

Bir aralık konu İstiklâl Savaşı'na geldi. Dikkat ettim, Binbaşılar dahil her komutanın hangi birliğe komuta ettiğini, nerede bulunduğunu, -bir gün önce olmuş gibi- hatırlıyordu. O savaş ki araç, gereç, personel kıtlığı bugün güç tasavvur edilirdi. Tümenlere binbaşılar, Kolordulara yarbaylar komuta ediyordu! Fakat, bu kadro canını dişine takmış bir ekipti. Var olmak ya da olmamak bu savaşın sonucuna bağlıydı. 30 Ağustos bu ruh haletinin eseriydi. Böyle bir dramı, hem yazarı, hem baş aktörünün ağzından dinlemek müstesna bir mutluluktu. O anılar Ata'yı coşturdukça coşturuyordu. Anlatmalarında abartma yoktu. Ama bu anlatış öylesine canlı, öylesine plastikti ki, hepimiz heyecandan heyecana sürükleniyorduk. Anlatışlarını şöyle bağladı:
- İşte büyük zafer böyle ortak bir eserdir. Şerefler de ortaktır.

Bu alçakgönüllülük şaheseriyle konunun kapanacağını tahmin ediyorduk. Bu arada Atatürk bir duraklama yaptı. Sonra içine dönük, adeta kendisiyle konuşur gibi ilave etti:
- Ama yenilseydik sorumluluk ortak olmayacak yalnız bana ait olacaktı.

Bu belagat karşısında gözyaşımı tutamadım. Tarihin, zaferleri kendine maleden, yenilgileri ise maiyetine yükleyen sahte kahramanlarını hatırladım.

-----------------------------ooOoo-----------------------------

YANINA ALDIĞI İLK ER

O, Samsun'a çıktığı zaman, üstü başı yırtık, postalları patlamış, silahsız bir er gördü. Yüzünün rengi bakıra dönmüş, yağlan eriyip kemik ve sinir kalmış bu Türk askeri ağlıyordu. O'na sordu:
- Asker ağlamaz arkadaş, sen ne ağlıyorsun?
Er irkildi, başını kaldırdı. Bu sesi tanıyordu ve bu yüz ona yabancı değildi. Hemen doğruldu ve Anafartalar'daki Komutanını çelik yay gibi selamladı.
- Söyle niçin ağlıyorsun?
İç Anadolu'nun yanık yürekli çocuğu içini çekti:
- Düşman memleketi bastı, hükümet beni terhis etti. Silahımızı elimizden aldı. Toprağıma giren düşmanı ne ile öldüreceğim? Kemal Atatürk, er'in omzuna elini koydu:
- Üzülme çocuğum, dedi. Gel benimle!
Ve Samsun deposunda giydirilip silahlandırarak yanına aldığı ilk er bu Mehmetçik oldu.

-----------------------------ooOoo-----------------------------

İNANMAYANLAR DA HAKLIYDILAR

Mustafa Kemal realist bir
liderdi. Lekelemelerin politika kadrosunu nasıl daraltacağını ve kendisini bir
avuç partizan takımı elinde bırakacağını düşünerek, açıkça bir suç işlemiş
olanlar dışında yalnız kişisel değerlere saygı gösterdi. Sicil yoklamalarına
rağbet etmedi. Bir gün bana:
- Kuva-yı Milliye'ye inanmayanlar da inananlar
kadar haklı idiler, demişti.

-----------------------------ooOoo-----------------------------

TÜRK ORDULARI BAŞKUMANDANIYIM

Afyonkarahisar'ın hatlarının
çözülmesi sonunda birkaç Yunanlı tutsak, geceleyin Mustafa Kemal'in çadırına
getirilmişti. Bunlardan birisi, Muzaffer Generalin doğup büyümüş olduğu
Selanik'ten gelmişti. Yüz, kendisine yabancı gelmediğinden ve üniformasında da
hiçbir bellilik görmediğinden kim olduklarını ve rütbelerini sormaya başlamıştı.

- Binbaşı mısınız?
- Hayır.
- Albay mı?
- Hayır.
-
Korgeneral mi?
- Hayır.
- Peki nesiniz?
- Ben Mareşal ve Türk
Orduları Başkomutanıyım! Şaşkınlıktan ağzı açık kalan Yunanlı kekeledi:
-
Bir başkomutanın savaş hattına bu kadar yakın yerlerde dolaşması işitilmiş değil
de!..

-----------------------------ooOoo-----------------------------

İZMİR SUİKASTI

İzmir'de hazırlanan o alçakça
suikastın sonuçsuz kalmasından sonra bir gün bize şu olayı anlatmıştı:
-
"Ziya Hurşit'in beni öldürmeye memur ettiği iki zavallı vardı. Sorguları
yapıldıktan sonra bunların birisini yanıma çağırdım. Odada kimse yoktu.
Kendisine sordum:
- Sen Mustafa Kemal'i öldürecekmişsin, öyle mi?
-
Evet, dedi. Ben yine sordum:
- Mustafa Kemal ne yapmıştı ki onu
öldürecektin?
- Fena bir adammış o. Memlekete çok fenalık yapmış. Sonra bize
onu öldürmek için para da vereceklerdi.
- Sen Mustafa Kemal'i tanıyor musun?

- Hayır.
- O halde tanımadığın bir adamı nasıl öldürecektin?
-
Geçerken işaret edecekler, Mustafa Kemal işte budur, diyeceklerdi. Biz de
öldürecektik.
O zaman cebimdeki tabancayı çıkararak kendisine uzattım:
-
Mustafa Kemal benim, haydi al eline tabancayı, öldür, dedim.

Herif
benden bu karşılığı alınca yıldırımla vurulmuş gibi oldu. Bir süre şaşkın şaşkın
yüzüme baktıktan sonra diz üstü kapanarak hüngür hüngür ağlamaya başladı.

-----------------------------ooOoo-----------------------------

MUTSUZ LİDER

Bir akşam sofrasının hararetli
bir döneminde Mustafa Kemal, kişisel özgürlüğünün birçok bölümlerinden yoksun
bırakılması acısını hüzün dolu sözlerle şöyle anlattı:

- "Şimdi siz
buradan ayrılır, istediğiniz yerde gezer dolaşırsınız. Benim gözümde bunun ne
büyük mutluluk olduğunu bilemezsiniz. Halime bakın, sahip olduğunuz bu
özgürlükten yoksunum, cumhurbaşkanıyım ama köşeye atılmış ve özgürlüğü sınırlı
bir insanım. Bütün eğlencem, akşamları soframa topladığım arkadaşlara
ayrılmıştır. Haydi şimdi buradan ayrılıp bol bol dolaşın, istediğiniz yerlere
girip çıkın, arzu ettiğiniz gibi eğlenin. Ben de bunun hayaliyle avunurum."
dedi.

O akşam hepimiz masadan erken ayrıldık.

-----------------------------ooOoo-----------------------------

ASKERLE GÜREŞ

Bir gezisinde, Kolordu binasının kapısında aslan yapılı bir Mehmetçik gördü. Çağırdı ve güler yüzle sordu:
- Sen güreş bilir misin?

Yanındakilerden en kuvvetli görünenlerle Mehmetçiği güreştirdi. Genç asker her zaman üstün geliyordu. Çok neşelendi, ayağa fırladı.

Ceketini çıkarıp Mehmet'e ense tuttu:
- Haydi, bir de benimle güreş!

Katıksız ve temiz Anadolu çocuğu Ata'sının yüzüne hayranlıkla baktı:
- "Atam," dedi. "Senin sırtını yedi düvel yere getiremedi. Bir Mehmet mi bu işi başarır?"

Gözleri doldu ve ağlamamak için gülmeye çalıştı.

-----------------------------ooOoo-----------------------------

ABDÜLHAMİD

1937 yılında idi. Yaz aylarından biri. Doğrudan doğruya kendi kontrolündeki bir gazetede "Makedonya" adlı bir eserim tefrika ediliyordu. Bir akşam üstü Başyaver Celâl (Üner) Bey beni telefonla aradı. Dolmabahçe Sarayı'na davet edildim. Ve Saraya gidince de, hemen hiç bekletilmeden, üst kata çıkarıldım. Bir kapı açıldı, kendimi Büyük Adamın karşısında buldum. Saygılarımı bildirince, belli bir iki nezaket cümlesi ile beni okşadı. Sonra:
- Yazını okuyorum, dedi. Hürriyetin ilân edildiği zaman küçük bir çocuk olman lâzım. Fakat kutlarım, o günleri iyi canlandırıyorsun. Yalnız Abdülhamid'i hiç sevmediğin belli.

Biraz durdu. Elindeki bir renkli kalemi, önünde açık duran kalın ciltli bir Fransızca kitaba dikine vurarak düşünür gibi oldu. Ben susuyordum. Bu hal bir iki dakika devam etti. Sonra birdenbire şu sözler çıktı ağzından:
- Sevme Abdülhamid'i! Yine de sevme! Fakat sakın anısına hakaret edeyim deme. Senin kuşağın biraz daha ölçülü kararlar vermeye alışmalı. Bak çocuk! Kişisel kanımı kısaca söyleyeyim: Tecrübe göstermiştir ki, toprakları üstünde yaşayan insanların çoğunun durumu kuşkulu ve sınırları yalnız düşmanlarla çevrili bir büyük devlette, Abdülhamid'in yönetimi büyük hoşgörüdür. Hele bu yönetim on dokuzuncu yüzyılın son yıllarında uygulanmış olursa...

Bunun üzerine ayrılmama müsaade buyurmuşlardı. Saygılarımı tekrarlayarak huzurundan uzaklaştım.

-----------------------------ooOoo-----------------------------

İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI

Hastalığının ilerlemiş zamanında:
"Hatta bir gün, bizim önümüzde bazı siyasi sorunlara değinip Romanya' da yapılan hükümet değişmesinden söz ederken, bir patriğin işbaşına gelmiş olmasından hayret duyduğumu söyledim. Bu nedenle İkinci Dünya Savaşı'nın da yaklaşmakta olduğunu anıştırarak dedi ki:
- "Bir savaş çıktığı takdirde, kanımca yansız kalmalıyız. O zaman birçok fırtınalar kopacak. Devlet gemisini gayet ustaca yöneterek işin içinden sıyrılmaya çalışılmalıdır." dedi.

-----------------------------ooOoo-----------------------------

YANINA ALDIĞI İLK ER

Atatürk, Mudanya yolu ile Bursa'ya gidiyordu. Kalabalık bir halk kütlesi iskelede etrafını çevirmiş bulunmakta idi. Bir kadının, elinde bir kâğıtla Atatürk'e yaklaştığı görüldü. Zayıf bir kadındı. Ata'nın yolunu keserek titrek bir sesle:
- Beni tanıdın mı oğul? dedi... Ben sizin Selanik'te komşunuzdum. Bir oğlum var: Devlet Demir Yolları'na girmek istiyor. Siz onu alsınlar dediniz. Fakat Müdür dinlemedi. Oğlumu yine işe almamış... Ne olur bir kere de siz söyleyiniz.
Atatürk'ün çelik bakışlı gözleri samimiyetle parladı. Elleriyle geniş jestler yaparak ve yüksek sesle:
- Oğlunu almadılar mı? dedi. Ben salık verdiğim halde mi almadılar? Ne kadar iyi olmuş... Çok iyi yapmışlar... İşte Cumhuriyet böyle anlaşılacak...
Kadın kalabalığın içinde kaybolmuştu. Ve Atatürk adeta kendinden geçercesine dolu bir sesle:
- İşte Cumhuriyetten beklediğimiz sonuç... diyordu.

-----------------------------ooOoo-----------------------------

GENELGEYLE DEVRİM OLMAZ

1924 yılının ilkbaharıydı.
Erzurum ve Pasinler'de depremde birçok köyün evleri yıkılmıştı. Zarar gören
halkla görüşmek için Pasinler'e gelen Atatürk, halkın içinden ihtiyar bir
köylüyü çağırdı:
- Depremden çok zarar gördün mü, baba? diye sordu. Atatürk
ihtiyarın şüphesini görünce, tekrar sordu:
- Hükümet sana kaç lira verse,
zararını karşılayabilirsin? İhtiyar, Kürt şivesiyle:
- Valle Padişah bilir!
dedi
Atatürk gülümsedi. Yumuşak bir sesle:
- Baba, Padişah yok; onları
siz kaldırmadınız mı? Söyle bakalım zararın ne?
İhtiyar tekrar etti:
-
Padişah bilir!...

Bu cevap karşısında kaşları çatılan Atatürk,
Kaymakam'a döndü:
- Siz daha devrimi yaymamışsınız! dedi
Bu sırada
görevini başarmış insanlara özgü bir ağırbaşlılıkla ortaya atılan tahrirat
katibi:
- Köylere genelge yolladık Paşam, dedi. Atatürk'ün fırtınalı yüzü,
daha çok karıştı:
- Oğlum, dedi, genelgeyle devrim olamaz!..."

-----------------------------ooOoo-----------------------------

KÖYLÜ MİLLETİN EFENDİSİDİR

Bir gece beraber oturuyorduk.
Yanımızda Siirt milletvekili Mahmut Soydan, şimdiki Macaristan elçimiz Ruşen
Eşref Onaydın, bir de Soysallı vardı. Atatürk, ertesi günü Büyük Millet
Meclisi'nde okuyacağı söylevi hazırlıyordu. Mahmut'la Ruşen Eşref not
tutuyorlardı. Atatürk ara sıra bana da, "Ne dersin?" diye soruyordu. Ben ne
diyebilirim? Hiç... Sonra Atatürk bana döndü ve dedi ki:

- Bu memleketin
efendisi kimdir?

Düşündüm. Karşılığı o verdi:
- Türk köylüsüdür,
dedi. Ve devam etti:

- Türk köylüsü "Efendi" yerine getirilmedikçe
memleket ve millet yükselmez!...

-----------------------------ooOoo-----------------------------

KAHRAMAN TÜRK KADINI

17Mart 1923 Tarsus:

Mustafa Kemal İstasyon'dan şehre doğru, bir süre yaya olarak yürüdü.
O'nu görmek için sabahtan itibaren yolları dolduran Tarsusluların arasından neşe
ile selamlar vererek, ilerledi. O sırada ansızın bir olayla karşılaştı.

Milli Mücadele'deki çete giysili bir kadın, Atatürk'ün yolunu keserek
ayağına kapandı. Gözyaşlarıyla şöyle haykırıyordu:
- "Bastığın toprağa
kurban olayım Paşam!"
Mustafa Kemal onu yerden kaldırmak için eğilirken
kulağına bu kadının Kurtuluş Savaşında cephelerde çarpışmış olan (Adile Çavuş)
olduğunu fısıldadılar.

Gözlerinden iki damla yaş düşen Mustafa Kemal, bu
güneşten yüzü yanmış kadının elinden tutup ayağa kaldırdı ve ona şöyle seslendi:

- "Kahraman Türk kadını! Sen yerlerde sürünmeye değil, omuzlar üzerinde
yükselmeye layıksın."

-----------------------------ooOoo-----------------------------

GÖMÜLECEĞİ YER

Atatürk'ün gömüleceği yer ve
toprak:
O'nun kabri Ankara'da olacaktır. Fakat bu şehrin neresinde? Çünkü O'
nun en son kuvvetli isteği bir an önce Ankara'ya dönebilmekti. Biri Büyük Millet
Meclisi'nden İstasyon'a inen cadde üzerindeki yuvarlak yer, diğeri Çankaya'daki
yeni köşkün mermer havuzu. Bu yerler şu nedenle konuşulmuştur:
Bir akşam
Atatürk'ün etrafında toplananlar arasında, O'nun ölümlü oluşu üzerinde durulmuş
ve özellikle kendisi 1926 suikast girişiminden sonra söylediği cümleyi tekrar
etmişti. "Benim naçiz vücudum bir gün elbette toprak olacaktır. Fakat Türkiye
Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır." dedikten sonra "Milletim beni istediği
yerde yatırsın, yeter ki beni unutmasın," demişti. Meclisin altındaki yuvarlak
yeri ortaya atan kişiye ise, "iyi ve kalabalık bir yer, fakat ben böyle bir
arzumu milletime vasiyet edemem". Ancak, gene o akşam ileri sürülen bir fikrin
kendisini çok duygulandırdığını, bugün bile hatırlıyorum.
Memleketin bütün
sınır boylarından getirilecek toprak üzerinde yatmak. Recep Peker, hararetle bu
fikrin sembolik savunmasını yapmıştı.

Atatürk, böyle bir fikrin
uygulanmasından ancak, ölümlü vücudu için hoşlanacağını ve gurur duyacağını
anlatırken bana bakarak: "Bunu unutma!" demişti.

-----------------------------ooOoo-----------------------------

BENİM ADIM ATA DEĞİL

Atatürk'ün sinirlendiği önemli
bir nokta vardı. Gazetelerde, kendisine "Ata" denildiğini okudukça şöyle dedi:

— Benim adım Ata değil, Atatürk'tür! Bazı gazeteler neden böyle yazarlar?

-----------------------------ooOoo-----------------------------

KIN AŞINSIN, KILICA BİR ŞEY OLMASIN
Hastalığa ilk teşhis konulduğu sıralarda Profesör Pittard. eşi ve Bayan Afet İnan'la birlikte Atatürk'ün huzurundaydık. Atatürk'ün yüzündeki renksizliği sezen Pittard:
- Efendim, bu kadar işleriniz arasında dil ve tarih üzerindeki çalışmalarınıza biraz ara verseniz olmaz mı? dedikten sonra ilave etti.
- Sonra kın aşınır, örselenir Paşam!
Atatürk kılıcın millet kının da devlet başkanı olduğunu demeye getirerek:
- Kın aşınsın, örselensin ziyanı yok. Yeter ki. kılıca bir şey olmasın! Bunun üzerine Profesör:
- Ekselans, ben sizin fikrinizde değilim. Kın da bulmak güçtür, dedi.


Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.