![]() |
Tarih Kitabı - 1931
Kitabı okumama rağmen yanımda olmadığından alıntıyla vereceğim. Alıntıyı diğer mesajda verip, önce kitabın tanıtımını aktarcağım.
arih Kitabı - 1931[/url] Önce Kitabı tanıtayım günümüzde tekrar basan yayınevinin tanıtımıya: 1931 yılında ilk basımı yapılan lise Tarih kitapları, Atatürk'ün Avrupamerkezci tarih tezlerine karşı ulusal-devrimci tarih teorisini inşa etme amacıyla başlattığı tarih çalışmalarının en önemli ürünlerinden biridir. Dört ciltlik Tarih, Atatürk önderliğinde hazırlandı ve büyük devrimci önderin yaptığı ekleri ve düzeltmeleri de içermektedir. Kemalist önderlik, Cumhuriyet'i emanet edeceği genç kuşakları 1931 yılından 1941'e kadar bu kitaplarla yetiştirdi. Bu nedenle lise Tarih kitapları, devrimci kuşakların ideolojisini belirleyen temel eser olmakla birlikte, Kemalist Devrim'in ideolojisini incelemek isteyenler için de, eşi bulunmayan bir kaynaktır. Lise Tarih kitapları, evrenin ve insanın yaratılışı teorisini çürütüyor ve bu süreçleri bütünüyle bilimsel verilerle açıklıyor. Cumhuriyet'in lise öğretimi, İslamiyetin dışından yazılmış bir İslam tarihini içeriyor. İslam, doğaüstü bir kuvvetin değil, fakat tarihsel-sosyolojik gelişmelerin ürünü olarak inceleniyor. Selçuklu ve Osmanlı feodaliteleri ise, sınıfsal tarih anlayışıyla ele alınıyor. İkinci ciltte, İslam tarihi, Ortaçağ Asya ve Avrupa’sında Türk medeniyetleri ile ilk müslüman Türk devletleri veOrtaçağ’da Anadolu’daki Türk devletleri konuları ele alınıyor. ----- Kaynak Yayınları, Kemalist Devrim'in tarih tezlerini içeren TürkTarihinin Ana Hatları adlı temel kitaptan sonra dört ciltlik lise Tarih Kitaplarını da eski ve yeni kuşakların incelemesine sunuyor. Türk Tarihinin Ana Hatları, Kemalist Devrim'in önderleri ve seçkin tarihçiler tarafından incelenmek üzere, 1930 yılında yüz adet basılmıştı. Bu açıdan denebilir ki, devrimin öncülerine, kendi aralarında tartışmaları için bir çerçeve sunuyordu. Daha sonra Türk Tarih Kurumu'nun Kemalist Devrim döneminde yayımladığı kitaplar ve elinizdeki dört ciltlik lise Tarih kitapları bu temel metne dayandı. |
Tarih Kitabı - 1931
KABE VE SAİR MABETLER VE KAHİNLER
Arabistan'ın muhtelif yerlerinde insan heykellerinden ve nebat resim ve suretlerinden ibaret ağaçtan ve taştan putların muhafazasına mahsup yerler vardı. Muhammed'in neş'et etmiş olduğu Mekke'de ki Kabe denilen mabet bu yerlerin en büyüklerinden idi. Her mabet kahinler tarafından idare olunurdu. Kahinler nezirleri sadakaları kabul ve ayinler icra ederlerdi.Güya gayıptan haber verirler, rüyaları tabir ederlerdi. Syf. 85 Kabe, mikap yani tavla zarı şeklinde demektir. Filhakika, kabe zar şeklinde, insan boyunda dört duvardan ibaretti, duvarlar harçsız adi taştan yapılmıştı. Binanın çatısı da yoktu, dört köşesinde dört taş vardı. Bunların en meşhuru Haceriesvet denilen bir karataştı. Kabe çok eskidir. Ne vakit ve kimler tarafından yapıldığı bilinmiyor. Arap ananesi, kabenin inşasını İbrahim peygambere atfetmektedir. Bu mukaddes karataş ananesi aynen Frikler'de de vardı. Friklerin mukaddes sayarak ihtiram ve ibadet ettikleri karataş bugünkü Afyon Karahisar şimalinde kadim Pessinüs şehrinde bulunuyordu. Bunun kutsiyeti ananesi bu şehrin Romalılar tarafından zaptına kadar devam etmişti. Demek ki, Kabe'nin bir köşesindeki karataşın kutsiyet almasından, ziyaret tavaf edilmesinden çok evvel Friklerde karataşın mabet ve ziyaretgah esası olması adeti teessüs eylemiş bulunuyordu. Kabe bidayette mahalli bir mabet iken Mekke ahalisi burasını bir milli mabet derecesine yükseltmişlerdi. Mekkeliler Arapları kendi mabetlerine celbedebilmek için Arap yarımadasının muhtelif yerlerinde mabut tanınan 360 putu Kabe'de yerleştirmişlerdi. Kabe'nin kutsiyetini Yahudi ananelerine de raptetmişlerdi. Bu uydurmalara göre İbrahim karısı Hacer ile oğlu İsmail'i buraya getirmişti. Zemzem'de onlar için fışkırmıştı. İbrahim oğlu İsmail ile birlikte Kabe'yi bina etmişlerdi. Cebrail kendilerine o zaman beyaz ve mücella olan Haceriesvedi getirmişti, bu taş sonradan günahkarların ellerini sürmelerinden dolayı kararmıştı. Bunların hepsi, bittabi sonradan uydurulmuş masallardır. Kureyşliler, Kabenin teşkilatınada ehemmiyet vermişlerdi, ayrı ayrı dini vazifeler ihdas etmişlerdi. Kabe kapıcılığı ve hacılara su temin etmek ve fakir hacılara meccanen yemek tevzi eylemek gibi Arapları celbedecek işleri görmeğe mahsus bir takım memuriyetler ihadas edilmişti. Bu itina neticesinde Kabe bütün Arabistan'ın dini ve milli bir merkezi oldu. Bundan başka Mekke'de bir panayır tesis edildi. Ticaret Kureyşliler elinde olduğundan bu panayırdan çok istifade ederlerdi. Panayırda şiir ve hitabet müsabakaları açmak sureti ile de Mekke ve havalisinin ehemmiyeti büyütülmüştü. Ticaretlerinin inkişafı ve Kabeyi ziyaret etmek üzere hacıların gelmesi için emniyet ve asayişin temini lazım olduğundan Mekke'nin etrafında Syf. 86 muharebelerin men'i maksadı ile birtakım kaideler konmuştu. Bunların herbirine dini şekiller verilmişti. Kabe'nin İbrahim tarafından bina edilmiş olduğu söylenerek dört ay etrafında muharebe etmek men olunmuştu. Bu tedbirlerin herbiri Mekke ve Kabe'nin ehemmiyet ve şerefini arttırmıştı. Arabistan'da az çok Hristiyanlar da bulunduğundan, diğer putlar arasına elinde çocuğu İsa olduğu halde Meryem'in de resmi konulmuştu. İşte bu şeriat içinde Kabe Kureyşliler için iktisadi ve ticari menfaatler teminine yarayan bir vasıta oldu. Syf. 90 1- Medineniler ile Mekkeliler arasında derin bir düşmanlık ta vardı. Medinelileri Muhammed'in davetine icabet etmeye sevk eden başlıca sebepler işte bunlardır. Bu anlatım, öncelikli olarak, Medinelilerin 2- Muhammet te Mekke'den kalkıp Medine'ye kaçtı. Buna Hicret denildi. 3- Muhammed'in koyduğu esasların toplu olduğu kitaba Kuran denir. 4- Bu esasları ihtiva eden cümlelere ayet, ayetlerden mürekkep parçalara da sure derler. İslam an'anesinde bu ayetlerin Muhammed'e Cebrail adında bir melek vasıtası ile Allah tarafından vahiy, yani ilham edildiği kabul olunur. 5- Muhammet birdenbire Allah'ın Resulüyüm diye ortaya çıkmamıştır. O, Arapların ahlak ve adetlerinin pek fena ve pek iptidai ve ıslaha muhtaç olduğunu anlamış, bunları ıslah için tenha yerlere çekilerek senelerce düşünmüş ve yıllarca tefekkürden sonra kendisinde vahiy ve ilham fikri doğmuştur. 6- Vahiy, ilham fikri Muhammetten evvel de Araplarca meçhul değildi. 7- Bütün iptidai kavimler gibi, Araplar da, şairlerin akıl erdiremedikleri kuvvetlerden ilham aldıklarına inanırlardı. Syf.91 8- Bu kuvvetler Araplar için cinlerdi. Cinler güya, kahinlere gayıptan haber vermek kudretini ilham ederlerdi. Bu nevi itikatlar Arabistan da herzaman o kadar canlı ve derin olmuştur ki, Muhammed dahi cinlerin vücuduna samimi olarak inanmıştır. 9- Araplar şairleri bir kahin gibi telakki ederlerdi. Muhammed'in Musa, İsa, dinlerine dair öğrendikleri de, kendisinde bu itikadı kuvvetlendirmiştir. Bu peygamberler de melekler vasıtası ile ilham aldıklarını söylemişlerdi. Atatürk el yazılarında, ' Tarih bize öğretir ki, bütün dinler, milletlerin cehaletlerinin yardımıyla, utanmaksızın Tanrı tarafından gönderildiğini söyleyen adamlar tarafından tesis olunmuştur.' demektedir. 10- Muhammet başlangıçta herhalde şedit bir heyecana maruz oldu. 11- Hakikatte peygamberin ilk söylediği Kuran ayetlerinin ne olduğu kati surette malum değildir. 12- Muhammet uzun bir devirdeki tefekkürlerin mahsulü olan ayetleri luzum ve ihtiyaçlara göre takrir ediyordu. 13- Bununla beraber kendisini tahrik eden kuvvetin tabiat fevkinde bir mevcudiyet olduğuna samimi surette kani idi. Muhammedi harekete getiren ilk amil bu samimi heyecanlar olmuştur. Syf. 92 14- Muhammet davet ettiği dinin, kendinden evvel, Musa, İsa ve sair peygamberler tarafından davet edilen İbrahim ve Tevhid dini olduğunu söylemiştir. Syf. 93 15- Caminin kıblesi Kudüs idi sonraları Mekke'ye döndürüldü. Burada, Allah'ın yanılmaz iradesine dikkat çekilmektedir. Kıble, madem ki Kabe olacaktı ki, önceleri öyledir. Sonradan Kudüs'e çevrilmiştir. Öyleyse neden daha sonra tekrar Mekke'ye çevrilerek ikide bir fikir değiştiren bir irade ortaya çıkmıştır. Bakınız, Kıble'nin Değiştirilmesi Syf. 94 16- Muhammet Medinede yerleştikten ve az çok teşkilat yaptıktan sonra Mekke ile Suriye arasında gelip giden tüccar kervanlarına tecavüzlere başlamıştı. Suriyeye ticaret içingitmiş bir kervan hepsi Kureyş kabilesine mensup 70 kadar suvari ile Mekke'ye dönüyordu. Bunların başında Ebu Süfyan vardı. Sahil yolu ile yürüyorlardı. Muhammet bunu haber aldı. Kervanın yanında nekadar servet olduğunu ve kuvvetlerinin azlığını da öğrenmişti. Muhammet Müslümanları topladı. Onlara vaziyeti anlattı ve bu kervanı vurmak üzere Medine'den hareket olundu. Syf. 95 17- Medineye dönüldüğü zaman Müslümanlar arasında ganimetlerin taksimi yüzünden ihtilaf çıktı. Muhammet bu ihtilafı teskin için Ganaim denilen ayetleri tebliğ etti. Syf. 119 18- Kuran ayetlerini bir cilt halinde toplayarak, Kuran denilen kitabı ilk vücuda getiren Ebubekirdir. |
Tarih Kitabı - 1931
Biraz da Medeni Bilgiler Kitabı'na bakalım.
Gene alıntı yapacağım kusura bakmayın. Dileyen kitabı alıp baksın. http://frmsinsi.net/images/forumsins...sinsi.net_.jpg Alıntılarım bu sefer Can Dündar'ın 1995 tarihi Atatürk Yaşasaydı isimli köşeyazılarından. Atatürk'ün son yılları incelendiğinde, O'nun "eylem adamı" kimliğinden bir "teorisyen" kimliğine bürünme cabası açıkça görülür. Arı Türkçe üzerine uzun süren incelemeleri, Türkçeyi bütün dünya dillerinin anası tahtına oturtan "Güneş Dil Teorisi" üzerine çalışmaları özellikle anılmaya değer... Gerçi Atatürk sonradan ırkçılık kokan Güneş Dil Teorisi'ni bir kenara bırakmış, arı Türkçe'nin de artık Meclis'te milletvekillerince bile anlaşılamayan bir dil haline gelmesi üzerine bu konuda da katı kurallar koymaktan vazgeçmiştir, ama ölene dek dil ve tarihe olan ilgisi sürmüştür. O kadar ki, ölüm döşeğinde komadayken "dil efendim... dil" diye sayıkladığı duyulmuştur. O dönemde Atatürk'ün başucunda H.G.WeIls'in "Dünya Tarihinin Ana Hatları" adlı kitabı bulunuyordu. Bir gece okumaya başlamış ve 40 saat hiç uyumadan kitabı bitirmişti. Bir yıl sonra da Wells'le aynı temellere dayanan "Türk Tarihinin Ana Hatları" adlı bir kitap yayınlanmıştı. Atatürk'ün ısrarla üzerinde durduğu konu, Lord Kinross'un deyişiyle, "Türkleri İslamiyetin aşıladığı millet üstü ümmet düşüncesinden kurtarıp, onlarda asıl yurtlarına karşı bir bağlılık duygusu uyandırmaktı". İlk Tarih Kongresi işte o yıllarda toplandı. Ve Atatürk din üzerine düşünüp, yazmaya da yine o yıllarda başladı. O elyazısı notlarda Atatürk'ün bu konuda koyduğu teşhisler ve o yönde atmaya hazırlandığı adımların işaretleri vardı. Pek gün ışığına çıkarılmayan bu çok önemli işaretlere de yarınki yazıda değineceğiz... [Linki sadece üyelerimiz Görebilir. Üye olmak için tıklayınız...] Atatürk'ün yaşamının son döneminde bir "eylem adamı"ndan çok bir "teorisyen" gibi kendini kuramsal çalışmalara verdiğinden sözetmiştik. "Din meselesi" bu kuramsal çalışmalar içinde özel bir yer tutuyordu. 1930 yılının ilk aylarında "Vatandaş İçin Medeni Bilgiler" kitabını yazdı. Kendi elyazısıyla kaleme aldığı bu kitapta aynen şöyle diyordu: "Türkler İslam dinini kabul etmeden evvel de büyük bir millet idi. Bu dini kabul ettikten sonra bu din (...) Türk milletinin milli bağlarını gevşetti; milli hislerini, milli heyecanını uyuşturdu." Atatürk'ün ümmet fikrine karşı millet fikrini öne çıkardığı bu elyazıları ne yazık ki bugün pek ortaya çıkarılmıyor. Bırakın okullarda "Medeni bilgiler" dersinde okutulmayı, özel günlerde ağza bile alınmıyor. Hatta kitaptaki bazı ifadelerin, sonraki baskılarda çıkarıldığı biliniyor. Mesela şu ifade: "Din insanlara, hakiki mutluluğa öldükten sonra ahirette kavuşacağı vaadinde bulunmaktadır. Oysa millet uyandığı zaman... acı hakikati görmektedir." Ve Hz. Muhammed üzerine birkaç satır: "Muhammed'in bir melekle ve Allah'la hakikaten konuşmuş olduğu kanaatinde bulunanlar olduğu gibi, Muhammed'in isteyerek böyle söylediğini ileri sürenler de olmuştur. Bu faraziyeleri bir tarafa bırakmak ve meseleyi ilim ve mantık çerçevesi içinde mütalaa etmek daha doğru olur. Muhammed, iptida Allah'ın resulüyüm' diyerek ortaya çıkmamıştır. Bu düşünce, senelerce mücadele ettikten ve fikirlerini neşreyledikten sonra kendisine hasıl olmuştur." Atatürk, buradan "Arapça" tartışmasına geçer ve şunları yazar: "Muhammed'in dinini kabul edenler, Allah'a kendi milli lisanında değil, Allah'ın Arap kavmine gönderdiği Arapça kitapla ibadette bulunacaktı. Arapça öğrenmedikçe, Allah'ın ne dediğini bilmeyecekti. Bu vaziyet karşısında Türk milleti birçok asırlar, ne yaptığını bilmeksizin, adeta, bir kelimesinin manasını bilmediği halde Kuran'ı ezberlemekten beyni sulanmış hafızlara döndüler". Ne ilginçtir ki, Atatürk'ün kendi el yazısıyla kağıda döktüğü bu notlar da "Medeni Bilgiler" kitabında yeralmamıştı. * * * Ama tam da o yıllarda olan bir olay, Atatürk'ün bu konudaki görüşlerinin "teoride kalmayacağını" açıkça ortaya koydu. 1932'de ezan Türkçeleştirilmişti. Ama 1933 Şubat'ında Bursa'da patlayan bir olay Gazi'yi küplere bindirdi. Ahali“Arapça ezan isteriz" diyerek vilayeti basmıştı. Vali, yardımcı kuvvet isteyince de olay İzmir’de bulunan Mustafa Kemal'e intikal etmişti. Gazi, şifreyi alır almaz, sofradan kalkmış ve "Yemek bitti..." demişti. "Şimdi hareket...!" Gazi'nin otomobili Bursa'ya doğru yönelirken, İnönü Hükümeti de Ankara'da olayı görüşüyordu. İsmet Paşa, Gazi'nin olaya çok sert yaklaşmasından endişeliydi. Nitekim korktuğu oldu. Mustafa Kemal, Bursa'ya varır varmaz olaya el koymuş ve Anadolu Ajansı muhabirine şunları yazdırmıştı: "Hadiseye dikkatimizi bilhassa çevirmemizin sebebi, dini siyaset ve herhangi bir tahrike vesile etmeye asla müsamaha etmeyeceğimizin bir daha anlaşılmasıdır. Mes'elenin mahiyeti esasen din değil, dildir". Gazi'nin ne demek istediği, az sonra İçişleri Bakanı ile Adalet Bakanı'na yazdıracağı bir şifreden anlaşılacaktı. Şifre aynen şöyleydi: "Başvekil İsmet Paşa'ya... Bundan böyle dinin her safhasında Türk dili hakim olacaktır". Emir bu kadardı. Yani bundan böyle sadece ezan değil, tekbir, hutbe ve namaz da Türkçe olacaktı. Kuran da Türkçeleştirilecek, Türkçe dualar yayılacaktı, İsmet Paşa emri alınca hemen Gazi'yi aradı, "Paşam müsaade edin de bu hareketi birden bire yapmayalım. Memlekette bir reaksiyon başlayabilir. Evvela ezan, sonra tekbir, namaz yavaş yavaş girerek, halkı hazırlayalım" dedi. Gazi, diretmedi... Şevket Süreyya, O'nun Alman din İslahatçısı Luther'i örnek verdiğini ve binbir iç hesaplaşmadan sonra "Ben Luther olmayacağım" dediğini nakleder. Malum, Atatürk'ün ölümünden sonra İnönü'nün dediğinin tam tersi oldu. Halk Türkçe namaza hazırlanacak yerde DP iktidarı ile Arapça ezana dönüldü. * * * Acaba, çevresinde her attığı adımda "Aman Paşam!" diyenler olmasa Atatürk reform planını nereye kadar vardıracaktı? Bugün Türkiye, yeni seçimle Meclis'e gelecek türbanlı kadın milletvekillerinin durumunu, dinin siyasete alet edilmesini engelleyen Anayasa maddelerinin değiştirilmesini tartışıyor. Okullarda zorunlu din dersi okutuluyor. Lakin nedense orman yangınlarından, müzik inkılabına kadar her konudaki görüşü ilgili ilgisiz her yerde dile getirilen Atatürk'ün bu konulardaki elyazmalarına kimseler dokunmuyor. Dahası bunları dile getirmek bile cesaret istiyor, hatta bazen suç kabul ediliyor ve -şu garipliğe bakınız ki- bu fikirleri hatırlatanlar "Atatürk'e hakaret'ten yargılanıyorlar. Tabii Türkiye 1930'ların Türkiyesi değil. Demokrasilerde artık işler cumhurbaşkanının emriyle yürümüyor. Hak ve özgürlükler önem kazanıyor...Ama bunlara rağmen ben yine de her 10 Kasım'da artık anlamını yitiren o sıkıcı anma törenlerinde düşünmeden edemiyorum: "Acaba bugün düşüncelerini yazmaya bile korktuğumuz adam, birkaç yıl daha yaşasa Türkiye, farklı bir ülke mi olurdu?" [Linki sadece üyelerimiz Görebilir. Üye olmak için tıklayınız...] |
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.