![]() |
Yaşamanın Can Damarı: Yardımlaşma
Mehmed Paksu YAŞAMANIN CAN DAMARI: YARDIMLAŞMA Gökyüzü yeryüzünün, yağmur toprağın, toprak ağacın, ağaçlar ve bitkiler hayvanın, bütün hayvanlar; denizdekiler, karadakiler ve havadakiler yüzerek, kaçarak ve uçarak insanın yardımına koşuyor. Kâinatta “yardımlaşma hakikati” kanunu olmasaydı, güçlüler zayıfların yardımına ve imdadına nasıl gelecek, onlara nasıl boyun eğecekti? Hayat bir cidal midir, bir teavün mü? Bir kavga ve çekişme midir, yoksa bir yardımlaşma mıdır? Cidal ve kavga ise kim kiminle kavga ediyor, kim kiminle çekişip duruyor? “Kâinatta kavga yok”, sürekli bir yardımlaşma varsa bu nasıl yaşanıyor, nasıl görülüyor? Bakınız, kimler kimlerin imdadına koşuyor? Gökyüzü yeryüzünün imdadına koşuyor: Bulutuyla, rüzgârıyla, yağmuru, karı ve güneşiyle… Yağmur toprağın imdadına yetişiyor, yeşertiyor yeşilin bütün tonlarıyla, kavrulmaktan, çölleşmekten kurtarıyor… Toprak, yanına suyu, güneşi ve havayı alarak ağacın imdadına koşturuyor; ağacı yapraklarla donatıp, meyvelerle süsleyerek… Ağaçlar ve bitkiler hayvanın ihtiyacına cevap veriyor, kendini feda ederek onları besliyor, doyuruyor; canlı, semiz ve temiz tutarak… Bütün hayvanlar; denizdekiler, karadakiler ve havadakiler yüzerek, kaçarak ve uçarak insanın yardımına koşuyor, imdadına kulak kabartıyor, ürünleriyle, ürettikleriyle: Etiyle, sütüyle, postuyla, derisiyle, balı ve yumurtasıyla… Düşünebiliyor musunuz? O koca deveyi, o rahvan atı, o dev fili ve cesim mandayı bilek gücümüzle emrimize âmâde ettik! Bir çocuk, kendinden onlarca defa büyük bir deveyi yularından çekip götürüyor. Hindistanlı bir çocuk o dev gibi filin sırtına binerek istediği tarafa yönlendiriyor. Gerçekten bu zayıf ve aciz insan hangi gücünü, hangi ilmini ve hangi enerjisini, teknolojiyi kullanarak bu dünyayı, içindekilerle birlikte emrinde çalıştırabiliyor? İnsanoğlu bir tarla faresine, bir kertenkeleye söz dinletemezken, istediği yere çekip götüremezken, koca bir mandayı nasıl oluyor da emrinde çalıştırıyor? Yardımlaşma olmasaydı Kâinatta “bir teâvün düsturu/yardımlaşma hakikati/varlıkların birbirinin yardımına koşma” kanunu olmasaydı, güçlüler zayıfların yardımına ve imdadına nasıl gelecek, onlara nasıl boyun eğecekti? Kur’ân’ın kâinata ve hayata bakışı, hayata verdiği dersin esası böyle… Kur’ân’a sırt dönen ve Kur’ân’a karşı mücadele veren Felsefeye dayalı Batı anlayışı hayatta cidali/kavgayı esas aldığı için sürekli birbiriyle çarpıştı, her tarafa saldırdı ve gördüğüne tecavüz etti. Hem kendi hayatını, hem de bütün bir insanlığı kaosa sürükledi, insanlığın rahatını, huzurunu ve saadetini elinden aldı, perişan etti. İlk olarak dünyaya gözümüzü açtık, hayatı tanıdık, yaşamaya başladık? Nasıl bir mücadele verdik, nasıl bir çaba harcadık, nasıl bir güç gösterdik de anamızı babamızı üzerimizde titrettik, uykusuz bıraktık, rahatımız için çalıştırdık, etrafımızda dört döndürdük? Yemediler, yedirdiler, içmediler içirdiler, giymediler giydirdiler, baktılar, büyüttüler, eğittiler, hayata hazırladılar. Bütün bunları bizden korktukları, bizden çekindikleri için mi yaptılar? Onları bize hizmet ettiren tek bir hakikat vardır; “inayet delili”, İlâhi yardım eli, Yüce Allah’ın ana babanın kalbine koyduğu şefkat ve merhametten gelen yardım etme duygusu, koruma, himaye etme hakikati. Yoksa anneyi geceler boyu uykusuz bırakan, yavrusu hastalanınca kendisi daha çok hasta olan, çocuğunu tehlikelerden kurtarmak için gerekirse canını bile vermekten çekinmeyen, ruhuna yerleştirilen yardım etmekten zevk alan şefkati değil de nedir? Bu hakikat sadece insan annelerinde mi var? Bütün sermayesi/varlığı canı olan tavuğu, yavrusunu kurtarmak için atmacanın peşinden kanatlandıran, köpeğe hücum ettiren, aslana saldırtan duygu bir mücadele midir, yoksa şefkat/yardım hakikati midir? Yardım koşturmacası Hayatın bütünü içinde bir düşünün? Demiri ve bütün madenleri emrimize verdiği için 120 kilometre hızla bir maden yığını üzerinde bizi karada koşturan, 900 kilometre hızla havada uçurtan, 100 mil süratle denizde yüzdüren bir yardım/yardımlaşma gerçeğini inkâr etmek mümkün mü? Bir lokma ekmek yemek için manen ne kadar eli öpüyoruz? Topraktan çiftçiye, değirmenciden fırıncıya, bakkaldan lokantacıya kadar ne kadar ele muhtacız, ne kadar el yardımımıza koşuyor/koşturuluyor? Hepsi birden kafa kafaya, el ele, omuz omuza vererek farkında olmadan birbirlerine yardım ediyorlar, yardımlaşıyorlar. “Herkes kendi işini yapıyor, kârı, kazancı oluyor” dense de, her yönden bir inayet ve yardım eli onların üzerinde görülüyor, işliyor, çalışıyor. Canlı cansız her şey, her varlık, her unsur ve bütün bir âlem hem birbirinin yardımına koşuyorlar, hem de toplu halde merkezde yer alan insana yardım için seferber olmuşlar, can havliyle koşuyorlar, kendilerini bitirinceye, yok edinceye, özelliklerini yitirinceye kadar koşturuyorlar. İnsan olarak hangimiz bu hakikatten nasıl geri durabiliriz, nasıl hareketsiz kalabiliriz? Yardım etmek insanî bir özelliktir, insan olmanın, hayatta kalmanın bir gereğidir. Her şeyden önce kâinata ayak uydurma, bütün varlıklarla ortak hareket etme gerçeğidir. İrili ufaklı, küçüklü büyüklü, yerdeki gökteki, görüneni görünmeyeni, her şey, ama her şey “yardım koşturmasında” bir görev üstlenirken, bizler nasıl durabiliriz? İman ve vicdan taşıyan bir insan olarak nasıl harekete geçmeyiz, nasıl ileri atılmayız, elimizden geleni nasıl yapmayız? Sağa sola koşarken ayağı takılıp yere düşen bir çocuğu kolundan tutup kaldırmaz mıyız? Bir trafik kazası sonucu imdat çığlığı atan bir kazazedeyi sıkıştığı yerden kurtarmak için gayrete geçmez miyiz? Suda boğulmak üzereyken çırpınıp duran bir adamı kurtarmak için yüzme bilmiyorsak bile bir can simidi atmaz mıyız? Yangında alevler içinde çığlık atan, çaresiz bir insanı ateşin içinde çekip çıkarmak için bir çaba içine girmez miyiz?Her İşsiz, aşsız kaldığı için evine bir parça ekmek götüremeyen bir tanıdığımıza borç da olsa çıkarıp üç beş kuruş vermez miyiz? Bir yakınımızın amansız bir hastalığa yakalandığını duyunca ziyaretine gidip halini hatırını sorduktan sonra, varsa ihtiyaçlarını karşılamaz mıyız? Elindeki bastonuyla yolun karşısına geçmekte zorlanan bir dedenin, bir ninenin veya özürlü bir insanın koluna girip yardımcı olmaz mıyız? Yoldan geçen bir cenazeyi görür görmez hemen koşup tabuta el atarak birkaç adım olsun, mezarlığa taşımaz mıyız? Bir beldede, bir bölgede sel felaketi, deprem, savaş ve benzeri büyük felaketler baş gösterdiğinde az çok elimizden gelen yardımı, desteği vermez miyiz? Gazze olayında hangimiz sessiz kalabildik, hangimiz imkânları oranında bir şeyler yapmadı, hangimiz o mazlum insanların yanında yer almadı, milletiyle, devletiyle yerimizde durabildik mi? Dünya çapında faaliyet gösteren ülkemizdeki çalışan yardım kuruluşlarından İHH, Kimse Yok mu? Deniz Feneri, Kızılay gibi gönüllü dernekler niçin çalışıyor? Ortak bir duyguyu canlandırmıyorlar mı? Yardımlaşma hakikatini bütün bir ülke genelinde yaşatmıyorlar mı? Cimrilik: Yahudi huyu Kur’ân’a baktığımızda “İyilikte ve takvada yardımlaşın” derken, “günahta ve düşmanlıkta yardımlaşmamayı” ders veriyor. Onlarca âyette “infak”ı, karşılıksız yardım etmeyi imanın bir gereği olarak anlatıyor. Otuzun üzerindeki ayetlerle yardımı bir ibadet boyutuna çeviren zekâtı emrediyor. Kendisi çok muhtaç olduğu halde, kardeşini kendi nefsine tercih eden o eşsiz sahabileri örnek olarak gösteriyor. Bütün bir servetini, yanında tek kuruş bırakmadan İslam için harcayan Hz. Hatice, Hz. Ebu Bekir gönüllüleri örnek gösteriyor. Cömertliği, el açıklığını, Allah yolunda harcamayı, vermeyi, fakir ve yoksulun yardımına koşmayı imanın bir tezahürü/gözle görünür hale gelmesi olarak dikkatlere sunuyor. Bunun yanında cimriliği, el sıkılığını bir Yahudi huyu olarak çirkin gösteriyor. Sadakayı medeni olmanın bir gereği olarak anlatırken, sadakanın sadece maldan, paradan ibaret olmadığını, ilmin de, fikrin de, zekânın da, gücün kuvvetin de bir sadakasının, bir zekâtının olduğunu öğretiyor. Müslüman olmanın, mü’min kalmanın, imanlı olarak yaşamanın, Kur’ân ahlakı bir hayat sürmenin infaktan, zekâttan, sadakadan, yardımdan, yardımlaşmadan geçtiğini bütün mensuplarına sıkı sıkıya tenbih eden bir din bu yönüyle insanları İlâhi ahlaka davet ediyor. İlâhi ahlaka, yani Yüce Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmaya çağırıyor. O Rezzak’tır, bütün varlıkların rızkını karşılıksız verir; O Rahman’dır bütün varlıkları rahmet ve merhametiyle kuşatmıştır; O Mün’im’dir, her varlığa ihtiyacı olan her nimeti bolca verir; O Muhsin’dir, iyilik ve ihsanı her varlığa eksiksiz ulaşır; O Kerim’dir, keremi ve ikramı sonsuzdur; O Latif’tir, lütfu geniştir; O Ganî’dir, en zengindir, zenginliğine nihayet yoktur; O Malik’tir, her şey O’nun mülküdür; insan ise O’nun hem mülküdür, hem memlüküdür, hem de mülkünde çalışıyordur. Allah’ın bize örnek olarak gönderdiği, gösterdiği ve içimizden çıkardığı Sevgili Peygamberimiz, Rabbini, “Allah cömerttir, cömertleri sever” sözleriyle tanıtırken, kendisi günlerce açlığa ve susuzluğa tahammül ederek, fakir sahabilerini görmüş gözetmiş, yedirmiş içirmiş, ihtiyaçlarını karşılamış, “fakirlerin babası”, “yetimlerin incisi”, “kimsesizlerin kimsesi” olmuş; cömertlikte, yardımseverlikte, misafirperverlikte, yardımlaşmada, herkesin derdine el atmakta öncü, önder, rehber, kılavuz ve imam olmuştur. Bu ümmetin, imanını hayatına yansıtma bilincinde olan her mü’min, İlâhî/Peygamberî bir ahlak olan yardımseverliği, cömertliği, iyilik yapmayı, lütufkâr davranmayı imanî bir görev olarak bilir, Allah’ın rızasına, O’nun vaat ettiği sonsuz saadete ermek, ulaşmak ve kavuşmak için bir vesile olarak görür. Fakirin beklemeye tahammülü yok Mahir İz’in öğrencilerinden Prof. Dr. Mustafa Uzun, bir hatırasını şöyle anlatıyor: “Diyanette yeni görev almıştım. Hoca görev aldığımı duyunca ‘İlk maaşını alır almaz harcamadan bana gel!’ dedi. Ben de öyle yaptım. Bir yerlere gideceğiz, yiyip içeceğiz zannediyorum! Maaşı aldım Hoca’nın önüne koydum. ‘Hesapla bakalım, maaşının yüzde ikibuçuğu ne ediyor? Sonra da o parayı ayır!’ dedi. Hesap ettim, ayırdım. ‘Bu yüzde ikibuçuk senin maaşının zakâtıdır. Her ay maaşını alınca bunu hesapla ve fakire, muhtaca dağıt.’ dedi. ‘İyi de hocam’ dedim, ‘etim ne butum ne benim, benim zekâtım mı olur? Üstelik ‘nisâb-ı şer’î’ (zekât vermenin farz olması için gerekli olan zenginlik sınırı) var, ‘hevelân-ı havl’ (zekâtı verilecek malın üzerinden bir yılın geçmesi) var zekâtta biliyorsunuz. Ben bunlara sahip değilim.’ Ben böyle deyince Hoca ‘Evlâdım’ dedi, ‘Sen memur adamsın, onbeş günde biter paran. Sen ‘nisâb-ı şer’î’, ‘hevelân-ı havl’ı beklersen bir ömür zekât veremezsin. Memlekette bir sürü muhtac insan var. Onların ‘nisâb-ı şer’î’yi beklemeye tahammülleri yok. Onun için elini hayır hasenâta alıştır!’ dedi.” Hayatı boyunca hocasının nasihatini yerine getiren Prof. Dr. Mustafa Uzun, yıllar sonra o günü şöyle anlatır: “O gün öyle biraz ıkındım sıkındım ama, o tarihten bu yana, her ay maaşımın yüzde iki buçuğunu fakir hakkı olarak verdim. Hem vicdanen rahat ettim, hem de veren kişi olmanın zevkini tattım. Bu durum bana meslek hayatımda -ki o zaman imamdım- çok üstün bir pozisyon kazandırdı. Alan imam değil, veren imam olmak beni daha bir başı dik, alnı açık hale getirdi.” |
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.