ForumSinsi - 2006 Yılından Beri

ForumSinsi - 2006 Yılından Beri (http://forumsinsi.com/index.php)
-   İslami Genel Konular (http://forumsinsi.com/forumdisplay.php?f=324)
-   -   Dinde İbadet Fıkhı İbadette Hissi Boyut (http://forumsinsi.com/showthread.php?t=569225)

Prof. Dr. Sinsi 08-24-2012 04:01 PM

Dinde İbadet Fıkhı İbadette Hissi Boyut
 

His ve akıldan mükevven bir varlık olan insanda ibadetin önemli bir rol oynayabilmesi için bu her iki cenaha da eğilim göstermesi gerekir. İbadetin ruhi boyutu akıl cenahını temsil etmekle beraber, ibadetin hissi boyutunu da ön plana çıkaran önemli göstergeler vardır. Namaz için kıble, tavaf için kabe, sa’i için Safa-Merve, ‘şeytan taşlama’ için cemreler, namaz ve itikâf için mescitler vb.leri, ibadetin kendileriyle bağlantılı kılındığı hissi (somut) alametlerdir.

Bütün bunlardan amaçlanan, insandaki hissi boyutu tatmin ederek meşru olmayan daha farklı yönlere kaymasına mani olmaktır. Bunun hiç de yabana atılır bir mevzu olmadığını şu ayetlerden anlamak mümkündür:

“Hani İbrahim, “Rabbim! Bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster” demişti. (Allah ona) “İnanmıyor musun?” deyince, “Hayır (inandım) ancak kalbimin tatmin olması için” demişti. “Öyleyse, dört kuş tut. Onları kendine alıştır. Sonra onları parçalayıp her bir parçasını bir dağın üzerine bırak. Sonra da onları çağır. Sana uçarak gelirler. Bil ki, şüphesiz Allah mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Bakara: 260)

“Mûsâ, belirlediğimiz yere (Tûr’a) gelip Rabbi de ona konuşunca, “Rabbim! Bana (kendini) göster, sana bakayım” dedi. Allah da, “Beni (dünyada) katiyen göremezsin. Fakat (şu) dağa bak, eğer o yerinde durursa sen de beni görebilirsin.” dedi. Rabbi, dağa tecelli edince[228] onu darmadağın ediverdi. Mûsâ da baygın düştü. Ayılınca, “Seni eksikliklerden uzak tutarım Allah’ım! Sana tövbe ettim. Ben inananların ilkiyim” dedi.” (Araf:143)

İkisi de (S.A.S.) peygamber olmasına rağmen, Allah`in görülmesi ya da ölülerin diriltilmesinin keyfiyeti mevzularında hissi (somut) bir netice görmek istemeleri, böyle bir hissin fıtri olduğunu ve sıradan bir insanin da bunu talep etmesi ya da arzulamasının doğal olacağını ortaya koyar. Ancak İslam, fıtri olan her ihtiyacın makul ve helal olan yolla giderilme yolunu gösterdiği gibi bu ihtiyacın da makul yolla giderilmesinin yolunu göstermiştir. İste ibadetlerdeki hissi boyut, bu ihtiyacın tatmin edilmesinin en önemli yollarından biridir. Bu bakımdan İslam’da ibadetler, akli ve hissi boyutun ikisini birden nazar-ı itibare alacak şekilde tanzim edilmiştir.

Namaz kılan, niyetiyle düşünsel / akli olarak bir ibadeti ifa eder. Bunu da niyet edip namaza “Allah-u Ekber” diyerek başlamakla gerçekleştirir. Çünkü İslam’da ameller niyetlere mebnidir. İbadet niyetinden yoksun bir amel ibadet hükmünü kazanmaz. Spor niyetiyle yapılan namaz hareketleri, diyet niyetiyle gün boyu aç kalınması, gezi amaçlı Arafat’ta bulunmak gibi… Ama namaz kılan kişi aynı zamanda Kâbe gibi somut bir varlığı rabbani bir şiar edinerek hisleri ve hareketleriyle ona yönelir. Bütün bunlar ibadetin his ve duygu, soyut ve somut olarak yaşanmasına olanak sağlaması içindir.

Bu mevzuda da vasatı tutturamayan iki ayrı yaklaşım var:

Bunlardan biri; Akıl–duygu cenahında aşırılığa kaçarak ibadetle alakalı her türlü hissi unsurun üstünü çizer. Mutlak Hak olan Allah, zaman ve mekândan münezzeh olduğuna göre ibadetin de bu esasa bina edilmesi gerektiğine inanır. Tüm yoğunluğun ibadeti akıl-duygu boyutuyla yaşanmasına terkiz edilmesi gerektiğini savunur.

Ancak vasat olan İslami yaklaşım bunu cenahlardan biri saydığından eksik bir yaklaşım olarak değerlendirir ve reddeder. Akıl ve duygunun kabullenmediği bir söz ve eylemin ibadet suretiyle icra edilmesi, onu ibadet kılmayacağı cihetiyle bu yaklaşımla ortak paydada birleşmekle birlikte, cihet-i diğer ile; akıl, duygu ve niyete verdiği öneme rağmen, duygu ve düşüncede varılan derinlik ne olursa olsun insanı tatmin etmeyeceğine ve Mutlak Hakikat’e ulaştırmayacağına inanır. Çünkü insan mücerret duygudan müteşekkil soyut / ruhani bir varlık değil, his boyutuna sahip cismani bir varlıktır da aynı zamanda. Binaenaleyh ‘kalbin temizliği’ iddiası kişiyi sözlü ve fiili ibadetlerden müstağni kılmaz.

İkincisi: His cihetiyle terazinin dengesini tutturamayan yaklaşımdır. İşaret edileni işaret eden, şiar kılınanı onu şiar kılan varlık derecesinde görüp ibadeti ona tahsis eden yaklaşımdır. Bu yaklaşım farkında olmadan paganizme düşerek şirk necasetine bulaşmış olur.

Bu yaklaşım, ibadet ruhunu berhava ederek, medeniyet yolculuğunda insanla Rabbi arasında bağlantı olma vasfına küllen son verir. Halbuki İslam hiçbir şeyi Allah’ın somutlaşmış hali, ya da tecellisi olarak görmez, kabul etmez. Bu noktadan hareketle ilga ve imha ettiği putlar ve putçuluk anlayışıyla, kimi ibadetlerin kendileriyle bağlantılı olduğu Kâbe, Hacer’ül Esved, Safa-Merve vb. arasında net bir ayrıma gider. Putçuluk anlayışında, insan fıtratında olan somut bir varlığa ibadet etme güdüsünün tatmin edilmesi olmakla birlikte, Allah’ın mutlak surette yasakladığı bir şekilde yapılıyor olması İslam’ın ortadan kaldırmayı hedeflediği ana konu olmuştur. Putlarla, Kâbe, Hacer’ül Esved arasında taş olma noktasında hiçbir farklılık olmamakla birlikte birincisi Allah tarafından mutlak surette yasaklanırken, ikinci gruptakiler de mutlak surette emredilmiştir. Bir putun önünde eğilen ile Kâbe önünde eğilen arasında şekilsel olarak bir farklılık yoktur, ikisi de taşın önünde rukü, secde ederler. Ama muhteva olarak birbirleriyle taban tabana zıttırlar. Birincisi o taşı ilah kabul ederken, ikincisi, o taşın taş olmaktan öte bir değerinin olmadığı bilinciyle la yüsel olan Allah’ın emrini icra etmek için o taşın önünde eğilir. Bu yüzden Ömer (r.a) Hacer-ül Esved’e hitaben şunu söyler: “Faydası ve zararı olmayan bir taş olduğunu biliyorum. Vi Allah’ın Resulü’nün seni öptüğünü görmemiş olsaydım seni öpmezdim.” Peki Kabe taşlarına ve cennetten geldiği hadislerle sabit olan Hacer-ül Esved’e İslam’ın nazarı böyleyken, Kabe’nin örtüsüne, bazı özde veli veya sözde veli insanların kabirlerinde yapılanlar İslam’ın hangi nazarını yansıtmaktadır acaba !? İslam, bazı ibadetleri bu tür somut varlıklarla ilintili kılarak insanın ibadet konusundaki his açlığını tatmin etmeyi hedeflemektedir sadece.

Şekilsel olarak aynı olmakla birlikte muhteva açısından farklılık arz eden nice helal-haramlar vardır. Erkek-kadın arasındaki cinsi temas olayında olduğu gibi. Zina eden ile evli olarak bu ilişkiyi gerçekleştiren arasında şekilsel olarak bir farklılık olmamakla birlikte, ikincisi dinin söylenmesini emrettiği birkaç kelimeden sonra helal olurken ikincisi haram olarak kalmaktadır.

İbadetlerin Eğitimi

Tüm ibadetlerden ana maksat, Allah’a ait olan rübubiyet hakkını, kulların ubudiyetle ikrar ve icra etmeleridir. Buna bağlı tali maksat da nefsin ıslahı ve faziletlerin iktisabıyla ahiret saadetinin arzulanmasıdır.

İbadetlerin bu ana ve ara maksada ulaştırma görevini ifa edebilmesi, büyük ölçüde ibadetlerin öğretimi ve bu kanalla verilen ibadet bilinciyle ilintilidir. İbadetlerin; matematik, fizik, kimya kuralları gibi ruhsuz ve donuk bir şekilde öğretilmesi, ibadetten hedeflenenlerin tahakkukunu zora sokar. Sağlıklı bir eğitim programı, insanların Rabbi’ni insanlara sevdirerek, O’na sevgiyle ve şükürle ibadet etmelerini ne kadar sağlayabilecekse, sağlıksız bir program da, O’ndan uzaklaştırıp ibadetlerin zorla ve bir kurallar manzumesi olarak eda edilmesine o denli sebebiyet verebilir.

Önemli olan, insanların ibadet ilminden önce ibadet ruhuna/fıkhına yönlendirilmeleridir. Çünkü ilim kafa ve akıl ile alakalıyken, fıkıh nefis ve kalple alakalıdır. Bundandır ki Peygamber (S.A.S.) dinin öğrenilmesi ile ilgili olarak şöyle buyurur: “Allah kimin için hayır dilerse onu dinde fıkıh sahibi / fakih yapar.” (Buhari ve Müslim)

Peygamber (S.A.S.) ashabına yönelik ibadetlerin eğitiminde dinin kolaylaştırma ilkesine bağlı kalmıştır. Nedeni de gayet basittir, o da; dinin fıtri, toplumun ezici çoğunluğunun da ümmi oluşudur. Böyle bir toplumda kavram kargaşalarına, kelimelerin dil ve ıstılahi manalarına vb. konulara hemen hiç girilmemiş, hemen her ferdin anlayabileceği bir seviyede din tebliğ edilmiştir. Ki zaten insanlara akıl ve idrak düzeylerine göre hitap etmek dinin bir gereğiydi/r.

Bu yüzden daha sonraki asırlarda tartışılmaya başlanan ve hala da tartışması bitmemiş nice fıkhi, kelami, felsefi vb. konuların o dönemde gündeme bile gelmediği görülmektedir.

Örneğin; abdestle ilgili nazil olan ayette “yüzünüzü yıkayın” diye emir geldiğinde Peygamber (S.A.S.) ve ashabı yıkamanın mahiyeti, onunla mesh etme arasındaki fark, yüzün tanımı, nereden başlayıp nerede bittiği vs. konularla uğraşmamıştır. Çünkü herkes yıkamanın ve yüzden kastedilenin ne olduğunu biliyordu.

Ya da abdest eğitiminde; abdeste başlarken ‘ suyu pak ve temiz, İslam’ı da nur kılan Allah’a hamd olsun’ duası, ardından ağız ve burna su alırken şu duayı, yüzü yıkarken şu duayı, kolları yıkarken şu duayı ve devam ede giden bir şekilde her uzvun yıkanmasında, sonradan ihdas edilmiş, Kuran ve sünnette varit olmamış dua ve zikirlerle öğretilmeye çalışılan bir abdest, kişiyi içinden çıkılmaz bir hale getirir. Çünkü avamdan olan birinin bu dua ve zikirleri, hele bir de Arapçasıyla ezberlemesi bir hayli meşakkatli olacağından her abdeste kalktığında büyük bir ağırlık hisseder. Zaten ezberleyemediği için abdestinin ve dolayısıyla namazının eksik ya da yanlış olduğuna inanır. Bu eksiklik veya yanlışlıkla uzun süre devam etmenin doğru olmadığına kanaat getireceğinden ya ibadetlerinden bir haz almaz ya da temelli bırakır. Binaenaleyh dinden olmayan ama dindenmiş gibi öğretilen bazı uygulamaların, kişinin dini mesuliyetlerini bihakkın yerine getirmesine, hatta terk etmesine yol açabildiği görülür.

Halbuki, ayette zikredilen abdest ve hadislerde geçen uygulaması, âlimlerin var olan ihtilaflarıyla birlikte birkaç dakikayı bile geçmez.

Her gelen nesil hüsn-ü niyetle, ibadetleri daha iyi bir şekilde eda etmek, Allah’a karşı sorumluluğunu daha güzel yerine getirmek için o ibadetlere bir ekleme yapmaya kalkarsa, gün gelir o ibadet, orijinaline kıyasla tanınmaz bir hal alır ve İslam’ın ibadeti olmaktan çıkar. Peygamber (S.A.S.)’in ibadetlerine karşılık kendi ibadetlerini hakir gören, bu yüzden de Peygamber (S.A.S.)’den daha fazla ibadet etmeye kalkıp da helal olan kimi şeyleri kendilerine yasaklayan üç sahabenin düştüğü yanlışlık da buydu. Ki Peygamber (S.A.S.) bu konuda onları şiddetle uyarmış, kendisi bir peygamber ve en takvalıları olmasına rağmen onlar gibi yapmadığını beyan ederek ibadetlerin dinin sabitelerinden olduğunu, zaman, mekân ve kişiye göre değişemeyeceği ilkesini ortaya koymuştur.

İmam Şatibi dini eğitimle alakalı olarak şöyle diyor: “Şeriatın öğretilmesi, dini konuların beyanı, felsefi derinliklere girmeksizin cumhur insanların durumuna uygun bir şekilde yapılmalıdır…..Ümmet, ümmi (yani fıtri) bir ümmettir. Bu açıdan ona uygun olan beyan ümmi yani kolay olanıdır…..Selef-i Salih, muhalif olana da olmayana da Şeriatı bu minval üzerinde ulaştırmıştır. Dini ahkâmı delillendirme şekillerine bakan biri, muhataplarının akıllarına uygun olan en yakın ve en kolay yolu seçtiklerini görecektir…”.

Burada mevzubahis olanlar genel halk kitlesidir. Ancak dini alanların birinde branşlaşma çabasında olan biri için durum doğal olarak farklı olacaktır. Bu kişiye düşen, ilgilendiği alanı en derin ve en geniş bir şekilde öğrenmesidir. Ancak bunun halktan talep edilmesi, halka uygulanması dinin öngördüğü bir eğitim şekli değildir.

Fıkıh kitaplarında her konuda olduğu gibi taharet konusunda da uzun uzadıya şartlar zikredilir. Gerek büyük gerekse küçük hadesten taharetle alakalı olarak sıralanan o şartların tümünü uygulamaya kalkan biri tuvaletten çıkamaz bir hale gelir ve vesveseye düçar olur ki tüm ibadet hayatı kendisi için işkenceye dönüşür. Halbuki şeriatın kendisi, su sıkıntısının olduğu bir yerde her iki taharetin de bir taşın üç tarafı ya da üç ayrı taşla yapılabileceğini öğretmektedir. Taşla yapılan bir taharetin, necaseti su kadar temizlemeyeceği bir hakikattir. Taşla yapılan taharette necaset konusunda bir sıkıntı yaşanmıyorsa su ile yapılan bir taharette elbette yaşanmaması gerekmektedir.

Aynı sıkıntı mesela namaz niyetinde de zuhur ediyor. Fıkıh kitaplarında, niyetin ihram tekbirinden önce başlayıp tekbirin sonuna kadar sürdürülmesi gerektiği söylenir. Niyet eden kişi bu sefer bunu ayarlamaya derdine düşer. Acaba niyetim tekbirden önce mi başladı? Tekbirden önce başladıysa acaba tekbirin sonuna kadar devam etti mi? Yok olmadı, sil baştan...bu da olmadı…Yok bu da olmadı…Ve sürüp giden bir niyet savaşı…on defa, yirmi defa artık Allah ne verdiyse…Böylelikle, Rabbi’nin huzuruna çıkacağının bilincinde olarak en huşulu bir hal üzere olması gerektiği bir anda, ayrıntılardan kendisini kurtaramayan kişi, bir şekilde niyetini getirip namaza başladığında ‘ oh be! Bu defa da niyetten kurtuldum’ deme derecesine gelir. Namazın içindeki ayrıntılardan kaynaklanan takıntılar ise işin çabası… Netice itibariyle, şeytanın telkinleriyle oluşan vesvese / takıntıların sonucu olarak ‘acaba’ ve ‘ama’lara kurban edilen nice ibadet ve koca bir ömür…

Halbuki, ayık ve aklı başında olan birinin dalgınlık hali hariç niyet etmeksizin bir fiili yapması son derece güçtür. Bu ister yeme-içmede olsun, ister yürümede-oturmada olsun, ister… Normal fiillerin bile niyetsiz icra edilmesi nerdeyse imkânsızsa, her hangi bir ibadetin niyetsiz icrası daha bir imkânsız olsa gerek. Bundandır ki İmam Ebu Hanife (r.h), zaten kendiliğinden var oluyor diye ibadetlerde niyet şartını getirmemiştir.

Dindeki bu ve benzeri aşırılıklara işaretle Peygamber (S.A.S.) şöyle buyurur: “Aşırıya gidenler helak olmuşlardır.”

Diğer taraftan branşlaşma gibi bir hedefi olmayan, halka yönelik yapılan dini eğitimde bu ayrıntılara verilen önem de calib-i dikkattir. Ramazan ayını fırsat bilip cemaatiyle namaz sonraları fıkıh dersini verme gayretine giren bir âlim / hoca taharetten, abdestten başlar. Necasetten taharet, büyük ve küçük abdest, abdesttin şartları, rükünleri, hangi hallerde bozulduğu vs. konuları işleyecekken, koca mübarek ay geçer, o hala da taharetin şartlarındadır belki. Çünkü mevcut fıkıh kitaplarında taharet ve abdest konuları bir-iki aylık zamana ihtiyaç duyar. Peki Kuran’da abdestle ilgili kaç tane ayet vardır? İki ayet…. Buna mukabil ahlakla, doğrulukla, cihatla ilgili kaç ayet vardır? Nice ayetler… Enfal, Tevbe, Ahzap, Kital, Fetih, Saf, Haşr, Hadid, Nasr vs. nice sure cihatla alakalıdır. Ama maalesef bu cenaha verilen önem kesinlikle bir abdest kadar bile olamamaktadır. Bunun neticesi olarak ‘Öncelikler Fıkhı’nın alabora olduğu bir ümmetin berhava olan nice emek ve yılları kalıyor geriye.

Öyleyse Kuran, herkes için nelerin daha öncelikli ve önemli olduğu konusunda mutlak ölçü olmalıdır.

Şimdi denebilir ki; başörtüsüyle ilgili de Kuran’da bir–iki ayet var. Öyleyse önem sırasını yine buna göre tayin edip önceliklerimizden çıkarmamız mı gerekir? Değil elbette… Günün birinde abdestle ilgili olarak da başörtüsüne benzer bir sorun hâsıl olursa, o vakit abdest konusunun öncelikler arasına alınması kaçınılmaz olur. Demek istenen şudur: Ümmeti öncelikle alakadar eden konuların tespitinin yapılmasıdır. Abdestin öyle bir durumu olmamasına karşılık başörtüsünün varsa ve bundan nice müslümanın canı yanmış ve yanmaya devam ediyorsa o zaman onun öncelikler arasına alınması şart olur. Bedir’den sonra, bir Müslüman hanımefendinin örtüsüne yapılan hakaret neticesinde, Peygamber (S.A.S.)’in bunu nasıl öncelik konusu yaparak Ben-i Kaynuka kabilesini sınır dışı ettiği örneğinden yola çıkarak önceliklerin her an değişebileceğini görebiliriz.

Netice itibariyle; dinin ve özellikle de ibadetlerin halka yönelik eğitiminde, Peygamber (S.A.S.)’in çetrefillikten, kavram kargaşalarından uzak, sade ve kolaylaştırıcı eğitim yönteminin olabilecek en güzel yöntem olduğunu bilmek ve onu uygulamak, dinin cazibesini artıracağı gibi, dindarların ibadetlerinden haz almalarını da kolaylaştıracaktır inş.


Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.