![]() |
Politikanın Oyuncağı;
Türkiye'de türban tartışması Politikanın oyuncağı Türkiye'de devlet dairelerindeki türban yasağı, yıllardır tartışma konusu. Bu tartışma uzun süredir farklı düşünceleri savunan gruplar tarafından bir o yana, bir bu yana çekiliyor. Ömer Erzeren bu konuda toplumsal bir uzlaşmaya varılamayacağı görüşünü savunuyor. İslamcı-faşist bir saldırgan, 2006 Mayıs'ında Ankara'da Danıştay 2. Dairesi üyeleri üzerine ateş açıp, bir hakimin ölümüne, dördünün de yaralanmasına neden olduktan sonra, kamuoyu bu saldırının nedeninin ne olabileceği sorusuna kafa yordu. Yakalanan olayın faili ise polisteki ilk ifadesinde, saldırısının nedeninin türban yasağı olduğunu söyledi. Saldırıya uğrayan hakimler, devlete ait bir anaokulunda görev yapan öğretmenin türban takmasının sakıncalı olduğu yönünde karar almıştı. İslamcı Vakit gazetesi de, bu kararı alan hakimlerin adını ve fotoğraflarını yayımlayarak, bu kişileri hedef göstermişti. Danıştay'ın türban kararı tartışmalara yol açarken, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan da hakimleri sert biçimde eleştirdi. Politik sembol olarak türban Saldırıda ölen hakimin cenaze töreni, onbinlerce kişinin katıldığı, laik Cumhuriyet'in İslami tehditle karşı karşıya olduğunun konu edildiği bir gösteri haline dönüştü. Göstericilerin gözünde üniversite öğrencilerine uygulanan türban yasağının kaldırılması çabaları, laik Cumhuriyet'in tehdit edecek bir dönüm noktası anlamına geliyordu. Danıştay üyelerine yapılan bu saldırı da, Türkiye'de türbanın uzun süredir politik bir sembol haline geldiğinin göstergesi. Anayasa'da güvence altına alınan laiklik, dinle devlet işlerinin birbirinden ayrılması, inanç özgürlüğüne sahip olunması ve dinin kamu kurumlarıyla özel yaşamdaki yeri, Türkiye'de rasyonel bir biçimde tartışılıp, ele alınmıyor. Türbana evet mi, hayır mı? Politik güçler türban konusunu, toplumda farklı kutuplar yaratmak için işlerine geldiği gibi kullanıyor. Türban günlük hayatta önemli bir rol oynamıyor Oysa bu konu halkın büyük çoğunluğunun hayatında önemli bir rol oynamıyor. Kadınların geleneksel nedenlerden dolayı yıllardır taktıkları başörtüsü, politikaya ve siyasete pek yansımadı, bu alanda önemli bir rol oynamadı. Türban, halkın çoğunluğu için gündelik yaşamın bir parçası olan bir eşarptı. Okullarda ya da üniversitelerde kızların başlarını örtmemeleri de doğal karşılandı. Eğitim seviyesinin artmasıyla, başörtüsünü çıkarmaya hazır olanların sayısı da artış kaydetti. Üniversitelerde türban yasağı olmadığı gibi, türban takan öğrenci de yoktu. Cumhuriyetçi, elit tabakanın kızları türban takmıyordu. Üniversitelerde genel türban yasağı Bu durum, 80'li ve 90'lı yıllarda birden bire değişmeye başladı. Kentleşme süreci, inançlı, tutucu ailelerden gelen genç kızların yüksekokullara, üniversitelere kayıt olması, "türban" sorununa temel yarattı. Özellikle siyasi islamın ideologları, kısa süre içinde konunun patlamaya hazır bir bomba olduğunu keşfettiler. Politik islamın yükselişe geçmesine paralel olarak bazı yüksekokullarda türban yasağına karşı düzenlenen gösteriler, öğrencilerin gündelik yaşamının bir parçası haline geldi. Türban konusundaki liberalleşme çabaları, mahkeme kararlarıyla başarısızlığa uğradı. 1997 yılından sonra okul ve üniversitelerin yönetmelikleri sertleştirildi. Yüksek Öğretim Kurulu YÖK, türbanın üniversitelerin tamamında yasaklandığı, bütün yüksekokulların uymak zorunda olduğu bir kılık kıyafet yönetmeliği çıkardı. Seçim kampanyalarındaki en önemli söz Oysa üniversitelerdeki türban yasağının kaldırılması, şimdi hükümette olan politikacıların halka seçim kampanyalarında verdiği en önemli sözlerden biriydi. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın Adalet ve Kalkınma Partisi'nin kökeni İslamcı harekete dayanıyor. Erdoğan, yüksekokullarda uygulanan türban yasağının inançlı öğrencilere uygulanan en "büyük haksızlık" olduğunu defalarca dile getirmişti. Şu an Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı olan Abdullah Gül de, Adalet ve Kalkınma Partisi muhalefetteyken, türbanlı eşinin üniversiteye kaydını yaptırabilmesi için kişisel olarak çaba göstermiş, ancak bu amacına ulaşamamıştı. Erdoğan'ın 2002 yılında iktidara gelmesiyle de durum değişmedi. Yasağın kaldırılması için parlamentoda gerekli çoğunluk sağlanamadı. Ne zaman türban konusu gündeme gelse, Cumhurbaşkanı, ordu, yargı, Yüksek Öğretim Kurulu ve üniversite rektörleri buna karşı çıktılar. Türban tartışmalarına bugün bakıldığında, çamura saplanıp kalındığı gözleniyor. Yani toplumun geniş kesimi tarafından benimsenecek bir uzlaşmaya, bugünkü ortamda yer yok. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi şikayeti reddediyor Türk hükümeti, Tıp Fakültesi'nde okuyan bir kız öğrencinin, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne yaptığı türban başvurusuna büyük umutlar bağlamıştı. Bu öğrenci türban takmakta ısrar ettiği için üniversiteden atılmıştı. Ancak Mahkeme 2004 yılında aldığı kararda, üniversitelerin kılık kıyafet yönetmeliği çıkarmasının, insan haklarına aykırı olmadığına hükmetti. Böylelikle Türkiye'nin iç siyaset sorunlarının bir Avrupa Mahkemesi'nde çözüleceği yönündeki umutlar da suya düşmüş oldu. Tüm bu gelişmelerin ışığında Türkiye'de artık uzun bir süredir, türban yasağıyla ilgili protesto gösterileri düzenlenmiyor. Türban yasağının kaldırılamaması üzerine Başbakan Erdoğan ve Adalet ve Kalkınma Partili siyasetçiler resmi dairelerde uzun soluklu kadrolaşma yoluna yöneldiler. Türkiye Büyük Millet Meclisi 2007 yılında yeni Cumhurbaşkanı'nı seçecek. Yeni Cumhurbaşkanı da, Yüksek Öğretim Kurulu başkanını atama yetkisine sahip. Yani yeni bir Cumhurbaşkanı ve Yüksek Öğretim Kurulu başkanıyla birlikte, üniversitelerde türbanın serbest bırakılmasının önü açılabilir. Asıl tartışma geri planda kalıyor Türban ve bu çerçevede yürütülen tartışmalara bakıldığında ürkütücü olan, laikliğin yapısına ve laikliğin din ile vicdan özgürlüğüyle bağlantısına yönelik, işin özüne değinen tartışmaların yapılmıyor olması. Bu arada Milli Eğitim Bakanlığı'nın destek verdiği muhafazakar-dinci içerikli eğitim müfredatı da okullarda giderek yayılıyor. Son olarak Milli Eğitim Bakanlığı, Fransız ressam Eugene Delacroix'nın, Fransız İhtilali'nin simgelerinden olan, göğsü çıplak bir kadının bulunduğu dünyaca ünlü "Liberty Leading the People" (Halka Yol Gösteren Özgürlük) resmini ders kitaplarından çıkardı. Sansürün gerekçesi ise resimdeki kadının elbisesinin göğüs bölümünün parçalanmış olmasıydı. Ancak aydınlanmacı düşünce tarzının okullardan yavaş yavaş kovulduğu, çıkartıldığı gerçeği, kamu nezdinde türban kadar ilgi görmüyor. Türkiye, eğitim kurumlarında islamcılık adım adım yerleşirken, diğer yandan üniversitelerde türban yasağının uygulandığı tek Müslüman ülke kalmaya devam ediyor. Türban yasağı cehaletin ortaya çıktığı tartışmalara da malzeme oluyor. Son olarak emekli Profesör Muazzez İlmiye Çığ hakkında İstanbul Savcılığı'nca dava açıldı. İstanbul'da yargılandığı davada beraat eden 92 yaşındaki akademisyen hakkında Türklüğe hakaret ederek ve kutsal değerlere saldırarak, halkı din ve düşmanlığa tahrik etmek suçundan dava açılmıştı. Dünyaca ünlü uzman, son kitabında, türbanın İslam diniyle ilişkisi olmadığını, 4-5 bin yıl önce Sümerler tarafından kullanıldığını yazmış, türbanın dini törenler sırasında, tapınak fahişeleri tarafından, diğer kadınlardan ayırt edilebilmek için takıldığını öne sürmüştü. Ömer Erzeren Medyada türban; Malzeme haline getirilen bir sembol Türban, medya ve kamuoyunda Müslüman kadının İslam dini tarafindan ezilmesi olarak algılanıyor. Ancak bu izlenim, basmakalıp ve önyargılı bakış açılarından ve türbana medya tarafından birçok sembolün yüklenmiş olmasından kaynaklanıyor. Sabine Schiffer İslami türban: Baskının bir sembolü mü yoksa kültürel çoğulculuk mu? | Aslında bu bir çelişki: Biz müslüman kadınları kurtarmak istiyoruz, onlar kurtarılmak istemiyor. Hatta biri gidip, türban takabilmek için dava açıyor. Pekala türban, kadınlara baskının ana sembolü değil mi? Artık bu bir parça kumaş, o kadar farklı anlamlarla yüklü ki, yargıçlar bile tarafsız karar vermekte zorlanıyor. Türban o kadar değişik anlamlar kazandı ki, Federal Anayasa Mahkemesi bile öğretmen Fereşta Ludin’in açtığı davada, konuya açıklık getirebilecek bir prensip hükmü vermekten çekindiler, oysa günün birinde böyle bir karar vermek zorunda kalacaklar. Fakat kendi ölçütlerine uygun hareket etmek de zor iş. Gözler bu konuda ister istemez, Avrupa Birliği kapısında bekleyen ve resmi dairelerde türbana izin vermeyen Türkiye’ye dönüyor. Ama burada Türkiye’nin, Almanya’nın aksine laik bir devlet olduğu bazılarının gözünden kaçıyor. Bu nedenle iki ülkeyi karşılaştırmak da hata olur. Yapılan karşılaştırma, başörtüsünü dini bir sembole indirgiyor ve dini sembollerin devletin kurumlarında yeri olmadığını belirliyor. Sembollerin basmakalıp algılanması Böyle bir karar için, tüm dini sembolleri kapsayan tarafsız bir tartışma yaşanması şart, ancak böyle bir tartışmayı burada yapmak mümkün değil. Çünkü türbanın uzun bir gecmişi var. Özellikle Humeyni’nin 1979’da İran’da iktidarı ele geçirmesinden bu yana türban sadece kafalarda değil, aynı zamanda da herkesin ağzında. Türbanın niteliklerine göre, takanların güya sahip oldukları özgürlüğün derecesini saptıyoruz. Müslüman kadına uygulanan baskının sembolü haline gelen türban ayrıca, İslam’da hakim olduğuna inanılan zorlamanın da bir simgesi. Türban veya sakal gibi semboller artarken, 11 Eylül’den sonra gerçeği yansıttığına daha da çok inanılan basmakalıp algılamalar da fazlalaşıyor ve İslam’ın dış göstergeleri Batının kültür ve demokrasi anlayışına açık bir muhalefetin işaretleri olarak görülüyor. Böyle bir muhalefet gerçekten de mevcut, ancak bunu dışardan görmek pek mümkün değil. Pekala genelleme tuzağına düşmekten nasıl kurtulunabilir? Reddetmenin radikal güçlerin ekmeğine yağ sürdüğü, psikolojiden bilinen bir olgu. Bu yolla, İslam’ın Avrupa’da gerçekçi bir yer edinmesini sağlamaya çalışanların çabaları da baltalanıyor. Türbana yüklenen semboller Oysa türbana bu kadar çok sembol yüklenmesi aslında içinde bulunduğumuz toplumdan kaynaklanıyor. Bazı gruplar Müslüman olmayan çoğunluğun uyum yeteneğini türbana karşı tavrına endeksliyor. Bayan Ludin de, dini açıdan kendini bulmasını ve dolayısıyla türban takmasının sembolik değerini ön plana çıkarıyor. Aslında bunun yerine şahsi ar sınırını içeren kültürel kimlik ön plana çıkarılsa yeterli olacak. Tartışmalar, türban takanların şahsi ar sınırları ekseninde dönse, bunların rengi tamamen farklı olurdu. Oysa şimdi dini hoşgörü hakkında ve pek bilinçli olmadan genelleştirilen dünya görüşümüz hakkında kafa yormak zorundayız. Sanayileşmenin ve buna bağlı olarak iş dünyası ve özel hayat gibi bölümlerin birbirinden ayrılmasının sonucu olarak, batıda dış mekan, kamu daha önemli bir konuma kavuştu. Ve bu mekanda hareket edebilme yeteneği güç sahibi olmakla özdeşleştirildi. Bu yüzden de kadının özgürleşmesi ile, dış mekana yayılması birbiriyle paralel giden gelişmeler olmuştur. Özgürleşme ve gerileme Böylece kamuda görünen kadınlar, ev işi ya da kolay algılanmayan benzeri işler yapan kadınlardan daha güclü konuma geldiler. "Ev kadını olmak" mecazi anlamda gerileme olarak görülmeye başlandı. Günümüzde "çalışmak" yüklemi neredeyse sadece "ev dışında çalışmak" anlamına geliyor ve – ne kadar az prestijli olursa olsun – meslek sahibi olmak, ev kadınlığından daha önemli sayılıyor. Bu da feminizmin, neden kadınların meslek sahibi olmalarını, özgürleşme göstergesi olarak kabul ettiğini açıklıyor. Oysa bu tavrın, erkekleri norm aldığı ve kadınların da bu norma uymalarını ön plana çıkardığı düşünülmüyor. Dış mekanın, güç bölgesi olarak görülmesi şimdi başka bir kültürel mekana taşınmış durumda. Evde, yani kamudan sayılmayan yerlerde çalışan ve böylece "görülemeyen" çarşaflı bir kadın, buradaki özgürleşme fikrine ters geliyor. Türban, müslüman kadının kamuda "görünmezliğinin" devamı. Fakat özgürleşmeyi, kılık kıyafet özgürlüğü ile eş tutmak, doğru olmaz. Ve belli bazı kıyafetlerin giyilmemesini talep etmek de, gerçek kıyafet özgürlüğü anlamına gelmez. Türbanı, gayet "görünen" bir olgu olduğu için tartışmalarda farklı şekilde kullanmak mümkün. Ekranlarda çarşaflı bir kadın gösterildiği zaman, yıllardır yerleşmiş çağrıştırma mekanizmaları harekete geçiyor. Bu çağrışımlar bilinçsizce meydana geliyor ve sorgulanmıyor. Bu nedenle türban takmanın gönüllü olmadığı düşüncesi ve benzeri düşünceler, otomatik olarak gerçeği yansıtıyormuş gibi oluyor. Türban: Yabancının sembolü Ayrıca yıllardır, hem haber programlarında hem de gazetelerde "yabancı" konusu, sürekli türban takan kadınların görüntüleri ile sunuluyor ve böylece "İslam yabancılıktır" konsepti besleniyor. Tüm bunlar da, kendilerini çoğu zaman "kurtarılmış" değil "anlaşılmamış" hisseden Müslüman kadınların işine pek yaramıyor. Bu bilgiler, örneğin türban çocuklarımızın yüzyüze gelmesini istemediğimiz bir tehdit haline getirilirken, tamamen gözardı ediliyor. Peki ama bu kumaş parçasını görmek ne gibi sonuclara yol açabilir? Medyada şiddet ya da bazı diğer tartışmalarda çok daha az hassasız. Türbanlı bir öğretmenin, özgürlüğüne kavuşmamış bir kadın görüntüsü aktaracağı yönündeki doğruluğu tartışmalı argümanı bir yana bırakırsak, burada doğrudan ırkçılık karşıtı bir eğitim sunabiliriz. Irkçılık karşıtı eğitim Bu eğitim, bir çocuğun çevresinde tüm yaşam biçimleri yorumlanmadan varolduğu ve böylece "normal" olduğu zaman, tam anlamıyla bir başarıya ulaşır. Bu hem ten rengi, hem de biz yetişkinlerin "(çok) farklı" olarak algıladığı diğer özellikler için de geçerli: çeşitli engeller, dini simgeler, kılık-kıyafet, göz ve vücut şekilleri vs. Ama çevremiz eğitimcilerin arzuladığı gibi ideal tipte değil. Bu dengeyi sağlamak için medyaya başvurulabilir ve yukarıda sayılan farklı özelliklerden, grupların rol aldığı resimli kitaplar ve televizyon programları ile çalışılabilir. Medya burada çok olumlu bir rol oynayabilir. Farkları olduğu gibi kabul etmek Önemli olan herşeyin olması ve özellikle altının çizilmemesi. Zenciler, Uzakdoğulular, farklı dinlere mensup oldukları belli olan kişiler, basmakalıp değil, her türlü durumda olan erkek ve kız çocukları… Tabii en güzeli, çocuğun yaşadığı çevrenin, bu farklı gerçekleri en küçük yaştan itibaren sunması. Böylece bu farklar, konu edilmeden ya da garipsenmeden, olduğu gibi kabul edilir. Bir düşünün ki, okulda türbanlı bir ya da birkaç öğretmen var. Hatta çocuk yuvasında da. Türban konu edilmediği takdirde, bu çocuklar için normal olacaktır ve dikkat çekmeyecektir. Bu da, ırkçılık karşıtı eğitimin en kusursuz şekli olacaktır. Geleneksel olarak işaret edilen herşeyi oluruna bırakmak. Tabii, türban takan kadınların çevremizde varolması ve onlar hakkında yorum yapılmaması da yeterli olacaktır. Çocuklarımız için asıl tehlike, bu bir parça kumaş ve onu takanlar hakkında yürütülen tartışmalar. Şu anda konunun üzerine gidiliş şekli yüzünden, çocuklar, türban takan birini çok farklı bir şekilde algılayacaktır. Sabine Schiffer Başörtüsüz bir inanç;Emel Abidin-Algan Milli Görüş’ün kurucularından Yusuf Zeynel Abidin’in kızı Emel Abidin-Algan, 30 yıldan fazla taktığı başörtüsünü çıkardı. Altı çocuk annesi, 45 yaşındaki Emel Abidin-Algan, neden böye bir karar aldığını Ariana Mirza’ya anlattı. Emel Abidin-Algan; "Dini kurallara harfiyle uyan insandan çok, daha fazla inanan insana ihtiyacımız var" diyor. | Emel Abidin-Algan’ın başını açma kararı, hem Türkiye’de, hem de Almanya’da yoğun tartışmalara neden oldu. Emel Abidin-Algan, insanların sırf dış görünüşüne bakıp da inancını ölçmenin yanlış olacağını söylüyor. Abidin-Algan, iddialı sözler sarfediyor ve bu tarza alışkın olduğu da tavırlarından belli. Birkaç yıl önce Müslüman bir kadın derneğinin başkanı sıfatıyla, Almanya’daki başörtüsü tartışmalarına katılmış, alışılmışın dışında önerilerde bulunmuştu. Emel Abidin-Algan, önce Berlinli bir tasarımcı ile birlikte başörtüsüne alternatif olabilecek şapka modelleri üzerinde çalışmıştı. Daha sonra 2005 yılı başında aldığı bir kararla da başörtüsünü çıkardı. Eşi yeni halini kabul edemedi Başını açtığından bu yana, 45 yaşındaki 6 çocuk annesi Abidin-Algan’ın hayatında çok şey değişti. Abidin-Algan, İrlanda halk danslarının öğrenildiği bir folklör grubuna yazıldı, karma bir grupta Uzakdoğu dövüş sporlarından Aikido öğrenmeye başladı ve akşamları üniversitede öğrenim görmeye başladı. Emel Abidin-Algan, hala onunla oturan üç çocuğunu eşi ile birlikte büyütüyor. Ancak çiftin boşanması kesinleşmiş. Çünkü Emel Abidin-Algan’ın muhafazakar eşi, karısının bu yeni halini kabul edemediğini belirtmiş. Gelenek değil yansıtma Altı çocuk annesi Emel Abidin-Algan, 30 yıldan fazla bir süre taktığı başörtüsünü çıkarmaya, Kuran’daki öğretilere dayanarak karar verdiğini söylüyor. Bu kararı aldığından beri de bağımsız bir bakış açısına sahip olma yönünde mücadele veriyor. Abidin-Algan, bunu sadece başörtüsü ya da örtünme konusunda değil, başka alanlarda da yapmak istiyor. Abidin-Algan, herkesi Kuranıkerim’i bizzat incelemeye, tarihi metinleri okuyarak, inancın ortaya çıkışını araştırmaya yöneltmeye çabalıyor. Emel Abidin-Algan, Müslüman kadınları kendi sorumluluklarını taşımaya ve kendileriyle ilgili kararları kendi iradeleriyle almaya davet ediyor. Abidin-Algan, bu talebinden, herkesten başını açmasını beklediği sonucunu çıkarmamak gerektiğini de sözlerine ekliyor. Başörtüsü takıp takmama konusunda herkesten bağımsız karar almasını beklediğini ve bunu alırken de kendi çekingenlik, utanma sınırını gözönünde bulundurmasını öneriyor. Yüzmeye gittiğinde mayosunu altına giymesini ve öyle yüzmesini buna örnek gösteriyor. Abidin-Algan, "Benim utanma sınırım orada başlıyor" diyor. Kurallardan çok inanan insana ihtiyacımız var 45 yaşındaki Abidin-Algan feminist bir kadın değil. O, Müslüman din adamlarının, müftülerin yorumlarının günümüz koşulları için de geçerli olup olmadığını tartışmaya açmayı hedefliyor. Abidin-Algan, "Peygamberlerin yaşadığı İslam’ı değil, İslami yasaların geçerli olduğu Müslümanlığı" savunuyor. Bu iddiasını kanıtlamak için de çok kapsamlı malzeme toplamış. Yaşına göre çok daha genç gösteren Abidin-Algan, birden bire elinin altındaki dosyayı karıştırmaya, bazı metinlerin bulunduğu sayfaları da dosyadan çekip, çıkarmaya başlıyor. Görüşlerini kanıtladığına inandığı sayfaları göstererek, "Bakın buradaki açıklama çok önemli" diyor ve hararetle işaret parmağını kağıtlardan birinin üzerine götürüyor. Kadınların örtünmesi konusu, Emel Abidin-Algan’ı meşgul eden konulardan sadece bir tanesi. Abidin-Algan’ın yanlış bulduğu bir diğer yaklaşım da, dinde "Allah’ı cezalandıran" olarak görmek. Özellikle çocuk eğitiminde bu bakış açısının çok tehlikeli sonuçlar doğuracağına işaret ediyor. Abidin-Algan’a göre, İslam dini ile ilgili yapılan en ciddi hata, insanların inancı konusunda birilerinin hüküm vermesi ve dinin hiyerarşik bir yapıya dönüştürülmesi. Abidin-Algan, "Dini kurallara bire bir uygun yaşayan insandan çok, daha fazla inanan insana ihtiyacımız var" diyor. Emel Abidin-Algan’ın babası Iraklı, annesi ise Türk. Almanya’da büyüyen Abidin-Algan kendini bir "dünya vatandaşı" diye nitelendiriyor. Ona göre İslam dininde öne çıkan birçok kural, bölgesel alışkanlıkların ürünü. Tartışma ortamı yok 30 yıldan fazla bir süreden sonra başını açan Emel Abidin-Algan’ın görüşleri Müslümanlar arasında nasıl karşılanıyor? Bu soruya yanıt bulmak çok zor. Çünkü Abidin-Algan’ın adı, Alman Federal Anayasayı Koruma Teşkilatı’nın da izlediği Milli Görüş’le birlikte anılıyor. Genç yaşta ölen babası, doktor Yusuf Zeynel Abidin, 70’li yılların ortasında sözü edilen teşkilatın Almanya’daki biriminin kurucusuydu. "Babam benim amacımı anladı" diyor, Emel Abidin-Algan kendinden emin biçimde. Abidin-Algan böyle düşünse de, Milli Görüş içinde şimdiye kadar hakim olan tutum, Abidin-Algan’ın ciddiye alınmaması ya da onunla ilişkilere mesafe konulması yönünde. Şu sıralar Basın ve Halkla İlişkiler öğrenimi gören Abidin-Algan, görüşlerini yapıcı biçimde tartışabileceği bir ortamın mevcut olmamasından dert yanıyor. Emel Abidin-Algan, gelecekte genç kuşak Müslüman kadınların, içinde yaşadıkları toplumla daha sıkı diyaloğa girmesini diliyor. Bu genç kadınların, kendilerini dış görünüşleri ya da fikirleri ile diğerlerinden ayıracak, sınırlayacak yönde davranmalarının, kararlar almalarının ciddi tehlikeler yaratmasından endişe ediyor. Batılı toplumunların ilgisizliği Batı’da büyüyen genç Müslüman kadınların, eğitimlerini ve çok kültürlülüklerini geleneklere uygun yaşamak yerine, İslam dininin barışçıl yönünü keşfetmede kullanabileceklerini söyleyen Abidin-Algan, nihayetinde bu kadınların, Müslüman olmayan bir toplumda İslam dinini yaşayarak büyüdüklerini ve bu halleri ile Müslümanlığın olumlu yönde algılanmasına hizmet edebileceklerine inanıyor. Peki Emel Abidin-Algan, Müslüman olmayan kesimden de çaba göstermesini istiyor mu? Mesela Alman toplumundan hiç mi talebi yok? Abidin-Algan’a göre, Alman toplumu da İslam dinine daha fazla ilgi göstermeli. "Hükümet yetkilileri arasında bile İslam dini konusundaki bilgi yetersiz" diye devam ediyor. Bu arada, son yıllarda ortaya çıkan terör tehdinin de birçok Almanın Müslümanlara bakış açısını olumsuz etkilediği görüşünü savunuyor ve oluşan önyargıların, Alman toplumunun İslam dinine kapılarını açmasını engellediğini vurguluyor. Bu arada Emel Abidin-Algan, Batılı toplumlarda genel olarak birçok olaya yaklaşımın olumsuzluğuna dikkat çekiyor. Batıda yaygın olan genel ilgisizliğin ve bıkkınlığın, tüketim toplumuna dönüşmenin bir sonucu olduğundan emin. Bu nedenle artık maddi değerlerden sıyrılıp, maneviyata yönelmenin zamanının geldiğini söylüyor. Emel Abidin-Algan, manevi değerlere örnek olarak da "inanç ve sevgiyi" gösteriyor. Ariana Mirza kaynak;Qantara.de - Dialogue with the Islamic World |
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.