ForumSinsi - 2006 Yılından Beri

ForumSinsi - 2006 Yılından Beri (http://forumsinsi.com/index.php)
-   Tarih / Coğrafya (http://forumsinsi.com/forumdisplay.php?f=656)
-   -   Osmanlı Batı İlişkisi (http://forumsinsi.com/showthread.php?t=79434)

Şengül Şirin 05-26-2009 04:01 PM

Osmanlı Batı İlişkisi
 
OSMANLI-BATI İLİŞKİSİ


Cumhuriyet kompartımanından baktığımız zaman “Osmanlıları” topyekün “gerici” görme eğlimi belirir. Bu eğilimin temelinde de Osmanlı’nın “Batı’dan kopuk“ olduğu, düşüncesi yatar. Oysa Osmanlı, tarihte bir halkadır. Herkesin “ileri “ olduğu bir dünyada hep geri” değildir. Osmanlılarla Avrupa ülkeleri arasındaki karşılıklı etkiler ve coğrafi yakınlık sebebiyle Osmanlı dünyası, Batı biliminin kendi çevresi dışında temasta bulunduğu ilk çevre olmuştur. Bu durum Osmanlıların yenilikler ve keşiflerden haberdan olmalarını sağlamıştır. Osmanlılar, Batı teknikleriyle temaslarının erken dönemlerinde özellekle ateşli silahlar, haritacılık ve madencilik konularındaki teknikleri transfer etmişler, aynı dönemlerde göçme Yahudi bilim adamları vasıtasıyla Rönesans bilimi ile de özellikle astronomi ve tıp alanlarında bazı erken temaslarda bulunmuşlardı. Özellikle ilk yüzyıllarda Osmanlıranı mutlak hakimeyete dayanan sistemi ve sahip oldukları üstünlük duygusu, bu ilginin selektif bir şekilde gelişmesine sesep olmuştur.(E.İhsanoğlu, BCFF s: 36) Askeri, siyasi ve iktisadi dengeler aleyhlerine döndüğünde ise Osmanlılar, Avrupa bilimini ihtiyaçlarına göre ve fonksiyonel bir şekilde aktarmaya başlamışlardır. Bu dönemlerde Osmanlıların askeri güçlerini artırmak için bilim ve teknolojiyi derhal elde etmeleri gerekiyordu. Böylece Mühendishane (18.yy sonu) ve Mekteb-i Tıbbıye’yi ( 19.yy başı) kurdular. Tanzimat (1839) olarak bilinen reform hareketi, bu selektif tarnsfer sürecinde bir değişikliğe yol açarak kamu hedefleri ve sivil ihtiyaçları da karşılmaya yöneltmiştir. Devletin eğitim ve bilim konularında aldığı tedbirlerin yanında 19. yy’ın ikinci yarısında özel şahıslar da Batı’daki örneklere benzer mesleki ve ilmi cemiyetler kurmaya başlamışlardır. Hukuki statüsü ve çalışma şekli ile klasik dönemde mevcut olmayan bu yeni tüzel kişilikler Osmanlı kültür ve bilim hayatına yeni bir boyut kazandırmıştır.”(E. İhsanoğlu, BCFF, s:36- 37)
§ Eğitim: Bilim-Sanat -Felsefe ve Tarih Bilinci
Bizansın savunma vilayeti “Anatollikon” önce Selçukluların ülkesi, sonra Türkmenlerin anayurdu (Karaman Vilayeti) olurken, bilim, sanat,felsefe alanlarında, yani eğitimde ne tür gelişmeler görüldü? Küçük Asyalı diyalektik filozofu Herakleitos’a göre “Her şeyin babası olan savaş” Anadolu toplumlarına neler verdi, neler öğretti? Nasıl bir tarih bilinci kazandırdı?
Baştan sona bitip tükenmek bilmeyen savaşlarla geçen bu dönem içinde, okullara dayalı örgün eğitimden söz edilemediği için,eğitim sürecinin yaygın türüne eğilmek zorunlu olmaktadır.Ülkede savaş vardır. Savaş,insanlara bir yandan hayatta var kalma yollarını öğretirken,öte yanrdan da diyalektik mantığın yadsımadığı barışı öğretmektedir. Bilim, savaş bilimidir; sanat, savaş sanatıdır. Geriye şiir,felsefe ile tarih kalıyordu toplulukları aydınlatmak için. Böyle bir ortamda en etkili barış felsefesi olmalıdır diye düşünülebilir-çünük o bulunyordu Anadolu’da. Çoğulcu, insancıl (İnsansever, hümanist) bir barış! türk hümanzması temellerinin bu dönemde atıldığı görülür. Belki bu hümanizma,klasik ya da modern hiçbir hümanizma okuluna benzemiyordu,ama kendine benzeyen özgün bir tür olması onun değerini daha da arttırıyor.
Başta gelen eğitim kurumu, “o günün Üniversitesi” sayılması gereken Medrese idi. Medresede yalnız İslami bilimler değil, astronomi, tıp, kimya gibi fen bilimleri ile felsefe de vardı.. Kurucusu Nizam’ül -Mülk’e saygı simgesi olarak “Nizamiye Medreseleri” diye anılan kurumların, kendilerinden beklenen görevleri yapamadığı; gelişme sürecine giremediği için, kısa zamanda birer Din Okulu’na dönüştüğü kanaati yaygındır. Bu olumsuz gelişmede, büyük İslam bilgesi (filozofu) İmam Gazali’nin sorumluluk payı günümüzde de tartışma konusudur. Çünkü Gazali, İbn Sina (980-1057) ve Farabi gibi Türk asıllı (fakat Arapça yazmış) bilginlerin Klasik Çağ Yunan eser ve fikirlerinden esinlenerek yaptığı “akılcı bilim ve felsefe”ye karşı yazdığı Tehafüt el-Felasife (Felsefecilerin Tutarsızlığı ) eleştirisinde, “Aklın Kelama (yani aklın Tanrı Sözü’ne) ters düşmeyeceği” görüşünün savunmuştur. Sünni Devlet felsefesine uzun yüzyıllar boyunca egemen olan bu görüş, Üniversite fikirinin de sonu olmuştur. Sultan İzzeddin Keykavus döneminde Anadolu’da dolaşıp Selçuklular (s: 153) arasında yaşayan Muhiddin İbn’ül-Arabi (1165-1240), “Katı bir akılcılık ile kuru bir dogmatizm arasında uzlaştırıcı görüşlere sahip; sözlere değil onların içerdiği anlamlara önem veren, büyük bir türk İslam düşünürü” olarak tanıtılır. ne var ki kendi çağındaki Selçuklu ile onları izleyen Osmanlı medreseleri üzerinde, Arabi’nin kalıcı etkisi görülmemiştir. türbesi Şam’da bulunan bu büyük düşünür-eğer kasıtlı değilse- Sünni felsefenin egemen olduğu medreselerin sanki dışında tutulmuş gibidir. Tehafüt Tutarsızlık) sorununa ilerde (§56′da) yeniden dönülecektir. Farsça konuşan, yöneten ,düşünen Selçuklular,Arapça yazılmış felsefe eserlerinden çok, İran’a “Altın Çağını “ yaşatan Hayyam ile Sadi gibi şairlerin, Mevlana Celaleddin Rumi gibi Farsça yazdığı için “İranlı” (Persan) sayılan mistiklerin etkisi altında kalmıştır. Selçukname de Farsça yazılmıştı.
Mimarlık
Selçukluların en çarpıcı etkisi, mimarlık alanında görülür. Başta kervansaraylar olmak üzere, birbiriden güzel o kadar çok medrese, türbe, kümbet, darüşşifa (hastane) ve camininin, savaş koşulları altında, o kadar kısa zamanda nasıl tamamlandığına şaşmamak elde değildir. Bugün bile Anadolu’nun kültürel mirasında, Selçuklu mimari eserleri Osmanlı eserlerine üstün görünür. batı’ya yönelik Osmanlı İmparatorluğu anadolu dışındaki ülkelerini imara çalışırken,İslam öncesiTürk, İran ve Küçük Asya (Roma) geleneklerinin özgün birer sentezi sayılabeilecek selçuklu anıtları, anadolu’nun Türkleşmesinde, Türk kimliği ya da kişiliği kazanmasında kalıcı izler bırakmıştır..(B.Güvenç, Türk Kimliği s:154)
Ekrem Akurgal, Anadolu Uygarlıkları adlı anıtsal eserinde durumu şöyle özetler:
Hititler döneminde yalnızca orta ve güneydoğu Anadolu’da oluşturulan mekan ve kültür birliği, Roma Çağında daha büyük ölçüde gerçekleştirilmişti. Ancak yukarda da söylediğimiz gibi, Roma kültürü yüzeyde kalmış, eski Anadolu geleneği bütün gücü ile süregitmiştir. Öyle ki Anadolu’yu işgal eden Roma ordularının askerleri Hitit kökenli Jüpiter Dolichenus ve Kybele tanrılarına tapmışlar hatta bu inançların Avrupa’ya yayılmasında da rol oynamışlardır. Buna karşılık Selçuklular, Anadolu’da mekan ve kültür birliğine yeni boyutlar kazanddırmışlardır. Selçuklular romalılar gibi Anadoluda bakımlı yollar ve taştan köprüler yapmakla kalmamışlar ayrıca yollar boyunca Kervansaraylar inşa ederek ulaşım sorununun konaklamalarla daha kolay bir biçimde çözülmesini sağlamışlardır. Ayrıca Selçuklular Türk-Arap-İran-Anadolu-Bizans kültürlerinden bir sentez ortaya koyarak yarımadada mekan birliği yanında kültür birliğini de büyük ölçüde sağlamışlardır. Bununla birlikte eski dönemlerdeki kadar belirgin olmamakla birlikte Anadolu, çeşitli kültürlerin yan yana yer aldığı mozaik tablo görünümünü korumakta idi.Selçuklular, İyon kültürünün ve İslam dünyası içinde 9-12. yüzyıllarda oluşturulan ” ilk rönesans” hareketinin anlayışı içinde yüksek düzeyde bir kültür geliştirdiler. 13. yüzyılda Konya’ da Mevlana, değeri özellikle modern çağımızda takdir edilen gerçek anlamda bir hümanist dünya görüşünü öğretiyor ve yazıyordu. Hemen her Selçuklu kentinde bulunan büyük hastanelerde tıp, rasathanelerde ise astronomi üzerinde çalışmalar yapılıyordu. Roma Çağı’nda olduğu gibi, Selçuklular, Anadolu’ nun sıradağlarla ve çok değişik iklimlerle birbirlerinden ayrılmış olan bölgelerini sağlam, bakımlı yollar ve taş köprülerle bağlamışlardı. Üstelik ticaret kervanları her biri göz alıcı bir mimarlık yapıtı olan kervansaraylarda konaklıyorlardı.
Selçuklular, Arap ve İran sanat ve kültüründen büyük ölçüde esinlenmekle birlikte kendilerine öz bir uygarlık geliştirdiler. Selçuklu sanatının özgünlüğünü anavatanlarından getirdikleri Orta Asya’ lı öğeler oluşturmaktaydı. Türbeler, Türk çadırının taş yapılara dönüştürülmüş anıtsal yorumudur. Çinicilik, maden ve ağaç işçiliği, minyatür sanatı önemli oranda Orta Asya etkileri taşır. Eğri yontma tekniği, kökeni İskitlere dek uzanan bir Orta Asya çalışma yöntemidir.
Selçuklular, kendi yaratıları olan kervansaraylarda olduğu gibi cami, türbe ve medrese yapılarına da Anadolu’ nun iklimine uygun yeni hacimler ve mekanlar kazandırdılar.İran kökenli eyvanların, yani anıtsal giriş kapılarının mimarlık süsleri, Türk sanatının en çekici yaratılarından biridir.
Gerek bu yüksek giriş kapıları ve gerekse onları süsleme öğeleri Gotik kiliselerini anımsatır. Kuzey Avrupa’ da görülen tuğlalarla inşa edilmiş Gotik mimarlık yapıları Selçuklu kökenli olup, oralarda haçlı Seferleri sonunda moda olmuştur. Konya, Kayseri, Niğde, Sivas, Divrik, Amasya, Urfa, Malatya gibi kentlerde bakılmaya doyulmayacak güzellikte Selçuklu yapıları bulunmaktadır.Müzelelerimizde Selçuklu sanatının kendine has özelliklerini yansıtan çini, ahşap, maden türlerinin seçkin örnekleri yer almaktadır.
Endülüslü Bilimcilerin Osmanlı Bilimine Katkıları
Endülüslülerin İslam bilimine katkıları olağanüstüdür. Bu katkılar, Osmanlıra döneminde de sürdü. Osmanlı tarihinde Endülüs’ten gelen ilk bili adamının 2. Bayezid zamananında olduğunu görüyoruz. Granada Savaşları 1478′de başlamıştı. Bu savaş sırasında Endülüs Müslümanları Osmanlı Devleti’nden yardım istediler. Bu amaçla İstanbul’a bir elçi de gönderdiler. Elçi, ünlü şair Abu’l-baka salih b. Şerif al-Rundu ’nin bir kasidesini de 2. Bayezid’e sundu. Endülüs Mersiyesi diye bilinen bu şiir, Endülüs müslümanlarının uğradıkları zulmü, çaresizliği, perişanlığı ve gördükleri işkenceleri çok beliğ bir şekilde dile getiriyor ve yardım istiyordu.
1492 önemli bir tarih. Müslümanların Endülüsteki son direniş merkezi olan Granada sultanlığının düşmesi ile başlayan Müslüman ve Yahudi göçü ile bu iki dinden olan birçok bilim adamı da vatanlarını terk etmek zorunda kaldı. Osmanlı egemenliğine giren bu ilim adamlarından bazıları İstanbul’a ve Selanik’e geldi. Bazıları da Kuzey Afrika’ya geçti. Taşıdıkları bilgiler ve kitaplar ile İslam bilimine ve özellikle Osmanlı bilimine yaptıkları katkıların üzerinde önemli durulması gerekir. Osmanlı himayesine giren bu ilim adamlarından ancak bazıları sivirilebilmiş ve pardişahların ilgisini çekebilmiştir. Onlar da çok geniş bir taramanın küçük bir öbeğini oluşturuyor.
Abdüsselam el-Muhtedi (1512′de sağ)
Hoca İlya el-Yahudi diye de bilinen Abdüsselam el- Muhtedi, Tevrat’ı ezbere bilen, astronomi,takvim, aritmetik ve geometri alanlarında bilgi sahibi olan bir ilim adamıydı. Din değiştirdi; Müslüman oldu. 1497′de Yahudilere el-Risalat el-Hadiye adında Arapça bir reddiye yazmıştır. 2. Bayezid’in hizmetine giren Abdüsselam, Yavuz Sultan Selim zamanında da devmet görevi yapmış el-Defteri diye tanınmıştınr. Muhtedi, özellikle tıp ve astronomiyle ilgi eserler yazmıştır. Tıpla ilgili eserlerinden biri vebaya karşı alınacak önlemlerle ilgilidir. Muhtedi (İlyas b. Abram), önsözde Allah’ın tıp ilmini kendisine, ünül beldeleri gezip görmek, eski ve yeni tabiplerin güvenilir kitaplarını incelemekle bahşettiğini belirtir. İncelediği bilginler Hipokrat, Galen, el-Razi,İbn Sina, İbn Rüşd, İsidor, Eflatun, Phytagoras, Angzy Gvry, Cenzv(Cydr), Batlamyus, Musa gibi tabip ve alimelrin eserlerinden de aktarmalar yapıyor. Bu konuda bilgisi olan insanlarla tartışıyor. Veba hastalığı konusundaki önlekleri basitleşirerek Sultan 2. Bayezid’i sunuyor.
İlyas b. Abram yani Muhtedi, İstanbul’da çıkan veba salgınları ve depremlerle ilgili olarak akla başvuruyor. “Risalesi sebebiyle binde bir bile kurtulan olursa Allah katında büyük sevap kazanacağını” belirterek deprem (zelzele) konuunda Aristo’nun depremin “yer altında sıkışan gazların yeryüzüne çıkkmak istemesi” yüzünden oluştuğu konusundaki görüşünü aktarıyor. Yazarın ilginç yönlerinden biri de İbn Sina’nın al- kanun’unun eleştirisiyle ilgili söyledikleridir.Örneğin İbn Sina bu kitabında çok az görülen ve zararı az olan hastalıklara ilişkin ayrıntılı azıklama yapılırken veba gibi çok sık görülen ve zararlı olan hastalıklar hakkında azıcık ve yetersiz bilgi verdildiğidir.”İlyas b. Abram hazık ve yetenekli Frenk tabiplerinin İbn Sinayı bu konuda savunduklarını belirtir. Frnk tabiplerine göre İbn Sina bu konuda mazurdur. çünkü o, daha çok tedbir ve tedavisinde çok tecrübe ve müşahedede bulunduğu hastalıkların tedavisi hakkında uzun aıklamalarda bulunmuştur.,Yazarın Sultan 2. Bayezid tarafından İstanbul’da görlen veba salgınına arşı önlem almak ve hastalara bakmakla görecvlendirilmesi üzerine Arapça ir eser yazıyor. Bu eserin türkçeye ilk çevirisi Gevrekzade Hafız Hasan Efendi( ö: 1801) tarafından 1795 yılında yapıldı.
Gevrekzade Hafız Hasan Efendi, Sultan 2. Bayezid devrinde İstanbul’da meydana gelen büyük bir zelzelenin akabinde veba çıkması üzerine İstanbul’daki tabiplerin çoğunun bu hastalığın tanı ve iyileştirlmesinden aciz kaldıkklarını,fakat İlyas b. Abram’ın adı geçen eserini telifte bu zorlu hastalığın iyileştirilmesinde tecrübesinin görüldüğünü ve tedavi ettiği hastaların çoğunun iyileştiğini işiten padişahın onu İstanbul’a getirdiğini,uzun zaman çok insanı tedavi ettiğini,saraya intisap edebilmek için konu ile ilgili Arapça bir risale kaleme aldığını, fakat halkın çoğu bu dili bilmedikleri için Micennet el- Ta’un adlı bu eseri Türkçeye çevirdiğini söylemektedir. Mütercim adı geçen risaleyi inceleyip eski ve yeni tabiplerin veba ilgili deneylerini derleyip toparlamış, kendi deneylerini,kendi zamanında bu hastalığı iyileştirmede ortaya çıkan yenilikleri de katarak eseri türkçe’ye tercüme ettiğini belirttikten sonra (s: 93), yazarın mukaddimesine geçmektedir.
Eserin ikinci tercümesi ise Sultan 2. Abdülhamit devrinde Sanayi Alayı Müftüsü Ahmed-i Ömeri al- Şami tarafından 1894-94′te el-tevfikat el- Hamidiyye fi Def’el- Emraz el- Veba’iyye adıyla gerçekleştirilmiştir.
(E. İhsanoğlu,, BCFF, s: 88-93….)
1492
15. yüzylın sonları ya da 16. yüzyılın başları. Şerafettin Turan, Türk Kültür Tarihi adlı yapıtında şöyle der: ”Osmanlı yönetiminin özellikle Müslüman olmayan tebaaya ve ülkeye gelen yabancılara karşı bu hoşgörülü davranışının o yıllarda başka yerlerde, Hıristiyan Avrupa’da görülmediği bilinmektedir. Kendilerine yapılan baskılar ve engizisyon işkencelerinden kurtulmak isteyen İspanya’daki Yahudiler, en güvenceli ülke olarak Türkiye’yi bulmuşlar ve 1492′de buraya gelip yerleşmişlerdi.”
Hıristiyanlar, İspanya’daki Müslümanları ve Yahudileri Avrupa’dan kovuyordu. Yıl 1492. Katolik hükümdarlar İspanyada siyasal ve askeri birliği sağlamışlar sıra din birliğini sağlamaya gelmiş. İşe daha kolay lokma görünen Yahudileri sürmekle başlanıyor. Yahudilere, Osmanlılar kucak açıyor. Yahudiler, Osmanlıya çok önemli bir armağanla geliyor: Osmanlı’nın henüz tanımadığı matbaa ile. Matbaa bulunalı 40 yıl olmuştu. Yahudiler padişaha başvurdular; “kitap ve diğer basımlar için” padişahtan izin istediler. Padişah 2. Beyazıt namıbdiğer Sofu Beyazık” buna izin vermedi. Çıkardığı bir fermanla “her dilde kitap basılmasını onayladı, ancak “aarapça kitap basılmasını zinhar yasakladı.” Ermenice’den Yunanca’ya kadar Osmanlıda her kitap serbestçe basıldı; ama “ Türk ve Müslüman reayanın (halkın) kitap okuması fiilen yasaklanmış oldu.” Çünkü kitap basılamadı.
Sofu Beyazıt’ın aymazlığı Osmanlı’yı daha o tarihte Batı’dan ve kendi içindeki Müslüman olmayan halktan tam 230 yıl kopardı. Matbaanın gelişi için Lale devrini, 1727′de 3. Ahmet Dönemini beklemek gerekti.
1729 yılında yazarı bilinmeyen bir kitap Batı Hint adalarından ve Amerika kıtasının keşfinden sözediyor. Osmanlı bu kitapla ilk kez “yeni bir kıtanın bulunduğunu öğreniyordu. Ama kitaba göre: “ Bu güzel topraklar zamanı gelince Osmanlı ülkesine katılacak, islam töreleriyle aydınlanacaktır.”


Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.