![]() |
Dünya Yaşamı:
DÜNYA YAŞAMI: a. Hz. Âdem ve Hz. Havva’nın Dünyaya Gelişleri Dünya, çeşitli bitki örtüsü ve hayvan türleriyle donatılıp insanın yaşamına uygun ortama dönüşünce, Hz. Âdem ve eşi Hz. Havva, Cennetten çıkarılıp buraya indirildi. Yapılan rivayetlere göre, Hz. Âdem Hint tarafına ve Hz. Havva ise Cidde’ye indirildi. Hz. Âdem, çok ağladı ve Cenab-ı Hak’ka yalvardı. Nihayet Cenab-ı Hak, onun tövbesini kabul buyurdu ve “Mekke tarafına git” diye vahyi gönderdi. Hz. Âdem Mekke bölgesine gelip Hz. Havva ile buluştu (1). Yine başka bir görüşe göre, Hz. Âdem ile Hz. Havva Mekke yakınındaki Arafat bölgesinde rahmet tepesi diye anılan Cebel-i Rahme’de buluştukları rivayet edilir(2). Ayrıca, Hz. İbrahim Peygamber de yine bu tepede Cebrail ile konuştuğu ileri sürülmektedir. Bu özelliğinden dolayı da yapılan haccın kabul edilebilmesi için Arafat vakfesi (yani orada belirli bir zaman bulunma ) koşulu ön görülmüştür. Yiyecek ve içecek yönünden dünya ortamı da Cennet yaşamına benzemekte. Çevrede her şey bol; fakat, elde edebilmek ayrı bir gayreti ve çalışmayı gerektirmekte. Yeni teknik uygulamalara ihtiyaçları var. Bir bölümünü de yaşam mücadelesi veren hayvan toplumunu izlemekten elde ederler. Bakarlar hayvanlar cinslerine göre gruplara ayrılmışlar. Kimisi bitki yiyerek, kimisi bitki tohumu ve meyvesini yiyerek, kimisi et yiyerek, kimisi de hem et ve hem de ot yiyerek hayatlarını sürdürmekteler. Kurulu bu dünya düzeni, Hz. Âdem ve eşinin yaşam için beslenmelerinde kendilerine örnek olur. Onlar da yaşamlarını bu düzen içerisinde sürdürürler. Bir farkla ki, Cennette her şey çaba harcamadan elde edilirken, dünya yaşamında çalışma ve gayret öngörülmüş; çalışmadan yaşamı sürdürmek olanaksız hale getirilmiş. Canları et yemek isteyince avlanmak gerekir; bu da bir teknikle, aklını iyi kullanabilme becerisiyle olur. Yani, hayatın her aşamasında çalışmak, uğraşmak ve gayret gösterip alın teri dökmek gerekiyor. Çünkü dünya düzeni, bu kurallara göre kurulup işlemekte. |
Dünya Yaşamı:
b. İnanç Yönünden Geçirilen İmtihan Hz. Âdem ilk insan ve ilk peygamberdir. Yaşamını kolaylaştıracak kurallar, Allah tarafından öğretilmiş ve dünyada da uygulamasını yapmıştır. Bu aşamada tevhit inancının esasları da kendisine vahyi edilmiştir. O yaşadığı sürece; (1) Allah’tan başka ilâh olmadığına, eşi ve benzerinin bulunmadığına, doğmadığına ve doğurmadığına; (2) Hayatı da, ölümü de, canlı ve cansız bütün varlıkları yaratanın da Allah olduğuna; (3) Kıyametin gerçek olduğuna, tekrar dirilip herkesin dünyadaki davranışına göre hesap verip Cennete veya Cehenneme gideceklerine; (4) Rızkı verenin, onu azaltıp çoğaltanın Allah olduğuna; (5) İbadet, dua, istek ve tövbenin yalnızca Allah’a yapılacağına; inanıp uygulamış, ayrıca bu inancını kendisinden sonra gelen nesle intikal etmesine gayret göstermiştir. Hz. Âdem gerek Cennet yaşamında olsun gerek dünya da yegâne sığınılacak makamın Rabbi olduğunu bilmiş, O’na güvenip O’na yalvarışta bulunmuştur. Ne var ki, tevhit inancı, nesilden nesle intikal ederken, şeytanın güdümündeki insanların işgüzarlığı veya ilgisizliği yüzünden anlam değiştirmiş, yerini çok Tanrılı ve putperestliğe bırakmıştır. Bu nedenle, Yüce Rabbim zaman zaman bozulan inancın yenilenmesi bakımından peygamberler göndermiş ve kendilerine ilâhi buyruklarını, suhuf (sayfa) ve kitap halinde vermiştir. Kuran-ı Kerimde Hz. Âdem’den itibaren Hz. Muhammed’e (s) kadar 25 Peygamberin ismi geçmekte ve bunların, Allah’ın tevhit dinini insanlara tebliğinde (duyurulmasında) karşılaştıkları zorluklar anlatılmaktadır. Yüce Rabbimin emir ve bildirdiklerinde değişiklik olmadığı, geçmişteki olaylardan ibret alınması gerektiği, emir ve yasaklara uymayanların her an helâk (yok) edileceği inancına sahip olmaları yönünden zaman zaman cezalandırılmıştır. Örneğin, Nuh tufanı (kara parçasının belirli bir süre su altında kalıp bütün canlıların boğulması), Hud kavminin, Semud kavminin, Ad kavminin başlarına gelen yok edici afetler, Hz. Musa’yı takip eden Firavun ve askerlerinin denizde boğulma olayı gibi... Allah Teâlâ, hak dine davetçi ve uyarıcı göndermeden hiçbir kavmi sorumlu tutmayacağını ifade etmiştir. Bu ifadeden, her ne kadar Kuran’da 25 Peygamberin ismi geçmekte ise de, dünya üzerine dağılmış her millete kendilerini uyaracak peygamberler gönderilmiş olduğu anlaşılmaktadır. (Nisa Sur/164). Bunların sayısının da 124 bin civarında olduğu sanılmaktadır (3). En son Peygamber, Hz. Muhammed (s)’dır. Genelde her Peygamber mensup olduğu kendi kavmini (milletini) uyarmak için gönderilmiştir. Hz. Muhammed (s) ise, dünya üzerindeki ve kıyamete kadar bütün insanların Peygamberidir. Hz. Muhammed’den (s) sonra başka bir Peygamber gelmeyecektir. Çünkü Kuran-ı Kerimde Yüce Rabbim “Kuşkusuz Kuran’ı Biz indirdik ve onu kesinlikle koruyacakta Biziz”( Hıcr Sur/9) diye ilâhi hükmünü beyan etmiştir. Zaten 1400 yıldan buyana ilâhi koruma altındaki mukaddes kitabımız, hiçbir değişiklik ve bozulmaya uğramadan zamanımıza intikal etmiş olması bu gerçeğin göstergesidir. Halen dünyada yaşayan bazı dinlerin özelliklerine göz atıp tanımaya çalışalım: Dinler arasındaki belirleyici özellik, semavi din olup olmadığıdır. Yani dinin esaslarını Tanrının belirlemiş olmasıdır. Bu ayırıma göre; (1) Tek Tanrılı dinler: Yahudilik, Hıristiyanlık, Müslümanlık; (2) Çok Tanrılı dinler: Hinduizm, Budizm, Şintoizm gibi. Bunlar da inanç ve ibadet uygulama yönünden değişik gruplara ayrılmıştır. (1) Tek Tanrılı Dinler (a) Yahudi Dini Yüce Allah, Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e kadar geçen süre içerisinde, tevhit inancı doğrultusunda insanların uyması gereken emir ve yasaklara ilişkin ilâhi düsturlarını Peygamberlerine ya sayfa halinde veya kitap şeklinde vahiy etmiştir. İlk ilâhi kitap da Hz. Musa Peygambere vahiy edilen Tevrat’tır Hz. Musa, Kenan bölgesinden Mısır’a dönerken geceleyin ateş almak amacıyla gittiği Tur dağında Allah’ın tecellisi ile karşılaşmış ve kendisine bazı mucizeler gösterilip Peygamberlik verilmiştir. Mısır’daki Firavun ve halkını uyarmak üzere gönderilmiştir. Böylece Yahudilik veya Musevilik dini ortaya çıkmış olur. Hz. Musa’nın yeni dine daveti, halkın tepkileri, Allah’ın emirlerine uymamak sonucu başlarına gelen kötülüklere (musibetler) ilişkin tarihi bilgiler “ Okuyucu ile sohbet” bölümünde ayrıntılı olarak açıklanmaya çalışıldı. Bu nedenle, burada aynı hususlara tekrar yer verilmedi. Yahudi dininin mukaddes kitabı Tevrat, Hz. Musa Peygambere vahiy edilmiş ve sağlığında kitap haline dönüştürülmüştür. Yahudiler, kutsal kitaplarını üç bölüme ayırırlar: Birinci bölüme, “ Tora “ veya “ Tevrat “ adını verirler. Tora da yazılı ve sözlü olmak üzere ikiye ayrılır. Yazılı Tora, Allah’ın Sina dağında Hz. Musa’ya vahiy etmeye başladığı kitaptır. Sözlü Tora ise, yazılı Tora’nın açıklaması olan “Talmud”dur. Talmud olmadan, Tora’nın anlaşılmasının imkânsız olduğu belirtilir. Tora, şu beş kitaptan oluşmuştur: -Tekvin (Kâinat ve insanın yaratılışı anlatılır) -Çıkış (İsrail oğullarının Mısır’dan ayrılışları anlatılır) -Levililer (Önemli ahlâk kuralları, haram-helâl olanlar, günahların kefareti, ayinler, bayramlar, adaklar, anlatılır) -Sayılar (İsrail oğullarının çöl yaşantısı, bazı şer’i kanunlar, kayadan su çıkarma olayı anlatılır) -Tesniye (İnsanların birbiri ve Tanrıya karşı ne şekilde davranılacağına dair esasları belirler) Talmud, Hz. Musa’dan itibaren geleneğe göre süregelen sözlü yasadır. Diğer bir ifadeyle Tora’nın açıklayıcısı ve tamamlayıcısıdır. Bu yasa kuşaktan kuşağa aktarıldıktan sonra milâttan sonra 200’e doğru haham Rabi Yuda Hanassı tarafından yazıya döküldü ve adına “ Mişna” dendi. Haham okullarında açıklanıp yorumlandı. Gemera adı verilen bu yorumlar Mişna’yla birlikte Talmud’u oluşturdu. Kutsal kitabın ikinci bölümünü “ Neviim;” Peygamberler oluşturur. Hz. Musa’nın ölümünden sonra Yahudilerin vaad edilmiş topraklara yerleştirilmeleri, krallık kurmaları, Yahudilerin putperest topluluklarla yaptıkları mücadeleler, kutsal mabedin kuruluş ve yıkılışı anlatılır Yahudi kutsal kitaplarının üçüncü bölümünü oluşturan kitaplar şunlardır: -Mezmurlar.( Hz. Davut Peygamber tarafından yazıldığı ileri sürülür.) -Süleyman’ın meseleleri.( Hz. Süleyman Peygamberin ahlâk ve doğru yolu gösteren sözlerini kapsar.) -Neşideler neşidesi.(Hz. Süleyman’ın şaheseri kabul edilir. Allah ile Yahudiler arasındaki sevgiyi, anlatır. -Eyup. (Hz. Eyup Peygamberin hayatı ve başına gelen musibetler, anlatılır) -Vaiz.( Allah korkusu ve Allah’ın emirlerine uyulmasının gerektiği, anlatılır ) -Rut.( Yabancı dul bir kadının Yahudi dinine girişi anlatılır) -Ester. (Pers ülkesindeki Yahudilerin yok edilmesi olayını, anlatır.) -Yeremyanın mersiyeleri.(Kudüs’ün yıkılışı ve Yeremyan Peygamberin üzüntüsü, anlatılır) -Daniel. (Hz. Daniel Peygamber ve Yahudilerin Babil’e sürgün olayı, anlatılır.) -10’cu kitap Ezra, 11’ci kitap Nehemya,12’ci ve 13’cü kitaplar da Tarihler olarak yer almıştır. Yahudiler, Tevrat’ın hükümlerine uydukları sürece güzel bir yaşam sürdürürler. Ancak, zaman zaman da şeriatı terk edip putperest inancına dönünce Allah’ın gazabına uğramışlardır: Önce Keldaniler tarafından ülkeleri işgal edilip kendileri de esir olarak Babil’e götürülmüş; bu olay sırasında mukaddes kitapları yakılıp yok edilmiştir. Daha sonra da Yunanlıların, arkasından Romalıların saldırılarına uğrayarak egemenlikleri altına girmişlerdir. Hz.Uzeyr Peygamber tarafından yeniden yazılmış olan Tevrat kitabı da tekrar yakılarak yok edilmiştir. Bundan sonra din adamlarınca yazılan Tevrat, Yahudi mukaddes kitabı olarak günümüze kadar intikal etmiştir. Yahudi mabedine, havra veya sinagog denir. Dini ayinleri hahamlar yönetir. Her havra da Kudüs’e dönük bir bölmede, içinde Tevrat metinleri yazılı sandık bulunur. Rule halindeki bu metinler çıkarılıp haham tarafından okunarak dini ayin yapılmış olur. Çocuk 12 yaşını bir ay geçince Yahudi şeriatına uymak zorundadır. Eşlerin nikâh töreni sinagogda haham önderliğinde yapılır. Kadının boşanma hakkı yoktur. Yahudilerin dokuz önemli dini ve milli bayramları bulunmaktadır: (1- Yomkippur: Tövbe günü, 2- Roşhaşana: Yılbaşı günü, 3- Pesa: Yahûdilerin Mısır’dan çıkışı, 4- Şavuot: On emrin veriliş bayramı, 5- Şukot: Çadırlar bayramı,6-Simhatoro: Her yıl Tevratı hatmetme bayramı, 7- Purim: Ester’in anılması, 8-Hanuka: Kandil bayramı, 9- İsrail İstiklâl bayramı.)Yahudi dininde cumartesi günü, dinlenme günüdür. Bu gün çalışma, yemek pişirme yapılmayacak; dinlenip dini hizmet ve ibadetlerle meşgul olunacaktır. |
Dünya Yaşamı:
(b) Hıristiyanlık: Romalıların esareti altında bulunan Yahudiler çeşitli mezheplere bölünmüş, insanlar şeriat hükümlerini uygulamaktan uzaklaşmış, din adamları dinin özünden kopup şekilciliğe yönelmiş, mabetler ticarethane durumuna sokulmuştu. Temiz ve dindar halk ise bu gidişattan oldukça sıkılıp bir kurtarıcının (Mesih) gelmesini bekliyorlardı. İşte Hz. İsa böyle bir ortamda dünyaya geldi. Fakat O’nun gelişi, birçok sorunu da beraberinde getirdi. Çünkü Hz. İsa, babasız olarak dünyaya gelmişti. Anne Hz. Meryem, çocuğunu kundaklayıp ailesine götürdü. Görenler şaşkınlık içinde kalıp Hz. Meryem’i iffetsizlikle suçlamaya kalkıştılar. Hz. İsa kundakta iken dili çözülüp onlarla konuştu ve kendisinin bir peygamber olduğunu müjdeledi. Fakat pek çok Yahudi’nin mantığı bunu kabul etmedi. Şüphelendikleri Zekeriya Peygamberi şehit ettiler. Olay üzerine Hz. Meryem çocuğunu alıp Mısır’a göç etti. On iki yıl sonra tekrar Filistin’e döndü. Hz. İsa otuz yaşına gelince İncil vahiy edilmeye başlandı. Üç yıl süreyle yeni dini anlatıp yaymaya çalıştı. Ancak kendisine on iki kişi inanmıştı. Bunlara “ Havarıyyun” adı verilmişti. Yahudilerin şikâyeti ve ihbarı üzerine Romalı idareciler bir baskınla Hz. İsa’yı ele geçirdiler. Sorgulama sonucu çarmıha gerilip idamına karar verildi. Hıristiyan inancına göre çarmıha gerilip öldürüldüğü, İslâm inancına göre ise çarmıha başkası gerilip Hz. İsa’nın göğe kaldırıldığı ifade edilir. Hz. İsa’ya vahiy edilen İncil, Peygamberin sağlığında yazılı duruma getirilmemiş, daha sonra Havarilere atfen yazılıp çoğaltılmıştır. Hz. İsa’dan sonra dinin yayılması ve tebliği işlemleri Havariler tarafından gizlilik içerisinde yürütülmüştür. Çünkü devamlı takip ve baskı altında bulunuyorlardı. Roma İmparatorluğu döneminde Hıristiyanlık resmi devlet dini olunca rahat bir nefes alınabildi. Hıristiyan inancının esasını “ teslis” oluşturur. Teslis demek, “Allah- İsa- Kutsal ruh”üçlemesini belirler. Şöyle ki, Hz. İsa’nın babasız olarak dünyaya gelişine bir türlü anlam veremeyen Hıristiyanlar, kendilerine göre yorum yaparak çıkış yolu aramışlardır. Mademki Hz. İsa, Allah’a ait cevheri (ruh) taşıyor, öyleyse Hz. İsa’nın vücudunda insana özgü maddi unsur ile Allah’a ait ruh bulunmasından dolayı Hz. İsa, Allah’ın oğludur, dediler. Dolayısı ile Hz. İsa, Rabdir. O zaman Hz. Meryem’de ilâh doğuran annedir. Bu inançla Hıristiyanlar Allah’a baba, Hz. İsa’ya da Rab, diyerek yaklaştılar. Aynı ifadeye İncil metinlerinde de rastlanır. Kutsal ruhun, Allah’tan çıktığına inanırlar. Hıristiyanlık üzerindeki baskılar nispeten kalkınca, öne gelen İncil yazıp inancı yayma yarışına giriştiler. Bunun sonucu olarak birbirinden farklı İncil nüshaları ve düşünceler ortaya çıktı. Bu çok başlı çeşitliliği gidermek üzere zamanın yetkili kişileri bir araya toplanıp oluşturdukları konsüllerde soruna çözüm aradılar. Bu maksatla; -325 yılında İznik’te toplanan konsülde, yüze yakın İncil arasından birbirine benzerlik yönünden bugünkü dört İncil seçilip kabul edildi. -381 yılında İstanbul’da toplanan konsülde, şu açıklama yapıldı: “ Tanrı baba, doğmamış ve doğurmamıştır. Kutsal ruh, Tanrıdan çıkmıştır; gerçek Tanrıdır. Oğul İsa ise, doğmuş ve doğurmamıştır.” -431 yılında Efes’te toplanan konsülde, Hz. Meryem’in Hz. İsa’dan dolayı “Tanrı” annesi olduğu kabul edilmiştir. Kendisine de, Tanrı doğuran anlamında “ Teotokos” denilmiştir. -451 yılında İstanbul- Kadıköy’de toplanan konsülde, Hz. İsa’nın iki tabiatının bulunduğu, bakire Meryem’in, babası tarafından ilâhi, annesi bakımından beşeri İsa’yı doğurduğu kabul edilmiştir (1). Üçüncü yüzyıldan sonra Yunanca olarak yazılan yeni ahit (İncil) 27 kitaptan oluşmaktadır. Bunların dördü İncil, 21’i mektup, 1’isi de Resullerin işleri ve Vahiydir. Hıristiyanlar “ eski ahit” denen Tevrat’ı da kabul ettikleri için bunlarla beraber İncil, 66 kitaptan oluşmaktadır. Hıristiyanlıkta ibadetler, günlük, haftalık ve yıllık olmak üzere üç türlüdür: Günlük ibadetler sabah ve akşamları papazın kutsal metinleri okuması ile yapılır. Haftalık ibadet, Pazar ayinleridir. Burada da kutsal metinler okunur. Yıllık ibadetler ise Noel bayramı (Hz. İsa’nın doğum nedeniyle yapılır.), Epifanı bayramı, Paskalya bayramı, Haç yortusu (Hz. İsa’nın çarmıha gerilişi), Meryem Ana günü (Meryem Ananın anısına yapılır) olarak düzenlenir. Hıristiyanlığın belli başlı üç mezhebi vardır: Katolik, Ortodoks, Protestan ayrıca, Süryani Kilisesi, Ermeni Kilisesi, diğer Hıristiyanlardan değişik uygulamaya sahiptirler. Bu nedenle üç mezhebe bağlı değillerdir. |
Dünya Yaşamı:
(c) İslâmiyet Tek Tanrı inancı görüşünü benimseyip yaygınlaştıran Yahudi dini, zaman içerisinde değişmiş ve putperestlik uygulamalarına yer verince, bozulan şeriatın düzeltilmesi amacıyla Hıristiyanlık dini gelmiştir. Ne var ki, henüz başlangıç aşamasında söndürülmeye çalışılmış ve mukaddes kitap İncil aslı durumunu koruyamamıştır. İçine insan söz ve düşünceleri eklenmek suretiyle değiştirilmiştir. Bu defa tevhit inancının gerçek yönünü bütün insanlığa tebliğ etmek üzere Kuran-ı Kerim Hz Muhammed(s) ‘e vahiy edilmeye başlanır. Hz Muhammed(s) 40 yaşında iken 610 senesinde Hira mağarasında tefekküre(düşünme) çekilir. Ramazan ayının son günlerinde melek Cebrail gelerek Peygamberliğini müjdeler ve ilk vahyi tebliğ eder. Böylece 23 yılda Kuran-ı Kerim tamamlanır. O günlerde Mekke ve civar yerleşim birimlerinin halkı putperest inancına sahiplerdi. Hz Muhammed (s) Allah’ın emri ile ilk önce yakınlarını yeni dine davet eder. Fakat birçok tepki ile karşılaşır. Buna karşın, yine de gizliden gizliye davet işlemini sürdürür. Hz Ömer’in Müslüman oluşu ile açıktan ibadet edip dini yaymaya çalışılır. Hz Muhammed (s)’in getirdiği inanç birliği, Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, âhirete (öldükten sonra dirilip hesap sorulacağına), kaza ve kaderin Allah tarafından belirlendiğine, inanmayı zorunlu kılmıştır. Bu inancı taşımakla beraber her Müslüman’a namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek, hac yapmak ve kelime-i şahadet getirme sorumluluğu da yüklenmiştir. Kuran-ı Kerim, 114 sûre ve 6666 adet âyetten oluşur. Tamamı Hz Peygamberimizin(s) sağlığında vahyi katipleri tarafından yazılmış, Hz Ebu Bekr’in halifeliği döneminde de bir araya toplanarak kitap haline dönüştürülmüştür. Hz Osman’ın halifeliği sırasında ise, çoğaltılarak İslâm’ın yayıldığı yeni ülkelere gönderilmiştir. Hz. Peygamberimizin (s) sünnet ve sözlerini kapsayan hadis kitapları 90-100 yıl sonra yazılmış, muteber olanları “ Kutub-i Sitte” adı altında zamanımıza kadar intikal etmiştir (Buharı, Müslim, İbn Mace, Ebu Davud, Tirmizi ve Nesei’ye isnat edilen kitaplar).Bu arada toplumu yanıltan birçok hadis de belirlenmiş oldu. İslâm dünyası genişleyince yeni sorunlar çıkmış, hukuki düzenlemelere ihtiyaç duyulmuştur. Açılan yeni ekoller, İslâm mezheplerinin doğuşunu da beraberinde getirmiştir. İslâm toplumu önce, Sünnî ve Şia diye ikiye bölünmüş; Sünnî ekol da, Hanefi, Şafiî, Maliki, Hambeli adı altında dört ayrı mezhebe ayrılmıştır. Şia da birçok kola ayrılarak zamanımıza kadar bölünmüşlük devam etmiştir. Tek Tanrılı dinler, yani semavi dinler, tevhit inancını belirleyen esasları kapsar. Ancak, zaman içerisinde inanç bozulmuş ve mukaddes kitaplara insan sözü eklendiği için yerine bir sonraki din getirilmiştir. Örneğin, Yahudiler Uzeyr Peygamberi Allah’ın oğlu, Hıristiyanlar Hz. İsa’yı hem Allah ve hem de Allah’ın oğlu olarak inanırlar (Tövbe Sûr/30).Yaşanan harpler ve istilalar sonucu Tevrat’ın esas nüshaları yok edilmiş ve sonradan tekrar yazılmış ise de, aslından uzak kalmıştır. İncil de Hz. İsa zamanında değil çok sonra Havarilere atfen kaleme alınmıştır. Roma İmparatorluğu döneminde resmen devlet dini kabul edilince, toplanan konsüller tarafından 100 İncil arasından birbirine benzer ve muteber görülen bugünkü dört İncil seçilmiştir. Ancak, bütün olarak ilâhi vahye dayandığı şüphe ile karşılanır. Çünkü örneğin Markos İncilinde Hz. İsa’nın çarmıha gerilmesi, ölümü, mezara defnedilişi ve birkaç gün sonra dirilip göğe kaldırıldığı yazılıdır (Markos/Bab-15-16). Halbuki, Hz. İsa’nın ölümü ile vahyin kesilmesi gerekirdi. İşte bu ve benzer nedenlerle, bozulan dinin yerine İslâm dini getirilmiştir. Peki, İslâm dininde zamanımıza kadar ki dönemde hiçbir sıkıntı yaşanmadı mı? Tabiî ki yaşandı... Kuran’ın birçok ayetinde Allah Teâlâ buyuruyor: “Ey iman edenler, Allah ve Rasûl’üna itaat edin ki, kurtuluşa eresiniz! “(Al-i İmran Sur/132). Peygambere itaat nasıl olmalıdır? Onun sünneti (gittiği yol) ve hadislerine (dinin yaşanmasındaki açıklama ve tavsiyelerine) uymakla. Kendi sözlerinin Kuran metinlerine karışıp bozulmaması yönünden sağlığında hadis yazılmasını men etmişlerdir. İslâm dininin ikinci kaynağı sayılan hadisler, ancak Peygamberimizin vefatından 90-100 yıl sonra Emevi halifesi Ömer b. Abdülaziz’in isteği üzerine ve büyük bir ihtiyaç nedeniyle bir araya toplanmaya çalışılmıştır (11). Dolayısı ile birçok uydurma hadis metinleri ortaya çıkmış, İslâm toplumu inanç ve farklı düşüncelerle bir kaosa sürüklenmişti. Bilindiği gibi Kuran 23 yılda vahiy edilmiştir. Bu süre içerisinde Hz. Peygamberimizin (s) açıklamalarından bazıları, zaman ve Kuran’ın akışına göre nesh edilmiş (ortadan kaldırılmış), fakat bu durumdan haberdar olamayan Sahabe veya Tabiler, Peygamber sözünü kulaktan kulağa aktarırken toplanan hadisler arasına katıldığı saptanmıştır. Dolayısı ile görüş ayrılıkları mezheplerin doğmasına neden olmuştur. Bu farklı uygulamayı, dinin temel direği sayılan namaz kılmada şekil yönünden görmek mümkündür. Örneğin, Hanefi mezhebinde namaz uygulaması ile Şafiî mezhebi arasında farklılık vardır. Gerek tekbirlerde el hareketi, gerek sabah namazının ikinci rekâtında Şafiî mezhebine göre uzun bir dua okunması ve gerek vitir kunut duası metinlerindeki farklılık. Her iki mezhep mensupları, namazın kılınış biçimlerini Hz. Peygamberimizin (s) sünneti ve hadislerine dayandırmaktadır. Tabiî gönül isterdi ki, Hz. Peygamberimizin (s) en son namaz kıldırdığı kural ve şekliyle bizlere intikal etmiş olsun da, farklı durumlar ortaya çıkmasın! Artık bu aşamada bizlere düşen görev, tevhit inancına sımsıkı sarılıp Kuran’ın önderliğinde Allah’a yaklaşmak olacaktır. Herkes mensubu bulunduğu hak mezhebin ortaya koyduğu esasları doğru kabul edip yeniden bölünmüşlüklere aracı olmamalıdır.Ayrıca kendi mezhebi dışındaki hak mezhepleri eleştirip Müslümanlar arasında kırgınlık ve öfke gibi olumsuz davranışlardan uzak kalmalıdır.. Çünkü şeytan, fitne ve bozgunculuk önerip kişinin sınavı kaybetmesine aracı olmak ister. Peki, bu olumsuz gelişmeler karşısında Hz. Peygamberimizin (s) sünnet ve hadislerini bir tarafa bırakıp sadece Kuran’a sarılmamız İslâm dinini yaşamamıza yeterli olabilir mi? Tabiî ki, hayır!... Çünkü Peygamberimizin (s) sünnet ve hadisleri, Kuran’ın tefsiri anlamındadır. Kuranın birçok hükümleri genel anlamda olup detaylara inmemektedir. İşte sünnet ve hadisler ara boşlukları doldurup dinin esaslarını tamamlamaktadır. Bu nedenle bizler için hiçbir şekilde vazgeçilmeyecek rehber ve kaynak düsturlardır. Şimdi akla şöyle bir soru gelebilir: Kuran, Allah’ın koruması altında olduğuna göre, neden sünnet ve hadisler koruma altına alınmadılar? Bir defa Kuran hem metin, hem de ifade ilâhi kaynaklıdır. Sünnet ve hadisler ise, genelde anlam yönünden ilâhi, ifade bakımından insan kaynaklıdır. Önceki ilâhi kitapların nasıl bozulduğu örneği ortada iken bir önlem olarak Hz. Peygamberimiz, Kuran’a karışır endişesiyle sağlığında hadis yazılmasını uygun görmemişlerdir. Ancak, sünnet ve hadisler Sahabelerin ezberinde canlı tutulmaya çalışılmıştır. Bu birinci neden; ikincisi ise Allah’ın Müslümanları tabi tuttuğu sınavdır. Gerçek Müslüman, sorunlarını araştıracak, Kuran ölçülerine göre süzgeçten geçirecek, hangisinin doğru, hangisinin yanlış olduğuna kanaat getirdikten sonra uygulamaya koyacaktır. Diğer bir ifadeyle aklını çalıştırıp doğruyu bulacaktır. Yoksa nefis ve şeytanın hilelerine tutsak düşer, geleceğini karartır. Bir örnek ile konuya açıklık getirelim: İslâm’da hırsızlık olayında cezalandırma. Kuran’daki hükmü: “ Hırsız erkek ve kadının, yaptıklarına karşılık ve Allah tarafından bir ceza olarak; ellerini kesin. Ve Allah Aziz’dir, Hakim’dir.” (Maide Sur/38). Hz. Peygamberimizin (s) bu konudaki hadisleri: (a) Buharı ve Müslim’in sahihlerinde Ebu Hureyre (r.a.)’den nakledilen hadiste: “ Allah hırsıza lânet etsin. Yumurta çalar eli kesilir, ip çalar eli kesilir.” (b) Buharı ve Müslim’in sahihlerinde İbn Ömer’den nakledilen bir hadiste, Rasûlullah (s), üç dirhem değerindeki bir zırhtan dolayı hırsızın elinin kesilmesini buyurmuştur. (c) Buharı ve Müslim’in sahihlerinde Hz. Aişe’den nakledilen diğer bir hadiste, Rasûlullah (s) şöyle buyurmuştur: “Hırsızın eli, ancak bir dinarın dörtte biri veya daha fazlası için kesilir.” (d) Ebu Bekr İbn Ebu Şeybe der ki: Rasûlallah şöyle buyurmuştur: “Hırsızın eli, bir zırh fiyatından daha aşağısı için kesilmez.” O dönemde zırhın değeri ise on dirhemdir (13). Bu hükümlerin uygulanmasına geçelim: Hırsızın elinin kesilmesi Allah’ın emridir. Cezanın infazını Devlet başkanı uygular. Hiçbir kimsenin af etme yetkisi yoktur. Ancak cezanın infazının nasıl ve hangi hallerde yapılacağı konusunda tam görüş birliği sağlanamamıştır: - Zahiriye itikadına mensup bazı hukukçulara göre, malın miktarı ne olursa olsun nisap (ölçü) gözetilmeden, hırsızın elinin kesileceği, - Maliki, Şafiî ve Hambeli mezheplerine göre hırsızın elinin ancak ÜÇ DİRHEM ve daha fazlası için kesileceği, - Hanefi mezhebinde ise ON DİRHEM ve daha yukarısı için kesileceği, hükmü benimsenip şeriat kurallarını bu esasa göre düzenlemişlerdir.(24) Ayrıca, hırsızın elinin koldan mı, bilekten mi, yoksa parmak uçlarından mı kesileceği konusunda da görüş birliği sağlanamamıştır. Bu nedenle diyoruz ki, Hz. Peygamberimizin (s) değişik zaman ve ortamlarda buyurdukları hadislerin hangisinin son durumu yansıttığına dair elde bir kanıt bulunmamakta. Toplumda özürlü duruma düşüp başkalarına yük olacak insan sayısını daha da artırmamak gerekçesiyle Hanefi mezhebi görüşünün benimsenmesi isabetli olacaktır. Ancak, böyle bir uygulama sonucu ne ölçüde Allah’ın emrinin yerine getirildiği endişeye yol açar. Nitekim bazı İslâm ülkeleri “ el kesme” cezasını uygulamaktan kaldırmış, bunun yerine hapis cezasını getirmiştir. |
Dünya Yaşamı:
(2) Çok Tanrılı Dinler (a) Hinduizm dini Hindistan bölgesinde yaygın olup kökeni M.Ö. yıllara uzanan eski bir dindir. En belirgin özelliği, Tanrı bolluğudur. Bu dinin kutsal kitabına Bhagavad-Gita adı verilir. Hinduizm’in şehvet tanrıçası Rati’dir. Aşk tanrısı, Koma’dır. Tanrılar topluluğunun başında üç büyük tanrı bulunur: Brahma (dünyanın yaratılışını), Vişnu (dünyanın korumasını), Şiva (dünyanın yıkılışını) sembolize eder. Vişnu’nun ahir zamanda Mehdi olarak geleceğine inanırlar. Şiva’nın, hem yapıcı ve hem de yıkıcı olduğuna, hem iyilik kaynağı ve hem de öç alıcı olduğuna, Himalaya dağlarında oturduğu, Ganj nehrinin onun saçları arasından çıktığına inanırlar. Ayrıca, ölümden sonraki hayatta kötülerin Cehennemde, iyilerin ise dünya üstü bir âlemde tanrılarla beraber olacaklarına inanırlar. Hinduizm’de insanı tanrılara ulaştıran yollardan biri de yoga yapmaktır. Onlara göre yoga, bir antrenman bir oyun değil; insanın manevi ve ahlâk yönünden üstün seviyeye yükseltilmesi için ruhsal fonksiyonları bir noktada toplama çabasıdır. Budizm ve Jainizm düşünce sistemine de girmiş olan yoga, sekiz ana maddeden oluşur: - İnsanın kendini tutması, - İç temizlik, çilecilik, - Düşünceyi bir noktada toplama temrinleri, - Nefes alıp vermenin denetlenmesi, - Duyulardan ayrılarak, bütün istemli ve istemsiz organları kontrol altına almak, örneğin kalbin atışını denetlemek, - Fiziksel varlığın geliştirdiği düşmanca gücü yenmek, - Tek bir noktada toplanmış mutlak bir gerilime, düşünceyle varmak, - Bu gerilim sayesinde normal yaşamdan el etek çekerek Tanrıyla birleşmek (18). |
Dünya Yaşamı:
(b) Budizm dini Budizm’in kurucusu Buda olup M.Ö. 560-480 yılları arasında Hindistan’da yaşadığı söylenir. Budistlere göre Buda’nın doğumunda Tanrılar kucağına alıp kendisini selâmladılar. Onu insan biçimine girmiş tanrı olarak görürler. Buda’nın gençlik yıllarında halk arasında tenasüh teorisi yaygındı. Yani varlıklara canlılık kazandıran ruhlar, insanın yaşamı süresince iyi davranış ve ahlâk güzelliğine sahip olan insanın ruhu, ölümden sonra tanrıların katına yükselir. Ahlâkı kötü olan insanın ölümünde de ruhu Cehennemde uzun süre yanıp temizlendikten sonra ikinci hayatta bir nebat veya hayvana geçer. Böylece ruhlar devamlı canlı değiştirirler. Buda, ailesinden ve çevresinden uzaklaşıp ormanda bir incirin altında yedi yıl sürece tefekküre (düşünmeye) başlar. Sonunda Nirvanaya ulaştığını ve dünyanın sırrını çözdüğünü ilân eder. Budizm’in Tanrı inancı zayıftır. Bazı gruplara göre mevcut olmalarının kendileri için önemi yoktur. Onlar için gerçek kurtuluş, tenasüh çemberi denen ruh sıçramasından ve dünya ıstıraplarından kurtulmaktır. Bu kurtuluşa ulaşan ruhun, kâinatı yaratan Brahman’dan çok üstün olduğuna inanırlar. Bu nedenle Budistler ruhi varlıklara inanır ve onlara dua ederler. Bu arada tanrılara dua edene de karşı çıkmazlar. Budistlere göre her şeyi idare eden yegane kuvvet Karma’dır. Bunun yanında Brahman ve İndira isimlerinde Tanrıları da vardır. Budist rahipleri tüm iyilikleri kendilerine prensip olarak kabul eder ve hayatlarını yönlendirirler. Örneğin, kendisine hakaret edildiğinde, hakaret eden kişinin iyi bir insan olduğunu kabul eder. Çünkü tokat atıp kendisini dövebilirdi de... Budist rahipleri, evlenmeyip bekâr yaşarlar; çalışmaz ve yaşamlarını dilenerek devam ettirirler. Cinsel hayata küfür gözüyle bakarlar. Evlenip çocuk dünyaya getirmeyi ise, Nirvana’ya ulaşmada en büyük engel olarak görürler (18). |
Dünya Yaşamı:
(c) Şintoizm dini Şintoizm Japonya’nın resmi devlet dinidir. 1868’de yapılan devrimden sonra Budizm’den ayrılarak gerçek niteliğine kavuşmuştur. Bu dinin ilginç yönü Tanrı çokluğu ve ruhların kutsal sayıldıklarıdır. 800’ün üzerindeki ruh ve tanrılar topluluğunun başında güneş tanrıçası Amaterasu bulunur. Tanrıça gök ülkesini idare eder. Dünyanın idaresi ise tanrılar meclisi elindedir. Şintoistlere göre dünya, birbiri üzerine kurulmuş üç tabakadan oluşur. Bunlar, yeraltı, yer üstü ve göktür. Üst tabakada Tanrılar oturur. İlâhlar kendiliğinden meydana çıkmıştır. Şintoistler, hükümdarlara bir kutsiyet vermek için onları Tanrılarla birleştirip yüceltmişlerdir. Bütün Tanrılar, önem ve kudret bakımından eşit ise de, bunların üstünde bir tek tanrıça vardır. O da güneş tanrıçası Amaterasu’dur. Japonlar imparatorlarını güneş tanrıçasının oğlu olarak kabul edip onları gözle görülür “Tanrı’dır”, derler. İkinci dünya Savaşı sonrası Japonya’yı işgal eden Amerikalıların baskısıyla, 1946 yılından itibaren imparatorun tanrının oğlu olduğu iddiasından vazgeçmişlerdir. Tanrılara ibadet, dua okumakla, pirinç ve pirinç şarabı sunmakla olur. İbadetler evlerde veya kümbet denen mabetlerde yapılır. Dua etmeden önce Şintoist ellerini çırparak Tanrının dikkatini kendi üzerine çekmeye çalışır. Dua ettiği salondaki perdenin arkasında, kapalı bir kese içerisinde Tanrıyı temsil eden ayna, yastık, silah, kılıç ve iplik gibi semboller bulunur. Şintoizm’in en büyük rahibi imparatordur. Her tapınağın ayrı bir Tanrısı bulunur. Ölen bir kimsenin ruhunun yeraltı dünyasına gittiğine inanılır. Ancak kişi saygın birisi ise, ruhu yer üstünde kalıp gizli olarak yaşamaya devam eder. Şintoizm’de, iyilik ve kötülüklerin karşılığını görme inancı yoktur. Bugünkü görüşe göre ölen her Şintoist ilah sayılır (18) Dünya üzerindeki din ve inanış çeşitliliğinin nedeni ne olabilir? Hz. Âdem’le başlayan tevhit inancı neden zaman zaman kesintiye uğrayıp yerini putperestliğe veya hayali varlıklara bırakmıştır? Yüce Rabb’imiz böyle gelişmeye ,neden müsaade etmiştir? Bu ve buna benzer soruların yanıtını, insanın yaratılış biçiminde aramalıyız. İnsan, diğer yaratıklardan farklı özelliklere sahiptir. Akıl, zekâ, irade gücü, beş duyu organı, nefis ile donatılıp ruhla desteklenmiştir. Bu nimetlere karşı, kendisine sorumluluk görevi yüklenmiştir. Sorunluluğunu yerine getirirken de imtihan geçirmektedir. Yani doğru olanı, nefsin itirazına karşın aklını kullanarak seçip iradesiyle uygulamaya koyabilmesidir. İşte Yüce Rabbim, kimin davranışının daha güzel olduğunu ve kurallara uygunluğunu belirlemek üzere sağladığı imkân, verdiği olanaklarla bizleri denemektedir. Kişilere dünya yaşamında, inançlı-imansız ayrımı yapmadan her türlü nimetler, olanaklar verilmekte. İyilik yapmak isteyen iyilik yapar; kötülük yapmak isteyen de kötülük yapar; herkes içinden geldiği gibi davranır. Bunlar birer imtihan konusu olması nedeniyle Allah müdahale etmeyip bizleri seçiminde serbest bırakmıştır. Sonuç, kıyamet sonrası hesap gününde yargılanıp belirlenecek akıbete ulaşılacaktır. Konuya bu düşüncelerle yaklaşıldığında; doğru yolun seçiminde insana yeterli kabiliyet ve beceri kazandırılmış, yol haritası olarak görevlendirdiği peygamberlerle de kurallar dizisi ilâhi kitaplar verilip alt yapı tamamlandıktan sonra hareket tarzımız serbest bırakılmıştır. Ayrıca, kurallara uymayan geçmişteki bazı kavimlerin nasıl cezalandırıldığı da ibret alınsın diye örnekleriyle zamanımıza kadar aktarılmıştır. Artık böyle bir oluşumdan sonra bize düşen görev aklı kullanıp doğru olanı seçerek uygulamak olacaktır. Bugünkü ortamda kıtalar üzerine yayılmış bölge ülkelerini incelediğimizde, birçoklarının sanayi ve ticarette kalkınmış, dev teknoloji ile dünya ticaretinde büyük pazar payına sahip olmuş, geliştirdiği iletim teknolojisini, eğitim ve sağlık hizmetlerini üstün seviyede halkının refahı için yaygınlaştırmış, insan haklarına saygınlığı artırmış, kurdukları devlet düzeni ile herkese eşit adalet dağıtmış, yine herkese aş-iş olanakları sağlayıp toplumsal kalkınmayı kendilerine görev kabul etmiş bir zihniyetin temsilcisi olan insanlar, neden hâlâ çok tanrılı dini inançlara bağlı kalmaktalar!.. Hayranlıkla izlenen o teknoloji sahibi kişiler için akılsız denemez. Onlar hem akıllı ve hem de aklını doğru yolda kullanabilme becerisine sahip kişiler. Öyleyse peki, neden inanç yönünde atalarının mirası üzerinden hiç sapmadan bağlılıklarını devam ettirmektedirler? Genelde biz insanlar birçok konuda birbirimize benzeriz. Bu benzerlik veya ortak yönümüz nedeniyle toplumlar arsında ilişkiler kurulup devam ettirilir. Günümüz Türkiye’sinde halkımızın yaşam tarzına bir göz atınca o soruların yanıtını da bulabiliriz: Ailede evlilik bağının orta halkası denince, dünya tatlısı bebek gelir akla. Anne-baba sevgisiyle büyüyen bebek, kısa zamanda konuşup yürüyen çocuk olur. Belirli yaşa gelince de, anne-baba çocuklarının sağlıklı ve bilgili olabilmesi yönünden bütün olanaklarını çekinmeden feda eder. Temel öğretim-orta öğretim-yüksek öğretim diyerek gündüzünü gecesine katarak öğrenimini tamamlayan genç de, önce meslek, sonra evlilik derken yeni bir hayata başlar. İki önemli amacı vardır; bir meslekte yükselip üst makamlara çıkma ve daha çok kazanç elde etme; evlenip ülkeye sağlıklı ve bilgili çocuk yetiştirme. Bu amaç doğrultusunda hedefe ulaşabilmek üzere hep koşuşmakla geçer günleri. Bu tür günlük uğraşılar öylesine benliğini sarar ve aklı baskı altında tutar ki, ondan başkasını düşünme fırsatı bırakmaz. Şuur altında yerleşir ve sabahtan gece uyuma anına kadar işini, eşini, çocuğunu, geçim yollarını, kişiler arsındaki ilişkileri, alış-verişlerini düşünmekten, bırak inanca bağlı görevleri, kendisini yaratıp yaşatan Allah’ı bile hatırına getirmez. Şimdi bu kişiye sorulsa: - Hangi dindensin? – İslâm, diyecektir. – İslâm dininde olan insanlara ne ad verilir? – Müslüman. – Bir kişinin Müslüman sayılabilmesi için ne gerekir? – Kelime-i şahadet, (yani tanıklık ederim ki, Allah’tan başka Tanrı yoktur, yine tanıklık ederim ki Hz. Muhammed (s.) Allah’ın kulu ve Resulü’dür.) demek gerekir. Peki, her Müslüman’ın yapmakla sorumlu bulunduğu en önemli görevi nelerdir? – Namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek, hac etmek, kelime-i şahadet getirmek. - Bunları sana kim öğretti? – Öğrencilik döneminde ders olarak okudum. –Peki, günlük yaşamda bu kuralları yerine getirebiliyor musun veya hangilerini yerine getirebiliyorsun? Hayır, hiçbirini... İşte, Türkiye nüfusunun %99’unu oluşturan Müslüman din kardeşlerimizin büyük bir bölümü söyleşideki kadar dinle ilgili bilgi ve uygulamaya sahip kişiler. Bunlar için önemli olan, meslek ve iş sahibi olup bol kazanç elde etmek, eş-dost sohbetlerini gazino ve diskotek kültürüyle zenginleştirmek, evlilik ve araba sevdasıyla heyecanlı, hızlı bir hayat yaşamak veya turistik seyahatlerle gününü gün etmektir. Her gece yatağına yorgun beyin ve bedenle dönen bu kişilerin ne ilâhi görevleri yapabilecek halleri, ne de Yaratanı düşünecek zamanları olacaktır. Zaten onlar için bu kavramların hiçbir önemi de yoktur. En yakınının cenaze namazı kılınırken cami dışından seyreder. Kendisini görev dışı görür. Belki de içinden gericilikle eleştirir namaz kılan Müslümanları. Şimdi gerçeklere dönelim; böyle bir görüş ve davranış biçimine sahip kişinin Müslüman olup olmadığı onun için ne anlam ifade eder. İslâm’ın kurallarını yaşamadıkça Müslüman olsa ne yazar, olmasa ne kaybeder! Müslüman anne-babadan doğmuş olması dışında İslâm’la da bir ilişkisi yok. Bunun gibi teknoloji ve sanayide gelişmiş ülkelerin, daha çok çalışıp, çok üretip bol kazanç elde etmek amacına ulaşabilmek için gündüzüne gecesini ekleyen halkının, eğitimli de olsa din faktörüne bakış açısı negatif olacaktır. Onlar için Tanrının tek veya çok oluşu bir değer ifade etmez. Aklını ve düşüncelerini bu konular üzerinde yoğunlaştırıp zamanını boşa harcamak da istemezler. Çünkü onlar maddeleşip şeytan güdümündeki nefislerine tutsak düşmüşlerdir. Nereye kadar!... İnancımıza göre, tekrar diriliş ve hesap verme gününe kadar tekrarlanıp gidecek bu geçici dünya sevdası. Tüm insanlar, mukadder olup gelecekteki ebedi hayatlarının belirlenmesi için bu dünyanın oyalamalı geçici zevkleri ve uğraşılarıyla büyük bir imtihan geçirmekteler. İnsan ne kadar akıllı ve becerikli olsa da şeytanın güdümündeki nefsi isteklere karşı iradesini kullanabilme yeteneğine sahip değilse, yaşam kavgasında her zaman yenik düşecek, zarar görecektir. |
Dünya Yaşamı:
c. İbadet Yönünden Geçirilen İmtihan Öncelikle ibadet kelimesi üzerinde duralım: İbadet nedir? İbadet kime yapılır? Yapılmazsa sonucu ne olur? İbadet, Tanrı buyruklarını yerine getirme, O’na en büyük saygı ve bağlılık göstererek tapınma, anlamını ifade eder. Demek ki, insan kendini yoktan var eden, belirli bir hayat yaşatan, yaşam süresince beslenip yararlandığı her türlü rızk ve olanakları kendisine lütfeden Yüce Rabbine karşı şükran borcu olmaktadır ibadet. Zaten Allah Teâlâ da: “ Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet (kulluk) etsinler diye yarattım.” (Zariyat Sur./56) buyurmakla bu gerçeği belirtmektedir. İbadet, ancak Tanrıya yapıldığı takdirde bir anlam kazanır ve yapanı da yüceltir. İlk insandan bugüne dek halen yaşayan veya tarihe karışmış dini inanç yelpazesinde sayısız denecek kadar çok inanç çeşitliliği mevcuttur. Kimisi tek tanrıya, kimisi çok tanrıya, kimisi aya, güneşe, yıldızlara; kimisi tabiat varlıkları ve putlara; kimisi de, ruhlar ve şeytanlara tapınmaktadır. Atalarından ne miras kalmış ise, kendileri de aynı tutum içinde yaşayıp giderler. Akıllarını gerçeği bulmada kullanmazlar. Şimdi, Allah Teâlâ dışında kendilerine Tanrı arayan kişilerin, gerek insanlık yararına ve gerek kendi menfaati için yaptığı doğru davranışın inanç yönünden bir faydası olabilir mi? Konuya İslâm açısından bakıldığında zararın ötesinde hiçbir yararı yok olarak görülür. Zararı ise, kendi Yaratanını inkâr etmek veya O’na ulaşmada başka yaratıkları aracı olarak görmekten kaynaklanan büyük günah işlenmiş olması. Hâlbuki, kendisini Allah’a kul, Hz. Peygambere (s) ümmet kabul edip yaptığı her doğru davranışında Allah’ın hoşnutluğunu gözetmesi, onu sonucu mutlu kurtuluşa ulaştırır. İbadet, Allah’a büyük saygı ve bağlılık göstererek O’nun buyruklarını yerine getirmek olduğuna göre, nelerin ibadet şemsiyesi altında toplandığına değinelim: Öncelikle ibadet, bedeni, mali, hem bedeni ve hem de mali olmak üzere üç grupta toplanır. Bedeni ibadetler, namaz kılmak, oruç tutmak, Allah’a dua etmek, şükretmek, sabretmek, Allah’a tövbe etmek, muhtaç olanlara hizmet etmek, insanlara güzel söz söylemek ve bunlara benzer salih ameller olarak söylenir. Mali ibadetler, zekât vermek, devlete vergisini ödemek, ihtiyaç sahiplerine borç para vermek, dilenenlere veya iffetinden dolayı dilenemeyen muhtaçlara sadaka vermek, kurban kesmek gibi davranışlar bu grubu oluşturur. Hem bedeni ve hem de mali ibadetler, hac ve umre ile mukaddes mekânları ziyaret etmek, uzaktaki dost ve akrabaları arayıp görüşmek ve bunlara benzer diğer salih ameller, bu gruptan sayılır. Her ibadet Allah rızası gözetilerek veya niyetiyle yapılırsa ulvi değer taşır ve makbul kabul edilir. Aksi halde kişiye hiçbir manevi yararı dokunmayan davranıştan öteye geçemez. Bunun açık örneğini Hz. Peygamberimizin (s) döneminde Uhud Savaşı sırasında meydana gelen olaydan öğreniyoruz: Uhud Savaşı Hicretin 3. yılında, milâdi 27 Mart 625 tarihinde Medine’de Müslümanlarla Mekkeli müşrikler arasında yapıldı. Müşrikler üzerine ilk ok atan Evs kabilesinden Kuzman adında bir kişi idi. Düşmanla karşı karşıya gelince de kılıcına el atarak onunla da çok işler başardı; 10 müşriki öldürdü. “Ey Evs hânedanı!.. Siz de, benim yaptığım, şeref ve şan için çarpışın!” diyerek müşriklere kılıç salladı, sonra yaralandı. Uhud Savaşından önce, Kuzman’ın adı anıldıkça Hz. Peygamberimiz (s): “O,Cehennemliktir!” diye buyururdu. Kuzman yaralanıp yatağa düştüğü zaman Müslümanlardan birisi ona: “Ey Kuzman! Seni tebrik ve Cennetle tebşir (müjde) ederim. Vallahi, bugün senin uğradığın musibet sana Allah’tandır.” demişti. Kuzman , “Ne diye tebşir ve tebrik ediyorsun. Vallahi ben, kavmimin gayretinden başka bir maksatla çarpışmadım. Böyle olmasaydı çarpışmazdım!”dedi. Yaranın sancısı şiddetlenince çantasından çıkardığı okla kolunun damarını keserek intihar etti. Haber Hz. Peygamberimize (s) ulaşınca “Allah’u Ekber! Ben gerçekten Allah’ın kulu ve Rasûl’u olduğuma şahadet ederim.” diyerek önceki haberin doğruluğunu belirtti (12). Bu yaşanmış tarihi olayın kritiği yapıldığında; -Kuran’a göre savaşmak her Müslüman’a farz kılınmış, gaziler yüceltilmiş, şehitler ise Allah’ın salih kullarına dâhil edilip Cennette Peygamberlerle beraber bulunacakları müjdelenmiştir. Hangi şehitler? Allah için niyet edip O’nun rızasını kazanmak üzere savaşan şehitler. Dikkat edilirse, Kuzman, Allah rızası için değil, mensubu bulunduğu kabilenin şan ve şerefini yüceltmek niyetiyle savaştığı; -Sabretmek de bir ibadettir. Kuzman yaranın acısına dayanamayıp okla kolunun damarını keserek intihar etmiştir. Yani İslâm dininin kesinlikle yasakladığı kötü bir davranışta bulunmuştur. Allah’ın verdiği canı, ancak kendisi alacaktır. Buna, kişinin kendisi dâhil hiçbir kimse yetkili değildir. Bu nedenle Hz. Peygamberimiz (s) hakkında Cehennemlik olduğunu ifade ettiği; -Bu olay, aynı zamanda Hz. Peygambere (s) ait kesin hükümlerin, kendinden değil ilâhi kaynaklı olduğunu kanıtladığı, görülür. Yine bu olay, geleceğe yönelik askerlik hizmetini tamamlamak üzere aile ocağından ayrılan Müslüman gençlerin, Allah rızasını gözeterek niyet yapmalarının gerekliliğini zorunlu kılmaktadır. Örneğin, <Yüce Allah’ım! Senin rızan için askerlik hizmetimi tamamlamak üzere gidiyorum. Hakkımda hayırlı kıl ve kolaylaştır!> şeklinde veya içinden geldiği gibi niyet ve dua yapmalıdır. Yapmasa ne olur? Yapılmadığı takdirde, hizmetinin manevi yararını, yani sevabını elde edemez. Kanıt mı isteniyor! İşte yanıtı: Hz. Ömer (r.a.) anlatıyor: Resûlullah (s) buyurdular ki,: “ Ameller niyetlere göredir. Herkese niyet ettiği şey vardır.... (Buharı, Bed’ul Vahy:1,Nikâh:5). Bu nedenle diyoruz ki; Allah’ın rızasını, hoşnutluğunu dilemeden; şan ve şeref için veya başkaları “desinler!” diye nefisten kaynaklanan büyüklük gururunun heyecanı ile yapılacak her türlü hizmet, kişiye, sevap yerine günah kazandırır. Bu, aynı zamanda kişinin yaşamını değerlendiren bir imtihan olur. Süleyman GÜNVER |
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.