![]() |
Osmanlıca Sözlük (K Harfi)-Osmanlıca Sözlük (K Harfi)İle İlgili Kelimeler...
Osmanlıca Sözlük (K Harfi)-Osmanlıca Sözlük (K Harfi)İle İlgili Kelimeler...
Osmanlıca Sözlük (K Harfi)-Osmanlıca Sözlük (K Harfi)İle İlgili Kelimeler... Osmanlıca Sözlük (K Harfi) K Osmanlı alfabesinin yirmidördüncü harfi olan kaf ile, yirmibeşinci harfi olan kef harfini karşılar. KA' (C.: Akva') Düz yer. KAA Ev avlusu. KAA' Acı su. KAAKI' Birbiri ardınca meydana gelen gök gürlemesi. KAAN Hükümdar, hâkan. KAARET Derinlik. KAARET-İ DERYÂ Denizin derinliği. KAAS Boynu göğüse girmek. KAAT Gadap, hiddet, öfke. * Darlık. * Yaşlı koyun. * Davar memesi. * Bağırma ve çığlık şiddeti. KA'B Topuk kemiği, ayak bileği, aşık kemiği. * Mc: Şan, şeref, mecd, büyüklük. * Geo: Sekiz yüzlü, sekiz köşeli (mükâb) cisim. KA'B (Ölm: Hi: 32) Yahudi âlimlerinden olup İsrailiyatı İslâmiyet'e en çok aktaranlardan biridir. Hz. Ebubekir devrinde Müslüman olmuştur. Sa'lebi ve Kisai gibi İslâm tarihçileri ondan çok rivayetlerde bulunmuşlardır. KAB Çok eski devir silâhlarından olan yayın kabzası (tutacak yeri) ile köşesi arasındaki mesafe, her "yay" da "iki kab" olan miktar. KAB-I KAVSEYN İmkân ve vücub ortasında bir makam. * İki yay uzaklığı mesafesi.(... İşte mevcudatın en eşrefi olan zihayat; ve zihayat içinde en eşref olan zişuur; ve zişuur içinde en eşref olan hakiki insan; ve hakiki insan içinde geçmiş vezaifi en azamî bir derecede, en ekmel bir surette ifa eden zât, elbette o mi'rac-ı azîm ile Kab-ı Kavseyn'e çıkacak, Saadet-i Ebediye kapısını çalacak, hazine-i Rahmetini açacak, imanın hakaik-ı gaybiyesini görecek, yine o olacaktır. S.) KA'B (C.: Kıâb) Ağaç çanak. KAB' Seyahat edip gezmek. * Nefesi tutulmak. * Atın burnu içinden çıkan hırıltı. KA'B Yemek yemek. Su içmek. KABA' (C.: Akbiye) Üste giyilen elbise. Kaftan, cübbe. KABA-YI ÂHENİN Demirden yapılmış elbise. Zırh. KABAÇE f. Entari. Hafif giyecek. KABADAYI Mc: Cesur, kahraman, cengâver. Eskiden kabadayılar ağırbaşlı, fenalıktan kaçınır, iyiliği sever insanlar oldukları için muhitlerinde hürmet görürlerdi. (O.T.D.S.) * Kimseden korkmaz görünerek şuna buna meydan okuyan kimse, yiğit taslağı. KABAHÂT (Kabahat. C.) Kusurlar, kabahatler. Suçlar, çirkin hareketler. KABAHAT Kusur, çirkin iş, tekdir edilmeğe müstehak hareket. KABAİH (Kabayih) (Kabiha. C.) Kabahatlar. Çirkin işler, kabih haller. KABAİL (Kabile. C.) Kabileler. Bir soydan türemiş cemaatler, silsileler. KABAİL-İ ARAB Arap kabileleri. KABAKULAK Tıb: Daha ziyade tükrük bezlerini şişiren bulaşıcı ve ateşli bir hastalık. KABALE Kadı'nın (hâkimin) verdiği hüccet. * Toptan, götürü ile yapılan satış. * Yahudilerin kendi cemaatlarına verdikleri vergi. KABAS Ciğer hastalığı. * Yüksek ve kalın. * Hafiflik. * Neşat, sevinç. KABA'SER (C.: Kabâis) Büyük, kuvvetli, sağlam. Zayıf deve yavrusu. * Deniz canavarlarından bir canavar. KABATÎ (Kıbtî. C.) Çingeneler. KABAZA Hız. Sür'at. KABB İnce belli olmak. * Gönlün eğlendiği gönül eğlencesi. * Makara ortasındaki ağaç. KABBA İnce belli, zayıf kadın. (Müz : Akbeb) KABBAN Büyük terazi, baskül. KÂBBE Hüzünden ve gamdan dolayı, hali kötü ve kalbi kırık olmak. KABBE Yağmur damlası. * Gök gürlemesi. KABCE (C.: Kubec-Kibâc) Keklik kuşu. KABE Usanmak, bıkmak. * Kırılmak. KABE Yumurta. KÂ'BE (Kâbe) Dünyanın en kudsi ma'bedi. Beytullah, Beyt-ül Ma'mur, Beyt-ül Atik. Bütün mü'minlerin ibâdet esnâsında yöneldikleri merkez. Dört köşe olduğu için Kâbe denir. Bu mukaddes makamın etrafına Mescid-ül Haram ismi verilir. İçinde bir kısım olarak Makam-ı İbrahim mevcuddur. Burası İbrahim Aleyhisselâm'ın Kâbe'yi bina ederken, yahut insanları hacca davet ederken, üzerine çıktığı taşın bulunduğu yerdir. Tavaf namazı burada kılınır. Kâbe'nin ilk inşası Hz. Âdem (A.S.) tarafından olduğuna dair rivayetler vardır. Bedahetle malûm olan ise; Sahih-i Buharî Tercümesine ve çok kıymetli delillere binaen İbrahim ve İsmail Aleyhisselâmlar inşa etmişlerdir. Bu husus âyet-i kerime ile de sâbittir.(Beyt-ül Muazzam'ın âmir-i inşası: Allah-ü Zülcelil; mübelliği ve mühendisi: Cibril; ilk bânisi: İbrahim Halil, muavini de İsmail olduğu en sahih rivayet olarak kabul edilmek icabeder... diye Sahih-i Buharî Tercümesinde Hâfız İbn-u Kesir'den nakledilmiştir.) Kâbe kıblegâhtır. Üzerine farz olan müslümanların, hacc zamanında gidip ziyaret etmeleri icabeden en mühim ve en büyük mabedimiz. KÂ'BE-İ KEMALÂT Kemâlât kâbesi. Yâni herkesin teveccüh etmesi gereken en yüksek kemalât merkezi. KÂ'BET-ÜL ÂMÂL İsteklerin ve emellerin yönelmiş olduğu yer. KÂ'BET-ÜL ULYÂ şerefi ve kudsiyyeti pek yüksek Kâbe. KABELE (C.: Kıbel) Göz boncuğu. KA'BERÎ Ailesine, arkadaşına, yoldaşına, kabilesine ve halkına katılık eden, kötü ahlâklı kişi. KABES Ateş parçası. * Ateş şulesi. * Öğretmek. * Öğrenmek. KABET Kederli ve ıztırablı olma. KÂ'BETEYN İki Kâbe. Mekke-i Mükerreme'deki Kâbe-i Muazzama ile, Kudüs'teki Mescid-i Aksâ. KABINA SIĞMAMAK t. Sabırsızlık, acelecilik. * Şişmanlamak. KABIZ Kabzeden, tutan. KABIZ-I ERVAH Ruhları kabzeden Hz. Azrail. KABIZ-I MÂL Tahsildar. KABİA Kılıç kabzasının başında olan gümüş veya demir. KABİH (Kabiha) Çirkin, fena, kötü, yakışıksız, ayıp. KABİH-ÜL VECH Çirkin yüzlü. Suratı, siması güzel olmayan. KABİHA (C.: Kabâih) Çirkin davranış, ayıp iş. Fena muamele. KÂBİ' Dolu kap. KABİL Kabul eden. Olabilir, istidatlı, mümkün olan, önde ve ileride olan. KABİL-İ EMÂNET İnsan. KABİL-İ GAYR-İ TELAKKUH Gebeliği mümkün olmayan. KABİL-İ HİTAB Sözden anlar. Kendisi ile konuşulabilir olan kimse. KABİL-İ İNKİSAR Kolaylıkla kırılabilir şeyler, kırılması kolay olan nesneler. KABİL-İ KIYAS Düşünülebilen, ölçülebilen, kabul edilebilir olan. KABİL-İ NESH Kaldırılması, iptal edilmesi mümkün olan. KABİL-İ TEMYİZ Huk: Temyiz mahkemesinde görülebilecek olan dâvalar. KABİL Gibi, türlü, biraz evvel, az önce. Aşikâr. İleri gelen. Kabul eden. * Sınıf, nevi, soy. * Kefil. * Birbirine muhalif kavimden üç beş kişi. KABİLE Birlikte yaşayan, konup göçen, bir sülâleden türemiş insanlar. Bir reisin idaresi altında bulunan ve ekserisi aynı soydan gelen insanlar. KABİLE Kadın ebe. * Kabul edici. * Ses alıcı. KABİLİYET Dıştan gelen te'sirleri alabilme gücü. * İstidat, anlayış, kabul edebilirlilik. Kabul edici yüksek bir kuvvete mâlik olmak, olabilirlilik. KABİN f. Güveğinin geline verdiği ağırlık, eşya, para. KABİNE Fr. Vekiller hey'eti. Bakanlar kurulu. * Küçük oda. * Doktorun muâyene yeri. KABİR Büyük, ulu. KABİR (Bak: Kabr) KABİS Hızlı giden at. Süratli at. KABİS Yusuf Aleyhisselâm'ın rüyasında gördüğü yıldızlardan birisi. KABİSA Parmak ucuyla yenen şey. KABİSE Üveyik kuşu. KÂBİSE Ucu üstüne eğri ve kıvrık olan burun. KABKAB Karın, batn. KABKABA Haykırma, kükreme. (Deve ve arslan hakkında kullanılan bir tâbirdir.) KABKABA-İ İBİL Devenin bağırması. KABKABA-İ ŞİR Arslanın kükremesi. KABL Önce. Evvel. İleride. Evvelki. KABL-EL BÜLUĞ Büluğdan evvel. KABL-EL MİLÂD İsa'dan (A.S.) önce, milâddan evvel. KABL-ET TAAM Yemekten önce. KABL-ET TELAKİ Buluşmazdan önce. KABL-EL VUKU' Vuku'dan evvel. Olmadan evvel. KABL-EL VÜCUD Gelmeden önce. KABL-EZ ZEVAL Öğleden önce. KABL-EZ ZUHR Öğleden evvel. KABL-EZ ZUHUR Zuhurundan ve meydana çıkmadan evvel. KABLÎ İlke ve önceliğe âit. Hiçbir tecrübeye dayanmadan. Yalnız akıl ile. KABLO Fr. : Telgraf, telefon hatlarında veya elektrik akımı iletmede kullanılan izole edilmiş tellerin bütünü. KABOTAJ Fr. Bir ülkenin kendi limanları arasında gemi işletme işi. KABR (Kabir) Mezar. Merkad. Ölünün toprağa gömüldüğü yer. (Bak: Âlem-i berzah) |
Osmanlıca Sözlük (K Harfi)-Osmanlıca Sözlük (K Harfi)İle İlgili Kelimeler...
RE: Osmanlıca Sözlük (K Harfi) KABR-İ HÂMUŞ Sessiz mezar.
KABRİSTAN f. Mezarlık. KABS Parmak ucuyla yemek. KABS Her şeyin esası, aslı. * Tâlim etmek. KABSA Başı büyük ve sivri olan kadın. KABT El ile bir şey toplamak. KABTARÎ Yünden dokunan bir elbise. KÂBUK f. Yuva. Kuş yuvası. KABUK Bir şeyin dışındaki sert örtü, kışır. * Bazı hayvanların katı mahfazaları. KÂBUL Avcıların kemendi. KABUL Bir malı satın almak için kabul ettiğini bildiren sözdür. (Bak: İcab) KABUL-İ ADEM Kalben ademi kabul etmektir. Hakkı inkâr etmek, hatalı bir hüküm ve itikattır. Hak mesleği kabul etmeyip indi ve şahsi görüşünü ileri sürerek başka bir yolda gitmektir, bir iltizamdır. İmânın zıddına şahsi görüşüne tâbi olmak, bâtılı kabul etmektir. KABULGÂH f. Kabul yeri. KABURGA Göğüs kemiklerinin beheri. Göğüs kemiklerinin bel kemiğine bağlanmak suretiyle meydana getirdikleri şeklin bütünü. * Gemi, sandal, kayık gibi deniz nakil vasıtalarının hayvan kaburgasına benzeyen ve omurga üzerine kaldırılan eğri ağaçları. KABUS Uykuda ağırlık basması. Korkulu ve insanda hareket bırakmayan rüya. Karabasan. KABZ Tutmak. Ele almak. Kavramak. Almak. * Tahsil etmek. Teslim almak. * Amelde zorluk çekmek. * Kuşun süratle uçması. * Mülk. KABZ-I RUH Ruhun alınması. Ölmek. KABZA Kılınç gibi şeylerin tutacak yeri. Sap. * El, pençe. * Bir tutam, bir avuç şey. KABZA-İ TÎG Kılıncın kabzası, sapı. KABZIMAL Meyve ve sebze yetiştiricileriyle, satıcı arasındaki aracı. KABZ U BAST Ruhen sıkıntı. Daralma ve genişleme. Sıkıntı ve ferahlık. * Birini diğeri üzerine tercih etme. * Münkabız bir adama ferahlık ve sürurluluk vermek, sevindirmek. * Beyan ve ifâde etmek. * Uzun uzun ve etraflıca anlatmak. KÂC f. Küçük bir çeşit çam. KAD Gr : İsmiyye veya harfiyye olan bir kelimedir. İsmiyye olduğunda iki vecihle kullanılır. yerine muzari olur. Yetişir, kifayet eder mânasınadır. Yahut kelimesine müradif isim olur. Harfiyye olduğunda dâhil olduğu fiil, tahkik, ümid, rica, intizar, yakınlık, azlık veya çokluk ifade edebilir. KÂD Mahzun olma, hüzünlü ve kederli olma. KÂD f. Hırs, tamahkârlık. KA'D Çuval. KAD' Men etmek, engel olmak. KADAH Çömlek içinde pişen yemeğin kokusu. KADAH Küçük toprak çanak. KADANA Forsaların ayağına vurulan zincir. KADASTRO Fr. Bir ülkedeki arazi ve mülklerin alanını, sınırlarını ve yerini belirtip plânlama işi. KADD Boy, bos. KADD-İ BÂLÂ f. Yüksek, uzun boy. KADD-İ BÜLEND f. Uzun, yüksek boy. KADD-İ MEVZUN Mevzun boy, biçimli boy. KADD-İ MÜSTESNA Müstesna boy. Güzellikte emsalsiz ve benzeri olmayan endam. KADD Ü KAMET Boy bos. KADDA' şiddetli. KADDAH Kadeh yapan. Kadeh yapıcı. * Zemmeden. Gıybet eden. Hicveden, yeren. KADDAHE Çakmak taşı. KADDESALLAH Allah mübarek ve mukaddes eylesin. KADDESE Takdis etti, takdis eder, takdis etsin, mutlu olsun (gibi mânada en mübarek bir şeyin kudsiliğini, kusur ve noksanlıktan uzaklığını, müberra olduğunu bildirir fiil.) KA'DE Bir defa oturuş. Oturma. * Ist: Namazdaki bir defa oturuş. Teşehhüd için, Ettahiyyâtü duâsını okumak maksadı ile olan oturuş. Birinci oturuşa Ka'de-i ulâ, ikinciye de Ka'de-i âhire denir. KADE Gr: Yardımcı fiillerdendir. Cümlede ifade edilen hükmün yaklaştığını bildirmek için söylenir. Mübtedâ ile haberin başına gelerek, birincisini isim adı ile merfu' kılar, haberini de mansub eder. Bu gibi fiillerin haberi muzâri olur. KA'DEL Yağhane sepeti. KADEM Ayak. Adım. Metrenin üçte biri kadar olan uzunluk. Oniki parmak uzunluğu, yarım arşın. * Uğur. KADEM-BUS f. Ayak öpen. KADEME Derece, sıra. * Merdiven basamağı. KADEME-İ ULÂDA İlk basamakta. Başlangıçta. KADEME KADEME Basamak basamak, derece derece. KADEMÎ Ayakla alâkalı. Ayağa mensub. KADEMİYYE Ayak bastı parası. * Eskiden hükûmete ait bir davetiye veya emri tebliğ etmek için gönderilen memura, masrafları karşılığı olarak verilen ücret. KADEMKEŞ f. Ayağını çeken. Yanaşmayan, gitmeyen. KADEMNİH f. Ayak basıcı. KADEMNİHADE f. Gelmiş, ayak basmış olan. KADEMRAN f. Adım atan, ilerliyen. KADEMRENCE f. Lütfen kabul, tenezzül. KADER Cenâb-ı Hakk'ın kâinatta olmuş ve olacak her şeyin evsafını ve havassını ve sâir geleceğini ve geçmişini ezelden bilip, levh-i mahfuzunda takdiri ve yazması. Takdir-i İlâhî. * Ezelî kısmet. * Tali'. Baht. Şans.(Kader ve cüz-i ihtiyarî, İslâmiyetin ve imanın nihayet hududunu gösteren, halî ve vicdanî bir imanın cüz'lerindendir. Yoksa ilmî ve nazarî değillerdir. Yâni, mü'min her şeyi, hattâ fiilini, nefsini Cenab-ı Hakk'a vere vere, tâ nihayette teklif ve mes'uliyetten kurtulmamak için "cüz-i ihtiyarî" önüne çıkıyor. Ona: "Mes'ul ve mükellefsin" der. Sonra ondan sudur eden iyilikler ve kemâlât ile mağrur olmamak için "kader" karşısına geliyor. Der: "Haddini bil, yapan sen değilsin." S.)(... Eğer kader ve cüz-i ihtiyarîden bahseden adam, ehl-i huzur ve kemal-i iman sahibi ise; kâinatı ve nefsini Cenab-ı Hakk'a verir, Onun tasarrufunda bilir. O vakit hakkı var, kaderden ve cüz-i ihtiyarîden bahsetsin. Çünkü, madem nefsini ve her şeyi Cenab-ı Hak'tan bilir, o vakit cüz-i ihtiyarîye istinad ederek mes'uliyeti deruhde eder, seyyiata merciiyyeti kabul edip, Rabbini takdis eder, daire-i ubudiyyette kalıp teklif-i İlâhiyyeyi zimmetine alır. S.)(İrade-i cüz'iye-i insaniye ve cüz'-i ihtiyariyesi; çendan zaiftir, bir emr-i itibarîdir, fakat, Cenab-ı Hak ve Hakîm-i Mutlak, o zaif, cüz'î iradeyi, irade-i külliyesinin taallukuna bir şart-ı âdi yapmıştır. Yâni, mânen der: "Ey abdim; ihtiyarınla hangi yolu istersen, seni o yolda götürürüm. Öyle ise mes'uliyet sana aittir!" Teşbihte hatâ olmasın, sen bir iktidarsız çocuğu omuzuna alsan. O'nu muhayyer bırakıp "Nereyi istersen seni oraya götüreceğim" desen. O Çocuk, yüksek bir dağı istedi, götürdün. Çocuk üşüdü yahut düştü. Elbette "Sen istedin" diyerek itab edip üstünde bir tokat vuracaksın. İşte Cenab-ı Hak, Ahkem-ül-Hâkimîn, nihayet zaafta olan abdin iradesini, bir şart-ı âdi yapıp irade-i külliyesi ona nazar eder. S.) KADER-İ İLÂHÎ Allah'ın takdiri. KADERÎ Kader ile alâkalı. Kader, tali' nev'inden olan. KADERİYE "Kul, kendi yaptıklarının halıkıdır" deyip ifrat ederek Hak mezhebinden ayrılan bir dalâlet fırkası. (Bak: mu'tezile) KADH Zemmetme, çekiştirme. Bir kimsenin ayıb ve kusurlarını söyleyerek gıybet etme. * Men'etmek, engel olmak. * Çakmak taşını çakmak. * Bir kimsenin işine halel vermek. KADIM(A) Kemirici hayvan. KADIRGA Buharlı gemilerin icadından evvel kullanılan harp gemilerinden biri. Kürek ve yelkenle kullanılırdı. Kadırgalar 25 oturaklı idi ve her küreği dörder adam tarafından çekilirdi. (O.T.D.S.) KADIZ Hep olduğu yerde kalan büyük fıçı. KADÎ Hâkim. Peygamber (A.S.M.) nâmına suçluyu ve suçsuzu ayırıp şeriatla hükmeden hâkim. * Kaza eden. KADÎ-ÜL HÂCÂT Bütün ihtiyaçları yerine getiren Hâkim. Allah (C.C.) KADİ-L KUDAT Kadıların kadısı. En büyük kadı. Kazasker veya şeyhül islâm makamında bulunan kimse. KADÎB (C.: Kıdbân) İnce ve düz fidan, dal veya çubuk. * Erkeklik âleti. KADÎD Kurutulmuş et. * Pek zayıf, kuru ve çelimsiz insan. * Etleri dökülmüş olup yalnız kemikten ibaret olan gövde. İskelet. KADİH(A) (Kadh. dan) Bir kimse hakkında kötü söz söyleyen. Zemmedici, çekiştirici, kötüleyici. KADÎH Tencere dibinde arta kalan. KADÎ İYAZ Lâkabı: Ebu-l Fadl bin Musa el Yahsabî'dir. Muhaddislerin meşhurlarından ve edebiyatçılardan olup, 476 hicrî tarihinde Site kasabasında doğmuş, sonra Endülüse geçerek Kurtuba'da ve diğer ilim merkezlerinde ilim tahsili yapmıştır. Daha sonra Site kasabasında uzun bir zaman durmuş, bir ara Garnata şehrinde kadılık yapıp, son ömrünü geçirdiği Merakiş şehrine gidip hicri 544 tarihinde vefat etmiştir. Te'lifatı pek çoktur. Kitab-ül İkmâl, Envâr-ül Meşârik, Ettenbihat kitapları hadis ilminde meşhurdur. KADİM (A, uzun okunur) Ayak basan. Ulaşan. Varan. * Azanın mukaddemesi olan insanın başı. KADÎM Eski zaman. * Başlangıcı olmayan. Uzun zamandan beri var olan. * Evveli bilinmeyen hâl ve keyfiyet. KADİME Ordunun ileri karakolu. * Kuşun kanadının ön tarafındaki uzun tüyleri. |
Osmanlıca Sözlük (K Harfi)-Osmanlıca Sözlük (K Harfi)İle İlgili Kelimeler...
RE: Osmanlıca Sözlük (K Harfi) KADÎMEN Eskiden beri. Kadim olarak.
KADÎMÎ Eskiden beri var olan. Eski. KADÎ NAİBİ Kadıların (hâkimlerin), gitmedikleri yerlere gönderdikleri vekiller. KADİR Bir işi yapmaya gücü yeten. Kudret sâhibi ve herşeye kudreti yeten. (Allah C.C.) KADÎR Mukaddir. Muktedir. Kudreti mutlak olan ve her hususa muktedir olan. Nihayetsiz kudret sahibi. (Allah C.C.)(İnsan kâinatın ekser envâına muhtaç ve alâkadardır. İhtiyâcâtı âlemin her tarafına dağılmış; arzuları ebede kadar uzanmış. Bir çiçeği istediği gibi, koca bir baharı da ister. Bir bahçeyi arzu ettiği gibi ebedî Cenneti de arzu eder. Bir dostunu görmeğe müştak olduğu gibi, Cemil-i Zülcelâli de görmeğe müştaktır. Başka bir menzilde duran bir sevdiğini ziyâret etmek için o menzilin kapısını açmağa muhtaç olduğu gibi, berzaha göçmüş yüzde doksandokuz ahbabını ziyâret etmek ve firak-ı ebediden kurtulmak için koca dünyanın kapısını kapayacak ve bir mahşer-i acâib olan âhiret kapısını açacak, dünyayı kaldırıp âhireti yerine kuracak ve koyacak bir Kadir-i Mutlakın dergâhına ilticaya muhtaçtır. İşte şu vaziyette bir insana Hakiki Ma'bud olacak; yalnız her şeyin dizgini elinde, her şeyin hazinesi yanında, her şeyin yanında nâzır, her mekânda hâzır, mekândan münezzeh, acizden müberra, kusurdan mukaddes, nakıstan muallâ bir Kadir-i Zülcelâl, bir Rahim-i Zülcemâl, bir Hakim-i Zülkemâl olabilir. S.) KADİR ALAYI Tar: Kadir gecesi padişahların saraydan çıkıp, civardaki camilerden birinde namaz kılmaları münâsebetiyle yapılan merâsim. KADİR-AŞİNA Değer ve kadir bilen. KADİRDAN f. Kadirbilir. Değerbilir. KADİR-DANLIK Kadirbilirlik. Herkesin mertebesini bilip ona göre muamele yapan. Kadir ve kıymet bilen. KADİR-ENDAZ f. İyi ok atan ve attığı her oku hedefe isâbet ettiren kimse. KADİR GECESİ (Bak: Leyle-i Kadir) KADİRÎ Abdülkadir-i Geylanî Hazretlerinin yolunda olan, onun tarikatına mensub. olan. (Bak: Geylanî) KADİR-ŞİNAS f. Kıymet ve değerden anlayan. Değerli kimseleri tanıyabilen. KADİYE Azlık. Az cemaat. KÂDİYE Soğuk. * Afet, belâ. KADKEŞİDE f. Boy atmış, uzamış. Boyu uzamış. KADR İtibar. Değer, kıymet. Haysiyet. Derece miktarı. Miktar. Meblağ. Takat. Takdir, rızkı taksim eylemek. Gına. KADR SURESİ Kur'an-ı Kerim'de 97. sure olup İnna Enzelna diye de söylenir. KADRO ing. Bir işin yürütülebilmesi için icab eden bir cinsten şeylerin, bilhassa insanların tamamı veya bütünü. KADR-ŞİNAS (Bak: Kadir-şinas) KADUM (C.: Kudm) Keser. * Şam yakınında bir köyün adı. KADV Yemeğin kokusu iyi olmak. KADY Yemeğin kokusu güzel olmak. KAF Ufuk. * karfinin ismi. * Bir dağ adı. KAF SURESİ Kur'an-ı Kerim'in 50. suresidir. Bâsikat ismi de verilir. Mekkîdir. KA'F (C.: Kıâf) Ayağı sert olarak basmak. * Ayak ile toprağı yerinden koparıp küremek. * Kap içindeki suyun tamamını içmek. * Koparmak. KAF'A Yumuşak kuru ot. * Parmakları soğuktan dökülmüş ayak. KAF'A Yağcılar tokmağı. * Hurma kabuğundan yapılan, zenbile benzer kulpsuz bir nesne. KAFA (C.: Akfâ) Baş. Kafa. * Ense, arka. * Akıl, zekâ, anlayış. KAFADAR f. Arkası sıra giden, peşinden ayrılmayan. * Kafaları birbirine uyan, kafaca birbirine denk olan arkadaş. KAFAR Katıksız ekmek. KAFAVE Sütten yapılan azık. KAFAVÎ Kafa ile alâkalı. KAFD Bileğin eğri olması. KAFDER Çirkin yüzlü, katı başlı kimse. KAFEDAN Attarların eczâ koydukları kese veya torba. KAFENDER Çirkin yüzlü, katı başlı kimse. KAFER Zayıf ve etsiz olmak. KAFES Tel, ince demir veya ağaç çubuklarından yapılan ve içine kuş ve saire konulan şey. * Dışardan içerisi görünmesin diye, ince tahta çubuklarından yapılıp harem pencerelerine takılan siper, * Ahşap bir binanın kaplama ve sıvası olmaksızın direklerden ibaret taslağı. KAFF Parmak arasına birşey gizlemek. * Ot kurutmak. KAFFAF Parmakları arasında birşey gizleyip çalan kimse. KAFFAL Çilingir. Anahtarcı. KAFFAN Büyük terazi. KÂFFE Hep. Bütün. Cümle. KÂFFE-İ EF'AL Bütün işler. KÂFFE-İ EFRÂD Bütün fertler. KÂFFETEN Bütünü. Hepsi birden. KAFH (KIFÂH) Başa vurmak. * İçi boş olan şeyi vurmak. KÂFİ Kifayet eden. Vâfi, başka şeye ihtiyaç bırakmayan. Yeten, yetişen, elveren. KAFÎ Birine uyup peşinden giden. KAFÎL Kuru ağaç. * Parça parça olmuş ot. * Kamçı. Bir otun adı. KÂFİL Birinin yerine ödemeyi kabul eden. Kefil olan. KAFİLE (A, uzun okunur) Birlikte sefere çıkanların cemaatı. Kervan. KAFİLE-SÂLÂR f. Kafile reisi. Kafile başı. KAFÎNE Kafasından kesilen koyun. KÂFİR Hakkı görmeyen ve örten. İyilik bilmeyen. Allah'ı inkâr eden. Dinsiz. İmanın esaslarına veya bunlardan birine inanmayan. Mülhid.(Arkadaş! İman, bütün eşya arasında hakiki bir uhuvveti, irtibatı, ittisali ve ittihad rabıtalarını te'sis eder.Küfür ise, bürudet gibi bütün eşyayı birbirinden ayrı gösterir ve birbirine ecnebi nazarıyla baktırır. Bunun içindir ki, mü'minin ruhunda adavet, kin, vahşet yoktur. En büyük bir düşmaniyle bir nevi kardeşliği vardır. Kâfirin ruhunda hırs, adavet olduğu gibi nefsini iltizam ve nefsine itimadı vardır. Bu sırra binaendir ki, dünya hayatında bazan galebe kâfirlerde olur. Ve keza kâfir, dünyada hasenatının mükâfatını (filcümle) görür. Mü'min ise, seyyiatının cezasını görür.Bunun için dünya kâfire Cennet (yani âhirete nisbeten), mü'mine Cehennemdir. (Yani saadet-i ebediyesine nisbeten). Yoksa dünyada dahi mü'min yüz derece ziyade mes'uttur, denilmiştir.Ve keza iman, insanı ebediyyete, Cennet'e lâyık bir cevhere kalbeder. Küfür ise ruhu, kalbi söndürür. Zulmetler içinde bırakır. Çünkü, iman, kabuğunun içerisindeki "lübb"ü gösterir. Küfür ise, lübb ile kabuğu tefrik etmez. Kabuğu aynen "lübb" bilir ve insanı cevherlik derecesinden kömür derecesine indirir. M.N.) KÂFİR-İ Nİ'MET Nankör. Nimeti inkâr eden. KÂFİRANE f. Kâfire yakışır şekilde, kâfir gibi. KÂFİRÛN Kâfirler. KÂFİRÛN SURESİ Kur'an-ı Kerim'de 109. sure olup El-Kâfirûn da denilir. KAFÎR Hayvan tersi. KAFİYE Tâbi olan şey. * Herşeyin son tarafı. *Edb: Manzum yazılan satırların ses bakımından sonlarının aynı olması. (Yaman, duman, saman... gibi.) KAFİYEPERDÂZ f. Kafiye uyduran. Şair, nâzım. KAFİYEPERESTLİK Kafiye için safiyeyi feda edecek derecede kafiyeye ehemmiyet vermek. Birinci derecede kafiyeyi düşünüp, mânayı arka plana atmak. KAFİYESENC f. Kafiye dizen. Nâzım, şair. KAFİZ (C: Kufzân-Akfize) Ölçek. KAFKAF şahtere otu. KAFKAF şarap, hamr. KAFKAFE Titremek, titretmek. KAFN Kafa. KÂF-NUN TEZGÂHI (Risale-i Nur Külliyatında geçen bir tabirdir) Allah'ın Kün emriyle her işin olması. (Kün ) "Ol" emri olan bu kelime "Kâf" ve "Nun" harfleri ile yazıldığından böyle denilmiştir. KAFR Arz. Çöl. Beyâban. KAFS Zorla birşey almak. * Gadap, hiddet. * Mevt, ölüm. KAFS Sıçramak. * Hafiflik. * Sevinç, neşat. * Hayvanın ayaklarını bağlamak. KAFSAL Arslan. KAFŞ Yemekten lezzet alma, fazla yemek yemek. * Pabuç. * Cem'etmek, toplamak. KAFŞELİL Kepçe. KAFTA Cima etmek. KAFTAN Ekseriya mükâfat ve taltif olarak giydirilen süslü üstlük elbise. Hil'at, esvab. KÂFUR Beyaz ve yarı şeffaf, kolaylıkla parçalanan bir madde. Sert, güzel kokulu, katı ve yağlı bir madde. * Cennette bir kaynak ismi. KAFUR (KUFUR) Hurma çiçeğinin kılıfı. KAFV Bir kimsenin ardına düşüp ittibâ etmek, ona tâbi olup uyma.KAFY : Uymak. * Kafasına vurmak. KAFZ (KAFAZÂN) Sıçramak. KAFZEA (C: Kafâzi) Başın çevre yanlarının saçı. KÂGAZ f. Kâğıt. KAĞITHANE Kâğıt fabrikası. * İstanbul'da vaktiyle böyle bir fabrikanın bulunduğu yerdeki mesire. KAĞNI (Kağlı) İki tekerleri dingille sâbit öküz arabası. KAGŞAR Yıkılmak üzere. Yıkılıp harabolmaya yüz tutmuş. KÂH f. Saman. Saman çöpü. KÂH f. Köşk, kasır. * Tek oda. Bir gözlü oda. * Yüksek binâ. KAH Sultan. KAHA Ev ortası, saha. KAHAL Koyunların derisini kurutan bir hastalık. KAHAME İlerlemiş yaşlılık. KAHB Yaşlı, ihtiyar. * Büyük dağ. KAHBA (KAHBE-KUHBE) Kırmızısı çok olan beyaz nesne. KÂHBAN f. Harman bekçisi. KAHBE Namussuz kadın. Fâhişe. * Mc: Hilekâr, kalleş ve sözünde durmaz adam. KAHD Koyunun beyaz kuzusu. * Açılmamış nergis. KÂHDAN f. Samanlık. İçine saman doldurulan oda. KAHDE (C.: Kıhâd) Devenin hörgücü dibi. KAHF Kap içindeki suyun tamamını içme. KÂHGİL f. Samanlı sıva çamuru. KAHHAR Galib-i Mutlak ve her an kahretmeğe muktedir olan Allah (C.C.) Hak Celle ve A'lâ'nın esmâ ve sıfâtındandır. KAHHARANE Kahharcasına. Kahredercesine. KAHİF Şiddetli yağmur. KÂHİL Saçına ak düşmüş adam. Yaşlı, ihtiyar. Tembel. KÂHİLANE f. Tembelce, tembelcesine, tembel olana yakışır surette. |
Osmanlıca Sözlük (K Harfi)-Osmanlıca Sözlük (K Harfi)İle İlgili Kelimeler...
RE: Osmanlıca Sözlük (K Harfi) KÂHİN Karışık ve tahmini sözlerle gaibden haber verdiği söylenen kimse. Haberci. Falcı. * Âlim.(Kâhinlere gaybi haberleri getirmek için şeytanlar, tâ semavata çıkıp kulak veriyorlar, yarım yamalak yanlış haberler getiriyorlar diye tefsirlerdeki ifadelerin bir hakikatı şu olmak gerektir ki; semavat memleketinin pâyitahtına kadar gidip o cüz'i haberi almak değildir. Belki cevv-i havaya dahi şumulü bulunan semavat memleketinin (teşbihte hata yok) karakol haneleri hükmünde bazı mevkileri var ki, o mevkilerde Arz memleketi ile münasebetdarlık oluyor, cüz'i hadiseler için, o cüz'i makamlardan kulak hırsızlığı yapıyorlar. Hatta kalb-i insani dahi o makamlardan birisidir ki, melek-i ilham ile şeytân-ı hususi, o mevkide mübareze ediyorlar. Ve hakaik-ı imaniye ve Kur'aniye ve hadisat-ı Muhammediye (A.S.M.) ise, ne kadar cüz'i de olsa, en büyük, en külli bir hadise-i mühimme hükmünde en külli bir daire olan Arş-ı Azamda ve daire-i semavatta (temsilde hata olmasın) mukadderat-ı kâinatın mânevi ceridelerinde neşrolunuyor gibi her köşede medâr-ı bahsoluyor, diye beyan ile beraber, kalb-i Muhammediden (A.S.M.) tâ daire-i Arşa varıncaya kadar ise, hiçbir cihetle müdahale imkânı olmadığından, semavatı dinlemekten başka, şeytanların çaresi kalmadığını ifade ile, Vahy-i Kur'ani ve Nübüvvet-i Ahmediye (A.S.M.) ne derece yüksek bir derece-i hakkaniyette olduğunu ve hiç bir cihetle hilâf ve yanlış vahy ile ona yanaşmak mümkün olmadığını, gayet beliğane, belki mu'cizane ilân etmek ve göstermektir... L.)
KÂHİNANE f. Kâhin gibi ve ona benzer şeklide haberler veren. Bir nevi zan ile gaibden haber verir gibi. KÂHİNE Kadın kâhin. KAHİR (A, uzun okunur) Üstün gelen. Yenen. Galip gelen. * Zorlayan. Mecbur eden. KAHİR-ÜL EŞRÂR Şerleri ve kötülükleri ortadan kaldırıp yok eden. Haydutları kahreden. KAHİR-ÜS SÜMUM Panzehir. KAHİT Şiddetli kıtlık olan sene. KAHİZ Müşkil, zor nesne. KAHKAHA Yüksek sesle ve çokça gülme. KAHKAHAZEN f. Kahkaha atan, fazlaca yüksek sesle gülen. KAHKAHA' Öldürücü bir yılan. KAHKAR Taş. KAHKAR Katı, sert, sağlam taş. KAHKARA Geri geriye gelme, dövüşerek çekilme. KAHKARÎ Birdenbire geri dönme, aniden arkaya dönme. * Geri çekilmekle ilgili, geri dönmekle ilgili. KAHKARİYE Geri dönme. Rücu'. KAHL Göze sürme çekmek. KAHL (KUHUL) Kurumak. KAHL Zemmetmek. * Nimete nankörlük etmek. KAHLESE Yuvarlak baş. KAHM (Kuhum) : Düşünmeden kendini bir iş içine atmak. KAHPE (Bak: Kahbe) KAHR Zorlama. Cebir. * Ezme. Mahvetme. * Fazlaca üzüntü. Keder içine işleme. * Cenâb-ı Hakkın şiddetli ve azab verici vasıflarının tecellisi. (Kahr, lütfun zıddıdır.) (Bak: Celal) KAHR-I DEHR Dünyânın ve zamanın kahrı. KAHR-I HİDDET Hiddetin ve kızgınlığın yıkıcı galebesi. KAHR Yaşlı, ihtiyar kişi. * Yaşlı at. * Yaşlı deve. KAHRAMAN (C.: Kahramanan) f. Yiğit, cesur, bahadır. * Fars mitolojisinde Rüstem'in yendiği kişi. * İş buyuran, hüküm sâhibi. KAHRAMANAN (Kahraman. C.) f. Kahramanlar. Cesur kimseler, yiğitler. KAHRAMANANE f. Kahramanca, yiğitçe, cesurane. KAHRAMANÎ f. Yiğitlik, kahramanlık, cesurluk. KAHREBAN Kehribar. KAHRENÎ Kahr ile, zorla. Ezerek, cebren. KAHT Kıtlık. Kuraklık. Kuraklıktan dolayı mahsulün yetişmemesi. KAHT-I RECUL (Kaht-ı rical) Adam kıtlığı. Değerli devlet ve siyaset adamlarının yokluğu. KAHT Ü GALÂ Yokluk. Kıtlık. Fakirlik. * Pahalılık. KAHUS Uzun boylu erkek. KAHVALTI t. Sabah ve ikindi vakitleri yenilen hafif yemek. KAHVE şarap. * Hâlis süt. * Kahve. * Güzel koku. * Bolluk, bereket. * Kahvehane. KÂHYA Büyük konaklarda ev işlerini idare eden kimselerle san'at ve ticaret sahiplerinin işlerine bakmak üzere hükümet tarafından seçilen kimselere eskiden verilen addır. KAHZ (Ok atmak. * Sıçramak. * Yarmak. KAHZ (KIHZ) İbrişim karışıklı beyaz bez. KAIF Yeri kazıp götüren, toprağı sürükleyen yağmur. KAILE (C.: Kavâil) Dağ başı. KAİB (C.: Kevâib) Tomurcuk memeli kız. KAİBE Hüzün ve gamdan perişan olmak. KAİD (A, uzun okunur) Süren. Sevkeden. * Koyunların önünden giden ve "Küsem" denilen koyun. * Yedeğine alıp çeken. Çavuş. Serasker, kumandan. * Sıradağ. * Geniş ark. KAİD (Kuud. dan) Oturan, oturucu, oturmuş. KAÎD (C.: Kavayid) Çekirge. * Ulu, yüce kişi. KAİDAN (Kaid. C.) Kumandanlar, komutanlar, seraskerler. KAİDE Esas. Temel. Düstur. Nizam. Yol. Ayaklık. * Dip taraf. * Bir şeyin meydana gelmesine şart ve düstur olan husus. * Bir ilim ve fennin düsturlarından her biri. * Fık: Hayızdan ve çocuktan kesilmiş kadın. KAİDE-İ KÜLLİYE Açık ve sarih olan kaide ve hüküm. Herşey hakkında tatbik edilebilen, umumi kaide. KAİDE-İ RABT Bağlama kaidesi, bağlama cümlesi. KAİDEN Oturarak, oturduğu hâlde. KAİDEŞİKEN f. Kaide ve usullere uymayarak. Kuralları çiğniyerek. KAİDEŞİKENÂNE f. Usul ve kaideye riayet etmeyerek, kuralları çiğneyerek, kaideyi bozarak. KAİDETEN Kaide ve hükümlere göre. Kurala uygun olarak. KAİDEVÎ Kaide ve kural ile alâkalı. * Mat: Tabana ait. KAİD-ÜL CEBEL Dağın çıkıntısı, burnu. KAİD-ÜL CEYŞ Orduyu, askeri idare ve sevkeden. Kumandan. Serasker. KAİL Söyleyen. Anlatan. Nakleden. Söz sahibi. İnanmış. * Boyun eğmiş. Rıza göstermiş, razı olmuş. KAİM Ayakta duran. Mevcut. Baki. * Vaktini ibadetle geçiren. KAİME Uzun bir kâğıda yazılan ferman. * Kitap yaprağı. * Kâğıt para. KAİMEN Ayakta durarak. Yıkılmamış. * Canlı olarak. KAİM-MAKAM Birinin yerine geçen. Kaymakam. Bir kazayı (İlçe) idâre eden memur. Osmanlılarda, binbaşı ile miralay arasındaki askeri rütbe. Yarbay. KÂİN Olan. Var olan. Bulunan. Mevcut. KÂİNAT Var edilen şeylerin hepsi. Yaratılanlar. Mevcudat. Âlemler. KÂİNAT-I NÂİME Uyuyan kâinat. KÂİNAT-EFRUZ f. Kâinatı süsleyen, cihanı donatan. KAÎR Daha derin, çok derin. KAÎS Çok yağmur. KÂJ f. Eğri, bükülmüş. * Şaşı. KAK Uzun, tavil. * Alaca karga. KA'K Kuru ekmek. Peksimet. KA'KA Kuru, yâbis. Meşakkatli yol. * Yemame'den Kûfe'ye giden geniş yol. KA'KA' Korkak, zayıf kişi. KA'KAA Silâh çatırtısı. Kılınç veya süngü gibi silâhların birbirine çarpmasından çıkan ses. KA'KEA Men'etmek, engel olmak. * Hapsetmek. KAKUM Kürkü makbul bir cins kedi. KAKUNC Kanbel otu. (İt üzümünün bir nevidir.) KAKUZE (C.: Kavâkiz) Boş maşrapa. KAKÜL (Kâgül) f. Alnın üzerine sarkıtılan kısa kesilmiş saç. KAL' Bir şeyi kökünden çekip koparmak. * Kendisinden iyi kalay çıkan maden. * Azletmek. Bir tarafa ayırmak.(... İşte bak: şu cezire-i vasiada vahşi ve âdetlerine mutaassıb ve inadcı muhtelif akvamı ne çabuk âdât ve ahlâk-ı seyyie-yi vahşiyanelerini def'aten kal' u ref' ederek bütün ahlâk-ı hasene ile teçhiz edip bütün âleme muallim ve medeni ümeme üstad eyledi... M.N.) KAL'-İ EŞCAR Ağaçların sökülmesi. KAL (A, uzun okunur) Söz. KÂLA f. Kumaş. * Ev eşyası, giyim eşyası. * Sermaye, anamal. KAL'A Kale. Eskiden yapılan büyük merkezlerin ve şehirlerin bulunduğu etrafı duvarlarla çevrili ve düşmanın hücumundan muhafaza edilen yüksek yerlerde inşa edilmiş yapı. * Çobanın çantası. * Hurma ağacının dibinden kesilen taze fidan. KAL'A-BEND f. Bir kale içinde yaşamağa mahkûm olmuş olan. Kal'aya bağlanmış. KAL'A-DÂR f. Kale koruyucusu, kal'a muhafızı. Dizdar. KALA Buğz, adâvet. KALAFAT Geminin tahtalarının aralıklarını üstüpü vs. ile doldurup üzerine zift sürme işi. * Sahte süs, düzen. KALAFAT Vaktiyle Yeniçeri Ağasının giydiği kırmızı bir başlık. KAL'A-GİR f. Kale tutan. KALAH Diş sarılığı. * Sarık uzunluğu. KALAİD (Kılâde. C.) Gerdanlıklar. * Akarsular. KALAİL (Kalil. C.) Az şeyler, kaliller. KALAK Can sıkıntısı. Gönül darlığı. Kararsızlık. * Zahmet. Meşakkat. KAL'A-KÜŞA f. Kale zapteden. KALALİB (Kullâb. C.) Çengeller, kancalar. Uçları eğri olup bir şeyler asmağa yarayan demirler. KALÂNİS Takkeler, külâhlar. KALÂNİSÎ Takkeci. KAL'A-NİŞİN f. Kalede oturan. KALANSUVE (KULENSİYE) (C.: Kalânis-Kalânis-Kılâs) Takke, külâh, kavuk. (Bak: Kalensüve) KALANTOR Zenginliğini göstermeye özenen kellifelli ve şişman adam. KALAR f. Büyük sel yarıntısı. KALAVRA Eskimiş meşin eşya veya yamalı ayakkabı. KALAYE Kilise odası. KALB Vücudun kan dolaşımı merkezi. Yürek. * Gönül. * Herşeyin ortası. * Bir halden diğer bir hale çevirme. Değiştirme. *İmanın mahalli. * Fuâd, sıkt-ül ilim, tâbut-ül ilim, beyt-ül hikmet, via-i ilim de denilir. (Dâima değiştiği ve hareket halinde olduğu için kalb ismi verilmiştir.) Bir şeyi geri döndürmek ve çevirmek. * Yüreğe vurmak veya dokunmak. Gönüle dokunmak. * Bir şeyin içini dışına ve dışını içine çevirmek. * Aks ve tahvil.(Ehl-i tahkik indinde; çam kozalağı şeklindeki cismanî et parçasına taalluk eden letaif-i Rabbaniyedir. Bütün kuvvetin mebdeidir. Dimağ ise; bütün hislerin mebdeidir.)(Kalb, imanın mahalli olduğu gibi, en evvel Sâni'i arayan ve isteyen ve Sâni'in vücudunu delâili ile ilân eden, kalb ile vicdandır. Zira kalb, hayat malzemesini düşünürken, en büyük bir acze mâruz kaldığını hisseder etmez, derhal bir nokta-i istinadı; kezalik, emellerin tenmiyesi (nemâlandırmak) için bir çare ararken, derhal bir nokta-i istimdadı aramağa başlar. Bu noktalar ise, iman ile elde edilebilir. Demek, kalbin sem' ve basara hakk-ı takaddümü vardır.Kalbden maksad; sanevberî (çam kozalağı) gibi bir et parçası değildir. Ancak, bir latife-i Rabbaniyyedir ki, mazhar-ı hissiyatı, vicdan; ma'kes-i efkârı, dimağdır. Binaenaleyh, o latife-i Rabbaniyyeyi tazammun eden o et parçasına kalb tabirinden şöyle bir letafet çıkıyor ki; o latife-i Rabbaniyenin insanın maneviyatına yaptığı hizmet, cism-i sanevberînin cesede yaptığı hizmet gibidir. Evet, nasıl ki bütün aktar-ı bedene mâ-ül hayatı neşreden o cism-i sanevberî bir makine-i hayattır; ve maddî hayat onun işlemesi ile kaimdir. Sekteye uğradığı zaman cesed de sukuta uğrar. Kezalik o latife-i Rabbaniye a'mâl ve ahvâl ve mâneviyatın hey'et-i mecmuasını hakikî bir nur-u hayat ile canlandırır, ışıklandırır; nur-u imanın sönmesi ile mâhiyeti, meyyit-i gayr-i müteharrik gibi bir heykelden ibaret kalır. İ.İ.) (Bak: Hiss-i sâdis) |
Osmanlıca Sözlük (K Harfi)-Osmanlıca Sözlük (K Harfi)İle İlgili Kelimeler...
RE: Osmanlıca Sözlük (K Harfi) KALB-İ ÂHENİN Demir gibi metin ve sağlam olan kalb.
KALB-İ HABİDE Uyumuş kalb. KALB-İ HARÂB Harab olmuş gönül. KALB-İ MECRUH Yaralı kalb. KALB-İ METRUK Terkedilmiş kalb, bırakılmış gönül. KALB-İ MUNTAZAM Edb: Harfleri ters okunduğu zamanda da bir mâna çıkan kelimedir. Meselâ: "Reşat, taşer" gibi. KALB-İ MUZTARİB Iztırab çeken kalb. KALB-İ NÂ-ŞÂD Hüzünlü gönül, kederli kalb. KALB-İ SELİM Temiz gönül. KALBEN İçten, kalbden, yürekten, gönülden. Samimi olarak. Kendi kendine. KALBGÂH f. Ordunun sağ ve sol kanadlarının ortası. Merkez bölümü. * Canevi. KALBÎ İçten. Yürekten. Kalbe ait ve müteâllik. Samimiyetle. Riyâsızca. KALBOLMA t. Başka hâle gelme. Değişme. KÂLBÜD f. Kalıp, şekil. * Gövde, beden, insan veya hayvan cesedi. KALBZEN f. Kalpazan. Sahte para basan. * Yalancı. KALD Gümüş bilezik. KALE (A, uzun okunur) Dedi. O söyledi. KALE (Bak: Kal'a) KALE f. Kumaş. * Ham kavun, kelek. KALE Söz söylemek. KALEB Dudak dışarıya sarkmak. KALEB (C.: Kavâlib) Kalıp. KALEBE Hastalık. İllet. KALEHZEM Yeyni, hafif. * Suyu çok olan büyük deniz. KALE-KÎLE Dedi-denildi şeklindeki nakiller. KALEM (C.: Aklâm) Kamış. Yazı için ucu inceltilen bir nevi ince ve sert kamış. * Yazı yazmak için kullanılan her türlü âlet. * İfâde. Üslub. * Mâden, taş ve tahta üzerinde oymak için ucu sivri çelik âlet. * İnce boya, fırçası. * Yazı enva'ı. * Resim. Nakış. * Resmi dâirelerde kâtiplerin çalıştıkları oda. * Ağacı aşılamak için kullanılan ucu kalem gibi yontulmuş ince çöp. * Çiçek ve sâir hastalıklara karşı kullanılan aşıyı hâvi ufak şişe. * Ok. KALEM SURESİ Kur'an-ı Kerim'in 68. suresinin ismidir. Mekkîdir. KALEMDAN f. Kalem kutusu, kalemlik. KALEMEN Yazı ile, kalem ile. * Sayıca, sayı bakımından. KALEMGİR f. Yazı yazarken kalemin kâğıda takılmadan rahatlıkla kayması. KALEMÎ (Kalemiyye) Kalemle alâkalı. Kalemle münâsebet ve alâkası olan. KALEMİYYE Eskiden kalemlerde yazı karşılığı olarak alınan para. KALEMKÂR f. Tülbent veya ince kumaş üzerine fırça ile şekiller yapan yazmacı. * Maden üzerine kazarak şekiller yapan kimse. * Duvar veya tavanlara süs yapan, nakkaş. KALEMKÂRÎ f. Resimcilik, ince nakkaşlık. * İnce nakkaşın elinden çıkmış. KALEMKEŞ f. Yazan, yazıcı, yazar, müellif. * Çizen. * Yazıda silinti yapan. KALEMREV f. Bir hükümdar veya hükümetin hükmünün geçtiği yer. KALEMZEDE f. Yazılmış, kaleme alınmış. KALEMZEN f. Yazan, yazıcı, kâtib. KALEN (A, uzun okunur) Söylemek suretiyle. Söyleyerek. KALENDER f. Dünyayı terkederek elini çekip Allah yolunda giden kimse. * Dünyâdan elini çekip herşeyi hoş gören kimse. * Dünya alâkalarından uzak, alâyişe aldanmaz hakikat adamı. Filozof. KALENDERÂNE f. Kalenderce. Kalender olan bir kimseye yakışır surette. KALENDERÎ f. Feylesofluk; kalenderlik; dervişlik; serserilik. * Edb: Halk edebiyatı tâbirlerindendir. Halk şâirleri "mef'ulü, mefaîlü, mefaîlü, feûlün" vezninde tanzim ettikleri gazele bu adı verirler. KALENSÜVE Üzerine sarık sarılarak başa giyilen külâh. * Mantarın başlığı, tablası. KALES Kusuntu. KALET (C.: Kılât) Helâk olmak. * Dağlarda, içinde su biriken çukur. * Göz çukuru. * Baş parmağın dibinde olan çukur. KALFA Sarayla konaklardaki cariyeler hakkında kullanılan bir tâbir idi. Konaklarda bu tâbir, daha çok bunların eskileri ve yaşlıları hakında kullanılırdı. Gençlerine "kız" denilir ve adlarıyla çağrılırlardı. * Eski tarz mekteblerde öğretmen yardımcısı. * Bir san'atta usta ile çırak arasındaki işçi. KALGAY Eskiden Kırım Hanlığı'nın veliahtlerine verilen ünvan. KALH Eşek anırtısı. Aygır kişnemesi. KALH Ferc. KALHEBAN Uzun, tavil. KALHEBE Beyaz bulut. KALIB (Ka, uzun okunur) Hususi bir biçim, bir şekil alması istenen bazı şeylerin konmasına mahsus araç. (Buz kalıbı, çizme kalıbı gibi) * Hususi surette dökülmesi istenen şeylere mahsus zarf. * Beden, vücut, gövde. * Şekil ve suret nümunesi, örnek. * Bir kalıba dökülmüş veya kalıptan çıkmış şey. KALİ' (Kal. dan) Kökten söküp atan. Kökünden çıkaran. KALÎ Dedikoducu, gıybet eden, çekiştirici. * Söylemekle. Söylenmiş. Söz olarak. Söze dair ve müteallik. KALİ f. Halı. KÂLÎ Veresiye satmak. KALÎB Kuyu, çok eski zamandan kalmış kuyu. KÂLİB (KELİB) İt tutan kimse. Köpeğe av tâlim ettiren kimse. KALİÇE f. Küçük halı. KALÎF Hurma kabuğu. KALİF Sünnet olmamış kimse. KALİFİYE Fr. Yetişmiş usta, işçi vs. KÂLİH Katı, şiddetli, şedid. KALİL Az. * Bodur kimse. KALİL-ÜL BİDÂA Sermayesi az. KALİLEN Az olarak. KALİTA ing. Eskiden kalyon cinsinden yük gemisi. KALİTE Fr. Vasıf. KALİYYE Tava kebabı. * Kavrulmuş. KALİZEM Kuyu. * Suyu çok olan deniz. KALKADİS Siyah boya. KALKAL Deprenmiş, hareket etmiş. KALKALE Bir şeyi titretmek. * Tecvidde: Okurken harflerin üzerinde birden durarak harfi, mahrecinden çıkar çıkmaz kesmek suretiyle bu harfleri tekrar okumak. Kalkale ile okunan harfler şunlardır: Kaf, tı, ba, cim, dal. (Hakk kelimesinde okunduğu gibi) KALLA' Beylere koğuculuk yapan yalancı. * Halk içinde tanınmak için kendine bir alâmet yapan kimse. KALLAB (Kalb. den) Düzenbaz, hilekâr. * Kalpazan. Sahte para basan kimse. KALLAS Takke dikici, takke diken. KALLAŞ Kalleş. Hileci, dönek. KALLAVÎ Vaktiyle vezirlerin giydikleri bir cins kavuk. KALLE Az olmak. KALLEYS San'a şehrinde bir kilise. KALLİ t. Sözlü. Dil ile. KALLİDNÂ Boynumuza geçir, tak (manâsındadır). KALM Kesmek. KALMES Ulu kişi, seyyid. KALORİ Lat. Bir kilogram suyu bir derece ısıtmak için lâzım olan ısı miktarı. * Gıdaların vücuda yarayışlı olması ve hararet vermesi bakımından değeri. KALP t. Hileli. Sahte. Taklit. * Yalandan cesaret satan korkak adam. * Yalancı. Kendisine güvenilmez olan. KALTABAN f. Namussuz. Pezevenk. KALÛ (A, uzun okunur) Dediler. Onlar söylediler (meâlinde fiil). KALÛ BELÂ Cenab-ı Hak ruhları yaratıp, onlara Rabbiniz değil miyim, meâlinde: "Elestü Bi-Rabbiküm" buyurduğunda, ruhlar: "Evet Rabbimizsin" meâlindeki Kalu Belâ diye cevap verdiklerini bildiren Kur'andaki bir tâbirdir. (Bak: Bezm-i elest) KÂLUC f. Küçük parmak. * Güvercin kuşu. KAL U KÎL "Dedi denildi" şeklindeki nakiller. KÂLUS f. Ahmak, ebleh, akılsız. KALUS (C.: Kulus-Kalâyıs) Ayakları uzun genç deve. * Yüksek. * Murdarlıklar akan çay. Kirli ırmak. KÂLUSANE f. Akılsızcasına, ahmakçasına. KALUŞE f. Çömlek. * Tencere. KALY Et ve buğday kavurmak. * Buğz, adavet, düşmanlık. KALYAN f. Nargile. KALYON Buharlı gemilerin icadından evvel kullanılan yelkenli ve kürekli harp gemilerinden biri. KÂM f. İstek. Arzu. Maksad. Murad. Dilek. Lezzet. * Ağzın üstü. Damak. * Koyun, sığır ağılı. * Ağaç kilit. KÂM U NÂKÂM Elbette, ister istemez. KAM' Kahretmek. Zelil etmek. * Zabtetmek. Ezmek. Kırmak. * Hasta etmek. * Başına vurmak. * Bir sese kulak verip dinlemek. * Ağzı dar olan bir şeyin içine huni ile akıcı maddeyi koymak. * Huni. KA'M (C.: Kiâm) Devenin ağzını bağladıkları şey. * İçinde silah saklanan kap. * Bağlamak. * Öpmek. KAMA İki tarafı keskin, ucu sivri ve enli bıçak. * Duvara veya keresteye çakılan büyük tahta çivi. * Ağaç, kütük ve sâireyi yarmak için kullanılan ucu ince, arka tarafı kalın ağaç veya demir takoz. KAMAKIM (Kumkuma. C.) İçlerine mürekkep, zemzem gibi şeyler konulan yuvarlak testiler. KAMAME Süprüntülük. KAMARA Vapurlarda mevki sayılan odalar ve salonlar. * Gemide kaptan gibi erkâna mahsus odalar. * Buğday ve arpa gibi mahsul demetlerinden harman yerinde yapılan küme. * Avrupa devletlerinde millet meclisi. KAMARÎ (Kumriye. C.) Dişi kumrular. KAMAROT Vapurlarda kamaraların hizmetini gören adam. KAMATIR (KAMTARİR) Katı, sağlam. KÂMBAHŞ f. Herkesin isteğini yerine getiren. * Bağışçı, ihsan edici. KAMBER (Bak: Kanber) KÂMBİN f. Merâmına erdiren. İsteğine kavuşturan. KÂM-BİNAN (Kâm-bin. C.) f. Bahtiyarlar, mesutlar, mutlu kimseler. KÂM-BİNÎ f. Bahtiyarlık, saadet, mutluluk. KAMCERE Islah etmek. KÂMCU f. İsteğini ve meramını arıyan. Maksadına ve gayesine ulaşmak isteyen. KÂME f. Arzu, istek, meram, gaye, maksad.KAM'E $ (Kumu') : Hakaret. KAME (C.: Kumme) Başını sudan kaldıran davar. KAMEA (C.: Kamâ) Büyük gök sinek. * Gözün kirpikleri diplerinde çıkan sivilceler. KAMED Binanın temeli. KAMEL Bitli kişi. * Karnın büyük olması. KAMEN Lâyık. KAMENCER Yaycı, kavvas. KAMER Gökteki ay. Hilâl. * Ay ışığında uyumayıp uyanık durmak. KAMER SURESİ Kur'an-ı Kerim'in 54. Suresinin ismi olup İktarabet Suresi de denir. Mekkîdir. KAMERÎ Ay ile alâkalı. KAMERÎ SENE Arabi aylara göre olan yıl. Senesi 360 gün olan yıl. (Bak: Hicret) KAMERİYYE Çardak. Bahçelerde, mehtaplı gecelerde oturmak üzere yapılıp, etrâfı sarmaşık v.s. çiçeklerle örtülü bulunan yer. Küçük köşk. KAMERVARİ f. Ay gibi, kamere benzercesine. KAMES Suya daldırmak ve batırmak. * Hareket edip acı çekmek. KAMET (A, uzun okunur) Namaza başlama işâreti, namaz kılmak için okunan ezan. * Boy. Boy-bos. Endam. KAMET-İ BÂLÂ Uzun boy. KAMET-İ KIYMET Kıymet ve değerinin mertebesi. Manevî büyüklük. KAMET-İ MEVZUN Düzgün ve yakışıklı boy. KAMET-İ NÂMİYE Gelişme ve büyüme kabiliyetinde olan endam, boy. |
Osmanlıca Sözlük (K Harfi)-Osmanlıca Sözlük (K Harfi)İle İlgili Kelimeler...
RE: Osmanlıca Sözlük (K Harfi) KAMET-İ ÖMR Ömür boyu. Bütün hayat müddetince.
KAMET ALMAK Namaza başlamak için, hususen farz namazından önce ezan okumak. KAMEZ Menfaatsiz, hor hakir nesne. KÂMGÜZAR f. İsteğini elde edebilen. Arzusuna kavuşabilen. KAMH Buğday. * Yukarı kaldırmak. KAMH Yemeğe iştihâsı az olmak. * Suya dalmak. * Davarın başını sudan kaldırması. KAMHA Kasap merhemi adı verilen ilaç. KAMIH Kam' eden, ezip kıran, mahveden, perişan eden. Kahreden, yok eden. Alçaltan, zelil eden. KAMIH Tarhana. * Kokutup ekşitilmiş şey. KAMIH Suyu içmeyip, başını kaldırıp duran davar. KÂMİL (Kemal. den) Bütün, tam, olgun, eksiksiz, kemalde olan, kusursuz. Kemal ve fazilet sâhibi. * Resul-i Ekrem'in de (A.S.M.) bir vasfıdır. * Yaşını başını almış, terbiyeli ve görgülü kimse. * Âlim, bilgin kişi. * Bir aruz kalıbı ismi.(Büyük görünme küçülürsün...Kâmillerde, büyüklük mikyasıdır küçüklük, Nâkıslarda küçüklük mizanıdır büyüklük. S.) KÂMİL-İ UKALÂ Kemalde olan mükemmel akıl sâhibleri. Akılların kâmili. KÂMİLEN Noksansız, eksiksiz olarak. Tam olarak. Kâmil olarak. Bütünü ile. Tamamen. KAMİM Tere otunun kurusu. KÂMİN(E) Saklı. Gizli. Belirsiz. Pusuda duran. KÂMİNUN (Kâmin. C.) Saklı ve gizli olanlar. KAMİS Gömlek. * Döl yatağını kaplayan ince deri. * Bâzı nebatlardaki ince zar. KAMİT Bağlanmış. * Tam olgun, kâmil. KAMKAM (C.: Kumâkım) Ulu, şerif kimse. *İyi, keskin kılıç. * Büyük deniz. * Çok adet. * Saç dibine düşen ******. * Küçük kene. KAMKAME (C.: Kamkâm) Büyük, derin deniz. KÂMKÂR f. İsteğine ulaşmış. Matlubunu elde etmiş. Hedef ve gayesine varmış. * Mutlu, bahtiyar, mes'ud. KÂMKÂRANE f. Mutlu olan bir kimseye yakışır şekilde, mutlulukla. KÂMKÂRÎ f. Mutluluk, saâdet, bahtiyarlık. Murada ermeklik. KAML(E) Bit, kehle. KAMLUL Yabâni hıyar. KAMM Evi süpürmek. KAMMAS Suya dalan. KAMMAŞ Külhancı. KAMME Süpürmek. KÂM NA KÂM f. İster istemez. KAMP Karargâh. Kırda asker, izci veya talebelerin kurdukları karargâh. * Esirler karargâhı. KAMPANYA Sıkı bir iş ve çalışma devresi. * Maksatlı uğraşma. Bir maksad için faaliyete geçme. KÂM-PERVER (C.: Kâmperverân) Emel besleyici. KAMR Göz kamaşmak. KAMRA Ay ışığı olan gece. KÂMRAN f. Arzusuna nâil olan, bahtiyar, mes'ud. KÂMRANÎ f. Mutluluk, kâmranlık. İsteğine, arzusuna kavuşmuş olma. KÂMREVA f. İsteğine erişen. Arsuzuna kavuşan. Gayesine ulaşan. KAMS (KIMÂS) Hareket ettirmek. * Davar önüne sıçramak. KAMŞ Bir şeyi şundan bundan toplamak. KAMT Kuş, dişisine cima etmek. * Doğan çocuğu beze sarmak. KAMTARİR Çatık suratlı. KAMU (Kamuğ) t. Hep, bütün, tamamen. KAMUFLAJ Fr. Gizlenme, örtme. Aldatma gayesiyle yapılan tertibat. Daha ziyade harp zamanlarında araçlar ile insanların, bulundukları mekâna göre kılığa girmeleri. KÂMURAN (Bak: Kâmran) KAMUS Deniz. Derya. * Denizin ortası, derin yeri. * Büyük Lügat Kitabı. KAMUS-İ ARABÎ Arapça lügat kitabı, Arapça sözlük. KAMUS-İ OSMANÎ Osmanlıca sözlük. KAMUS-İ TÜRKÎ Türkçe lügat kitabı, Türkçe sözlük. * Şemseddin Sâmi'nin yayınladığı Türkçe lügat. KAMUS Arslan, esed. KÂMVER f. İsteğine kavuşmuş. Gaye ve maksadına vâsıl olmuş. Mutlu, bahtiyar. KÂMVERÂN (Kâmver. C.) f. Mutlular, bahtiyarlar, arzularına kavuşmuş olanlar. KÂMYAB İsteğine kavuşmuş. Murâdına ermiş olan. KÂN f. Bir şeyin menbaı. * Kuyu. Kaynak. * Mâden ocağı. * Bir keyfiyetin. (niteliğin) bol olarak bulunduğu kimse. KÂN-I KEREM Kerem, lütuf ve ihsan menbaı. KÂN-I MERHAMET Merhamet kaynağı. KÂN f. Ahmak, ebleh. Câhil. İdraksiz, düşüncesiz. KANA Süngüler. KANAAT Aç gözlü olmayıp hırs göstermemek. Kısmetinden fazlasına göz dikmemek. Helâl ile yetinip haramı istememek. Az şeyi de olsa kısmetine razı olmak.(Semere-i sa'yine ve kısmetine rıza kanaattir, meyl-i sa'yi kuvvetlendirir. Mevcuda iktifa dûnhimmetliktir. M.) (Bak: Himmet) KANAATBAHŞ f. Kanaat verici, inandırıcı. KANAATKÂR f. Kanaat sâhibi. Kanaat edip az şeyle iktifâ eden. KANAATKÂRANE f. Kanaat sâhibi bir kimseye yakışır tarzda. KANADİL (Kandil. C.) Kandiller. KANAFİZ (Kunfuz. C.) Kirpiler. * Dağ fareleri. KANAH (C.: Kanevât-Kınâ-Kınaâ) Yer altında olan su yolu. * Kendir ağacı. KAN'AR Büyük, kaba budaklı ağaç. KANAS Av yeri. KANAT (C.: Kanavât) Yeraltına döşenmiş olan künk. Küçük kanal, su borusu. * Sopa, mızrak. KANATA ing. Bol ağızlı su testisi. * Sıvı koymaya mahsus kap. * Bazan ölçü gibi de kullanılır. KANATİR (Kantar. C.) Kantarlar. KANATİR (Kantara. C.) Taştan yapılan kemerli büyük köprüler. Kantarlar. KANAVAT (Kanât. C.) Yeraltına döşenmiş olan künkler. Su yolları. * Mızraklar, sopalar. KANAZI' (Kunzua. C.) Uzamış saç. * Baş traş edilirken yer yer bırakılan saç. KANBER Hz. Ali'nin (R.A.) sâdık, vefakâr ve sevgili kölesinin adı. * Mc: Bir evin gediklisi. * Herşeye burnunu sokan, her düğün ve eğlencede bulunan bir adamdan kinâye olarak kullanılır. KAND Şeker, şeker kamışının donmuş suyu. KANDAL Büyük başlı. KANDAVE Yaramaz huylu. * Gıdası olmayan taam. * Büyük iri. KANDEFİR Yaşlı kimse, acuz. KANDÎ şekerimsi, şekerle ilgili, şekerden. KÂNE (Kevn. den) İdi, oldu...mânasında, fiilin geçmiş zamanı. KANEF Kulağın küçük ve kalın olması. KANEME Kir. * Yağdan gelen pis koku. KANEŞVERE Hayız görmez kadın. KANFA Kulakları küçük ve kaba olan kadın. (Müz: Aknef) KANFAŞ Yaşlı, ihtiyar. KANFESE Tesbih böceği. KANH Suyu içip kandıktan sonra başını kaldırmak. KANGREN Yun: Canlı vücudun belirli bir kısmında hücrelerin ölmesiyle meydana gelen bir hastalık. KANIS Avcı. KANIT Ümidi tamamen sönmüş. Ye'se düşmüş, ümitsiz, kederli, hüzünlü. KANIT (Bak: Delil) KANİ' (A, uzun okunur) Kanaat eden. Kendinde olan helâla razı olup, başkasının hiçbir şeyine göz dikmeyen. * Kanmış. İnanmış. Tatmin olmuş. KÂNİ (Kinaye. den) Dokunaklı ve iğneli söz söyleyen. Kinayeli konuşan. KANİB İnsan topluluğu. KANİF İnsan cemaati. * Çok yağmur ve bulut. * Geceden bir parça. KÂNİF Udul eden, dönen, yoldan çıkan. KANİSA (C.: Kavânıs) Taşlık denilen ve kuşlarda olan bir organ. KANİT (A, uzun okunur) (Kunut. dan) Kunut ve duâ eden. * İtaatlı. * Sükût eden. KANİTÎN Kunut ve duâ edenler. Allah'a itaat ve ibadet edenler. KÂNİZ Defneden, gömen. KANKAL Büyük kile. KANKANE Yol göstermek. KANKARİS Börek. KÂNKEN f. Madenci. Maden kazıcısı. KANNAD şeker yapan, şekerci. KANNAS Avcı, seyyad. KANNİS Avcı, av. KANNUR Başı büyük kişi. KANS Av. Av avlama. KANSA (Kuşlarda) Kursak. KANTAR Ağırlık ölçüsü âleti. * Binikiyüz dinar, onikibin okiyye, yüz okiyye gibi hudutsuz bir vezindir. * Kırk okka. KANTARA Taştan yapılan, kemerli büyük köprü. KANTARİYYE Kantar ücreti. Tartma parası. KANTİN Fr. Kışla, fabrika, mekteb gibi yerlerde bakkal veya aşcı dükkânı. KANU' Kanaat sâhibi. Kanaatkâr, kanaatli. Hakkına razı olan. KANUN (C.: Kavânin) Herkesin uyması için devletin teşri kuvveti tarafından konulan her türlü meşru nizam, kaide, emir, nehiy ve yasaklar. * Kaziye-i külliye. Kâinatta Allah'ın koyduğu değişmez nizam. KANUN-U ASKERÎ Askerlik kanunu. KANUN-U ESASÎ Temel kanun. Temel ve esasa ait kanun. Bir bünyenin aslını ve mahiyetini teşkil eden kanun. (Bak: Teşkilât-ı esasiye) KANUN-U KADİM Eski âdet. KÂNUN Ocak. Ateş yanan yer. Zaman. * Kış mevsimi. * Sakil, ağır adam. * Kış mevsiminin ilk iki ayı. * Mangal. Soba. KÂNUN-U DEHA Dehâ kaynağı. Dehâ ocağı, akıl, zekâ kaynağı. KÂNUN-U EVVEL, KÂNUN-U SÂNİ Aralık, Ocak. KANUNEN Kanuna göre. Kanunca. Kanuna uyarak. Kanun yolu ile. KANUNİ Kanuna dâir. Kanuna ait. * Avrupavâri kanuna vesile olan Osmanlı Padişahı Sultan Süleyman'ın bir nâmı. (Bak: Sultan Süleyman Han) KANUNİYET Kanunluluk. Kanun haline gelmek. KANUNNAME f. Kanun kitabı. Anayasa. KANUNŞİNAS f. Kanun ve nizam koyan, kanunun inceliklerini bilen. KANVA' Büyük burunlu kadın. KANZAA İbik. |
Osmanlıca Sözlük (K Harfi)-Osmanlıca Sözlük (K Harfi)İle İlgili Kelimeler...
RE: Osmanlıca Sözlük (K Harfi) KAPASİTE Fr. İçine alma, ihtiva etme kabiliyeti. * Kabiliyet, bilgi.
KAPÇAK Tar: Eski zaman muharebelerinde muhasara edilen kalelerin duvarlarına tırmanmak için kullanılan büyük çengel. KAPIKULU Osmanlı devletinin daimi ordusunu teşkil eden yaya ve atlı askerlerin bütününe verilen addır. KAPLICA Üstüne bina yapılmış sıcak maden suyu, üstü örtülü kaynarca, ılıca. KAPORA (Kaparo) Pey olarak verilen para. KAPRİS Geçici heves. Maymun iştahlılık. İnsanın zayıf tarafı. Evham. KAPTAN-I DERYA Vaktiyle bahriye nâzırı. Deniz kuvvetleri komutanı. KAPUT Fr. Askerlerin üstlük elbisesi, yağmurluğu. * Otomobillerin motor kısmını örten kapak. KAR' (KUR') (C.: Ekrâ) Cem'etmek, toplamak. * Okumak, kıraat. KA'R Derinlik. Dip. Her şeyin dibi. Nihâyet. * Yemeği dipten yemek. * Çalmak. koparmak. KA'R-I NÂ-YÂB Dibi bulunmayacak derecede derin olan. KÂR f. İş. Güç. Amel. Fiil. Temettü'. * Kazanç. KÂR-I AKIL Aklın kabul edeceği iş. Akıllıca iş. KÂR-I KADİM Eski zaman işi. KÂR-I REVÂ İşe yarar, kullanılabilir. KÂR f. (Kelimeye bir ek olup, isimleri sıfat yapar) Eden, edici, yapan mânâlarına gelir ve li, lı, cı, ci gibi eklerin de karşılığıdır. İtaat-kâr, hilekâr, isyan-kâr, hamur-kâr, kanaatkâr...gibi. KAR' Vurmak. Çakmak. Kapı çalmak. * Savt. Avâz. Ses. * Kabak. * Gülsuyu kabı. * Eti soyulmuş kemik. KAR'-UL ASÂ Doktorun, hastanın bedenine vurup muâyene etmesi. * Mc: Hatayı hatırlatmak için işaret vermek ve ikaz etmek. KAR (C.: Kur-Kirân) Zift, kara boya. * Deve. Dağ keçisi. * Ses çıkmasın diye ayağın kenarıyla yürümek. * Küçük tepe. * Kara taşlı yer. * Kara büyük taş. KA'R Karnı yemekten dolmak. * Arkası yağlı olmak. KARA' (Kar'. C.) Su kabakları. * Gülsuyu kapları. KARA' Deve yavrusunda çıkan beyaz bir sivilce ve kabarcık. * Baştaki saçların hastalıktan dökülmesi. KARA (C.: Ekrây-Karvât) Bahçe ve bostan içindeki su arkı. * Su ile karışmış süt. KARA (C.: Ekrâ) Arka. KARABASAN t. Kâbus. Sıkıntılı ve korkunç rüya. * Bir kimsenin içine düştüğü pek sıkıntılı ruh durumu. KARABE Kırba. Büyük testi. KARA'BELANE Karnı büyük, yassı bir böcek. KARABET Soyca yakınlık. Hısımlık. Akrabalık. KARABET-İ KALB Kalb yakınlığı, gönül yakınlığı. KARABET-İ NESEBİYYE Aynı soydan gelmek suretiyle olan asli hısım ve akrabalık. KARABET-İ SIHRİYYE Kız alıp vermekle meydana gelen akrabalık, yakınlık, hısımlık. KARABİN (Kurban. C.) Kurbanlar. Allah için kesilen koyun, sığır ve deve gibi hayvanlar. KARABORSA Piyasadan çekilen eşyanın, yüksek fiatla satıldığı gizli pazar. KARAFİ (Şihâbüddin Ahmed El-Karafi) Maliki Mezhebi'nin büyük âlimlerindendir. Milâdi 1285 de vefat etmiştir. KÂR-ÂGÂH f. İşbilir, uyanık. KÂR-ÂGÂHÎ f. Uyanıklık, iş bilirlik. KARAH (C.: Akriha) Bina ve ağaç olmayan arazi. KARAİB (Karib. C.) Yakınlar, hısımlar. Akraba. KARAİN (Karine. C.) Karineler, ip uçları. KARAKTER yun. Huy. Mizac. Seciye. Bir şeyi benzerlerinden ayırdetmeğe yarayan temel hususiyet. KARAMİL Örülüp ucu sarkıtılan saç bağı. KARAN Mekke arzı. KARANFUL (KARANFÜL) Yaprağı, çiçeği ve kokusu güzel ve uzun olan budaklı bir nebat. Karanfil. KARANİTIS Kişiyi sersem eden dimağ dolgunluğu. KARANTİNA İtl. Bulaşıcı bir hastalığın yaygın olduğu bir ülkeden gelen kişileri, gemileri veya malları geçici olarak tecrit etme şeklinde alınan tedbir. * Hastahanede yatması gereken hastaların kayıt ve kabul işlerinin yapıldığı yer. * Bir bulaşıcı hastalığın yayılmasını önlemek üzere hasta olup olmadığı bilinmeyen insan ve hayvanlarla temasın menedilmesi. KARAR Değişmez hâle gelmek. * Sabit ve sakin olmak. * Ne az ne çok olan tam ölçü. Ölçülülük. * Gitmeyip kalmak. * Oturaklı yer. Sâkin olacak yer. * Anlaşılan ve sabit hâle gelen son karar sözü. * Mahkemece verilen son söz ve neticeye bağlama. * Dolanmak. * Ayakları kısa ve çirkin yüzlü bir cins koyun. KARAR-I KAT'Î Dâvâyı neticelendiren kesin karar. KARAR-I SERİ Acele karar, seri karar. KARARDÂDE f. Durgun hâle gelmiş. * İstikrar bulmuş. Kararlaşmış. Karar verilmiş. KARARET Kısa ayaklı ve çirkin yüzlü bir cins koyun. * Düz yuvarlak yer. KARARGÂH f. Karar verilen yer. Karar yeri. * Askerî birlikte kurmay heyetinin toplandığı yer. Merkez. KARARGİR f. Karara bağlanmış. Kararı verilmiş. KARARİT (Kırat. C.) Kuyumcu tartıları. Kıratlar. KARARNAME f. Bakanlar Kurulu'ndan çıkan resmî emirler. * Verilen karârı bildiren yazı. KARARYAB f. Karar bulan. * Bir yerde oturup dinlenen. KARAŞİME Maymunların gece çıkıp yattığı bir ağaç. KÂR-AŞİNA İş bilir. İşten anlar. KARATİS (Kırtâs. C.) Kâğıtlar, sahifeler. Kâğıt tabakaları. KARAVANA Bakırdan yayvan yemek kabı. * Kışla, okul, hastahane gibi müesseselerde tevzi edilecek yemeği içine koydukları kap. * İnce ve yassı elmas. * Atışta hedefe vuramama. KARAVOL f. Karakol. KÂRAZMA f. Görgülü, tecrübeli. KÂR-ÂZMAYÎ f. Görgülülük, iş bilirlik, tecrübeli oluş. KÂR-AZMUDE f. Görgülü, tecrübeli, görmüş geçirmiş. KÂRBAN f. Kervan. KÂRBAN-SARAY f. Kervansaray. Şehirlerde veya yol üzerlerinde kervanların ve yolcuların gecelemelerine mahsus büyük han. KARBON Lât. Basit olup kömürleşmiş hâlde bulunan bir temel unsur. Kömür. Billurlaşmış halde kömürleşmiş cisim. KARBONİK Fr. Bir karbonla, iki oksijenin birleşmesi ile meydana gelen gaz. KARBUS (C.: Karâbis) Eğerin ön ve arka kaşı. * Saç. KÂRD f. Bıçak. KÂRDAN f. İşten anlar, iş bilir. KÂR-DANÎ f. Uyanıklık, iş bilirlik. KÂRDAR f. İşi elinde tutan. KÂR-DARAN (Kârdar. C.) İşi elinde tutanlar, iş tutanlar. KARDED Kaba mekan. Düz arz. KÂRDİDE (C.: Kâr-didegân) f. Uyanık, tecrübeli, iş bilir, görgülü. KARDİNAL Fr. Katolik mezhebinde en büyük pâye. KARE (C.: Kâr-Kur) Dişi ayı. * Meşe. * Yüksek yer. * Kabile ismi. KARE Anasından gözsüz doğan. Kör olarak dünyaya gelen. * Koyun sürüsü. KÂRE Arka yükü. KAREF Hastalara yakın olmak. KAREH Kişinin gövdesi kirli olmak. Vücut kirliliği. KAREM Et arzu etmek. * Deniz içinde biten çınar ağacına benzer bir ağaç. KAREN (C.: Akrân) Ok mahfazası. * Kılıç. * Ok. * İki deveyi biribirine çattıkları ip. Başka deveye çatılmış deve. * Çatık kaşlı olmak. * "Yakınlık" mânâsına mastar. * Necid ahâlisinin mikâtı olan mevzi. KARENBA Ayakları uzun bir böcek. KARF Töhmet etmek, ayıplamak. * Ayıp isnad etmek. * Dibâgat olunmuş deriden yapılan dağarcık gibi bir kap. KÂRFERMA f. Amir, iş buyuran. KÂRGÂH f. Fabrika, iş yeri. Atölye. KÂRGER f. İş yapan, işleyen. * Etki yapan, tesir eden, nüfuzlu. KÂRGİL f. Kerpiçten yapılmış bina. KÂRGİR f. Taş veya harçla yapılmış olan. * İş tutan, iş yapan. KARGÜZAR f. Becerikli. İş yapabilen. Elinden iş gelen. KARH Yaralama. * Hasta olmak. * Bedende çıkan yara. * Su olmayan yerde kuyu kazmak. * Yanlış ve yalanla hakkı değiştirmek ve battal etmek. KARHA (C.: Kuruh) Yara, ceriha. Ülser. KARHA-İ ÂKİLE Tıb: Etrâfını yiyip, genişleyerek büyüyen yara. KÂRHANE f. İş yeri, iş yapılan yer. * Süt satılan yer. Süt fabrikası. KARHEB Yaşlı, ihtiyar. * Yaşlı öküz. * Çok kıllı keçi. * Ulu ve şerefli kişi. KARIK Düz yer. KARIS Ekşi yoğurt. KARISA (C. Kavâris) İncitici söz. KARİ (A, uzun okunur) Köyde sâkin olan, köylü. KARİ' (Kari'e) (A, uzun okunur) Okuyucu. Okuyan. * Âbid ve zâhid olan. * Kur'anı tecvide göre okuyan. KARİ' Ulu kişi, seyyid. KARİA (A, uzun okunur) Ansızın gelen belâ. Kıyâmet. * Belâ ve musibetten hıfz-ı İlâhiye dâir okunan dua ve âyetler. * Peygamberimiz'in (A.S.M.) düşman üzerine saldığı asker grubu. * Pek şiddetli rüzgâr. KARİA SURESİ Kur'an-ı Kerim' in 101. Suresidir ve Mekkîdir. KARİAT (Karie. C.) Okuyan kadınlar. Kıraat eden kadınlar. KARİB Çok yakın. Yerce ve mekânca uzak olmayan. * Yakın hısım. KARİB-ÜL AHD Yakın zamanda. KARİB (KAREB) (C.: Kavarib-Ekrub) Gemi sandalı. KÂRİBAN f. Kervan. KARİBEN Bir zaman sonra, yakın vakitte. Çok zaman geçmeden. * Sülâlece ve soyca yakın olan. KARİE (C.: Kariât) Okuyan kadın. Kırâat eden kadın. KARİH Yaralı, cerihalı. * Çıbanlı. KARİH (C: Kuruh-Kavârih) Kesbedici, kazanan. * Dişleri tam olan davar. KARİHA Fikir kabiliyeti. Zihin kudreti. Düşünme istidadı. * Akıldan hâsıl olan fikirler. Her şeyin evveli. * Kuyudan çıkarılan ilk su. KARİHA-ZÂD f. Karihadan doğan, karihadan meydana gelen. KARİKATÜR Bir insanın veya bir şeyin gülünç bir tarzda yapılan resmi. * Kaba, âdi ve mizahi resim. KARİN Yakın. Hısım. Akraba. * Arkadaş. Yaşı aynı olan arkadaş. Refik. Komşu. * Bir şeyi elde eden, nâil olan. * Pâdişahın daimi surette yakınında bulunan. Mâbeynci. KARİN-İ EVVEL Baş mâbeynci. KARİN Kılıcı ve oku olan. * Hacla umreyi birlikte yapan. KARİNE Bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ip ucu. Anlaşılması zor olan hususun hak ve hakikatına dâir cüz'i delil olan şey. İşaret. KARİNE-İ MÂNİA (Bak: Karine-i mecaz) KARİNE-İ MECAZ Mecaza ait işaret. Kelimenin mecaz olmasını gerektiren, hakiki mânasında alınmasına mâni olan kayıt. Buna Karine-i mânia da denir. KARİNE-İ TAAYYÜN Belli edici ve tâyine yardım eden iz, işâret, delil. KARİR Mesrur, sevinmiş, memnun. Beşâret ve müjde sebebi ile parlayan göz. KARİR-ÜL AYN Memnun, mesrur, gözü aydın. KARİS Donmuş, câmid. * Pıhtı. Sirke ile pişmiş balık. |
Osmanlıca Sözlük (K Harfi)-Osmanlıca Sözlük (K Harfi)İle İlgili Kelimeler...
RE: Osmanlıca Sözlük (K Harfi) KARİYE (C: Kavâri) Uzun burunlu, kısa ayaklı, arkası yeşil bir kuş. * Süngü demirinin keskin yeri. * Kılıcın ve ona benzer şeylerin keskin yeri.
KARİYER Fr. Bir insanın kendisini hasretmiş olduğu meslek. * Bir meslekte alınan merhalelerin bütünü. KARK Tavuk gıdaklaması. KARKAF şarap, hamr. KARKAL (C: Karâkıl) Kadın gömleği. * Yeleksiz elbise. KARKAR Kilim veya halı ucu. * Hışımla gürleyerek çağır demek. KARKAR (C: Karâkır) Düz açık yer. KARKARA Karın gurultusu. * Kumru kuşunun ötmesi. * Kahkaha ile gülmek. * Su içerken bardağın guruldayıp ötmesi. KARKİSYUN (KARKİSYA) Kebâbe dedikleri devâ. KARLAYL (Thomas Carlyle) (Hi: 1210-1298) İskoçya'da doğmuş, Londra'da ölmüştür. İskoç tarihçisi ve filozofudur. Babası dindar bir duvarcı ustası idi, oğlunu papaz yapmak istiyordu. Onun dinî şüpheleri papaz olmasına mâni oldu. Yedi sene manevî mücahededen sonra imanî mes'elelerde istikrar elde edebilmiştir.Carlyle (Karlayl) şöyle diyor:Kur'anı bir kere dikkatle okursanız, Onun hususiyetlerini izhara başladığını görürsünüz. Kur'anın güzelliği, diğer bütün edebî eserlerin güzelliklerinden kabil-i temyizdir. Kur'anın başlıca hususiyetlerinden biri, Onun asliyetidir. Benim fikir ve kanaatıma göre Kur'an, serapa samimiyet ve hakkaniyetle doludur. Hazret-i Muhammed'in (A.S.M.) cihana tebliğ ettiği davet, hak ve hakikattır.(Karlayl) KARM (C.: Kurum) Değerli insan. Kıymetli insan. KARMELE Yapraksız küçük ağaç. KARMEŞE Cem'etmek, toplamak. KARN Zaman, devre. * Bir insanın ortalama ömrü olan altmış sene. * Yüz yıllık zaman. Asır. * Boynuz. Hayvanda başın boynuz yerleri, boynuz yerinden sarkan saç.(Karn, iki mânaya gelir. Birisi, zamandan bir müddete mukterin olan ümmet, bir zaman ahalisi olan hey'et-i içtimaiye ki, "hayrul kuruni karni" hadis-i şerifi bu mânayadır. Bunda sivrilmek veya mukarenet etmek manası vardır. Bu mukarenet veya efradın yekdiğerine mukareneti veya bir peygamber, bir âlim, bir reis gibi büyük bir şahsiyete mukareneti mülâhaza olunur.Diğeri de müddet-i zamanın kendisine denir ki, asır gibi ekseriyetle yüz sene takdir edilmiştir.) (E.T.) KARN-I EVVEL Hicretin birinci asrı. KARN-I ZABY Geyiğin başındaki çatal boynuz. KARNABİT Karnıbahar. KÂRNAME f. Usta çıkacak kişilerin ustalıklarını göstermek için yaptıkları iş örneği. KÂRNEDAŞTE f. İş bilmez, acemi, işten anlamaz. KARNESA Doğan kuşunun, avının ardına düşmesi. KARNEYN İki boynuz. KÂR-NÜMA f. Menfaat gösteren. * Usta çıkacak olan çırakların, ustalıklarını göstermek için yaptıkları örneklik iş. KÂRPERDAZ f. İş düzenliyen. * Konsolos, şehbender. KÂRPERVERD f. Becerikli, iş yapan, elinden bir iş gelen. KARR Durma. * Karar verme. * Su dökmek. * Kulağına söylemek. * Mahfe. KARRA' (C.: Karrâun) Güzel okuyan. KARRA' Ağaçkakan kuşu. KARRA Bir kimsenin kulağına söylemek. * Soğuk su dökmek. KARRAUN (Karrâ. C.) Güzel okuyanlar. KARRE Soğukluk, soğuk. KARS İki parmağıyla çimdiklemek. * Karıncanın ısırması. KARS Şiddetli soğuk. KARS Küçük ibrik. KARSA (KARİSÂ) Bir hurma cinsi. KARSA' Deve kuşunun erkeği. KARSAA Buruşup büzülmek. * Yazıyı sık yazmak. KÂRSAZ f. Becerikli, elinden iş gelen. KARSEL Kısa boylu adam. (Müe: Karsele) KARŞ Kesbetmek, kazanmak. * Toplamak, cem'etmek. KARŞAME Atmaca kuşu. KÂRŞİNAS f. İşten anlar, iş bilir. KART Tazeliği geçmiş, katılaşmış. * Gençliği geçmiş, geçkin, yaşça büyük. KARTA' Gözünün birisine sürme çekip diğerini unutan ve gömleğini ters giyen budala kadın. KARTABAN Karısı ile nâmahrem kimseyi gördüğü hâlde aldırış etmeyen. KARTABUS Zahmet, meşakkat. KARTAK (C: Karâtit) Kadife. * Terlik. * Etekli kaftan. KARTALE Eşek yükünün dengi. KARUN (A, uzun okunur) Peygamber Musâ (A.S.) devrinde yaşamış, malı ile mağrur olarak haddini aşmış ve Cenab-ı Hakkın zekât emrini dinlemediğinden Musa'nın (A.S.) duâsından sonra malı ile birlikte yere batmış olan dünya zengini. Cenab-ı Hakkın lütuf ve ihsanını kendine mâlederek nankörlük ve enaniyetinden dolayı bu fena sıfatı ile meşhur olmuştur. KARUN İki şeyi bir araya getiren. * Tez terleyen hayvan. * Arka ayaklarının tırnağı ön ayağının tırnağı yerine vâki olan hayvan. *İleride olan memeleri geride olan memelerine pek yakın olan dişi deve. KARUR Duş yapılacak soğuk su. KARURE (C.: Kavârir) Göz bebeği. Gözün siyah kısmı. * Şişe. KAR'UŞ İki hörgüçlü deve. * Arslan eniği. KARV Ağaç kadeh. * Köpek yalağı. * Hurma ağacının kökü. * Uzun havuz. * Hayanın derisi inip büyümek. * Kast. * Etraflıca araştırmak, tetebbu. * Bir kimsenin mesleğine girmek, onun yoluna süluk etmek. KARVA Uzun hörgüçlü deve. KARVAH Uzun ağaç. * Uzun deve. KÂRVAN f. (Bak: Kervan) KARYA Eski çağlarda Bursa ve Balıkesir bölgesinin adı. KARYE Köy. Nâhiyeden küçük olan, insanlarla meskun yer. KARYET-ÜN NAHL Kovan. Arı yuvası. KARYET-ÜL ENSÂR Medine-i Münevvere şehri. KARYETEYN Mekke ile Taif şehirleri. KARZ Selem ağacının yaprağı. KARZ Borç, ödünç. Kesmek, kat'etmek. * şiir söylemek. KARZ-I HASEN Sadece Allah rızâsı için verilen ödünç. Faizsiz verilen borç. KÂR-ZÂR (Kâr ü zâr) f. Kavga, cenk, savaş, harp, muharebe. KÂR-ZÂRGÂH f. Savaş meydanı. Harp alanı. Muharebe sahası. KARZEN Borç, ödünç olarak. KAS' Bir şeye el ayası ile vurmak. * Gidermek. * Tahkir etmek, küçümsemek. KA'S Ölüm, mevt. KA'S (C: Kiâs) Parmak kemiği. KA'S Çirkin kokulu toprak. KAS'A (C.: Kısâ') Çanak, kâse. * Yemek kabı. KA'SA Devamlı olarak yerinde sabit olan kadın. * Arkası içerisine girdiğinden arkasını yere koyamayan kadın. KASA Kabalık. * Şiddet. * Katılık. KASAB Saz, kamış. * Parmak kemikleri. * Nefes borusu, bronş. * İnce keten bezi. KASAB-I MISRÎ Mısırda dokunmuş keten bezi. KASAB-ÜL ENF Burun kemiği. KASAB-ÜL FÂRİS Kalem kamışı. KASAB-ÜL HABİB Şeker kamışı. KASABA (C.: Kasabât) Akciğerdeki nefes borularından herbiri. Bronş. * Küçük şehir. Çarşısı olan büyük köy. * Ahalisi beş-on bin raddelerinde olan mâmure. KASABAT (Kasaba. C.) Bronşlar. * Kasabalar. KASABE Kötü hurma. KASAH Sırtlan. KASAİD (Kaside. C.) Kasideler. KASAL Buğday içinde olan siyah taneler. KAS'A-LİS Dalkavuk. Çanak yalayıcı. KASAM Şiddetli sıcaklık. * Güzellik. KASAME (Kasem. den) Katili bilinmeyen kimsenin bulunduğu, şüphelenildiği mıntıka halkından elli kişiye yemin ettirme. KASA'NİNE Katı olmak. * Büyük olmak. KASAR Üşenme, tembellik etme. * Güç ve kuvvetin son sınırı. * Boğazı tutup nefes aldırmayan bir zahmet. KASARA (C: Kasr-Kasarât) Boyun kökü. * Yoğun ağaç. * Gemilerin baş ve arka taraflarında güverteden daha yüksek yapılan güverte. KASARET Kısalık. Kısa olma. KASAS Haber vermek. Hikâye etmek, anlatmak. * Tetebbu' etmek. * Tıb: Göğüs kemiği. Göğüs ortası. KASAS SURESİ Kur'an-ı Kerim'in 28. Suresidir. Mekkîdir. (Kısas da denir.) KASAS Arslan. KÂSAT (Ke's. C.) Kadehler, ke'sler. KASAT Davarın arka ayaklarının dik ve doğru olması. KASATURA Askerlerin, bellerine bağlayıp taşıdıkları ve süngü gibi kullandıkları düz ve kısa kılıç. KASAVET Kalb katılığı, gaflet. * Kaygı, tasa, üzüntü, keder. (Bak: Kasvet) KASAVİSE (Kıssis. C.) Papazlar, ruhbânlar, keşişler. KASB Kat'etmek, kesmek. KASB Ağızda tez dağılan ve çekirdeği katı olan kuru hurma. * Sağlam, sert. KASBA Kamış. Kamışlık. KASD Bir işi bile bile yapmak. * İsteyerek. Niyet ederek. * Niyet. Tasavvur. * İstikamet. Yolu doğru olmak. KASDEN Bile bile, isteyerek. KASDÎ İstiyerek, kastederek, niyetle ve bile bile yapılan. KÂSE f. Tas veya çanak. Kâse gibi olan çukurluk. * Başı kaplayan ve başın üstündeki kemik. KÂSE-İ ÇEŞM Göz çukuru. KÂSE-İ FAĞFUR f. Çin porseleni. Çin porseleninden yapılan kâse. KÂSE-İ SER Kafatası. KA'SEB Büyük karınlı, kalın. KÂSE-BEND f. Çatlamış, kırılmış. * Kâse gibi şeyleri tamir eden kimse. KASED şahyar dedikleri nesne. KÂSE-GER f. Kâseci, kâse yapan. KÂSEHA (Kâse. C.) Kâseler. KA'SELE Yürürken bir ayağını yere sürüyüp tozutmak. KÂSE-LİS (Kâselis) f. Çanak yalayıcı. Çok yiyen, obur. Hırslı. * Dalkavukluk. Alçak huylu kimse. * Dilenci. KÂSE-LİSAN (Kâselis. C.) Dalkavuklar, çanak yalayıcılar. KASEM Yemin. Ahdetme. KASEMÂT Ahdler, yeminler. KASEMÂT-I KUR'ANİYE Kur'andaki ahitler, yeminler. KA'SERE (KA'SERÂ) Yoğun, sağlam, kalın, katı. KASES Hidayet edici delil. KASF Kırmak. * Oyun, eğlence. * Devenin diş gıcırdatması. KASFE (C.: Kasf-Kasefât) Deve sesi. * Merdiven ayağı. * Bir parça kum yığını. KASH Kuruluk, katılık. KASHAB Kalın, yoğun, büyük. KASI'A Yaban fâresinin ini. Yuvası ve bu yuvadaki iki deliğinden âşikâr olanıdır. Diğeri gizlidir. (Bak: Nâfıka) KASIB Düdük çalan. KASID Kasd eden, niyet eden, isteyen. KASIF Kasırga. Rastladığı şeyi kıran şiddetli rüzgâr. * Şiddetle seslenen. Çok gürleyen. KASIF Deve avazı. * Ağacın ince ve kuru olması. * Kırılması kolay olan şey. KASIK t. Karnın alt tarafı. KASIM (A, uzun okunur) Taksim eden, ayıran, bölen. KASIM (A, uzun okunur) Kırıcı, ezici, ufaltan. KASIR (A, uzun okunur) Zorla işleten, yaptıran. KASIR (A, uzun okunur) Kısa, eksik. * Kusur işleyen. Kusurlu. KASIR-UL AKL Düşüncesi noksan, kısa akıllı. KASIR-ÜL BASAR Görüşü kısa. * Kısa görüşlü, dar düşünceli. KASIR-ÜL FEHM Anlayışı noksan, kısa anlayışlı. Anlayışsız. KASIR-ÜL YED Eli kısa. Âciz, işten anlamaz, beceriksiz. KASIRANE Âcizane, beceriksizcesine. KASIRAT-ÜT TARF Kocasından başkasına aslâ bakmayan. (Cennet kadınlarının bir vasfı) Huriler. KASIRGA Çevrintili rüzgâr. Tozu ve toprağı birbirine katarak, ağaçları sökerek bir an esip kesilen rüzgâr. KASITÎN (A, uzun okunur) Zulmeden ve haktan sapanlar. * Haklı olanlar. * Kısımlara bölenler. KASÎ (Kasiye) Duygusuz. Katı, hissiz, taş gibi katı. KASİ' Yaramaz huylu, yaşlı ve boyu kısa olan kimse. KÂSİB Kazanç sahibi. Kazanmak için çalışan. Kesbeden. Marifet için çalışan. KASİB (C.: Kasâyib) Kadınların yüzleri üstüne bıraktıkları kıvırcık saç. Kâkül. KÂSİD Kesat olan, eksik olan, verimsiz olan. KASİD (C.: Kasidân) (Kasd. dan) Tasarlıyan, kasdeden. * Haberci, postacı. KASİD Kaside. KASİDE (C.: Kasâid) Onbeş beyitten az olmamak üzere, her beyit kafiyeli olarak, büyük kimseleri veya herhangi bir şeyi medh ü senâ eden, öven manzume şekli. Büyük zatları ve daha çok Cenâb-ı Hakk'ı veya Peygamberi (A.S.M.) medheden manzume. |
Osmanlıca Sözlük (K Harfi)-Osmanlıca Sözlük (K Harfi)İle İlgili Kelimeler...
RE: Osmanlıca Sözlük (K Harfi) KASİDE-İ BÜRDE Hazret-i Peygamber (A.S.M.) önünde meşhur Arab Şâiri Ka'b bin Züheyr'in okuduğu kasidenin adı olup, bu kasideyi Peygamber Aleyhissalâtü vesselâm beğenmiş, mükâfat ve iltifat eseri olarak da kendi hırkasını ona giydirdiğinden bu isimle meşhur olmuştur.
KASİDE-İ ERCUZE (Ürcuze) Hz. İmam-ı Ali (R.A.) tarafından bahr-ı recez vezni üzere yazılan ve istikbalden haber veren meşhur kasidenin adı.(Mecmuat-ül Ahzab'ın 582. sahifesinden 597. sahifesine kadar o Ercuzedir. O Ercuzenin mevzuu ve içindeki maksad-ı aslî; İsmi A'zamı tazammun eden altı ismin ehemmiyetini beyan etmek, hem o münâsebetle istikbaldeki bir kısım umur-u gaybiyeye ve te'sis-i İslâmiyette bir kısım mücâhedâtını işâret etmektir. Evet, Hz. İmâm Üstâdı olan Habibullah'dan (A.S.M.) aldığı dersin bir kısmını işarî bir surette zikrediyor... L.) KASİDE-GÛ f. Kaside yazan, kaside söyliyen. KASİDE-PERDAZ f. Kaside yazan, kaside düzenliyen. KASİDE-SERÂ f. Kaside söyliyen, kaside yazan. KASÎF Kuru ince ağaç. * Gök gürültüsü. * Deniz sesi, dalga sesi. KASÎL Hayvanlara vermek için vaktinden evvel biçilen yeşil ot. * Kesilmiş nesne. KASÎM Güzel kimse. * Taksim eden, bölen. KASÎME (C.: Kasim) Dikenden başka ot bitmeyen kumlu yer. KÂSİR Çok olan, kesir, bol olan. KASÎR (Kasr. dan) Kısa, boynuz, ufak boylu. KASÎR-ÜL AKL Aklı kısa, aklı ermez. KASÎR-ÜL BÂ' Kısa boylu, beceriksiz, zavallı. KASÎR-ÜL BASAR Dar görüşlü, basireti kısa. * Miyop. KASÎR-ÜL HİMME Himmeti az veya kısa olan. KASÎR-ÜL KAME Kısa boylu. Boyu kısa olan. KÂSİR (Kesr. den) Kıran, kırıcı. * Tavşancıl kuşu. KÂSİR-ÜL ESNAM Putları kıran. (Hz. İbrahim'in A.S. lâkabıdır) KASİRE Evinde hapsedilip dışarı çıkartılmayan kadın. KASİS Fr. Bir yolu, bir tarafından diğer tarafına kadar kesen su arkı. KASİSA (C.: Kasis) Devecilerin, azıklarını ve elbiselerini yüklettikleri deve. * Bir ot. KASİYY (KISİYY) Soğuk gece. * Kas adı verilen mahâlde yapılan ibrişimli bir elbise. KASİYY Uzak, baid. Irak. KASKAS Açlık. * Sür'at yapan, hızla giden. * Yol gösterici. * Devenin yediği bir ot. KASKASE Çok karanlık gece. * Asâ, sopa, baston. KASKASE Yol göstermek. * Köpeği "kuçu kuçu" diye çağırmak. KASL Kesmek. KASM Bölmek. * Ayırmak. * Bahsetmek. * Kesmek. KASM Kapa kapa yemek, bütün bütün yutmak. * Kesmek. * Cem'etmek, toplamak. * İ'tâ etmek, vermek. KASMA Ufak boynuzlu dişi koyun. KASME Yüz, çehre, vech. KASME Merdiven ayağı. KASMEL Arslan, esed. KASR Köşk. Yüksek ve ferah bina. Taştan veya kârgir küçük saray. KASR-I CENNET Cennet köşkü. KASR-I MÜŞEYYED Tahkim edilmiş, sağlam yapılmış büyük bina. Büyük apartman. KASR Kısa olmak. Kısa kesmek. * Birisini bir hususa, bir işe tahsis etmek. * Bir işte tembellik etmek. * Akşamlamak. * Hapseylemek. * Yekpâre taş. * Beyazlatmak. * Gevşetmek. * Noksanlaştırmak. KASR-ÜL KELÂM Sözü az etmek. Kısa konuşmak. KASR-I SALÂT Seferde olan bir kimsenin, dört rekâtlı farz namazları ikişer rekât kılması. Namazı kısaltmak. KASR-I YED El çekmek, ferâgat etme, vazgeçme. KASR Men'etmek. * Zorla bir şeyi yaptırmak. * Galip olmak. KASRÎ Zorla, cebren. KASRİYYET Zorlama hâli. KASS Cem'etmek, toplamak, biriktirmek. KASS Talep etmek, istemek. * Nemime, söz götürmek, lâf taşımak. KASS Göğüs. * Saç kesmek. * Kırkmak. * Koyundan kırkılmış yün. KASSA Kireç. KASSAB Düdükçü. * Kesici. * Parçalayıcı. KASSABİYYE Hayvan kesme ücreti, kasaplık ücreti. KASSAM Huk: Vârisler arasında miras malını taksim eden ve küçüklerin hakkını koruyan şeriat memuru. * Taksim eden. KASSAM Hayrı çok olan kimse. * Yorulmuş, kendini bırakmış, mahzun kişi. * Büyük hurma salkımı. * Büyük et parçası. KASSAR Leke çıkaran. * Çırpıcı, yıkayıcı. KASSÎ Göğüsle alâkalı. Sadrî. KAST f. Noksan, eksik, kusur. KASTA' Ayaklarının siniri büzülüp kurumuş olan deve. KASTAL şeker tozu. KASTAL Cenk ederken olan toz, dövüşürken çıkan toz. KASTALANÎ (Hi: 851-923) (İmam-ı Ahmed İbn-i Muhammed) Büyük Şafiî âlimlerindendir. Çok eser yazmıştır. En meşhur eseri Mevahib-ül Ledüniyye'dir. Mısır'da vefat etmiştir. KASTALANÎ Ok atmak. * Şafak kızıllığı. KÂSTAR f. Yalancı, hilekâr. KASTAR (C.: Kasâtıra) Hâzık, basiretli, mahâretli kimse. * Paranın sahtesini seçip çıkaran kimse. KÂSTE f. Eksik, noksan, eksilmiş, azalmış.KASUB : Mestler.KASUS : Yalnız otlayan deve.KASV : Deve kulağının kenarı. KASVA Kulağının dörtte biri kesik olan koyun veya deve. KASVERE Yaşça büyük olmak. * şecaatli, kuvvetli. * Aslan. * Bir nebat ismi. KASVET Katılık. * Sıkıntı. İç sıkıntısı. * Kalb katılığı. (Bak: Kasavet) KASVET-BAHŞ f. Kasvet ve sıkıntı veren. KASVET-EFZA f. Kasvet ve iç sıkıntısı veren. KASVET-ENGİZ f. Kasvet ve iç sıkıntısı veren. KASVET-NÂK f. İç sıkan, sıkıntı veren. KAŞ' (Kış') Şaşkın ve ahmak adam. Zayıf adam. * Açmak. * Gidermek. Dağıtmak. * Kuru deri. Deriden olan çadır. * Hamam pisliği. * Deriden yapılmış döşek. * Balgam. KA'Ş (C.: Kuuş) Ağacın başını çekip eğmek. * Cem etmek, toplamak. * Kadınların bindiği merkep. KÂŞ f. Çok istek, arzu, özleme. KAŞB Karıştırmak. * Zehir içirmek. * Yaramazlıkla hatırlamak. * İncitmek. KAŞAĞI Hayvanları kaşıyıp tozlarını düşürmeğe mahsus âlet. * İhtiyar kimselerin, sırtlarını kaşımak için kullandıkları, ağaçtan uzun saplı ve bir ucundaki levhası dişli bir âlet. KÂŞÂNE f. Büyük, süslü ve gösterişli ev. Saray. Kışlık, rahat ve mükemmel ev, oda. KÂŞÂNE-İ MÜRGÂN Kuş yuvası. KAŞ'ARİRE Ürpermek, titremek. KAŞBE Hasis kişi. * Maymunun dişisi. KAŞE Mühür, imza. * Bir nevi kumaş. KAŞEM Yetişmeden yenen beyaz hurma koruğu. KAŞER Çok fazla kırmızılık. Ziyâde kızıllık. KAŞÎ f. İran'ın Kâş şehrinde yapılan bir çeşit çini. KAŞİ' Kararı ve sebâtı olmayan kişi. * Dağılmış, müteferrik. KAŞİB (C.: Kuşbâ) Yeni veya eski. KÂŞİF Keşfedici. Keşfeden. Gizli bir şeyi meydana çıkarıp, izah eden. Açıklayan. * Mısır'da nâhiye veya kaza idarecilerine verilen ad. KÂŞİGER f. Çinici, çini yapan san'atkâr. KÂŞİH Düşmanlığını gizleyip izhar etmeyen. * Dağılıp uzaklaşan kimse. KAŞİRE Derisi yarılmış olan baş yarığı. * Yerin yüzünü kazıp götürmüş olan yağmur. KAŞKAŞA Bir şeyin kabuğunu soymak. * Hasta iyi olmak. * Halâs etmek, kurtarmak. * Uyandırmak. KAŞKİ f. "Keşke, ne olurdu" gibi, özleme veya pişmanlık ifade eder. KAŞM Yemek. * Açlık. * Cem'etmek, toplamak. KAŞMEŞ Kuş üzümü. KAŞR Bir şeyin kabuğunu soyma. KAŞŞ Yaranın iyileşmesi. * Hasta iyi olmak. * Evmek. KAŞT Deri yüzmek. * Açmak. * Koparmak. KAŞUR (C.: Kaşurât) Yarış atlarının en sonra geleni. KAŞV Kabuğu soyulmuş olan. KAŞVAN Zayıf erkek. KA'T Kısa boylu kimse. KAT' Kesme, ayırma. * Geçme. Yol almak. Yüzerek geçmek. * Delil ve bürhan ile ilzam etmek. * Edb: Sözün te'sirini arttırmak ve dinleyenin anlayışına bırakmak için söz bitmeden kesivermek."İmtihan geliyor. Çalışın, yoksa..."Görmüyor gittiği yanlış yolu zannım çoğunuz Size rehberlik eden haydudu artık koğunuz.Bunu benden duyunuz, ben ki, evet Arnavud'um!..Başka bir şey diyemem... İşte perişan yurdum!...Mehmed Akif KAT'-I ALÂKA Alâkayı kesme. KAT'-I DA'VÂ Dâvâyı halletme. KAT'-I HAYÂT Hayatın kesilmesi. Ölüm, mevt. KAT'-I MERÂHİL Merhaleleri, durak yerlerini geçme. Yol alma, ilerleme. KAT'-I MERATİB Mertebeleri aşıp geçme. KAT'-I MÜNÂSEBET Münasebeti ve ahbaplığı kesme. KAT'-I NAZAR Bakmamak. İtibar etmemek. * Alâkayı kesmek. KAT'-I TARİK Yol kesicilik. KAT'A Aslâ, hiçbir zaman. KATADE (C.: Kutad) Dikenli ot. Mugaylan dikeni. KATAİF (Katife. C.) Saçaklı, tüylü havlular; ehramlar. * Kadayıf tatlısı. KATALOG Fr. Kitaplık halinde, yahut neşriyata tabi bulunan bir şeye ait etraflı geniş liste, eşya listesi. KATAM Toz, gubar. KATAM Cimâ arzulamak. * Et arzulamak. KATAN Kuşların kuyruğu dibi. * Dağ ismi. KAT'AN Hiçbir zaman, aslâ, katiyyen. KATANE Az yemeklik. KATAR Birbiri arkasına dizilmiş hayvan sürüsü. * Bir lokomotifin sürüklediği vagonların tamamı. Tren. KATAR Arabistan yarımadasında müstakil bir devlettir. İstiklâlini 1/1/1971 de ilân etmiştir. Hükümet merkezi Doha şehridir. Üç yanı denizle çevrilidir. Halkı müslümandır. Resmi lisanı Arapçadır. KATARAT (Katre. C.) Katreler, su damlaları. KATARAT-I BÂRÂN Yağmur damlaları. Yağmur katreleri. KATARAT-I SEMİNE Kıymetli damlalar. KATARAT-I ŞADÎ Sevinç damlaları. Sevinçten dolayı akan gözyaşları. KATARAT-I UYUN Göz yaşları. KATARE Kuyudan veya başka bir yerden damlayan su. KATAT Kısa, kıvırcık saç. KATB (Katub) Daim çatık çehreli, ekşi yüz. * Bir kimseyi darıltmak, gücendirmek. * Birikmek, biriktirmek, doldurmak. * Dolu çuval taşımak, götürmek için hazırlamak. * Arslan. KATEA (C.: Kutâ) Güve. *Ağaç kurdu. KATEB (C.: Aktâb) Deve palanı. KATED (C.: Aktâd-Kutud) Semer ağacı. KATEDRAL Piskoposluk kilisesi. Bir şehrin büyük kilisesi. KATEGORİ Aralarında herhangi bir bakımdan alâka veya benzerlik bulunan şeylerin hepsi. * Zümre, grup. KATEL Nefs. Cismin bakiyyesi. KATELE (Katil. C.) Katiller. İnsan öldürmüş kimseler. KATER (Katre. C.) Katreler, damlalar. KATERE Bir şey üzerine çökmüş toz. * İs gibi bir karanlık. * Toz. * Kebap yapmak. * Pişmiş şeyin kokması. KATF Atın veya diğer davarın adımını geç atması. * Tırmalamak. * Üzüm kesmek. * Ağaçtan meyve devşirme. * Devşirme mevsimi. KATI' (Kat'. dan) Kesen, Kat' eden. Durduran, mâni olan. * Keskin ve iyi bileylenmiş kılıç. KATI-UT TARİK Yol kesen, eşkiya. KATI'A Kesen, kesici. KATIBE (A, uzun okunur) Hepsi, tamamı. Cümleten. * Bütün hâllerde. KATIBETEN Tamamıyla, bütünüyle, cümleten, hepsi. * Hiçbir zaman, aslâ. KATIN (C.: Kuttân) Oturan, yerli. Ev halkı. KAT'Î Mutlak. şüphesiz. Tereddütsüz. KATİ' (C.: Ekâti-Aktâ-Kutân) Kamçı. * Deve ve koyun sürüleri. KATİA (C.: Katâi') Kesme, kat etme. * Kırılma. * Alâkayı kesme. Ahbaplığı kesme. * Vergi. * Arazi. KÂTİB Yazan, yazıcı, kitâbet eden. Usta yazıcı. KÂTİB-İ ADL Noter. KÂTİB-İ EZELÎ Her şeyin hayatının mukadderatını ezelden bilip yazan Cenab-ı Hak (C.C.) KÂTİB-İ HUSUSÎ Büyük bir kimsenin kullandığı özel kâtip, hususi kâtib. KÂTİB-İ SIRR Gizli şeyler yazdırılan kâtip, sır kâtibi. KÂTİB-İ VAHY Kur'an-ı Kerim âyetlerini yazan. Vahy kâtibi. KÂTİBANE Kitâbet kaidesine göre, kâtipcesine. |
Osmanlıca Sözlük (K Harfi)-Osmanlıca Sözlük (K Harfi)İle İlgili Kelimeler...
RE: Osmanlıca Sözlük (K Harfi) KAT'Î DELALET şüphesiz, kat'i delil.
KATİFE (C.: Katâif) Kadife. KATİL (A, uzun okunur) Öldüren. İnsanın ölümüne sebep olan insan. KATİL-İ MA'FUV Can ve ırzını korumak için, tecavüze kalkanı öldüren kimse. KATİL-İ MÜTEAMMİD Her ne sebeple olursa olsun, birini öldürmeyi evvelce zihninde tasavvur ederek öldüren kimse. KATİL Öldürülmüş, vurulmuş. Maktul. KATİLE Su silmede kullanılan bez parçası. KÂTİM (Ketm. den) Ketmeden, saklıyan, tutan. Sır saklayan. KÂTİM-İ ESRAR Sır saklıyan. KATİM Toz çokluğundan karanlık olan. KATİN Kene. * Az yiyen kimse. * Testi. KATİR İhtiyarlık, saç ağarmak. * Perçin yapılan çivi uçları. KAT'İYYEN Kat'i ve kesin olarak. * Aslâ, hiçbir zaman. KAT'İYYET Kesinlik, kat'ilik. KAT'İYY-ÜD DELALE Bir ibârenin ifâde ettiği mânaya veya hükme delâletinin kat'i ve şeksiz olması. Delilin kat'i, şüphesiz oluşu. KAT'İYY-ÜL METİN Metnin, ibârenin kat'i ve şüphesiz oluşu. (Ayet gibi) KATL (C.: Mekâtıl) Kesmek. KATL Öldürmek. KATL-İ ÂM Bir yerde çoklarının öldürülmesi. Herkesi kılıçtan geçirme. Toptan imha. KATL-İ AMD Huk: Kasden ve bile bile öldürme. KATL-İ NEFS İntihar. Kendi kendini öldürme. KATL-İ NÜFUS Adam öldürme. KATLÂ (Katîl. C.) Öldürülmüş kimseler. KATLGÂH f. Öldürme yeri. Cinayet mahalli. KATM Kesmek. Isırmak. * Tatmak, zevk. * Devenin kükremesi. KATMER t. Bir şeyin kat kat olması. * Çok yapraklı oluşu. (Gülün, çiçeğin, böreğin, elbisenin kat kat olduğu gibi.) KATNE Kırkbayır. * Boş. KATOLİK Fr: Hıristiyanlardan bazılarınca Hz. İsa'nın (A.S.) vekili telâkki ettikleri papanın reisliği altında Hıristiyanlıkta bir mezheb ve bu mezhabe bağlı olanlar.(Ehl-i bid'a, dinsizliklerine ve ilhadlarına şöyle bir bahane buluyorlar. Diyorlar ki: "Alem-i insaniyetin müteselsil hadisâtına sebep olan Fransız ihtilâl-i kebirinde, papazlara ve rüesa-yı ruhaniyeye ve onların mezheb-i hassı olan Katolik mezhebine hücum edildi ve tahrib edildi. Sonra çoklar tarafından tasvib edildi. Frenkler dahi, ondan sonra daha ziyade terakki ettiler?.."Elcevap: Bu kıyasın dahi, evvelki kıyaslar gibi farkı zâhirdir. Çünkü: Fransızlarda, havas ve hükümet adamları elinde çok zaman din-i hıristiyani, bahusus Katolik mezhebi bir vasıta-i tahakküm ve istibdat olmuştu. Havas, o vasıta ile nüfuzlarını avam üzerinde idame ediyorlardı. Ve "serseri" tabir ettikleri avam tabakasında intibaha gelen hamiyet-perverlerini ve havas zalimlerin istibdadına karşı hücum eden hürriyet-perverlerin mütefekkir kısımlarını ezmeye vasıta olduğundan ve dörtyüz seneye yakın Frengistanda ihtilâller ile istirahat-ı beşeriyeyi bozmağa ve hayat-ı içtimaiyeyi zir ü zeber etmeğe bir sebep telâkki edildiğinden; o mezhebe, dinsizlik namına değil, belki Hristiyanlığın diğer bir mezhebi namına hücum edildi. Ve tabaka-i avamda ve feylesoflarda bir küsmek, bir adavet hasıl olmuştu ki; mâlum hâdise-i tarihiye vukua gelmiştir. Halbuki: Din-i Muhammedi (A.S.M.) ve Şeriat-ı İslâmiyeye karşı; hiçbir mazlumun, hiçbir mütefekkirin hakkı yoktur ki, ondan şekva etsin. Çünkü onları küstürmüyor, onları himaye ediyor. Tarih-i İslâm meydandadır. İslâmlar içinde bir iki vukuattan başka dahili muharebe-i diniye olmamış. Katolik mezhebi ise, dörtyüz sene ihtilâlât-ı dâhiliyeye sebep olmuş. M.) KATR Damlamak. Damlatmak. Damlayan şey. * Develeri katarlamak. * Birisini şiddet ve hiddetle yere çalmak. * Yağmur. KATR Darlık. KATRAN (Katıran) Siyah, sert kokulu, süretle yanan, hararetli, keskin ve suda erimeyen bir madde. KATRE Damla. Su damlası. * Bir damla olan şey. KATRE-İ BÂRÂN Yağmur damlası. KATRE-İ GEVHER Cevher damlası. İnci tanesi. * Pek kıymetli şey. KATRECU f. Bir damla arıyan. KATREFEŞAN f. Damla saçan. KATRED (KATÂRİD) Koyunu ve kuzusu çok olan kişi. KATT Katı bir cismi yontma, enine kesme. * Saçın kıvırcık olması. * Narhın, fiatın fazla olması. KATT Kuru yonca. * Koğuculuk etmek, yalan söylemek, dedikodu yapmak. * Zeytin yağını fesliğen ile kokutmak. KATTA' Çok kat'eden, adah çok kesen. KATTAL (Katl. den) Çok öldüren, çok katleden. KATTAN Pamuk satan. KATTAT Hokkalar yapan, çıkrıkçı. KATUB (Bak: Katb) KATUBE Arkasında semeri olan deve. KATUF Tenbel. * Yavaş yürüyüşlü davar, yavaş olan hayvan. KATV Hizmet. KATV Sürur ve neşeyle ağır ağır yürümek. * Adımını biribirine yakın atmak. KAUD Binilmeğe kabil deve (en az iki yaşında olur.) KAUD Yavaş giden at. KAUR Çok derin. * Çöllerde, rüzgârların esmeleri sebebiyle yığılan kum tepeleri. Kumullar. KAUS Yaşlı, koca, ihtiyar. KAV' (C.: Akvâ) Erkek dişiye aşmak. * Üstüne hurma ve buğday döktükleri düz yer. KAVA' Kimse olmalan ıssız yer. * İki tarafına yağmur yağıp ona yağmayan yer. KA'VA' İncikleri ince olan kadın. KAVABİL (Kabile. C.) Ebeler. * (Kabiliyet. C.) Kabiliyetler veya kabiliyetliler. KAVAD Kaltaban. Arsız, gayretsiz. KAVAD Katili maktul yerine kısas etmek. KAVADİH (Kadiha. C.) Çekiştirenler, zemmediciler, kötüleyiciler. * Çekiştirilecek ve zemmedilecek şeyler. KAVADİM (Kadime. C.) Kuyruklar. * Kuşların kanatlarının ön tüyleri. KAVAF Kundura ve terlik gibi ayakkabıları hazır olarak satan. KAVAFÎ (Kafiye. C.) Kafiyeler. KAVAFİL (Kafile. C.) Kafileler. Birlikte yolculuk eden topluluklar. * Sıra sıra ve takım takım gönderilen şeyler. KAVAİD (Kaide. C.) Kaideler. Hareket porgaramları. Dil öğreten bir kitaptaki kaideler. Arab lisanındaki kaidelerin dercedildiği gramer kitabı. KAVAİD-İ ESASİYE Esası teşkil eden temel kaideler. KAVAİM (Kaime. C.) Kaimeler. KAVAKİZ (Kakuze. C.) Boş maşrapalar. KAVALİB (Kalıb. C.) Kalıplar. KAVAM Adâlet. * Güzel ve uzun boy. KAVANİN (Kanun. C.) Kanunlar. Devlet idare kaideleri. Şeriatın her bir mes'elesi. KAVANİN-İ ASKERİYE Askeri kanunlar. KAVANİN-İ CEZAİYE Ceza kanunları. KAVANİN-İ HADSİYE Hadse âit düstur ve kanunlar. (Bak: Desâtir) KAVANİN-İ İLÂHİYE İlâhî kanunlar. Şeriat. (Bak: Şeriat) KAVARİ' (Karia. C.) İnsan öleceği zaman, halet-i nezi'de okunan âyet-i kerime. * Şiddetli esen rüzgârlar. * Ansızın Allah tarafından gönderilen belâ ve musibetler. KAVARİR (Karure. C.) Gözbebekleri. * Şişeler.KAVAS : Eskiden vezirlerin maiyetlerinde kullandıkları silâhlı adamlar. KAVASIF (Kasıf. C.) Şiddetli esen rüzgârlar. Fırtınalar. KAVASIM (Kasım. C.) Ezici, kırıcı ve ufaltıcı şeyler. KAVAYİM Davarın ayakları. * Evin direkleri. KAVB Kesmek. * Çukur kazmak. KAVD Boy uzunluğu. * At sürüsü. KAVDA (C.: Kud) Uzun boyunlu kadın.* Alt dişlerin uzun başlısı. KA'VE Evin ortası. KAVEME (Kavme) Namazda, rükudan kıyama kalkıp, bir kere "Sübhâne Rabbiyel Azim" diyecek kadar durmak. KAVF Bir kimsenin peşinden gitmek. * Ense saçı. KAVİ Sağlam, metin, zorlu, kuvvetli, güçlü. * Varlıklı, zengin, sâlih, emin, mutemed. KÂVÎ (Key. den) f. Yakan, yakıcı. Dağlayan. Demirci. KAVİM (Bak: Kavm) KAVİM Doğru, dik, ayakta. * Dürüst. * İsabetli. * Boyu düzgün ve güzel. KAVİSNAME f. Okçular ve okçuluk hakkında yazılan eser. KÂVİŞ f. Eşme, kazma. KÂVİŞGER f. Kazıcı, eşici, kazan. KAVİYYEN Kuvvetle, kat'i olarak. Şüphesiz olarak. KAVİYYEN ME'MUL Çok kuvvetle ümid edilen. KÂVİYYET Yakıcılık, dağlayıcılık. KAVİYY-ÜL BÜNYE Bünyesi sağlam olan. Sağlam vücutlu. KAVİYY-ÜL İKTİDAR İktidarı kuvvetli. KAVKAA Salyangoz, midye gibi hayvanların sert kabuğu. KAVKAH Tavuk gıdaklaması, tavuk sesi. KAVKAL Bağırtlak kuşunun erkeği. * Keklik. * Turaç kuşu. KAVL Anlaşma. Sözleşme. * Konuşulan söz. Söz cümlesi. * İtikad, delâlet. * Tarif. * İlham. KAVL-İ LEYYİN Yumuşak söz. Sert olmayan söz. Enâniyetli olmayan söz. KAVL-İ MÜCERRED Delilsiz söz. KAVL-İ RÂCİH Daha makbul ve daha önde olan söz, kanaat, fikir. KAVL-İ RESUL Hadis. KAVL-İ ŞÂRİH Mânasını açıklayan söz. Şerheden söz. Tarif. Şerhedenin sözü. KAVLEN Söyleyerek. Söz ile. Anlaşarak. KAVLÎ Sözle alâkalı. Söz niteliğinde. KAVLİYYAT Kaviller, kuru lâflar, boş sözler. KAVM (Kavim) Bir peygambere tâbi ve bağlı insan topluluğu. Aralarında dil, âdet, örf, kültür birliği olan cemâat, topluluk. Millet. Bir işe başlamak. * Pazar kurmak. * Müşteri ile anlaşmak. KAVM-İ MAHSUR Nüfusu yüz kişiden az olan köy halkı. KAVMÎ Kavme âit, kavimle alâkalı. KAVMİYET Kavimcilik. Milliyetçilik. Bir kavmin hususiyetleri. |
Osmanlıca Sözlük (K Harfi)-Osmanlıca Sözlük (K Harfi)İle İlgili Kelimeler...
RE: Osmanlıca Sözlük (K Harfi) KAVMİYETÇİLİK İslâmiyetin âyet-i kerime ve hadis-i şerifle men'ettiği, soy sop üstünlüğü ileri sürerek, kendi kavminden olmayanlardan ayrılmak ve onları hakir görmek. (Bak: Asabiyet-i câhiliye)
KAVNES (C.: Kavânis) Atın iki kulağı arası. * Başa giyilen miğferin tepesi. KAVRA Geniş yer. KAVS Yay. * Eğri, yay biçiminde olan şey. * Dokuzuncu burcun adı. KAVS-I KUZAH (Kavs-i kuzeh) Gök kuşağı. Alâim-i semâ. Ebem kuşağı. KAVSAF Kadife. KAVSARRA Kamıştan yapılan hurma sepeti. * Şeker yükü. KAVSEYN İki yay. KAVSÎ Yay biçiminde olan, yay gibi olan. KAVS-PARE f. Küçük yay, küçük kavs. KAVT (C.: Akvât) Koyun sürüsü. KAVT İhtiyaç miktarı yemek vermek. KAVVAD Arsız, pezevenk, deyyus, kaltaban, gayretsiz. KAVVAL (Kavl. den) Geveze, çok konuşan, çok söyliyen. * Sözü yerinde söyliyen. Lâf ebesi. KAVVAM Nezaret ve muhafaza eden kimse. İşlerin mes'uliyetini üzerine alıp iyi idare eden. KAVVAS (Kavs. dan) Oklu asker. * Ok imâl eden kimse. Okçu. KAVZ (C.: Akvâz-Akâviz-Kızân) Küçük kum tepesi. * Düşmek. * Bağlamak. KAVZ Bozmak. Yıkmak. KAY Kusma, istifrağ. Hastalıktan dolayı ağızdan çıkan hazmolmamış gıdâ maddesi.(Âlim-i mürşid koyun olmalı; kuş olmamalı. Koyun, kuzusuna süt; kuş, yavrusuna kay verir. M.) KAY Yağmurlu hava. KAY' Kedi, sinnevr. KAY'AM (C.: Kayâım) Kedi. KAYANE Demircilik. KAYASİRE (Kayser. C.) Kayserler. Eski Bizans ve Roma İmparatorlarının lâkapları. KAYD Kelepçe, bağ. * Bağlamak. * Bir şeyi bir yere yazmak. * Deftere geçirmek. * Sınırlamak. * Şart. KAYD-I HAYAT Ömür boyunca, yaşadığı müddetçe. KAYDAHR Halkın her işine karşı gelen. * İri gövdeli deve. KAYDEHUR Yaramaz huylu. KAYDETMEK Yazmak. * Bağlamak. * İlgilenmek, alâkalanmak. KAYDİYYE Deftere kaydetme ücreti. KAYDUM Her nesnenin önü. KAYH (C.: Kuyuh) İrin. KAYID (C.: Kıvâd-Kâde-Kavâyid) Çekici, çeken. * Çavuş. * Koyunların önünde yürüyen "kösem" dedikleri koyun. KAYIF Ferasetle bir kimsenin nesebini bilen kişi. KAYIM Durucu, duran. * Kılıç kabzası. KAYIN Kadının veya kocanın erkek kardeşi. KAYINÇO Kayın. Kayınbirader. KAYISA (C.: Kavâsi) Derenin son bulduğu yer. KAYİLE (Bak: Kaylule) KAYKA' Tavuk avazı, tavuk sesi. KAYKABAN İğde yemişi gibi akça yemişi olan bir ağaç. KAYL (C.: Akyâl) Ulu şerif kimse. * Öğle vakti şarap içmek. KAYLULE Kerâhet vakti olmayan kuşluk vakti uykusu, öğle uykusu.(Re'fet, $ âyet-i celilesindeki $ kelimesinin mânasını merak edip sorması münasebetiyle ve hapiste sabah namazından sonra sairler gibi yatmasından gelen rehavet dolayısıyla, elmas gibi kalemini atâlete uğratmamak için yazılmıştır. Uyku üç nevidir:Birincisi: Gayluledir ki, "fecirden sonra tâ vakt-i kerahet bitinceye kadardır." Bu uyku, rızkın noksaniyetine ve bereketsizliğine Hadisçe sebebiyet verdiği için, hilâf-ı Sünnettir. Çünkü; Rızk için sa'yetmenin mukaddematını ihzar etmenin en münasip zamanı, serinlik vaktidir. Bu vakit geçtikten sonra bir rehavet ârız olur. O günkü sa'ye ve dolayısıyla da rızka zarar verdiği gibi, bereketsizliğe de sebebiyet verdiği, çok tecrübelerle sabit olmuştur.İkincisi : Feyluledir ki, "İkindi namazından sonra mağribe kadardır." Bu uyku ömrün noksaniyetine, yâni uykudan gelen sersemlik cihetiyle o günkü ömrü nevm-âlud, yarı uyku, kısacık bir şekil aldığından maddi bir noksaniyet gösterdiği gibi, mânevi cihetiyle de o gün hayatının maddi ve manevî neticesi ekseriya ikindiden sonra tezahür ettiğinden, o vakti uyku ile geçirmek, o neticeyi görmemek hükmüne geçtiğinden, güya o günü yaşamamış gibi oluyor.Üçüncüsü: Kayluledir ki, bu uyku Sünnet-i Seniyyedir. Duha vaktinden, öğleden biraz sonraya kadardır. Bu uyku, gece kıyamına sebebiyet verdiği için Sünnet olmakla beraber, Ceziret-ül-Arabta vakt-üz-zuhr denilen şiddet-i hararet zamanında bir tâtil-i eşgal, âdet-i kavmiye ve muhitiye olduğundan, o Sünnet-i Seniyyeyi daha ziyade kuvvetlendirmiştir. Bu uyku, hem ömrü, hem rızkı tezyide medardır. Çünkü: Yarım saat kaylule, iki saat gece uykusuna muadil gelir. Demek, ömrüne hergün bir buçuk saat ilâve ediyor. Rızk için çalışmak müddetine, yine bir buçuk saati ölümün kardeşi olan uykunun elinden kurtarıp yaşatıyor ve çalışmak zamanına ilâve ediyor. L.) KAYN (C.: Kuyun) Demirci, haddad, * Kul, köle. KAYNAN At ve deve ayaklarının ip bağlanacak ve bukağı vuracak yeri. KAYNATA Karı ve kocaya göre birbirlerinin babası. * Kayınpeder. KAYS Leylâ ile Mecnun hikâyesinin erkek kahramanı olan Amirinin adı. * Süngü miktarı. KAYS Düşmek, sukut. KAYSER Eski Roma ve Bizans İmparatorlarının lâkabı. KAYSERÎ f. Hükümdarlık, imparatorluk, kayserlik. KAYSERÎ (C.: Kayâsir, Kayâsire) Büyük şeyh. * Büyük deve. KAYSUM Marsama denilen ot. KAYTAS Balina balığı. * Kadırga balığı. KAYTUN (C.: Kayâtin) Hazine. Kiler. Ziyâfethâne. KAYTUS Bir yıldız kümesi. KAYY Fakirlik. KAYYIM İnsanları birbirine kardeşlikte ve sevgide bir araya toplayıp dünya ve âhirette necat ve iyilikler yolunda cem' edici olduğundan; bütün iyilikleri haseneleri toplayıcı ve muhtaçlara çok ihsan edici mânasında Peygamberimiz Resul-i Ekrem'e (A.S.M.) verilen bir isim. KAYYİME Müstakim, âdil. Çok değerli. KAYYUM Başlangıç, nihayet ve yeniden oluş gibi hallerden münezzeh ve ezelden ebede kaim, dâim ve var olan Allah (C.C.). Bütün eşyanın ancak kendisi ile kaim olduğu Cenab-ı Hak.(... Sırr-ı kayyumiyetin cilvesine bu noktadan bakınız ki; bütün mevcudatı ademden çıkarıp, herbirisini bu nihayetsiz fezada $ sırrıyla durdurup, kıyam ve beka verip, umumunu böyle sırr-ı kayyumiyetin tecellisine mazhar eyliyor. Eğer bu nokta-i istinad olmazsa; hiçbir şey kendi başıyla durmaz. Hadsiz bir boşlukta yuvarlanıp ademe sukut edecek.Hem nasıl ki bütün mevcudat, vücudları ve kıyamları ve bekaları cihetinde Kayyum-u Zülcelâl'e dayanıyorlar; kıyamları onunladır... Öyle de, mevcudatın keyfiyat ve ahvalinde binler silsilelerin; (temsilde hata olmasın) telefon, telgraf silsilelerinin merkezi ve santral direği hükmünde olan sırr-ı kayyumiyette $ sırriyle, uçları bağlıdır. Eğer o nurani nokta-i istinada dayanmazlarsa, ehl-i akılca muhâl ve bâtıl olan binler devirler ve teselsüller lâzım gelecek; belki, mevcudat adedince bâtıl olan devirler ve teselsüller lâzım gelir. Meselâ: Bu şey (hıfz veya nur veya vücud veya rızık gibi) bir cihette buna dayanır; bu da ötekine; o da ona... gitgide herhalde nihayetsiz olamaz, bir nihayeti bulunacak.İşte bütün böyle silsilelerin müntehâları; elbette sırr-ı kayyumiyettir. Sırr-ı kayyumiyet anlaşıldıktan sonra, o mevhum silsilelerde birbirine dayanmak rabıtası ve mânâsı kalmaz, kalkar; herşey doğrudan doğruya sırr-ı kayyumiyete bakar. L.) KAYYUM (Kıyâm. dan) Camilerde iş gören kimse. Cami hademesi. KAYYUMİYET Allah'ın ezelî ve ebedî oluşu, dâimî mevcudiyeti, bâkiliği. (Bak: Kayyum) KAYZ Yaz mevsiminin en sıcak zamanları. KÂZ (Gâz) f. Makas. KAZ' Kesmek. * Kahretmek. * Çiğnemek. * Fuhşiyat söylemek. Sövmek. KA'Z Keçi ve sığırın, ağacın başını çekip kendine eğmesi. KAZA Birdenbire olan musibet. Beklenmedik belâ. * Vaktinde kılınmayan namazı sonradan kılmak. * Allah'ın takdirinin ve emrinin yerine gelmesi. * Hâkimlik, hâkimin hükmü. * İstemeden yapılan zarar. * Hükmeylemek, hüküm. * Bir şeyi birbirine lâzım kılmak. * Beyan eylemek. * Ahdini yerine getirmek. * Ödemek, edâ etmek. * İcab. * Ölüm. (L.R.) * Şeriat hâkimi olan Kadı'nın hükümetinin hududu olan memleket. (Yâni, eskiden bir hâkimin şeriat şeriat namına da'valara baktığı memlekete "kaza merkezi" denirdi.)Fık: İnsanlar arasında vuku bulan dâva ve muhasamayı şer'î hükümler dairesinde fasletmek, halletmek.(Fetvanın kazadan farkı, mevzuu âmdır; gayr-i muayyendir, hem mülzim değil. Kaza ise; muayyen ve mülzimdir.) |
Osmanlıca Sözlük (K Harfi)-Osmanlıca Sözlük (K Harfi)İle İlgili Kelimeler...
RE: Osmanlıca Sözlük (K Harfi) KAZA-İ HÂCET İhtiyacını gidermek. * Büyük abdest bozmak.
KAZA-İ ŞEHVET Şehvet ihtiyacını gidermek. Cinsî münasebet (ki, insanlar arasında nikâh olmadıkça haramdır.) KAZA' Çocukların başını traş edip, bazı yerlerinde kısım kısım saç bırakmak. KAZAA Bulut parçası. KAZAB Katılık, şiddet. KAZABE Kesinti. Bağ ağacından ve diğer ağaçtan kesilen parçalar. KAZAEN Kaza olarak, tesadüfen. İstemiyerek. Bilerek değil. Beklenmedik halde. KAZAET Ayıp, âr. * Fesad. KAZAHA (Kazâ. dan) Kazalar. İlçeler. Kaymakamlık idareleri. KAZAÎ Kaza ile alâkalı. Hüküm vermeğe ait. KAZAK Her kavmin askerliğe, akın ve çapula ayrılmış efradı. * Çarlık Rusyasında ayrıca bir sınıf teşkil eden sipahiye benzer süvari askeri. KAZAL (C: Kuzul-Akzile) Başın arka tarafı. KAZAM şey. KAZAN (KEVZÂN) Semiz şişman kimse. KAZANFER (Bak: Gazanfer) KAZAN KALDIRMAK t. Yeniçerilerin isyanı münasebetiyle kullanılan bir tabirdi. Yeniçeriler isyan ettikleri zaman yemek pişirilen kazanlarını da, toplandıkları At Meydanı'na getirdikleri için bu tabir meydana gelmiştir. Sonradan da devlete karşı koymağa kalkanlar hakkında kullanılırdı. (O.T.D.S.) KAZAR Kirlenme, pislenme. KAZARA f. Kazâ olarak. Rastlayarak. KAZARET Murdarlık, necâset, pislik, pis olma hâli. KAZASKER İlmiye mesleğinin en yüksek mertebelerinden biri. Lügat mânası asker kadısı, ordu kadısı demektir. Osmanlılarda Kazaskerliğin ihdası Sultan I.Murat zamanındadır. İlk Kazasker de "Çandarlı Kara Halil"dir. KAZAYA (Kaziye. C.) Kaziyeler. Hükümler. KAZAYA-YI MAKBULE (Bak: Kaziye-i makbule) KAZAZ Ufak taş. * Döşek üstünde olan toprak. * Toz toprak bulaşmaz nesne. KAZA-ZEDE Kazaya uğramış, başına felâket gelmiş. KAZB Kesmek. * Yonca otu. KAZB Çok nikâh. KAZBE (C: Kuzub) Yonca otu. KÂZE Uyluk dibi. KAZEF Irak, baid, uzak. KAZEİN Fr. Sütte bulunan albüminli maddeler. KAZEL Çok fazla aksaklık. (Müe: Kazlân) KAZEM Tez, seri, acele. KAZEM Bütün bütün yutmak. * Asılsızlık. KAZER Nezafetsizlik, temiz olmamak. KAZEZ Pire. KAZF Atmak. İftira atmak. Ehl-i namus bir kadına zina isnad etmek. Buna "kazf-ı muhsenat" da denir. (Bak: Kebair) KAZF (KAZÂFE) (C.: Kızâf) İncelik, zayıflık. KAZH Atmak, saçmak. KAZIB (C.: Kavâzıb-Kızâb) Kesici, kesen. KÂZIM Öfkesini yenen, meydana vurmayan. KAZIM(A) Kemirici hayvan. KÂZIME (C.: Kezâyim) Yanında bir kuyu daha olup bundan ona, ondan buna su geçen kuyu. * Büyük şehir. KÂZIMÛN (KÂZIMÎN) Öfkesini yenenler. Hırsını yenenler. KÂZIMÎN-EL GAYZ Öfkesini yenenler. KAZIYE Ölüm. KAZİ (A, uzun okunur) Dâvalara hüküm ve kaza eden. Şeriat kanunlarına göre dâvalara bakan hâkim. Kadı. * Yapan, yerine getiren. KAZİ-YÜL HÂCÂT Bütün ihtiyaçları yerine getiren Allah (C.C.) KÂZİB(E) Yalancı. Yalan söyleyen. KAZİB (C.: Kuzıbân) Ağaç dalı. KAZİB Karada ve denizde ticarete hırslı olan kimse. KAZİFE Sövdükleri söz. * Attıkları nesne. KAZİM (C.: Kazmân-Kazam) Gümüş. * Yazı yazmada kullanılan beyaz deri. * Davara verdikleri arpa. KAZİME (Bak: Kâzıme) KAZİYE (KAZİYYE) Man: Hüküm. Bir hükmü ifâde eden kelâm. * Karar. Fikir. İfâde. * Hak veya bâtıl mâna ifade eden söz. * Hükmeylemek. * Hükümet. KAZİYE-İ BEDİHİYYE Man: Delil ile isbata muhtaç olmaksızın, aklın cezmen hüküm ve tasdik eylediği hüküm. Bu iki kısma ayrılır:1- Kaziye-i bedihiyye-i akliyye: Aklın hârice danışmayarak ve havassın (hislerin) tavassut ve yardımına muhtaç olmayarak tasdik eylediği kaziyeye denilir ki; akıl mücerret mevzu ve mahmulünü tasavvur edince beyinlerindeki nisbet-i hükmiyeyi cezmen tasdik ediverir ve bunlara Ulum-u müteârife denir. Bu da ya evveliye veya fıtriyye olur.2- Kaziye-i bedihiyye-i akliyye-i evveliye: Aklın mücerret tarafeyni tasavvur ile beynindeki nisbet-i hükmiyeyi cezmen tasdik ettiği kaziyyeye denir. (L.R.) KAZİYE-İ BEDİHİYYE-İ FITRİYYE Man: Aklın tarafeyni tasavvur ederken zihinde hâzır olan bir hadd-ı vasat vâsıtası ile nisbet-i hükmiyyeyi cezmen tasdik eylemesinden ibaret olan kaziyyeye denir. KAZİYE-İ CEHLİYYE Man: Esası cehl üzere mebni olan bâtıl kaziyyedir. (L.R.) KAZİYE-İ CÜZİYYE Man: Hükmü, mevzuun bazı efradına şamil olan kaziye. "Bazı şeyler serttir." gibi. KAZİYE-İ HAMLİYYE Man : Mahmulün (yâni, haberin), mevzua (yani mübtedaya) sübut veya nef'i ile hükmü hâvi olan kaziyye. Tabir-i diğerle: Mahmulün mevzua kayıtsız ve şartsız olarak isnad olunduğu kaziyyeye denir. "Dünya fânidir" gibi. KAZİYE-İ İHTİMALİYYE Man: Bir şeyin olması veya olmaması mümkün olmak ihtimâli üzerine bina olunan kaziyye. KAZİYE-İ KÜLLİYE Man: Hüküm mevzuunun cemi efradına şâmil olan kaziyye. "İnsanların cümlesi nâtıktır" gibi. KAZİYE-İ MA'DULE Man: Selb, ya mevzuundan ya mahmülünden ikisinden cüz' olan, yâni kendinde hem isbat ve hem de nefiy kaziyyelerdir. "Nefs-i nâtıka gayr-i mürekkebdir" gibi. KAZİYE-İ MAHKÛMUN BİHÂ (Bak: Kaziye-i muhkeme) KAZİYE-İ MAHSUSA Man: Mevzuu yalnız bir fertten ibaret olup da hüküm onun üzerine olan kaziyyedir. Buna Kaziye-i şahsiyye dahi denir. "İstanbul en büyük şehirlerin birincisidir" gibi. KAZİYE-İ MAKBULE Kabule mazhar olmuş hüküm ve iddia. İtimad edilir zâtların söyledikleri ve bu itimada binâen kabul edilen kaziyye. KAZİYE-İ MEŞHURE Man: Herkesce sâbit olduğu hasebiyle hükmolunan kaziyye. KAZİYE-İ MEVHUME Man: Mâkul işler üzerine kuvve-i vâhimenin hükmeylediği kâzib kaziyyedir. KAZİYE-İ MUHAYYELE Man: Kizb olduğu mâlum iken nefsin ya münbasit ya münkabız olduğu kaziyye. Hayali olan hüküm. KAZİYE-İ MUHKEME Tam, sağlam hüküm. Temyizin tasdikinden geçmiş, değişmez hâle gelmiş mahkeme kararı ki, böyle bir karara mazhar olan herhangi birşey hakkında tekrar dava açılamaz; dâva mevzuu yapılamaz. Aksi takdirde kanun namına kanunsuzluk yapılmış olur. Buna "Kaziye-i mahkumun bihâ" da denir. (Bak: Muhkem kaziyye) KAZİYE-İ MUTLAKA Man: Hiçbir ihtimâl gösterilmeyip, bir şeyin şöyle olduğuna veya olmadığına açıktan açığa hükmolunan kaziyye'dir. KAZİYE-İ MÜMKİNE Mümkün olan hüküm, kaziyye.(Meselâ: Kim iki rekât namazı filan vakitte kılsa, bir hac kadardır. İşte iki rekât namaz bazı vakitte bir hacca mukabil geldiği hakikattır. Herbir iki rekât namazda bu mâna külliyet ile mümkündür. Demek şu nevideki rivayetler vukuu bilfiil dâimi ve külli değil, zira kabulün madem şartları vardır. Külliyet ve daimilikten çıkar. Belki ya bilfiil muvakkattır, mutlaktır, veyahut mümkinedir, külliyedir. Demek şu nevi ehadisteki külliyet ise, imkân itibariyledir... S.) KAZİYE-İ NAZARİYYE Man: Aklın bir delil ile tasdik eylediği kaziyye. Delilinin mukaddematı yakiniyyattan ise, yakiniyye'dir ve illâ zanniye olur. KAZİYE-İ SÂLİBE Man: Mevzuun mahmulünden selbiyle hükmolunan, yâni; bir şeye nefi ile hükmeyleyen kaziyye'dir. "Kamerin ziyası kendinden değildir" gibi. KAZİYE-İ ŞARTİYYE Man: İki cümleden ibâret, fakat bunlardan birinde olan hüküm diğerinde gösterilen şarta mütevakkıf olan, yâni; aralarında mülâzemet ve irtibat bulunan kaziyedir. KAZİYE-İ ŞARTİYYE-İ MUTTASILA Man: Mevzu ile mahmulü birer cümle olmakla, birinde bir şeyin üzerine olunan hüküm, diğerinde gösterilen şarta mütevakkıf olan kaziyyedir. (Eğer bir cisim ağır ise, bir yere yerleştirilmedikçe düşer gibi.) KAZİYE-İ ŞARTİYYE-İ MÜNFASILA Man: Mahmulü birden fazla olmakla bu mahmulllerin biri elbette mevzua isnad olunmak lâzım geldiğine hükmolunan kaziyyedir. (Adet ya tektir, ya çifttir) gibi. KAZİYE-İ TAKLİDİYYE Man: Mücerred. Başkasından duymakla hükmolunan kaziyye. KAZİYE-İ YAKÎNİYYE Man: Yakîni ifade eden kaziyyeye denir. Ya bedihiyye veya nazariyye olur. KAZİYE-İ ZANNİYE Man: Karineler ve emârelerden alınmış olan kaziyyeye denir ki; akıl galip zan ile hüküm eylerse de, onun nakzını dahi tecviz eder, bu cihetle zanniyatın cümlesi nazaridir. KAZİYE-İ ZARURİYYE Man: Tasdikat-ı akliyyeden olmakla zıddı mümkün olamıyacak surette kat'i olan bir nevi kaziyyedir. KAZİZ Ufak taşlar, taş parçaları. * Topluluk, cemaat. KAZKAZ Arslanın, kemiği parça parça etmesi. * Yavuz arslan. KAZKAZA Kemiği parçalamak. KAZM Kuru şeyler yemek. * Dişlerin etrafıyla bir şeyi ısırıp yemek. KAZR Bir kimsenin peşinden gitmek. KAZUF (KAZİF) Irak, uzak, baid. KAZULET Kocaman. KAZUR Temiz olmayan şeylerden sakınan kimse. KAZURAT Pislikler, süprüntüler, insan pisliği. KAZURE (C.: Kazurât) Pislik. * Mezbele, süprüntülük. KAZUZE Maşrapa. KAZZ Büyük taş. * Topraklı olan. * Topluluk, cemaat. KAZZ Bükülmüş ibrişim. Ham ipek. * Sıçramak. * Irak olmak, uzak olmak. KAZZ Okun yeleğini kesmek. * Yalnız, tek, ferd. KAZZABE Çok keskin. KAZZAFE Sapan. KAZZAN Pire. KAZZAZ İpekçi. İpek yapan veya satan kimse. KAZZE (C.: Kuzâ) Su üstündeki çörçöp. * Göze düşen çöp. * Gözün çapağı. KE "Gibi" mânasındadır. (Arapça teşbih edâtı) Kelimenin başına getirilir. Meselâ: (Kezâlike: Bunun gibi) * Harfin ve kelimenin sonuna gelirse "sen" zamiri yerindedir. Meselâ (Kitâbü-ke: Senin kitabın) KE f. Farsçada küçültme edatıdır. Kelimelerin sonlarına gelir. (Meselâ: "Merdüm: Adam; merdümek: Adamcağız" gibi.) KEB' Men'etmek, mâni olmak, engellemek. * Dinar. Dirhem. KEBAB Ateşte pişirilen et. * Ateşte kavrularak veya alazlanarak pişirilen her türlü yiyecek. KEBABE Bir ot ismi. KEBAD İri limon. KEBADE f. Tâlim yayı. KEBADE-KEŞ f. Ok atma tâlimi yapan veya ok atmaya hevesli olan. Tâlim yayını çeken. KEBADE-KEŞÎ f. Ok atmaya hevesli olma, tâlim yayını çekme. KEBAİR (Kebire. C.) Büyük şeyler, büyük günahlar. Kebairin sıralanışı:-Allah'ı inkâr etmek.-Allah'a şirk koşmak.-Kat'iyyen sâbit olan dini bir hükme inanmamak.-Allah'ın rahmetinden ümidini kesmek.-Allah'ın cezasından, mekrinden ve azabından emin olmak.-Günah üzerinde ısrar etmek. Yâni, herhangi bir günahı devamlı işleyip durmak.-Namazı, orucu terketmek. Allah yolunda cihaddan kaçmak.-Anaya, babaya âsi olmak. Yalan yere şehadet veya yemin etmek.-Bir kimseyi haksız yere öldürmek. Bir kimsenin bir uzvunu haksız yere kesmek veya muattal bir hale koymak.-İffetli kadınlara fuhuş isnad etmek. Nemmamlık etmek.-Ribâda (fâizde) ve hırsızlıkta bulunmak. Rüşvet almak.-Yetim malı yemek.-Zina ve livata denilen günahları işlemek. Bu sayılan günahlar hülâsa edilse, "yedi kebair"i ifade eder. Başta üçü el-iyâzü billah küfürdür. Sonrakiler ise, üzerine İlâhî ceza terettüb edip, hadd-i şer'îyi icab ettiren, açıkça ve kat'i olarak nehyedilmiş bulunan büyük günahlardır. (Bak: Mubikat-ı seb'a) KEBAS (KEBES) Misvak ağacının yemişi. * Bir şeyin kokup bozulması. KEBB Hor ve zelil etmek, yüzü üstüne bırakmak, helâk etmek. KEBBAH Gönden bardak ve matara diken kimse. KEBBAN Büyük terâzi. Kantar. KEBBE İzdihamlık, kalabalık. * Cenk ve kıtal içinde sür'at etmek. Savaşta acele hareket etmek. KEBC Davarı durdurmak için dizginini çekmek. KEBE Çobanların ve köylülerin giydikleri yünden bir nevi aba. KEBED Ciğer ağrısı. * Kara ciğer. * Meşakkat. Şiddet. Mihnet. * Karnın şişmesi. KEBEL Kısa. KEBG f. Keklik. KEBİB Darı. KEBİCEK Kış otu. KEBİR Büyük, âli, yüce. KEBİRE (Müe.) Büyükler. Büyük günahlar. (Bak: Kebair) KEBİSE Dört senede bir takarrur eden ve bir gün fazlası olan sene. Şubatın 29 gün olduğu sene. KEBİT Deve avazı. Sığır avazı. KEBKEB(E) f. Ayak patırtısı. KEBKEBE Yüz üstüne düşürme. * Çukur bir yere döne döne düşme. KEBL Bağlamak. * Kovanın ağzını iki kat edip dikmek. KEBN Kova ağzını iki kat edip dikmek. * Udul etmek, dönmek, vazgeçmek. * Besili ve semiz olmak. * Kaybetmek. KEBS Çukur bir yeri doldurup düzeltme. * Bir cins hurma. * Misk hokkası. KEBSE Beraberlik, eşitlik, müsavat. * Ebucehil karpuzu. KEBŞ (C.: Kibâş) Erkek koyun. Koç. KEBT Zelil etmek, hor hakir etmek. * Sarfetmek, harcamak. KEBUD f. Mavi. Gök rengi. KEBUDFÂM f. Gök renginde olan. Mavi renkli. KEBUDÎ f. Mâvilik. KEBUTER f. Güvercin. KEBUTER-İ NAME-BER Posta güvercini. Mektup götüren güvercin. KEBUTERÂN (Kebuter. C.) Güvercinler. KEBUTER-BÂZ f. Güvercin besleyen, yetiştiren, satan kimse. KEBV (KEBVE) Davarın, başını vücuduna sürçmesi. * Çakmak çöngelip ateşi çıkmaz olmak. * Görmek. * Kabın içindekini dökmek. * Ateşi kül bürüyüp örtmek. KEC f. Eğri, çarpık. KECABE f. Devenin üstüne konan oturulacak bir çeşit tahtırevan. KECAVE f. Deve üstüne konulan bir cins tahtlrevan. KECBAZ f. Oyunda hile yapan. KECBİN f. Şaşı. * Eğri gören. * Yanlış ve ters düşüren. KECÇEŞM f. Şaşı gözlü. Gözü şaşı olan. KECFEHM f. Yanlış anlıyan. KECHULK Kötü huylu kimse. Huyu kötü olan kişi. KECKÜLAH f. Eğri külâhlı, külâhı eğri olan. * Mc: Hoppa. KECMİZAC f. Mizaç ve tabiatı hoş olmıyan. Huysuz. KECNAZAR f. Kıskanç, hasetci. * Eğri bakışlı. KECNİGÂH f. Eğri bakışlı. Bakışları eğri olan kimse. KECNİHAD f. Aksi ve ters huylu olan. |
Osmanlıca Sözlük (K Harfi)-Osmanlıca Sözlük (K Harfi)İle İlgili Kelimeler...
RE: Osmanlıca Sözlük (K Harfi) KECREFTAR f. Ters yürüyen. Gidişi eğri.KECREV : f. Eğri giden. * Tuttuğu yol sakat ve yanlış olan.
KECRE'Y f. Reyi, sakat, düşüncesi ters olan. KECTAB' f. Mizacı, tabiatı ters olan kimse, aksi. KEÇEL f. Başı kel olan kişi. Başında saç olmayan kimse. KEÇELİ Tar: Yeniçerilerden keçekülâh giyenler. KED f. Ev, hâne, mesken. KEDA' Defetmek, kovmak. KEDA Mekke-i Mükerreme üstünde, Mekâbir yakınında bir yolun adı. KEDAD Araplar arasında mâruf bir erkek eşeğin adı. (Ona nisbet edip "benat-ul kedad" derler.) KEDB Tâze kan. KED-BANU f. Bir daireyi idare eden kâhya kadın. KEDD Emek. İş. Çalışma, uğraşma, çabalama. KEDD-İ YEMİN El emeği. KEDDERE Bulandırdı (meâlinde fiil). KEDE f. "Mahal, ev, yer" anlamına gelir ve birleşik isimler şeklinde kullanılır. Meselâ: Ateşkede, bütkede, meykede... gibi. KEDEME Hareket. KEDER Tasa, kaygı, can sıkıntısı. Bulantı. Gam. KEDEREFZÂ f. Keder ve sıkıntı veren. Keder verici. KEDERENGİZ f. Üzüntü, keder ve sıkıntı meydana getiren. KEDERNÂK Keder verici, kederli. KEDEN Toprak suyu çekip, yerinde bulanıklık kalmak. KEDEVEN Palan atı. KEDH Amel, cehd. Sa'y. * Isırma veya yırtma ile hasıl olan iz. KEDHÜDA f. Kâhya. KEDİD Davar tırnağıyla didilmiş ve yumuşamış olan yumuşak yer. KEDİN Etli ve yağlı kişi. KEDİR (KEDİRÂ) İçinde hurma ıslanmış süt. KEDKEDE Ağır ağır seğirtmek. * Katı bir cisme dokunmaktan çıkan ses. KEDM Isırma. KEDME Yara izi, bere. KEDS Tez tez yürütmek. KEDŞ şiddetle sürmek. * Yırtmak. * Kazanmak. KEDU f. Kabak. * Mc: Kafatası. KEDUH Amel ve sa'yedici, çalışan. KEDUM Adam ısıran eşek. KEDURET Bulanıklık. * Gam, tasa, keder. KE-EN LEM YEKÜN Güyâ olmadı. Sanki olmadı. KE-ENNE (Ke-ennehu) (Teşbih edatıdır) Sanki, güyâ, öyle gibi. (Bak: İnne) KEF Elin iç tarafı. Avuç. * Ayağın altı, tabanı. * Avuç dolusu. KEF f. Köpük. KEFA f. Sıkıntı, meşakkat, mihnet. KEFA' Kabı başaşağı etmek, ters çevirmek. KEFAET Denklik. Denk olmak. Beraberlik. Bir şeye yeterlik. Küfüv oluş. * Fık: Evlenen erkeğin, alacağı kadına neseb, diyanet, hürriyet ve mal hususlarında müsâvi ve daha üstün olması hususu. (Bunun en mühimmi de diyânet noktasındadır.) KEFAF Ancak yaşayabilecek kadar olan rızık. * Misil, miktar. * Berâberlik. KEFAF-I NEFS Bir kimsenin ölmeyecek kadar olan nafakası.KEFALET : Kefillik. Bir kimse kendine âid bir işi yapamadığı veya borcunu ödeyemediği takdirde, yerine onun işini göreceğini kabul etmek. * Birine kefil olmak. İşini üzerine almak. KEFALET-İ BİL-MAL Fık: Bir mal için kefil olma. KEFALET-İ BİNNEFS Birinin şahsına kefil olma. KEFALET-İ MUTLAKA Huk: Bir kayıt ile bağlı olmıyan kefalet. KEFALET-İ MUVAKKATA Geçici bir zaman için kefil olma. KEFALET-İ NAKDİYE Bir hususu te'min için depozite yatırmak suretiyle kefil olma. KEFALET-BİT-TESLİM Bir malın teslimine kefil olma. KEFALETEN Kefil olarak. Kefillik suretiyle. KEFALETNAME f. Kefillik kâğıdı, kefalet senedi. KEFARET (Bak: Keffaret) KEFC f. Ağızdan gelen köpük. KEFÇE f. Kepçe. KEFE (Keffe) Terazinin bir gözü. KEFEF (Keffe. C.) Kefeler. Terazinin tablaları. KEFEL Dip, ard, kıç. KEFENBEDUŞ (Kefenberduş) f. Kefeni sırtında. Ölümü göze almış. KEFENPUŞ f. Kefene sarılmış. Kefenlenmiş. KEFERE (Kâfir. C.) Kâfirler. KEFEŞ (Bak: Kafş) KEFETEYN Terâzinin iki tarafı. KEFF Vaz geçme, el çekme, çekinmek, men'etme, imtinâ etmek, sâkit olmak. * Avuç, el, avuç içi. * Nimet. KEFF-İ YED El çekme. Karışmama. KEFFARET (Masdar gibi kullanılıyorsa da "keffâr" mübalâğa isminin müennesi olup, asıl mânası: örtücü ve imhâ edici demektir.) Bir mecburiyet altında veya yanlışlıkla işlenmiş günahı affettirmek ümidiyle şeriata uygun olarak verilen sadaka veya tutulan oruç. * Günahtan arınma. KEFFARET-İ HALK Hac için ihrama girip de bir özre mebni saçlarını vaktinden evvel traş ettiren kimsenin tutacağı üç günlük oruçtan ibârettir. KEFFARET-İ KATL Bir müslümanı veya bir zımmiyi amden değil de bir hata neticesi olarak öldüren bir müslümana lâzım gelen keffârettir ki; muktedir ise, bir mü'min köle âzad etmekten; buna muktedir değilse, iki ay muttasıl oruç tutmaktan ibârettir. KEFFARET-İ SAVM Ramazan-ı Şerifte özürü bulunmaksızın muayyen şartlar dâhilinde orucunu bozan bir mükellefin, müslim veya gayr-i müslim bir köle veya câriye azâd etmesinden; buna muktedir değilse, iki ay muttasıl oruç tutmasından; buna da muktedir değilse, altmış fakire yemek yedirmesinden ibârettir. KEFFARET-İ YEMİN Yaptığı bir yemine sadık kalmayıp bozan bir müslümana lâzım gelen keffâret demektir ki: Muktedir ise, müslim veya gayr-i müslim bir köle veya câriye azad etmekten; muktedir değil ise, on fakiri akşamlı sabahlı doyurmaktan veya on fakire birer parça libas giydirmekten; bu üç şeyden birine muktedir olamayana da üç gün muttasıl oruç tutmaktan ibârettir. KEFFARET-İ ZIHAR Zıhar keffareti.Keffâret-i zıharın vâcib olmasının şartı kudrettir. Muktedir olan, köle azad eder; değilse iki ay oruç tutar, buna da gücü yetmezse altmış fakire yemek verir. (Bak: Zıhâr) KEFFARET-ÜZ ZÜNUB Günahların keffareti. Mü'min insanların çeşitli hastalık ve musibetlerine denir. Çünkü günahlarından afvına vesile olabilir. (Huk. İslâmiye ve Ist. Fık. K.) KEFFE (C.: Kifef) Terazi kefesi. * Her yuvarlak cisim. * (C.: Ükef) El ayası. KEFGİR f. Köpük tutan. * Kevgir, delikli kap. KEFH Karşı karşıya savaşma. KEFİ Nazir, misil, benzer, denk, eş. KEFİL (Kefâlet. den) Birisinin bir borcu ifâsı lâzım gelirken, ifâ etmediği takdirde, o borcu ifâyı kendi üzerine alan kimse. Kefâlet eden kimse. KEFİL Bİ-T-TESLİM Bir malın teslimine kefil olan kimse. KEFİT Seri yürüyüş, hızlı yürüyüş. * Kuvvet. KEFİYE Başa sarılan ve omuzların üzerine kadar gelen, uçları püsküllü ince ipek örtülü kumaş. KEFKEFE Men'etmek, engel olmak. KEFL Okşamak. * Kefil olmak. * Yaramaz gönüllü olan. KEFN Yün eğirmek. KEFR (C.: Küfur) Örtme, sarma, * Köy, karye. KEFŞ (Bak: Kafş) KEFT Cem'etmek, toplamak. * Sarfetmek, harcamak. * Evmek. * Katı katı sürmek. KEFTAR f. Sırtlan. KEFTER f. Güvercin, kebuter. KEFUR Hakkı gizleyici, doğruyu gizleyen. KEH f. Saman. Saman çöpü. KEHA f. Mahcub, utangaç. KEHAİL (Kehil. C.) Sürmeli gözler. Sürme çekilmiş gözler. KEHAM (KİHÂM) Yaşlı, ihtiyar. (Kesmez kılıca "seyf-i kihâm"; peltek lisana "lisan-ı kihâm"; ağır yürüyüşlü ata "feres-i kihâm" derler.) KEHANET Gaibden haber vermek. Falcılık. Kâhinlik etmek. (İlâhi ihbârât-ı gaybiyyeye istinad etmeden, gaybdan haber vermek ve falcılık ve kâhinlik etmek dinen kat'iyyetle haramdır.) KEHAT Büyük, semiz dişi deve. KEHB Koruk. KEHD Ayağı yere vurmak. KEHDEL Genç hâtun. * Yaşlı hâtun, acuze. (Ezdattandır) KEHENE (Kâhin. C.) Kâhinler, falcılar. KEHF Mağara, in. Sığınacak yer altı. * Tıb: Verem hastalığında akciğerde açılan oyuk. KEHF-MİSAL Mağaraya benzer şekilde, mağara gibi sesi aksettiren. KEHF SURESİ Kur'an-ı Kerim'in 18. suresidir. Mekke-i Mükerreme'de nâzil olmuştur. KEHHAL Gözlere sürme süren. * Göz doktoru. KEHİB Patlıcan. KEHİL (Kehile) Sürme çekilmiş göz. Sürmeli göz. KEHİLA Gözleri yaradılıştan sürmeli olan kadın. KEHİRE Kısa boylu kadın. KEHKAH Zayıf erkek. KEHKEŞAN f. Samanyolu. Saman uğrusu. (Gökte sık yıldız ışıklarıyla hasıl olan yol biçimi uzayıp giden ışıklı manzara.) KEHL Göze sürme çekme. * Kıtlık yılı. (Bak: Kahl) KEHL(E) Otuz yaşını geçmiş, saçına aklık karışmış kimse. (Bak: Kühulet) * Bit. KEHLÂ' Sürmeli kadın. * Sığırdili dedikleri ot. KEHM Men'etmek, engel olmak. * Kaldırmak. KEHMEL Ağır ve kaba. KEHMES Boyu kısa olan. KEHR (KÜHRÜRE) Yüz pörtürmek. * Men'etmek, engel olmak. KEHREBA Bir şeffaf zamk ismi. KEHRİBAR Cevher saçan. * Güzel sözler söyleyen. KEHRÜBA f. Saman kapan. * Bir yere hızlıca sürüldüğü zaman, hafif şeyleri kendine çeken bergâmi taş. (Türkçede tahrif edilerek "Kehribâr" denilir.) KEHRÜBAÎ Kehribar gibi, cezbedici, elektrikli olan. KEHS Bir şeyi eliyle almak. KEHULET (Bak: Kühulet) KEHVARE f. Beşik. KEİB Mahzun, hüzünlü, münkesir ve kötü halli olan kişi. (Müe: Keibe) KEJ f. Çarpık, eğri. Kumral. Tüylü keçi. KEJÇEŞM f. Şaşı, eğri bakışlı. KEJDÜM f. Akrep. KEJDÜMÎ f. Akrep gibi, akreple ilgili. KE'KEE Zorla reddetmek, def'etmek. KEKEME t. Harfleri serbest söyliyemeyip tekrarlayan. Dilinde tutukluk olan. KEKRE t. Ekşi, acımtırak. KELA Yeşil ot. KELAB Tıb: Kudurma. Kuduz hastalığı. KELACU f. Kadeh. KE-L-ADEM Yok. Yokmuş gibi. KELAET (Bak: Kilaet) KELAH Kıtlık olan yıl, kıtlık yılı. KELÂL Yorgunluk. Bitkinlik. Usanç. * Göz nuru zayıf olmak, yorgun olmak. KELÂL-İ DİL Gönül yorgunluğu. KELÂL-ÂVER f. Yorgunluk ve bıkkınlık veren. Sıkıcı, yorucu. KELÂL-BAHŞ f. Sıkıcı, yorucu. Yorgunluk getiren. KELÂLET Yorgunluk. Bitkinlik. Usançlık. * Bıçak ve kılıç gibi şeylerin kesmez olması. * Akrabalığı uzak olanlar. (Amcazâdeler topluluğu gibi). * Kör ve kesmez olan. KELÂLİB (Küllâb. C.) Çengeller, kancalar, uçları eğri olan demirler. KELÂM Söz. Bir mânayı ifâde eden, bir maksadı anlatan ifâde. * Allah'a mahsus bir sıfat. * Fık: Allah (C.C.) Kelâm sıfatını da hâizdir. Onun kelâmı harften ve savttan (sesden) münezzehtir, ezelidir, ebedidir. * Ist: Hikmet ve mantık esaslarıyla Allah'ın (C.C.) varlığı, birliği, İslâmiyetin doğruluğu ve hakkaniyetinden bahseden ilim. (Bak: İlm-i kelâm ve Kelâmullâh) KELÂM-I AHSAR En kısa ve veciz söz. KELÂM-I KADİM Kur'an-ı Kerim, Kadim kelâm. KELÂM-I KİBÂR Büyük, akıllı, veli ve meşhur zâtların güzel, veciz ve çok kıymetdâr olan sözleri ve kelâmı. KELÂM-I MAHREM Gizli kelâm. Mahrem söz. KELÂM-I MENSUR Nesir söz. KELÂM-I MUDARÎ Arab kabilelerinden Mudar Kabilesinin konuştuğu Arapça. Kur'an-ı Kerim bu lehçe üzerine nâzil olmuştur. En fasih Arapça'dır. KELÂM-I NEFSÎ Cenab-ı Hakk'ın lâfz, harf ve ses olmayan zâtî kelâmı. İçten konuşma. KELÂM-I RESUL Hadis. Peygamberimizin sözü. KELÂM-I TÜND f. Sert söz. KELÂMIN KUYUDAT VE KEYFİYATI Kelâmın küllünü meydana getiren harf, kelime gibi parçalarıyla, bunların sarf ve nahiv yönünden hususiyetleri. Meselâ: Müzekkerlik - müenneslik, mârifelik - nekrelik, mübtedâ - haber, sıfat - mevsuf gibi. KELÂMÎ Söz ve kelâma ait. Sözle alâkalı. KELÂMİYYUN Kelâmcılar. İlm-i kelâm âlimleri. (Bak: Mütekellimîn) KELÂMULLAH Allah kelâmı, Kur'ân-ı Kerim. (Bak: Kur'ân)(Kur'ân başka kelâmlarla kabil-i kıyas olamaz. Çünkü, kelâmın tabakaları, ulviyet ve kuvvet ve hüsn-ü cemâl cihetinden dört menbaı var. Biri mütekellim, biri muhâtab, biri maksad, biri makamdır. Ediblerin yanlış olarak, yalnız makam gösterdikleri gibi değildir. Öyle ise, sözde "Kim söylemiş? Kime söylemiş? Ne için söylemiş? Ne makamda söylemiş?" ise bak. Yalnız söze bakıp durma.Madem kelâm kuvvetini, hüsnünü bu dört menba'dan alır. Kur'ânın menbaına dikkat edilse, Kur'ân'ın derece-i belagatı, ulviyet ve hüsnü anlaşılır. Evet, madem kelâm mütekellime bakıyor; eğer o kelâm emir ve nehiy ise; mütekellimin derecesine göre irâde ve kudreti de tazammun eder. O vakit söz mukavemetsûz olur, maddi elektrik gibi te'sir eder. Kelâmın ulviyet ve kuvveti o nisbette tezâyüd eder. S.) KELAN f. İri, cüsseli, büyük. Heybetli.* Geniş, enli. * Baş. KELÂNÎ (Kilâet. den) Sakladı ve beni muhafaza etti veya eder, (meâlinde). KELANTER f. Çok iri. Daha büyük. KELASENG f. Sapan. KELAVE İpek veya iplik saracak çark. KELB (C.: Ekâlib-Eklüb-Kilâb) Köpek, it. * Meşhur bir yıldız. * İki adım arasına koyarak dikilen kayış. * Yolcuların, yük üstünde azıklarını astıkları demir çengel. * Şiddet. * Hırs. KELB-İ AKUR Azgın, saldırgan köpek. KELB-ÜL MÂ' f. Köpek balığı. * Kunduz. KELBETAN f. Kerpeten. KELBÎ Köpeğe ait, köpekle alâkalı. Köpek cinsinden olan ve köpeğe müteallik. KELBİYYUN Kalenderane yaşamayı alışkanlık haline getiren meşhur Diyojenin de içinde bulunduğu bir fırka. Bunlara Kelbiye tâifesi veya Melâmiyyun da denir. KELCE Kile, mikyâl. KELDE (C.: Külud) Bir parça kaba yer. KELE f. Yanak. KELE' Ayakta olan yarıklar. * Kir. KELEB (C.: Kelâlib) İt sürüsü. * İncitip eza etmek. KELEBÇE Yakalanan suçluların iki bileğine birden takılan demir halka. Demir bilezik. KELEF Yüzdeki benek. * şiddetli sevgi. KELENDİ Bir para. * Sağlam ve sert yer. KELEPÇE (Bak: Kelebçe) KELEPİR Çok ucuz ele geçen. Zahmetsiz, ücretsiz. * Üvey evlât. Evlâtlık. KELFA Yüzünde çiğitli olan kadın. (Müz: Eklef) KELH Katı yüzlülük. KELH Söğüt ağacına benzer, uzunca, dik bir ot. (İçi kamış gibi boş ve gâyet hafif olur; ondan hasıl olan zamka "eşk" derler, kokusu cündübâdester kokusu gibi olur, tadı acıdır.) KELİF Haris kimse. KELİL(E) Körleşmiş. * Az gören, donuk gören göz. Uzağı veya yakını iyi göremiyen göz. Miyop veya hipermetrop göz. * Kesmez olan âlet. * Çakal. * Yorulmuş kişi, yorgun kimse. KELİM (Kelime. C.) Kelimeler, kelâmlar, lâkırdılar. KELİM Kendine söz söylenilen, kendine hitab olunan. * Hz. Musa'nın (A.S.) bir ünvanı. * Söz söyleyen, konuşan. İkinci şahıs. * Yaralı kimse. KELİM Yaralı kimse. * Konuşulan kimse. KELİMAT (Kelime. C.) Kelimeler, kelâmlar, sözler. KELİMAT-I NAHVİYE Nahv ilmine âit kelimeler. Cümle teşkilinde mânâya tesir eden harfler ve kelimeler. KELİMAT-I TAKDİRİYYE Takdir edici sözler. KELİM-DEST f. Olgun kimse. |
Osmanlıca Sözlük (K Harfi)-Osmanlıca Sözlük (K Harfi)İle İlgili Kelimeler...
RE: Osmanlıca Sözlük (K Harfi) KELİME Gr: Mânası olan en küçük söz veya cümlenin yapısını teşkil eden unsurlardan birisidir. Kelime, isim, fiil ve harf olmak üzere dilbilgisinde üç kısma ayrılmıştır. "Bir tek söze" kelime denir.
KELİME-İ HAMKA Ahmakça söz. KELİME-İ MENHUTE Aslı iki kelime olan bir tâbirin bir kelime ile söylenişi: "El Hamdüllilâh" yerine "Hamdele" söylenmesi gibi. "Bismillâh" yerine "Besmele" denmesi gibi. KELİME-İ ŞEHÂDET şehâdet ifâdesini hülâsa eden (Eşhedü en Lâ ilâhe illâllah ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve Resuluh) cümlesi. KELİME-İ TAYYİBE Allah ve Resulullah kelâmı. Dua, niyaz ve salâvatlar gibi kelâmlar. Meselâ (Sübhânallah velhamdülillah ve Lâilâhe illâllah vallahü Ekber) kelime-i tayyibedir. KELİME-İ TEVHİD Tevhid-i İlahîyi ifade eden "Lâilahe illallah Muhammedür Resulullah" cümle-i kudsiyesidir. (Bak: Tevhid)(Bütün esmâ-i hüsnânın ifâde ettiği mânalar ile bütün sıfât-ı kemaliyeye, Lâfza-i Celâl olan "Allah" bil'iltizam delâlet eder. Sair ism-i haslar yalnız müsemmâlarına delâlet eder. Sıfatlara delâletleri yoktur. Çünki sıfatlar müsemmâlarına cüz olmadığı gibi aralarında lüzum-u beyyin de yoktur. Bu itibarla ne tazammunen ve ne iltizamen sıfatlara delâletleri yoktur. Amma Lâfza-i Celâl bil'mutâbakat Zât-ı Akdese delâlet eder. Zât-ı Akdes ile sıfât-ı kemaliyye arasında lüzum-u beyyin olduğundan, sıfatlara da bil'iltizam delâlet eder. Ve keza, Uluhiyet ünvanı sıfât-ı kemaliyeyi istilzam etmesi ism-i has olan "Allah"ın da o sıfâtı istilzam ettiğini istilzam ediyor. Ve keza, "Allah" kelimesi de, nefiyden sonra sıfatlar ile beraber düşünülür. Binaenaleyh "Lâilâhe illâllah" kelâmı, esmâ-i hüsnânın adedince kelâmları tazammun ediyor. Bu itibarla, şu kelime-i tevhid kelâmı, delâlet ettiği sıfatlar itibariyle bin kelâm iken bir kelâm oluyor. "Lâ Hâlika İllallah", "Lâ Fâtıra, Lâ Râzıka, Lâ Kayyume İllâllah" gibi... Binaenaleyh, terakki etmiş olan zâkir bir zât, bu kelâmı söylerken içindeki binlerce kelâmları söylemiş oluyor. M.N.) KELİMULLAH "Cenab-ı Hakk'ın hitab eylediği zat" (meâlindedir). Hazret-i Musa'nın (A.S.) bir ünvanıdır. Çünkü O, Tur-u Sina'da Cenab-ı Hakk'ın kelâmını, hitabını duymak mazhariyetine erişmiştir. * Resul-i Ekrem (A.S.M.) mi'rac-ı şerifinde Cenab-ı Hak ile tekellüme mazhar olduğundan bir ismi de Kelimullah'tır. KELİNG f. Şaşı. KELK f. Koltuk (insanda). KELKÂHYA Mc: Vazifesi olmayan şeylerle alâkadar olan. Her şeye karışan. KELKEL (KELKÂL) (C.: Kelâkil) Göğüs, sadr. KELL (C.: Külul) Ağırlık. * Yorgunluk. * Ufak taneli yağmur. * Yetim. * Semizlik, besililik. * Cibinlik dedikleri ince örtü. KELLÂ Öyle değil. Aslâ. KELLA Geminin durup demirlediği yer. KELLAB İt tutan kimse. Köpeğe av tâlim eden kimse. KELLE f. Kafa, baş. * Ekinlerde başak. * Baş gibi yuvarlak olan nesne. KELLEPUŞ f. Başa giyilen şey. * Bir cins başörtüsü. KELLİT (KİLLİT) Sırtlanın yataklandığı inin ağzını kapattıkları taş. KELLUB (C.: Kelâlib) Kerpeten. * Çengel. KELM (C.: Külum-Kilâm) Cerâhat. KELS Hamle etmek. Cür'et etmek. KELSEME Cem'olmak, toplanmak. KELT Ahmaklık. * Toplamak. KELUL (KELÂL-KELÂLE) Kütelip kesmez olmak. * Göz nuru zayıf olmak. * Çocuğu ve anası olmayan şahıs. KELZ Cem'etmek, toplamak. KEM Gr: Ne kadar? Kaç? (Mikdar için soru ifâdesinde kullanılır.) (Farsçada: Çend) KEM f. Az, noksan, eksik. * Kötü. Fenâ. Ayarı bozuk. * Fakir, hakir. KEMÂ (Ke ile Mâ edatlarından mürekkebdir) "Gibi" mânâsına gelir. KEMÂ BİŞ f. Aşağı yukarı. Takriben. KEMÂ Fİ-L-EVVEL Evvelki gibi. KEMÂ Fİ-S-SÂBIK Eskisi gibi. KEMÂ HİYE (Kemâ hüve) Onun gibi, nitekim, olduğu gibi. KEMÂ HİYE HAKKUHÂ Gereği gibi. KEMÂ-HÜVE (Bak: Kemâ hiye) KEMÂ HÜVE-L-MUTAD Mutad olduğu ve alışıldığı üzere. KEMAİN (Kemin. C.) Pusuya gizlenmiş adamlar. KEMÂ KÂNE Eskiden olduğu gibi, eski tarzda. KEMÂ KÂNE Fİ-S-SÂBIK Eskisi gibi, eskisindeki gibi. KEMAKL (Kem-akl) Aklı kıt. Ahmak, ebleh. KEMAL Kâmillik, olgunluk. Olgunlaşma. Erginlik. Bütün güzel sıfatlarla muttasıf olmak. Fazilet. * Değer, baha. * Fazlalık. * Sıdk ile yapılan güzel iş. KEMAL-İ DİRAYET Dirayetin son derecesi. KEMAL-İ İHTİMAM Son derece dikkat ve ihtimâm. KEMAL-İ METANET Tam sağlamlıkla, sarsılmadan. KEMAL-İ RAHMET Rahmet ve merhametin nihayet kemalde olması. KEMAL-İ VÜSUK Tam bir itimad ve inanç. KEMALÂT (Kemal. C.) Faziletler, iyilikler, mükemmellikler. Ahlâk ve huy güzellikleri. Terbiyelilik, edeblilik.(Mâdem mevcudat, zeminin yüzünde büyük bir nehir gibi, kemalâtın lem'alariyle parlar geçer; o nehir, güneşin cilveleriyle parladığı gibi, şu seyl-i mevcudât dahi, hüsün ve cemal ve kemalin lem'alarıyla muvakkaten parlar gider. Arkalarından gelenler aynı parlamayı, aynı lem'aları gösterdiklerinden anlaşılıyor ki: Cereyan eden suyun kabarcıklarındaki cilveler, güzellikler, nasıl kendilerinden değil; belki bir güneşin ziyasının güzellikleri, cilveleridir. Öyle de şu seyl-i kâinattaki muvakkat parlayan mehasin ve kemalât, bir Şems-i Sermedî'nin lemaat-ı cemal-i esmasıdır... S.) KEMALÂT-PERVER f. Kâmil ve olgun insan. Kemalât sahibi. KEMAN f. Yay. Kavis. * Yayı andırır her şey. * Keman. KEMAN-DÂR f. Yay tutan, yay tutucu. KEMANE f. Keman veya kemençe yayı. * Güreşte bir çeşit oyun. KEMAN-EBRU Kaşları yay gibi olan. Keman kaşlı. KEMAN-GER f. Yay yapan san'atkâr. KEMANÎ f. Kemancı. Keman çalan çalgıcı. KEMAN-KEŞ f. Keman çalan. * Ok atmakta usta olan. Yay çeken. KEM-ASL f. Aslı ve nesli bozuk. KEM-AYAR f. Ayârı doğru olmayıp bozuk olan. Hileli, kalp. KEMA YENBAGÎ İcabettiği gibi, uygun olduğu üzere, lâyıkı gibi. KEM-BAHA f. Kıymetsiz, değersiz, âdi. KEM-BAHT f. Tâlihsiz, bahtsız, şansız. KEM-BİDAA f. Sermayesi az. * Bilgisi zayıf, câhil. Az okumuş. KEMC (KEMH) Atı dizgini ile durdurmak. KEM'E Yer mantarı. KEMED Gam, tasa. KEMENAN (Kemin. C.) Pusuya gizlenmiş askerler. * Pusular. KEMENÇE f. Çiftçilerin tarlalara kimyevi gübre atmak için kullandıkları bir nevi âlet. * Tırnağı tellerine değdirmekle ses çıkaran kemana benzer küçük bir çalgı âleti. KEMEND f. Eskiden idam için boyna geçirilen yağlı kayış. * Uzakta bulunan herhangi bir nesneyi yakalayıp çekmek için üzerine atılan ucu ilmekli uzunca ip. * Geyik ve benzeri hayvanların yuları. * Güzelin saçı. KEMER f. Yay gibi eğik olan yapı. * Bele bağlanan kuşak. * İç çamaşırın bele rastlayan kısmı. KEMERBEND f. Kemer bağı. * Kemeri takılmış. Belinde kemer olan. * Mc: Derviş. KEMERBESTE f. Kuşak bağlamış, hazır olmuş. Hazır olup emri bekler hâlde olan. KEMERBESTE-İ UBUDİYET Cenab-ı Hakkın huzuruna çıkıp, kollarını önden bağlar şekilde, emre hazır vaziyette bekleyip, kulluğunu ifâde ve ilân etmek. (Namazdaki gibi) KEMERDECE Yab yab yürümek. KEMERGÂH f. Kemer takılan yer. Bel. KEM-FEHM Anlayışı kıt. İdrâki az. KEM GÖZ Kötü niyetle bakan göz. KEMGÛ f. Az konuşan. Az söyleyen. KEM-GÜFTAR f. Az konuşan. Az söyliyen. KEMH Gözsüzlük. KEMHA f. Bir cins ipek kumaş. KEM-HARF f. Az söyliyen kimse, az konuşan kişi. KEM-HAVSALA f. Tahammülü az olan kişi, tahammülsüz kimse. KEMÎ (C.: Kümât) Yiğit, kahraman, bahadır. Savaşçı, cengâver. KEMİ' Bir yerde ve bir döşekte beraber yatan kişi. * Düz yer. KEMİN f. Pek küçük, çok ufak. Çok az. KEMİN (C.: Kemâin) Pusuya saklanmış adam. * Pusu. * Belirsiz. Gizli yer. KEMİNE Hakir. Aşağı. Dûn. Âciz. Noksan. Eksik. KEMİNGÂH f. Pusu yeri. Tuzak kurulan yer. KEMİNGÜŞA Pusu kuran. Tuzak kuran. KEMİNSAZ f. Pusu tutmuş olan. Tuzak kurmuş olan. KEMİŞ Tez yürüyüşlü at. * Zekeri küçük at. * Memesi küçük koyun. KEMİŞE Küçük emzikli deve. KEM-İYAR f. Ayarı bozuk. Hileli. Kalp altun veya gümüş. KEMİYET (Bak: Kemmiyet) KEMİYY Bahadır kişi. * Kahraman, şucâ. KEMKADR f. İtibar ve kıymeti düşük. Adi, bayağı. KEMKAİM f. Anlayışsız. İdrakten âciz. KEMKÂM Katı yüzlü, kaba ve tıknaz kimse. * Pelit ağacına benzer bir ağacın zamkı veya kabuğu. KEMKIYMET f. Değersiz, kıymetsiz. KEMLUL Yabâni hıyar. KEMMEN Sayıca azlık veya çokluk cihetiyle. Sayıca. KEMMÎ Azlık veya çokluğa dair. Kemmiyete âit ve müteallik. Cesur. Yiğit. Silâhlı. KEMMİYAT (Kemmiyet. C.) Kemiyetler. KEMMİYET (Kemiyet) Miktar, sayı, nice oluş. Az veya çok oluş. KEMMUN Kimyon. KEMN Gizlemek, gizlenmek. KEMNAM f. Adı sanı belirsiz. Namsız, şöhretsiz. KEMNE Tıb: Karasu adı verilen bir göz hastalığı. KEMPAYE f. Rütbe ve derecesi düşük. Pâyesi düşük olan. KEMRA f. Mandıra, ağıl. KEMRE Gübre. * Pul pul kalkmış deri. KEMSAL f. Genç. Yaşı küçük. KEMSERE Cem'olmak, toplanmak. * Bazısı bazısına girmek. * Yab yab yürümek. KEMSUHAN f. Az konuşan. Az söyleyen. KEMŞ Kesmek. KEMTER f. Aciz. Fakir. İtibarsız. * Başka şeylere göre daha az olan. Pek aşağı. * Noksan, eksik. KEMTERANE f. Fakirce. Acizce. Çok küçük nisbette. KEMTERÎN f. Pek âciz ve güçsüz. Çok hakir. * En küçük, en âşağı. Pek çok noksan veya eksik. KEMY Gizlemek, ketmetmek. KEMYAB Az bulunan. Nâdir. Bulunmayacak kadar az olan. KEMZEBAN f. Az konuşan kimse. Az söyleyen kişi. KEMZEDE f. Tâlihsiz, şanssız, bahtsız. KEMZEN f. Tâlihsiz, şanssız. KEN f. "Kazan, kazıcı, koparan, yıkan, söken." anlamlarına gelir ve kelimelere katılır. Meselâ: (Kuh-ken: Dağ deviren, tünel açan) gibi. KEN' (C.: Kün'ân) Tilki eniği. * Cem'etmek, toplamak. * Yakın olmak. * Mülâyemet. * Alçaklık yapmak. * Firar, kaçmak. KENA' Parmakların sinirleri çekilip yumulmak. KEN'AD (C.: Kenâıd) Balık kılçığı. KENAİN (Kinâne. C.) Ok kılıfları, okluklar, sadaklar. KENAİS Keniseler, kiliseler. KENAK f. Karın ağrısı. Buruntu. KEN'AN Filistin. Hz. Yâkub'un (A.S.) memleketi. KENANE (KİNÂNE) (C.: Kenâyin) İçine ok ve yay konulan ve beylik adı verilen kap. KENAR f. Çevre, kıyı, Sâhil, deniz kıyısı. * Köşe, uç. * Son, nihâyet. * Çember. * Etrâfı çevrilen şey. * Kucaklama. Kucağa alma. KENAR-I ÂSMÂN Ufuk. KENARE f. Kıyı, kenar. * Kucak. * Kasap çengeli. Kayış asılan çengel. KENAR-GİR f. Fıçı çemberi. KEN'AT Bir balık cinsi. KENAZ Zahire vakti. KENB İş yapmaktan ellerin iri iri olması. KENBUR (Kenbure) f. Yalan, hile. KEND Kesmek, kat'etmek. * Bir kimsenin nimetini ve iyiliğini bilmeyip inkâr etmek. KENDE f. Hendek, çukur. * Biçilmiş, kesilmiş. * Kokmuş, ağır kokulu. KENDE-HÂYE f. "Hayası kesilmiş: Hadım ağası. KENDEŞ Bir nevi devâ. KENDİDE f. Kokmuş. KENDU f. Epey genişçe toprak. KENDUC Yer altında giyecek eşya koymak için yapılan oda. KENDURE f. Peşkir. * Deriden yapılmış büyük sofra. KENDÜM f. Buğday. KENE Hayvanın etine yapışıp kanını emen küçük bir böcek. KENEF (C.: Eknâf) Yön, taraf. * Sığınılacak yer. Korunulacak mekân. * Tuvâlet, helâ, ayakyolu. KENEHBÜL Bir cins ağaç. KENEHVER Büyük beyaz bulut. KENET (Esâsı: Kinet) İki sert cismi birbirine bağlamak için çakılan iki ucu kıvrık madeni parça. KENF Hıfzetmek. * Örtmek, setretmek. KENFİLE (KENFELİK) Kaba ve uzun sakal. KENİF (C.: Künüf) Hıfzedici, koruyan. * Örtücü. * Kalkan. * Deve ağılı. * Ayakyolu, tuvalet. KENİN Örtülü, gizli, mahfuz. KENİSA (Kenise) (C.: Kenâis) Kilise. KENİZ f. Esir kadın. Hayalık, câriye. KENİZEK f. Küçük cariye. KENKER Enginar. KENN Örtülüp gizlenme. KENNAS Süpürgeci. KENNE (C.: Kınât-Kenâyin-Kenânin) Bir kimsenin gelini, oğlunun hanımı. KENNÎ (C.: Ekniyâ) Lâkabdaş kimse, isimleri aynı olan. KENS Süpürge ile süpürme. KENTA Bir ot cinsi. KENTAL Fr. Yüz kilogram ağırlığında bir tartı birimi. KENUD Çok küfran-ı nimet eden kimse. Çok levm ve küfreden cahud. * Birşey yetiştirilemiyen verimsiz arazi. * Kocasının hukukuna ve iyiliklerine küfran eden nankör kadın. * Yemeğini misafirden sakınarak yalnızca yiyen cimri. * Kölesini, uşağını çok döven kimse. (E.T.) KENZ şiddet, zorluk, meşakkat. KENZ Define, hazine. Yer altında saklı kalmış kıymetli eşya, para veya altın gibi şeyler. KENZ-İ MAHFÎ Gizli hazine. KENZ SURESİ Fâtiha Suresi. KEPADE-KEŞ f. Okçuluğa yeni başlıyan. KEPAN f. Büyük terazi. KEPAZE İtibarsız, âdi, mübtezel, kıymetsiz kimse. Haysiyetsiz, ********, rezil. Hürmet ve saygıya müstahak olmıyan. * Tâlim için kullanılır yay. KEPENEK f. Çobanların giydiği kolsuz ve dikişsiz, keçeden dövülerek yapılan giyecek. KER' (C.: Küru') Suyu yerinden ağız ile içmek. * Yağmur suyu. * (Kız) erkek istemek. KER f. Sağır, işitmez. * Kudret, kuvvet. * Maksad ve meram.KERA' : Baldırları ince olmak. * Yağmur suyu. KERA Uyku, nevm. KER'A Çocuk seven kadın. KERA Turna kuşunun erkeği. * Hafif uyku. KERABİS (Kirbâs. C.) Kumaşlar. Bezler. KERAD(E) f. Yırtık ve eski elbise. KERAHE (Kerâhiye) Meşakkat, zahmet, şiddet. KERAHET İğrenme, iğrençlik, mekruh oluş. İslâmiyetçe iyi sayılmayan şey. * İstenmiyerek, zorla. *Fık: Şer'an yapılmaması sevablı ve hayırlı olan bir şeyin terk edilmeyip yapılması. (Bak: Mekruh) KERAHETEN Kerahet olarak, makbul olmayarak, istenmiyerek. KERAHET VAKTİ Güneşin doğuş, batış ve zeval vakti. KERAHİYYET Mekruh oluş. Kerih ve çirkin olan işin hâli. KERAİH (Kerihe. C.) Nefret edilecek ve iğrenç şeyler. KERAKER f. Kuzgun. * Karga. KERAMAT (Keramet. C.) Kerametler. KERAME İzzet, şeref. Küp ağzına koydukları tabak. KERAMEND f. Münasib, muvafık, lâyık, uygun, şayeste. KERAMET Allah (C.C.) indinde makbul bir veli abdin (yâni, âdi beşeriyyetten bir derece tecerrüd edebilen zatların) lütf-u İlâhî ile gösterdiği büyük mârifet. Velâyet mertebelerinde yükselen bir abdin hilaf-ı âdet hâli. * Bağış, kerem. * İkram, ağırlama. KERAMET-İ ALEVİYE (R.A.) Hz. Ali Efendimize âid keramet. (Bak: Kaside-i Ercuze) KERAMET-İ İLMİYE İktisab suretiyle olmayıp, vehbi yani Cenab-ı Hakk'ın atiyyesi olarak geniş bir ilme mazhariyyetten hâsıl olan ilmi keramet. *İlim tahsili ile çok büyük ilim sâhibi olan bir allâmeden çok daha yüksek vâsi' ve hârikulâde bir ilme mazhar bulunan, hem ilmî dehâsı ve fart-ı zekâsı tecrübelerle ve harika eserleri ile sâbit ve müsellem olarak bir ferd-i ferid-i zaman hâlinde zuhur ve iştihar eden ender evliyâullahtan vücuda gelen ve zuhur eden, nur-efşân, hikmetfeşan ilmi kerâmet, ilmî harika. (Z. Gündüzalp)(Velilerde zuhur eden kerametler de Peygamber'in (A.S.M.) Hak olduğuna bir delildir. Çünkü bu veliler ona tabi' olmakla böyle harika hâllere mazhar olurlar. Ş.) KERAMET-İ KEVNİYE Kudret-i Rabbaniyenin ihsanı ile letâfet kesbedip havada uçmak, uzun yolu kısa zamanda gitmek, bir mü'minin bir sıkıntısı hâlinde Cenab-ı Hakk'a dua edip ind-i İlâhîde makbul bir zâttan yardım istemekle, o zatın, izn-i İlâhi ile o muztar kimsenin imdadına yetişmesi, kale gibi muhkem bir yerde üzerinden kilitli muhkem bir hücresinde hapis olan bir zatın, orada ibadet ve taatla meşgul olduğu bir zamanda görüldüğü halde, aynı zat aynı zamanda çarşıda halk arasında veya câmide görülmesi ve bir zâta şiddetli ve kesretli zehirlemelerle su-i kasdlar yapıldığı halde, ona zehir tesir etmemesi ve ona düşmanları tarafından kurşun isâbet ettirilememesi ve tayy-ı mekân ve bast-ı zaman gibi hârika hallere mazhar olması gibi hadiselere o zatın "keramet-i kevniyesi" denilmektedir. Bu gibi hârika haller Cenab-ı Hak indinde ve Resul-ü Ekrem (A.S.M.) yanında makbul ve mahbub olan ender velilerde zuhur eder. (Z. Gündüzalp) |
Osmanlıca Sözlük (K Harfi)-Osmanlıca Sözlük (K Harfi)İle İlgili Kelimeler...
RE: Osmanlıca Sözlük (K Harfi) KERAN Sabah.
KERAN f. Kenar, uç, âhir, son, nihayet. KERAN TÂ KERAN Bir uçtan bir uca. KERAR Arap kadınlarının takındıkları boncuk. KERARİS (Kürrâse. C.) El yazması kitapların sekiz sahifeden ibâret olan formaları. KERAS Hilyon ve marulca dedikleri ot. KERASTE f. Kereste. KERB (C.: Kurub-Küreb) Yeri sürüp aktarmak. * Dar etmek. * Yakın olmak. * Gam, tasa, keder, endişe. KERBE (KÜRBE) Gam, tasa, endişe. KERBELA Irakta Seyyid-üş şühedâ Hz. İmam-ı Hüseyin Efendimizin (R.A.) meşhed-i mübârekleri olan yer.(Cibril var haber ver Sultân-ı Enbiyâya.Düşdü Hüseyin atından sahra-yı Kerbelâya) (Kâzım) KERBELE Ayaklarda olan gevşeklik. Yürüdüğünde balçık içinde yürür gibi yürümek. * Buğday ve arpa gibi hububatın kalburlanması. KERD Sürmek. * Def'etmek, kovmak. * Boyun. KERDEM Şişman ve kısa boylu olan adam. KERDEME Kısa düşman. KERDESE Bağ, kayd. * Ayağı bağlı olan kimsenin yürüyüşü. KEREB Kova bağladıkları ip. * Suyu yatıp ağızla içmek. * Hurma ağacının kökü. KEREBBE Yaz günlerinde kumlu yerlerde biten bir ağaç adı. KEREBE (C.: Kirâb) Suyun aktığı yer. KEREFS Kereviz otu. KEREM Nefaset, izzet, şeref. Al-i-cenâbâne ihsan, inâyet. * Kıymetli şeyleri kemal-i rıza-i nefisle verme. * Mecd ve şeref. *Cenab-ı Hakk'a atfolunursa eltaf ve ihsan-ı İlâhî kasdedilmiş olur. * İnsan hakkında vasıf sureti ile zikrolunursa; mehasin-i ahlâk ve ef'âl kasdolunur. KEREM ETMEK Müsâade etmek, lutfetmek. Razı olmak. KEREMGÜSTER f. Cömert, mükrim, kerem sâhibi. KEREMKÂR f. Kerem eden, ikram eden. Cömert, eli açık olan, bağışlayan. KEREMPE Yun. Denize doğru uzanan kayalık çıkıntı. * Dağın en yüksek yeri, tepesi. * Geminin baş tarafı. KEREMPE BURNU Batı Karadeniz kıyısında Cide Kazasının sınırları içinde kalan kara çıkıntısı. KEREMPERVER f. Kerem sâhibi. Eli açık, cömert. Mükrim. KEREV f. Örümcek, ankebut. KEREVET Tahtadan yapılan ve üzerine yatak veya minder konularak yatmağa ve oturmağa yarayan yüksekçe yer. KERF Hımarın, bevlini koklayıp başını yukarı kaldırması. KERH İğrenme, hoşlanmayıp tiksinme. * Zorlama. * Bir şey sonradan nâ-hoş ve kerih olmak. KERHEN İstemiyerek, tiksinerek, zoraki. KERH Bağdat şehrinde bir mevziin adı. KERÎ f. Örümcek ağı. * Sağırlık, duymazlık, işitmezlik. KERÎ Kazmak. KERİBE (C.: Kerâyib) Katı, sert. KERİH İğrenç, tiksindirici. * Muharebe ve cenkte olan şiddet. * Pis, çirkin, fena şey. * Nefse kerahetlik vercek kabahat. KERİH-ÜL MANZAR Görünüşü ve manzarası çirkin ve iğrenç. KERİH-ÜN NEFES Nefesi ve ağzı pis kokan. KERİHE (C.: Kerâih) Nefret edilecek, iğrenç şey. KERİHET Harpte şiddet. * Zahmetli ve meşakkatli olan. KERİM Her şeyin iyisi, faydalısı. Kerem ile muttasıf olan, ihsan ve inayet sâhibi. Şerefli ve izzetli. Muhterem, cömert, müsamahakâr. (Kur'an-ı Kerim tâbirindeki kerim; muazzez, mükerrem mânâsınadır. Kur'an-ı Kerim'de bu kelime 27 defa geçer ve ancak iki defa Cenab-ı Hak hakkında kullanılmıştır.) KERİMANE f. Kerim olana mahsus hâlde. Lutfederek. Kerime hâs bir suretde. KERİME Kız evlâd. * Kendine ikram edilmiş kimse. Şerefli. * Güzide, seçkin, kıymetli şey. * Vücudun kıymettar yerlerinden her biri. KERİR Boğulmuş ses gibi bir ses. KERİŞ (C.: Küruş) İşkembe. KERİYY Kiraya veren veya kiraya alan. (ikisine de ıtlak olunur.) KERİZ Yoğurtan yapılan keş. KERKEÇ Eskiden muhasara olunan kaleleri tazyik etmek ve top ve tüfekle dövmek için dışarısına yapılan kule ve tabyalar. KERKER Karındaş sığır. KERKERE Tavuğa çağırmak. * Rüzgârın bulutu toplayıp dağıtması. KERKES f. Akbaba (kuş). KERKESE Tereddüt etmek, karar verememek. KERKÜZ f. Delil, işâret, alâmet. KERM (C.: Kürum) Bağ kütüğü. Asma, üzüm çubuğu. KERMARİK Ilgın ağacının koruğu. KERME Etli ve yuvarlak olan uyluk başı. KERNAF (C.: Kerânif) Hurma ağacının budaklarının aslı. (Kesildikten sonra ağacında bâki kalır.) KERNAFE (C.: Kürnüf) Dibinden kesilmiş olan hurma ağacının budakları. KERNEBE Zengin kadın.KERR : Çekilerek yeniden hücum etmek. * Birşeyden vazgeçtikten sonra tekrar ona, o işe yönelmek. * Devlet. * Gemi halatı. * Hurma ağacına çıkmakta kullanılan urgan. KERRAM Bağcı. KERRAR Harpte, çekilip tekrar saldırmak. Döne döne saldırmak. KERRAT Kerreler. Defalar. Çarpım cetveli. KERRAZ Çobanın torbasını veya dağarcığını taşıyan kuvvetli boynuzsuz koç. KERRE Bir defa. Bir adet. Bir. KERREMALLAHU-VECHEHU Allah vechini mükerrem kılsın, meâlinde dua olup Hz. Ali (R.A.) hiç putlara secde ve ibadet etmediği ve çocukluktan beri Allah'a secde ettiğinden, onun ismi anıldığında hürmeten söylenir. (Bak: Aliyy-ül Murtaza) KERRETAN Sabah ve akşam. KERRUBÎ Meleklerin büyüğü. KERRUBİYYUN (Mukarrebûn) Sadece ibadetle meşgul olan melekler. Allah'a en yakın olan melekler. Büyük melekler. Kerubiyyun yalnız hamele-i arştır diyenler olduğu gibi, Kerrubiyyun diyenler de olmuştur. Aslı Kerubiyun'dur. KERRUS Büyük başlı. KERR U FERR Muharebede geri çekilerek tekrar hücum etmek. KERS Kadının hayız görmesi. * Cebretmek, zorlamak. KERŞ Karın. * İşkembe. * Topluluk, cemaat. * Kişinin çoluk çocuğu veya küçük evlâdı. KERŞA Karnı büyük kadın. * Parmakları kısa düz taban. KERŞEB Yaşlı, ihtiyar. * Hali kötü olan kimse. * Kalın ve uzun nesne. * Arslan. * Çok yiyen, obur. KERUB Allah'a en yakın olan melekler. KERUBİYYUN (Bak: Kerrubiyyun) KERV Top oynamak. * Kapı içini taş ile örmek. KERVAN f. Birbirini takib ederek giden insan veya hayvan sürüsü. Kafile ve hey'etle giden yolcular takımı. KERVAN (C: Kirvân-Kerâvin) Balıkçıl kuşu. KERVANSARAY Büyük yollarda kervanların konaklamalarına mahsus büyük hanlar. (Selçuklular ve Osmanlılar devrinde hayır eseri olarak yaptırılmışlardı.) KERY Kazmak. KERYAN Uyuyan kişi, nâim. KERYE Tam olmak, tamam olmak. KES f. İnsan. Kişi. KES-İ BÎKESAN Kimsesizlerin yardımcısı. KE'S Çanak. * Kadeh. Dolu kadeh. KES' Uzun olmak. * Çok olmak. KES' El veya ayak ile bir nesnenin arkasına vurmak. * İttibâ etmek, tâbi olmak. * Yemen'de bir kabile adı. KESAD Alış veriş durgunluğu. Kıtlık. Eksiklik. Verimsizlik. KESAFET Bulanıklık. Kir. Açık veya berrak olmamak. * Kalınlık, yoğunluk, kesiflik, koyuluk. Şeffaf olmamak. KESAFET-İ NÜFUS Nüfus çokluğu, nüfus yoğunluğu, nüfus kalabalığı. KESALET Tembellik. Üşenmek. Uyuşukluk. Rehâvet. KES'AM Pars (canavar). KESAN f. Adamlar. İnsanlar. Kişiler. KESANE f. İnsan gibi. İnsana yakışır şekil ve surette. KESB Kazanç. Çalışmak. Sa'y ve amel ile kazanmak. Elde etmek. Edinmek. Kazanç yolu. * Fık: Bir insanın kendi kudret ve iktidarını bir işe sarfetmesi. KESB-İ KUDRET Kudret ve kuvvet kazanma. KESB-İ MUÂREFE Bir mevzuda çalışarak ihtisas sahibi olmak. Birbinini tanımak ve alışmak. KESB-İ SERVET Para kazanma. KESB-İ ŞER şerli bir işi işlemek veya o işe âlet olmak yahut da tarafdar olmak. KESB-İ VUKUF Haberi olma. Vukuf sahibi olma. Bilgi edinme. KESBÎ Çalışmakla kazanılan. Sonradan elde edilen. Doğuştan olmayan. Vehbî olmayan. KESD Davarı üç parmakla sağmak. * Bir şeyi dişiyle kesmek. KESE Kısa yol, kestirme yol. * Mc: Mali iktidar, servet. (Para kesesi manasında olan kelime için Bak: Kise) KES'E Bitmek. * Yüksek olmak. KESEB Yakınlık, kurbiyet. KESEL Tembellik. Uyuşukluk. * Yorgunluk. * Ağırlık. KESELAN Tembellik. Yorgunluk. Uyuşukluk. KE'SEN DİHAK (Kulpsuz) dolu kadehler. KESER Hurma çiçeği. KESES Alt dişleri çenesiyle çıkmak. * Dişleri kısa olmak. KESF (Güneş veya Ay) ışığını kesme. * Görünmez olma. * Kesmek. * Yaramaz olmak. KESH Aksaklık. KESÎ f. Bir kimse. KESİB Kum tepesi. KESİD Sürümsüz, geçmez, aranmaz. Bayağı, aşağı. KESİF Koyu. Çok sık ve sert. Şeffaf olmayan. KESİL (KESLÂN) (C.: Küsâlâ) Tenbel kimse. KESİR Çok. Bol. Kesret üzere olan. * Türlü. Çeşitli. KESİR-ÜL AHBÂB Tanıdıkları, bildikleri çok olan. |
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.