![]() |
Bu Benim Hikayem
Yaşanmış bir olaydır.
Anaların En Kutsalı Komutanın arabasının okulun bahçe kapısı önünde durduğunu çalışma odamın penceresinden gördüm. Arabayı kullanan asker aşağı indi. Bana geliyordu. Ağustosun sıcağı alevden bir kuş olup geldi, başka yer yokmuş gibi benim yüreğime kondu. Hiç alışık olmadığım bir üşüme sarıverdi bedenimi. Yüreğimdeki alev kuşu yakacağına üşütüyordu. Kesif bir duman gözlerimi buğuladı. Ellerim titriyordu. Askerle okulun koridorunda karşılaştık. “ Öğretmen Bey! Komutanım sizi..” Sözünü tamamlamadan “gidelim.” Dedim. Bahçe kapısına vardığımızda komutan da arabadan inmişti. Soran gözlerle baktım. “ Ahmet “ dedi. “Fatma Kadın’ın Ahmet. Dün gece pusuda dört şehit verdik. Haber bu sabah geldi. Beraber gidelim öğretmenim, evi gösterirsin.” Sesi en soğuk kış gecelerinin taştan han duvarlarından daha soğuktu. “Ev derenin karşısında, araba burada kalsın köprü güvenli değil” Dedim. “ Peki “ dedi. Askere döndü. “Sen arabanın yanında kal oğlum.” Komutan ağır ağır, adımlarına baka baka yürüyordu. Aklında Fatma Kadın’a acı haberi verme mecburiyetinin sıkıntısı vardı besbelli. Yol bitsin istemiyordu. Kendini sırtında ağır bir yükle bir uçurumun kenarında hissediyordu. Yuvarlanmadan o yükü o uçurumdan nasıl indirecekti. “ Ahmet yetimdi komutanım. ” Dedim. “Babası o daha beş-altı yaşlarındayken ölmüş. Birden hastalanmış. Sıcak bir çay iç, iki aspirin at. Bir de terledin mi bir şeyin kalmaz demiş köydeki bu işi bilenler. Ama haftasına varmadan ölmüş. Doktorsuzluk, parasızlık, çaresizlik işte. Fatma Kadın hiç evlenmemiş bir daha. Bir de kızı vardı. Geçen yaz aşağı köye bir oğlana kaçtı. Ahmet askere yeni gitmişti o sıra. Araya girenler oldu. Ahmet askerden döner, bacısıdır, hazmedemez husumet olur, bu yüzden belki başı belaya girer diye barıştı oğlanın ailesiyle gönülsüz olsa da. Ahmet’i bekliyordu kadıncağız. İyi-kötü üçbeş dönüm tarla, iki baş hayvanları var. Kadın haliyle pekiyi bakamasa da bazan köylünün yardımını görerek geçimi kadar mahsul alıyor. Ahmet bir gelsin hele, çoğu bitti diyordu geçenlerde. Köylük yerde geçim de ne ola ki. Azı bulan çoğu hiç aramaz. Ahmet söylememiş anasına ama ,Sarı Süleyman’ın küçük kızı Zehra’da gönlü varmış. Ana kalbi bu anlar elbet. Kızın gönlü var mı bilmiyorum vardı herhalde.” Komutan beni dinliyor mu diye bir göz süzümü baktım. Dinliyordu. Gözlerini ve aynı anda yumruklarını önce öfke sonra da muhakkak alınması gereken bir hınçla sıkışından, o öfke ve hıncın yüzüne vurmuş, karaya çalan sarımtırak acısından anladım. Ama anlattıklarımın sırtındaki yükü taşınmaz hale getirdiğini, başında durduğu uçurumu da dipsiz yaptığını o anda anlayamadım. Yokuşun kıvrımındaki meşe koruluğunu konuşmadan geçtik. Dere boğazında su vardı. “Tahta köprüden geçeceğiz ,az ilerde.” Dedim. Komutan konuşmadı. Sallanan köprünün ardımızda kaldığını, kavak kümesinin serinliğini sırtımda hissedince anladım. Terlediğimi ve yolun tozunun toprağının çamurlaşıp terlemiş bedenime yapıştığını da o serinlikte farkettim. Fatma Kadın’ın evi önümüzde, kocamış bir incir ağacının duldasındaydı. Kapıyı ben mi çaldım bilmiyorum. Ama Fatma Kadın yarı aralanmış kapının önündeydi işte. Evecenlikle bağlanmış renkli yaşmağının yana kaykılmışlığından fırlayan yarı akça saçları alnını tam ortadan kesip yüzüne dökülmüştü. Gözlerini göremedim. Komutana baktım hırsızlama. Daha da ağırlaşan yük, dipsiz uçurum yetmezmiş gibi; dünyanın direği birden kırılmış, koca dünya başı boş,delicesine dönmüş,döndükçe küçülmüş, küçüldükçe pörtükleşmiş,gelip komutanın boğazını tıkamıştı. “Başınız sağolsun “ diyecekti. Diyemedi. Anlamıştı Fatma Kadın. Suya, otlara,ağaçlara, gökyüzünün enginliğine sızım sızım sızan bir sessizlikte birşeyler okumaya başladı. Yalazlanmış ağustos sıcağını serinleten bir yalvarış mı, etrafını saran onlarca kudurmuş köpeği kovan beyaz şimşekli kıpkırmızı bir öfke mi... Sonsuz güce yönelmiş bir niyaz mı? Acı bir gözyaşı sessizliğinde kıvrım kıvrım kıpırdıyan bir mırıltı. “ Vatan sağolsun.” Birden secdeye vardı Fatma Kadın. Sonra kınalı ellerini gökkubbeye kaldırdı. “ Şükürler olsun Rabbim. Ben de şehit anası oldum.” O an her şey sustu. Az önce pörtüklenip komutanın boğazına tıkanan dünya bir hıçkırık olup dışarı boşanmasaydı sonsuza kadar söylenmiş son söz bu olacaktı. Gökler maviliğini, yerler yeşilliğini, çiçekler en güzel kokusunu odaya doldurdu. İçeri sızan evrenin tüm ışıklarında binlerce, onbin kere binlerce elleri kınalı, elleri nasırlı kadın secdeye varıyordu. Göz pınarlarında iki billur damla, tam düşme eşiğinde iken birden donuyor, yanaklarına değil, için için yüreklerine akıyordu. Hayal değildi, gördüm ben bunları. Sallanan tahta köprüden geçip dere boğazına vardığımızda farkettim ki ağlayan yalnız ikimiz değildik. Ağustosun yangınına yağmur yağıyordu. |
saol cok güzel bir paylasım
cok hüzünlü bir hikaye etkileyici:( |
~~enTeReSan...payLasım iCin saoL~~
|
offf yazacak bir şey bulamadım bu nasıl bir yürektir.Ana gibi yar olmaz diye boşa dememişler elinize sağlık çok teşekkürler..
|
Evet Türk analarını ağlatmasınlar artık.
|
Türk anası...
|
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.