![]() |
Osmanlıca Sözlük (F Harfi)-Osmanlıca Sözlük (F Harfi)İle İlgili Osmanlıca Kelimeler..
Osmanlıca Sözlük (F Harfi)-Osmanlıca Sözlük (F Harfi)İle İlgili Osmanlıca Kelimeler..
Osmanlıca Sözlük (F Harfi)-Osmanlıca Sözlük (F Harfi)İle İlgili Osmanlıca Kelimeler.. Osmanlıca Sözlük (F Harfi) FA Osmanlıca alfabenin 23'üncü harfi olup ebcedî değeri 80'dir. FA'AL (Mübalâgalı ism-i fâil) Çok işleyen ve çalışan. Durmayıp işleyen. Çalışkan. Devamlı iş yapan. FA'ALÂNE f. Hiç durmazcasına çalışarak. Daima çalışır surette. FAAL Balta sapı. * Kerem. FAALE(T) (Fâil. C.) Fâiller, özneler, iş yapanlar. FA'ALİYET İş görmek, çalışmak. Boş durmayış. FAALİYET-İ RUBUBİYET Allah'ın rububiyet faaliyeti ve icraatı.(Hâlik-ı Zülcelâl hayret-nümâ, dehşet-engiz bir surette bir faaliyet-i Rububiyetiyle, mevcudatı mütemadiyen tebdil ve tecdit ettiğinin bir hikmeti budur: Nasılki mahlukatta faaliyet ve hareket; bir iştiha, bir iştiyak, bir lezzetten, bir muhabbetten ileri geliyor. Hattâ denilebilir ki: Herbir faaliyette, bir lezzet nev'i vardır; belki herbir faaliyet, bir çeşit lezzettir. Ve lezzet dahi, bir kemâle müteveccihtir; belki bir nevi kemâldir. Mâdem faaliyet; bir kemâl, bir lezzet, bir cemâle işaret eder. Ve mâdem kemâl-i mutlak ve Kâmil-i Zülcelâl olan Vâcib-ül-Vücud, zât ve sıfât ve ef'âlinde, bütün enva-ı kemâlâta câmi'dir; elbette o Zât-ı Vâcib-ül Vücud'un vücub-u vücuduna ve kudsiyetine lâyık bir tarzda ve istiğnâ-i zâtisine ve gına-i mutlakına muvafık bir surette ve kemâl-i mutlakına ve tenezzüh-ü zâtisine münasip bir şekilde; hadsiz bir şefkat-i mukaddese ve nihayetsiz bir muhabbet-i münezzehesi vardır. Elbette o şefkat-i mukaddesen ve o muhabbet-i münezzeheden gelen hadsiz bir şevk-i mukaddes vardır. Ve o şevk-i mukaddesten gelen hadsiz bir sürur-u mukaddes vardır. Ve o sürur-u mukaddesten gelen, tâbiri câiz ise, hadsiz bir lezzet-i mukaddese vardır. Ve elbette o lezzet-i mukaddese ile beraber; hadsiz onun merhameti cihetiyle faaliyet-i kudreti içinde, mahlukatının istidatları kuvveden fiile çıkmasından ve tekemmül etmesinden neş'et eden, o mahlukatın memnuniyetlerinden ve kemallerinden gelen Zât-ı Rahman ve Rahim'e ait, tâbiri câiz ise, hadsiz memnuniyet-i mukaddese ve hadsiz iftihar-ı mukaddes vardır ki; hadsiz bir surette, hadsiz bir faaliyeti iktiza ediyor. Ve o hadsiz faaliyet dahi, hadsiz bir tebdil ve tağyir ve tahvil ve tahribi dahi iktiza ediyor ve o hadsiz tağyir ve tebdil dahi; mevt ve ademi, zeval ve firakı iktiza ediyor.Bir zaman, hikmet-i beşeriyenin masnuâtın gayelerine dâir gösterdiği faideler nazarımda çok ehemmiyetsiz göründü. Ve ondan bildim ki, o hikmet abesiyete gider. Onun için feylesofların ileri gidenleri, ya tabiat dalâletine düşer veya Sofestai olur veya ihtiyar ve ilm-i Sâni'i inkâr eder veya Halika "mûcib-i bizzat" der. M.) FA'ALÜN LİMA-YÜRİD Kayyumiyet sırrıyla ve faaliyet-i daimesiyle her an istediğini istediği gibi yapar. meâlinde bir âyettir. FABRİKA Sanayi mâmüllerinin büyük ölçüde imal edildiği yer. FACİ' (Fâcia) Büyük belâ. Musibet. Acıklı. Elem verici hâdise. (Dram) FÂCİA-ENGİZ Fâcialı. Çok acıklı. FÂCİA-NÜVİS f. Acıklı ve hazin tiyatro romanı yazan kimse. FACİAT Fâcialar, belâlar, musibetler. FACİR Haktan sapan. Haram ve günaha dalmış kötü insan. Günah işleyen. (Bak: Fecir) FACİRE Kötü hayata alışmış, ahlâksız kadın. Günahkâr. FADIL (Bak: Fâzıl) FADIR (C: Füdr) Zayıf. * Âciz, güçsüz. * Yaşlı dağ keçisi. FA'FA' Kasap. * Çoban. Hafif kimse. FA'FAA Çobanın koyunu çağırması. Çağırıp "fâfâ" demek. FA'FAÎ Koyun çobanı. FAĞFUR Yarı şeffaf Çin porseleni. Çok kıymetli porselenden yapılan yemek kabı. Çin yapısı. * Eskiden Çin İmparatoruna verilen isim. FAGIRE Hind nilüferi denilen bitkinin kökü. FAGOSİT yun. Organik yahut inorganik maddeleri alıp sindirebilen hücre. FAGR Açmak. FAHAMET (Fehâmet) Büyüklük. Kadr ü şânı yüksek. (Eskiden büyük zatlara veya sadrazamlara karşı kullanılan hitab şekli idi. Fehametli Sultânım... gibi) FAHAMET-LÛ Osmanlı İmparatorluğu devrinde sadrazama, prenslere ve Mısır Hidivi'ne verilen bir ünvan. FAHAMET-PENAH f. Yegâne müracaat edilecek en büyük makam. FAHEKA Vurulduğu yerden kan çıkartan kılıç ve neşter parçası. FAHH Ağ, kapan, tuzak. FAHH-UL FÂR Fare kapanı. FAHHAM Kömürcü. FAHHAR Çok öğünen. Çok iftihar eden. Fahur. * Çanak, Çömlek. Toprak testi. FAHHARE Ağaç kap. FAHHARÎ Çanak, çömlek, testi ve bardak yapan kimse. FAHHAŞ Her cins fenalık ve kötülükleri şahsında toplamış olan kimse. FAHİM Akıllı. Anlayışlı. FAHİM (Fahm. dan) İtibâr ve nüfuz sâhibi olan, büyük zât. FAHİMÂNE f. İtibar ve nüfuz sahibi kimseye yakışır şekilde, fahim olana yakışacak surette. FAHİR (Fâhire) İftihar eden. Kendi amelini ve kendini beğenen. Övünen. * Şa'şaalı. Ağır. Parlak. Şanlı. * Büyük ve iyi nesne. * Koruğu büyük çekirdeksiz hurma. * Memeleri büyük deve. |
Osmanlıca Sözlük (F Harfi)-Osmanlıca Sözlük (F Harfi)İle İlgili Osmanlıca Kelimeler..
RE: Osmanlıca Sözlük (F Harfi) FAHİŞ
Ahlâka uymaz ve terbiyesiz olan. * Haddi tecavüz eden. Mübalâğalı. * Çok bahil. Nekir ve yaramaz şey. FAHİŞE Ahlâksız ve hayâsız kadın. Namusunu korumayan kadın. * Allah'ın menettiği şey. * Zâniye. Kahbe. FAHİTE (C: Fevâhit) Yabani güvercin. FAHL İleri gelen. Üstün. Hatırı sayılır adam. * Erkek. (hayvan) * Aygır. * Beyitler, hadis-i şerifler, rivâyetler anlatan kimse. FAHL Yavaşlık, hilm. FAHM Büyük, kebir, ulu. FAHM Kömür. Karbon. * Susmuş. Nefesi kesilmiş. FAHM-İ HAYVANÎ Hayvan kemikleri yakılarak elde edilen hayvan kömürü. FAHM-İ MA'DENÎ Mâden kömürü. FAHM-İ NEBATÎ Bitkisel kömür. FAHMÎ (Fahmiyye) Kömürümsü, kömürle alâkalı. FAHMİYYET Karbonat. Kömürleşmiş olan şey. FAHR Övünme. Yaptığını sayarak övünme. Övülmeye sebeb olacak kimse. Fazilet. Büyüklük. Şeref. FAHR-İ KÂİNAT (Fahr-i Âlem, Zübde-i Kâinat, Seyyid-i Kâinat) Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) nâmları. Bütün âlemin kendisi ile şeref bulduğu, iftihar ettiği Hz. Muhammed (A.S.M.). (Bak: Mefhar) FAHREDDİN-İ RAZÎ (Milâdi 1149-1209) Büyük bir müfessir-i Kur'andır. Fizik, matematik ve tıb hakkında eserleri de vardır. FAHRÎ Karşılıksız olarak. Parasız olarak. * İftiharla. Övünerek. FAHRİYE Bir kimsenin kendini medih için söylediği söz veya şiir. Fahre mensub ve müteallik olan. FAHRİYYEN Gönülden isteyerek. Karşılıksız olarak.FAHRUL İSLAM $ (Pezdevî): Mavera-ün Nehir'deki Hanefî fukahasının meşhurlarındandır. Hicri 482 tarihinde Semerkant'ta vefat etmiştir. FAHS Bir şeyin içyüzünü araştırma, aslını tetkik etme. * Ayırtmak. * Bahsetmek. * Seyirtmek. * Sıçramak. FAHŞA Büyük günahlar. Çirkinlikler. Zina gibi şehevâta tâbi olmakta ifrat ile alâkadar olan günahlardır ki, lisanımızda fuhşiyat tâbir olunur. Ve bunlar, insanların en çirkin hâlleridir. FAHUR Çok övünen, çok iftihar eden. Mütekebbir. Tekebbür ve taazzum edici. FAHUR Bir fesliğen cinsi. FAHURANE f. Kendini beğenerek. Kendini medhederek. Çok övünerek. FAHZ Uyluk. Kalça. Bacağın kalçadan dize kadar olan kısmı. * Bir kimsenin en yakın aşiretinden olan cemaat. FAHZ Büyüklenmek, kibirlenmek. FÂİDE (C.: Fevaid) Kazanç, kâr, nef', menfaat. İstifadeye sebeb. Yararlılık, işe yarama. FÂİDE-MEND f. Kârlı, faydalanan, menfaat elde eden. FAİH (C.: Fevâih) Meyve ve çiçek kokusu. FÂİK Üstün, üstünde. Diğerinden daha değerli ve üstün. Her şeyin güzide ve a'lâsı. Âli. * Başın boyun ile bitiştiği yer. FÂİK-ÜL AKRÂN Akranlarından daha üstün. FAİKİYYET Üstünlük. Kıymetlilik. FÂİL İşi yapan. Fiili işleyen. * Gr: Masdarın mânasını meydana getirene denir. FÂİL-İ HAKİKÎ Bir işte hakiki te'sir sahibi. Onu hakkı ile yapan (Allah C.C.) FANİYYET Fânilik, ölümlülük. FANTAZİYE yun. Yalandan gösteriş, boş debdebe. Zâhirî süs ve zinet. Lüzumlu ihtiyaçtan olmayan ve zevk için kullanılan pahalı eşya.(Sefahet ve dalâlette bozulmuş ve İsevi dininden uzaklaşmış Avrupa! Deccal gibi birtek gözü taşıyan kör dehan ile ruh-u beşere Cehennemî hâleti hediye ettin! Sonra anladın ki, bu öyle ilâçsız bir illettir ki, insanı âlâ-yı illiyyînden, esfel-i sâfilîne atar. Hayvanatın en bedbaht derecesine indirir. Bu illete karşı bulduğun ilâç, muvakkaten ibtal-i his hizmeti gören cazibedar oyuncakların ve uyutucu hevesat ve fantaziyelerindir. Senin bu ilâcın, senin başını yesin ve yiyecek!......Bedbahttır o kadın ki; zevcinin fıskına bakar, onu başka bir surette taklid eder. Veyl o zevc ve zevceye ki; birbirini ateşe atmakta yardım eder. Yâni; medeniyet fantaziyelerine birbirini teşvik eder. L.) |
Osmanlıca Sözlük (F Harfi)-Osmanlıca Sözlük (F Harfi)İle İlgili Osmanlıca Kelimeler..
RE: Osmanlıca Sözlük (F Harfi) FANTEZİ
yun. Çeşitli ve süslü. Müsrifane süs isteğinden doğan hayal hareketi ile yapılmış süslü eşya veya süslenmek. Ağırbaşlı olmayan. FANUS yun. Fener. Sâbit ve süslü fener. * Kim: Bazı şeylerin üstüne kapatmak için camdan yapılmış kapak. FAR Fr. Otomobil, kamyon gibi nakil vasıtalarının önündeki kuvvetli lâmbalar. FÂR Fâre, sıçan. FAR' Budak ve ağaç başı. * Her şeyin alâsı. İyisi. * Her kavmin şereflisi. FARABÎ (Mi: 870-950) Aristo felsefesinin İslâm âleminde yayılmasına yol açmış bir filozoftur. Aristo'dan sonra gelen mânasına, kendisine Muallim-i Sâni nâmı verilmiştir. Eserlerinin İbn-i Sina üzerinde büyük te'siri vardır. "Kanun" denilen bir çalgı âletinin mucididir. Asıl adı Ebu Nâsır Muhammed'dir. FARAKLİT İncilde mezkur olan Hz. Muhammed'in (A.S.M.) ismidir. El-Faraklit, El-Baraklit de hamdeden, hak ile bâtılı birbirinden ayıran, fâruk, hakperest mânalarına gelir. FARAN İncil'de Mekke dağlarına verilen isim. Hz. Peygamber'in (A.S.M.) Faran dağlarında zuhur edeceği İncil'de haber verilmiştir. FARAŞ (Feraşe. den galat) Süprüntüleri toplamağa ait kulplu kutu, kürekçik. Süpürge. (Bak: Ferraş) FARAT Öne çıkan, geçen. * Issız yerlerde konan nişan ve işaret. * Kervan halkından önce su yerine varıp sakalık eden kimse. FARAZA (Esası: Farzâ) Meselâ, öyle sayalım ki, farzedelim ki, ola ki, tutalım ki. FARAZÎ (Bak: Farzî) FARAZİYE (Fr: Hipotez) Var sayma, kabul. Bir hâdiseyi, bir olayı açıklamak, bir düşünceyi isbat etmek için isbatı yapılmamış başka düşünceleri dayanak olarak alma. Müsbet ilimlerde araştırmanın bir merhalesini meydana getirir. İncelenen hâdiseyi açıklaması muhtemel olan faraziyeler düşünülür. Faraziyenin doğruluğu hakkında bundan çıkarılacak mantıkî düşünceler belirlenir, bu sonuçların hakikatta var olup olmadığı görme ve deneme yoluyla kontrol edilir. Buna da tahkik (doğrulama) denir. Netice doğrulanırsa faraziyenin doğruluğu isbatlanmış olur ve faraziye kanunlaşır.Bazı cahiller, ilimde tahkik edilmemiş faraziyeleri doğru hüküm zanneder. Faraziyenin doğruluğu hakkında ileri sürülen fikirleri de isbat zanneder. Oysa bu isbat değil, iddiadır. Doğruluğun müşahede ve deneme ile isbatlanması gerekir. Müsbet ilimlerde durum budur. FARFARA Hafif meşreblik. Gürültülü. Gürültüye boğmak. * Akılsızlık. FÂRIK (Fârıka) Tefrik eden, farkeden, ayıran. Ayrılmasına, farkolunmasına sebeb olan alâmet. FÂRIKAT Farkedenler, ayıranlar, farkediciler. FARIT Geçmiş, önceki, önde bulunan. Sâbık, mukaddem. FARİ' Yüce nesne. FARİC (Ferec. den) Keder ve tasadan kurtaran. FARİG İşini bitirmiş, boş kalmış, alâkasını kesmiş, rahat, vazgeçmiş, çekilmiş. * Fık: Tasarrufu altında olan mülkün kullanma ve tasarruf hakkını başkasına devreden. FARİG-ÜL HAL Hali rahat, hali vakti iyi olan. FARİH (C: Fevârih-Füreh) Gayretli davar. * Akıllı kişi. FARİS İran. İranlı. * Binici, süvâri. * Ferasetli, anlayışlı. * İrandaki Şiraz vilâyeti. FARİSAN (Fâris. C.) Osmanlı İmparatorluğunun kuruluş devrelerinde eyâletlerde hudutlardaki muhafız askerler. FARİSÎ Acemce, Farsça. İran'la alâkalı ve ona müteallik. İran dili veya halkı ile alâkalı olan. FARİSİYYAT Fars edebiyatı, İranlıların edebiyatı. FARİZ Yaşlı. FARÎZA Borç, vazife. Allah'ın açık emri olup, yapılması şart olan vazife. * Fık: Ölen bir kimsenin mirasından mirasçılara düşen hisse, pay. FARÎZA-İ ZİMMET Yapılması mutlaka boynumuza borç olan vazife. FARİZIYY (FERAZIYY) Feraiz bilen kişi. FARK Ayrılık, başkalık. Ayırma, ayrılma, seçilme, * Başın tepesi, baştaki saçın ikiye ayrıldığı yer. FARK-I FÂHİŞ Çok fazla, haddini çok aşan fark. FARK-I TÂMM Tas: Dünya ile olan alâkaları tamamen terkederek, ehadiyyet dergâhına tam bir teveccühle istiğrak haleti. FARKADAN (Bak: Ferkadan) FARMASON Fr. Mason. Dinsiz, imansız. (Bak: Mason) FARS (Fers) İran'lı. * Şark kavimleri. FARS Yarmak. * Yırtmak. * Kesmek. FART İfrat, çok aşırı olmak. Aşırılık. * Acele etmek ve ansızın gelmek. * Yollara alamet olarak konulan işâret. FART-I GAYRET Gayrette aşırılık. FART-I MUHABBET Muhabbet ve sevgide aşırılık. FART-I ZEKÂ Âdetin üstünde, çok ileri zeki olmak. Emsâli bulunmayan zekâvette oluş. FARUK Hak ile bâtılı birbirinden ayıran. Haklıyı haksızı ayırmakta çok mâhir olan. (Hak ile bâtılı birbirinden tam ayırarak İslâmiyeti kabul ettiği ve islâm nurunu izhar ettiği ve imân ve küfrün arasını fark ve faslettiği için Hz. Peygamber (A.S.M.) tarafından Hz. Ömer'e (R.A.) bu isim verilmiştir.) FARUKÎ Hz. Ömer (R.A.) soyuna veya adâletine mensub olan. Hz. Ömer'e mensub ve müteallik. İmam-ı Rabbanî'nin bir lakabı. FARYAB f. Dere ve ırmak suyu ile sulanan yer. * Eski Horasan'da Belh'e yakın bir şehrin adı. FARZ Bir kimseyi bir vazifeye tayin etmek veya maaş bağlamak. Bir kimsenin kendi nefsine âid iken başkasına hibe ettiği muayyen bir şey. (Bunun zıddı "karz"dır.) * Takdir veya beyan eylemek. * Bir şeyi delmek, gedik açmak. * Bir dâvaya mevzu ve rükün kılınan husus. * Addetmek, saymak, tutmak. * Fık: Din hususunda icrası vâcib, terki mâsiyet olan Hükm-ü İlâhî. Kur'an-ı Kerim veya Hadis-i Şerifle sâbit olan Cenab-ı Hakk'ın kat'i emri: Şirk koşmamak, iman etmek, namaz kılmak, yalan söylememek gibi... |
Osmanlıca Sözlük (F Harfi)-Osmanlıca Sözlük (F Harfi)İle İlgili Osmanlıca Kelimeler..
RE: Osmanlıca Sözlük (F Harfi) FARZ-I AYN
Herkesin yapmaya mecbur olduğu farz. Namaz kılmak, yalan söylememek, imân etmek, oruç tutmak gibi. FARZ-I KİFAYE Bir kısım müslümanların yapması ile diğerlerinin günahtan kurtuldukları farz. Cenâze namazı kılmak gibi. FARZ-I MUHAL Olması imkânsız olup, var gibi kabul edilen. Olmayacak şeyi, olmuş gibi düşünmek. FARZ-I NEBEVÎ (Bak: Sünnet) FARZ-I ZANNÎ Müçtehidlerce kat'i bir delile yakın derecede kuvvetli görülen, zanni bir delil ile sâbit olan vazifedir ki, amel hususunda farz-ı kat'î kuvvetinde bulunur. Buna farz-ı amelî de denir. Meselâ: Abdestte mutlaka başı meshetmek bir farz-ı kat'îdir. Başın dörtte birini meshetmek bir farz-ı amelîdir. FARZA Diyelim ki, farzedelim ki, öyle kabul edelim ki, ola ki. FARZEN (FARZAN) Farzedelim ki, kabul edelim ki, diyelim ki. * Farz olarak. Farziyyeti kabul edilerek. FARZÎ Farzedilene, tahmin olunana dair. Takdir ve tahmin usulüne dayanan ve ona müteallik. FARZİYE (C.: Farziyyât) Bazılarına göre kabul edilir sayılan. Mevhum ve itibarî olan. Aslı isbat edilmemiş hüküm. FAS' Hurmanın kabuğunu soymak. FASAFIS Beyaz söğüt dedikleri ağaç. FASAHA Ruşen olmak, parlamak. * Hâlis olmak. FASAHAT Doğru ve düzgün söyleyiş. Açık ve güzel ifadeli konuşma.Fasâhat: Sözün; lâfız, mâna ve âhenk itibariyle kusursuz olmasıdır. Diğer tâbirle, lâfızların söylenişinin tatlı, mânasının da söylenirken hemen zihne girmesidir. Bu keyfiyetlerin birincisi, kelime ve cümle âhengi ile, ikincisi de kullanan kimsenin kelime hazinesi ve seçme kudreti ile alâkalıdır. Fasâhatin daha yüksek derecesine belâgat denir ki; fasih bir sözün, yerine ve adamına göre söylenmesidir. Her beliğ söz, yerine göre denmemişse, beliğ olamaz. (Edb. S.)Kelimenin aslı: "Sütün köpüğü gidip hâlis kalması" mânasına idi. Sonra bir şeyin sâfi ve şaibelerden, şüphelerden hâlis olmasında kullanılmıştır. Bir şeyin belli ve âşikâr olması. (L.R.)(Lâfzındaki fesahat-ı harikasıdır. Evet Kur'an mânen üslub-u beyan cihetiyle fevkalâde beliğ olduğu gibi lâfzında gayet selis bir fesahati vardır. Fesahatin kat'i vücuduna, usandırmaması delildir ve fesahatin hikmetine, fenn-i beyan ve maaninin dâhi ulemasının şehadetleri bir bürhân-ı bâhirdir. Evet, binler defa tekrar edilse usandırmıyor. Belki lezzet veriyor. Küçük basit bir çocuğun hâfızasına ağır gelmiyor; hıfzedebilir. En hastalıklı, az bir sözden müteezzi olan bir kulağa nâhoş gelmiyor, hoş geliyor. Sekeratta olanın damağına şerbet gibi oluyor. Zemzeme-i Kur'an onun kulağında ve dimağında aynen ağzında ve damağında mâ-i zemzem gibi leziz geliyor. Usandırmamasının sırr-ı hikmeti şudur ki: Kur'an, kulube kut ve gıda ve ukule kuvvet ve gınâdır ve ruha mâ ve ziyâ ve nüfusa devâ ve şifâ olduğundan usandırmaz. Hergün ekmek yeriz, usanmayız. Fakat en güzel bir meyveyi hergün yesek, usandıracak. Demek Kur'an hak ve hakikat ve sıdk ve hidayet ve hârika bir fesahat olduğundandır ki, usandırmıyor, daima gençliğini muhafaza ettiği gibi tarâvetini, halâvetini de muhafaza ediyor. Hattâ Kureyşin rüesâsından müdakkik bir beliğ, müşrikler tarafından, Kur'anı dinlemek için gitmiş. Dinlemiş, dönmüş, demiş ki: "Şu kelâmın öyle bir halâveti ve tarâveti var ki kelâm-ı beşere benzemez. Ben şairleri, kâhinleri biliyorum. Bu onların hiç sözlerine benzemez. Olsa olsa etbâımızı kandırmak için sihir demeliyiz." İşte Kur'an-ı Hakîm'in en muannid düşmanları bile fesahatinden hayran oluyorlar. S.) FASAHAT-PERDÂZ f. Güzel ve açık konuşan. Fasih konuşan. FASAL Ek. Bilek. FASD Kan alma, hacamet. * Damar kesmek. FASDA' Fe takip edatından sonra fiilinin emr-i hâzırı. FASETE Fr. Tıraş olunmuş elmasın yüzlerinden her biri. FÂSIK (Fısk. dan) Günahkâr. Hak yolundan hâriç olan. Allah'ın emirlerine karşı zıt hareket eden. Büyük günahı işleyen veya küçük günahta ısrar eden kimse.(Ey bedbaht fâsık adam! Fâsıkların kesretine bakıp aldanma ve "ekseriyetin efkârı benimle beraberdir" deme! Çünki fâsık adam, fıskı istiyerek ve bizzat taleb edip girmemiş; belki içine düşmüş çıkamıyor... Hiç bir fâsık yoktur ki, sâlih olmasını temenni etmesin ve âmirini ve reisini mütedeyyin görmek istemesin. İllâ ki, El-iyâzübillâh! irtidat ile vicdanı tefessüh edip, yılan gibi zehirlemekten lezzet alsın.) (R.N.) FÂSIK-I MAHRUM Günah işlemeye hazır olduğu halde fırsat bulamayan. FÂSIK-I MÜTECÂHİR Açıktan açığa kimseden sıkılmadan günah işleyen. İşlediği günah ile övünen günahkâr kimse. (Böylelerin aleyhinde konuşmak gıybet sayılmaz.) FÂSIL Fasıllara ayıran. Kısım kısım eden. FÂSILA Bend. Kısım. Bölük. Durak. * Mevsim. * Mebhas. FÂSILA-İ SALTANAT Yıldırım Bayezid'in Ankara savaşında Timur'a esir düşmesinden, Çelebi Mehmed'in pâdişah olmasına kadar geçen zaman. FÂSİC Semiz. * Yüklü olmayan kısır deve. FÂSİC Kısır, semiz davar. FÂSİD(E) Bozguncu. * Doğru olmayan. Bozuk. Müfsid. * Yanlış olan. * Fık: Aslen sahih olup, vasfen sahih olmayan. Yani, kendi nefsinde meşru' iken gayr-i meşru' bir şeye yakınlığı sebebiyle meşru'iyyetten çıkan şeydir. İbadet hususunda fâsid ile bâtıl aynı şeydir. Meçhul bir şeyi satmak gibi. (Bak: Bâtıl) FÂSİD-ÜL MİZAC Ahlâkı ve iyi huyları ifsad eden. FÂSİD DAİRE Man: A yı B ile, B yi A ile ispat etmek. Bir düşünceyi isbat etmek için isbat edilmemiş başka bir düşünceyi delil olarak kullanmak ve bunu da isbat için isbatı istenen ilk düşünceyi doğru sayıp buna delil diye kullanmak. Yani isbat edilen ile isbat edeni birbirine delil saymak olup isabetsizdir. FÂSİH (Fesh. den) Vazgeçen. Dağıtıcı. Bozguncu. Fesheden. * Çürüten. FÂSİH-İ ŞİRKET şirketi fesheden. FASÎH Fasahat sâhibi. Hatasız olarak söyleyen. Açık ve güzel konuşan. FASÎHANE |
Osmanlıca Sözlük (F Harfi)-Osmanlıca Sözlük (F Harfi)İle İlgili Osmanlıca Kelimeler..
RE: Osmanlıca Sözlük (F Harfi) FASİKA
Fâre. FASİKÜL Fr. Bir kitabın ayrı bir kapak içinde satılan bölümlerinden her biri. FASÎL (C: Fisâl-Fuslân) * Hâkim. * Kale duvarından kısa duvar. * Deve yavrusu. FASÎLE (C.: Fesâil) Anababa, ebeveyn, âile. * Familya, bir cinsten olan bitkilerin hepsi. FASÎS Seyelan etmek, akmak. FASİT DAİRE (Bak: Fâsid daire) FASL (Fasıl) İki şey arasındaki ek yeri. Mafsal. * Hak söz. Hak ile bâtılın arasını fark ve temyiz ile olan hüküm ve kaza. (Buna "Faysal" da denir) Halletmek. Ayrılma. Çözme. * Bölüm. * Mevsim. * Aynı makamda çalınan şarkı. * Çocuğu memeden kesmek. * Birini zemmetmek. Gıybet. FASL-I BAHAR İlkbahar. FASL-I GÜL Gül mevsimi, ilkbahar. FAZÎZ Meni denilen sıvı. FAZL Âlimlere yakışır olgunluk. * İmân, cömertlik, ihsan, kerem, ilim, ma'rifet, üstünlük, hüner, tefâvüt, inayet. * Artmak. * Artık, (bunun zıddı naks'tır). Bir şeyden bakiye kalmak. (İman ile hikmet, adâlet, şecâat ve iffet sıfatlarına "fezâil-i asliye" tabir edilmiştir. Çünkü bu sıfatlar ile birçok faziletler doğar. Onun için bunlara, temel ve esas olan faziletler denilmiştir).(İ'lem Eyyühel - Aziz! Cenab-ı Hakk'ın günahkârları afvetmesi fazldır, tâzib etmesi adldır. Evet zehiri için adam, âdetullaha nazaran hastalığa, ölüme kesb-i istihkak eder. Sonra hasta olursa, adldir. Çünki cezasını çeker. Hasta olmadığı takdirde, Allah'ın fazlına mazhar olur. Mâsiyet ile azab arasında kavi bir münasebet vardır. Hattâ Ehl-i İ'tizal, mâsiyet hakkında, doğru yoldan udûl ile mâsiyeti, şerri Allah'a isnad etmedikleri gibi, mâsiyet üzerine tâzibin de vâcib olduğuna zehab etmişlerdir. Şerrin azabı istilzam ettiği, rahmet-i İlâhiyeye münâfi değildir. Çünki şer, nizam-ı âlemin kanununa muhaliftir. M.N.) FAZLA Çok ziyâde, artık, artan. * İleri. *Gereksiz, lüzumsuz. * (C: Fazalât) Kazurat, pislik. FAZU' Çocukları korkutmak için yapılan çok korkunç suret. FAZZ Kaba ve kötü huylu olan kimse. * Karın suyu, mide suyu. FAZZ Kırmak. Dağıtmak. * Fethetmek, açmak. FE (FA) (Buna ta'kib edâtı denir) "Sonra, hemen" mânalarını ifâde için fiillerin başına getirilen edât harfi. (Bak: Harf-i atıf) Bazan mecaz olarak vav yerinde de kullanılır. FE-BİHÂ Daha iyi, bu halde, pek a'lâ, ne a'lâ. FEAME (FEUME) Dolu olmak. FEC' Bir kimsenin, musibetten dolayı elemli olması. * İncinmek. * Tasalı olmak, kederli ve hüzünlü oluş. FECA Kirişi çıkmış yay. FECAAT (Fecâet) Merak edilecek hâl, kederlenecek kötü durum. Felâket. FECACE (FİCÂCE) Çiğlik, hamlık. FECAYİ' (Fecîa. C.) Belâlar, musibetler, felaketler. FECC (C.: Ficâc) Açık yer. İki dağ arasındaki geniş yol. Tarik-i vâsi'. FECCAC Döşek döşeten. * Erkek, zevc. FECERE (Facir. C.) Günah işleyenler, günahkârlar, zinakârlar, fâcirler. FEC'ET Birdenbire. FECFAC (FECÂFİC) Çok söyleyen. FECÎ' Çok acı veren, acıklı. FECÎA (C.: Fecâyi') Belâ, felâket, âfet, musibet, fâcia. FECİR (Bak: Fecr) FECM Geniş. * Bevletmek, işemek. FECR Tan yerinin ağarması. Şafak. Sabah vakti, güneş doğmadan evvel şarkta hâsıl olan kızıllık. * Bir şeyi genişçe ikiye ayırmak. * Günah işlemek. Fücur ve fısk işlemek. Yalan söylemek. * Tekzib eylemek. * İsyan ve muhalefet eylemek. * Haktan sapmak. Meyletmek. * Söğmek. * Bühtan eylemek. * Su akıp gitmek. * Karışmak. (L.R.) FECR-İ ÂTÎ Gelecekteki fecr. 1908 meşrutiyet inkılâbından sonra Servet-i Fünun mecmuası etrafından toplanan bir kısım gençlerin kurmak istedikleri ekolün (cemiyetin) adıdır. FECR-İ KÂZİB (Bak: Fecr-i sâdık) FECR-İ SÂDIK Sabaha karşı şark ufkunda yayılmaya başlayan beyaz bir aydınlık. Bunun mukabili birinci fecirdir ki, bir aydınlıktan sonra tekrar aydınlık gider. Bu birinci aydınlığa fecr-i kâzib denir. Sabah namazının vakti, fecr-i sâdıkta başlar. FECR SURESİ Kur'an-ı Kerim'in 89. suresi. FECS Büyüklenmek, ululanmak, kibirlenmek. FECVA Kirişi çıkmış ve ayrılmış olan yay. FECVE Avlu. * Genişlik. FE'D Kebap yapmak. * Kül içinde ekmek pişirmek. FEDA' Kurban. * Uğruna verme, gözden çıkarma. * Bir yere toplanmış arpa, buğday veya hurma. * Hurma ve üzüm kurutulan yer. FEDÂ-YI CÂN Canını verme, canını fedâ etme, kendini kurban etme. FED'A El ve ayağı eğri olan kadın. (Müz: Efdâ) FEDA' El ve ayağın eğilmesi. FEDAÎ Dâvası ve gayesi uğruna herşeyini çekinmeden feda edebilen. FEDAKÂR f. Her türlü zahmetlere göğüs gererek dâvası uğruna sebat eden. FEDAKÂRANE f. Canını ve herşeyini feda eder derecesinde. Her türlü eziyet ve zahmetlere göğüs gererek, dâvası uğruna sebat edene yakışacak surette. FEDAKİL Emirlerin büyükleri. FEDAME (FEDUME) Yorgunluk. * Tembellik. FEDAVİYYE Fedailer. Fedai takımı, serdengeçtiler. FEDDAD şiddetli ses. Ekinci. * Çoban. FEDDAN (C: Fedâdin) Bir çift öküz. * Bir günde bir çift öküzle sürülebilen arazi. * Daha çok mısırda yer ölçülerinde kullanılan bir kelime. FEDEK Irak diyarında bir beldenin adı. FEDERAL Fr. Bir devletler federasyonu ile alâkalı, yahut ona ait. FEDERASYON Fr. Bir kaç devletin bir devlet meydana getirecek şekilde birleşmesi. * Aynı çeşitten bir çok kurulların meydana getirdiği birlik. FEDEVKES Arslan, esed. FEDFED (C: Fedâfid) Düz yer. * Büyük sahrâ. * Yaban. * Yüksek mekân. * Sığır buzağısı. FEDG Baş yarmak. FEDGAM (C: Fedâgım) Güzel, gökçek kişi. FEDH Bir kimseyi borca sokmak. * Ağır işe giriftar etmek. FEDÎD Ses, savt, sada. FEDİR Akılsız, ahmak kimse. * Zayıf ve âciz kimse. FEDK Atmak. * Tezyin etmek, süslemek. FEDM Ahmak, bön, kalın kafalı, budala. * Yaşamak. * Yaşlanmak, ihtiyarlamak. * Yorulmuş, sakil kimse. FEDN Kısaltmak. FEEL (C: Fuul) Fal tutmak. FE-EMMA Buna gelince, kaldı ki. Ammâ... (mânasına asıl söze başlama edâtıdır.) FE'FE' Bir söz söylerken, dile "fe" harfi gelip, her kelimenin başına "fe" getirerek söylemek. FE'FEE Dilini "fe" lâfzına döndürmek. FEGA Buğdayın çürümesi. * Hurma koruğunun çürümesi ve çürüğü. FEGAK Haremini yabancılardan sakınmayan, kaltaban. FEGAM Haris olmak. FEGANE f. Düşük (çocuk). FEGV Kına çiçeği. FEHA Horultulu uyku. * Şişman kadın. * Ayaklarda olan gevşeklik. FEHA (C: Efhâ) Çorbaya katılan veya dövüp yemek üzerine ekilen bir ot. * Soğan. FEHAHE Yorulmak. * Aciz olmak, güçsüzleşmek. FEHALE Erkeklik, aygırlık. |
Osmanlıca Sözlük (F Harfi)-Osmanlıca Sözlük (F Harfi)İle İlgili Osmanlıca Kelimeler..
RE: Osmanlıca Sözlük (F Harfi) FEHAME
Ululuk, büyüklük. FEHAVA (Fehavi) (Fehvâ. C.) Mefhumlar, kavramlar, anlamlar, mânâlar. FEHC (C: Efhac-Fahcâ) İnsanın veya hayvanın iki baldırının arası birbirine yakın olması. FEHCA' Râzı olmak. FEHD (C: Fühud) Pars denilen canavar. * Semer ortasındaki mıh. * Gafil olmak. FEHEK Dolu olmak. FEHEKA (C: Fihâk) Buzağı başı. FEHEM (Fehim - Fehm) Anlayış. Zihnen kavrayış. FEHH (C: Fihâh-Fuhuh) Avlanacak âlet. * Kapan. FEHH Yorulmuş âciz kişi. FEHHA Uyku içinde horlamak. * Çağırmak. FEHHAD Parsa av öğreten. FEHHAM Çok anlayışlı, pek zeki, en çok anlayan. FEHHE Zillet, horluk. * Yaramaz söz. FEHÎC Yılan sesi. FEHÎL Kerim, cömert adam. Ulu ve kuvvetli kimse. FEHİM (Bak: Fehem) FEHÎM Kömür. FEHÎM (Fehm. den) Anlayışlı, akıllı, zeki (kimse.) FEHÎRE İçine kızmış taşlar bırakarak kaynatılan ve üzerine un konulan ayran. FEHLEL Bâtıl. FEHM Ulu kişi. FEHME (C: Fuhem-Fuhum) Kömür. * Karanlık. FEHS Diliyle elini yalamak. FEHS (C: Efhâs) Her nesnenin içi. FEHT Ay aydınlığı, ay ışığı. FEHUR Fahirlenen, övünen. * Nazlanan. * Büyük nesne. * Büyük deve. FEHVA (C.: Fehâvi) Mefhum, kavram, anlam, mânâ. FEHZ (C: Efhâz) Kişinin gayet yakın olan kabilesi. * Uyluk. FE-İLLA Eğer olmazsa. Olmadığı takdirde (gibi mânalara gelir.) FEK' (FÜKU) Üzüntü veya kızgınlıktan dolayı başını aşağı eğip, nereye gittiğini bilmeden gitmek. FEKAHE Latife etmek, şaka yapmak. * Gururlanmak, tekebbürlenmek. FEKAHET (Bak: Fakahet, Fakih) FEKAHET Lâtifecilik, şakacılık. FE-KEYFE Nasıl? anlamına kullanılan eski bir tabir. FEKİH Mütekebbir, gururlu ve şerli kimse. FEKK Açmak. Ayırmak. * Kırmak. * Kaldırmak. * Kesmek. * El ve bilek, yerinden burkulup çıkmak. * Rehin verilen şeyi kurtarıp çıkarmak. * Köle azadetmek. * Pir-i fâni olmak. FEKK-İ İZAFET (Bak: İzafet-i maktu') FEKK-İ MÜHÜR Mühürü bozma. FEKK-İ RÂBITA Alâkayı kesme. Bağı koparma. FEKK-İ REHN Rehini kurtarma. FEKKEYN İki çene. Alt ve üst çene. FEKN Nâdim olmak, pişmanlık duymak. FEKR Etraflıca düşünme. FEL' Yarmak. FELÂ Öyleyse. O zaman. O halde... (gibi mânalara gelir.) FELÂ CEREM Şüphesiz. Muhakkak. * Düşündürücü değil. FELA (FELAT) (C: Felevât) Sahra, çöl. FELAH f. Başlangıç, mebde'. İbtida. FELÂH Selâmet. Saadet. Kurtuluş. Hayır ve ni'metlerde refah, rahatta dâim olmak. Fevz ve zafer. Necat ve beka. * Sahur yemeği. * Şakketmek. FELÂH-I VATAN Vatanın kurtuluşu. Vatanın selâmeti. * Tar: 10 Şubat 1920'de İstanbul Mebuslar Meclisi'nde teşekkül etmiş olan bir grup. FELAHAN f. Sapan. Taş atmaya mahsus âlet. FELAHAT Çiftçilik, ekincilik, ziraat, haraset. (Bak: Filahet) FELAH-YAB f. Kurtulan, kurtuluşa eren, felah bulan. FELAK Tan zamanı, subh, fecir. * İki tepe arasındaki düzlük. * Bütün mahlukat. * Suçlunun ayağına vurulan tomruk, falaka. * Cehennem. FELAK SURESİ Kur'an-ı Kerim'de 113. suredir. Nâs Suresiyle beraber ikisine Muavvezeyn; İhlâs suresi ile beraber olursa üçüne Muavvezât adı verilir. (Bak: Muavvezetan) FELAKET Belâ, musibet, âfet, dâhiye. Bedbahtlık. FELAKETDİDE Felakete düşmüş. Felâket görmüş olan. FELAKETZEDE f. Belâya uğramış, bir musibete düşmüş, acınacak hale gelmiş olan. FELAN İnsanlar içinde alem isimlerden kinâye bir isim. FELASİFE Felsefeciler. Filozoflar, felsefe ile uğraşanlar. * Düşüncesiz, kaygısız, rahat yaşayanlar. * Dinsizler. FELASİFE-İ YUNAN Yunan feylesofları. FELAT Sahrâ, çöl. şenliksiz yer. FELC Nüzul, inme. Vücudda bir kısmın veya çok kısımların hareket etmekten âciz kalışı. * İki kısma yarılmak. * Küçük nehir. * Fevz, zafer. FELCES Haris kimse. * Baldırı ve mak'adı zayıf olan kadın. FELEC Küçük nehir. * Dişlerin seyrek olması. * El eğriliği. FELEHDEM Büyük deniz. * Hafif nesne. FELEK Gök, gök katı, devir. * Tâli', baht. * Büyük ve dâirevi olan şey. * Her gök seyyaresinin gezdiği âlem. * Dünyâ, âlem, * Bir zilli âlet. * Yuvarlak kütük, kızak.(Felek her türlü esbab-ı cefasın toplasın gelsin Dönersem kahpeyim millet yolunda bir azimetten. N. Kemal) FELEK-ÜL A'ZAM (Bak: Felek-i eflâk) |
Osmanlıca Sözlük (F Harfi)-Osmanlıca Sözlük (F Harfi)İle İlgili Osmanlıca Kelimeler..
RE: Osmanlıca Sözlük (F Harfi) FELEK-İ EFLÂK
Göğün en son katı. (Bak: Arş) FELEKÎ (Felekiyye) Feleğe mensub. Felekle ilgili. * Astronomik. FELEKİYYAT Göklerin ilmi. (Kozmoğrafya, Astronomi) FELEKİYYUN Gök ilmi ile uğraşanlar. (Astronomlar, Kozmoğrafyacılar) FELEKMEŞREB Mc: Sözünde durmaz, verdiği sözü tutmaz. * Kimine yâr olur, kimine olmaz. FELEKSEYR f. Hareketleri ve gidişi süratli olan. FELEKZEDE f. Feleğin kahrına uğramış, tâlihsiz. FELENCE Hoş kokulu sarı renkli bir tohumdur. Yemen'den gelir. * Besbâse yaprağı. FELETAT Lisanın döküntüleri, iradesiz ağızdan çıkan söz veya kelime. * Ansızlık. * Her ayın son geceleri. (Bak: Hey'atin feletâtı) FELEVAT (Felât. C.) Susuz çöller, sahralar. FELFAK Ağaç dibinden çıkan budağın yaprağı. FELFEL İri gövdeli, semiz adam. FELFELE Yemeğe biber katmak. FELH (C: Füluh) Yarmak, şakk. * Kesmek. FELHA (C: Eflâh-Felhâ) Alt dudakta yarık olması. FELHEM Çulha mekiği. FELÎCE Kaftan ve bez parçası. FELİHAZA (Fe-li-zâlik) Bunun için, şunun için, imdi (mânasında.) FELÎL Bir yere toplanmış kıl. * Devenin azısı. FELÎMUN şebrem denilen ot. FELİZALİK (Bak: Felihâzâ) FELK Yarmak, şakk. FELKAM Geniş, vâsi'. FELKE Ayın dolunay şekli. FELL (C: Fülül - Eflâl) Gedik, rahne. * Yaralamak. * Cenkte askeri bozmak. Harbdeki askerin bozulması. * Kılınç yüzündeki açılan gedik. * Susuz kır yer. * Güruh, cemaat. * Muvakkat delilik. FELLAH Ekinci, çiftçi, ziraatle uğraşan arab. * Zenci, siyah arab. FELLAZ Bostancı. FELLUCE (C: Felâlic) Ziraate müsait yer. FELS (Füls) (C: Fülüs) Pul, Bakır para. * Balık pulu. FELSEFE Yunanca (Philosophos)dan Arapçalaşmış. Feylesofların mesleği. * İlm-i hikmet. * Maddeyi, hayatı ve bunların çeşitli tezâhürlerini, sebeblerini, ilk unsurları ve gaye cihetinden inceleyen fikri çalışma ve bu çalışmaların neticelerini toplayan ilim. * Herkesin hususi fikri. Mantık. * Bir ilmin prensipleri. * Marifet ve hikmet sevgisi. * Meşhur bir feylesofa göre olan hususi prensipler, nazariyeler. * Tabiat, huy ve mizaç sakinliği; rahatlık. (Bak: Hikmet, Nokta-i nazar)(Hikmet-i felsefe ile hikmet-i Kur'aniyenin hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye verdiği terbiyeler: Amma hikmet-i felsefe ise hayat-ı içtimaiyede nokta-i istinadı, "kuvvet" kabul eder. Hedefi, "menfaat" bilir. Düstur-u hayatı, cidal tanır. Cemaatlerin râbıtasını "Unsuriyet, menfi milliyeti" tutar, Semerâtı ise, "Hevesât-ı nefsaniyeyi tatmin ve hâcât-ı beşeriyeyi tezyid"dir. Halbuki: Kuvvetin şe'ni, "Tecavüz" dür. Menfaatın şe'ni, her arzuya kâfi gelmediğinden üstünde "Boğuşmaktır." Düstur-u cidâlin şe'ni, "Çarpışmaktır." Unsuriyetin şe'ni, başkasını yutmakla beslenmek olduğundan; "Tecavüz"dür. İşte bu hikmettendir ki; beşerin saadeti selb olmuştur.Amma hikmet-i Kur'aniye ise, nokta-i istinadı, kuvvete bedel "hakk"ı kabul eder. Gayede menfaate bedel, "fazilet ve rızâ-yı İlâhî"yi kabul eder. Hayatta düstur-u cidal yerine, "düstur-u teavün" ü esas tutar. Cemaatlerin rabıtalarında: unsuriyet, milliyet yerine "râbıta-i dinî ve sınıfî ve vatanî" kabul eder. Gayâtı, hevesât-ı nefsaniyenin tecavüzâtına sed çekip, ruhu maaliyâta teşvik ve hissiyât-ı ulviyesini tatmin eder ve insanı kemâlât-ı insaniyeye sevkedip insan eder... Hakkın şe'ni, "ittifak"tır. Faziletin şe'ni, "tesanüt"tür. Düstur-u teavünün şe'ni, "birbirinin imdadına yetişmek"tir. Dinin şe'ni, "uhuvvet" tir, "incizab" dır. Nefsi gemlemekle bağlamak, ruhu kemâlâta kamçılamakla serbest bırakmanın şe'ni, "saadet-i dâreyn" dir... S.)(Dinsiz felsefe, hakikatsız bir safsatadır ve kâinata bir tahkirdir. S.) FELSEFE-İ BEYAN Beyan İlmindeki kaidelerin vaz'ediliş sebeb ve gayelerinin açıklanması. FELSEFE-İ TARİHİYYE Târih felsefesi. FELSEFÎ Felsefeye mensub ve felsefe ile alâkalı. FELSEFİYYAT Felsefe ile ilgili bilgi ve düşünceler, hikmet bilgileri. FELTE Ansızlık. * Darlık. * Her ayın son gecesi. FELTUT Küçüklüğünden dolayı iki tarafı gelip birleşmiyen elbise. FELÜVV(E) (C: Eflâ-Felâvâ) Atın yavrusu. Tay. FELY Bit toplamak. * Şiirin ince mânâlarını çıkarmak. * Kesmek. * Kılıç ile vurmak. FELYUN Ermeni kili. FEM Ağız. Dihen. (Kelimenin aslı: "Feveh" veya "Fâh" dır.) FEM-İ NEHR Nehir ağzı. FEMÎ Ağızla alâkalı. Ağıza âit. FEN (Bak: Fenn) FEN' Malın çok olması. * Misk kokusunun etrafa yayılması. * Bir kimsenin iyiliğini ve ihsanını söyleyip methetmek. FENA (Beka'nın zıddı) Yokluk. Yok olma. * Geçici dünya. * Geçip gitme. * Tas: Kendi varlığından geçmek. * Kötü. * Devamlı olmayan. * Çok kocamış olmak. FENAFİLİHVAN (Fenâ fi-l-ihvân) Tefâni. Yani; kardeşlerin birbirinde fâni olması; kendi hissiyat-ı nefsaniyesini unutup, kardeşlerinin meziyyât ve hissiyâtı ile fikren yaşaması. Samimi ihlâs üzerine müesses en yakın dostluk, en fedakâr ve en civanmert kardeşlik. FENAFİLLAH (Fenâ fillâh) Tas: Abdin zât ve sıfâtının, Hakk'ın zât ve sıfâtında fâni olması. Başka bir ifade ile: Dünya alâkalarını külliyen kat' ve ehadiyet dergâhına tam bir teveccühle istiğrak haletidir. Sofi, bu maksada erebilmek için her şeyi terk eder. FENAFİRRESUL (Fenâ fir-resul) Tas: Bütün varlığını Hazret-i Peygamber'in (A.S.M.) manevî şahsiyetinde yok etmek mânasına gelir. Hassaten, sünnî olan tarikat mensubuna göre Hz. Peygamber'in (A.S.M.) rivayet yolu ile nakledilen hadisleri ile beraber hareketlerini benimsemek ve O'na en küçük mes'elede aykırı harekette bulunmamak asıldır. |
Osmanlıca Sözlük (F Harfi)-Osmanlıca Sözlük (F Harfi)İle İlgili Osmanlıca Kelimeler..
RE: Osmanlıca Sözlük (F Harfi) FENAFİŞŞEYH
(Fenâ fiş-şeyh) Tas: Bütün maneviyatını şeyhin manevî şahsiyetinden, feyzinden almak manasına gelen bir tabirdir. FENAGÂH f. Fânilik yeri olan bu dünya. FENAPEZÎR f. Fena bulan, yok olan. Fenayâb da aynı mânada kullanılır. FENAT (C: Fenevât) Tilki üzümü. * Vahşi sığır. FENCE Bir nevi toprak çanak. FEND f. Mekir, hile, desise, yalan, dolan. FEND Büyük dağ. FENED Yalan söz. * İhtiyarlıktan dolayı aklın zayıflaması. FENEK Kursak. * Körük yapılan şey. FENEN (C: Efnân-Efânın) Budak. * Üslup. FENG f. Acı hıyar, ebucehil karpuzu. FENH (FÜNUH) Su içerken tamamen kanmadan vaz geçmek. FENH Kahretmek. Zelil kepaze etmek. FENHAR Büyük taş. FENÎH Kahrolmuş. FENİK (C. Finak-Efnâk) Gayet kerim ve necip olan. FENÎK İki çenenin bitiştiği yer. * İki uyluğun bitiştiği yer. FENÎN Erkek deve. FENK Nimetlenmek. FENK İnat. FENN Hüner. Mârifet. * San'at. * Tecrübe. * İlim. * Nevi, sınıf, çeşit, tabaka. * Türlü. * Fizik, kimya, biyoloji, matematik ilimlerinin umumi adı. * Tatbikat ve isbat ile meydana gelen ilim. * Birisini muamelede aldatmak. * Fend. * Borçlunun ödeme zamanını uzatma. (Şuur-u insanî vasıtasıyla keşfolunan yüzer fenlerden herbir fen, Hakem isminin, bir nevide bir cilvesini târif ediyor. Meselâ Tıb Fenninden sual olsa: "Bu kâinat nedir?" Elbette diyecek ki: "Gayet muntazam ve mükemmel bir eczahâne-i kübradır. İçinde herbir ilaç güzelce ihzar ve istif edilmiştir." Fenn-i Kimya'dan sorulsa: "Bu Küre-i Arz nedir?" Diyecek: "Gayet muntazam ve mükemmel bir kimyahanedir." Fenn-i Makine diyecek: "Hiçbir kusuru olmıyan gayet mükemmel bir fabrikadır. "Fenn-i Ziraat" diyecek: " Nihayet derecede mahsuldar, her nevi hububu vaktinde yetiştiren muntazam bir tarladır ve mükemmel bir bahçedir." Fenn-i Ticaret diyecek: "Gayet muntazam bir sergi ve çok intizamlı bir pazar ve malları çok san'atlı bir dükkândır." Fenn-i İâşe diyecek: "Gayet muntazam, bütün erzakın envâını câmi bir ambardır." Fenn-i Rızık diyecek: "Yüzbinler leziz taamlar beraber, kemal-i intizam ile içinde pişirilen bir matbah-ı Rabbâni ve kazan-ı Rahmânidir." Fenn-i Askeriye diyecek ki: "Arz bir ordugâhtır. Her bahar mevsiminde yeni taht-ı silâha alınmış ve zemin yüzünde çadırları kurulmuş dörtyüz bin muhtelif milletler o orduda bulunduğu halde, ayrı ayrı erzakları.. ayrı ayrı libasları, silâhları...ayrı ayrı tâlimatları, terhisatları; kemal-i intizamla hiçbirini unutmıgirsin bir tarafına ..!!! ve şaşırmıgirsin bir tarafına ..!!!, birtek Kumandan-ı Azamın emriyle, kuvvetiyle, merhametiyle, hazinesiyle gayet muntazam yapılıp, idare ediliyor." Ve Fenn-i Elektrik'ten sorulsa, elbette diyecek: "Bu muhteşem saray-ı kâinatın damı, gayet intizamlı, mizanlı hadsiz elektrik lambalariyle tezyin edilmiştir. Fakat o kadar harika bir intizam ve mizan iledir ki: Başta Güneş olarak, Küre-i Arz'dan bin defa büyük o semavî lambalar, mütemadiyen yandıkları halde müvazenelerini bozmuyorlar, patlak vermiyorlar, yangın çıkarmıyorlar. Sarfiyatları hadsiz olduğu halde, vâridatları ve gazyağları ve madde-i iştialleri nereden geliyor? Neden tükenmiyor?. Neden yanmak müvazenesi bozulmuyor? Küçük bir lâmba dahi muntazam bakılmazsa, söner. Kozmoğrafyaca Küre-i Arz'dan bir milyondan ziyade büyük ve bir milyon seneden ziyade yaşıyan Güneşi... kömürsüz, yağsız yandıran; söndürmiyen Hakim-i Zülcelâlin hikmetine, kudretine bak. "Sübhanallah" de. Güneşin müddet-i ömründe geçen dakikalarının âşirâtı adedince "Mâşâallah, Bârekallah, Lâ ilahe illa Hu" söyle. Demek bu semavi lâmbalarda gayet harika bir intizam var. Ve onlara çok dikkatle bakılıyor. Güya o pek büyük ve pek çok kitle-i nâriyelerin ve gayet çok kanâdil-i nuriyelerin buhar kazanı ise, harareti tükenmez bir Cehennem'dir ki, onlara nursuz hararet veriyor. Ve o elektrik lâmbalarının makinesi ve merkezi fabrikası, daimî bir Cennet'tir ki, onlara nur ve ışık veriyor. İsm-i Hakem ve Hakimin cilve-i âzamiyle, intizamla yanmaları devam ediyor. Ve hâkezâ... Bunlara kıyasen yüzer fennin herbirisinin kat'i şehadetiyle, noksansız bir intizam-ı ekmel içinde hadsiz hikmetler, maslahatlarla bu kâinat tezyin edilmiştir. Ve o harika ve ihâtalı hikmetle, mecmu-u kâinata verdiği intizam ve hikmetleri, en küçük bir zihayat ve bir çekirdekte küçük bir mikyasta dercetmiştir. Ve mâlum ve bedihidir ki; intizam ile gayeleri ve hikmetleri ve faideleri takip etmek; ihtiyar ile, irade ile, kasd ile, meşiet ile olabilir; başka olamaz. İhtiyarsız, iradesiz, kasıdsız, şuursuz esbab ve tabiatın işi olmadığı gibi, müdahaleleri dahi olamaz. Demek bu kâinatın bütün mevcudatındaki hadsiz intizamat ve hikmetleriyle iktiza ettikleri ve gösterdikleri bir Fâil-i Muhtar'ı, bir Sâni-i Hakim'i bilmemek veya inkâr etmek, ne kadar acib bir cehâlet ve divânelik olduğu târif edilmez. Evet, dünyada en ziyâde hayret edilecek bir şey varsa, o da bu inkârdır. Çünki kâinatın mevcudâtındaki hadsiz intizâmât ve hikmetleriyle vücud ve vahdetine şahidler bulunduğu halde, Onu görmemek, bilmemek, ne derece körlük ve cehalet olduğunu, en kör cahil de anlar. Hattâ diyebilirim ki; ehl-i küfrün içinde, kâinatın vücudunu inkâr ettiklerinden ahmak zannedilen Sofestâiler, en akıllılarıdır. Çünki; kâinatın vücudunu kabul etmekle Allah'a ve Hâlikına inanmamak, kabil ve mümkün olmadığından, kâinatı inkâra başladılar... FENN-İ BEDİ' (Bak: İlm-i bedi') FENN-İ BEYAN (Bak: İlm-i beyan) FENN-İ HİKMET Felsefe bilgisi. (Bak: Hikmet) FENN-İ HİKMET-ÜL EŞYA Tabiat bilgisi. Eşyadaki intizam, mükemmellik ve insanlara olan faydaları ve onlardan faydalanmak hakkında bilgi veren ilim kolu. |
Osmanlıca Sözlük (F Harfi)-Osmanlıca Sözlük (F Harfi)İle İlgili Osmanlıca Kelimeler..
RE: Osmanlıca Sözlük (F Harfi) FENN-İ İÂŞE
İnsanlar ve hayvanların besleniş ve yaşayışları hakkında bilgi veren ilim dalı. FENN-İ İNŞA Yazı yazma san'atı. (Bak: İnşa) FENN-İ KIRAAT Okuma bilgisi. Okumanın çeşitli usûllerini öğreten ilim dalı. (Bak: Kıraat) FENN-İ KİMYA Kimya ilmi. FENN-İ KİTABET Çeşitli yazı usûl ve şekillerini öğreten ilim. FENN-İ MEÂNÎ Güzel söz söylemeyi ve güzel yazmayı öğreten, edebiyatın bir şubesi. FENN-İ MAKİNA Çeşitli makineler ve onların kısımlarının işleyişleri hakkında bilgi veren ilimler. Mihanikiyet. FENN-İ MENAFİ-ÜL A'ZA Bedendeki âzâların, uzuvların faydalarını anlatan ilim. (Bak: Anatomi) FENN-İ MÜNAZARA İleri sürülen delilleri ve fikirleri tetkik ederek fikirlerin münasebet ve adem-i münasebetini göstererek cevap vermek san'atı. FENN-İ SARF Gramer. Sarf bilgisi. (Bak: Sarf) FENN-İ TABAKAT-ÜL ARZ Jeoloji ilmi. FENN-İ TEŞRİH tıb: Bir cesedin, canlı vücudunun iç yapısını öğrenme bilgisi. (Anatomi) FENN-İ TIB Tabiblik, doktorluk. Maddi hastalıklara ilâç ve şifa bulmağa çalışan ilim. FENN-İ ZİRÂAT Ekin ekme ve içme hususunda olan bilgi ve tecrübeye dayanan bu husustaki ilim kolu. FENNEN Fence, fenne uygun olarak, fen vâsıtası ile. FENNİYAT Teknik bilgiler. (Teknoloji) FER f. Işık, parlaklık, zinet, süs. * Fazl ve vakar. * İktidar; şevket, kuvvet. FER-İ DEVLET Devletin kuvveti, devletin nüfuzu. FER' Şube, kol. İkinci derecede olan. Dal budak. * Bir aslın neticesi. * Bir cemaatın şerefli ve daha meşhuru. * Kazancı olan mukayyed mal. Hâzır ve muhâfaza altında olan. * Yükseğe çıkmak ve iki nizalı olanın arasına girip ıslah etmek. * Asıl mes'eleden kollara ayrılmış olan mesele. (L.R.) * İki okçu tarafından atılan oklardan, bir fazla ok isabet ettirilmesi yerinde kullanılır bir tabirdir. Ok atanlar, bazı defa iki kişi değil, herbiri birkaçar kişiden terekküb etmek üzere iki taraf olduğu surette, taraflardan birinin fazla isabet ettirmesine de fer' denilirdi. (O.T.D.S.) FER (Ferr) Geri çekilme, kaçma, firar. FERA' Devenin ilk doğurduğu yavru. (Cahiliyet zamanında kefere putlarına kurban ederlerdi ve "anasının sütü bereketlenir; çoğalır" derlerdi.) FER'A (C: Furu') Bit. * Yüksek yer. FERACE Örtünecek gibi olan ve giyilen bol elbise, cübbe. * Kadınların üzerlerine örttükleri örtü. Bütün vücudu kaplayan geniş örtü. (Bak: Cilbâb) FERADÎS (Firdevs. C.) Cennetler, firdevsler. * Bahçeler. FERAG Vaz geçmek. Hiç bir şeyle meşgul olmayıp dinlenmek. * Boşaltma. FERAG-I BÂL Gönül rahatı. FERAG-I KAT'Î Kayıtsız şartsız yapılan ferag. FERAG Ü İNTİKAL Alım satımda tapu muâmeleleri. FERAG f. Serin serin esen rüzgâr. FERAGA(T) Tok gözlülük. Hakkından vaz geçmek, bir şey istememek. Şahsî dâvasından vaz geçmek. * Boşalmak, hâlî olmak. FERAH Şen, sıkıntıda olmayan. İç açıcı. Şenlendiren. * İnşirah. Sevinç. FERAH f. Bol, geniş, vâsi'. Fazla, ziyade. Açık. FERAH-AVER f. Sevinç getiren, sevindiren, ferah getiren. FERAH-BAHŞ f. Sevinç veren, sevindiren. Ferah bağışlayan. FERAH-DEHEN f. Geveze, boşboğaz. * Geniş ağızlı, ağzı büyük. FERAH-DEST f. Eli açık, cömert. FERAHE Zeyreklik. Çok akıllılık. Davarın gayretli olması. FERAH-EBRU f. Sevimli, güler yüzlü. FERAH-EFŞAN (Ferah-feşân) f. Sevinç veren, ferah saçan. FERAH-EFZA (Ferah-fezâ) f. Sevinç artıran, ferah artıran, safalı, iç açıcı. FERAHEM f. Toplu, devşirli. * Birikme, yığılma, toplanma. FERAH-ENGİZ f. Meşhur bir cins lâle. FERAHET f. şan ve şeref. FERAH-GÂM f. Bahtiyar, mes'ut, mutlu, saadetli. FERAHÎ f. Genişlik, bolluk. Ucuzluk. FERAH-NA f. Geniş yer. Büyük saha. * Bolluk, bereket. Genişlik. FERAH-NAK f. Neş'eli, sevinçli. FERAH-REV f. Acele acele ve geniş adımlarla yürüyen. FERAHUR f. Uygun, lâyık, münasib. FERAİNE (Fir'avn. C.) Fir'avunlar. Mütekebbirler. İmansızlar. FERÂİZ (Farîze. C.) Allah'ın farz kıldığı ibadetler, yapılması mecburi olan din emirleri. * Şeriatın hükümleriyle mirasçılar arasında mal taksimi bilgisi. İslâmın miras hukuku. FERÂİZ-İ DİNİYYE Dinin farzları. FERAK (C: Efrâk) Korku. * Büyük ölçek. FERAMÎN (Fermân. C.) Buyruklar, fermanlar. FERAMUŞ f. Unutma, hatırdan çıkarma. FERANCEMŞEK Reyhan karanfili. FERASET (Bak: Firâset) Anlayışlılık, çabuk seziş. (Aslı firâsettir) FERASET Binicilik, süvarilik, yiğitlik. FERAŞE Pervane denilen kelebek. * Kilit damağı. * Su gittikten sonra yer üstünde kalıp kuruyan balçık. * Az su. * Hafif kimse. FERAŞET Süpürücülük ve döşeyicilik. Kâbe-i şerifeyi süpürenin hizmeti. FERATIK Şiradan ve pekmezden yapılan pestil. FERAVVUC Küçük oğlan gömleği. FERBAL(E) f. Çardak. Etrafı pencerelerle kaplı yazlık köşk. FERBİH f. Etli, besili, semiz. FERBİHÎ f. Semizlik, topluluk, etlilik. FERC Yarık, çatlak. Korkulacak yer. * Ud yeri. Dişi tenasül âleti. FERC f. Kadir, kıymet, mertebe. FERCAM f. Son, uç. FERCAM-GÂH f. Son mekân, âkibet yeri. * Mc: Kabir, mezar. FERCAR Pergel. FERCE Gamdan ve tasadan kurtulmak. * Kurtuluş. * Şiddetten kurtulmak. * Yarık, şak. * Girecek yer, medhal. * Açıklık, ferahlık. |
Osmanlıca Sözlük (F Harfi)-Osmanlıca Sözlük (F Harfi)İle İlgili Osmanlıca Kelimeler..
RE: Osmanlıca Sözlük (F Harfi) FERD
Tek, bir, yekta. Eşi, benzeri olmayan. Bîhemta olan.(Kâinatın âlemleri, envâları ve unsurları öyle birbiri içine girift olarak girmiştir ki, kâinatın hey'et-i mecmuasına mâlik olmayan bir sebeb hiçbir nev'ine, hiçbir unsuruna hakiki tasarruf edemez. Adeta İsm-i Ferd'in cilve-i vahdeti, bütün kâinatı bir vahdet içine almış; herşey o vahdeti ilân ediyor. Meselâ: Bu kâinatın lâmbası olan Güneşin bir olması, umum kâinat, birinin olmasına işaret ettiği gibi; zihayatların çevik ve çalak hizmetçileri olan hava unsuru bir olması.. ve aşçıları olan ateş bir olması.. ve zemin bahçesini sulayan bulut süngeri bir olması.. ve umum zihayatın imdadına yetişen yağmur bir olması ve her yere yetişmesi.. ve ekser hayvanat ve nebatat taifelerinin herbiri umum zemin yüzünde serbest yayılmaları, vahdet-i nev'iyeleri ve meskenleri bir bulunması; gayet kat'i bir surette işaretler, şehadetlerdir ki; meskenleri ile beraber umum o mevcudat, bir tek Zatın malı olduğuna delâlet ederler. İşte buna kıyasen, bütün kâinatın böyle birbirine girift olan envâları mecmu kâinatı öyle bir küll hükmüne getirmiştir ki, icad cihetiyle tecezzi kabul etmez. Umum kâinata hükmü geçmiyen bir sebeb, Rububiyet cihetiyle ve icad keyfiyetiyle hiçbir şeye hükmedemez ve bir tek zerreye Rububiyetini dinlettiremez. L.) FERD-İ ÂFERÎDE Hiç kimse. FERD-İ FERÎD Benzeri daha hiç gelmemiş. * Hz. Muhammed (A.S.M.) * Asrın en yüksek ve en değerli Zâtı. Asırda bir gelen büyük veli. FERD-ÜL FERD İkiye bölünemiyen sayı. FERDA f. Yarın. Bugünden sonraki gün. * Arabçada: Bir olarak. Tek olarak. FERDÂ-YI KIYÂMET Kıyâmetten sonra. FERD-A-FERD f. Tek tek, ferd ferd. FERDANİYET Yalnızlık, teklik. Ferdlik. Yektâlık. FERDEN-FERDA Tek tek, fert fert. FERDÎ (Ferdiye) Tek şey, bir tek. * Fertle ilgisi olan. FERDİYET Cenâb-ı Hakk'ın birliği. Vahdetle bütün kâinata birden tasarruf eden Allah'ın (C.C.) sıfatı. (Bak: Tevhid.)Ferdiyet mânası insanlara isnad edilirse: Sadece bir olup, benzeri dünyada bulunmayan kimsenin sıfatı olur. Sadece Kur'andan ders alarak irşadda bulunabilen büyük velilik. Hiçbir şahsı merci yapmadan doğrudan doğruya Kur'andan ders alan ve ders veren büyük zâtın makamıdır. FEREC Sıkıntıdan kurtulmak, zafer, inşirah, kederden kurtulmak. Genişlik, ferahlık, fütuhat. * Girecek yerler. FEREK Kulağın sarkık ve sülpük olması. FERENGÎS f. Zühre yıldızı, Venüs gezegeni, çoban yıldızı. FERES At, kısrak. FERFAH Semizotu. FERFAR Geveze, farfara, çalçene. FERFERE Farfara, akılsızlık, hafif meşreplik. * Patırtıcı, gürültücü, ağzı kalabalık. FERG Gönden yapılan kovanın dikişi arasında su sızan yer. FERGAND(E) f. Fena koku, kokmuş. * Sarıldığı ağacı kurutan bir cins sarmaşık. FERH Civciv. Tavuk veya kuş yavrusu. * Nebatların diplerinde çıkan filiz. FERHAL f. Karışık ve kıvırcık olmayan uzun saç. FERHAN (C.: Ferâhî) Ferahlı. Sevinçli. Şâdan. Mesrur. FERHAŞ f. Kavga, savaş, muharebe, dövüş. FERHAT Rahatlık. Sevinç. Meserret. Sürur. FERHENK f. Edeb. İyi terbiye. * Hüner. Hikmet. Azamet. Mârifet. Bilgi. * Lügat kitabı. FERHEST f. Büyü, sihir, sihirbazlık. FERHUD Dağ keçisinin dişisi. FERHUNDE f. Mes'ut, saadetli, mutlu, mübarek. Uğurlu. FERHUNDEGÎ f. Mes'utluk, mutluluk, mübareklik, kutluluk. Uğurluluk. FERHUNDE-PÂ(Y) f. Ayağı uğurlu olan. FERHUNDE-TÂLİ' f. Şanslı talihi yaver. Mes'ut, mutlu, saadetli. FER'Î (Fer'iyye) Esasa âit olmayan. Kollara ve şu'belere âit ve müteallik. FERİBOT ing. Araba vapuru. FERİD(E) Benzeri pek nâdir bulunan. Benzeri bulunmayan, yektâ. * Doğrudan doğruya Kur'andan ders alıp ders veren ve kuvve-i kudsiye sahibi olan Evliyaullah. Yalnız ve münferid. * Zamanında eşine rastlanmıyan. Akran ve emsali yok. * Dizilmiş inci. * Bir tane, nefis ve müntehab kıymetli cevher. * Kendi reyi ile hareket eden mağrur kimse. FERİD-ÜL-ASR Asrın bir tanesi, zamanın eşsizi. FERİD-İ TE'LİF Edb: Bir cümledeki tertibin mâna çıkmayacak derecede karışık oluşu. FERÎD f. Katılaşmış şey, donmuş nesne. * Avcı kuş. FERİDE f. Kendi ihtiyariyle hareket eden, gururlu, kibirli kimse. FERİG Yorga at. FERİH Sevinçli, ferahlı. Fahur. Ferhan. FERİHAN (Fârihan) Sevinçli olarak, iftihar ederek. FERİH FAHUR Sevinçli olarak, iftihar ederek. FERÎK Tümen (Fırka) kumandanı. Korgeneral. * İnsan kalabalığı. Büyük insan bölüğü. FERÎK Buğday tanesinin olgunu, öğütülecek hâle gelmiş buğday tânesi. FERÎKA Koyun sürüsü. * Böy dedikleri ot. FERÎKAYN İki mukabil taraf, iki askeri fırka. FERÎS (C: Fersâ) Ağaç halka, çenber. * Yaralı. Maktul. FERÎSA (C: Feris-Ferâyis) Boş böğür ile kürek arasındaki et. FERÎŞ Yakında doğurmuş hayvan. FERİŞTE (Ferişteh) f. Melek. Günahsız. Masum. Yumuşak huylu. FERÎZ Takdir edici. * Hükmedici. * Yaşlı, ihtiyar. FERK El ile bir şeyi ovmak. * Buğz ve adâvet etmek, düşmanlık yapmak. FERKAA Parmak çıtlatmak. FERKADAN Şimâl kutbuna yakın parlak ve küçük ayı kümesine tâbi ve gece istikamet bulmağa yarayan, sık sık karşı karşıya gelen iki yıldız (İkizler mânasına). FERKADE Sergerde kimse. FERLA (C: Ferala) Kırba ağzı. FERMA f. Buyurucu. Emredici. Âmir. FERMAN f. Emir. Tebliğ. FERMAN-I İLÂHÎ Allah'ın fermanı. FERMAN-BER İtaatli ve muti olan. Hakkında emir çıkarılan. Fermanlı. FERMAN-BERDAR f. Fermana uyan, emre uyan. FERMAN-DİH f. Hükmü geçen, verdiği emri dinlenen. FERMAN-FERMA Hüküm süren, emir veren, emir buyuran, hüküm fermâ. FERMAN-REVA f. Pâdişah, hükümdar. * Emri kabul edilen. FERMAYİŞ f. Emretmek. Buyurmak. FERMEND f. şan ü şeref ve mevki sahibi olan kişi. FERMENE İşlemeli dar ve yuvarlak yanlı yelek. * Eskiden esnaf tabakasına mahsus elbise. FERMUDE f. Buyruk. Emir. Kumanda. FERNAS f. Şaşkın, dalgın, gafil. * Şaşkınlık, gaflet, dalgınlık. FERNEB Fâre. FERNUD f. Hüccet, delil, bürhan. FERNUN Kanbel otu. FERR Kaçmak. Firar etmek. * Davarın yaşını anlamak için dişini görmek. FERRA Kürkçü kimse. FERRAŞ Cami, mescid, imaret gibi müesseselerin temizliğini sağlamak; ve kilim, halı ve hasır gibi mefruşatını yayma hizmetleriyle vazifeli olan kişiler hakkında kullanılır bir tâbirdir. Ferraş; arapçada, yayıcı, hizmetçi, döşeyici anlamlarına gelir. Yeniçeri teşkilâtında bu işi görenlerle, Kâbe'yi süpürenler hakkında ıstılah olarak da kullanılır. (O.T.D.S.)"Her ruham-ı fersi bir âyine-i âlemnüma Her gezen ferraşı bir İskender-i kitisitan." (Nef'î) |
Osmanlıca Sözlük (F Harfi)-Osmanlıca Sözlük (F Harfi)İle İlgili Osmanlıca Kelimeler..
RE: Osmanlıca Sözlük (F Harfi) FERRUC
(C: Ferâric) Tavuk pilici. FERRUH f. Mübarek, kutlu, uğurlu. FERRUH-FÂL f. Bahtı açık, şanslı, talihli, uğurlu.Ferruhî : f. Mübareklik, uğurluluk, meymenet. FERRUH-ZÂD f. Mübarek evlât, uğurlu çocuk. * Hayırlı, kutlu, mübarek. FERS Dağıtmak. Saçmak. * Ciğer parçalamak. * Hurma çekirdeğinin kabuğunu soymak. * Atın pisliği. Fışkı. FERS Yırtmak. * Parçalamak. * Katletmek, öldürmek. * Boyunlamak. FERSA f. Mahveden, yoran, aşındıran manasına kelimelere bitişir. Meselâ: Tahammül-fersa $ : Tahammül bırakmayan. Tâkat-fersa $ : Tâkatsız düşüren, tâkat bırakmayan. FERSAH Uzunluk ölçüsü birimidir, iki çeşittir: Deniz fersahı: 5555 m. Kara fersahı: 4444 m. * İki şey arasındaki açıklık. * Sükun ve hareket arasındaki vakit. * Zaman. Saat. * Dâimî ve çok olup aslâ kesilmeyen şey. FERSAH FERSAH (Uzaklık için) Çok çok. Çok fazlaca uzak. FERSAN f. Derisi kürk yapımında kullanılan bir sansar cinsi. FERSE İnsanın boynunda ve arkasında olan ve gittikçe zaaf verip boynunu ve belini eğip, helâk eden yel. FERSENDAC f. Ümmet. FERSENG (Bak: Fersah) FERSUD(E) f. Eskimiş, yıpranmış. * Eski, yırtık. FERSUDE-GÎ f. Eskilik, yıpranış, fersudelik. FERŞ Yer. Yeryüzü. * Döşeme. Döşeyiş. Yaymak. Yayılmak. Döşenmiş şey. * Küçük develer. FERŞEHA İki ayak arasını açmak. FERTUT(E) f. Pir, çok ihtiyar. * Bunak, kocamış. FERTUTE Kadın esirler hakkında kullanılan tâbirlerdendir. Esir edilen kadınlar hakkındaki diğer tâbirler şunlardır: Mâriye, ümmülveled, acuze, duhter, yekdest, yekçeşm, mâyube. (O.T.D.S.) FERTUTÎ f. İhtiyarlık, pirlik, bunamışlık, bunaklık. FERUKA Böğürün yağı. * Korkak kişi. FERVE (C: Füre'-Firâ) Baş derisi. * Bir parça toplanmış kuru ot. * Servet, zenginlik. * Kürk. FERVE f. Bazı hayvanların makbul olan derileri. Kürk. FERY İyi iş işlemek. * Meşin dikmek. * Yaramaz iş. Bir nesneyi ıslah için kesmek. FERYAD f. Bağırıp çağırma. Yüksek sesle medet istemek. Figan. FERYAD-I ANDELİB Bülbülün feryâdı, ötmesi. * Yirmiiki martta olan bir fırtına. FERYAD-BAHŞA f. Feryâd ettiren, bağırttıran. FERYAD-HAN f. Yardım isteyen. FERYAD-RES f. Feryâd edenin imdâdına koşan, yardımına gelen. FERZ Çukur yer. * Düz yer. * Ayırmak. FERZA' Pamuk çekirdeği. FERZAH Akrep isimlerinden bir isim. FERZAN İlim ve hikmet. FERZANE f. Bilgili kimse. Hakîm, feylesof. * Tas: Nefsanî alâkalardan sıyrılmış kimse. FERZANE-GÎ f. Üstünlük, rüçhaniyet. * Bilgi. FERZEND (C.: Ferzendân) f. Yavru. Çocuk. Veled. FERZENDÂNE Evlâd gibi. Evlâda yakışır surette. FE'S İki yüzlü balta. * Balta ile vurmak. FESA Eskimek. * Vurmak. FESA Bıçak. FESAD Bozuk ve fenalık. Karışıklık. Haddi tecavüz edip zulmetmek. (Zıddı: Salâh'tır.)( $ Evet fıskla bozulan bir adam, bataklığa düşüp çıkamayan bir şahıs gibi çokların da o bataklığa düşmelerini istiyor ki, maruz kaldığı o dehşetli hâlet, bir parça hafif olsun. Çünkü musibet umumi olursa, hafif olur. Ve keza, bir şahsın kalbinde bir ihtilal, bir fenalık hissi uyanırsa; yüksek hissiyatı, kemalâtı sukut etmeye başlar; kalbinde tahribata, fenalığa bir meyil, bir zevk peyda olur. Yavaş yavaş o meyil kalbinde büyür; sonra o şahıs; bütün lezzetini, zevkini tahribatta, fenalıkta bulur. İşte o vakit, o şahıs, tam mânasiyle arzda yırtıcı bir hayvan, ihtilali çıkarıp büyüten bir belâ, fesadı durmayıp karıştıran bir âfet kesilir. İ.İ.) FESAD-I AHLÂK Ahlâk bozukluğu. FESAD-I DİMAĞ Akıl bozukluğu, delilik. FESAD-I Mİ'DE Mide fesadı, mide bozukluğu. FESAD-I TE'LİF Edb: Bir cümlede yapılan tertibin mâna çıkmayacak derecede bozuk ve karışık oluşu. FESAD-AMİZ f. Oyunbozanlık eden, fesat karıştıran. FESADAT (Fesad. C.) Bozukluklar. Kötülükler. Karışıklıklar. FESAD-ENGİZ Fesad koparan. Fesad çıkaran. Karışıklık çıkaran. FESAFİS Kesmez kılıç. FESAHAT (Bak: Fasahat) FESAKÎ (Fıskıyye. C.) Fıskiyeler. * Çocukların oynadıkları su püskürten oyuncaklar. FESALE (Füsule) Alçak ve asılsız olmak. |
Osmanlıca Sözlük (F Harfi)-Osmanlıca Sözlük (F Harfi)İle İlgili Osmanlıca Kelimeler..
RE: Osmanlıca Sözlük (F Harfi) FESANE
f. Asılsız hikâye. Masal. (Bak: Efsane) FESAR f. Yular. FESC Her nesnenin boşu. FESDA' (Bak: Sada') FES'E Sâkin olmak, sâkin etmek. FESEKA (Fâsık. C.) Fâsıklar. (Bak: Fâsık) FESH Bozmak. Hükümsüz bırakmak. Kaldırmak. * Zayıf olmak. * Bilmemek. Cehil. * Re'y ve tedbiri ifsad eylemek. * Zaif-ül akıl. Zaif-ül beden. * Tembellik yüzünden gayesine erişemeyen. * Unutmak. * Tıb: Beden âzalarının mafsallarını yerinden çıkarıp ayırmak. FESH-İ MUKAVELE Mukavelenin bozulması, anlaşmanın feshedilmesi. FESH Genişletmek. FESÎH (Füshat. den) Açık, geniş. FESİL (C: Efsâl-Fisâl) Adi, yaramaz kimse. * Bağ çubukları dikmek. FESÎL (C: Füslân) Hurma ağaçlarının küçüğü. * Her nesnenin kemi ve yaramazı. FESÎT Tırnak kesintisi, tırnak parçası. FESK Yola gitmek. * Kan döküp adam öldürmek. FESR Beyan etmek, açıklamak. * Tabibin suya bakması. FESS Kıtlık günlerinde tohumundan ekmek yapılan bir ot. FESTAT (Bak: Fustât) FESTEMİ' (Fe-istemi') Dinle, işit (anlamında bir kelimedir.) (Fe) ile (İstemi') emr-i hazırından ibarettir. FESTİVAL Fr. Çeşitli sebeplerle yapılan ve birkaç gün süren şenlik. FE-SÜBHANALLAH Allah (C.C.) ne güzel yaratmış; Allah Sübhândır, bütün noksanlıklardan münezzehtir; Her şey kendine tesbih eder (anlamında olup hayret ve taaccübü ifâde için söylenir.) (Bak: Sübhân) FESV (Fesüvv) Yellenmek. FEŞ' Böğürtlen ağacına benzer bir ağaç. FEŞAFEŞ f. Hışıltı. * Atılan okun, havada giderken çıkardığı ses. FEŞAK Sürur, neşe, sevinç, neşat. FEŞAN f. Saçma. Neşretme. * Yayıcı. Serpici olan. FEŞAR f. Sıkıcı. Sıkan. Sıkıp suyunu çıkaran. FEŞC Ayağını ayırıp apışmak. FEŞEL (C: Efşâl) Korkak olmak. FEŞFAŞ Yassı kılıç. FEŞFEŞE Uykudan uyandırmak. FEŞG Dağıtmak. * Vurmak. FEŞGA Pamuk parçası. FEŞGA Dağılmış; münteşir. FEŞH Başına el ile vurmak. FEŞİL (C.: Efşâl) Korkak, cesaretsiz, yüreksiz. FEŞK Kırmak. FEŞŞ Eritmek. * Süt sağmak. * Çıkarmak. * Yabani olan keçiboynuzu ağacının yemişi. FETA (C.: Fitye, Fityan veya feteyân) Genç. Delikanlı. * Cömert. FETA (Fetâne) (C: Eftâ) Yassı ve çökük burunlu olmak. FETAH Yumuşak. FETAK Fıtık. Kasığı şişmiş olan kimse. FETAKE Gadretmek, öldürmek. FETANET (Bak: Fatânet) FETASE Yassı çökük burunlu olmak. * Büyük boncuk. FETAT Kuvvetli, genç kadın. FET'E Zikretmek. FETEHAT (Fetha. C.) Fethalar, arapçadaki üstün işaretinin adı. FETEL Devenin iki kollarının, yanlarından uzak olması. FETEVA (Fetva. C.) Fetvalar. Ehliyet sâhibi bir din âliminin bir mes'ele hakkında müsbet veya menfî haber ve malûmatları. (Bak: Fetva) FETH Açma, başlama. * Zaptetme. Ele geçirme. Zafer. Nusret. * Faydalı şeyleri elde etmek için yolları açmak. Muğlak şeyleri açmak. Bu iki suretle olur. Biri, basâr ile idrâk olunur. Gam ve kederi gidermek gibi. İkinci de: İki nevi olup birincisi; dünya işlerinde olur. Sürur vermekle gamı izâle etmek, bir değerli şey vermekle fakirliği kaldırmak gibi. İkincisi; kapalı, muğlak bilgilerin keşif ve izharında kullanılır. Bu da iki türlüdür; Birisi; zâhirî ve müsbet ilimleri çoğaltmak ve mânalarını tahkik etmekle olur. Diğeri; ilm-i ledün âlemine dalmakla olur. (L.R.) |
Osmanlıca Sözlük (F Harfi)-Osmanlıca Sözlük (F Harfi)İle İlgili Osmanlıca Kelimeler..
RE: Osmanlıca Sözlük (F Harfi) FETH-İ BAB
Kapı açmak. FETH-İ BİLAD Beldelerin istilâsı, şehirlerin zabtı. FETH-İ İSLÂM Tuna nehri üzerinde Kladova kasabası yakınlarındaki bir kalenin adı. * İslâmların fethetmesi. FETH-İ KELÂM Söze başlama. FETH-İ KOSTANTİNİYYE İstanbul'un Fatih Sultan Mehmed Han tarafından fethi. FETH-İ MEYYİT Ölüm sebebini anlamak için cesedin açılarak muâyene edilmesi, otopsi. FETH-İ MÜBİN Açık ve parlak zafer. Hakkı, bâtılın tahakkümünden kurtaran veya birbirine zıd olan hak ile batılın karışıklığını ayırarak hakkı galip kılan feth ve zafer Bu zafer, harp ile olabileceği gibi harpsiz de olur. (Hakikatın ve ilmin galebesi gibi.)Fetih suresinin birinci âyetinde geçen "Feth-i mübin"in ifade ettiği manâlardan biri: Sahih-i Buharî muhtasarının beyanına göre çok İslâmî fetihlerin mebdei olan Hudeybiye sulhudur. Ulemanın ekserisine göre ise; Biat-ı Rıdvan'dır.Kur'anın hitabı umum asırlara baktığı için, bu gibi fetih ve zafer manâlarından her asırdaki Âlem-i İslâm hissedardır. FETH-İ SUVER Suretlerin meydana çıkışı. Her mahlûkun Allah'ın ilim, irade ve kudretiyle en münasib şekilde suretlerinin açılışı. FETİH SURESİ Kur'an-ı Kerim'in 48. suresi. FETHA Gr. Arabçada harfleri (E, A) diye okutan işâret, üstün. FETHA (FETAHA) (C.: Füteh-Fütuh-Fethât) Kaşı olmayan halka yüzük. * Büyük yüzük. * Tavşancıl kuşu. FETHÎ Fetih ile alâkalı. Fethe âit. * Ferahlık verici. FETİH (Bak: Feth) FETİK Dülger. * Sabah. * Parlayıcı nesne, parlak olan şey. FETÎL(E) Yaralara konulan tiftik. * Lâmba fitili. * Deriden çıkan kir. * Örgü. FETÎR Taze nesne. * Cıvık hamur. * Acele anlaşılan. FETÎS Büyük çekiç. FETİŞİZM Fr. Küçük putlara ve heykellere tapma âdeti. Putçuluk. Kadın resimlerine veya heykellere fazlaca sevgi beslemek hastalığı. FETÎT Terit altına konulan ekmek parçaları. FETİYLE Yanmış fitil ucu. * Bükülmüş ince sicim. * İki parmak arasındaki kir. FETK Şak etme. Ayırma. Yarma. Yarılma. * Tıb: Dikilmiş bir şeyi söküp ayırmak. * Kasık yarığı, kasık zarının yarılması ile barsakların torba içine dolmasından ibaret sakatlık. Fıtık hastalığı. * Şafak sökmesi. Fecir ağarması. * Parçalanıp birbirine düşmüş cemaat. FETK Zamanını gözeterek açıktan adam öldürmek. * Yaralamak. * İnadetmek. FETKELÎN Belâ. Zahmet. FETL Bükmek. * Yüz döndürmek. FETN Yakmak, ihrak etmek. FETRET Uyuşukluk, zayıflık. * Vahy ve semavî hükümlerin sükûn zamanı olduğu için, iki peygamber-i zişan devirleri arasındaki zaman. * Vukuu âdet halinde olan şeyin kesilme zamanı veya kesilmesi. * İki vakıa arasındaki geçen zaman. Terakki ve teâli devirleri arasındaki hareketsiz, sükûnetli geçen devir. * Tıb: İki ateşli hastalık arasındaki geçen zaman.(Suâl ediyorsunuz ki: Zaman-ı fetrette, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın ecdadı bir din ile mütedeyyin mi idiler?Elcevab: Hazret-i İbrahim Aleyhisselâm'ın, bilâhare gaflet ve mânevi zulümat perdeleri altında kalan ve hususi bâzı insanlarda cereyan eden bakıye-i dini ile mütedeyyin olduğuna rivâyât vardır. Elbette Hazret-i İbrahim Aleyhisselâm'dan gelen ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ı netice veren bir silsile-i nuraniyeyi teşkil eden efrad, elbette, din-i hak nurundan lâkayd kalmamışlar ve zulümat-ı küfre mağlub olmamışlar. Bil'ittifak, teferruattaki hâtiatlarından muâhezeleri yoktur. İmam-ı Şâfiî ve İmam-ı Eş'arîce, küfre de girse, usul-i imanîde bulunmazsa, yine ehl-i necattır. Çünki teklif-i İlahî irsal ile olur ve irsal dahi, ıttıla' ile teklif takarrur eder. Mâdem gaflet ve mürur-u zaman, enbiya-i sâlifenin dinlerini setretmiş; o ehl-i fetret zamanına hüccet olamaz. İtaat etse sevab görür, etmezse azab görmez. Çünki mahfî kaldığı için hüccet olamaz. M.) FETŞ Sorup aratmak. FETT Kırmak, kesr. FETTAH (Fetih. den) En iyi, en çok fetheden. Darlıktan kurtaran. Her şeyi en iyi cihetten açan. Her şeyi açan. Zabteden Allah (C.C.) FETTAHİYYET Fethedicilik. Her şeye lâyık bir şekil açmak ve suret vermek sıfatı. (Yâni, Fettah isminin tecellisi ile basit bir maddeden ayrı ayrı çeşit çeşit, hadsiz muntazam suretlerin, beraber, her tarafta bir ânda, bir fiil ile açılmasıdır. Ş.) FETTAK (Fetk. den) Kanlı katil, çok sayıda insan öldürmüş kimse. FETTAN Fitneci. Kurnaz. Fitne çıkaran. Karıştıran. * Hırsız. * Şeytan. * Altın eriten kuyumcu. FETTANE Mehenk taşı. Altun ve gümüşü muâyeneye yarıyan taş. FETTE Açmak. * Yardım. * Hüküm. FETUR Oruç açacak nesne. * Yaratmak. * Yarmak. * İki parmağıyla kaşımak. FETUT Ekmek parçaları. FETVA Bir hâdise, bir muâmele hakkındaki hükm-ü şer'îyi ehli olanın haber vermesi ve o hükme dair verilen mâlumat, bilgi. |
Osmanlıca Sözlük (F Harfi)-Osmanlıca Sözlük (F Harfi)İle İlgili Osmanlıca Kelimeler..
RE: Osmanlıca Sözlük (F Harfi) FETVA EMİNİ
Şeyhülislâm kapısındaki Fetvahane'nin başında bulunan zata verilen ünvandır. Şeyhülislâma sorulan şer'i meselelerin fetvalarını hazırlamak, istida ile vukubulan suallere cevap vermek ve şer'iyye mahkemelerinden verilen ilâmları tetkik etmek vazifeleriyle mükellefti. Maiyyetinde Fetvaemini muavini, İlâmat müdür ve mümeyyizi, başmüsevvit, müsevvit gibi ulema ve fukahadan müteaddit memurlar vardı.Fetva eminleri, en yüksek ilim sahipleriyle beraber memuriyetlerinin unvanlarına münasib olarak emin, fakih ve müteşerri' kimseler arasından seçilirlerdi. Fetva eminlerinden, şeyhülislâm olanlar da vardır.Fetva eminliği Kanuni Sultan Süleyman'ın saltanatından sonra ihdas edilmiştir. İstanbul'un fethinden evvel, Bursa Kadıları bu işi gördükleri gibi, İstanbulun fethinden sonra İstanbul Kadısı olan Hızır Bey, fetva eminliği vazifesini görürdü. Bu müessese Osmanlı saltanatının sonuna kadar devam etmiştir. (O.T.D.S.) FETVA-PENAH Fetvaya sığınan Şeyhülislâm. FE'V (FE'Y) Yarmak. * Koparmak. * İki dağ aralığı. FEVAHİŞ (Fâhiş. C.) Fâhiş işler. Bozuk işler. Kötü ve haram olan işler, ameller. FEVÂİD (Fayda. C.) Faydalar. Faydalı şeyler. FEVÂİD-İ ME'MULE Umulan faydalar. FEVAİH (Fâih. C.) Meyve ve çiçek kokuları. FEVAİT (Fevt. C.) Fevt olmuş şeyler. * Vaktinde kılınmamış namazlar. FEVAK (FÜVÂK) İki sağım arasında devenin memesinde sütün birikmesi. * Rahat. * Rücu. * Uzun boyunlu bir nevi su kuşu. FEVAKİH (Fâkihe. C.) Meyveler, yemişler, fâkiheler. FEVARİS (Fâris. C.) Atlılar, biniciler. FEVASIL (Fâsıla. C.) Fâsılalar. (Bak: Fâsıla) FEVATİH (Fâtiha. C.) Fâtihalar. Başlangıçlar. * Son vermeler. * Bir kitabın mukaddemeleri. FEVAZIL (Fâzıla. C.) (Bak: Fâzıl) FEVC Dalga. Bölük. İnsan kalabalığı. Cemaat. Takım. * Koşmak. Sür'at etmek. * İyi kokunun dağılıp yayılması. FEVC FEVC Dalga dalga, kısım kısım, takım takım, akın akın, cemaat cemaat. FEVC-Â-FEVC Akın akın, takım takım. FEVD Bir işi veya emri başkasına teslim etmek. FEVD Tavşancıl kuşunun kanadı. * Ölmek. * Canip, taraf, yön. FEVDEC (C: Fevâdic) Mahfe. FEVEHAN (Fevh. C.) Güzel kokular. FEVEHAT (Fevha. C.) Güzel kokular. FEVERÂN Maddi ve manevi kaynayıp fışkırmak. * Köpürmek. * Coşmak. * Kokunun etrafa yayılması. * Depreşmek. * Şiddet. FEVERÂN-I ÂB Suyun fışkırması. FEVERÂN-I DEM Kan fışkırması. FEVG şişman olmak. FEVGA' İri vücutlu, şişman kadın. FEVH Yaradan kan fışkırması. * Bolluk, genişlik. * Güzel kokunun yayılması. * Kaynamak. FEVH Kokmak. FEVH Ağız büyüklüğü. FEVHA (C.: Fevehât) Güzel koku. FEVHED Semiz oğlan, şişman çocuk. FEVK Üst. Üst taraf. Yüksek derece. Yukarı. FEVKALÂDE Âdetin fevkinde. Ayrıca, hususi surette. Bilinenlerin üstünde. Müstesna ve yüksek bir surette. FEVKALBEŞER (Fevk-al beşer) İnsan gücünün üstünde, insanüstü. FEVKALGAYE Son derecede. FEVKALHAD (Fevk-al had) Huduttan ileride. Sınırsız. Hudutsuz. FEVKALKANUN Kanun üstü. Kanunun kabul etmediği. Kanunun karışmadığı. FEVKALKÜLL (Fevk-al kül) Hepsinin fevkinde. Bütününün üstünde. FEVKALME'MUL (Fevk-al me'mul) Ümidin fevkinde, Umulandan ziyade. Ümid edilmedik şekilde. Beklenmedik bir anda. FEVKALMU'TÂD (Fevk-al mu'tâd) Her zamankinden üstün. Âdetin fevkinde. FEVKANÎ Üst, üst tarafta, üstteki. FEVKATTAHAMMÜL (Fevk-at tahammül) Tahammülün üstünde, tahammül edilmez, dayanılmaz, dayanılması imkânsız. FEVR Hemen. Birdenbire. Acele. Sür'at. * Bir adamın geldiği semt ve cihet. * Suyun kaynayıp fışkırması. FEVREN Birdenbire, sür'atle, çarçabuk. FEVRES Buğday, hınta. FEVRÎ (FEVRİYYE) Düşünmeden ve âni olarak yapılan hareket. FEVT Ölüm, mevt. * Kaybetme. Elden çıkarma. Kaçırma. Bir şeyin bir daha ele geçmiyecek şekilde elden çıkması. FEVT-İ FURSAT Fırsat kaçırma. Fırsatı değerlendirememe. Ele geçen bir imkânı kullanamama. FEVVARE Fıskıye, su fışkırtan şey. FEVZ Kurtuluş. Zafer. Necat. Muvaffakiyet. Selâmet. FEVZ Ölmek, mevt. FEVZÂ Kargaşalık. Anarşi. * Karışmış, muhtelit. FEVZÂ-YI ÂRÂ Fikirlerin karmakarışık olması. Fikre ait anarşi. Fikrî anarşi. FEVZAÎ Anarşist. Hiç bir din ve nizam tanımayan. * Kargaşalık ve anarşi ile alâkalı. FEVZAİYE Fls: Anarşik. Kanun ve nizam tanımayan hal ve hareket. FEVZÎ Kurtuluşa, fevze âit ve müteallik. FEVZİYE Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılması üzerine II.Sultan Mahmud tarafından eski odalar mevkiine verilen isimdir. Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılması esnasında, yeni odalar Kara Cehennem'in attığı yağlı paçavralarla yanmış, eski odalar da ocağın ilgasından birkaç gün sonra yıktırılmıştır. Gerek yanan ve gerekse yıkılan yerlerin vaziyetlerinin tâyini hakkında Sadrazam Selim Mehmed Paşa'nın, Padişaha arzettiği telhis üzerine, Sultan Mahmud, yeni odaların bulunduğu yere Ahmediye, eski odalar mevkiine de Fevziye adının verilmesini emretti (O.T.D.S.) FEY' Ganimet. Harbde elde edilen mal. * Rücu'. * Haraç. * Zeval vaktinden sonraki gölge. (Bak: Fey-i zeval) |
Osmanlıca Sözlük (F Harfi)-Osmanlıca Sözlük (F Harfi)İle İlgili Osmanlıca Kelimeler..
RE: Osmanlıca Sözlük (F Harfi) FEY' (FEY'A)
Her nesnenin evveli. FEYA Yahu... gibi mânaya gelir, hayret ifade eder. FEYAC Söz, kelam. FEYAFÎ (Feyfâ. C.) Çöller, sahralar. FEYALİLACEB (Fe-yâ lil'aceb) Hayret ve taaccüb ifâdesi için söylenir. FEYAYİH (Feyhâ. C.) Genişlikler, enginlikler, boşluklar. FEYC (C: Füyuc-Feycân) Haber getiren peyk. FEYCEN Sedef dedikleri ot. FEYD Sallanmak. FEYDUM Bir nevi mâcun. FEYEZAN f. Suyun çok olup taşması, çoşması. * Bolluk, fazlalık, feyiz. FEYFA' (C.: Feyâfi) Büyük çöl, sahra. FEYFA-NEVERD f. Çöl yolcusu. Çöllerde yol alıp ilerliyen. FEYH Sıcağın şiddetlenmesi. * Koku yayılmak. * Kazan kaynamak. * Yara kanamak. FEYHA Geniş ve büyük olan. Engin. FEYHA Bir nevi toprak çanak. * Genişlik, vüs'at. FEYHAK Geniş nesne. FEYHEC İçki ölçülen bardak. Şarab. Hamr. Bâde. FEY-İ ZEVAL Güneşin garba doğru dönmesinin başlaması, Güneş tam ortada gibiyken yerde dikili olan şeylerin gölgeleri batıdan doğuya dönüp kısalmakta son bulduğu zamandır. Bundan sonra öğle namazı vakti başlar. FEYK Tavuğun gıdaklaması. * Uzun boylu erkek. * İyi olmak. FEYL Hamile kadının sütü. FEYLAK Büyük adam. * Çok asker. Kolordu. * (C: Feyâlik) İpek böceği ve kozası. FEYLEKUN Kandıra dedikleri hasır otu. FEYLEKUS Fil kulağı dedikleri büyük yassı yapraklı ot. FEYLEM Geniş, büyük nesne. FEYLEMANÎ Cüssesi büyük olan. FEYLESOF Felsefe ile uğraşan, felsefeci. (İlm-i hikmetle meşgul olan mütefennin. Dinle münasebeti olmayan gayr-ı müslim. L.R.) (Bak: Hükemâ)(İ'lem Eyyühel-Aziz! Bir şeyden uzak olan bir kimse, yakın olan adam kadar o şeyi göremez. Ne kadar zeki olursa olsun o şeyin ahvâli hakkında ihtilâfları olduğu zaman yakın olanın sözü muteberdir. Binaenaleyh, avrupa feylesofları, maddiyatta şiddet-i tevaggulden dolayı iman, İslâm ve Kur'anın hakaikından pek uzak mesafelerde kalmışlardır. Onların en büyüğü, yakından hakaik-ı İslâmiyeye vukufu olan âmi bir adam gibi de değildir. Ben öyle gördüm; nefs-ül emir de benim gördüğümü tasdik eder. Binaenaleyh şimşek, buhar gibi fenni meseleleri keşfeden feylesoflar, hakkın esrârını, Kur'an nurlarını da keşfedebilir diyemezsin. Zira onun aklı gözündedir. Göz, kalb ve ruhun gördüklerini göremez. Çünki kalblerinde can kalmamıştır. Gaflet, o kalbleri tabiat bataklığında çürütmüştür. M.N.) FEYLULE İkindiden akşama kadar olan ve mekruh addedilen uyku. (Bak: Kaylule) FEYNAN Güzel uzun saçlı kişi. FEYNE Zaman. Saat. FEYRUZEC Piruze dedikleri kıymetli taş. FEYŞE (FEYŞELE) (C: Feyâşil-Fiyeş-Fiyâş) Zeker başı. FEYTEK Dülger. FEYYAD Erkek baykuş. * Çok yiyen adam. FEYYAL Fil çobanı. File bakan kimse. FEYYAZ Çok feyz veren. Çok bereket ve bolluk veren. (Bak: Feyz) FEYYAZ-I MUTLAK Mutlak ve sonsuz feyiz ve bolluk sahibi. Allah.(Kader herşeye bir miktar ve o miktara göre bir kalıp vermiştir. Feyyaz-ı Mutlak'tan aldığı feyze olan kabiliyeti, o kalıba göredir. M.N.) FEYYAZ-I MÜTEÂL Çok feyz ve bereket veren. Müteâl olan Allah (C.C.) FEYYİH Şiddetli adam. FEYYİL Zayıf hüküm. FEYZ Ölmek. FEYZ (C.: Füyuz) Bolluk, bereket. * İlim, irfan. Mübareklik. * Şan, şöhret. * İhsan, fazıl, kerem. Yüksek rütbe almak. * Suyun çoğalıp çay gibi taşması. Çok akar su. * Bir haberi fâş etmek. * İçindeki düşüncesini izhar etmek.(Hakaik-ı imaniye ve esasat-ı Kur'aniye, resmî bir şekilde ve ücret mukabilinde dünya muamelâtı suretine sokulmaz. Belki bir mevhibe-i İlâhiye olan o esrar, hâlis bir niyet ile ve dünyadan ve huzuzat-ı nefsaniyeden tecerrüd etmek vesilesiyle o feyizler gelebilir. M.) FEYZ-İ SAFÂ Neşenin feyzi, safânın bolluğu. FEYZ Ü RİF'AT İlerleme, bolluk ve yükseklik. FEYZA FEYZ Feyiz ile dolu, bol. FEYZ-AVER f. Feyz getiren. Feyiz veren. * Bolluk veren. FEYZ-BAHŞ f. Feyiz ve bereket veren, feyiz bağışlayan. FEYZ-DAR f. Feyizli, bol, bereketli, gür. FEYZ-EFZA f. Feyiz artıran, bollaştıran. FEYZÎ Bolluk ve berekete ait ve müteallik. Feyze mensub. FEYZ-NAK f. Feyizli, bereketli, bol. FEYZ-RESAN f. Bolluk ve bereket getiren, feyiz bahşeden. FEYZ-YAB f. Bollaşan, feyiz bulan. Feyze nâil olan. FEZA Yıldızlar arasındaki geniş boşluk. Gökyüzü. * Yer geniş olmak. * Açık sahra. * Saha. * Yerde akan su. FEZÂ-YI FEYZ Feyiz sahası, feyzin fezası. FEZÂ-YI ITLÂK Hudutsuz gökyüzü. Nihayetsiz feza. FEZA Rahim içinden çıkan su. FEZA' Korku. Havf. * Sığınma, dehalet. * Uykuda şiddetli korku ile uyanmak. FEZA (Efzâ) f. Artıran, ziyadeleştiren, çoğaltan (mânâlarına gelip, kelime sonlarına getirilerek birleşik kelime yapılır.) Meselâ: Can-feza $ : Can verici. Hayret-feza $ : Çok hayret verici. Ruh-feza $ : Ruh verici. FEZAA Yolda ve tarlada yapılan ve höyük denilen suret. |
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.