![]() |
Osmanlı Ve Türk Tarihinden Çok Güzel Efsaneler!
Denize düşen yılana sarılır
Sultan II. Mahmut döneminde; Kavalalı Mehmet Ali Paşa, Mısır valisiydi. Gücüne çok güvenen paşanın amacı önce Suriye'yi sonra bütün Osmanlı'yı ele geçirmekti. Oğlu İbrehim Paşa, Suriye'yi almış. Osmanlı'nın gönderdiği kuvvetleri mağlup etmiş ve İstanbula doğru yola çıkmış. Suntan II. Mahmut, ordusunun o an için bunlarla başedebilecek durumda olmadığını bildiğinden Rus Çarı Nikola'dan yardım istemiş. Ruslardan yardım istemek bir alışılmış bir durum değildi. Vezirlerden bir kısmı "Bu nasıl iştir?" diye söylenmeye başlayınca Sultan Mahmut: "Ne Yapalım" demiş. "Denize düşen yılana sarılır." Mesneviden: Aşkın Temeli Bir aşık sevgilisine onun için yaptığı fedakarlıkları anlatıyordu: "Senin için savaşlarda yaralandım, malımı mülkümü verdim, gücümden, kudretimden oldum, şerefim yok oldu." Bütün acılarını sevgilisine saydıktan sonra, sevgilisi ona, "Evet.." dedi. "Bütün bunları yaptın ama, asıl yapman gerekeni yapmadın" Aşık merakla "Nedir o asıl olan?" diye sordu. "Aşkın temeli ölmektir." dedi. sevgili. O anda aşık uzandı ve gülümseyerek oracıkta can verdi. Sonsuza kadar o tebessümle kaldı. Evliya Çelebi'ye Babasından Öğüt Bir gün "Hoş geldin Bursa seyyahı, sefa getirdin" dedi babam. Oysa benim nereye gittiğimi kimse bilmiyordu. Ya da ben öyle zannediyordum. ?Babacığım!Bu fakirin Bursa?da olduğunu nereden bildiniz?? deyince babam: -Sen 1050 senesi Muharrem ayında kaybolduğun gece, ben nice etkili dualar okudum. O gece rüyamda seni gördüm. Bursa?da, Emir Sultan Tekkesi?ndeydin. Ağlıyordun. Gezi için izin istiyordun. O gece nice canlar, sana izin vermem için bana yalvardı. Ben de izin verdim. Birlikte Fatiha okuduk. Bak oğlum, bundan sonra sana bol bol seyahat görünüyor anladığım kadarıyla. Ama öğüdümü dinle, dedi. Elimden tutup ayağa kaldırdı. Sağ eliyle sol kulağımı bükerek: -Oğul! -Sakın ola besmelesiz yemek yeme. Adam yoksul olur. Sırrın varsa en yakınına bile söyleme. İyi adını kötüye çıkarma. Kötüye yoldaş olma. Zararını çok çekersin. Sen daima ileri yürü! Gözüm benim, geri kalma. Ekili tarlaya basma. Dost payına göz dikme.Bir şey koymadığın yere el uzatma. İki kişi konuşurken dinleme. Ekmek ve tuz hakkını gözet. Davetsiz bir yere gitme. Gidersen, güvendiğin yere, dürüst kimseye git. Sır sakla. Topluluklardan duyduğun sözleri aklında tut. Evden eve söz taşıma. Dedikodu etme, ahlaklı ol. Herkesle iyi geçin. İnatçı ve kötü sözlü olma. Yaşlılara saygı göster. Senden büyüklerin önünde gitme. Her zaman temiz ol. Haram ve yasak olan şeylere yaklaşma. Beş vakit namazını bırakma. İlim ve erdeminle meşhur ol. Oğul! Büyük adamlarla, vezirlerle beraber olursun. Dünya için bir şey isteme ki kendinden nefret ettirme. Eline geçen malı boş yere harcama. Tutumlu ol ki kimseye muhtaç olma. Su uyur, düşman uyumaz. Uyanık ol. Allah yardımcın olsun. Bu öğüdümü kulağına küpe et, deyip enseme bir pehlivan tokadı vurmasın mı? -Yürü! Sonunda hayır ola! Fatiha, dedi. Tokadın etkisinden kurtulup gözlerimi açınca evimizin içi nurla dolmuştu. Hemen babamın elini öptüm. Bana on iki kitap hediye etti. Bir miktar da para verdi. -Yürü! Ne tarafa istersen gidebilirsin. Ama gurbet elde tedarikli ol, cömert ol. Dertlilere yardım et. Alnımdan öptü. Kalp gözüm açılmıştı.Heyecanlanmıştım, sevinmiştim. Ertesi gün, İzmit?e doğru yola çıktık. Rum Efsaneleri Canlanan Balık Efsanesi: Güya, Sultan Mehmet Bizansı kuşattığı gün bir papaz göl kıyısında kıyında balık kızartıyormuş. O sırada yanına gelen biri, Osmanlıların şehre girmek üzere olduklarını söylemiş. Papaz böyle bir şeye hiç ihtimal vermediği için demiş ki: "Türkler hiç bir zaman kutsal şehre ayak basamazlar.Buna inanmam için bir tarafı kızarmış balıkların canlanarak uya atlaması lazım.Türklerin bu şehre girmesi imkansızdır." Demesiyle birlikte tavada bulunan bir tarafı kızarmış yedi tane balık birbir canlanıp patır patır göle atlamışlar.Güya o yarı kızarmış balıklar hala gölün içinde imiş.Rumlar İstanbul'u geri alıncaya kadar gölde yaşayacaklarmış.Rumlar İstanbul'u yeniden alınırsa bir papaz tarafından çıkartılıp öbür taraflarıda kızartacakmış. Yarıda Kalan Ayin Efsanesi: Fatih Ayasofya'ya girdiğinde büyük bir ayin varmış. Osmanlılar ayini yaptaıran papazı yakalamak istemişler. Papaz can havliyle duvara atılmış. Duvar bir kapı gibi iki yana açılmış ve papaz oradan geçip kurtulmuş... Osmanlılar şaşırıp kalmışlar. Sonra duvarı yıkmayı denemişler, ama başaramamışlar. Günün birinde o papaz duvardan çıkacak ve 29 Mayıs 1453 Salı günü başladığı ayini tamamlayacakmış. İşte o gün Rumlar tekrar İstanbul'a sahip olacaklarmış. Denize Batan Kilise Mihrabı Efsanesi: Güya Osmanlıların İstanbul'a girmesi üzerine Ayasofya mihrabı yerinden sökülmüş, Avrupa'ya götürülmek üzere bir gemiye konmuş. Fakat gemi Marmara'da batmış. Mihrap denize gömülmüş. O gün bu gündür, mihrabın denize battığı yerde sular daima durgun olur, atrafa güzel bir koku yayılırmış. Mihrap çok aranmış, ama bulunamamış. Rumlar İstanbul'u geri aldıklarında bulunabilecekmiş. Getirilip Ayasofya'daki yerine konulacakmış. Osmanlı Amerika'dan Vergi Alırdı ABD 1812 yılına kadar Osmalı'ya haraç veriyordu. Buna sebep olan olaya gelince... 1795'te Cezayir'in şanlı denizcileri (Barbarosun torunları) İspanyol limanı Cadiç açıklarında Amerikan ticaret gemisi Maria'yı, güvenlik açısından olsa gerek, aramak istedi. Geminin kaptanı direnince gemiye ve içindekilere el koydular. Amerikalı denizciler 'savaş esiri' sayıldı. Bu olayın Amerika'daki yankıları büyük oldu. Etkisi geçmeden de başta Douphin isimli gemi olmak üzere, on ticaret gemisi de aynı akıbete uğradı. Olay Amerikan Kongresi'nde günlerce tarşıldıktan sonra Cezayir donanmasını etkisiz kılacak bir savaş filosu kurulmasına karar verildi. Bu amaçla Başkan GeorgeWashington'un emrine 688.000 altın dolar tahsis edildi. Donanma kısa sürede kuruldu. Cezair Beylerbeyliği Donanmasıyla birkaç kez savaştı, fakat yenildi. Sonunda Amerika bükemediği eli öptü; Cezayirle barış antlaşması imzaladı. Amerika'nın İngilizce'den başka bir dille (Türkçe) yazılmasına rıza gösterdiği tek antlaşmadır. Buna göre; Osmanlı Devleti'ne bağlı Cezayir beylerbeyliği, Akdeniz ve Atlantik'te dolaşan Amerikan bandıralı ticaret gemilerini korsanların şeriinden koruyacak. Buna karşılık olarakta Amerikan hükümeti, Osmanlı Devleti'ne her yıl 640.000 dolar ve 12.00 Osmanlı altın lirası (Osmanlı altın lirası bulunamazsa eşdeğeri olan 216.00 dolar) seneviyye (haraç) ödeyecekti. On iki maddelik antlaşma ABD Başkanı G. Washington'la Cezayir beylerbeyi Hasan Dayı tarafından imzalandı. Amerika yıllar boyu anlaşmaya sadık kaldı. Ancak Osmanlı'nın zayıflamasından istifade ederek haraç ödemeyi bıraktı. Hikaye bu kadar... Ve bu hikaye günümüzde insana ne kadar tuhaf geliyor. Yalnız unutmayalım ki, o yıllarda ABD yirmi yaşlarında beş milyon nufuslu küçücük bir devletti, Osmanlı ise o dönemin tartışılmaz tek süper devletiydi. Zayıf Eşek ve Sonrası İran Sasanî Devleti'nin adaletiyle meşhur hükümdarı Nuşirevan (ö. 579) bir gün sarayında iken kapıdan zil sesleri duyuldu. Derhal kapıya adam yolladı: - Kimdir bakınız, belki bir şikayetçi gelmiştir, dedi. Hizmetçiler gidip baktılar. Saray kapısında sırtını zincirlere sürten, ihtiyar, zayıf ve uyuz bir eşek gördüler. Nuşirevan'ın huzuruna çıkıp: - Şikayet için gelmiş olan kimse yoktur. Fakat bir zayıf uyuz eşek zincirlere sürtünüyor. Herhalde kaşınıyor, sürtünmek hoşuna gidiyor, dediler. Nuşirevan: - Hata ediyorsunuz. Zira bu eşek de adalet istemeye gelmiştir. Gidip bu eşeği şehrin içinde dolaştırmanızı istiyorum. Kime ait olduğunu öğrenip bana bildirin, dedi. Hizmetçiler Nuşirevan'ın huzurundan çıktılar ve eşeği şehrin meydanına götürdüler. Eşeği tanıyan kimse olup olmadığını sordular. Görenler dedi ki: - Bu eşek filan çamaşırcı adamındır. Yirmi yıldır kendisini tanırız. Her gün elbiseleri o eşeğin sırtına yükler, çaya gider, akşamleyin geri getirirdi. Eşek genç ve güçlü iken ona iş yapıyordu. Artık yaşlandı, iş yapamıyor. Sahibi onu azad etti. Eşek şehirde başıboş dolaşıyor. İnsanlar sevabına ona ot ve su verirlerse karnı doyuyor. Belki iki günde bir onu da bulamıyor. Hizmetçiler dönüp Nuşirevan'ın huzuruna çıktılar, durumu bildirdiler. Nuşirevan: - Evet, bu eşek de adalet istemeye gelmiş. Bu gece kendisine yem verin. Yarın o çamaşırcı adamı da bana getirin. Ertesi gün eşeğ i ve çamaşırcıyı Nuşirevan'ın huzuruna getirdiler. Nuşirevan çamaşırcıya: - Bu eşek genç olduğu sürece ona iş buyuruyordun. Şimdi yaşlanmış ve iş yapmaktan aciz kalmış . Bu yüzden ona ot vermemek için azatlık adını taktın ve onu kovdun. Onun yirmi yıllık hizmeti nerede kaldı? dedi. Çamaşırcıya önce yirmi değnek vurdurdu, sonra da şu talimatı verdi: - Bu eşek yaşadığı müddetçe yiyebildiği kadar yem vereceksin. Bunda kusur ettiğini öğrenirsem, seni müthiş cezalandırırım. Adil padişahlar böyle olmuşlar, zayıf ve yoksulları hep düşünmüşlerdir. Nizamü'l-mülk, Siyasetname.. Küçük bir çamur denizi bulandırmaz Sultan Ahmet ile Aziz Mahmud Hüdai birbirlerini sever, sayar, birbirlerine o kadar da bağlıydılar. Sultan Ahmet Şeyhi Aziz Mahmud Hüdai?ye bir hediye sunmak istiyordu. Mürşidinin bu hediyeyi kabul etmesi onu çok sevindirecekti. Sultan Ahmet bir gün kendisince uygun gördüğü bir hediyeyi Aziz Mahmud Hüdai?ye yolladı. Ama Şeyh hazretleri hediyeyi kabul etmedi. Gerçek din büyüklerinin çoğu hediye kabul etmezdi. Bu büyük insanların dünya malına hangi gözle baktıklarını, başkaları için ulaşılmaz sanılan şeylerin hazarlarında hiçbir değer taşımadığını ifade etmenin yoluydu. Sultan Ahmet Şeyhinin kabul etmediği hediyeyi yine Şeyhlerden Abdülmecid Sivasi?ye yolladı. Sivasi hediyeyi kabul etti. Kendisine padişahın bu hediyeyi Aziz Mahmud Hüdai?ye yolladığı, ama kabul etmediği hatırlatılınca: -Hüdai hazretleri bir karga değildir ki leş kabul etsin, dedi. Padişahın adamları hemen Aziz Mahmud Hüdai?ye giderek: -Sizin kabul etmediğiniz hediyeyi Şeyh Sivasi kabul etti, dediler. Aziz Mahmud Hüdai?nin tepkisi ise şöyle oldu: -Onun için hiçbir sakıncası yoktur. Çünkü o öyle büyük bir umman ( okyanus) dır ki bir parçacık çamurun kendini bulandırmayacağını bilir. İlk Osmanlı Kanunu Oğlu Orhan'a, "Gönül kerestesiyle bir Yenişehir ve pazar yap" diye vasiyet eden Osman Gazi, Yenişehir'in alınmasından sonra orada kurulan Pazar yerini dolaşıyordu ki, Germiyan taraflarından gelen bir adam yanına gelerek şöyle seslendi: "- Beyim, beyim! Yenişehir'in pazar bac'ını bana satın!.." Osman Bey şaşırmıştı; sordu: "- Bac nedir be adam?" "- Yani ki beyim, pazara her kim mal getirirse ondan akçe alayım!.." "- Pazara gelenlerden alacağın mı vardır ki onlardan akçe alacaksın?" "- Beyim! Bu töredir ki, ezelden beri bütün ülkelerde böyledir. Ben alır size veririm, siz de emeğimin karşılığını bana verirsiniz!" "- Bir kişinin kazandığı başkasının olur mu be adam? Ben onun malına ne koydum ki akçesini alayım? Var git yanımdan da zararım dokunmasın!" Adam yardım uman bakışlarla etrafındakileri süzerken onlar durumu Osman Bey'e anlattılar. Günümüzde belediyelerin pazarcılardan "işgaliye bedeli" adıyla aldıkları vergi o zamanlarda da alınıyordu ve Osman Bey'in başına gelen bu olay konuyla ilgili bir kanunun çıkmasına sebep oldu: "Pazara bir yük getirip satan herkes iki akçe versin. Satamazsa, bir şey vermesin!" Osmanlılarda, atlı askerlere mülk olarak arazi veriliyordu ve bu araziye "Tımar" deniyordu. Tımar sahipleri belli sayıda asker beslemek ve savaş zamanlarında askerleriyle birlikte orduya katılmak zorundaydılar. Daha sonra, yukarıda sözünü ettiğimiz kanun maddesine, tımarla ilgili olarak şöyle bir hüküm eklendi: "Ve dahi her kimse tımar versem, elinden sebepsiz yere alınmaya. O kişi ölürse, tımarı oğluna sefere gidecek yaşa gelene kadar... Ve her kim bu kanuna uyarsa, Allah ondan razı olsun.? "İşte Hak İşte Selahiyet" Yıldırım Beyazit, serkeşlik eden Bulgaristan'ı fethetmişti. Buna içerleyen Macar Kralı Sigismund, başkent Bursa'ya özel elçisini fethi proteto etmek ister. Elçiler Bursa'ya girerler. Geliş çoktan tüm şehirde duyulmuş, gavur görmemiş mereklı halk sokaklara dökülmüştü. Halk süslü koşumlu atlara binmiş elçiyi ve korumalarını izlemekte, bir yandanda gülümseyerek dalga geçiyorlardı: " Vay canına Durak Çvuşum! Görmekte misin ki; koşumlar atlardan, atlar binicilerinden daha değerli... Şu gavurcuklar çok alem vesselam!" "Bunlar niye kadın gibi süslenmişler böyle?" Elçi söylenelerin birkısmını anlar ama bozulduğunu göstememeye çalışır. Zira kral her şart altında diri durmasını emretmişti: "Azametli dur, sert bak, Osmanlı'ların içine korku salmaya çalış! Macar kafilesini görünce yürekleri ürpersin. Padişaha da meydan oku. Hangi hakla Bulgaristan'ı fethendiğini sor. Üzerine yürü. Yüklenebildiğin kadar yüklen! Beni temsil ettiğini unutma." Elçi kralın söylediklerini içinden tekrarlaya tekrarlaya yeniçerilerin ardından saraya girer. Yıldırım Beyazıt elçiyi huzuruna kabul eder. Elçi önce getirdiği hediyeleri takdim eder ve söze başlar: "Azameylü, kudretlü, asaletlü, fehametlü Macaristan Kralını temsilen..." Sadrazam elini kaldırıp elçiyi susturur: "Sadede gel elçi, bizim boş vaktimiz yok. Ayrıca da biz kuvvet, kudret, azamet kaynağı olan Allah'tan başka hiçbir kuvvet, kudret, azametten korkmayız. Bunu böyle belle ve buna göre kelam et." Macar elçi ne diyeceğini şaşırır ve kekelemeye başlar: " Ama kralımızın ordusu çok büyüktür, o yüce bir kraldır." "Dağ ne kadar yüksek olırsa olsun yel üstünden aşar." "Siz yel değilsiniz ki..." "Evet ama sizde dağ değilsiniz! Bize Yıldırım dendiğini duymuşsunuzdur." "İyi ama siz hangi hak ve hangi selahiyetle Bulgaristan'ı işgal ettiniz?" Yıldırım Han bir kur'an ve bir kılıç getirilmesini emreder. Sağ eline Kur'an'nı, sol eline kılıcı alır. Önce sağ elini göstererek: "İşte hak!" Sonra sol elini havaya kaldırıp: "İşte selahiyet!" Sonra elçiye: " Var git şimdi cevabımızı kralına aynen ilet, kendisinden korkmadığımızı söyle. Biz hakkı Kitabimızdan, selahiyetide kılıcımızdan alırız! Allah'a güvenir yalnız Ondan korkarız. Bütün küffar birleşip üstümüze gelse davamızdan dönmeyiz!" Mazi ile Alâkayı Kesmek Hamdullah Suphi Tanrıöver, tek parti (CHF) hükümetinin Maarif Vekilliği'ni yaptığı yıllarda Bükreş'te elçi olan Yugoslavya'nın büyük şairlerinde birini İstanbul'a davet eder. Gayesi İstanbul'un güzelliklerini gösterip şiir yazdırtmaktır. Bunun için dolaşırken Süleymaniye Camiî'ne de uğrarlar. Camiden çıktıktan sonra şair ve iki arkadaşı, böyle muhteşem camiyi yaptıran "Muhteşem Süleyman" Kanunî'nin türbesini ziyaret etmek isterler. Bu istek karşısında Hamdullah Suphi'nin rengi değişir, benzi atar. Çünkü o dönemde mâziyi hatırlatacak herşeyin izleri silinmeye çalışıldığından, türbelerin kapısına kilit vurulmuştu. Hamdullah Suphi sonunda: "Biz bir müddet mâzi ile alâkamızı kesmek istedik. Onun için türbeleri kapattık." diyerek gerçeği açıklamak zorunda kalır. Misafirler çok şaşırır. Tuhaf tuhaf birbirine bakıp: "Ciddi mi söylüyorsunuz?" diyerek şaşkınlıklarını bir müddet üzerlerinden atamazlar. Daha sonrada şu ibretlik sözleri söylerler: "Tarihi olmayan milletler, tarih huzurunda esâtir ve efsane uydurarak kendilerini tatmin ederler. Sizin büyük bir tarihiniz var. Bu tarihi yapanların türbelerini nasıl oluyorda kapatabiliyorsunuz?!" CHP Yedinci Kurultay Tutanağı, s. 403 Atatürk'ün Sultan Vahdettin ile Son Görüşmesi Anadolu'ya geçmek için hazırlıklarını tamamlayan Atatürk, Yıldız Sarayı'na gitti. Son Osmanlı Padişahı Vahdettin, onu çok küçük bir odada kabul etti. Hemen hemen diz dize oturdular. Padişahın sağında mini bir masa üzerinde güzel ciltlenmiş kalınca bir kitap, bir Osmanlı Tarihi vardı. Pencereden Boğaz, Boğaz?ın mavi sularında birbirine paralel dizilmiş ve toplarını saraya çevirmiş olan düşman savaş gemileri görünüyordu. Padişah, ona dedi ki: � Paşa, devletimize çok hizmet ettin, bunların hepsi artık bu kitaba geçmiştir! Elini Osmanlı Tarihi?ne koydu, bastı ve ilave etti: � Tarihe geçti!... Sonra dedi ki: � Bunları unutunuz. Asıl bundan sonra yapacağınız hizmet şimdiye kadar yaptıklarınızdan mühim olacaktır. Paşa, isterseniz devleti kurtarabilirsiniz! Atatürk cevap verdi: � Bu yolda elimden gelen yapacağıma emin olmanızı rica ederim. Vahdettin: � Muvaffak olunuz! diyerek ayağa kalktı. Ziyaret sona ermişti. Niyazi Ahmet BANOĞLU, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, s.86-87 Korkusuz Şehzade Yavuz Sultan Selim henüz beş-altı yaşlarında bir çoçuktu. Amasya'daki sarayın bahçesinde ok talimi yapıyordu. Yay boyunu aşıyordu ama o bu yaşya attığını vurmaya başlamıştı. Babası Sultan II. Bayezit bir ağacın arkasında onu seyrediyordu. Yavuz son okunu da tam hedefe saplayınca, dayanamadı; saklandığı yerden çıkıp, oğluna sarıldı: � Allah gücüne güç katsın oğlum. Ama niçin yalnızsın? Küçük Selim hayretle: � Yalnız değilim ki Sultan babam; Allah her yerdedir! Aldığı cevap, Bayet'i şaşırttı ama belli etmedi. Sarayın bahçesi ulu ağaçlarla süslüylü. Ormandan farkı yoktu. � "Oğulcuğum," dedi Sultan Bayezit, " tek başına buralarda dolaşma. Düşmanlarımız var. Allah korusun; san bir kötülük etmek isteyebilirler!" Selim duraklardı. Sonra, iki yaşından beri yanından ayırmadığı küçücük kılıcını çekip: � Pederim! Bu kılıcı süs için bağlamadık. İcap ederse kendimizi korumasını biliriz. Hem pederimizin korkusundan dünyanın öbür ucundaki düşmanın yüreği titrerken sarayın bahçesine girmeye kim cesaret edebilir? II. Bayezit, hayretten donakalmıştı. Onda kimsede olmayan bir şeyler vardı. Vaktinden önce gelişmiş, aklı boyunu aşmıştı. Selim'i, elinden tutup, saraya götürürken; "Hiç şüpem yok. Bu çocuk ilerde ne yapıp edip padişah olacak. Şimdiden ona tahtın yolunu açmalıyım." Böyle düşündü ya, gün gelip Şehzade Selim, istediğini almasını bildi ve Osmanlı'nın Yavuz Sultan Selim'i oldu. Alparslan'ın Malazgirt'teki Nutku Cuma namazından sonra Sultan Alparslan, ordusuna şöyle hitap etti: -Kumandanlarım, askerlerim! Biz ne kadar az olursak olalım, onlar ne kadar çok olursa olsunlar, daha fazla bekleyemeyiz. Bütün Müslümanların minberlerde bizim için dua ettiği şu saatlerde kendimi düşman üzerine atmak istiyorum. Ya muzaffer olur gayeme ulaşırım, ya şehit olur cennete girerim. Büyük bir inançla söylenen bu heyecanlı sözlere askerler hep bir ağızdan: -Ey Yüce Sultan! Her zaman senin emrinde ve seninle olacağız, nereye gidersen oraya gideceğiz, diye haykırdılar. Sultanın üzerinde beyaz bir elbise vardı. Düşmana hücum etmeden önce son söz olarak askerlerine şunları söyledi: -İşte şehitlik kefenim, savaş meydanında ölürsem beni bu elbise ile gömersiniz. Bundan sonra Türk ordusu hücuma geçti. Cuma günü öğleden sonra başlayan savaş akşam üzeri sona erdi. Tarihin en büyük meydan savaşlarından biri olan Malazgirt Savaşı Türk ordusunun kesin galibiyeti ile sonuçlandı. Büyük komutan Alparslan�ın üstün savaş taktiği ve Türk askerinin cesaret ve kahramanlığı sayesinde elli dört bin kişilik Türk ordusu, kendisinden kat kat fazla olan Bizans ordusunu birkaç saat içinde kesin bir yenilgiye uğratmış ve büyük bir zafer kazanmıştı. Bu savaşta Bizans imparatoru Romen Diojen de esir alınmıştı. İmparator, savaşın galibi Büyük Türk hakanı Alparslan'ın huzuruna çıkarıldı. Alparslan imparatora çok iyi davrandı. Sultan Alparslan, imparator Diojene: -Zaferi sen kazansaydın bana ne yapardın?, diye sordu. Diojen: -Bir fırın hazırlatıp sana çok kötü davranacaktım, diye cevap verdi. Esir imparator, bu sözleri ile eline fırsat geçseydi ne kadar acımasız hareket edeceğini söylemekten çekinmemişti. Buna karşı bu büyük zaferin muzaffer komutanı Sultan Alparslan, Diojen�i affetti ve yanına muhafızlar vererek onu memleketine gönderdi. Alparslan bu davranışı ile insanlığa çok önemli bir ahlak dersi vermiş, Türk milletinin sahip olduğu üstün özellikleri göstermiştir. Herkes Yediğinden... Yavuz Sultan Selim zamanında, İran Şahı mücevherlerle süslü bir sandık gönderiyor. Sandığın içinden kıymetli taşlar ve kadife kumaşlar çıkıyor. Sultan Selim en son kumaşı kaldırınca odaya pis bir koku yayılıyor. Sandığın içinden insan pisliği çıkıyor. Cihan Padişahı Sultan Selim'e ve Osmanlı'ya çok büyük hakaret... Sultan Selim hemen emir veriyor; "Herkes düşünsün uygun bir cevap verilecek." Yine uygun cevabı kendisi buluyor. Değerli taşlar ve kumaşlar içeren süslü bir sandık hazırlatıyor. Sandığa bir de sadece İstanbul'da gül kokulu en nadide lokumlardan bir kutu eklettiriyor. Kutunun içinede bir not yazıyor. Sandık İran şahına ulaşınca sandığı açıyorlar. Değerli taşları ve kumaşları çıkardıktan sonra oda gül kokusu yayan bir kutu lokum görünce şaşırıyor. Lokumlardan birer tane yedikten sonra İran Şahı notu görüyor. Kağıtta; "Herkes yediğinden ikram eder." Aydos'u Fetheden Rüya Orhan Gazi'nin padişah olmasından sonra (726/1326), ilk fethedilen yer Üsküdar'ın doğusundaki Semendire (Samandıra) kalesi olmuştu. 728 (1328) tarihinde Konur Alp ile Abdurrahman Gazi, Semendire'nin güney tarafındaki Aydos hisarı fethine gönderildiler. Bir hayli sarp bir kale olan Aydos hisarının fethine hemen muvaffak olamadılar. Aydos tekfurunun güzel bir kızı vardı. Bir gece rüyasında derin bir kuyuya düştüğünü gördü. “Gördü ki bir civân-i nurânî çıkageldi halâs için ânı.” Bu haldeyken güzel bir yiğit geldi, elini uzatıp kızı çıkardı. Sabahleyin hisarın burcundan etrafı seyreden kız, Abdurrahman Gazi'yi gördü ve onun rüyada kendisini kurtaran yiğit olduğunu anladı. O anda İslâm dini kalbinde yer etti ve hemen bir kağıda durumunu açıkça yazdı. İslâm dinine gireceğini bildirerek: “Eğer kalenin fethi muradınız ise, firar ediyormuş gibi buradan geçip gidiniz. Falan gece hisar dibine geliniz. Sizin için bu kalenin fethi kolayca mümkün olur.” diye yazarak, kağıdı bir taşa sağlamca sardı, İslâm askerlerinin bulunduğu tarafa fırlattı. Atılan taş, askerler içindeki Akça Koca'nın atının ayağına dokundu. Akça Koca, “bu taşı atan boşuna atmaz” diyerek atından indi, taşı aldı. Abdurrahman Gazi'nin yanına geldi. Rumca bilen birine yazıyı okuttular. Durumu anlayan Osmanlı askerleri, bir hile ile firar ediyormuş gibi yaparak, oradan uzaklaştılar. Kaledeki düşmanlar onların kaçtığını zannederek işi gevşettiler, zevk ve safa ile meşgul olmaya başladılar. Abdurrahman Gazi ise kararlaştırılan gecede seksen arkadaşıyla kale burcunun altına geldi. Kız da burcun üzerinde onları bekliyordu. Aşağıya uzunca ve sağlam bir kement sarkıttı. Abdurrahman Gazi birkaç arkadaşıyla kemende sarılıp kaleye tırmandı. Önce kapıdaki muhafızları kılıçtan geçirip kale kapısını açtılar. Bütün gaziler içeri hücum etti. Böylece gece yarısından sonra Aydos kalesi Osmanlıların eline geçti. Bu kız Abdurrahman Gazi ile evlendi. Ondan doğan Kara Abdurrahman adlı yiğit, zamanla düşmanın korkulu rüyası oldu. Çocuklarını onunla korkuturlardı. Solak-zâde Tarihi; hazırlayan: Vâhid Çabuk (Ankara, 1989) 1/24-26, Hammer: Büyük Osmanlı Tarihi (İst. 1992) 1/93. Ölüm Doğuran Nikah Abbasî halifesi Harun Reşid’in önde gelen devlet adamlarından Cafer el-Bermekî (Ö.187/803), üstün bir alim, zarif bir edib ve pek cömert bir zengin olarak tanınıp sevilmişti. Çeşitli yerlerde valilik ve komutanlık yapmış başarılı bir idareciydi. Halifenin çok sevip takdir ettiği bir yakını ve yardımcısıydı. Babası Yahya el-Bermekî ise Harun Reşid’in veziriydi. Harun Reşid, Cafer’i ve çok sevdiği kızkardeşi Abbase’yi yanından hiç ayırmazdı. Sohbet meclisinde onları da hazır bulundururdu. Harun, Cafer ile Abbase’nin aynı meclis ve sofrada meşru olarak buluşup görüşmelerini sağlamak için, Cafer’e çok fazla yaklaşmamak şartıyla Abbase’yi nikâhlama teklifinde bulundu. Cafer’in kabulü üzerine, Abbase’yi onunla nikâhladı. Cafer ve Abbase, sohbetlerden sonra Harun kalkıp gidince başbaşa kalırlardı. Cafer verdiği sözün gereği Abbase’ye ilişmiyordu. Fakat Abbase rahat durmadı. Bir fırsatını bularak, zayıf bir anında Cafer’e nikâhın gereğini yaptırdı ve Cafer’den hamile kalarak bir oğlan çocuğu doğurdu. Halifeden korkan Abbase, çocuğu gizlice Bağdat’tan Mekke’ye gönderdi. Harun Reşid o sene hacca gitmiş ve işin gerçeğini öğrenmişti. Bu duruma fena halde sinirlenmişti. Cafer’in artan kudreti, nüfuzu, bazı icraatları ve harcamaları da halifeyi ürkütüyordu. Nikâhın neticesi ise bardağı taşırdı. Bir hayatla birlikte bir ölüm doğdu. Cafer-i Bermekî, Harun Reşid’in emriyle idam edildi. Derler ki, Cafer’in babası Yahya o yıl hac sırasında Kâbe’nin kapısında şöyle dua etmişti: “Allahım! Eğer beni günahlarım yüzünden cezalandıracaksan, çoluk-çocuğum ve mallarımı almakla da olsa senin rızana ulaşmam için cezamı dünyada ver, ahirete bırakma.” Yahya’nın duası kabul edilmişti. Oğlu Cafer idam edilmiş, kendisi de hapiste ölmüştür. Tarihu’t-Taberî, el-Kâmil fi’t-Tarih; İbn-i Hallikan, Vefeyatu’l-Ayan Yavuz ve Oğlu Yavuz Sultan Selim, sadeliği sever ve sade giyinirdi. İhtişam ve debdebeden hoşlanmazdı. Kendisi için lüks şeyler yapılmasını istemezdi. Sarayında eski geleneklerin ve hasletlerin devamını isterdi. Sirkeci ile Sarayburnu arasında sahile yakın bir yerde kendisi için sade ve basit bir köşk yapılmasını emretmi şti. Yavuz bir gün bu köşkü ziyaret ederken, iradesi hilafına mükellef (külfetli) bir köşk yapıldığını görünce canı sıkıldı. Hazine defterdarı Abdüsselam Bey'i azarladı: - Ben sana bu kadar akçe sarfına ruhsat vermemiştim. Bir muhtasarca gölgelik yapılmasını emretmiştim. Bu ne ola? Abdüsselam Bey zor duruma düştüğünü, Yavuz'un kaşlarının çatıldığını görünce titremeye başladı. Canını kurtarmak için: - Padişahım! Ben bu köşkü helal malımdan hünkârım için hediye olarak yaptırdım. Arz ve kabulünü istirham eylerim, dedi. Yavuz Selim asabiyetiyle meşhurdu. Yapacağı işleri uzun düşünür, kat'i kararını verdikten sonra tatbik sahasına kor ve artık itiraza tahammül edemezdi. Bununla beraber makul gördüğü sözleri de reddetmez, kabul ederdi. Yavuz Sultan Selim inceleme ve araştırmayı sevdiği gibi, hayır ve hasenatı da pek severdi. Fakat muazzam inşaat ve muhteşem yapılarla uğraşmaya ne hâli ne de zamanı müsaitti. Hatta kendi camiinin bile yalnız temellerini attırabilmiş, ikmaline imkan bulamamıştı. Bir gün Kubbealtı'nda Divan kurulmuştu. Emektar eski vezirler, ocak ağaları, cümle ulema, defterdarlar ve nişancı efendiler huzur-ı hümayünde toplanmış, konuşuyorlardı. Bir ara şehzade Sultan Süleyman'ın Divan'a gelmesi için Harem'e haber salındı. Kanunî babası gibi değildi, ziynet ve ihtişamı severdi. Giyindi kuşandı, sırtında atlas ve kürk olduğu halde huzura girdi. Mutad selamını verip babasının vereceği iradeyi bekledi. Yavuz oğlunu şöyle bir süzdü: - Süleyman, anan ne giysin? dedi. Vekiller, vezirler önlerine bakıyorlardı. Bu hadiseden sonra bir daha ihtişam içinde Divan'da hazır ve nazır olmadılar. A. Ragıp Akyavaş, Üstad-ı Hayat (Ankara 2005), 1/241. Kaynak: Menzil.net Arıcılara Müjde! Osmanlı medreselerinin ders programı, sadece fıkıh, hadis, tefsir gibi klasik ilimlerden oluşmuyordu. "Riyazî ve tabiî ilimler başlığı altında, cebirden müziğe, fizikten coğrafyaya birçok dalda eğitim veriliyor, eserler telif ediliyordu. Hatta klasik ilimlerde meşhur olmuş alimler, riyazî ve tabiî ilimlerde de hatırı sayılır eserler vererek, hayatı bütün yönleriyle kavrayabildiklerini de gösteriyorlardı. Özellikle tabiî ilimlerde yazılan eserlerde, tecrübe edilmiş uygulamalara yer veriliyordu. Bazen uygulamalar, inanılması güç tulsımlı reçeteleri de içeriyordu. Bu ilginç reçetelerden biri de, Meşhur Hekimbaşı Mustafa Behçetî'nin 1830'larda kaleme aldığı "Hezar Esrar (Bin Sir)" adlı eserinde yer alıyor. Kitaptan orjinal diliyle alınan satırlar, arıcılıkla ilgili bir tecrübeyi nasıl anlatıyor: "Bir kimesne lisanının (dilinin) yarısı miktarı, alt ve üst dişleriyle kavîce (kuvvetli) sıkarak, lisanını dudağından taşra (dışarı) çıkarup, ol hal ile arı kovanına elini soksa, veyahut vücuduna arılar konsa, mâdâme ki (devamlı olarak) lisanını dişleri arasında ola, ol arılar ol kimseyi incitmeyip sokmadığı mücerrebdür (denenmiştir), deyü Şerh-i Kânûn'da, Allame-i Karsî beyan ider. Ve ben kollarımı sığayup arı kovanına elimi idhâl eylediğimde (soktuğumda) birkaç gün kadar arı konup asla bana zarar ve ziyan vermediklerini defââtle tecrübe eyledim." Kaynak: Semerkand Dergisi Yönetim Ne Zaman Çöker? Osmanlı'nın muhteşem zamanlarıdır. Kanunî Sultan Süleyman devletin akıbetini düşünür; günün birinde Osmanoğulları da inişe geçer, çökmeye yüz tutar mı diye. Bu gibi soruları çoğu zaman süt kardeşi meşhur alim Yahya Efendi'ye sorduğundan bunu da sormaya niyet eder. Güzel bir hatla yazdığı mektubu Yahya Efendi'ye gönderir. Mektupta "Sen ilahi sırlara vakıfsın. Bizi de aydınlat. Bir devlet hangi halde çöker? Osmanoğullarının akıbeti nasıl olur? Bir gün izmihlale uğrar mı? Mektubu okuyan Yahya Efendi'nin cevabı çok kısa ve şaşırtıcıdır; "Neme lazım be Sultanım!" Topkapı Sarayı'nda bu cevabı hayretle okuyan Sultan Süleyman buna herhangi bir mana veremez. "Acaba bu cevapta bizim bilmediğimiz bir mana mı vardır?" diye düşünür. Nihayet kalkar Yahya Efendi'nin Beşiktaş'taki dergahına gelir ve der ki: – Ne olur mektubuma cevap ver. Bizi geçiştirme, sorumu ciddiye al. Yahya Efendi şöyle bir bakar: – Sultanım sizin sorunuzu ciddiye almamak kabil mi? Ben sorunuz üzerinde iyice düşündüm ve kanaatimi size açıkça arz ettim. – İyi ama ben bu cevaptan birşey anlamadım. Sadece "Neme lazım be sultanım" demişsiniz. Sanki beni böyle işlere karıştırma der gibi. Yahya Efendi bu cevaptan sonra şu müthiş açıklamasını yapar: – Sultanım! Bir devlette zulüm yayılırsa, haksızlık şayi olsa, işitenlerde 'neme lazım' deyip uzaklaşsalar, sonra koyunları kurtlar değil çobanlar yese, bilenler de bunu söylemeyip sussa, fakirlerin, yoksulların, muhtaçların, kimsesizlerin feryadı göklere çıksa da bunu da taşlardan başka kimse işitmese, işte o zaman devletin sonu görünür. Böyle durumlardan sonra devletin hazinesi boşalır, halkın itimat ve hürmeti sarsılır. Asayişe itaat hissi gider, halka hürmet duygusu yok olur. Çöküş ve izmihlal de böylece mukadder hale gelir... Bunları dinlerken ağlayan koca sultan, söyleneni başını sallayarak tasdik eder. Sonra da Allah'a kendisini ikaz eden bir alim olduğu için şükreder. Bu türlü ikazlardan geri kamması için tembih ettikten sonra oradan ayrılır. Mektup Topkapı Sarayı'nda sergidedir. Semerkend Mayıs 2005 sayı:77 S.33 Ölüsü Canlandırılan Padişah Çilekeş Osmanlı hükümdarı Çelebi Mehmet, babası Yıldırım Bayezid'in vefatından sonra, önce Amasyada hükümdarlığını ilan etmişti.Ona karşı savaş veren kardeşleri İsa Çelebi ve Musa Çelebi de sonunda mağlup olup idam edilmişlerdi. İştebundan sonra Çelebi Mehmet Muhtasar Osmanlı Devleti'nin yeni hükümdarı olarak Edirne'de saltanat kurmuştur (Temmuz 1413). Onbir yıl süren ve şehzade kavgalarıyla geçen "Fetret Devri" bu suretle kapanmıştır. Çelebi Mehmed bütün gücüyle Osmanlı Devleti'ni toparlayıp güçlendirme gayretine girmiştir. Çelebi Mehmet son günlerinde Edirne civarında avlanırken, önüne çıkan bir domuza mızrak attığı sırada, vücudunda nüzul (felç) inerek attan düştü. Hasta yatağında vezirlerini çağırıp talimat verdi: "Tez ulu oğlum Murad'ı getirin. Ben artık yataktan kurtulamam. Murad gelmeden ben ölürüm. Memleket birbirine girer. Tedarik edin, benim vefatım duyulmasın." dedi. Henüz on yedi yaşındaki büyük oğlu Şehzade Murat, o sırada Amasya sancak beyi idi. Ona haber salındığında, Sultan Mehmet birkaç gün içinde vefat etti (Mayıs 1421). Şehzade Murat gelinceye kadar, padişahın ölümü 41 gün herkesten saklandı. Olaydan ancak birkaç kişinin haberi vardı. İç organları çıkartılarak ilaçlanan cenaze, elbisesi içerisinde sarayın penceresi önüne loş bir yere yerleştirildi. Arkasına adam konulup, elleri hareket ettirilerek, önünden geçen askerlere canlısı gibi gösterildi. Böylece kargaşa çıkması önlendi. Nihayet II Murat Bursa'ya gelip tahta çıkınca, ölümü resmen ilan edildi. Çelebi Mehmet'le ilgili daha çok bilgiye ulaşmak için; http://www.menzil.net/otarih/CelebiMehmet.htmhttp://www.theottomans.org/turkce/su...hmetcelebi.asp Yılmaz Öztuna: Büyük Türkiye Tarihi (İst. 1983), 2/382-83; Ziya Nur Aksun: Osmanlı Tarihi (İst. 1994); Solakzade Tarihi, 1/185-88 Sağlığın Sırrı İran Şahı, uzman bir doktorunu Müslümanlara hizmet etmesi için Peygamber Efendimize(s.a.v) göndermiş. Doktor birkaç yıl Arabistan'da kalmış.Ama bu süre içerisinde rahatsızlanıp da yanına gelen olmamış; ağrısından, sızısından şikayetçi olan çıkmamış. Doktor bu durumu çok yadırgamış. Bir gün Peygamberimizin (s.a.v) yanına gelerek dert yanmış: – Beni buraya sahabelerinizi tedavi edeyim diye yolladılar. Fakat görevimi yerine getiremiyorum. Çünkü kimse bana başvurmuyor. Beni lütfen aydınlatın, burada kimse hastalanmaz mı? Allah'ın Habibi (s.a.v.) gülümsemiş ve şöyle cevap vermiş: – Benim sahabelerim, iyice acıkmadan yemek yemezler. Yemek yemeye oturduklarında ise iyice doymadan sofradan kalkarlar. – İşte sağlığın sırrı bu demiş doktor yüksek sesle. Bana burada ihtiyaç yok, diyerek müsade istemiş ve memleketine dönmüş. Akıllı kimse, Az ama öz konuşan, Az ama yeteri kadar yemek yiyendir. Gülistan Bu Milletle Dünya Fethedilir İstanbul'un henüz fehedilmediği zamanlarda Edirne'de bulunan Sultan Mehmet, fetih hazırlıklarını yaparken diğer bir taraftan halkın durumunu kontrol etmeyi ihmal etmiyordu. Ona göre önemli olan milletin birlik beraberlik içinde olmasıydı. Bunu fetihin gerçekleşmesinin şartlarından biri olarak görüyordu. Sultan Mehmet bir sabah kılık kıyafet değiştirip pazara çıktı. Satılan malların kalitesini, fiyat durumunu ve esnafın hâlini kontrol etmek için, Edirne'ninçarşılarını gezmeye başladı. Sultan Mehmet, sokağın başındaki ilk dükâna girdi.Selam verdikten sonra: – Bana yarım batman* yağ, yarım batman bal ve biraz da peynir veriniz, dedi. Müşteriyi güleryüzle karşılayan esnaf, selâmı alıp memnuniyetle yarım batman yağı tarttı. Yağı verirken, karşısındakinin padişah olduğundan bihaber konuştu: – Ağam, dilerseniz bal ve peynir verebiliririm. Ancak ben bu yağı satarak siftahladım. Diğer isteklerinizi de daha siftahlamayan karşı komşumdan alırsanız memnun olurum. Bu duruma içten içe sevinen padişah karşı dükkana geçti. Yarımşar batman bal ve peynir istedi. Dükkân sahibi yaşlı adam balı tarttıktan sonra: –Allah'a şükür bugün de siftahımızı ettik. Ancak peyniri henüz siftah etmeyen komşumdan alırsanız sevinirim. Sultan Mehmet diğer dükkandan peyniri aldıktan sonra: –Bu millette bu yüksek ahlak varken değil İstanbul Dünya alınır. diyerek çarşıdan mutlu bir şekilde ayrıldı. |
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.