![]() |
İlâhî Muhabbetin Mânası
İLÂHÎ MUHABBETİN MÂNASI Bil ki, ilâhî muhabbet, tevhidin ve marifetin kazandırdığı bir şeydir. Bütün makam ve haller ondan öncedir; hepsi sonuçta muhabbete çıkar ve ondan istifade edilerek olgunlaşır. Muhabbetle elde edilecek özel marifete gelince; her mümin Allahu Teâlâ'nın zâtı ve sıfatları konusunda, zât-ı bari için noksanlık ve kusur olacak her şeyi O'ndan uzak tutmalı; kemâl ve yücelik olacak her şeyi O'nda mevcut görmelidir. Bu kadar marifet ve muhabbet, Kur'an, sünnet ve ümmetin icmasıyla herkese vaciptir. Ancak İslâm âlimleri arasında yüce Allah'a muhabbetin hakikati ve ne mânaya geldiği konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Aslında muhabbetin asıl mânası, kalbin kendisine hoş ve uygun gelen şeye meylet-mesidir. Bil ki, Allahu Teâlâ'yı tanımanın (marifetin) bizzat kendisi yüce Allah'ı bir zikirdir; çünkü marifet, yüce Allah ile huzur halinde olmak ve O'na ait şeyleri müşahede etmektir. |
İlâhî Muhabbetin Mânası
MARİFET VE MUHABBET SAHİPLERİNE VERİLEN HALLER Marifetin evvelinde, kalpte onun varlığına alâmet olan lavâih, tevali, levâmi' ve berk denen manevî pırıltılar, işaretler ve haller gözükür. Bunlar birbirine yakın mânalardaki kelimelerdir (Hepsi kalpte oluşan, manevî parıltı, ışık, hal ve zevk mânalarına gelir). Kalbe gelen manevî hallerden ikisi de berk yani kalpte manevî pırıltıların çakması ve vecdin (manevî zevkin) tadılması halleridir. Berk ile vecd arasında şöyle bir fark vardır: Berk. Tevhid yoluna girmek için kula bir izindir; bunu vecd takip eder; vecd devam ederse zevk olur. Zevk: Kalpte oluşan manevî parıltının nurundan müşahede edilen şeylerden tat almak ve o tadı içine çekip içmektir. Lahz: Bu tabir ile, Allahu Teâlâ'yı kalp ile görme hali anlatılır. Bu konuda Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Allah'a, O'nu görüyormuş gibi ibadet et "38 38 Beyhakî, Şuabü'l-îmân, nr. 10544; Ebû Nuaym, Hilye, X, 265; Ta-barani, el-Mu'cemü'l-kebir, XX, 374; Heysemî, ez-zevâid, II, 40. Vakt: Bununla, kulun içinde bulunduğu vakitteki manevî halleri anlatılır. Kulun vakti, içinde bulunduğu durumdur. Safa: Kalbin, onu bulandıracak şeylerden temiz olmasıdır. Nefes: Kulun, üzerine gelen manevî halleri taşımada âciz kaldığı için rahatlatılmasıdır. Bu, ya kulun nefesini yükselterek olur ya da rahatlık istemesiyle veya içinde bulunduğu hale bir işaretle olur. Çünkü kul, yaşadığı sürece, nefesinin girip çıkarak rahatlatılması gereklidir. Nefesler kuvvetlendiği zaman, bu onu gark haline götürür. Gark: Kulun, içine daldığı manevî hali bozmamak için nefesini tutması sonucu nefes almaya gücünün olmayışıdır. Bu durumda o, nefes almaz, aynı zamanda içinde bulunduğu halden de uzak kalmaz. Bu hali kuvvetlendiği zaman kul, gaybet haline girer. Gaybet: Kulun en mühim işle (Cenâb-ı Hakk'ın mü-şahedesiyle) meşgul olarak diğer bütün önemli işlerden uzak kalmasıdır. Sekr (manevî sarhoşluk): Kulun, manevî sevinç halinde kendinden geçip hiçbir şeye sahip olamamasıdır. Bu durumda kendisine ilâhî yardım yetişince onu sahv (manevî uyanıklık) haline geçirir; bu onun ilmini (marifetini) artırmak için yapılır; çünkü manen sarhoş kimse bu haliyle hakta terakki edemez (ilerleyemez). Kulun bu halden uyanması ancak Cenâb-ı Hakk'ın yardımıyla olur. Yüce Hakk'ın tecellilerinde sarhoş olan kimse, O'nun sıfatlarına nazar eder; onlardan gelen feyiz ve nur ile zevklenip lezzet bulur. Allahu Teâlâ ile sahv yani uyanıklık halini elde eden kul, nefsinden, nefsin lezzet ve hallerinden uzaklaşıp kurtulur. Kul, yüce Allah'ın ilahlık sıfatı olan kayvûmiyet yani bütün varlıklara hayat veren sıfatı gibi yüce zâtına ait tecellileri müşahede edince, bu onu yüce Mâbud'u-nun dışındaki bütün şeylerden fâni yapar (kalbini çekip alır), sonra onu fenasından da fâni eder, yani kalbini fena halini düşünmekten de uzaklaştırır. Fena: Hissedilen maddî şeylerde fena hali, cisimlerin ve maddelerin dağılıp tamamen yok olmasıdır. Allahu Teâlâ'nın dışındaki bütün varlıklar, kendi başına değil, yüce Allah ile mevcuttur ve O'nunla varlığını devam ettirmektedir. Böyle bir varlığın vücudu, aslî değil, mecazidir. Varlığı kendinden olan ve kendisinden başka her şeyin varlığını devam ettiren yüce Allah'ın varlığı ise hakikidir, sabittir. Kendisine mârifetullah ikram edilen bir kulun kalbinden yüce Allah'ın dışındaki bütün varlıklar silinip yok olduğu için, ona da mecazi olarak "fena" ifadesi kullanılır. Çünkü bu haldeki kul, bütün varlığı Allah'ın kudretiyle birlikte müşahede eder; onlarda aslen bir kuvvet görmez. Onun gözünde varlıklar, yaptığı işte fazla bir etki ve yetkisi olmayan, başkasının sevk ve idaresi altında yaşayan bir çocuk gibi gözükür. Kul bu hal içinde manen desteklenir ve ilerlerse, "beka" haline ulaşır. Kul sürekli yüce rabbi ile meşgul olduğundan, kalbinden O'dan başka hiç kimseye bir iltifat ve yöneliş kalmayınca, bu hale "Allahu Teâlâ ile beka hali" denir. Vücûd ve beka, aynı mânadaki iki değişik kelimedir. Bir şeyin hakikatini elde etmeye vücut, yani varlığın aslına ulaşma denir. Ele geçirilmek istenen şeylerin en yücesi "beka" halidir. Cem' yani bütün kalbi ve düşünceyi Hak'ta toplama makamı da böyle yüce ve kıymetlidir. Büyük zâtlardan biri demiştir ki: "Cem1, Haktan gayri her şeyi gözden düşürmek yani kalpten silmek ve başka bir varlığa işareti kesmektir." Bunun mânası şudur: Bu kul tamamen Allahu Te-âlâ'da fâni olduğundan Allahu Teâlâ zikredilince o da zikredilir; o görülünce ve anılınca da yüce Allah zikredilir. Bütün hamdler, sadece Allah'a aittir. İMAM GAZÂLÎ |
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.