ForumSinsi - 2006 Yılından Beri

ForumSinsi - 2006 Yılından Beri (http://forumsinsi.com/index.php)
-   Tarih / Coğrafya (http://forumsinsi.com/forumdisplay.php?f=656)
-   -   Hitit Uygarlığı / Anadolu’Nun Çocuk Ve Hayvan Seven Kavmi Hititler (http://forumsinsi.com/showthread.php?t=464107)

Prof. Dr. Sinsi 08-16-2012 12:55 AM

Hitit Uygarlığı / Anadolu’Nun Çocuk Ve Hayvan Seven Kavmi Hititler
 
Hititler: Anadolu’nun Çocuk Ve Hayvan Seven Kavmi

“Hititler....kumral, karmakarışık uzun dik saçlı, düz burunlu koca şeytanlar, her an gülmeye hazır, konuşkan baş eğmez insanlar. Ama aile hayatını, çocukları ve onların yaramazlıklarını, hayvanları seven iyi insanlar. Galatlar’ınki gibi kadınları alçak gönüllü gösterişsizdiler. Kocaları onlara büyük saygı gösterirdi. Büyük pencereli şehirleri yüksek tepeler üzerinde kurulmuştu.” (Fernand Lequenne, Galatlar, S.61)

“Hititler ışığı ve geniş alanları severdi. Steplerden gelen diğer kavimler gibi, beraberlerinde büyük Gök tanrısını (Tarhund) getirmişlerdi. Bu aynı zamanda yılan-ejderhayı öldüren çift baltalı gök gürültüsü tanrısıydı. Burada Hint-Avrupa uygarlıklarının Dyanus, Dyeus Zeus, Deus’unu ve Ural Altaylılar’ın Tengrisi’ni anmamız gerekir.” (S.62)

“Yakındoğu için çok yeni olan bir inanışları vardı. Bir ışık cennetine, adalete, hoşgörüye, ölümsüzlük veren kahramanca ve gönüllü ölüme ve insan özgürlüğüne bir pay ayıran derin fakat çok sert olmayan bir kehanete inanış.” (S.62)

“Hititler bir süre daha, başka yerde olmasa bile yayla üzerinde dayanır. Fakat M.Ö. 1200’e doğru birdenbire Marmara ve Ege kıyılarında ilk defa olarak, arabaları, kadınları ve çocuklarıyla gelmiş olan başka akıncılar görülür. Süt gibi beyaz derili, mavi gözlü, içkiye düşkün sarışın devlerdir bunlar. Gürültücü savaşçılarla dolu yüksek pruvalı gemileriyle bazıları adadan adaya Girit’e kadar giderler. Oradan Mısır’a uzanırlar. Bunlara doğru veya yanlış olarak Deniz Kavimleri adı verilir.”

(Fernand Lequenne, Galatlar S.63)

Hititler Anadolu’ya Nereden Gelmiştir?

Hititler’in Anadolu’ya nereden geldiklerine ilişkin tartışmalar bitmemiştir.

Kafkasya’dan mı yoksa Balkanlar’dan mı geldiler şeklinde süren tartışmaya çivi yazıları eklenince güneydoğu Anadolu ve Irak da girdi.

“Ferdinand Sommer, bir duanın baş kısmını tartışma konusu yapıyor. Bu dua, Hitit Kralı Muvatallis (M.Ö.1300) yazdırdığı bir dinsel-tören metninden alınmıştır:

Göklerin güneş tanrısı, insanlığın çobanı!

Denizden çıkıp yükselirsin göklerin güneş tanrısı!

Göklerde dolaşıp gidersin.

Göklerin güneş tanrısı, tanrım benim!

İnsanoğluna, köpeğe, domuza, kırların yaban hayvanına

Adaleti sen dağıtırsın her gün, ey güneş tanrı!

Burada dikkate değer nokta, ikinci dizedir: ‘Denizden çıkıp yükselirsin göklerin güneş tanrısı!’

Muvatallis zamanında Hititler en az 400 yıldan beri Anadolu’nun iç kesiminde oturmaktaydılar.

Anadolu’da oturan için ise güneş asla denizden çıkıp yükselmeyeceğine göre, bu seslenişte ancak geçmiş yüzyılların bir anısı söz konusu olabilir.

Fakat bu durum, her iki yön için de geçerlidir. Göçleri sırasında Hititler, Karadeniz’i de Hazar Denizi’ni de sol yanlarında görmüş olabilir.

İkincisi; bu Hint-Avrupa ulusunun kral adları, Hint Avrupa dilinden değildir. Başlangıçtan itibaren hep Protohattice’dir.

Aynı durum Hititler’in tanrı adlarında da görülüyor. Tanrı adları da ya Protohattice ya da Hurrice’dir. Bu da Protohatti halka ait öğelerin Hititlerce benimsendiğini gösterir.

Durumu egemen sınıfın yerli halkla kaynaşmak istemesi, sonra da meydana bileşik kültürü temsil yoluna gitmesi şeklinde açıklayabiliriz.

Fakat bu açıklama yeterince doyurucu değildir.

Üçüncüsü; ilk Hitit kralları zamanında Anadolu’da gelişmiş durumda birçok Asur ticaret merkezi bulunuyordu; en önemlilerinden biri de Kayseri yakınlarında bugünkü Kültepe idi.

Yığınla kil tablet buranın çok hareketli alışverişlere sahne olduğunu tanıtlıyor. (Bu tabletler, ilkin Kapadokya diliyle yazılmış sanılmıştı).

Hitit halkının başlangıçtan itibaren belgelerinin ve haberlerinin çoğunu Babil-Asur çivi yazısıyla yazmış olması da yadırgatıcı bir durumdur. Üstelik bu yazı ticaret merkezlerinde tüccarların kullandığı yazıdan da değildir.

Bambaşka bir yazı biçimidir. Başka hiçbir yerde görülmemiştir. Bu bakımdan, her halde çok eski bir yazı olması gerekir.

Hititler ister kuzeydoğudan, ister kuzeybatıdan gelmiş olsunlar, böyle bir çivi yazısını birlikte getiremezlerdi. Çivi yazısı Güney Mezopotamya’nın bir icadıdır. Öyleyse bu yazıyı nereden almış olabilirler?

Bunun yanıtı, Boğazköy çivi yazılı Hititçe tabletlerinin çözümlenmesinin tarihinde yatar. Hititler’in kendi dillerinde, fakat yabancıdan aldıkları Asur çivi yazısıyla yazdıkları metinlerdir bunlar.

((C.W.Ceram adını kullanan) Kurt W.Marek, Tanrıların Vatanı Anadolu, S.72-73)

Hititler Hititçe Mi Konuşuyordu?

Hititler resmi yazılarında başkalarından alınma bir dil ve yine başkalarından alınma bir yazı kullanmışlardı. Bu dil o zamanın diplomat dili Akadca’ydı, yazı da Babil-Asur çivi yazısı.

Bir kısım tabletlerde ise yine başkalarından alınma aynı çivi yazısı vardı, ama bu defa Hititler, kendi dillerini kullanmışlardı. Dr. Friedrich Hrozny de bunları okudu.

Kanun, tıp, hukuk, din, kralların ve ulusların yaptığı işler, töreler ve görenekler bu ulusal dille anlatılmıştı.

((C.W.Ceram adını kullanan) Kurt.W.Marek, Tanrıların Vatanı Anadolu, S.69)

Hattusas’ın Güçlü Kralları...

“Kenti fırtınalı bir gecede aldım; ancak burada elime geçen sadece yaban otlar oldu. Benden sonra kral olacaklardan her kim, Hattusas’ı yeniden canlandırırsa onu göklerin fırtına tanrısına havale ettim.”

“Küçük Hattusas kalesinin beyini yenip kenti yerle bir eden Kussara Kralı Anittas’ın bir tabletinde böyle yazılı. Bu lanet, eski Hitit dilinde uzun bir tapınak yazısının içinde bir parçadır.

Ne var ki, aldırış eden olmamış bu lanete; M.Ö.1800’lerde Hattusas eskisinden daha büyük ve daha güzel olarak yeniden kurulmuş.

O zamanlar Küçük Asya, Suriye ve Mezopotamya’da ulusların nasıl dalgalanmalar meydana getirdikleri konusunda bilgimiz çok az. Sargon’un imparatorluğu (M.Ö.2300 yılları) yıkılalı hayli zaman olmuştur; Asurlular’ın Küçük Asya’ya sokulmaları giderek güçlenmektedir (başlıca yerleşme merkezleri Kültepe’dir).

Şehir devletleri ve küçük krallıklar birbirleriyle sonu gelmez savaşları sürdürmekte, savaş ortaklıkları yapılmakta, arada sırada kısa ömürlü antlaşmalar ortaya çıkmakta, ama asla sürekli, güçlü ve siyasal bakımdan etkili bir büyük güç oluşamamaktadır.

Bu durum Hititler kuzeyden akıp gelince birden değişiveriyor. Hititler, kuzeydoğudan mı yoksa kuzeybatıdan mı gelmişlerdi? Bunu henüz kesinlikle öğrenemediğimiz gibi, geldikleri zaman asıl adlarının ne olduğunu da bilmiyoruz. Fakat bildiğimiz bir şey varsa, bunların Hint-Avrupa kökenli bir ulus olduklarıdır.

Kuşkusuz birkaç bin kişiden fazla değildiler, fakat buranın yerli halkı Proto-Hattiler’’den daha gelişmiş ve daha becerikli oldukları hemen anlaşılıyor. Meydana çıktıkları andan itibaren siyasal yönetim ile askeri güç arasında çok ender dengesizlik gösteriyorlar.

Başka bir deyişle, öylesine güçlü oluyorlar ki, yayılmalarına karşı çıkmayı kimse göze alamıyor. Ayrıca siyasal açıdan büyük yetenek sahibi oldukları besbelli. Öyle ki, çiğneyip geçtikleri ulusları köle yapmıyor, aksine onları bir sadakat ilişkisi içinde eritmeyi başarıyorlar.

Gariptir, ilk Hitit kralları soylarını Kussara hanedanına dayandırmaya önem vermişler, ataları olarak da Hattusas’ı yıkmış ve burayı yeniden kurmaya kalkışacak olanı lanetlemiş bulunan Kral Anittas’ı benimsemişlerdir.

Devletin kuruluşundan 150 yıl kadar sonra bir hükümdar, fermanlarının birinde, ülke çapında giriştiği yeni eylemlerin zorunluluğunu açıklamak için tarihsel bir giriş yapmamış olsaydı,bugün Hititler’in ilk gerçek karlları hakkında pek az şey bilecektik. Bu hükümdar Telipinus’du ve devletin babaları olarak fermanında üç hükümdarın adını veriyordu:

Labarnas, I.Hattusilis, I.Mursilis.

Labarnas adı daha sonra kral’la eşit anlam kazanıyor –tıpkı Sezar, Kayzer, Çar gibi_. Bunlardan öncekiler, I.Tudhaliyas ile Pusarrumas, tarih öncesinin sisleri altında kaybolmuş gibidirler, egemenlik tarihleri kesinlikle bilinmiyor. Bilgiler yetersiz de olsa Hitit devletinin kurucusu olarak Labarnas’ı kabul ediyoruz.

‘Ve ülke çok küçüktü... Ne yana sefer açsa, hemen güçlü ordusuyla düşman bir ülke yolunu kesiyordu.’

Buna rağmen Labarnas, şehir devletleri ve küçük krallıkları daha büyük yeni bir siyasal birlik içinde toplamayı başarıyor, sınırlarını batıya doğru genişletiyor, etki alanını kuzeye ve güneye yayıyor, belki de denizlere kadar uzanıyor.

Bazı kaynaklar ilk kez onun, kendi soyundan geleceklere bir ölçüde tahta çıkmak güvencesi sağlayacak biçimde krallık töresi kurduğunu bildiriyor. Bu güvence, kralın yerine geçecek olanı ataması hakkıydı.

Bu bakımdan oğlu I.Hattusilis (M.Ö.1650-1620), kendisinden sonra tahta çıkabilmiş ve bazı hamleler yapmasına elverişli bir siyasal ortam bulabilmiştir. Güney sınırında bir tampon devlet yaratabilmek için Halep üstüne yürüyor. Fakat düşmanı önünde değil, ardında, kendi sarayındadır.

Halep seferinden hasta bir olarak dönünce, aynı zamanda siyasal vasiyetnamesi de diyebileceğimiz ve ilkçağ dünya edebiyatında eşine ender rastlanır düzeyde kişisel şikayetnamesini yazdırıyor.

Bu son sözlerinde şiirsel nitelikte bir yakınış vardır:

‘Büyük kral Labarnas, kurultaya ve soylulara şöyle seslendi:

Bundan böyle ben hasta biriyim artık. Sizlere ‘tahta çıksın diye’ genç Labarnas’ı takdim ettiğim zaman, onu oğlum bilmiş, kucaklamış, yüceltmiş, hatta şımartmıştım.

Ama bu delikanlının hastalığım sırasında öyle davranışları oldu ki, anlatılır gibi değil.

Ne gözünden yaş geldi, ne de en ufak bir acıma belirtisi gösterdi.

Soğuk ve katı yürekliydi.

O zaman ben, kral, kendisin son bir kez daha sınamak istedim ve hasta yatağıma çağırttım.

Böyle bir durumda bir yeğenin bile öz oğulmuş gbi yakınlık göstermesi gerekmez mi?

Ama ne gezer!

Delikanlı, kralın sözüne aldırış bile etmedi.

Ama anasının sözlerini, o yılanın sözlerini can kulağıyla dinliyordu.

Zaman zaman kardeşleriyle hemşireleri de ona kötü laflar taşıyıp duruyorlardı. Ben kral, bunların hepsini öğrendim.

Madem ki öyle, o halde dişe diş, dedim.

Artık bu iş bitsin! O benim oğlum değil artık! Bu sefer de anası bir inek gibi bağırmaya başladı:

‘Vay benim tosunumun başına gelenler!Mahvettin bizi, anlaşıldı, niyetin onu öldürmek senin!’

Peki ama, ben kral, ona hiç kötülük yapmış mıydım? Onu rahipliğe yükselten ben değil miyim?

Hep onun iyiliğini istemiştim, hep buna yol göstermiştim. Fakat o hiçbir zaman kralın dileklerine karşılık vermedi.

Sadece hep kendi isteklerini kolladı; böyle yalnızca kendini düşünen biri, Hattusas’ı sevebilir mi?’

Kral ölmek üzereyken, yerine geçmesi için hemen başka birini önerir ve yeteneksiz bulduğu oğlunun yerine torunu Mursilis’i aday gösterir. Daha önce de asıl oğluyla kızını cezalandırmayı unutmaz, gelirlerini azaltır, belirli bir yerde oturmak üzere sürgüne yollar. Sonra da bir prensin doğru eğitimi üzerine görüşlerini sıralar.

Yeni seçilen halefine öğütler verir. İstedikleri şunlardır: Sürekli sarayın içinde yaşayacaksın, ama yine de hep alçakgönüllü davranacaksın; yiyeceğin ekmek, içeceğin su olmalı; şarap içmeyi ancak çok yaşlandığın zaman düşüneceksin; ‘o zaman iç içebildiğin kadar!’

M.Ö.1620 yıllarına ait bu şikayetname ve vasiyetname karışımı yazı, eskiçağ biliminin bir muammasıdır. Dildeki bu duruluk, yakınışla yol gösterici öğütlerin, hikaye ile diyaloğun büyük bir sanat gücüyle kaynaştırılması öyle birdenbire doğmuş olabilir mi?

...

I.Mursilis M.Ö. 1620-1590 yılları arasında hükümdarlık etti. Sağlam bağlardan yoksun şehirdevletler federasyonunu yeniden örgütleyerek Hitit İmparatorluğu’nun asıl korucusu oldu. Böylece firavunlar imparatorluğunun kuzeydoğusunda, Mezopotamya İmparatorluğu’nun kuzeybatısında ilk kez doğunun üçüncü büyük siyasal gücü ortaya çıktı.

Halep’i ele geçiriyor, Babil üzerine yürüyerek burayı da fethediyor. Böylece Hatti adını herkesin korktuğu bir söz haline getiriyor. Ama, bu sefer, tıpkı Büyük İskender’in Hindistan’ı Alman İmparatorunun İtalya’yı ve Kudüs’ü, İsveç Kralı 12.Karl’ın ve Napolyon’un Rusya’yı fethe kalkışması gibi hem kahramanca, hem de akılsızca bir hareketti, çünkü Hattusas’tan 2000 km. uzaktaki Babil’i elinde tutamayacağı besbelliydi, nerede kaldı imparatorluğuna katması!..

1590’da yurduna döndükten kısa bir süre sonra eniştesi tarafından öldürüldü. Bu tarih Hitit tarihindeki ender sağlam noktalardan biridir; ilk Babil hanedanının yıkılışı hakkında Babil kaynaklarının verdiği bilgiye tıpatıp uymaktadır.

Ondan sonra tahta çıkmış Hantilis, Zidantas, Ammunas, Huzziyas gibi kulağa yabancı gelen adların etrafında sadece saray entrikaları, kansoylular ve rahiplerin kralla yaptıkları iktidar kavgaları vardır...

Tahta çıkmayı tayin eden etmen, artık baba ve kardeş katilliği olmuştur; siyasal hayatı ise ikbal düşkünü dullar, iktidar hastası prensler, yaşı küçük hükümdarların arkasında dolaplar çeviren kral naipleri düzenlemektedir. Krallığın gelecek için duraksamalar uyandıran böylesine bir döneminde kurtuluş çaresi ancak hükümdarlık haklarını ve tahta çıkmayı sağlam ilkelere bağlayacak bir düzenin kurulmasıydı.

Böyle bir girişim için zorunlu seçkin anlayışı ve beceriyi gösteren, bu sayede, yeni bir düzen kurmayı başaran Telipinus oldu. Onun gerçekleştirdiği tipik bir meşruti monarşiydi. Hanedanın erkekleri için sırayla tahta çıkmak güvencesi sağlanmıştı, ama yargı hakkı soylular meclisine bırakılmıştı.

Bu hak gerektiğinde kralı bile yargılayacak derecede genişti. Eğer hanedandan biri öldürülür ve bu cinayette kralın parmağı olduğu şüphesi belirirse kendisine uyarıda bulunabiliyor; eğer cinayeti onun işlettiği kanıtlanırsa kral hakkında ölüm cezası verebiliyordu.

Telipinus, kral haklarına geçerlilik sağlama gücünü elde edince, hükümdar sarayında öylesine sağlam bir düzen gerçekleştirdi ki, krala karşı meclisin olanakları azaldı, ancak apaçık bir cinayet olayında yetkisini kullanabilir hale geldi.

Öte yandan Hitit krallık kavramının, Doğu ülkelerinde çok yaygın ve hatta bazı Hint-Avrupa uluslarında bile görülen tanrıya benzerlik, ya da tanrıyı yeryüzünde temsil etme gibi öğelerden uzak oluşu da başka bir ilginç özelliktir.

Anadolu'nun Devasa İmparatorluğu Hititler’in Keşfi’nin İnanılmaz Öyküsü...


“19. yüzyılın 30. yılı başlarında bir Fransız araştırıcı, İç Anadolu’ya yapacağı geziyi özene bezene planlıyordu. Daha sonra ‘Amacım, eski Tavium kentinin yerini bulmaktı’ diye yazar; ‘Bütün ipuçları bu kentin eski Halys’in –Kızılırmak'ın- kıyısında verimli bir bölgede bulunması gerektiğini gösteriyordu.

Fransız’ın ön hazırlıkları sırasında yakındığı türlü işler olur. Gezi notlarında bunları okuyoruz. Önemli değildir bizim için. Ama sonunda Türkiye’ye gelmeyi başarıyor: ‘Her ne kadar derlediğim bilgilerin hepsi eksik şeyler idiyse de, ben, yine kervanımı 28 Temmuz 1834’de harekete geçirdim. Kuzeye gidiyorduk.’

Kısa bir süre sonra Kızılırmak’ın büyük yayı içinde küçük bir köy olan Boğazköy’dedir. Burada tek başına atla dolaşırken birdenbire harabelerle karşılaşır. Soluk kesen bir görünümdür bu. Burasını tarihte bir yerlere bağlamaya kalkışırsa da bu kez büsbütün çaresiz kalır.

Arkeolog ve gezgin Charles Felix-Marie Texier (1802-1871), bilim aşkıyla çeşit çeşit geziler yaptı; 19. yüzyıl onun gibi geçmişin patikalarına sapabilmek için can atan insanlarla doludur. Yine bu yüzyıl, teknik bilimlerin evrimini yansıtan bir ayna gibidir, aynı zamanda o güne kadar tarihin dayandığı temellerin artık bu yükü taşımaya gücü yetmeyeceğini de gösteren geleceğe yönelik bir objektiftir.

Tavium’u arayan Texier, Boğazköy’de dikkatini çeken birkaç şey öğreniyor ve bunların doğruluk derecesini denetlemek istiyor. Yıkık kerpiç evlerin arasından tepeye giden berbat bir yola sapıyor, yalçın kayalarla kaplı tepeye tırmanıyor. Ve birden gördüğü manzara karşısında afallayıp duralıyor:

Önüne, sıra sıra dizilmiş dev taş bloklar çıkmıştır; karşısında binlerce yılın aşındırmasına rağmen yine de sanki ezelden beri varmışçasına bir yapının temelleri yatmaktadır. Devler tarafından yapılmış gibi ölçülere sığmaz büyüklükte bir yapıdır bu.

Tepeye tırmanmaya devam ediyor, pervasızca mahvedilmiş bir arazide çevreyi seyrediyor, bir duvar kalıntısına rastlıyor, adımlıyor, uzunluğu bir kilometredir.

Tepenin doruğuna vardığında dört bir yanını gözden geçirir. Görebildiği kadarıyla bütün bu harabeleri zihninden pergele vurur ve bu yıkıntıların bir zamanlar bir şehir meydana getirmiş olduğunu anlar, hem de ‘en parlak çağındaki Atina kadar büyük bir şehir’.

Böyle bir şehri kimler kurmuştu? Burası Tavium olabilir miydi?

Yoluna devam ederek duvarda iki heybetli kapı bulur. Birinde bir insan vücudu kabartması vardır, belki bir kralın kabartmasıdır, insandan büyük, hiç bilinmeyen bir üslupla yapılmış, o güne kadar gördüklerinin hiçbirisiyle karşılaştırmaya girişemeyeceği bir kabartmadır. Öbüründe taştan bir aslan heykeli vardır.

Bunların resimlerini yapar, sonra da yanındakilere kopyalarını çıkarttırır. Ancak ne var ki, ressamlar kendi çağlarının çocuklarıdır, onlardaki burjuva ruhu, Fransız restorasyon döneminin biçim verdiği bu ruh böyle anıtlara sadece hayranlık duyabilir, fakat onu kavrayamazdı. Bu yüzden de onların bize resim halinde bıraktığı aslanlar hayal ürünüdür. Hele cepheden bakıldığında 19. yy.ın ilk yarısında moda olan Biedermeier stiliyle yapılmış yakıştırma aslanlardır.

Gördükleri karşısında Texier ilk yorumu yapacak gücü kendinde bulur:

‘Tepeden tırnağa eski Tavium’u bulmak düşüncesiyle yüklüydüm, bu harabelerde bir Jüpiter tapınağını, yanı başında Strabo’nun anlattığı düşkünler yurdunu göreceğimi umuyordum... Ama bir süre sonra bütün bu düşüncelerden vazgeçmek zorunluluğunu duydum.’

Arkasından da şunları ekliyor: ‘...burada Roma çağlarından herhangi birine yerleştirilebilecek cinsten hiçbir yapı yoktu. Harabelerdeki bu kendine özgü görkemli karakter, şehre tarihsel adını vermeye kalkıştığımda beni olağanüstü sıkıntıya uğrattı.’

Daha sonraları resimlerini baskıya vereceği sırada , kendisinden bir yıl sonra Boğazköy’ü görüp aynı şekilde burayı Taviuk sanan İngiliz William Hamilton(un notlarını gözden geçirdi ve ayrıca Antikçağ yazarlarının verdiği tüm bilgileri bir kez daha inceleyip kendi görüşüyle karşılaştırdı.

Arkasından da yeni bilgilere dayanarak harabeleri Tavium sanan görüşlere karşı çıktı ve burasının Krezus ile Keyhusrev’in önünde ünlü savaşlarını yaptıkları Pteria olduğunu ileri sürdü.

Ne var ki Texier’i başka sürprizler bekliyordu. Köylülerden biri, onu Boğazköy’den hayli ötelere götürdü; güçlükle yürünen bir patikadan derin bir ırmak vadisine indiler; karşı tepelerdeki düzlüğe varmaları iki saat sürdü. Ve orada Yazılıkaya dediğimiz yeri buldu.

Yalçın bir kaya kitlesi dimdik göğe yükseliyordu. Geniş bir yarık açılmış ve bu yarıktan bakıldığında kabaca düzeltilmiş yontma taşlar üstünde garip resimler göze çarpmaktaydı. Texier bu duvarların üstünde tören alayı halinde yürürken taşlaşmış tanrılar gördü, başlarında sivri külahları vardı, elbiselerin belleri kemerliydi.

Kaya yarığından sağa sapınca, bu defa da başka resimlerle karşılaştı. Bunlar, değişik elbiseli, değişik kişilerdi, kafalarında sivri külahlar yerine takke biçiminde başlıklar vardı. Figürlerden ikisi kanatlıydı, ötekiler de ellerinde ne olduğu pek seçilemeyen bir şeyler tutuyorlardı; arka arkaya sıralanmışlardı, ya da artlarından hayvanlar geliyordu.

Texier gördüğü bu taştan geçit alayından afallamış bir halde çıkış yerini aradı. O zaman sol yanda dar bir aralığın, daha dar bir kaya yarığına açıldığını fark etti. Giriş yerinde olduğu yerde mıhlanıp kaldı, geçitte sağlı sollu taşlara oyulmuş kanatlı iki dev vardı. İnsanüstü bu iki varlık girişin bekçiliğini yapıyor gibiydiler.

Texier durakları ama yine de içeri girdi. Batı yönündeki düz duvarda yeniden bir geçit alayı gördü. On iki savaşçıydılar, kim bilir belki de tanrıydılar. Arka arkaya dizilmişler, sert adımlarla yürüyorlardı. Hedeflerine erişmek çabasıyla kendilerinden geçmiş, korkunç bir katılık içindeydiler. On iki kişiydiler; başlarında sivri külahları, omuzlarında eğri kılıçları, uygun adım yürüyen on iki kişi.

Bunların çaprazlama karşısında taşta çok iri bir figür vardı; korumak istercesine daha küçük bir figürü kucaklıyor, onun üzerinden uzattığı kolu, çiçeğe benzer bir şekli boşlukta tutuyordu. Bu şekil ise hiyeroglife benzer bir yığın işaretten oluşmuştu. Besbelli bir şeyin simgesiydi bu... ama neyin?

Texier bunları seyretti, sonra tekrar büyük avluya döndü. O zaman aynı işaretlerin burada da bulunduğunu gördü. Bazıları havanın ve zamanın etkisiyle öylesine hırpalanmıştı ki, birer işaret olduğunu seçmek bile güçleşmişti. Bütün bu işaretler bir süsleme, birçok bezek değil miydi? Yoksa bir yazıtın parçaları mı?

Yazılı kayalardan ayrılırken Texier, giriş yerinin önündeki düzlüğü şöyle bir gözden geçirdi. O zaman bir duvar kalıntısı fark etti. Neyin duvarı olabilirdi? Bir yapının mı? Yarık kayaya giriş için yapılmış büyük bir kapının mı?
Artık kesinlikle anlamıştı. Burası çok eski çağlardan kalma kutsal bir yerdi. Her şeyi kendine özgü bir kaya tapınağıydı.

Peki ama, kimler yapmıştı burasını? Hangi ulusun din törenleri için kullanılmıştı?

Boğazköy harabelerine doğru baktı; vadinin ötelerinde inişli çıkışlı görüntüsüyle yamaçlara doğru yayılıyor, üstünde yakıcı bir güneş parlıyordu. Burası Tanrı’nın yumruğunu sıkarak işe koyulup yarattığı topraktı.

Daha sonra buralarda bir ulus yaşamış, doğadaki yalçın kayaları taş bloklarla daha da yükseltip daha da yalçınlaştırmıştı. Şu anda bile karşıdaki duvar kalıntısına bakılınca dimdik yükselen kısımlardan, buranın eskiden çatıyla örtülü olduğu anlaşılıyordu. Böylesine heybetli bir yapıyı dikme hevesi ancak çok kudretli krallarda, zengin ve güçlü uluslara egemen olmuş kişilerde bulunabilirdi.

Texier, birkaç cilt tutan anıtsal eseri, ‘Küçükasya Üzerine’yi 1839’da Paris’te yayımladı. Bu eserinde şu gerçeği kabul etmek zorunda kaldığını belirtiyordu: Boğazköy harabeleri, büyük kültürü olan bir ulusun varlığını kanıtlamaktadır.

Fakat 19. yy.ın tarih bilimi, bütün M.Ö. 2. bin yıl boyunca Küçükasya bölgesinde böyle bir ulusun yaşadığından habersiz bulunmaktaydı.

Texier, çağının bilimi için bütünüyle can sıkıcı olan şeyler göstermişti. Harika bir yazı ve resim malzemesi elde et, sonra da bunları açıklamak için en küçük bir dayanak noktası bile gösterme!

Görülmüş iş değildi bu ve her uzmanı daha başlangıçta çileden çıkarmaya yeterdi. O sıralarda henüz genç bir bilim olan arkeolojinin ilgisi 1839’dan sonraki yıllarda Mısır ve Mezopotamya’da yapılmış şaşırtıcı kazılara yönelmiş; Lepsius ve Mariete, firavunlar ülkesinde olağanüstü eserler keşfetmiş, Botta ve Layard da Asur kültürünü aydınlığa çıkarmıştı.

Heyecan uyandıran bu kazılara rağmen, araştırıcılar, Anadolu’daki esrarlı harabeler karşısında susma yoluna gidemediler, çünkü durmadan yeni harabeler gelmekteydi.

Texier’den kısa bir süre sonra Hamilton, yalnızca Boğazköy’e gitmekle kalmamış, buradan pek uzakta olmayan Alacahöyük köyünde yeni bir harabe alanı da keşfetmişti. Alman gezginleri H.Barth ile A.D Mordtmann, 1859-1861 arasında Boğazköy’ü inceleyip Texier’in tıpkısı bilgiler vermişler ve onun kabataslak yaptığı planları da düzeltmişlerdi.

Fransız Langlois, aynı yıllarda Tarsus dolaylarını dolaşmıştı. 1862’den itibaren Fransız bilgini Georges Perrot, bütün Anadolu’yu kapsayan bir inceleme gezisi yapmış ve çok ilginç bir dizi yeni anıt keşfetmişti.

Bu arada eski Boğazköy kenti sınırları içinde, üstü işaretlerle kaplı eğik bir kayayı, Nişantepe’yi bulmuştu. Gerçi işaretler iyice silinmiş ve yer yer taşın üstünde kazıntılara dönüşmüştü ama, yine de Texier’in Yazılıkaya’da keşfetmiş olduğu özelliklerin aynını göstermekteydi.

Bu taşın çok önemli bir keşif sayılması gerekirdi, fakat malzemenin bolluğu nedeniyle Perrot., bunu ancak, ressamı E.Guillaume’un çabasıyla 1872’de yayımlamıştır.

On yıl sonra Alman Karl Humann, Yazılıkaya’daki birkaç kabartmanın ilk kalıplarını çıkardı. Arkasından da Boğazköy ören alanının doğru ölçülere göre ilk kez tam planını yapmayı başardı. Bu başarısını biraz da eski mesleğine borçluydu, zira arkeolojinin büyüsüne kendini kaptırmadan önce demiryolu mühendisliği yapmış, sonra da Bergama Sunağı kazısını bitirerek dünya çapında üne kavuşmuştu.

1887’de Perrot, o zamana kadar Anadolu’da bulunan esrarlı anıtlarda keşfedilmiş ne varsa hepsini büyük bir toplu-eserde bir araya getirdi: Histoire de L’Art Dans L’Antiquite – Antikçağ Sanat Tarihi. Anadolu eserleri arasında ancak birkaç resim ve işaret kümesi hakkında bazı sanılar ileri sürülebilmekteydi. Sanı dediğimiz bu görüşler, aslında ötekiler için de gerçeğin ta kendisiydiler.

1870’de iki Amerikalı, Suriye’de yaptıkları bir geziden sonra birkaç taş hakkında bilgi vermişlerdi. Söz konusu bu taş plakalar, bulundukları yere göre ‘Hama Taşları’ diye adlandırılmış ve Anadolu harabelerinin esrarını çözme çabasında yeni bir dönemi başlatmışlardı. Ancak, Amerikalılar bu taşların hiç de asıl kaşifleri değillerdi. Bunlar, daha 58 yıl önce keşfedilmişlerdi, hem de 19. yüzyılın en ilginç gezgini tarafından.

1809 yılında doğu ülkelerine özgü kılığıyla sakallı bir adam, Malta’dan Suriye’ye giden bir gemiye bindi. Adının Şeyh İbrahim olduğunu ve Doğu Hindistan Kumpanyası’nda tüccar olarak hizmet gördüğünü söylüyordu.

Suriye’de 3,5 yıl kaldı. Çok garip bir tüccardı bu şeyh İbrahim; kimi zaman Halep’te, kimi zaman Şam’da oturuyor, alışveriş yapacağı yerde yöresel dilleri inceliyor, tarihle, coğrafyayla ve özellikle de Kuran’la uğraşıyordu. Bu çalışmalarına yalnız geziye çıkmak için ara vermekteydi.

Güneyde Kutsal Topraklar’a, doğuda Fırat boylarına gitti; Antakya’da Asi Irmağı vadisinde dolaştı. Hz.Musa’nın kardeşi Aron’un öldüğü kutsal Hor Dağı’na çıktı. Bir Habeşistan gezisinde casus diye tutuklandı, sınır dışı edildi ve Mısır’a geldi. Bir paşa, onu iki Arap doktorun karşısına oturtun sınava çekti. Bu sınavda Müslüman yasalarını bilip bilmediğini tanıtlaması gerekiyordu.

Sınavı öylesine parlak şekilde başardı ki, dört ay süreyle ‘yasak şehir’ Mekke’ye gitmek olanağını elde etti. Seksen bin hacı adayıyla birlikte Arafat Dağı’nda şeytan taşlayıp hacı oldu.

O günden sonra da adının başına hacı unvanını koyma hakkını kazandı. 1817 yılında yeni bir geziye hazırlanırken 33 yaşında Kahire’de öldü. Hem hacı, hem şeyh olmasının gerektirdiği saygıların hepsi kendisine gösterilerek Müslüman mezarlığına defnedildi.

Bu şeyh Hacı İbrahim’in asıl adı Johann Ludwig Burckhardt’dır.

1784’de doğmuştu; günümüze kadar önemli diplomatlar ve tarihçiler yetiştirmiş Baselli eski bir soylu ailedendi. Ölümünden sonra Doğu ülkelerine ait orijinal el yazmalarından oluşan 350 ciltlik derlemesi ile günlük defteri Cambridge Üniversitesi’ne miras kaldı. Günlük defteri; coğrafya, eski diller filolojisi ve arkeoloji için eşsiz bir kaynak oldu. Olağanüstü ilginçlikteki bu defter taranıp yeni eserler hazırlanmıştır.

Bu çeşit kitaplardan birinde, Londra’da ve 1822’de yayımlanmış Travels in Syria and the Holy Land – Suriye ve Kutsal Ülkede Geziler’de Asi Irmağı vadisindeki Hama şehrinde bir taş yüzünden kalışını anlatır. Pazarda, bir evin köşesinde bulunan bir taştır bu. Taşı şöyle tasvir eder: ‘Üzerinde küçük figürler ve işaretler olan bu taş, bir çeşit hiyeroglif gibi görünüyordu, ancak Mısır hiyerogliflerine hiç benzemiyordu.’

1822’de Texier’in büyük eseri yayımlanmadan 17 yıl önce, kimsenin bu sözlerden haberi olmayışı doğaldır; bu yüzden de anlattığı şey, çok ilginç bir gezi macerasının olay bolluğu içinde kaybolup gitmiştir.

Aradan 58 yıl geçer; iki Amerikalı, konsolos Augustus Johnson ile misyoner Dr. Jessup, tıpkı Burckhardt gibi Hama çarşısını gezmektedir. Bunlar da en az Şeyh İbrahim kadar meraklıdır. Ve İbrahim’in keşfettiği ‘yazılı taşlar’dan sadece bir tane değil, ‘üstü bir yığın küçük figür ve işaretlerle kaplı’ üç tane taş bulurlar.

Johnson, bir yıl sonra American Palestine Exploration Society – Amerikan Filistin Araştırma Kurumu önünde buluntular üzerine bilgi verir; fakat elinde ne taşların kalıpları vardır, ne de tıpkı eskizleri. Çünkü, ellemek amacıyla taşlara yaklaşmaya kalkıştıkça, her seferinde yerli halktan feryatlar kopmuş, vahşi gösteriler başlamış ve insanların yüzlerinde eyleme geçeceklerini gösteren çizgiler belirmiştir.

Bu esrarlı işaretler zamanın akışı içinde batıl inanca dayalı bir dokunulmazlık değeri kazanmıştı. Bu batıl inanç öğesi, kısa bir süre sonra Halep’te buldukları üstünde aynı hiyeroglif yazılı taşta daha da belirgindi. Yerliler bu taştaki işaretlerde hastalık iyileştirme gücü bulunduğuna inanıyor, özellikle göz hastalığı olanlar, uzak yerlerden gelerek, artık iyice aşınıp düzleşmiş taşa alınlarını sürüyor, böylece dertlerinden kurtulmayı diliyorlardı.

Bu taşları yakından incelemeyi kafasına koyan araştırıcının, başına bir şey gelmeden amacına ulaşması için tam bir yıl beklemesi gerekmiştir. Bu araştırıcı William Wright’dı. O zamanlar Şam’da oturan İrlandalı bir misyoner.

Kendisine bir rastlantı yardım etti. Böyle bir rastlantı sonucu şans yüzüne gülmeseydi, yığınla keşiflerden hiçbirini yapamayacaktı. 1872’de Suriye Valisi değişiyor, bu vali tutucu, bağnaz, Batı biçimi araştırma girişimlerine karşı çıkan bir adamdı. Yerine gelen Suphi Paşa ise, aksine açık düşünceli, liberal biriydi. Hama Taşları’nı duymuş ve rahip William Wright’a inceleme yapması için izin vermişti.

Wright, 25 Kasım 1872’de, bu arada bilim çevrelerinde artık tanınmış bulunan taşları üçüncü kez buluyor. (Aslına bakılırsa, beşinci kez buluştur bu, bu arada başka iki gezgin grubu daha Hama’ya gelip gitmiştir.) Wright’ın kendinden öncekilerden farklı bir durumu vardı. Vali paşanın himayesi altındaydı. Bu himaye yalnız sözde kalmamış, paşa, onun yanına askerler de katmıştı.

Onların yardımıyla Wright taşları evlerin duvarlarından çıkarır. Çok da güç bir iş olur bu. İkide bir yerlilerin başlattığı gösterilerle aksar. Çünkü, Halep’teki taşın göz hastalıklarını iyileştirdiğine inanılması gibi, bura halkının da taşların romatizmayı geçirdiğine inancı kesindir.

Taşlar, paşanın Hama’ya geldiğinde kaldığı konakta muhafaza altına alınınca, hamallardan biri, yerlilerin küme küme toplandığı haberini getirir. Arkasından bağnazların konağı basacakları ve taşları yabancılara vermektense parçalamaya kalkışacakları söylentisi duyulur. Üstelik polis de Hamalılar’dan yanadır.

‘Bir bunalımın oluşmakta olduğunu görüyordum’ diye yazar Wright. Askerler tarafından korunarak Hama sokaklarından geçiyor, halk galeyan halindedir, onlarla konuşuyor ve paşanın taşları ertesi sabah tarttırıp buna göre parasını ödeyeceğine dair söz verdiğini söylüyor. Halk alaylı cevaplar veriyor, çünkü devletin parayla ilgili vaatleri konusunda hayli acı tecrübelere sahiptirler.

O zaman Wright, askerle gözlerini korkutup eğer zorbaca hareketlere yeltenirlerse paşanın şiddetli cezalar vereceğini söyleyerek tehdit ediyor. Sonunda sinirleri harap olmuş bir halde evine varıyor. Notlarında ‘uykusuz uzun bir gece geçirdim’ diye yazar.

Ama, hiçbir olay çıkmıyor. Ertesi sabah Suphi Paşa söz verdiği gibi parayı ödeyerek yerlileri büyük bir şaşkınlığa düşürüyor. Ne var ki tehditle yatıştırılmış ve parayla geçiştirilmiş olan öfke, birden tekrar kabarmıştır.

Geceleyin görülmemiş parlaklıkta bir göktaşı düşmüştür. Bu olay ateşler saçan bir yıldızın gökten inişi şekline dönüşüyor. Sokaklarda koşuşan dervişler, bilen bilmeyen herkese bunu bir felaket habercisi olarak duyuruyor.

Yerliler hemen bir topluluk meydana getirip paşanın huzuruna çıkıyorlar. Bu olay, taşların uzaklaştırılmaması gerektiğini gösteren göksel bir belirti değil midir?

Paşa uzun uzadıya düşündükten sonra, göktaşının herhangi bir zarar verip vermediğini, insan ya da hayvanın ölümüne yol açıp açmadığını soruyor. Hayır, böyle bir şey olmamıştır. Topluluk da bunu doğruluyor.

O zaman paşa, kurnazca bir soru yöneltiyor: ‘Böyle görülmemiş parlaklıkta bir ışık, acaba yapılan işin göklerin de onayladığına işaret değil midir?’

Böylece taşlar ilk postayla İstanbul’a sevk ediliyor. Fakat William Wright daha önceden kalıplarını çıkarmak iznini koparmıştır. Ve bu kalıplar Londra’ya British Museum’a gidiyor.

Texier, Anadolu’nun kuzeyinde harabeler gördü ama bunların ne olduğunu bir türlü kestiremedi. Wright, Hama yazılarının kalıplarını çıkardı, ama bunların neyi gösterdiğini anlayamadı. O zamanlar Anadolu harabeleri ile Suriye’deki taşlar arasında bir ilişki olabileceğinin akla gelmeyişini doğal karşılamak gerekir. Çünkü bunun için zorunlu olan bağlantı zinciri henüz takılmış değildir.

Bu sırada British Museum’dan W.H.Skeene ile George Smith, Fırat’ın sağ kıyısında bulunan Cereblus’da büyük bir ören tepesi keşfetti. (Cereblus, Europus’tan gelir, Grek-Suriye döneminde kentin adı böyleydi)

Bu öreni inceleyen İngilizler, burasının Asur kaynaklarında adı geçen Carchamish-Karhemiş-Karkamış olduğu sonucuna vardı.

Nitekim bunda da haklı oldukları kısa sürede sonra kesinlikle anlaşıldı. Daha toprağın yüzeyine ilk kazmalar vurulunca, aynı esrarlı işaretlerle kaplı bir yığın figür gün ışığına çıkıvermişti.

Bu figürler bütün araştırıcıların ilgisini her geçen gün biraz daha çeken insan başları, eller, ayaklar, hayvan başlarıydı; halkalar, hilaller, kancalar ve sütunlarla karışık haldeydiler.

Her şey bu işaretlerin bir yazı olduğu kanısını güçlendiriyordu. İşin en şaşırtıcı yanı da, bunların yayılma alanının hiç de sadece Kuzey Suriye sınırları içinde olmadığıydı.

E.J.Davis, bu işaretleri Tarsus dolayında İvriz’de anıtsal bir kabartmada bulmuş; ayrıca üstünde yine bu işaretler bulunan mühürler ele geçirmiş, bir süre sonra da Texier’in Yazılıkaya tanrı figürleri yanında keşfettiği hiyerogliflerin, Suriye’dekilere benzediğinden kimsenin kuşkusu kalmamıştı. Hatta bu esrarlı yazılar İzmir dolaylarında bile bulunmuştu.

Ortaya kelimenin tam anlamıyla şaşırtıcı bir olgu çıkmaktaydı. Çünkü bu işaretlerin gerçekten bir ve aynı kökeni vardı. Öyleyse bir zamanlar Ege kıyılarından Suriye’nin içlerine kadar bütün Anadolu’da yazısını kullandıracak derecede güçlü bir ulus yaşamıştı. Ortaklaşa bir yazısı olan böyle bir ulusun, bir de ortaklaşa kültürü olmalıydı. Ne var ki, bu yazı işaretleri ile aynı üslupta olduğu besbelli birkaç anıt bir yana bırakılırsa, böyle bir ulusun varlığını gösteren başka hiçbir belirti, onlardan söz eden tek bir kaynak yoktu.

Acaba gerçekten yok muydu? Yoksa bazı kaynakların verdiği bilgilere o güne kadar gerektiğince dikkat mi edilmemişti?

Tartışmaların herhangi bir olumlu sonuca varmadığı 1879 yılında, bir İngiliz bilim adamı İzmir dolaylarındaki tepeleri inceliyordu. Bir yıl sonra da Londra’da Kutsal Kitap Arkeolojisi Kurumu’nda bir konferans veriyor ve Kutsal Kitabın çeşitli yerlerini tanık olarak göstererek, bilimsel açıdan gözü pek bir tez ortaya atıyordu.

Bu bilgin o zamanlar 34 yaşında bulunan ünlü İngiliz arkeoloğu Archibal Henry Sayce idi ve Britannica Ansiklopedisi yaşayan kimselere çok ender yer verdiği halde, onun hakkında daha sağlığında ‘...Doğu bilimlerine yaptığı hizmetleri bir bir anlatma olanağı yoktur’ diye yazmıştı.

İşte bu Sayce, son on yıllar içinde Küçükasya ve Suriye’de ortaya çıkarılan anıtlarla yazıtların hepsinde belirli bir karakterin bulunmasını, bunların Hitit ulusuna ait olmasıyla açıkladı. Bu ulustan Kutsal Kitap’ta açıkça söz edilmekteydi; ancak o güne kadar önemsiz sayılmış, hiçbir zaman tarihsel araştırma konusu yapılmamıştı.”

Prof. Dr. Sinsi 08-16-2012 12:55 AM

Hitit Uygarlığı / Anadolu’Nun Çocuk Ve Hayvan Seven Kavmi Hititler
 
Hitit Uygarlığı ( M.Ö. 1200-650 )

http://frmsinsi.net/images/forumsins...sinsi.net_.jpg

Hititler ile ilgili bilgilerimiz daha bu yüzyılın başlarına dayanır. Ondokuzuncu yüzyılın sonlarına kadar, Hititlerin tarih içindeki konumu bilinmiyordu. Gerçi Mısır metinleri ve Tevrat bir kavimden söz ediyordu ama bu kavmin Anadolu kökenli olabileceği kimsenin aklına gelmemişti.

İç Anadolu'nun İlk Çağ tarihi ile ilgili yapılan araştırmalar , On dokuzuncu yüzyılda buraları gezen Charles Texier , William Hamilton gibi gezginlerin izlenimlerinden öteye gitmemiştir.


http://frmsinsi.net/images/forumsins...sinsi.net_.jpg

Daha sonra "Yozgat Tabletleri" adı verilen , Boğazköy arşivine ait eserle bulunmuş ve ünlü Çek bilgini Hronzy tarafından 1917 yılında çözülmüştür.

Bu tabletlerde Anadolu'nun bu bölgesinden Hatti Ülkesi diye sözedildiği görüldüğünden bu uygarlığı yaratanlara , Tevrat'taki isimle de uyuşturarak Hititler denmiştir.

Hititleri tanımak Anadolu uygarlığını, hatta Anadolu'nun bugününü tanımak demektir.
Anadolu toprakları üzerinde Hittiler'in mirasçısı olan bizler , bu kültürü tanıdıkça, inançlarını öğrendikçe, bugünkü kültürümüzü daha iyi anlayabiliriz.


Hattiler

Hititler'i incelemeye başlamadan önce, Hitit göçlerinden önce aynı yerlerde uygarlık kurmuş olan ve Hititler'i büyük ölçüde etkilemiş olan Hatti uygarlığını incelemek gerekmektedir.

Yaklaşık MÖ 2500-1700 yılları arasında Anadolu'da büyük bir uygarlık oluşturmuş Hattiler hakkında bilgilerimiz oldukça sınırlıdır. Hattiler Anadolu'nun yerli halkı olarak kabul edilmekle beraber, göçlerle geldiklerini - hatta Türk kökenli olduklarını- savunanlar da vardır. Yapılan araştırmalar Hititler'in uygarlık ve inanç/mitoloji bakımından Hattiler'den oldukça etkilendiklerini ortaya koymuştur.

Hititler kendilerini başka isimle anmalarına rağmen, ülkelerine Hatti ülkesi demeleri ve din ile ilgili tabletlerde rahibin Hatti dilinde konuştuğunu belirtmeleri bu etkiyi göstermektedir. Ayrıca özel isimlerin bir çoğu da Hatti dilinden gelmektedir.


http://frmsinsi.net/images/forumsins...sinsi.net_.jpg

Hatti uygarlığına ait en önemli eserler Alacahöyük'te bulunmuştur. 1935'de Atatürk'ün himayesinde başlayan kazılarda bugün Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde sergilenen güneş kursları, heykelcikler, altın kupalar bir çok eser bulunmuştur.
Yapılan kazılarda ölülerin hocker pozisyonunda bulunması (ana rahminde olduğu gibi, cenin vaziyetinde) , toprak ve yeniden dirilme kültlerini varlığını, dolayısıyla da ana tanrıça kültünün varlığını göstermektedir.


http://frmsinsi.net/images/forumsins...sinsi.net_.jpg

Bir başka buluntu yeri de Tokat Horoztepe'dir. Burada da ana tanrıçaya ait idoller ve tören zilleri bulunmuştur. Ancak buluntuların büyük bölümü yurt dışına kaçırılmıştır.Hattiler'e ait süsleme ve bezeme şekillerinin Anadolu'nun bir çok yerinde görülmesi bu uygarlığın ne kadar yayılmış olduğunu ve önemini göstermektedir. Hatti halkı, hayvan biçimli tanrıların kültünü geliştirmiş, özellikle de boğa en önemli simge olmuştur. Boğa ile gök/güneş kurslarının birlikteliği boğa/gök ilişkisini düşündürtmüştür. Buna göre boğa en büyük gök tanrıyı temsil etmektedir. Hattiler Hititler'le kaynaşmış, Hatti uygarlığı Hitit uygarlığı içinde yaşamaya devam etmiştir.


Hititler'in Kökeni

Anadolu Uygarlıkları içinde en önemlilerinden olan Hititler'in kökeni hala tartışmalıdır. Ancak Hititler'in Anadolu'nun yerli halkı olmayıp dışarıdan geldikleri kesindir. Hatta Hitit adı da daha sonra Eski Ahit'e göre uydurulmuş bir isimdir. Hitit diye andığımız bu halkın kendilerine Nesi dili konuşan Nesili dediklerini biliyoruz.

Batı dünyasındaki bilim adamlarının üzerinde anlaşmaya vardıkları Hititler'in Hint-Avrupa kökenli bir kavim oldukları yolundadır. Konuştukları dil ve ataerkil yapısı ve diğer kültür özellikleri bu görüşü destekler nitelikledir. Ancak Hititler'in nereden göç ettikleri tam olarak açığa kavuşmamıştır.


http://frmsinsi.net/images/forumsins...sinsi.net_.jpg

Cumhuriyetin ilk yıllarında , o zamanki isimleriyle, Etiler'in Türk olduğu söylenmiştir. Hatta Etibank da adını buradan almıştır. Öte yandan Hititler'in olmasa da Hattiler'in Asiatik kavimlerle alakası vardır. Özellikle dilleri ve kültürleri bu bağlantıyı güçlendirmektedir. Öte yandan bir başka teori de Hititler'in Çerkes kökenli olduğu yolundadır. Bu tez de Hattiler söz konusu olduğunda dil ve kültür öğeleri bakımından desteklenmektedir ve olanaksız gözükmemektedir. Ancak daha etraflı araştırma yapılmalıdır. Örneğin Çurey Hattiler ile Hititler'i yer yer karıştırdığından ortaya anlaşılması güç ,hatalı teoriler çıkmış.


Hitit Tarihine Kısa Bir Bakış

http://frmsinsi.net/images/forumsins...sinsi.net_.jpg

Hititler'in kökeni sorununa göz attıktan sonra, Hititler'i Hint Avrupa kökenli, Kafkaslar yolu ile Anadolu'ya girmiş bir kavim olarak kabul edebiliriz.

Hititler'in tarih sahnesinde görülmesi daha öncelere de dayansa Krallığın MÖ 1660-1630 yılları arasında hüküm sürmüş I. Hattuşili tarafından kurulduğu söylenir. Bu konu belgelere bakıldığında biraz karışıktır, çünkü Hattuşili de kendinden önce gelen Labarna ve başşehir Kussara'dan sözetmektedir. Bu dönem ise oldukça karışıktır çünkü anadolu'da yerel krallar hüküm sürmektedir.

Aslında Hattuşili , merkez Hattuşaş olarak krallığı kuran kişidir. Akurgal bu durumu şöyle özetlemektedir:
" Yazılı kaynaklardan belli olduğuna göre sonuç olarak diyebiliriz ki, Labarna adlı bir kral Kussara'da hükümdar olduktan sonra yerine yeğeni Labarna ya da Tabarna adı ile kral oluyor. Ancak bu ikinci Labarna, bir süre sonra idare merkezini , başkent olmaya her yönden elverişli Hattuşa'ya neklediyor ve o yüzden de Hattuşili yani Hattuşlu anlamına gelen bir ad alıyor."

Hattuşili yayılma siyaseti izlemiş ve sınırlarını güneye, bugünkü Suriye'ye ve batıya Arzawa ülkesini alarak genişletmiştir. Bir seferde ölen Hattuşili'nin yerine Murşili geçmiştir. Murşili de babasının yayılma siyasetini izlemiş, Halpa' (Halep) yı almış ve Babil'e kadar uzanarak , yaklaşık MÖ.1550 senesinde, burayı da yakıp yıkarak Hammurabi sülalesini sona erdirmiştir.

Murşili'den sonra bir çok kral gelmiştir. Bunlar içinde en önemlilerinden biri Telipinu'dur(MÖ 1535-1510) Telipinu zamanından kalma yazılar hem Hitit tarihine ışık tutmaktadır, hem de Telipinu ilk olarak krallığın kime kalacağını belirlemiştir : "Birinci kadından doğan erkek çocuk kral olur. Eğer birinci sıradan bir prens yoksa, ikinci sıradan olan erkek çocuk kral olur. Bir kral çocuğu, bir oğlan mevcut değilse, bu durumda birinci sıradan olan kız evlendirilir, onun kocası kral olur."

MÖ 1460-1190 yılları Hitit Krallığının "Büyük Krallık" dönemi olarak adlandırılır. Hurri-mitanni Devleti'nden sonra bu dönemde Anadolu'daki en büyük siyasi güç Hitit Krallığı'dır.

Bu dönemin ilk kralı II.Tuthaliya'dır. Bu önemli kralın sülalesi Hitit Krallığının sonuna kadar hüküm sürmüştür.
Bu dönemde en önemli kralardan bir Şuppiluliuma'dır. Bu kral zamanında (MÖ1350-1345) krallık sınırları iyice genişlemiş, Mısırla ilişkiler yoğunlaşmıştır.

Bir başka önemli kral da Muvatalli'dir (MÖ 1315-1282). Onun zamanında karışıklıklar bastırılmış ve Mısır'a karşı yapılan Kadeş savaşı başarı ile sonuçlanmıştır. Daha sonra III.Hattuşuli ise ünlü Kadeş Anlaşmasını yapmıştır.


Kadeş Anlaşması Tabletleri

http://frmsinsi.net/images/forumsins...sinsi.net_.jpg

MÖ 1200'lü yılların sonuna doğru Hitit Krallığı en parlak devirlerini yaşarken kralın ölmesinden sonra çocuğu olmadığından kardeşi II. Şuppiluliuma'nın tahta geçmesi ile sarayda karışıklıklar çıkmış, hatta halk arasında da başkaldırmalar olmuştur. Bunu üzerine bir de "Kuzey kavimleri" saldırısı eklenince Hitit devleri dayanamamış, istilalar altında tarihe karışmıştır.

Daha sonraları "Geç Hitit" denilen beylikler dönemi yaşanmış, Hitit kültürü güneyde biraz daha yaşamaya devam etmişse de zamanla tarihe karışmıştır.


Hitit İnançları

Bu konu alışkanlık olduğu üzere "Hitit Dini " başlığı altında incelenir. Zaman zaman bu terminolojiyi biz de kullanırız, ancak bu konuyu, genel kuralları belirlenmiş, homojen bir din olmadığı için, "Hitit İnançları" başlığı altında incelemek daha doğrudur. Hititler, belki de Anadolu'nun o dönemdeki mozaiğinden olsa gerek, her topluluğun Tanrısını benimsemiş, çok geniş bir panteon yaratmıştır. Bu yüzden olsa gerek tabletlerde "Hatti Ülkesi'nin bin tanrısı" deyimi geçer. Yazılıkaya'daki tanrılar geçidi de bu konu hakkında oldukça iyi bilgi vermektedir. Ancak tanrı isimlerinin bir çoğu bize yapılan anlaşmalarda tanrıların tanıklığı bölümlerinden ulaşmaktadır.


http://frmsinsi.net/images/forumsins...sinsi.net_.jpg

Hititler, Eski Krallık döneminde Hint-Avrupa ve Hatti kökenli tanrıları benimserlerken, daha sonraları Hurri, hatta Mezopotamya kökenli tanrıları da benimsemişlerdir. Hititler'de Mezopotamya tanrıçası İştar da çeşitli adlarla anılmakta ve büyük önem taşımaktaydı. Bununla birlikte aynı kökenden suların tanrısı Ea ve Damnika, Güneş tanrısı Şamaş ve karısı Aya ve Ay tanrısı Sin, Hitit panteonunda yer almışlardır. Bu tanrılar ayrıca şahiliğin gerektiği yerlerde yer almışlardır.

Hititler'de tanrılar tamamen insanlar gibi düşünülmüştür; buna göre tanrılar insanlara ait duyguları yaşayabilmekte, hatta acıkmakta, susamakta ve hastalanmaktadırlar.

Bu tanrılardan büyük bölümü yerel ve çeşitli topluluklara ait tanrılardır. Bu dönemde Hurri, Luwi, Pala, Hatti ve Mezopotamya tanrıları çoğunluktadır. Tanrılar ne kadar çok olurlarsa olsunlar aslında belli özellikleri ortak olan tanrılardır.


Ana Tanrıça ( Fildişi,Kültepe,M.Ö.XVIII.Y.Y.)

http://frmsinsi.net/images/forumsins...sinsi.net_.jpg

Diğer bir deyişle, farklı isimlerde aynı özellikleri taşırlar. Bu bağlamda belli başlı tanrı özelliklerini ortaya koyabiliriz.
Hitit inançlarını konu başlıkları halinde incelemek daha doğru olacaktır :


Hititler'in Tanrıları

*Gök Tanrı /Fırtına Tanrısı

Hitit panteonunda en önemli tanrı kuşkusuz "Gök Tanrı" idi. Yerel olarak değişik isimlerle çağrılan bu tanrı Hatti dilinde "Taru" , Hurri dilinde "Teşup", Hitit dilinde ise "Tarhu,Tarhuna ya da Tarhunt" diye adlandırılıyordu.

Aslında Hititler geldiklerinde , Hint Avrupa kökenli bir tanrıları vardı. Şiu ismindeki bu tanrı, Yunanca Zeus ve Latince Deus,dii sözcükleri ile aynı kökendendi. Bu kök hem tanrı hem de gün ışığı , parlamak gibi anlamlara da sahiptir. Ancak zaman içinde Şiu özel tanrı ismi olmaktan çıkmış ve genel olarak tanrı anlamına gelmiştir. Ancak Hititlerin de bir dönem, Luwiler gibi Hint Avrupa isimli başka tanrı isimlerini de korudukları zannedilmektedir.

Tanrı'nın isimleri ve sembolleri konusunda Akurgal'da aşağıdaki alıntıyı almakta fayda vardır:

"Baştanrı Hitit metinlerinde genellikle 'Hatti Ülkesinin Gök Tanrısı' , 'Göğün Tanrısı', 'Hattuşanın Tanrısı', 'Sarayın Tanrısı' gibi adlarla anılmaktadır. Ayrıca 'Ordunun Göktanrısı', 'Yağmur Göktanrısı' gibi adlandırmalara da rastlanmaktadır. Bir tanrının hiyeroglif işareti ikiye bölünmüş bir elipsten oluşur. Önce söz konusu işaret sonra, gök tanrısı demek isteniyorsa, ikiye bölünmüş elipsin altına W biçimli yıldırım işareti yazılırdı ; ikisi birden gök tanrısı anlamına gelmektedir. "

Gök tanrı ile dağlar, daha doğrusu dağ tanrıları, arasında sembolik bağ vardır. Aslında bunu "dağların gökkubbeyi taşıdığı" inancı ile birlikte ele almak daha doğru olacaktır. Bu, daha sonra Yunan Mitolojisinde göreceğimiz Atlas efsanesinin ilk şekli olmalıdır. Bir Hitit metninde, gök tanrının, dağ tanrılarının sembolize eden iki erkek figürü üzerinde durması da bu görüşümüzü güçlendirmektedir.

Gök tanrının en önemli sembollerinden biri de boğadır. Boğanın gök tanrıyı sembolize ettiği düşünülmektedir. Alacahöyükte çıkan bir kabartmada kral ve kraliçenin boğa heykeli önünde yaptığı saygı duruşu da aslında gök tanrı ile ilintili olmalıdır. Çatalhöyük'ten, belki de daha eski çağlardan beri önemini koruyan bu sembol daha sonra Yunan Mitolojisinde Zeus'un boğa kılığına girmesinde de karşımıza çıkacaktır.


Mührü
Kral III.ncü Murşili'nin
http://frmsinsi.net/images/forumsins...sinsi.net_.jpg

Gök tanrısı aynı zamanda fırtına tanrısı idi. Zaten Anadolu'nun iklimini göz önünde bulundurursak -eskiden daha sıcak olduğu düşünülüyorsa da- fırtınaların ne kadar önemli olduğu açıktır. Hatta bir fırtına sırasında kral II.Murşili'nin dilinin tutulduğunu öğreniyoruz :

"Birden hava bozdu. Gök tanrısı korkunç bir şekilde gürledi ve ben ürktüm. O zaman ağzında söz azaldı ve söz kesiklik yaparak yukarı doğru çıktı. Yıllar geçince bu düşlerimde de kendini duyurmaya başladı. Bu düşlerden birinde tanrının eli bana değdi ve konuşma gücümü bütünü ile yitirdim."

Geç dönemlerde , gök tanrısının bütün özellikleri Fırtına tanrısına geçmiş, Hurrilerin fırtına tanrısı Teşup da Hititler'in gök tanrısına eş değer bir konuma yerleşmiştir. Teşup için daha çok Toros ve güneyinde, Suriye'ye kadar olan bölgede kült merkezleri vardı.

*Tanrıça

Hititlerde tanrı kadar tanrıça da önemlidir. Zaten bunun izdüşümü olarak da Hitit toplumuna kadın erkeğe eş değer konumdadır.

Hitit Tanrıçası , Hattilerde "Vuruşemu", Hurrilerde "Hepat" diye adlandırılmış tanrıçadır. Hititlerde "Arinna'nın güneş tanrıçası", geç Hititlerde "Kupaba" olarak da geçmiştir. (Kybele de büyük olasılıkla aynı inancın devamıdır. )

Bu tanrıça isimleri tabletlerde farklı isimlerde geçseler de aynı özelliklere sahiplerdir. Özellikle Hurri etkisiyle, Teşup'un panteona girmesiyle beraber Teşup'un karısı tanrıça Hepat da önemli bir yer tutmaya başlamış, Hatta Arinna'nın güneş tanrıçası ile eş bir konuma gelmiştir. Bir belgede şöyle denmektedir:

"Bütün ülkelerin kraliçesi efendin, Arinna'nın güneş tanrıçası ! Hatti ülkesinde sen Arinna'nın güneş tanrıçası adını alırsın, sedir ağacı ülkelerinde ise Hepat adını alırsın."

İlginçtir, yüzyıllar sonra Apuleius da böyle bir ifade kullanacaktır. Çoğu kabartmada Tanrı ve tanrıça yanyana eşit önemde tasvir edilmişlerdir. Yazılıkaya'da da bu tanrısal çiftin betimlemeleri vardır. Bunun yanında bu çiftin oğulları da koruyucu tanrı olarak önemlidir.

Tanrıçalar arasında en önemlisi kuşkusuz Arinna'nın güneş tanrıçasıdır. Arinna kenti hakkında değişik varsayımlar vardır. Ancak en kuvvetlisi ve arkeolojil delillere dayananı , Arinna'nın Alacahöyük olduğudur. Arinna'nın güneş tanrıçası krallığın hayatında da önemlidir. II.Murşili(MÖ1345-1315) uzun zamandan beri ihmal edilen bu kültü canlandırmış ve kazandığı zaferleri buna bağlamıştır:

"Ben majeste, babamın tahtına oturduğumda çevredeki bütün düşmanlar benimle savaşa giriştiler. Ancak ben hiç bir düşman ülkesine karşı sefere çıkmadan önce Arinna kentinin güneş tanrıçası ile ilgili bayram törenlerini düzenledim[...] ve ona seslendim: Arinna'nın güneş tanrıçası! Benim efendim, benim yanıma aşağıya gel ve [...] senin topraklarını almak isteyen çevredeki düşman ülkeleri yok et.! Ve Arinna'nın güneş tanrıçası sözümü duydu ve bana geldi. O zaman babamın tahtına oturur oturmaz, çevredeki düşman ülkeleri on yılda yendim ve onları yere vurdum."

Zamanla Hepat gibi başka tanrıçalar da bu derece öneme sahip olmuşlar ve "protokol"de yerlerini almışlardır.

*Yerel Tanrılar

Hitiler'in yerel tanrılara bakış açısı Ahmet Ünal'ın Hitit Sarayındaki Entrikalar Hakkında Bir Fal Metni isimli çalışmasında açıkladığı metinlerde çok iyi gözükmektedir. Bu bir fal metnidir ve olan olaylar hakkında tanrılara görüş sorulmaktadır. (Fal konusu ileride ayrıntılı olarak işlenecektir). Bu metinde Arušna kenti tanrısı önemli bir yer tutmaktadır. Bu tanrıyı Ünal şöyle açıklamaktadır:

"Tapınağı, kültü ve kült personeli Arušna'da bulunan, Hititlere oldukça yabancı ve adı bilinmeyen bir tanrıdır. Bu yabancılığa rağmen büyük kralın hastalığı yüzünden Hitit sarayı onunla sıkı bir ilişki halindedir. Çok alıngan ve nazlı bir tanrı olup, bu fal metninin yazılmasına o neden olmuştur. Çünkü kralın hastalığı konusunda kendisine başvurulmamış, bu yüzden de gazaba gelmiştir. Öfkelenmesinin başka bir nedeni de, kraliçeden bir rüya aracılığı ile istemiş olduğu altından çelenklerin aksesuarlarıyla birlikte kendisine verilmeyip, mabeyincinin evinde saklı tutulmasıdır. Bundan dolayı,tanrının öfkesini yatıştırmak için kefaret verilmesi gerekmiş, büyük kralın tutulmuş olduğu hastalıktan kurtulduktan sonra, bir af dileme ayinine katılmak üzere bizzat Arušna'ya gitmesi, fal aracıyla saptanmıştır. Tüm bu çabalara rağmen tanrının öfkesi yatıştırılamamış ve anlaşılan bu yabancı tanrının kültünü iyice bilmeyen Hititli rahipler, tanrının bakımını, ayinlerinin yapılmasını vs. Arušna'lı rahiplere bırakmak zorunda kalmışlardır."

Bunun dışında başka yerel tanrılar da olaylara göre önem kazanmışlardır.

*Hayvan Tanrılar

Bunların dışında Hitilerde hayvan biçimli (zoomorphique) tanrılar da vardır. Hitilerde hayvan biçimli kaplar zoomorf tanrı düşüncesini kült aletleridir. Fırtına tanrısının boğa ile sembolize edilmesinden dolayı boğa biçimli kaplar en önemlileridir. Burada bir konu üzerinde daha ayrıntılı olarak durmak gerekmektedir. Ancak bir Hitit metninde II.Muwatalli'nin duası) şöyle geçmektedir :

"Hatti'nin Fırtına Tanrısının önünde yürüyen boğa Şeri, efendim, benim dua olarak bu sözlerimi tanrılara bildir! Efendiler, göğün ve yerin efendileri tanrılar bu sözlerimi ve duamı işitsinler."

Buradan anladığımıza göre boğa fırtına tanrısına eşlik etmekte ve tanrılarla insdanlar arasında aracılık yapmaktadır.

Böylece kabartmalarda gördüğümüz boğaya tapınma sahnesi de daha anlam kazanmaktadır.
Bu Yunan mitolijisindeki Hermes'inkine benzer bir roldür.

Ayrıca Ayı/insan biçimli figürler de Hitit sanatında yer almıştır.
Hitit sanatında ilginç bir figür de Sfenks'tir. Sfenks de Mısır kökenli olup Suriye yoluyla Hitit sanatına geçmiştir.

Kubaba

Hitit tanrılarına uzun uzun isimleriyle yer vermemize rağmen , Anadolu'daki tarih sürekliliği açısından Kubaba üzerinde durmak gerekmektedir.

Büyük Hitit İmparatorluğu zamanından beri en önemli merkezlerden bir de Kuzey Suriye'de bulunan Kargamış olmuştur. Bu dönemde Hitit krallık ailesinden vasal krallar tarafından yöneytilen Kargamış, Hitit İmparatorluğu yıkıldıktan sonra bir "Geç Hitit Devleti" olarak varlığını sürdürmüştür. Bu merkezin en önemli tanrçalarından bir de Kubaba'dır. Burada büyük saygı gören Kubaba daha sonra Anadolu'da Kybele adıyla yaşayacaktır.


Hititler'de Tanrı Kültleri

Hitit tanrı kültleri aslında devlet dinidir ve bu kültlerin görevlileri de devlet görevlileridir.Hitit tanrı kültlerinde kaya/açık hava tapınakları önemli bir yer tutmaktadır. Günümüze, aşağıda ayrıntılı olarak incelenmiş, bir çok açık hava tapınağı ulaşmıştır. Bir çoğu da, ne yazık ki, defineciler tarafından tahrip edilmiştir. Bunlar içinde Yazılıkaya en önemlileridir.

Buradaki tanrılar geçidinde 60'tan fazla tanrı ve tanrıça tesbit edilmiştir. Tanrıların başında sivri bir külah ve dizlerinin üstüne kadar inen beli kuşaklı bir giysi varken, tanrıçaların başında silindirik bir başlık ve üzerlerinde bluz ve pilili etek vardır.Yazılıkaya'daki tanrıların büyük ölçüde Hurri panteonunu gösterdiği gözükmektedir. Hititler tanrıları insan gibi (antropomorphique) düşündükleri için "Tanrıların Evi" olarak düşünülen tapınakların büyük önemi vardı. Tapınaklar tam anlamı ile tanrının evi idi. İlgili tanrının ya da tanrıçanın heykeli burada durur, ve tanrının ya da tanrıçanın burada olduğuna inanılırdı.Tanrı heykeli tapınakta iken sadece kral, kraliçe ve seçilmiş rahipler heykelin olduğu odaya giremeye izinliydiler. Başkasının, özellikle de bir yabancının girmesi ölümle cezalandırılabiliyordu.

Hattuşaş'taki gibi büyük tapınaklar olduğu gibi daha küçük şehirlerde daha küçük tapınaklar vardı. Genelde, tapınağın asıl merkezinde bir avlu ve bu avluya bakan odalar vardı. Tanrı heykelinin bulunduğu kutsdal oda tapınağın arka yüzünde olduğu için iki taraftan da ışık alabilmekteydi.

Hattuşaş'taki tapınakta iki kutsal oda vardı. Bunlardan birinin Fırtına Tanrısının odası olarak, diğerinin de Arianna'nın Güneş Tanrıçası adına düzenlendiği düşünülmektedir.Yazılıkaya ise daha farklı olarak açık hava tapınağı idi. Burada bayramlar kutlanıyor ve özel törenler (yeni yıl gibi) düzenleniyordu. Tapınaklar dinsel merkezler olduğu gibi aynı zamanda ekonomik merkezler de olmuşlardır. Buralarda sadece tapınağa verilen hediye ve bağışlar saklanmamış aynı zamanda tahıl deposu olarak da işlev görmüşlerdir. (burada genelleme yapmak olanaksızdır, ancak yapılan kazılar ışığında böyle bir sonuç çıkarılmıştır.) Tanrılar heykellerle ya da idollerle gösterilebildiğine göre bir de bu objelere ait kültler vardı. Bu heykellere etrafının süslenmesi ile törenle tapıldığı gibi, heykel bir arabaya bindirilerek gezdirilerek tören yapılırdı. Bunun sonunda Tanrı heykeli , açıkhavaya, koruluğa, ormana ya da yüksek yerdeki ZI.KIK taşına götürülmekte ve burada kurban kesilmekte, yemek yenmekte ve oyunlar oynanmaktaydı. Hatti tanrılarına yapılan törenler diğer tanrılara yapılan törenlere nazaran daha neşeli geçmekte olup, dans,eğlence akrobasi ve çeşitli gösteriler yer almakdaydı. Ayrıca şehrin koruyucusu olarak tanrıya armağanlar sunulurdu. Tanrıya değerli madenler hediye olarak sunulduğu gibi yiyecek, içecek de sunulmaktaydı. Libasyon1 da çok sık kullanılan bir sunu biçimi idi. Alp de bu törenleri şöyle anlatmaktadır :

" Kralın başrolü oynadığı, kraliçenin, prenslerin, prenseslerin ve devletin bir çok yüksek rütbeli görevlilerinin katılımı ile gerçekleşen dinsel bayram törenlerinde, merasim alaylarında ve çoğu kez tapınakdaki kült salonunda tanrı heykelinin ya da altarının önünde hayvan kurban etme ve içki sunma (Hititçe šipant-) ve ekmek kırma (hititçe parš-) ve diğer yiyecekler sunma ya da adorasyon(tapma) sahnelerinde şarkı, müzik ve bazan dansla eşlik etmenin büyük önemi vardı. [...] Bu sahnelerde hangi tanrıya kurban sunuluyor ya da tapılıyorsa, o tanrının mensub olduğu etnik grubun dilinde (örneğin Hattice, Luwicw, Palaca, Nešaca ya da Hurrice) şerkı söylemek adetti. Metinlerde bu dillere ait şarkı sözleri ele geçmiştir. Her bir etnik gruba ait ayrı şarkıcılar vardı."

Yaşar Coşkun'un kap isimleriyle ilgili yaptığı çalışma ve içerdiği metinler de bize törenler hakkında da bilgi vermektedir:

" Ertesi sabah kral tanrının iç-evine gider, yumuşak kurban ekmeğini parçalar ve onu buğday harşiialli'sine2 koyar. "
"Sonra [bir tane kurbanlık ince ekmeği Tanrı x] e[parça]lar, üzerine kes[ilmiş] karaciğer (ve) yüreği [koyar], karaciğerin üzerine bir tane pişirilmiş döş eti [ve] onları sonra kurban masasına koyar. Şarabı huprushi3 önünde (kurban içkisi olarak) sunar. Sonra Fırtına tanrısına bir tane ince ekmeği parçalar. Üzerine kesilmiş karaciğeri yüreği koyar, karaciğerin üzerinde bir tane pişirilmiş döş eti [ve onl]arı sonra kurban masasına koyar"

Tapınak görevlileri ile ilgili bir direktif metni de tapınak içi külte ışık tutmaktadır. Bu metinde tapınak çalışanlarının temiz olmaları istenmekte, hatta kıllarını dahi kesmeleri istenmektedir. Ayrıca temiz kabul edilmeyen domuz ve köpeğin girmemesine dikkat etmeleri istenmektedir. Tapınak çalışanlarının tanrıya sunulmuş olanı kendileri ya da yakınları ile tüketmemeleri de özellikle vurgulanmaktadır. Görevliler "o tanrı olduğu için hiç bir şey söylemez ve bize hiç bir şey yapmaz" dememeleri gerekmektedir çünkü " tanrının ruhu kuvvetlidir, yakalamak için acele etmez. Fakat yakaladığı zaman artık bırakmaz. " Bu alıntılar da tapınak görevlilerini tanrıdan fazla korkmadıklarını ve sunuları diledikleri gibi paylaştıklarını göstermektedir.
Burada ilginç direktifler de vardır:

" Eğer bir kimse kadının yanında yatarsa (o) tanrıların ibadetini ne şekilde düzenlerse (ve) tanrıya yiyecek (ve) içecek (ne şekilde) verecekse kadının yanına (da) aynı şekilde gitsin. Sonra kadının yanında yatsın. Gün ağardığı zaman derhal yıkansın. Sabahleyin tanrıların yemek zamanında derhal (tapınağa) varsın. Eğer o ihmal ederse onun için (bu) büyük suçtur. Eğer kim bir kadının yanında yatarsa, onun amiri (ya da) büyüğü arkadan (bir kült görevi) yapmaya zorlarsa o (doğruyu) söylesin. Eğer o söylemeye cesaret edemezse arkadaşına söylesin ve yıkansın. Eğer o bilerek sonraya bırakırsa (ve) henüz yıkanmadan tanrıların kurban ekmeğinin ve kurban içkisinin yanına kirli olarak yaklaşırsa, bu durumu arkadaşı bilirse ve o sana kötülük eder (de) eğer gizlerse, fakat arkadan meydana çıkarsa [onlar] için ölüm cezası (verilir). Onların ikisi de ölsünler. "


Bayramlar

Hititlerde bir çok bayram/festival vardı. Yapılan araştırmalar sonucu 18 kadar bayram tespit edilmiştir. Bunlardan en önemlisi kuşkusuz Purulliyaş adı verilen bahar bayramıdır. Bu sözcük hatti kökenlidir ve kök olarak "dünyanın" anlamına gelmektedir. Bu bayram çeşitli ayinlerle ve mitosların canlandırılması ve anlatılması ile kutlanırdı.

Hitit bayramlarından AN.TAH.SUM.SAR diye anılan bitki bayramı, ilkbaharda 38 gün sürmekte, sonbahardaki NUN TARRIIASHAS ise 21 gün devam etmektedir.

Hititler'de bir ilginç bayram da Hadauri bayramıdır. Bu bayramın kutlanışını Balcıoğlu şöyle anlatmaktadır:

" Bu bayramın ne detaylı ne de kısmi bir tasviri mevcut olmadığından, diğer bayramlarda sık sık karşılaştığımız, içki, ekmek, türlü hayvanlar ve değişik yemek türlerinin vs. Sunulup sunulmadığını bilmiyoruz. Hadauri bayramının geçtiği tüm metin yerlerinde kurban hayvanı olarak koyunun sunulması, bu bayramı diğerlerinden yıran en büyük özelliktir. [...] bu bayramın bir başka özelliği de, İlkbahar ve Sonbahar olmak üzere yılda iki kez kutlanmış olmasıdır."

Bu bayram Güneş tanrı, Fırtına tanrısı ve bazı Hatti kökenli tanrıların tapınağında kutlanmaktadır. Bu bayramın ayrıca AN.TAH.SUM.SAR içinde de kutlanmış olunduğu düşünülmektedir.


Hititler'de Doğa İle İlgili İnançlar

Hititler'de doğa ile ilgili kültler olduğu da yapılan araştırmalarda görülmüştür. Hitit panteonunda varolan pınar/kaynak tanrı/tanrıçaları, Hitiler'in su kaynaklarını, pınarları kutsal olarak kabul ettiklerini göstermektedir. Eflatunpınar'daki anıt da bu görüşü doğrulamaktadır.

Hititler dağları da kutsal kabul etmiş ve dağ tanrılarına inanmışlardır. Ayrıca her dağa ait törenler vardı. Dağ tanrıları genel olarak uzun etekli , sivri külahlı olarak tasvir edilmişlerdir. Elbisesinin üzerinde dağ sembolleri de oladuğu görülmektedir. Ayrıca bazı gösterimlerde boynuzu da vardır. Anadolu'da Hitit ülkesindeki dağları düşündüğümüzde dağ tapımının olması normal gözükmektedir. Ancak Alkım Yesemek üzerine yaptığı çalışmada dağ tanrılarının kökenini dışarıya bağlamakta ve ilginç sonuçlar çıkarmaktadır:

1. Dağ tanrısı Hitit dinine ve sanatına yabancıdır, dışarıdan gelmiştir.

2. Bugünkü bilgilerimize göre dağ tanrısının en eski tasvirlerini Suriye'de Mari'de (MÖ XVIII yy), Suriye stili mühürlerde (MÖ XV-XIII. yy), Kuzey Mezopotamya'da (MÖ XV.yy) ve Kassit sanatında görmekteyiz.

3. Dağ tanrısının ve motifinin Mitanni-hur bölgesinden çıkmış olduğu anlaşılmakta ve bu fikir genellikle kabul edilmektedir.

4. Dağ tanrısının taş plastik sanatındaki ilk tasvirleri tamamıyla cephedendir, sakallıdırlar, ayakları, tanrının yerden çıkıp yükseldiğini belirtmek amacıyla, resmedilmez.[...]

5. 11. Anadolu Hitit sanatında dağ tanrısı tasvirlerine bugünkü bilgimize göre MÖ XIII. yüzyıldan itibaren rastlıyoruz. Hitit çivi yazısı metinlerinde de dağ tanrılarının nitelikleriyle ilgili çeşitli kayıtlara rastlanır. Gerek Eski Hitit Devleti ile İmparatorluk Çağı arasındaki devrede ve gerek İmparatorluk devrinde Hur etkisinin Anadolu'da sezildiği sırada diğer hur tanrılarıyla birlikte dağ tanrılarının da Hitit panteonunda yer almış olması mümkündür.

Prof. Dr. Sinsi 08-16-2012 12:55 AM

Hitit Uygarlığı / Anadolu’Nun Çocuk Ve Hayvan Seven Kavmi Hititler
 
Hititler'de Fal ve Kehanet

)Hititler, tanrıların isteklerini, öfkelenmişlerse nedenlerini öğrenmek üzere fala başvurmuşlardır. Ancak bunların yanında çok daha basit konularda da fala başvurulduğu gözükmektedir. Burada fal kehanetten daha farklı olarak ele alınmalı ve tanrıların verdiği işaretlerden farklı tutulmalıdır. Faldan anlamamız gereken, falı açan kişinin, bir olay hakkında tanrının görüşünü sormasıdır. Bu durmda aynı zamanda tanrıya karşı bir itiraf da söz konusu olmaktadır. Hititlerde çeşitli fal bakma yöntemleri kullanılmıştır.

Hayvanların iç organlarına bakılması, kuşların uçuşunun takip edilmesi gibi pratikler Hititler'de de mevcuttur. Bunların dışında su yılanlarının havuz içinde hareketlerine bakma, bir çeşit taşlarla oynanan oyuna benzeyen talih falı gibi fal metodları da kullanılmıştır.

En çok uygulanan, olumlu ya da olumsuz soru sorulmasıdır . Bu konuda bir fal metninden bir bölüm bilgi verecektir:

" Majestenin hastalandığı konusuna gelince: [........ve] Aruşna kenti [tanr]ısı majestenin hastalığı konusunda hiç bir şekilde sorulma[mıştır. Ey tanrı bunun için kızdıysan, birinici et işaretleri olumlu, sonuncuları ise olum]suz olsun. Birinci et işaretleri olumludur[...] Aruşna kenti tanrısının (majestenin) hastalığı yüzünden öfke içinde saptanmış olmasına gelince: Ey tanrı, herhangi bir şekilde tapınağın içinde mi Öfkelendin. (Eğer öyleyse) et işaretleri olumsuz olsun. Solda suti olumsuz. Ey tanrı eğer (sadece) tapınağında öfkelendiysen , fakat majesteye [ka]rşı hiç bir şekilde kızmadıysan, et işaretleri olumlu olsun."

Metin böylece uzayıp gitmektedir. Buradan da gördüğümüz şekil , Hititlerde falda sık kullanılmaktaydı. Hititlerde fal metinleri bir çok konu hakkında da bilgi edinmemizi sağlamıştır.

Ahmet Ünal, Hitit tabletlerinde neden deprem,su baskını,kuraklı ya da Boğazköy'ü yılın 5-6 ayı etkisi altında bırakan kar gibi olaylara yer verilmediğini soruyor (örneğin kar sözcüğünün Hititçe karşılığı bilinmemektedir) ve şöyle yanıtlıyor :

" Aradan yıllar geçtikten sonra araştırmalarımın ağırlık merkezini büyü metinlerine kaydırdığımda gödüm ki, Hititler'in doğal gözlemleriyle ilgili bir çok noktalar bu metinlerde saklıdır. Doğaya dönük gözlemlerin pek çoğu, olumlu ya da olumsuz vasıflar olarak analoji büyülerinde kullanılmışlardır; yani falan falan nasıl iyi veya kötüyse , falan falan da aynı şekilde iyi veya kötü olsun. [...] Pratik düşünceli Hititler her şeyin minyatür modelini de yapmışlardır. Önemli ayinlerin yürütülmesi gereken kutsal bir dağ düşman işgali altında bulunduğunda, o dağın sembolik bir modeli yapılmış ve ayinler sembolik olarak bu modelin üzerinde yapılmıştır. "

Bir yöntem de rüyalar vasıtasıyla tanrıların isteklerini öğrenmektir. Temiz olarak iştiareye yatmak Hititlerde çok sık yerine getirilen bir pratiktir. Günümüzdeki iştiareye yatmaya çok benzeyen bu uygulamada temizliğin çok önemi vardı. Gelecekten haber almak için en önemli yöntemlerden biri de yıldızların hareketlerini izlemektir. Bu pratik Hattilerden beri vardır. Bu yöntem bazı doğa olaylarını hatta toplumsal olayları önceden tesbit etmek amacıyla kullanılmıştır. Burada Mezopotamya etkisinden de sözedilebilir. Bu gözlemleri yapmak için kullanılan en ilginç alet Güneş Kurslarıdır.


Güneş Kursu

http://frmsinsi.net/images/forumsins...sinsi.net_.jpg

Alacahöyük'te bulunan güneş kursları hakkında Sezginer şöyle demektedir:

"Güneş Kursunun yapılmasının amacı Güneş, Dünya, Venüs ve Mars'ın birbirlerine göre durumlarını zamana bağlı saptamaktır. [...] Buluşları zorunluluklar yaratır. Alacahöyük yöresinde, gökyüzü yılın büyük bir bölümünde yıldızların gözlenmesini olanaksız kılacak biçimde kapalıdır. [...] yıldızların birbiri ile ilşkilerini gözlemle saptamak ancak yılın beşte birinde olasılık içinde olduğundan yılın geriye kalan beşte dördünde bu ilşkileri saptayacak bir alete ihtiyaç vardı. İşte bu alet Güneş Kursu olarak ortaya çıktı. [...] Güneş Kursunun icadı herhangi bir olağanüstü kozmik bilgiye değil, zorunluluk altındaki astrologların aldıkları sonuçları ve uygulamaları karşılaştırarak elde ettikleri tecrübelere dayanmaktadır. [...] Bu 'Evren ölçeği' yıllar sonra astrologların yeni yöntemleri gelşitirmesi sonucu ödevini yitirince dinsel törenlerde Evren'in simgesi olarak kullanılmaya başlandı. [...] Uzun sopların üzerine takılarak törenlerde kullanılan bu Güneş Kursları belki de Orta Doğu uygarlıklarında hükümdarlık simgesi olan 'alem'lerin büyükbabaları oldu. Belki tesadüf ama 'alem' Arapça 'evren' demektir. "

Ayrıca Ay'ın şekilleri de kehanet anlamı taşımaktadır:

1. Ayın rengi sarı, sol ucu sivri, sağ ucu küt gözüküyorsa, 2 ilkbahar güzel olacak.

2. Eğer ayın sağ ucu göğe dönük ise ülkede bol ürün olacak.

3. Eğer ayın sağ ucu yere doğru ise bütün ülkenin hasadı kuruyacak.

4. Eğer ayın sol ucu göğe dönükse ülkede düzelme olacak.

5. Eğer ayın sol ucu yere dönükse ülkede ölümcül salgın hastalık olacak.

6. Eğer ayın uçları güneye dönük ve uzamış görünürse, Akad ve Elam kralı ölecek.

7. Eğer ayın uçları kuzeye dönükse Akad kralı düşmanı yok edecek.

8. Eğer ayın uçları batıya doğru uzanmışsa yangın olacak "

Bunun dışında Hitilerde kehanet için farklı yollar vardı. Normal ya da sakat doğumlara göre , meteorolojik olaylara göre kehanet yapmak, astrolojik gözlemler yapmak da sıkça uygulanırdı.


Hititler'de Büyü

Hititler de dönemin diğer uygarlıkları gibi büyüye meraklı bir topluluktu.
Çeşitli konularda büyülerin yapıldığı tespit edilmiştir. Cinsel büyüler, aile içi büyüler hatta kara büyü Hititler tarafından yapılmıştır. Ayrıca kuraklık önlemek, hastalıkları yok etmek, şans getirmek vs. için de büyüler yapılmıştır. Büyüye çoğu zaman kurban töreni de eşlik etmektedir. İyi amaca yönelik , tapınak rahibeleri tarafından yapılan büyüler de Hitit kültüründe yer almıştır. Bu tür büyücülere "yaşlı kadın" denilirmiş . (günümüzdeki cadı ya da yaşlı büyücü kavramına ne kadar tanıdık.) Kara büyü ise sonu ölüme kadar gidecek cezaları içermekteydi. Bir Hitit yasa metninde şöyle denmektedir:

"Eğer özgür bir adam bir yılan öldürürse ve başka bir adını
söylerse bir mina gümüş versin; ve eğer bir erkek köle , işte tam o ölsün"

Bu metinden Hititler'de, birinin adını söyleyerek yılan öldürme şeklinde bir tür kara büyü yapıldığını öğreniyoruz. Burada kişinini modeli yerine yılan alınmaktadır. Dikkat çekici bir husus da özgür insanın öldürülmeyip sadece köleye ölüm cezası verilmesidir. Başta ölüm cezasının herkes için olduğu ancak sonradan sadece köleler için uygulandığı düşünülebilir.
Telipinu Fermanında da bu konu geçmektedir :

" Eşyayı her zaman temiz tutun. Kim aile arasıda büyücülük bilirse, siz onu aile içinde yakalayın! Onu saray kapısına1 getirin! Kim onu getirmezse, gelecek, O insana kötü şeyler olacak."
Büyü yapmak kadar büyüyü çözmek de yaygındı. Bir metinde şöyle demektedir :
" Büyülenmiş olan bu adamı şimdi ben büyüden çıkardım. Onu toprağa geçirdim ve onu bağladım. Büyü ve fena rüya bağlanmıştır, onlar artık yeryüzüne çıkamazlar, siyah toprak altı onları çekiyor."

Cinsel güçsüzlükten hastalıkların tedavisine kadar bir çok olayda büyünün sıkça kullanıldığı görülmektedir. Aslında Hititlerde bir çok eylemin içinde büyü vardı. Yeni bir yere ev yapılırken ya da tapınak inşaa edilirken temellerin altına bazı sunular konulmaktaydı. Buna göre idolü konan tanrı orayı koruyacak ya da konan madenin özelliklerini alacaktı. Örneğin temele bakır konarken şöyle denmeliydi :

" Bak! Bakır dayanıklı ve ölümsüz olduğu gibi bu tapınak da öyle dayanıklı olsun ve orada kara toprakklar üzerinde ölümsüz olsun."
Zaten tapınağı yapan da tanrılardır :
"Onu (tapınağı) erkek tanrılar marangoz gibi inşa ettiler. Fakat temel taşlarını tanrı Telipinu alta koydu; orada onların üzerlerine duvarları bilgeliğin kralı Tanrı Ea inşa etti. Fakat ağaç(lar) ve Taş(lar) bütün dağlardan getirildi ve toprağı tanrıçalar getirdi. "


Hititler'de Ölüler Kültü

İnsanların fiziksel beden ve ruhtan oluştuğu düşüncesi büyük olasılıkla Hititler'de de vardı ve ruhun ölümden sonra da varolduğu ve yeraltına gittiği düşünülmekteydi. Hatta burada ölüye annesinin yol gösterdiği de düşünülmekteydi. Muwatalli'den sonraki tabletlerde de ölüm gününün "anne günü" diye anılması bu ilişkiyi göstermektedir. Ruhlar insanlara ancak rüyalar vasıtası ile gözükmekteydi. Bunu dışında da ruhların ziyareti olasıydı. Özellikle kendilerine kurban sunulmayan ya da haksızlık sonucu öldüğü düşünülen kişilerin ruhları yaşayanları sık sık rahatsız etmekteydi. Tabletlerden ölülere kurban sunulduğu da anlaşılmaktadır.


http://frmsinsi.net/images/forumsins...sinsi.net_.jpg

_____ O O O _____

http://frmsinsi.net/images/forumsins...sinsi.net_.jpg

Ancak tabletler genelde krallardan sözettiği için bunun doğal olduğu düşünülebilir, çünkü kral öldükten sonra tanrı oluyordu ve tanrıya kurban sunmak gerekliydi. Bunun yanında halktan kişilerin de ölüye kurban sundukları bilinmektedir. Bu ölüleri yatıştırmak için olduğu gibi , Hitit ianaçlarına göre günahlar babadan oğula/kıza geçtiği için (aynı inanç Yunan mitolojisinde de vardır), günahlardan kurtulma amacıyla da olabiliyordu. Ünal filolojik olarak ilginç bir sonuca da varmıştır :

"Burada Hititçe kelime haznesinde, şimdiye kadarki bilgimize göre 'düşünmek' fiilinin olmadığına da değinmek gerekecektir. Öyle anlaşılıyor kii hititlerde 'düşünmek' insanın bizzat kendi ruhuyla konuşması, onunla diyalog kurması şeklinde ifade edilmiştir. "
Hititlerde ölü gömme adetleri zaman içinde farklılaşmıştır. Eski İmparatorluk çağında ölüler olduğu gibgi gömülürken daha sonraları yakılma ve küplere ya da taş sandık mezarlara gömme adeti uygulanmıştır. En önemli cenaze kral ya da kraliçenin ölümü dolayısıyla yapılmaktadır. Kınal şöyle anlatmaktadır:

"Gerçekten de Boğazköy vesikaları arasında "Eğer Hattuşaş'ta büyük bir hadise olursa,yani kral ve kraliçe tanrı olursa" etiketini taşıyan ölü metinleri ele geçmiştir. Bu metinlere göre kral veya kraliçe tanrı olunca, büyükler onun için ağlamaya başlardı. Hemen bir sığır kurban edilir ve ruhu için de şarapla içki kurbanı takdim edilirdi. Aynı günü akşamında yine bir keçi kesilir ve mevta bir arabaya konularak hususi surette kurulan bir çadıra götürülürdü. Burada tekrar kanlı kurban ve içki kurbanı yapılırdı. Bundan sonra tablet kırılmıştır. Fakar başka bir metinde ertesi günü ihtiyar kadınlar kızgın bir ateşi şarapla söndürdüklerine göre, ölü geceleyin yakılmaktadır. İhtiyar kadınlar ateşten kemik bakiyelerini toplayarak bunları içleri yağla doldurulmuş çömleklerin içine koymakta ve balahere bu kapları mabedde, belki de Yazılıkaya'nın küçük galerisindeki hücrelerde muhafaza etmekte idiler. "
Bu tür törenlere büyücü anlamındaki yaşlı kadının da eşlik ettiği olmaktaydı. Ölüye sunulan eşyalar da çok zengin eşyalar olmayıp bazı süs eşyalarıydı


Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.