![]() |
Yeni Bir Günü Karşılamak
YENİ BİR GÜNÜ KARŞILAMAK Ümit Bursalı Büyükleri, güneş doğduktan sonra kalkmayı ayıp sayardı. Ama o, artık ne kadar ayıp ettiğinin sayısını dahi unutmuştu. Güneş tepeye ulaşalı çok olmuş, mavilikteki yolculuğuna devam ediyordu. Sarı şeritler halinde de odanın içine sızıyordu. Ama odanın içindeki hava, dışardaki pırıl pırıl havanın tam aksine bungun ve sıkıntılıydı. Genç adam sağa-sola dönmekten yorulmuş, nihayet kalkmaktan başka çare bulamamıştı. Hem dışarıdan gelen sesler de artık dayanılmaz olmuştu. Yataktan kalkacak gücü yok gibiydi. Ama çare yoktu, nihayet büyük bir ağırlık yüklenmiş gibi doğrulup kalktı. Kendini halsiz hissediyordu. Halbuki gerektiğinden fazla bile uyumuştu. Kendini daha iyi hissetmesi gerekiyordu. Biliyordu, sorun uykusuzlukta değil, böyle uykulardaydı. Bu vakte kadar uyumak her tarafını uyuşturuyordu. Ne var ki, uyku ile girdiği mücadelede her seferinde mağlup oluyordu. Genç adam elini-yüzünü yıkarken, bir yandan da aynadaki bitkin suretini azarlıyordu. Yorgun ve kanlı gözlerinin içine bakarak: “Yazıklar olsun sana! Bu vakte kadar uykuyla kendini harcayıp duruyorsun. Gündüzün uykuyla geçen saatleri ölü zamandır gafil! Akşam boş yere geç yattın, bak şimdi çökmüş vaziyettesin. Seher vakti kalkıp güneşi doğuşunda selamlamak vardı...” Hep böyle oluyordu. Seherin o dirilten havasını ciğerlerine dolduramadığı, dünyayı sabah namazıyla selamlayamadığı günler hep böyle karanlık başlıyor ve karanlık devam ediyordu. Biliyordu, namaz gönlün aydınlığıdır. Hele o aydınlık sabahın ilk saatlerinde ruhunu yıkamışsa... Ama kalkamıyordu bir türlü. Evden çok iyi duyulabilen sabah ezanını her gün duyamıyor, duyabildiğinde ise çoğunlukla bir fısıltı gibi geliyordu uyku mahmurluğunda. İşte böyle zamanlarda içinde bir savaş oluyordu adeta. Ani bir kararla kalkmayıp savaşa devam ettikçe, geri çekiliyordu sanki ezan sesi. Böyle sabahların ardından uyandığında ise, saate düşman gibi bakıyor ve aynadaki yüzünü öfkeyle azarlıyordu. Büyükleri güneş doğduktan sonra kalkmayı ayıp sayardı. Ama o ne kadar ayıp ettiğinin sayısını dahi artık unutmuştu. “Bir güne daha ayıp ettim. Biliyorum bunlar hayata karşı yaptığım ayıplar. Günlerimi ne kadar da çirkinleştiriyorum. Bana verilmiş bir emanet bu zaman, bu hayat. Ben ise kıymetini bilmiyorum.” Evet, zamanın bir emanet olduğunu biliyordu. Ama bilmek işe yaramıyor, yaşadığı çelişkiyi arttırıyordu. Bir sorun vardı ama bir türlü çözemiyordu. Biliyordu ama çözemiyordu. Bir gerçek daha vardı unutamadığı: Huzurdaydı herkes ve bütün kainat. Tanıdığı birçok insan da hem huzurlu, hem O’nun huzurundaydı. Huzurda olanlar huzur buluyordu. Efendiler Efendisi’nin soluduğu seher solunmaya elbette değerdi. Emir vardı. Kalple, aşkla yapılacak bir emir. Bu emrin vakti seher vaktiydi. Günün ilk ışıklarıyla bereketlenmek için bir hazırlık gibi. Dağlarla, ırmaklarla, kuşlarla uyanmak gibi. Tembelliğe alışmamak lazım. Seherde uyanıp kalkamama tembelliği arka arkaya birkaç gün devam edince, insan kalbi ile hayatı arasında sıkışıp kalıyor. Sonra çelişkiler, çatışmalar. Sonra aynada bitkin, bezgin bir yüz. Duvardaki aynada ve hayatın aynasında. Fırtınalı denizde yolculuk ve her dalga darbesiyle bitap düşmek gibi bir şey. Her dalga bir şeyleri götürüyor içimizden. Ya tekrar limana dönebilmek olmasaydı? Ya tevbe limanının huzuru, sükûneti, tazelenmesi olmasaydı? Her tevbe yolculuk için yeniden bilenmek, güç ve azim toplamak. Kulaklarında yankılanıp duruyordu bütün ruhuyla tekrarladığı “ya Rabbi ben pişmanım” sesleri. Ya bu sesler olmasa ne yapardı? Bu seslerin varlığına şükretti. İçinde doğrunun sesini duyuyor olmak ve kendini ona göre ayarlamak ne büyük nimet. Bunları düşünürken yıllar öncesini hatırladı. Hâlâ o günü, o insanları unutamıyordu. Nasıl unutabilirdi ki? O gün kalbinin farkına vardığı ilk gündü. İçindeki engin derinlikleri keşfettiği gündü. Kendisiyle, insanlarla, bütün varlıklarla ve kainatla barıştığı gündü. Ve o gün verdiği o söz, o sözü yerine getirememek ne acı! Ama ümitsiz değildi, çünkü içindeki o ses ümitlere tazelik sağlıyordu. Kalbindeki kirlenmeye, aşınmaya yine o sesle engel olabilirdi. Aslında çok yanlış bir hayatı yoktu. İmanını bütün varlığıyla hisedebiliyordu. Zaten “namaz uykudan hayırlıdır” çağrısına koşamamanın bu derin ızdırabı da imandan kaynaklanmıyor muydu? Anladı: tek sorunu tembellik. Evet, her zaman gelip takıldığı konu namazlardı. Günü beşe bölüp, zamanı ona göre ayarlamalıydı. Namaz müminin saatiydi, bu kesin. Güne sabah namazıyla başladığında nasıl da anlamlı bir başlangıç yapmış oluyordu! Her sabah Alemlerin Sahibi’nin huzurunda dipdiri hazır olmak. “Hayatım da ölümüm de Alemlerin Rabbi Allah içindir” isbatıyla güne başlamak. O gün tarafından boğulmamak, yutulmamak, özgür kalmak... “Ah bu şehirler!” diye içini çekti. Bu hızlı akış, geç biten ve geç başlayan gün, adeta bir değirmen insan için. Şehirler sanki direnir gecelere. Sokaklar geç saatlere kadar insan doludur. Her yan ışık, her yan ses. Ve televizyon... İncir çekirdeğini doldurmayan filmler, sözüm ona her meselenin halledildiği açık oturumlar. Sahi televizyonda bugüne kadar hangi sorun çözülebildi? Ya da hangi soruya cevap bulundu? Ama parlak ışıklar, cıvıltılı dekorlar, gürültü, hareket nasıl da cezbedici! Kapılıp gitmek ne kolay! Ama kapılmak, kendin olamamak. Özgürleşememek. Ve işte böyle kasanın dibindeki çürük domates gibi uyanmak... “Artık yeter!” dedi. Aynada yüzüne bir kez daha baktı. Gözleri diriydi bu kez. “Ya Rabbi ben pişmanım” derken duyduğu coşku içinde bir kez daha çağladı. Kaçırdığı namazı kaza etmek için seccadeye doğru yürüdü. |
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.