![]() |
Üstad Mehmet Akif Ersoy
http://frmsinsi.net/images/forumsins...sinsi.net_.jpg Akif ’in yetiştiği aile iklimi “Safahat”ın müellifi, “Millî şair” Mehmed Âkif’in babası Fatih Medresesi’nin müderrislerinden ipekli Mehmet Tahir Efendi’dir(1826- 1888). Tahir Efendi ipek’in şuşisa köyündendir. Onun babası ise Nureddin Ağa’dır. Ağa ümmidir ve halis bir Arnavut’tur. Âkif’in annesi Hacce Emine şerife Hanım’dır (1836- 1926). şerife Hanım’ın babası Buharalı tüccar Mehmet Efendi annesi de Buharalı şerife Hanımdır. şerife Hanım Tokat’ta doğmuş, büyümüş hassas bir kadındır. Mehmed Âkif, 1290/1873 şevval ayında istanbul’da Fatih’in Sarıgüzel Mahallesi’nde doğar. Âkif’ten sonra Nûriye ismini verdikleri bir kız kardeşi olur. Memuriyeti ve seyahatleri Baytar Mektebi’nden birincilikle mezun olur. Âkif için artık kendi kendine çalışma, inceleme ve araştırma dönemi başlar. Mehmed Âkif 1309/1893’te “Umur-u Baytariye ve Islahat-ı Hayvaniye şubesi Umumi Müfettiş Muavinliğine” tayin olunur. Kur’ân’ın hıfzına çok heves eder. Azmeder, kısa zamanda Kur’ân’ı ezberler. Bir taraftan da Baytar ibrahim Bey’den Fransızca öğrenir. ibrahim Bey faziletli ve kudretli bir zattır. Âkif’in ona çok hürmet besler. Bu zat Âkif’in üzerinde çok etkili olur. Nitekim Âkif, ibrahim Bey’le ilgili olarak “Benim sebeb-i feyzim o idi” der, ayrıca ibrahim Bey için Safahat’ta uzun bir şiir kaleme alır. Memuriyetinde Osmanlı ülkesinde Rumeli, Anadolu ve Arabistan’ın çeşitli bölgelerinde dolaşır. Bu süreçte Edirne’de Baytar Müfettişi, Adana’da Vilayet Baytarı gibi görevlerde bulunur. Yirmi sene bu vazifede bulunduktan sonra başkasına yapılan bir haksızlık yüzünden gücenip istifa eder. Halkalı Ziraat Mektebi’nde, hususi mekteplerde, Darü’l-hilafe medreselerinde edebiyat öğretmenliği yapar. Dârülhikme başkâtibi olur. Ankara Büyük Millet Meclisi’ne Burdur Mebusu olarak seçilir. 1914’te bir Mısır seyahati yapar. “El-Uksur’da” şiiri bu seyahatin bir mahsulüdür. Almanlar, Umumi Harp’te itilaf Devletleri tarafından aldıkları esirlere karşı yaptıkları iyi muameleyi bütün islâm milletlerine göstermek ve duyurmak için muhtelif milletlere mensup Müslüman gazetecileri-yazarları davet etmesi üzerine, “Harbiye Nezaretine bağlı Teşkilâtı Mahsusa” tarafından diğer bazı zevat ile beraber Berlin’e gönderilir 1330/1915. O sırada islâm âlemine hitaben Âkif’in yazdığı beyannameleri Alman denizaltıları tâ Cava’lara kadar götürür. “Berlin Hatıraları” şiiri de bu seyahatin mahsulüdür. Mehmed Âkif, Almanya’dan dönüşünden sonra bu kez de yine Teşkilat-ı Mahsusa tarafından mühim bir siyasi görevle “Necid”e gönderilir. Kızgın çölleri aşarak yapılan bu yolculuğun mahsulü de “Necid çöllerinden Medine’ye” şiiridir. Umumi Harp sonralarında ise ismail Hakkı izmirli ile birlikte Cebel-i Lübnan’a gider. Millî Mücahede sırasında ise Konya, Kastamonu Eskişehir, Burdur, Sandıklı, Dinar, Antalya, Afyon… gibi vilayetleri dolaşarak halkı vahdet ve millî harekete davet eder. istiklâl savaşından sonra islâmcıların etkin görevlerden uzaklaştırılmasından sonra istanbul’a döner. Sonra Mısır’a gider. Mısır’da hastalanır... Cebel-i Lübnan’a ve Antakya’ya gider. Endülüs’ü görmek, “El-Hamrâ”yı yazmak için ispanya seyahatini çok arzu eder. 1341’de Mısır’dan ispanya’ya gitmek üzere iken bazı engeller sebebiyle bu seyahatten geri kalır. Himalaya dağlarını, Ganj nehrini görmek, oralar hakkında şiirler yazmak için Hindistan’a gitmek ister. En çok da “Haccet-ül-veda” şiirini yazmak için Mısır’dan Mekke’ye gitmeyi arzu eder. Hira Dağı’na çıkarak Hazreti Peygambere vahyin geldiği Nûr mağarasında kalacak, oralardaki taşları, toprakları okşayıp öpecek ve ancak o zaman Peygamberin “son hutbesini” şiirleştirecektir. Ne ki, ömrü vefa etmez ve bu ukdesini gerçekleştiremez. Sporculuğu Mehmed Âkif, okul yıllarında sporla çok meşgul olur; bedenî ustalıklara, maharetlere çok meraklıdır. Güçlü, kuvvetli de bir delikanlıdır. Âkif, on yedi, on sekiz yaşlarında pehlivanlığa merak salar Güreş eder; hem de kıspet giyerek, zeytinyağı kullanarak... Pehlivanlığı kadar insanlığına da çok büyük sempati duyduğu Kıyıcı Osman Pehlivanla tanışır. Gerçekten de Osman’ın pehlivanlığı kadar insanî vasıfları da çok üstündür. Âkif’in dünyada en hürmet ettiği adamlardan biri de Osman Pehlivan’dır. (Osman Pehlivan, Âkif’i, 40 sene sonra, son hasta günlerinde ziyaret eder. Büyük şairin bütün çocukluk hatıraları canlanır, çok duygulanır, gözlerinden yaşlar dökülür.) Hatta Halkalı’da Baytar Mektebi’nde iken cuma günleri ve başka tatil günleri etraf köylere gider, düğünlerde güreşir. Ayrıca yüzmek, atlamak, koşmak gibi bedenî sporlarla da meşgul olur. Âkif, böyle en küçük yaştan itibaren imkânsızlıkların her türlüsüyle mücadele eder. Bünyesi de, ruhu da hayatın güçlükleriyle yoksulluklarıyla çarpışarak güç ve kudret kazanır. Onda pehlivanlık merakı mutlaka vücudundan ziyade ruhundaki taşkın kudreti sarf etmek için meydana gelmiş olacak... Herhalde irfan ve ruhu, bünyesinden fazla pehlivan olan Mehmed Âkif, spor gençliğine ibret olacak bir timsal! |
Üstad Mehmet Akif Ersoy
Okuduğu kitaplar- yazarlar Kendi anlatışına göre, Âkif, ilk şiirlerinde örnek aldığı şairlerin başında Ziya Paşa gelir. Muallim Naci’nin nazmı da çok hoşuna gider, adeta onu taklit etmeye çalışır. Namık Kemâl’den, Abdülhak Hamid’den de fikren çok müstefid olur. Eski şairleri, eski edipleri de çok okur. Bütün bunların ilk eserlerinde büyük izleri görülür. Yine kendi ifadesine göre, okuduğu şark ve Garp kaynakları arasında Sadi’nin eserleri kadar onun üzerinde hiç bir şey etkili olmaz. Sadi’ye karşı derin bir tutkunluğu, bağlılığı vardır. Bazı yazılarının altına, müstear olarak Sadi imzasını atar... Onun kudretine hayran: “Sadi, şarkımızın ruh-ı kemâlidir” der. Sadi için Farsçaya büyük emek verir. Sarf ve nahvini, çok kuvvetli olarak, babasından öğrendiği Arapçayı ilerletmeye çalışır. Daha sonraları merhum şevket ve Ahmet Naîm Beylerle senelerce Arapça okurlar, müteakiben birbirlerinden istifade ederler. Âkif, Hersekli Ali Fehmi Efendi’den Allame Müberrid’in “Kitabü’l-Kamil”ini okur. Arap edebiyatı ile iştigali, gerek Arapların, gerek diğer islâm ulemasının Arapçaya verdikleri kıymet ve ehemmiyet onda anlatılır. Bu tesirle, Âkif nazarında dil, din gibi mukaddes olur. Ona göre, “Dil ve dili teşkil eden kelimeler, kudsi duyguların ve düşüncelerin mümkün olduğu kadar tebliğ vasıtasıdır.” Arapçayı çok ilerletir. Kur’ân’ı çok okur. O belagat ona tesir eder. O ilâhî hitaplar ona başka ufuklar açar. Matbuatta ise ilk neşrettiği şiir, “Kur’ân’a Hitap”tır. irfanına meftun olduğu Emrullah Efendi de onun eğitiminde çok etkili olur. Nitekim Âkif, Emrullah Efendi’den doya doya istifade için pılıyı pırtıyı toplar ve onun oturduğu Bakırköy’e taşınır. Arap ve Fars edebiyatındaki engin bilgisine hayran olduğu meşhur Hicri Hoca’dan da ders alır. Onun sohbetinden, fazlından faydalanmak için bazı arkadaşlarıyla beraber istanbul’un en ücra köşesinden kalkarak üsküdar’da ta Nuhkuyusu’na kadar zahmetli ve meşakkatli yolculuklar yapar. Mehmed Âkif, Fransızcayı da kendi kendine ilerletir. Genellikle cebinde Fransızca bir eser bulunur. Birçok Fransızca şiirleri de ezberler. Fransız şairlerinden Victor Hugo ve Lamartin ile, klasiklerle çok uğraşır. Dandet ile Emile Zola’yı fazlaca okur. Bilhassa Lamartin’i çok sever, ona büyük bir hürmet besler. Onun şiirlerinden mest olur. Sadî gibi ufak konulardan büyük neticeler çıkaran Dumafis’in kudretine hayran olur. ingilizlerin Shakespeare’ini, Milton’unu, Byron’unu, daha başka büyük simalarını, Fransızların Anatole France kadar bütün sanatkârların eserlerini okur. Kendisine tavsiye olunan her eseri inceden inceye tetkik eder. Kısacası, dört lisanın -Türkçe, Arapça, Farsça ve Fransızca- edebiyatını iyice süzer; en güzel parçalarını ezberler. Ezberindeki beyit sayısı on binden fazladır. Darbımesellere de çok meraklı olan Mehmed Âkif’in hemen hepsi ezberindedir. Divan edebiyatını, onu takip eden edebi gelişmeleri tetkik eder, çağdaş edibleri okur. Nerde bir üstad işitirse koşar, dersinden, sohbetinden istifade eder. Memuriyeti sebebiyle Rumeli’nin ve Anadolu’nun birçok yerlerinde köylülerle temas ettiği için onların ihtiyaçlarına, dertlerine vakıf olur. çocuklarını okutmak vesilesiyle ileri gelen tabaka ile de temasa geçer. Direklerarasındaki toplantı merkezinde memleketin hamiyetli ve faziletli evlatlarıyla tanışır. Tahsil yılları Âkif, ilk tahsiline Fatih civarında Emir Buharî mahalle mektebine başlar. 1879 yılının sonlarında Fatih ibtidâsi’ne geçer. Bu okulda Abdülhamid devrinin hürriyetperver şahsiyetlerinden, Mısır’da “Kanun-i Esasî” gazetesini çıkaran, daha sonra Paris’e giden, meşhur Hoca Kadri Efendi de vardır. Âkif’in ifadesine göre, bu zat bilhassa lisan itibariyle onun üzerinde çok etkili olur. Bir taraftan da evde babasından Arapça dersi okur. Âkif, babası için “O benim, hem babam, hem hocamdır; ne biliyorsam onları babamdan öğrendim” der. Gezerken bile babasından çok şeyler öğrenir. Okuldan çıkınca da boş durmaz. Fatih Camii’nde “Hafız”, “Gülistan”, “Mesnevî” gibi Farsça eserler okutan Esad Dede’nin derslerine devam eder. Ortaokul sıralarında daha çok lisan derslerine temayül gösterir. şiiri de çok sever. ilk okuduğu manzum eser, Fuzuli’nin “Leyla ve Mecnun”udur. şiire karşı meftuniyeti onu nazma özendirir. Orta mektepte iken, vezinsiz, kafiyesiz uzun nazım parçaları yazmaya başlar. Âkif’in dinî terbiyesinde bilhassa evin tesiri büyüktür. Annesi çok abid ve zahid bir kadındır. Babası da annesinden geri kalmaz. Her ikisinin de dinî metanet ve sebatları oldukça gelişmiştir. ibadetin vecdini, zevkini, heyecanını tatmış kimselerdir. Bu açıdan Âkif’in dinî heyecanında şüphesiz büyük tesirleri vardır. Babası Tahir Efendi Nakşî tarikatına mensuptur. Fakat oğluna tasavvufu telkin etmez. Münevver bir zat olan Tahir Efendi, babalık nüfuzunu çocuğunun serbest inkişafına engel olacak derecede ileri götürmez. Bu yüzden Âkif’in şiirlerinde mutasavvıfane eda, sofiyane neşve pek seyrektir. Onun yazılarının, şiirlerinin mevzuu, daha fazla iş, hareket ve faaliyettir. Âkif, hayatında farzları ifaya çok itina eder, fakat dervişçe bir züht sahibi değildir. Ancak Mısır’da inziva hayatının son senelerinde kendisini bütünüyle ibadete verir. Mesnevî’ye çok dalar... üç yıllık ilkokulu bitiren Âkif Fatih Merkez Rüştiyesine devam eder. Rüştiyeyi de bitirdikten sonra mektep ve meslek tercihini babası Âkif’e bırakır. O da Mülkiye Mektebi’ni tercih eder. Mülkiye’nin üç yıllık lise kısmını bitirir, diplomasını alır ve Mülkiye’nin yüksek kısmına başlar. Âkif Mülkiye’ye başladığı sırada (1888) babası vefat eder. çok geçmeden evleri de yanar(1889). Aile zaruret içinde kalır, geçim derdi Âkif’in omuzlarına çöker, bu nedenle Âkif bir an evvel mektebi bitirip maaşa geçmeyi düşünür. O sırada Mülkiye Baytar Mektebi açılır. Bu mektep yenidir; mezun olanlara hemen memuriyet verilir, diye bir kaç arkadaşıyla birlikte Mülkiye’den ayrılarak Baytar Mektebine girer. iki senelik gündüz kısmını bitirince Halkalı’daki gece bölümüne devam eder. Lisede, Mülkiye’de ve Baytar Mektebi’nde yine en çok lisan derslerine önem verir. Türkçe, Arapça, Farsça ve Fransızca derslerinde en başarılı öğrencidir. Bu derslerin yanı sıra diğer derslerde de okul birincisidir. şiirle haşir neşir olması Baytar Mektebi’nin son iki senesinde hızlanır. Birçok manzum parçalar yazar ve sonra da bunların hepsini imha eder. şiirle alakasını artırmak için orta ve yüksek tahsilde yeni bir müessir çıkmaz, eski temayülü inkişaf eder. Baytar Mektebi’nde hocalarının çoğunluğu doktordur. Bunlar hem mesleklerinde yüksek şahsiyetler, hem dini bağlamda metanet ve sebatlı ehil kimselerdir. Bunların telkinleri de Âkif’in ahlâkı ve dini terbiyesi üzerinde oldukça etkili olur. 2 |
Üstad Mehmet Akif Ersoy
istikbalin büyük şairi Artık o yüzlerce mısralı manzum mektuplar yerine mevzulu şiirler yazmaya başlar. Bunlardan bazıları Resimli Gazete’de 1313- 1314 senelerinde neşredilir. Fakat sonra arkası kesilir, Âkif için bir değişim, dönüşüm devri başlar. Böyle bir taraftan şarkı ve garbı etraflıca araştırıp incelerken, diğer taraftan da şiirler yazar. Artık o yüzlerce mısralı manzum mektuplar yerine mevzulu şiirler yazmaya başlar. Bunlardan bazıları Resimli Gazete’de 1313- 1314 senelerinde neşredilir. Fakat sonra arkası kesilir, Âkif için bir değişim, dönüşüm devri başlar. Ve asıl Âkif doğar: Safahat şairi Âkif, “Fatih Camii”, “Seyfi Baba”lar, “Hasta”lar şairi Mehmed Âkif. Ne ki, Âkif’in yeni bir anlayışla kaleme aldığı bu şiirleri basında yer almaz. Yazıyla çoğaltılarak elden ele dolaşır, Âkif tarafından sevdiği dostlarına okunur. Artık büyük üstadlarla tanışma zamanı gelmiştir. Hâmid’lerle, Recâizâde Ekrem’lerle görüşür. Onlara şiirlerini okur ve derin bir hayret uyandırır. istikbalin büyük bir şairinin doğduğu görülür. Beri taraftan Servet-i Fünun çıkar. Fakat oraya karışmaz ve şiirlerini vermez. Her nedense şiirlerinin basın organlarında neşredilmesini istemez. Fakat Servet-i Fünun gibi mecmualardaki şairleri okur. Beğendiği, hatta ezberlediği şiirler de vardır. Ona göre Ali Ekrem’in şiirleri, Cenab şahabeddin’in yazıları ne kadar da güzeldir. Faik Ali’nin, Hüseyin Siyret’in, Tevfik Fikret’in de güzel parçaları vardır. Sanatın bütün inceliklerini gözünden kaçırmaz. “Elvah’ı Tabiat”taki tasvirleri çok güzel bulur. Fakat nazımda, tasvirlerde de çok yenilikler olur. Bunlar hep onun yapmaya başladığı edebi değişim hareketleri... Her yenilikle alâkadar olur, her güzelden istifade eder. Aralıksız olarak okur ve yazar. Her yazdığı şiir, öncekinden bir parça daha ilerdedir. Fakat yazdıklarını neşretmez. Ta II. Meşrutiyetin ilânına (1908) kadar bu şekilde hareket eder. O zamana kadar şöhreti “Sınırlı bir samimiyet dairesi” içinde kalır. Vaktaki Meşrutiyet ilan edilir. Matbuat serbest olur. “Sırat-ı Müstakim” yayınlanmaya başlar; Âkif’in şiirleri de bu mecmuada neşredilmeye başlanır. Her tarafta derin bir alâka uyandırır; bütün memlekette, hatta hariç memleketlerde. Mehmed Âkif’in şöhretini artıran milletin bütün tabakalarına onun sesini duyuran, ruhlarda derin cezbeler ve heyecanlar meydana getiren, onun bilhassa Balkan Harbi’ndeki şiirleridir. O acı ve ıstıraplı hadiseler karşısında onun feryadları, bütün gönüllerde müthiş fırtınalar vücuda getirir. O elemli kara günlerde yalnız onun şiirleri, feryadları dalga dalga memleketin dört köşesine yayılır. O acı günlerin ıstırabıyla inleyen hiç bir fert yoktur ki onun, göçmüş milletlerin yıkılma ve mahvolma destanları karşısında müteessir olmasın. şiirleri karşısında ağlamış olmasın. Onun heyecanlı sesleri, yalnız basın organlarının sahifelerinde değil, cami kürsülerinde de geniş halk tabakalarının gönüllerine heyecan verir. “ilâhî altı yüz bin müslüman birden boğazlandı… Yanan can, yırtılan ismet, akan seller bütün kandı. Ne ma’sûm ihtiyarlar süngüler altında kıvrandı! Ne bîkes hânümanlar işte, yangın verdiler, yandı! şu küllenmiş yığınlar hep birer insan, birer candı! (….) şehâmet gitti; gayret söndü; kudretler zebûn oldu! O mevcâ-merc sancaklar ne müdhiş ser-nigûn oldu! Sukûtun dehşetinden kalb-i rahmet, belki, hûn oldu. Ezanlar sustu... çanlar inletip durmakta âfâkı. Yazık: şark’ın semâsında Hilâl’in geçti işrâkı. Zaman artık Salîb’in devri-i istîlâsı, ilhâkı. Fakat, yerlerde kalmış hakların ferdâ-yı ihkakı, Ne doğmaz günmüş ey âcizlerin kudretli Hallâk’ı! O, işte hep böyle coşkun feryadlarla, heyecanlı konuşmalarla o faciaların matemini terennüm eyler; gelecek nesillere o kanlı günlerin elim hatıralarını nakleder: “Balkan’daki yangın daha kül bağlamamışken, Bir başka cehennem çıkıversin... Bu ne erken?” Diye karşıladığı umumî Harp’te de milleti vahdete, mücahedeye davet eden şiirleri, bilhassa Türk askerinin destansı cesaretini tasvir eden ve benzeri olmayan “çanakkale şiiri” onun şöhretini zirveye çıkarır. “Sen ki, a’sâra gömülsen taşacaksın... Heyhât, (…..) Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber, Sana âgûşunu açmış duruyor Peygamber.” Bu muhteşem eser karşısında bütün şairler, bütün edibler onun yüksek kudretini teslim ederler; Cenab şahabeddin’ler, Süleyman Nazif’ler gibi büyük edibler onun Millî şair ünvanına hak ettiğini iftiharla söylerler. istiklâl Marşı Nihayet bu mukaddes mücahedenin büyüklüğünü, kudsî heyecanını terennüm edecek, onu gelecek yüzyıllara aktararak zaman gelince bütün gönüller ona teveccüh edecektir. Herkes mücahedenin büyüklüğü nispetinde kuvvetli, heyecanlı bir ses ister. Yurdun bütün ufuklarını heyecanla dolduracak, inletecek, arşın kapılarına yapışarak bağıracak imanlı bir ses! Bu kadar kudsî hisleri, bu kadar ilâhî nağmeleri kim terennüm edebilirdi? Bunları ancak ruhunda duyan ve yaşayan, “en büyük ve en ilâhi bir belâğatla yazan, senelerden beri memleketin kederlerini ıstıraplarını ve bütün kudsi hususiyetlerini dile getiren” millet şairi Mehmed Âkif ifade edebilirdi. |
Üstad Mehmet Akif Ersoy
“Kahraman ordumuza” ithaf edilen, ve; “Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak” mısraıyla başlayan o muazzam şiir, Türkiye Büyük Millet Meclisi kürsüsünde okunduğu zaman ruhları o kadar heyecan kaplamıştı ki bütün Meclis yekpare bir kalp halinde dalgalanmış, vecd içinde titreyen bütün kalpler bir kalp, bütün sesler bir ses olarak haykırmıştır. “Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet; Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklâl!” Bütün mebusların ittifakıyla bu marşın milletin en samimi hislerine tercüman olduğuna karar verilir. Bunun üzerine Âkif, artık bütün tarihimizde hiç bir şairin çıkmadığı bir şeref şahikasına yükselir. Âkif bu şiiriyle Türk edebiyatının şehinşahı olur... Koca Âkif, hayatının son günlerinde hasta döşeğinde iken “istiklâl Marşı” için şöyle der: “O şiir, milletin o günkü heyecanının bir ifadesidir. O şiir, artık benim değildir, milletin malıdır. O şiir, benim milletime karşı en kıymetli hediyemdir.” Onun millete bu hediyesine karşılık millet de ona iki kıymetli hediye verir: istiklâl madalyası ve bir de mavzer tüfeği. “Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakk’ın… Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.” şeklindeki mısralarla zaferi müjdeleyen, Millî Mücadele’nin manevi cephesinin büyük kahramanı, Hakk’ın vaat ettiği o zafer günleri doğduktan sonra, milletin verdiği o kıymetli hediyeleri alarak istanbul’a döner. Millî Mücadele yılları Gelişen olaylar, onun gönülleri dolduran şöhret ve sevgisini erişilmez zirvelere çıkaran bir eser daha oluşturmaya sevkedir. Ne mütareke hükümleri, ne de imza haysiyetini tanımayarak anavatana suikastlar hazırlayan, kapılarımıza dayanan, onu kırıp içeri girmek, kutlu vatan topraklarımızı, namus ve şerefimizi çiğnemek isteyen düşman Ayvalık’a adım atar atmaz, büyük şair hemen oraya koşar. Balıkesir Zağnos Paşa Camii’nin kürsüsüne çıkarak millete hitap eder: “Cihan alt üst olurken seyre baktın, böyle durdun da, Bugün bir serserî, bir derbedersin kendi yurdunda! Hayat elbette hakkın, lâkin ettir haykırıp ihkak, Sağırdır kubbeleri, bir ses duyar; Da’vâ-yı istihkak.” istiklâl Savaşı’nda Anadolu’nun dört köşesinde, köylere varıncaya kadar bütün içtimagahlarda, siperlere varıncaya kadar bütün cephelerde, her nefere varıncaya kadar bütün ordugâhlarda onun şiirleri okunur, onun hitabeleri dinlenir. Bütün gönüllere onun heyecanlı sesi, heyecan ve coşku verir. 3 Sanatı ve edebî şahsiyeti Âkif’te teessür duygusu çok gelişmişti. Manzara, vaka, kitap... Bir şey hayatına girdi mi bir daha çıkmazdı. Bu onun hem zaafı hem de kuvvetiydi. Birinin gözyaşı, aktığı yüzde kuruduktan yıllarca sonra Âkif’in kirpiklerinde dipdiri dururdu. Eserleri de öyle: Âkif de mütemadiyen yaşarlardı. Mehmet Âkif’in kalbi katı hislerden çok uzak ve çok yüksek iki aşk ile yanardı: Din aşkı, vatan aşkı... Âkif’in şiiri ise aydınlık bir şiirdi. Onun şiirinde esrarengizlik yoktu. Âkif şiirini kalbiyle yazardı... şiir yazması bir işkence idi. Aruz, üstüne üç tel gerilmiş bir tahta idi. Âkif bu tellerle uyuyan titreşimleri bir rüyayı yakalayamayacağına korkan sinirli ellerle, saatlerce, aylarca, hatta senelerce arıyordu. Ve nazmı yalnız onun şahsına mahsus bir mûsıkî aleti idi. Bunu, yalnız o, bütün vücudunu parmaklarına toplayan ellerle çaldı. Karar verdiği şiiri konusundan sapmayarak yazıyordu. istediğini yazıyordu; yazabildiğini istiyor, değildi. Yazmadan evvel şiirinin adı vardı ve bu isimde manzumenin planı dururdu. Kendi kendini beğenmeyen bir şairdi. Eserlerini en çok yırtan sanatkârdı. Yazarken memnundu; yazdığı basılınca pişmandı. Eserinin üstünden günler geçince görmek istemezdi. Yazdığı değil, yazacağı güzeldi. Kolay yazmış sanılmaması için elinden geldiği kadar güç yazardı. Onun gözünde sanat saadetti. Ona göre, sanat sanat için değildi. Sanat hayat içindi. Ahlâksız edebiyata, taklide düşmandı. Akif’in şiiri yerliydi, karar vererek, azmederek, göğsü kabararak yerli. Bu özelliği, konularının memleket vakaları olması kadar ondaki yazı zevkinin tür oluşundadır. Güzel Türkçenin üstüne titrerdi ve güzel Türkçeye dokunanlara düşmandı... Âkif, aruzun Mimar Sinan’ıydı. Aruzun mimarı olarak Âkif tekti... Âkif den evvel, hiç kimse, bu derece ayağa kalkan bir nazmın sayısız katlarından ufuklara bakamadı. Âkif’in nazmı coşkun bir seldir ki, bu bir boşanıştır ki, karşısına ne çıkarsa ona inkılâp eder. Âkif’i inkâr edenler, Âkif’i anlamamışlardır. Ve bu inkârlar, gizli imanların telaşlı, mustarip reaksiyonlarıdır. Âkif, hususî hicivler yazmadı. Ayrıca, yazdığı hicivlerinde şahsi öfke yoktu. Hemen bütün hicivlerini memleketinin mesut olacağına inanan adamın bu imanı sarsan felaketlerle karşılaştığı zaman içinde saklayamadığı isyanlardı. isyanı da imanı gibi mukaddesti. Onun için hicivlerini de din şiirlerindeki itina ile işlerdi... şiirleri, imanla isyandan ibaretti. Vatan şiirleri de, din manzumeleri de, hicivleri de... Âkif’te teessür duygusu çok gelişmişti. Manzara, vaka, kitap... Bir şey hayatına girdi mi bir daha çıkmazdı. Bu onun hem zaafı hem de kuvvetiydi. Birinin gözyaşı, aktığı yüzde kuruduktan yıllarca sonra Âkif’in kirpiklerinde dipdiri dururdu. Eserleri de öyle: Âkif de mütemadiyen yaşarlardı. şiirleri o derece vakadır ki yedi “Safahat” otuz senenin istanbul’udur. O Mısır’da bile istanbul’u yazdı. Yaşadığı şeyleri görmüş olmaya o kadar muhtaçtı ki uzak vakanın azalan tarafını yakın vakadan aldığı kısımlarla tamamlardı. Hayatının özelliği isyandır. insanlarla olayları harmanlayarak asî bir şair oluyordu. Altı Safahat’ta bu isyan var. Haksızlığı bir türlü havsalası almıyordu... Âkif, hayatta da sanatta da yanlış anlaşılan adamdı. Âkif’in hayat ve eserleri onun büyük bir cemiyetçi olduğunu gösterir. Ferdiyetçiliğin, hodkâmlığın müthiş düşmanı idi. Eserlerinde kemiyet ve keyfiyet itibariyle bir mefhum bolluğu, bir mefhum hazinesi vardır. Kullandığı kelimelerin birçoğu halkın ağzında dolaşan dipdiri kelimelerdir. En ehemmiyet verdiği şey plandı. Ona göre, ancak planlı eserlerde payidar güzellik olurdu. Bir eserin güzel ve bedii olması için şiir kadar, belki ondan daha fazla sanatın da bulunmasını gerekli görürdü. Âkif’in ahlâkî düşüncelerine, duygularına esas teşkil eden, ahlâkî hayatına düzen veren, dini ahlâk prensipleriydi. Ahlâkta Allah korkusunu esas tutardı. şiirlerinde bir taraftan hürriyet, doğruluk ve fedakârlık, samimiyet, vatanperverlik, dindarlık, tesanüt, hamiyet, şehamet, adalet, istiklâl... gibi yüce ahlâkî kıymetleri tasvir ve telkine uğraşırken; öbür taraftan da riyakârlık, münafıklık, korkaklık, dalkavukluk, tembellik, zulüm... gibi reziletlere, sebep oldukları içtimai yıkımları ileri sürerek, misaller vererek şiddetle hücum ederdi. Dikkatindeki derinlik gözlerinden okunurdu. His cephesi, fikir cephesinden üstündü. Bununla beraber, o, düşüncelerini hislerinin içinde eriterek onlara hiç çeşnisi verirdi. |
Üstad Mehmet Akif Ersoy
Eserleri Matbuatta yayınlanan ilk şiiri “Kur’an’a Hitap” unvanlı manzumedir. Bu şiiri Mektep Mecmuasının 2 Mart 1311 (1895) tarihli 26. sayısında neşredilir. O vakit Âkif, 21 yaşındadır. iki sene aradan sonra 1313, 1314/ 1897,1898 senelerinde Resimli Gazete’de bazı şiirleri yayınlanır. Bunlar 1500 mısradan fazladır. Konuları çeşitlidir. çoğunluğu ise ahlâki, dini, hikmetli özdeyişlerdir. Bunların hiç birini “Safahat”a almamıştır, ayrıca bu şiirlerden hiç bahsetmez, ehemmiyet de vermez. Bundan sonra ta II. Meşrutiyetin ilânına kadar (1908), on sene zarfında yazdığı şiirleri, basın organlarında yayınlamaz. II. Meşrutiyet’in ilânına müteakip Sırat-ı Müstakim mecmuasının yayın hayatına başlaması üzerine muntazam olarak şiirlerini neşre başlar. Burada parça parça neşrettiği şiirler, daha sonra “Safahat” unvanıyla kitap halinde basılır ki, bunlar yedi kitaptan ibarettir. Tercüme ettiği eserlerin bazıları ise kitap halinde basılmıştır. Makalelerin ve tercümelerin çoğu Sırat-ı Müstakim-Sebilürreşad koleksiyonlarındadır. Mehmed Âkif’in kitap halinde neşrolunan şiirlerin birincisi “Safahat” unvanını taşır. Bu kitap da 3084 mısradan ibaret, 44 şiirden oluşmuştur. ikinci kitabın adı: “Süleymaniye Kürsüsünden” başlığını taşır. 15 Ağustos 1328’de yazılan bu eser, 1002 mısradan ibarettir. üçüncü kitap: “Hakkın Sesleri”... Bu kitapta on parça şiir vardır. şiirler 482 mısradan oluşmuştur. Dördüncü kitap: “Fatih Kürsüsü’nde”. Bu kitapta 1692 mısra vardır. Beşinci kitap: “Hatıralar.” Bu kitapta 10 parça şiir, 1314 mısra vardır. Altıncı kitap: “Âsım.” Bu eser , 2292 mısradan ibarettir. Yedinci kitap: “Gölgeler.” Mısır’da 1933’te basılmıştır. Bu kitap 41 şiir ve 1374 mısradan oluşmuştur. Mehmed Âkif’in bu yedi “Safahat”ta 108 manzume ve 11240 mısra bulunmaktadır. şairin Sırat-ı Müstakim-Sebilürreşad’da yer almış olmasına rağmen “Safahat”a alınmayan bazı şiirleri de vardır. istiklal Marşı’nı da milletin malı olduğu için Safahat’a almamıştır. Yedinci Safahat’tan sonra yayınlanmış bazı kıtaları vardır ki bir kısmı çeşitli gazetelerde neşrolunmamıştır. Diğer taraftan 15–20 yaşında yazdığı binlerce beyitlik şiirlerinden hiç bir şey geriye kalmamış, Âkif tarafından hepsi imha edilmiştir... Mensur eserlerine gelince: Sırat-ı Müstakim - Sebilürreşad’da yayınlanan yüz kadar muhtelif makale ve hasbihali, elli kadar tercümesi, on kadar vaaz, nasihati vardır: Tercümeleri kitap halinde basılan eserleri şöyledir: “Müslüman Kadını”, şeyh Muhammed Abduh’un “Hanoto’nun Hücumuna Karşı şeyh Muhammed Abduh’un Müdafaası”, “Anglikan Kilisesine Cevap”, içkinin Hayat-ı Beşerde Açtığı Rahneler, Açtığı Zararlar”, “islâmlaşmak...” Neşrolunmayan en mühim eseri, Kur’an Tercümesidir. Planlarını hazırladığı halde yazamadığı bir kaç mevzu daha vardı: “ikinci Asım”, Haccetü’l-Vedâ” “Selahaddin Eyyübi”… Safahat’taki “Âsım”ı Avrupa’ya göndermişti. ikinci Âsım’da, Âsım Avrupa’dan dönüyor, istiklal Harbine iştirak ediyor. Âsım bir timsal. Faziletli, iman ve irfanlı, kahraman Türk neslinin timsali. Âsım, bütün şark milletlerine örnek oluyor. Matemli sahifeler kapanıyor, refah ve saadet dönemi açılıyor. ikinci Âsım’ın planı ve Haccetü’l-veda”nın planını da en küçük teferruatına kadar hazırlar. Bu eser çok mühim olacaktı. islâm inkılâbının bütün safahatını anlattıktan sonra, Hazreti Peygamber’in son nutku ile eserini bitirecekti... Selâhaddin Eyyübi ise, bir piyes şeklinde olacaktı. Bu eserde islâm-Türk kahramanlığını canlandırmak istiyordu. Ne yazık ki, bu en mühim eserlerini yazamadan bu fâni âleme veda eyledi. 4 Âkif ’in seciyesi Âkif, müthiş bir seciye ve kanaat sahibi idi. Gelişi güzel hadiselerin arkasından sürüklenmezdi. Muayyen ve başlı başına kanaatleri, ölçüleri vardı... Âkif, sadece bir köşeye çekilip düşündüklerini ve duyduklarını yazmakla kalan bir şair değildi. Aynı zamanda doğru bildiği şeyleri yapmaya çalışan, hareketlerini samimî duygularına uygun düşürmeye uğraşan bir cemiyet adamı idi... çok azim sahibi idi. Bir kere bir şeye azmetti mi, artık onu yapmak mesele değildi. Vefakârlığı müstesna derecede idi. Dostluğuna bihakkın güvenilirdi. Vefasızlık, nazarında en büyük namertlik idi. O, yalnız insanlara karşı değil, Allah’ına, Peygamberine, milletine, vatanına da vefakârdı. çok mütevazı idi. Gösterişi hiç sevmezdi. Sırası gelmeyince ilmini bile izhar etmezdi. çok büyük izzeti nefis sahibi idi. Hayatında hiç bir defa hiç bir kimseye karşı en ufak bir zillet göstermemişti. izzet-i nefsini rencide edecek ufak bir söze, bir muameleye, hatta bir ufak bir bakışa bile tahammül edemezdi. şeref ve haysiyetine bütün müddeti ömründe hiç bir toz kondurmamıştı. Söze büyük kıymet verir, verdiği sözü katiyen yerine getirirdi. Meğer ki ölüm, yahut ona yakın bir mani zuhur ede. Sözünü tutmayanlara insan nazarıyla bakmazdı. Yalan nedir bilmezdi. Her sözü doğru idi. Hiç kimse müddeti ömründe onun bir kere olsun yalan söylediğini görmemiştir. Yalan söyleyenlere çok kızardı. Utangaçtı. Ona, faziletinden, kudretinden bahsederseniz kızarır, başka tarafa bakardı. Dostluğu, çok pahalı bir mal gibi mahrumiyetlere katlanılarak elde edilirdi. Sonra da kaybetmemek için birçok pahalı şeyin üstüne titremek gerekirdi. çetin huylu idi. Onunla dost olmak kolay değildi. Onu anlayabilirseniz canını da sizin için feda ederdi... Kendi işlerine lakayt idi. Fakat sevdiklerinin her işine alaka gösterirdi. Sevdikleriyle çok latife ederdi. En sevdiği şey, yalnız kalıp düşünmekti. şehrin dağdağasından sıkılır, daima uzak ve ıssız yerlerde dergâh gibi bir yeri olmasını tahayyül ederdi. Orada insanlardan uzak, tabiatla baş başa kalmak isterdi. Okutmak ve yazmak en büyük zevki idi. Okuttuğu derse ehemmiyet verirdi. Bildiğini iyi bilirdi. Bilmediği şeye de hiç karışmazdı. Hafızası çok kuvvetli idi. Ezberlediği şiirler on bin beyitten aşağı değildi. Cahilane taassubun müthiş düşmanı idi. Eskiye bilâ kaydüşart bağlı değildi. Yeniye de körü körüne taraftar değildi. Düsturu şu idi: “Eski, eski olduğu için atılmaz, fena olduğu için atılır. Yeni, yeni olduğu için alınmaz, iyi olursa alınır.” O, hem şair, hem âlim idi... Bir cemiyet için ilimsiz yaşamak kabil olmadığı kanaatinde idi. Asrın icabatına, gençliğe, istikbale ehemmiyet verirdi. Milletleri sapık yollara götüren şuara, übeda ve muharrirlere müthiş düşman idi. Bunları millet için bir musibet addederdi. Tenkit ve muahezeyi sevmezdi. Ona göre, başkalarını değil, insan kendi nefsini muaheze etmeli idi... çok hür fikirli ve müsamahakâr idi. Geniş düşünürdü. Onun müsamaha etmediği yalnız bir şey vardı: Dini... “Musikiyi çok severdi. Nısfiye üflerdi. Birçok ağır şarkılar, besteler ve ilahiler mahfuzu idi. Mevlidi çok severdi. Güzel sesle okunan Kur’ân’ı dinlemekten büyük haz duyardı. Erken kalkardı. Yatakta uyanık yatmak âdeti değildi. Kimsenin hususiyetine karışmazdı... iki yüzlülülere garezdi... Hâsılı, üstad Âkif yüksek bir şair olduğu kadar tam manasıyla bir insan-ı kâmildi. (*)” (*) Eşref Edib, “Mehmed Âkif”, Sebilürreşad, IX/211, (Aralık 1955) s. 172–173. |
Üstad Mehmet Akif Ersoy
Mısır yılları ve vefatı Millî Mücadele’nin manevi cephesinin bu büyük kahramanı bir müddet sonra, müşfik dostu Abbas Halim Paşa ile birlikte, Mısır’a çekilir. Kahire’nin Hilvan Köyünde on bir sene inziva hayatı geçirir. Mehtaplı gecelerde Nil kenarında şiirlerini okur. Ehramlar önünde Firavun’un yüzüne silleler savurur. Hilvan bahçelerinde Buda’nın ve öğrencilerinin heykelleri karşısında tefekküre dalar. Mesnevî ney’inden Mevlâna’nın hicranlarını dinler. Kur’an tercümesini bitirir. Mısır Milli Eğitim Bakanlığı tarafından Mısır üniversitesine edebiyat profesörü olarak görevlendirilir. Nihayet hastalanır. Memleketine dönmek iştiyakı artar. Artık Mısır’da duramaz olur. Bir gün hasta bir halde meçhul şehirde abide diktiği çanakkale’den geçer ve istanbul’un minarelerini görünce gözyaşları sel olur, akar... Canlı bir cenaze halinde vapurdan hastaneye nakledilir. istiklâl Marşı şairinin vatana döndüğünü haber alan bütün dostları, edibler, şairler, yazarlar, gazeteciler, profesörler, üniversiteli gençler... akın akın özlemle, hasretle ziyaretine koşarlar. Bu candan sevgi onu çok duygulandırır. Sonra Alemdağı’na, çok sevdiği Prens Halim Paşa’nın köşküne gider. Bir müddet orada haşmetli çamların serin gölgeleri altında sayılı günlerini geçirir. Her gün Kur’an okumak alışkanlığında olduğu için Kur’an dinlemek ihtiyacı vardır. En meşhur hafızlar her gün gelip ona Kur’an okurlar. Âkif ise huşu ile dinler. Memleketin en kıymetli üstadları tedavisine ihtimam gösterirler. Hastalığına (Siroz= Dumûri kebed teşemmuu) çare bulamazlar. istiklâl şairi yavaş yavaş erir, bir deri bir kemik kalır. Nihayet bir gün söner. 27 Kanunu evvel 1936/27 Aralık 1936 Pazar günü güneşin batımına müteakip Akşam saat 19,45’te, 63 yaşında olduğu halde bu fâni âleme veda eder. Cenazesi Beyazıt’a getirilir; üniversite gençliği tabutunu karşılar ve al sancaklara sarar. Görülmemiş bir samimiyet ve sevgi sağanağı ile tabutu eller üzerinde üniversiteli gençler tarafından Edirnekapı’ya kadar taşınır ve son yolculuğuna gözyaşları arasında uğurlanır |
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.