![]() |
Tarihçe
Tarihçe |
Tarihçe > 1870'ler > 1920'ler > 1945'ler > 1965'ler
Antik Akdeniz'in 2000 yıl süren görkemli matematik ve bilim dönemi artık sona erecek ve Ptolemy'nin bu sistemi daha sonra, Kilise'nin kanonlaştırdığı dogmalar arasına girecektir. M.S.415 yılında; ünlü bir öğretmen, matematikçi ve astronom, aynı zamanda İsis rahibesi olan İskenderiyeli Hipatia'nın, halka açık bir din ayini sırasında, öfkeli Hıristiyan keşişleri tarafından kaçırılarak acımasızca öldürülmesi olayı, Karanlık Çağlar'ın ilk habercisi olur. Dönemin ünlü kütüphaneleri birer birer kapatılırken, eski Grek eserleri toplu halde yakılmaya başlanır. |
Cevap : Tarihçe
Johannes Kepler (1571-1630) bu vasiyete uyar ve 1609 yılında, 'Yeni Astronomi' ('Astronomia Nova') adlı dergide, Mars'ın yörüngesinin, odak noktalarından birisinde Güneş'in bulunduğu bir elips şeklinde olduğunu ve eşit zamanlarda eşit alanlar taradığını ileri sürer. Galileo bu güneş merkezli sistemi etkin bir biçimde savunmakta, dünya merkezli görüşü cesurca eleştirmektedir. Aynı yıl ilk teleskopunu yapar ve ayı gözlem altına alır. Gözlemleri, ayın görüntüsünün hiç de öyle söylenildiği gibi; 'kusursuzca parıldayan, ilahi düzgünlüğe sahip, Platonik bir semai küre' olmayıp; girintili çıkıntılı dev bir kayaya benzediğini ortaya koymuştur. Onun bu buluş ve görüşleri, Batı kültürü ve dini açısından, ağır sancılı yankılara yol açacak ve kendisi Kilise tarafından yargılanacaktır. Kepler bu arada, Copernicus sistemine destek veren bulgularını, 'Gezegenlerin Hareketinin Üç Kanunu' olarak genelleştirir. Bir yandan da, cadı suçlamasıyla aranan annesinin yakalanıp işkenceyle ('ad torturam') yargılanmasını önlemek için çaba sarfetmektedir.
1727 yılına gelindiğinde, Sir Isaac Newton, nesnelerin hareketini matematiksel terimlerle açıklayan mekanik kanunlarını geliştirir. Bu kanunlara dayanan ve artık 'klasik mekanik' olarak anılan kurama göre; başlangıç koşulları bilinen herhangi bir cismin, o andan sonra izleyeceği patika tümüyle öngörülebilir, yani 'herşey' 'deterministik'tir. Mekanik yasaları, hayatın tüm yönlerine yansımaya başlar. Yatay ve dikey atış problemleri çözülmüş olup, belli bir hız ve açıyla fırlatılan bir parçacığın izleyeceği parabolik yörüngeler hesaplanabilmektedir. Tablolar halinde düzenlenip, savaş alanlarına taşınır. Bundan sonradır ki, Osmanlı İmparatorluğu'nun Batı'yla savaşları hakkındaki tarih kayıtlarında sık sık; "tam kente girilecekken, Avusturya topçusu şansına öyle bir tutturdu ki, cephaneliğimizi tek atışta havaya uçurdu" veya "düşmanın top ateşi tam köprüye isabet etmiş ve son kaçış yolumuzu da kesmişti" türünden anlatımlarla karşılaşılacaktır. Halbuki gelişmelerin, şansla doğrudan ilgisi yoktur. Artık herşey 'deterministik'tir. Kader Newton, diğer pek çok konu arasında, optikle da ilgilenmiş ve beyaz ışığın, kırıcı bir ortamdan oluşan bir prizmadan geçirildiğinde, gökkuşağına benzeyen renkli ve sürekli bir spektruma ayrıştığını keşfetmiştir. Daha önce kırılma ve yansıma olayları incelenerek, optik yasaları belirlenmiş ve ışık hakkındaki hemen herşey bilinir hale gelmiş gibidir. Ancak yapısı hakkında, öteden beri süregiden tartışmalar vardır. Bazıları ışığın dalga yapısında olduğunu savunurken, diğerleri, 'korpuskül' denilen parçacıklardan oluştuğu görüşündedir. Tayftaki farklı renklere değişik türden korpüsküllerin yol açtığını savunan Newton, ağırlığını 'korpüskülcü'lerden yana koyunca, tartışmayı parçacık yanlıları kazanır. Geçici olarak... |
Tarihçe > 1870'ler > 1920'ler > 1945'ler > 1965'ler
Öte yandan Orta Çağ'ın, 'adi metalleri' altına çevirme arayışlarından oluşan 'simya'sı, kabuk değiştirip kimyaya dönüşmekte, fakat fiziğe oranla geç gelişmektedir. Henüz bileşiklerin yapısı bir yana, elementin ne olduğu dahi tartışma konusudur. Modern kimyanın kurucusu sayılan Antoine-Laurent Lavoisier, başta gazlar olmak üzere, doğal maddelerin bileşimlerini incelemiş, elementin ne olduğu sorusuna da, "kimyasal süreçlerle başka bir maddeye dönüştürülemeyen" tanımını getirmiştir. Bu tanımdan hareketle, doğal elementler saf olarak elde edilip, listelenmekte, fiziksel ve kimyasal özellikleri belirlenmektedir. Newton kütlenin önemli olduğuna işaret ettiğinden, en başta gelen ve yoğun olarak araştırılan özellik, atom ve moleküllerin ağırlıklarıdır. Bu arada Lavosier 1793 yılında, 'Terörün Hükümranlığı' sırasında tevkif edilen matematikçi Lagrange'ı kurtardıktan sonra, bir başka ünlü matematikçi olan Jean Baptiste Joseph Fourier tarafından giyotine gönderilir. |
Tarihçe > 1870'ler > 1920'ler > 1945'ler > 1965'ler
Bölünemez nitelikteki bir atom aslında, pek de ilginç bir nesne değildir. Kimyacılar açısından merak edilen tek özelliği, ağırlığıdır. Çünkü, eğer elementlerin atom ağırlıkları belirlenebilirse, moleküllerin hangi atomlardan oluştuğunu belirlemek kolaylaşacaktır. Dolayısıyla, özellikle gaz halindeki elementler, değişik hacimlerle birleştirilmekte ve ortaya çıkan bileşiklerin, türleri ve ağırlıkları incelenmektedir. Gazlarla bu doğrultuda olan İtalyan kimyacı Amadeo Avogadro, sıcaklık ve basıncın aynı tutulması halinde, gazların belli hacim oranlarında tepkimeye girdiklerini farketti. Örneğin amonyak gazının (NH3) oluşması sırasında; bir hacim nitrojen, üç hacim hidrojenle tepkimeye giriyordu. Avogadro'nun bu gözlemden çıkardığı sonuç, aynı basınç ve sıcaklıktaki farklı türden gazların, eşit hacimlerinde eşit sayıda molekül bulunduğu şeklindeydi. Dolayısıyla, eşit hacimdeki iki gazı tartarak, atom ağırlıklarının oranını bulabiliyordu. Örneğin, 1 litre oksijen, bir litre hidrojenin 16 katı ağırlıktaydı ve bu, oksijen atomunun hidrojene göre 16 misli ağır olduğu anlamına geliyordu. Avogadro'nun 1811 yılında yaptığı bu çalışma, önce ilgi çekmedi. Önemi yüzyıl ortalarında farkedilecek ve bu türden ölçümler elementler arasında, karbon-12'nin temel alındığı göreceli bir kütle sıralaması verecekti. Bu durumda, en hafif element olan hidrojeninki 1 alındığında, C-12'nin ağırlığı 12 çıkıyordu ve 12 gram C-12'de bulunan atom sayısına 1 mol dendi. Artık tek bir C-12 atomunun ağırlığı ölçülebilirse eğer, 1 molünde kaç tane atom bulunduğu hesaplanabilirdi. Daha sonraki çalışmalar, Avogadro sayısını verdi. C-12'nin ağırlığının 12'de birine 'atomun kütle birimi' (amu) dendi ve Dalton adı da verilen bu birimin, 1.66 x 10-24 gram olduğu belirlendi. (hafif, ama çetin ceviz). |
Tarihçe > 1870'ler > 1920'ler > 1945'ler > 1965'ler
Bu değişik olgular üzerinde, birbirinden bağımsız olarak çalışılıyor, fakat her birinin nereden kaynaklandığı veya bu olgulara maddenin hangi unsurlarının yol açtığı bilinmiyordu. Çünkü maddenin yapısı, hala bir sırdı. Gerçi ortada Dalton'un kapalı kutu benzeri bir atom modeli vardı. Ama bu kutuların iç yapıları bir yana; birbirleriyle nasıl etkileştikleri ve çeşitli malzemelerde birbirlerine göre nasıl düzenlendikleri bilinmiyordu. 1869 yılında, Rus kimyacı Dimitri Mendelyev, alanındaki yeni gelişmeleri kapsayan bir kitap yazmaya başlamıştı. Elementleri; isim, ağırlık ve kimyasal özelliklerini ayrı ayrı kartlara yazdıktan sonra, artan ağırlıklarına göre sıraladığında, benzer kimyasal davranış sergileyenlerin, belli aralık veya periyotlarla tekrarlandığını gördü. Tekrar sayısı 7 idi ve bu sefer elementleri, benzer kimyasal özellik taşıyanlar alt alta gelecek şekilde, 7 yatay sıra halinde dizdi. Periyodik 'elementler tablosu'nu keşfetmişti. Arada bazı boşluklar vardı ve bunların, henüz keşfedilmemiş olan elementlerden kaynaklandığını öne sürdü. Nitekim, varlığını önerdiği galyum ve germanyum elementleri, çok geçmeden keşfedildi. Bunlar iyi güzeldi de; periyodik davranışın bir de, neden ve nasılı vardı. Mendelyev gerçi elementlerin kimyasal davranışlarındaki düzeni yakalamış, ama bir yandan da, yanıtlanmayı bekleyen bir dizi soruya yenilerini katmıştı. Örneğin, elementleri kimyasal özelliklerinin benzerliğine göre sıraladığında, atom ağırlıkları çoğunlukla artarken, bazı yerlerde azalıyordu. Bunu açıklayamadı. Çünkü sıralamanın kütleye göre değil, henüz bilinmeyen atom numarasına göre yapılması gerekiyordu.
1873 yılında James Clark Maxwell, kendi adıyla anılan denklemleri yayınladı. Elektrik ve manyetik olayları yöneten kanunları ifadelendiren formüllerin hepsi bu denklemlerden, matematiksel olarak türetilebiliyordu. Denklemlerin çözümü, boşlukta ışık hızıyla hareket eden dalgalar şeklindeydi. Maxwell hemen, elektrik ve manyetik alanların boşluğu doldurduğu ve ışığın bu alanlardaki salınımlardan, yani elektromanyetik dalgalardan oluştuğu sonucuna vardı. Elektrik, manyetik ve ışık olguları ansızın birleşmişti. Ertesi yıl G.J. Stoney, elektriğin eksi yük taşıyan parçacıklardan oluştuğunu ileri sürdü ve 'elektron' adını verdiği bu parçacığın kütlesini öngördü. 1884 yılına gelindiğinde Heinrich Hertz, Maxwell denklemlerini, çok daha basit ve şık bir şekilde yazmıştı. Denklemlerin bu şeklinden, elektrik ve manyetik olaylar arasındaki simetri açıkça görülüyordu. Hertz ayrıca laboratuvarında, ilk radyo dalgalarını ve mikrodalgaları oluşturarak Maxwell'in, ışığın elektromanyetik dalgalardan oluştuğu şeklindeki öngörüsünü haklı çıkardı. Bu durumda artık, ışığın tüm evreni kaplayan bir 'eter' ortamı tarafından taşındığı ve bu arada dünyamızın da, bu ortamın içinde dolaştığı konusunda, neredeyse bir görüş birliği vardı.Ayrıca, tüpteki akım, elektrotlar arasında köprü kurarken, gazda parıldayan ışımalara yol açmaktaydı. Bu ışıklar prizmadan geçirilip incelendi. Güneşin beyaz ışığı bir prizmadan geçirildiğinde sürekli bir spektrum verirken, katot ışını tüplerinden yayılan ışık prizmadan geçirilip karanlık bir zemine düşürüldüğünde, zemin üzerinde aralıklı çizgiler oluşuyordu. Bunlara spektrum çizgileri dendi. Öte yandan; sodyum, potasyum, kalsiyum gibi elementler, bir alevde ısıtıldıklarında, keza ışık yayıyorlardı. Bu ışıklar da dar bir yarıktan geçirilip prizma üzerine düşürüldüğünde, keza aralıklı çizgilerden oluşan spekrumlara yol açıyodu. Hem de, her elementin kendisine özgü bir spektrumunun olduğu saptandı. Aslında, bir spektrumdaki her çizginin, belli bir dalgaboyuna karşılık gelen, kendisine özgün bir enerjisi vardı. Atomların ışıma spektrumlarının incelenmesi sırasında, dalga boyu ölçümlerinde kullanılan en basit aygıtlar dahi, beklenmedik bir duyarlılıkla çalışmıştı. Spektroskopi dalı zamanla, ölçüm hatası payını 10,000'de 1'lere indirecek ve kimya çalışmalarında başı çekeceği gibi, atomun yapısıyla ilgili kuram veya önerilerin, sınava tabi tutulup ayıklandığı sert bir kayaya dönüşecekti. |
Tarihçe > 1870'ler > 1920'ler > 1945'ler > 1965'ler
1884 yılında Ludwig Boltzmann, spektroskopinin sağladığı sağlam verilerden hareketle ve Maxwell denklemlerini termodinamikle birlikte kullanarak, 'siyah cisim ışıması'nın kuramsal türetimini yaptı. Stefan-Boltzmann Yasası olarak bilinen bu ilişki, deneysel ölçümlerle yaklaşık olarak uyuşuyordu. Daha doğru olan çözüm ise, bir sonraki yüzyılın başlarında kuantum kuramının doğmasını bekleyecekti. 1886 yılında E. Goldstein, bir 'katot ışını tüpü' ('CRT') kullanarak ürettiği çeşitli ışınları inceledi ve bunlardan bazılarının manyetik alanda, diğerlerine göre zıt yönde saptığını belirledi. Elektrik ve manyetik özellikleri diğerlerinin tersi olan bu ışınlara, 'kanal ışınları' adını verdi. Ertesi yıl Michelson ve Morley, yaptıkları deneyle ışığın hızını; dünyanın güneş etrafındaki yörüngesi üzerindeki hareketinin zıt yönlerde olacağı zamanlarda, 6 ay aralıkla ölçtü. Sonuçların aynı çıkması, gözlemlenen ışık hızının, dünyanın hareketinden etkilenmediğini ortaya koyuyordu. Bu, ışığı taşıyıp ilettiği düşünülen 'eter' diye bir tabakanın var olmadığı ve ışık hızının, tüm referans sistemlerindeki gözlemciler için aynı olduğu anlamına geliyordu. |
Tarihçe > 1870'ler > 1920'ler > 1945'ler > 1965'ler
Yüzyıl dönemecinde bilimsel gelişmeler, köktenci varsayımlara gebeydi ve bunların birer birer ortaya çıkmasıyla, ivme kazanacaktı. Işığın maddeyle etkileşimi alanındaki çalışmalar kuantum mekaniğine yol açacak ve atomun yapısı probleminin çözümüyle sonuçlanacaktı. Nitekim 1901 yılında Max Planck, sıcak cisimlerin ışımasını incelerken, enerjinin sürekli olarak değil de, sıçramalar halinde değiştiği düşüncesini kullandı. Enerjinin sürekli bir akış içerisinde olmayıp, 'kuanta' denilen bölünmez birimler halinde taşındığı anlamına gelen bu varsayım, 'siyah cisim ışıması'nı betimleyen Planck Yasası'nı başarıyla türetmesini sağladı. Ancak 'kuantum varsayımı'nın henüz deneysel bir desteği yoktu. Öngördüğü kuantum birimi Planck sabiti (h) olarak anılmaya başlandı. Genel kabul görmemekle beraber, en azından Albert Einstein tarafından ciddiye alınmıştı. |
Cevap : Tarihçe
1915 yılında Einstein, Hilbert'le yarışını önde bitirerek, Genel Relativite Kuramı'nı yayınladı. Şansı yardım etmiş ve kuramı çok geçmeden, Merkür gezeninin güneş etrafındaki hareketinden ve yıldızlardan gelen ışığın güneş tarafından saptırılmasından kaynaklanan kanıtlarla desteklenmişti. 1919 yılında Francis W.Aston, kendi geliştirdiği kütle spektrografisini kullanarak, aynı atom numarasına sahip farklı atomların, yani izotopların varlığını keşfederken, Rutherford da değişik atomlarda protonun izlerine rastlamıştı. Ancak, aynı elementin izotopları arasındaki kütle farkına neyin yol açtığı ve çekirdeğin, protonların birbirini itmesine karşın nasıl bir arada durduğu, hala anlaşılamamıştı. 1921 yılında James Chadwick ve E.S. Bieler, çekirdeğin çok güçlü bir kuvvet tarafından bir arada tutulduğu önerisinde bulundu. Kuvvetlerin işleyiş biçimi merak konusu olmaya başlamıştı. Aynı yıl Theodor Kaluza, Einstein'ın önerisi üzerine, kuvvetlerle ilgili bir çalışmasını yayınladı. Kaluza bu çalışmasında, Maxwell'in elektrik ve manyetik olayları tek bir denklem sisteminde birleştirme başarısını bir adım daha öteye götürerek, kütleçekimiyle elektromanyetik kuvvetleri birleştirmeyi amaçlıyordu. Alışılmışın dışında bir yaklaşımda bulunmuş ve uzaya, minik bir daire üzerine kapanan bir boyut daha eklemişti. Daha sonra 'Kaluza-Klein kompaktlaştırması' adını alan bu yaklaşım, 60 yıl sonraki parçacık kuramı çalışmalarında temel olarak kullanılan verimli bir konu haline gelecekti.
1922 yılında Niels Bohr, elementlerin kimyasal davranışlarını, atomlarının yapısındaki elektronların, birbirini izleyen yörünge kabuklarıyla ilişkilendiren modelini geliştirdi. Model, atomların ışıma spektrumundaki kesikliliğin yanında, elementler tablosundaki periyodikliği de açıklamıştı. Buna göre; her enerji düzeyine karşılık gelen yörünge; birinci kabuk 2 ve ikinciler 8'er olmak üzere, yalnızca belli sayıda elektron barındırabiliyordu. Kabuklardan biri dolunca, elektronlar bir üst kabuğa yerleşiyordu. Kimyasal özellikleri dış kabuktaki elektron sayısıyla açıklamak mümkündü. http://www.biltek.tubitak.gov.tr/bil...rmodelleri.jpgDış kabuğu dolu olan elementler tepkimeye girmezken, diğerleri dış kabuklarını doldurmak üzere, elektron alıyor veya veriyordu. Model, atom numarasına göre yeniden düzenlenmiş olan elementler tablosundaki periyodiklik açığa kavuşturmuş olmakla beraber; elektronların neden belli enerji düzeylerinde bulunmak zorunda oldukları ve niye sürekli ışıyıp enerji kaybederek çekirdeğe düşmedikleri gibi yanıtlanmamış sorulara, bir yenisini daha eklemişti: Neden birinci kabukta sadece iki ve sonraki kabuklarda sadece 8'er elektron bulunuyordu? Modelde bir şeyler eksikti... 1923 yılında Arthur Compton, x-ışınlarının elektronlardan saçılmaları sırasındaki frekans değişimlerini inceliyordu. Işığın dalga davranışından yararlanan bir deneyle, fotonlarının parçacık gibi davrandığını kanıtladı. Çelişkili görünen bu deney aslında, fotonların ikili davranışına işaret ediyordu. O sıralar doktora çalışmasını yapmakta olan Louis de Broglie, elektronların da ışık gibi, hem parçacık ve hem de dalga gibi davranabileceğini düşündü. Çünkü Einstein'ın 1905 yılında ortaya attığı relativite kuramı, kütleyle enerjinin birbirine dönüşebilir olduğunu ve bir parçacığın toplam enerjisinin, momentum p cinsinden, E2=mc2+p2c2 şeklinde yazılabileceğini göstermişti. Fotonlar için kütle sıfır olduğundan, bu ilişki E=pc biçimine indirgeniyordu. |
Cevap : Tarihçe
Öte yandan, fotoelektrik olayının açıklığa kavuşmasıyla anlaşılmış olduğu üzere, yine fotonlar için E=hv olduğuna göre, p=hv/c, yani p=h/λ olmalıydı. DeBroglie 1924 yılında, maddenin de dalga davranışı sergilediğini ve p=h/λ ilişkisinin elektron için de geçerli olduğunu öne sürdü. Varsayımı kısa zamanda deneylerle doğrulandı. İnce bir yarığa doğru yönlendirilen elektron demetleri, tıpkı ışığın yaptığı gibi, yarıktan geçerken bükülmüş ve sonuç olarak girişim örüntüsü üretmişti. |
Cevap : Tarihçe
Bazı çekirdeklerin elektron ışıyarak 'beta' bozunmasına uğradıkları öteden beri biliniyor ve bu bozunma türü üzerinde yapılan ölçümler, herhangi bir aktif maddenin ışıdığı elektronların, süreklilik gösteren enerji değerlerine sahip olduğunu gösteriyordu. Halbuki kuantum mekaniğine göre, atom veya çekirdekler belli enerji düzeylerinde bulunabildiğinden, ışınlanan elektronların kesintili enerji değerlerine sahip olması gerekliydi. 1930 yılında Wolfgang Pauli, beta bozunmasındaki elektron spektrumunun sürekliliğini açıklamak için, nötrinonun varlığını önerdi. Bozunma sırasında kuantum mekaniğine uygun olarak, belli miktarda enerji açığa çıkmakta, ancak bu enerji, elektronlarla nötrinolar arasında, değişebilen oranlarda paylaşılmaktadır. Nötrinonun aranmasına başlanır. |
Cevap : Tarihçe
Aslında bu yöndeki çalışmalar, Rutherford'un alfa parçacıklarıyla yaptığı deneyden beri sürdürülmektedir ve R.J. van de Graaf, kendi adıyla anılan elektrostatik jenaratörü, bir yıl önce imal etmiştir. Aygıt, iki palanga arasındaki dönen bir kayışla, kayışın alt tarafındaki bir deşarj odası ve üst tarafındaki metal bir küreden oluşmaktadır. Deşarj odasındaki yüksek gerilimle üretilen iyonların, artı yüklü olanları kayışa yapışmakta ve kayış tarafından yukarıya taşınıp, tel fırçalar aracılığıyla metal küreye aktarılmaktadır. Kürede biriken büyük miktardaki yükün daha sonra, yüklü parçacıkların hızlandırılması için gereken yüksek gerilimi sağlamakta kullanılması mümkündür. Prototip denemelerinde, 1.5x106 V gerilim düzeyine ulaşılır. 1932 yılında, Cockroft ve Walton, böyle bir düzeneğe dayalı bir doğrusal hızlandırıcı inşa edip, lityumu protonlarla bombardıman ederek alfa parçacıkları üretir. Aynı yıl Ernest O. Lawrence, Berkeley'de, protonları 1 MeV enerji düzeyine hızlandırabilen ilk siklotronu inşa eder. Çok geçmeden kapasitesi 25 MeV'a çıkartılacak ve bunu, dünyanın çeşitli laboratuvarlarında kurulan, değişik yapılardaki hızlandırıcılar izleyecektir. Nötron ve proton etkileşimlerinin incelenmesi deneyleri, bazı sorulara yanıtlar getirmekle beraber, pek çok diğer parçacığın keşfiyle sonuçlanacak; bu ise, yanıtları çekirdeğin temel yapısında yepyeni bir anlayışla son bulan, bir dizi yeni sorunun doğmasına yol açacaktır.
Çekirdeği bir arada tutan kuvvetlerin işleyişi ve bozunmalar, öncelikli çalışma konuları haline gelmiştir. 1934 yılında Enrico Fermi, beta bozunması için, zayıf etkileşimi içeren bir kuram önerir. Bu, nötrinoları ve parçacık 'tad'larının değişimi kavramını açıkça kullanan ilk çalışmadır. Hideki Yukawa aynı yıl, çekirdekteki çekim kuvvetlerini, protonlarla nötronlar arasında alınıp verilen yeni bir tür parçacığın sağladığı etkileşimle açıklamak üzere, relativite ve kuantum kuramlarını birleştirir. 'Pi mezonu' veya kısaca 'pion' adı verilen yeni parçacığın, çekirdeğin büyüklüğünden hareketle, 200 elektron kütlesi ağırlıkta olması gerekmektedir. Nükleer kuvvetlerin 'mezon kuramı' doğmak üzeredir. 1937 yılında, kozmik ışınların incelenmesi sırasında, elektronun 200 katı ağırlığında, yüklü bir parçacık keşfedilir. Önce Yukawa'nın öngördüğü pion olduğu sanılan parçacığın, daha sonra muon olduğu anlaşılır.(tüh) 1938 yılında, Lise Meitner, Otto Hahn ve Strassman, nötron bombardımanına tutulan ağır elementlerin kararsız hale gelerek parçalandıklarını saptar. Süreçten yeni nötronların çıkıyor olması, 'zincirleme fizyon reaksiyonları'nın mümkün olduğuna işaret etmektedir. 1941 yılında Glenn Seaborg, laboratuvarda yapay olarak, transuranyum elementlerinin ilkini sentezler. 5 tanesini daha sentezleyecek ve elementler tablosunun değiştirilmesini önerecektir. Bu arada nötron ve protonlardan 'nükleon' olarak söz edilmeye, fizik çalışmaları öncelikle savaş çabasına yöneltilmeye başlanmıştır. 1942 yılında Enrico Fermi, Chicago Üniversitesi'nde inşa ettiği 'grafit yığını'nda, ilk zincirleme fizyon reaksiyonunu gerçekleştirir. Ertesi yıl, Çinli matematikçi Shiing-Shen Chern, çok daha sonraları 'sicim kuramı'nda önemli bir araç haline gelecek olan, 'karakteristik sınıflar' üzerindeki çalışmasına başlar. İki yıl sonra Hiroşima ve Nagasaki bombalanmıştır...1946 yılında, ilk gözlendiğinde Yukawa'nın mezonu zannedilen muon parçacığının, görünür maddenin yapısında yer almayan, 'II. Nesil' madde parçacıklarının ilki olduğu anlaşılır. Bu beklenmedik keşif, şaşkınlık yaratmıştır. Çünkü böyle bir 'üst nesil' parçacığa ne gerek vardır? Güçlü etkileşime girmeyen bu parçacıkla elektron için, 'lepton' terimi kullanılmaya başlanır. 1947 yılında, yine kozmik ışınların incelenmesi sırasında, artı ve eksi yüklü iki 'pi mezonu' keşfedilmiştir. Başka bir resimde V şeklinde izlere rastlanmış ve V'lerin iki ayağına yol açan yüklü parçacık çiftlerinin, yüksüz birer parçacığın bozunmasıyla ortaya çıkmış olması gerektiği sonucuna varılmıştır. Bulucuları parçacıklara 'V parçacığı' adını verir. Yeni parçacıkların yapısına ve varlığına anlam verilmeye çalışılmakta; fizikçiler, elektron, pozitron ve fotonların elektromanyetik özelliklerini hesaplayabilmek için yöntemler aramaktadır. Richard P. Feynman, soyadıyla anılan diyagramları geliştirir. 1948 yılında Berkeley senkro-siklotronunda gerçekleştirilen bir çarpışırma deneyinde, ilk yapay pion üretilir. Ertesi yıl Enrico Fermi ile C.N. Yang, pionun bir 'nükleon' ve 'karşıt nükleon'dan oluştuğu önerisinde bulunur. Böyle bir 'karmaşık parçacık' kavramı, alışılmışın dışındadır. 1949 yılında, 'V parçacıkları'nın K+ ve K- mezonları olduğu anlaşılır. Kozmik ışın incelemeleri, yeni tür parçacıkların keşfine yol açmaya devam etmektedir. 1951 yılında, nötür K0 ve π0 mezonları keşfedilir. http://www.biltek.tubitak.gov.tr/bil...img/donald.gif Sis odalarıyla 1940'lı yıllarda, epeyce sayıda yeni parçacık keşfedilmişti. Fakat bu dedektörlerin iki önemli kısıtı vardı. Gaz yoğunluğunun düşük olması nedeniyle, odanın gözlenen kısmında çok az sayıda etkileşim gerçekleşiyordu. Öte yandan çalışma hızları yavaş olduğundan, 1950'lerde inşa edilmeye başlanan ve birkaç saniyede bir ışın çarpıştırması yapabilecek olan hızlandırıcılarda kullanılamazlardı. http://www.biltek.tubitak.gov.tr/bil...ub107kadeh.jpg Doktora çalışmasını Anderson'la yapan Donald A. Glaser, seyrek oluştukları için zor karşılaşılan parçacıkları daha iyi gözlemleyebilmenin yollarını aradı. Molekül yoğunluğu gazınkine oranla 10'un birkaç katı faktörle daha fazla olan sıvı kullanmayı düşünmüştü. |
Cevap : Tarihçe
Glaser'ın parlak fikri, kaynama noktasının üstüne kadar ısıtılmış olmasına karşın henüz buharlaşamamış, dolayısıyla geçici bir süre için kararsız halde olan bir sıvı kullanmayı hedefliyordu. Kullandığı teknik, sıvıyı; kaynama noktasının hemen altında iken yüksek basınçta tutmak ve hızlandırıcıdan bir parçacık demeti geldiğinde, basıncı ansızın düşürerek 'süper ısıtılmış' hale geçirmekti. Yüklü parçacıklar, yolları üzerindeki moleküllerle etkileşip, buhar haline geçmelerine neden olacak ve başlayan yerel kaynamaların ürettiği kabarcıklar sayesinde iz bırakmış olacaklardı. 1952 yılında, başarıyla çalışan ilk kabarcık odasını geliştirmişti. Hacmi, sadece 3 cc idi ve 140 °C'deki dietil-eterle doluydu.
Yüklü parçacığın odaya girmesinden birkaç milisaniye sonra, yandaki resimde izleri görülen girgin bir kozmik ışının yol açmış olduğu gibi, patika boyunca, 10-100 mikrometre çapında küçük kabarcıklar oluşuyordu. İzlerin fotoğrafı çekilip, basınç yeniden ayarlanıyor ve hızlandırıcıdan gelecek bir sonraki parçacık demeti için hazır hale geliniyordu. Fotoğrafın incelenmesiyle de, parçacığın yükü veya kütlesi hakkında bilgi ediniliyordu. Glaser'ın bu keşfi, dünyadaki hızlandırıcı laboratuvarlarında 30 yıl sürecek bir dönem başlattı. Aynı yıl /\0 ve Δ parçacıkları keşfedilmiş, ağır bir parçacık olan Δ'nın, birbirine benzer dört şekli (Δ++, Δ+, Δ0, Δ-) belirlenmişti. 1952 yılında, 1.3 GeV'luk bir hızlandırıcı olan Brookhaven Kozmotronu'nun işletmeye alınmasıyla, tam bir 'parçacık patlaması' yaşanacaktı. Parçacıklara vücut veren yapısal düzenin anlaşılmasına çalışılıyordu. 1953 yılında Murray Gell-Mann, saçılma verilerinden hareketle, 'hiperyük' adını verdiği yeni bir kuantum sayısının varlığını önerdi. Nükleonların iç yapılarının yoklanabilmesi için, yoklama aracını oluşturacak parçacıkların, örneğin elektronların dalgaboylarının, ilgili boyutlara kadar küçültülebilmesi gerekiyordu. Daha küçük dalgaboyu daha yüksek enerji anlamına geldiğine göre, bu; hızlandırıcıların gücünü arttırmakla mümkündü. CERN'de ve Fermi Laboratuvarı gibi merkezlerde, yeni birimler inşa edildi. 1953-57 arasında yapılan, yüksek enerjili elektronların çekirdeklerden saçılması deneyleriyle, protonların ve hatta nötronların içindeki yük dağılımları incelendi. Belirlenen elektromanyetik yapıları, hala temel parçacık sayılmalarına karşın, bir tür iç yapıya sahip olduklarına işaret ediyordu. 1954 Berkeley'in, Bevatron adı verilen 6GeV'luk dairesel hızlandırıcısı devreye girmiş, 1955 yılında Emilio Segre ile Chamberlain, karşıtprotonu keşfetmişti. Ertesi yıl, 1930 yılında Dirac tarafından önerilmiş olan elektron nötrinosunun varlığı belirlendi. Beta bozunmasıyla ilgili kuramsal çalışmalar da ilk sonuçlarını vermeye başlamıştı. 1957-59 yılları arasında, Julian Schwinger, Sidney Bludman ve Sheldon Glashow bağımsız olarak, zayıf etkileşimlerin aracılığının yüklü ağır bozonlar (W+, W-) tarafından yapıldığını ileri sürdü. Aslında bozon alışverişinden ilk kez, 20 yıl önce Yukawa söz etmiş, fakat zayıf etkileşimin aracısı olarak pionu önermişti. |
Cevap : Tarihçe
http://www.biltek.tubitak.gov.tr/bil...e/img/luis.gifKabarcık odası tekniklerinin geliştirilmesinde, Berkeley'deki Luis Alvarez grubu başı çekiyordu. 1959 yılında, 180cm uzunluğunda hidrojen dolu bir kabarcık odası; soğutma donanımı, mıknatısı ve destek yapılarıyla birlikte, tüm bir binayı doldurmuştu. Odayı dolduran sıvı hidrojen, 26K (-247°C) sıcaklıkta ve 4 atmosferlik ek basınç altında tutuluyor, Bevatron'dan gelen hızlandırılmış parçacıklar için hedef oluşturuyordu.
Odada güçlü bir manyetik alan vardı ve çarpışma sonucunda oluşan parçacıklar, bu manyetik alanın etkisiyle kıvrımlı izler bırakıyordu. Kabarcık odasının çekilen resimleri taranıyor ve izler, çoğu kez üniversitenin farklı bölümlerindeki özel projeksiyon masalarında ölçülerek, 3 boyutlu olarak yeniden inşa ediliyordu. Parçacık patikalarının eğrilme yarıçapı, parçacığın yükünü ve momentumunu açığa çıkarırken; karmaşık iz yapısının incelenmesiyle, parçacık etkileşimleri ve bozunmaları ayrıntılı olarak izlenebiliyordu. Kabarcık odaları sayesinde, parçacık spektroskopisinin ayrıntıları öğrenildi. Çok sayıda kısa ömürlü parçacık keşfedilmiş, güçlü etkileşimin özellikleri incelenmişti. Luis Alvarez, kabarcık oadası tekniklerinin geliştirilmesine bulunduğu katkılar nedeniyle, 1968 Fizik Nobel Ödülü'nü alacaktı. İnşa edilen en büyük iki kabarcık odalarından birisi, Chicago'daki Fermilab'deydi. Diğeri CERN'deki BEBC (Big European Bubble Chamber) idi. İkisi de 3 m'den uzundu. Odayı dolduran ve hızlandırılmış parçacıklara hedef oluşturan malzeme olarak, yalnızca serbest proton içeren hidrojen değil, çekirdekteki etkileşimleri incelemek amacıyla, propan ve xenon gibi daha ağır malzemeler de kullanıldı. BEBC kabarcık odasının gövdesindeki süperiletken bir bobin, 3.7 m uzunluğundaki 35 m3'lük odada 3.5 Tesla şiddetinde manyetik alan yaratıyor ve kabarcık odası tesisin yalnızca küçük bir kısmını oluşturuyordu. 1962 yılında muon nötrinosu keşfedilir ve daha önce kuramsal olarak öngörüldüğü üzere, elektron nötrinosundan farklı bir parçacık olduğu gösterildi. Ardından bir dizi baryon ve mezon gelir. Gell-Mann'ın parçacıkları baryonlar ve mezonlar olarak sınıflandırmış olmasına karşın, ortalıkta yüzlerce 'temel' parçacık vardı. 'Atomun yapısı' derken, çekirdeğin 'suyu' çıkmıştı. Bu parçacık kalabalığından kurtulmak için bir sonraki adım, parçacık özelliklerinin gösterdiği düzenliliğin, baryonlarla mezonların başka parçacıklardan oluştuğu varsayımıyla açıklanıp açıklanamayacağını incelemektir. Nitekim, parçacıkların sayısı arttıkça özellikleri, baryonlarla mezonların daha küçük yapıtaşlarından oluştuğuna işaret eden bir düzenlilik sergilemeye başlar. Bu durum parçacık türlerinin, SU(3) grubu denilen matematiksel bir sınıflandırma sistemiyle düzenlenmesini sağlar. 1963 yılında Gell-Mann ve George Zweig, birbirlerinden bağımsız olarak; baryon ve mezon olarak sınıflandırılan parçacıkların, kesirli yükler taşıyan daha küçük parçacıklardan oluştuğu önerisinde bulunur. Gell-Mann'ın 'kuark' adını verdiği bu temel parçacıklar; yukarı, aşağı ve garip olmak üzere; üç çeşittir. Spinlerinin ћ/2, elektrik yüklerinin ise sırasıyla +2/3, -1/3, -1/3 olduğu öngörülen parçacıkların, birer de karşıtı vardır. Öneriye göre baryonlar üç kuarktan, mezonlar ise bir kuarkla karşıtkuarktan oluşmaktadır. Gürsey ve Radicati, kuarkların 3 çeşni ve 2 spin durumunu temel alan SU(6) simetrisinin hadronların sınıflandırılmasında başarıyla kullanılabileceğini gösterirler. Kuark düşüncesi ilk elde, kesirli yük hiç gözlenmediğinden, gerçek fiziksel nesnelerin temsilinden çok, parçacık kütlelerinin sergilediği düzenin matematiksel bir açıklaması olarak algılanır. Halbuki daha sonraki kuramsal ve deneysel gelişmeler, yalnız başlarına gözlenememelerine karşın, kuarkların gerçek fiziksel nesneler olduğunu gösterecektir. 1964 yılında, CERN'deki 2m'lik hidrojen dolu kabarcık odasında çekilmiş olan yandaki resmin incelenmesi, yeni bir parçacığın daha varlığını ortaya koydu. Beyaz renkli + işaretleri, odanın üzerinde sabit olup, üç boyutlu patika çizimlerinin hazırlanmasında kullanılıyordu. Odanın alt tarafından beş tane K- mezonu girmiş ve bunlardan birisi, odadaki protonlardan biriyle etkileşmişti. K mezonlarının momentumu 10GeV/c düzeyinde olduğundan, hızları ışık hızının %99.9'u kadar ve üst düzeyde relativistikti. İnşa edilen yandaki etkileşim şeması, üç garip kuark içeren ve seyrek rastlanan yeni bir parçacığın üretilmiş olduğunu gösteriyordu. Manyetik alan, yüklü parçacıkları bükmüş ve yeni parçacık, odada 10cm kadar yol katettikten sonra, nötür bir /\ parçacığı ile bir K- mezonuna bozunmuştu. Gell-Mann'ın daha önce varlığını önermiş olduğu Ω- parçacığı, hem de Gell-Mann'ın hesapladığı kütleyle bulunmuştu. Demek ki, 'baryon, mezon' sınıflandırması doğruydu. Ertesi yıl, leptonların sergilediği düzene bakan bazı araştırmacılar, kuarklar arasında da benzer bir düzenin var olması gerektiği düşüncesinden hareketle, dördüncü bir kuarkın varlığını önerir. Çünkü, yukarı ve aşağı kuarklar, elektronla nötrinosuna, yani iki leptona karşı gelmekte ve bu dördü, I. Nesil olarak nitelendirilen grubu oluşturmaktadır. Muonla nötrinosu ise II. Nesil'e ait olup, simetrinin kurulabilmesi için, bu nesilde de iki kuarkın bulunması gerekmektedir. Dolayısıyla yeni kuarkın varlığı, garip kuarka II. Nesil'de eşlik etmesi için önerilmiştir. Bu öneri pek az fizikçi tarafından ciddiye alınır. Bunlardan Sheldon Glashow ve James Bjorken, dördüncü kuarka 'tılsım' ('charm') adını verir. Peter Higgs, Francois Englert ve R. Brout aynı yıl, parçacıklara kütle kazandırmaya yönelik 'Higgs yöntemi'ni önermiştir. 1965 yılında ise, O.W. Greenberg, M.Y. Han ve Yoichiro Nambu, kuarklar için 'renk yükü' kavramını ortaya atar. Gözlemlenen hadronların hepsi, nötür renk yüküne sahiptir. Kuarklar gözlenemediğinden, model yavaş kabul görmektedir. |
Cevap : Tarihçe
Gerçi kuarklar yalnız başlarına bulunamadıklarından, doğrudan gözlenemezlerdi. Fakat yüksek enerjilere hızlandırılmış elektronları kullanmak suretiyle, protonun içindeki varlıkları hakkında, deneysel kanıtlar elde edilebilirdi. Nitekim, 1968-69 yıllarında Stanford'daki doğrusal hızlandırıcıda yapılan 'elektron-proton çarpıştırması' deneylerindeki elektronların saçılma biçimlerinde, protonun içindeki bazı sert bölgeler tarafından saptırıldıklarına işaret eden bulgular belirlendi. Jerome I.Friedman, Henry W.Kendall, and Richard E.Taylor'un gerçekleştirdikleri bu deney, Rutherford'unkine çok benzerdi. Ancak bu kez hedef, protonlar ve nötronlar, bombardıman eden ışın ise, Rutherford'un alfa parçacıklarından binlerce kez daha yüksek enerji düzeylerine hızlandırılmış elektronlardı. Elektronların saçılma açıları, maddenin bir alt yapı düzeyini ortaya çıkardı. Proton ve nötronların derinliklerinde, kuarkların fiziksel izleri bulunmuştu. 70'li yıllarda diğer hadronlarla tekrarlanan deneyler de benzeri sonuçlar verecekti. |
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.