![]() |
Gönül Uyandirma
Başlangıcında bulunduğumuz 21. yüzyılda insanlık, tarihinde hiç yaşamadığı bazı temel değişimlerden
geçiyor. Bir yandan iletişim alanında gerçekleşen yenilikler, maddi ve manevi " küreselleşme " yi hızlandırırken, diğer yandan da enformatik alanında ki ilerlemeler, insan zihnini gittikçe artan bir oranda, her türlü " bilgi " ile dolduruyor. Tüketim toplumunun, " tüketilmek " için sundukları, isteklerimizi arttırdığı için, ne istediğimizi bilemez hale geliyor ve bir yandan öfke ile dünyanın sunduğu imkânları tüketirken bir yandan da kendi kendimizi " tüketiyoruz". Dünyaya yönelik istek ve arzuların zihnimizdeki " gürültüsü ", bizlere asıl yaratılış gayesini, asli duygularımızı unutturuyor. Aslında bilgelik ve sevgi dolu olması gereken zihnimizi, yüzeyi ayna gibi dümdüz sakin bir göle benzetirsek, sanki bu göl, dolu yağmuruna tutulmuş gibi, artık çevredeki güzellikleri yansıtmaz hale geliyor. Refah içerisinde olsak bile, " istek fazlası " zihnimizi aşırı yorduğu için, mutsuzlaşıyor, hayatın ve varoluşumuzun anlamını yitiriyoruz. Yitirdiğimiz anlam, yerini, yok etmeye yani tüketmeye yönelik bir varoluş tarzına bırakıyor. Kaybettiğimiz anlamı aramanın başka yönleri ise, aşırı haz arayışı ( hedonizm ) veya zihin uyuşturması yani maddi veya davranışsal bağımlılık. Ama sonuçta tüm bu arayışlar, sanki çıkışı olmayan çıkmaz sokaklar... Bırakın maddiyatı, maneviyat arayışımız bile bir tür tüketime dönüşebiliyor, her türlü manevi bilgilerle yüklenmiş zihnimiz, farkına varmadan kendi kendine tapar hale gelebiliyor ve gerçek maneviyatın insanlığa hizmet olduğunu gözardı edebiliyoruz. Evet sanki topluca, kollektiv bir rüya yaşıyoruz... . Eğer bu rüyadan uyanmak, varoluş acımızı azaltmak, yasımız ve kaygılarımızı aşmak istiyorsak, hayatımızda " birşeyleri " değiştirmemiz gerekir. İşte bu " değişim " öncesi hazırlık döneminde, zihin temizliği önem kazanır. Boşalmış, temizlenmiş zihinle hem dünya ilişkilerimizde hem insan ilişkilerimizde, hem de kendimizle olan dialog'da daha saf, daha berrak hâle gelebiliriz. Sezgilerimiz, yaratıcı düşüncemiz harekete geçer, sisler arasından güneş çıkar. Temizlenmiş zihnin nihâi amaç olduğunu düşünmek ise içinde bahar temizliği yapılmış boş bir eve benzer. Ev insanla, muhabbetle, sevgiyle, hizmetle, hoşgörüyle canlanır, temizlik bir işe yarar. Boşalmış zihne aşık olmak, ileride göreceğimiz gibi bir " hâl aşkıdır " ( beeing in love with a psychological state ). Bir kanadı bağlanmış kuştur, tek kanatlı kuş uçamaz. Ama insan hep daha yükseklere varmak için yaratılmıştır. İnsan zamansal olarak düşüncelerini 3 yönde yoğunlaştırabilir, geçmiş, gelecek ve içinde yaşadığımız bu an. Ama insan hep daha yükseklere varmak için yaratılmıştır. Şu içinde bulunduğumuz ândan düşüncesel olarak ya geleceğe ya da geçmişe doğru bir yolculuğa çıkabiliriz. Bu zihinsel yolculukta geçmişe gidersek ya güzel hatıralar yada acı veren anılar ile karşılaşırız.Güzel hatıralar baştan çok güzel gelse de, onları tekrardan yaşama isteği mümkün olmayınca ( çünkü geçmiş geçmiştir ), gönlümüzü onları yitirmiş olmanın sızısı sarar. Acı veren anılar, acı verirler, çünkü : Tekrarlar kaygısı Kötü kader inancı Utanç Yetersizlik duyguları Öfke Suçluluk duyguları Öç alma isteği Anlamsızlık / ümitsizlik gibi duyguları beraberlerinde getirebilirler. Geleceğe yönelik bir düşünsel yolculuğa çıkarsak ( tasarımlar ), belirsizliğin hüküm sürdüğü bir boyuta dalarız. Hiçbir şey tam tamına " olabilir " değildir, yüzde yüz öngörülemez ve bu belirsizlik içimizde kaygı yaratır. Eğer düşünce dengemizde gelecek ağır basıyorsa, ânı yaşayamamanın bedelini kaygı ile öderiz. Aslında somut bir dayanağı olmayan bu kaygı ( gelecek güzel de olabilir! ) içinde bulunduğumuz bu âna bulaşır ve aşırı temkinli olup, ânın sorumluluğunu taşımaktan kaçınırız. Ama insan hep daha yükseklere varmak için yaratılmıştır. Her yeni ân, nefes alıp verişimiz gibi, bize hayat, coşku, güç veren kusursuz bir oluştur, kusurlu olmasını görmemiz sadece geçmişle yaptığımız kıyaslamadan ve öğrenme sürecinden kaynaklanır. Geleceğin kaygısı bulaşırsa bu ân, karamsarlık, ümitsizlik, güvensizlik, yetersizlik, acı, isyan, öfke, nefret, doğurabilir. Halbuki tüm bu duygular bu âna ait değillerdir, geçmiş ve geleceğin parazitleridir. İşte tefekkür - meditasyon gelecek ve geçmiş zamanın esiri olan insan düşüncesini bu içinde yaşadığımız âna yoğunlaştıran metodlardır. Ama insan hep daha yükseklere varmak için yaratılmıştır. Bu sorunun yanıtı maalesef evet. Gittikçe ân bilincinden koparak varoluşumuzun ağırlık noktası geleceğe kayıyor. Nedeni ise maddeci değerler üzerine kurulmuş modern toplumların insana sunduğu arz fazlası. Tarihin hiçbir döneminde insan, bu denli bir madde ârzı ile karşılaşmadı. Çağımızın en değerli Kur'an araştırmacılarından birisi olan M.Esed'in bu konuda yaşadığı bir olayı ve görüşlerini kısaca aktarıyorum. Bir gün Berlin metrosunda seyahat ederken gördüğü yüzlerin istisnasız hepsinin derin ve gizli bir acıyla kasılı olduğunu müşahade etti. Duyduğu sarsıntıyla bunu yanındaki Elsa'ya açtı. Elsa şaşkınlıkla " Bir cehennem azabı çekiyorlar sanki … Acaba kendileri bunun farkındalar mı ? " cevabıyla onu tasdik etti. Esed bu acıları ve ıstırapları insanların gerçeksiz, inançsız ve fasılasızca refah içinde olmalarına bağlar. Eve döndüklerinde masada açık kalmış Mushaf'ı gördü. Kapatıp kaldırmak için uzandığında gözü Tekâsür sûresine ilişti. Ama insan hep daha yükseklere varmak için yaratılmıştır. Bir aç-gözlülük saplantısı içindesiniz, Mezarlarınıza girinceye dek (süren). Ama zamanı geldiğinde anlayacaksınız! Evet, evet! Zamanı geldiğinde anlayacaksınınz! Hayır, (onu) tartışılmaz bir kesinlikle anlasaydınız, (Cehennemin) yakıcı ateşini mutlaka görürdünüz! Sonunda onu keskin bir gözle mutlaka göreceksiniz : ve o Gün hayatın nimetleri (ne karşı yaptıklarınız) için mutlaka sorguya çekileceksiniz! Tüketim toplumu baş döndürücü bir hızla, varlığı hayatımız için zaruri olmayan nesneleri, hayat tarzlarını, sözde haz ve güvenceleri bizlere neredeyse zorla sunuyor. Zihnimiz sözde " istenmesi gereken " şeylerle dolduruluyor. Bırakın bilinci, TV reklamlarında bilinçaltımızı bile etkileyecek metodlar geliştiriliyor. ( mesela, gözle hemen farkedilemeyen film karecikleri…) Ama insan hep daha yükseklere varmak için yaratılmıştır. Dünyaya yönelik istek ve arzuların zihnimizdeki " gürültüsü " bizlere asıl yaratılış gayesini, sonsuz olan aslî duygularımızı unutturuyor. Tüm bu istek fırtınası içinde kaygı artıyor, doyumsuzluk refahın artışı ile azalmıyor, çoğalıyor. Burada sizlere " istemenin " 2 değişik yönünü basit bir şema ile anlatmak istiyorum. Şemada bir yukarıya yönelik dikey istek yönü hayal edin, o ân ne getiriyorsa eyvallah. ( yanlış anlaşılma olmasın, oturduğu yerden hiçbir çaba göstermeden miskin bir hayat tarzı ile " istememeyi " amaçlayın demiyorum, fazla isteğin karşıtı olarak kanâat varoluş konumundan söz ediyorum ) Birde " aşağı " doğru yönelen istekler dizisi ( dünyevi istekler, hırs, tamah ) gözlemliyoruz, bu istekler dizisi " kaygı çukuruna " dalıyor, yani istedikçe daha derine batıyoruz. İstemenin " anatomi " si ni açıklayalım : Peki ne zaman istenir? Özne kendisinde birşeyin eksik olduğuna inandığında seçici dikkatini devreye sokarak eksikliği giderecek nesneyi arar. Ama çelişki - paradoks burada başlar, özne nesneye vardığında bir süre sonra sıkılmaya başlar, bıkar ve bir başka sözde eksikliğinin farkına varır. Bu " bıkkınlığın " nedeni ne olabilir, niçin insan değişik oranlarda " doyumsuz " dur? Bıkkınlık vardığı eşyanın hakikatini ( aslını, nûrunu, özünü, mükemmelliğini vs…) görememekten kaynaklanır. Özne aslında o hakikati aramaktadır. İslâm'da bu kabuğu değil, " aslı " görmeye " hikmet " denir. Bu aslı, hakikati göremezse insan, arayışına devam eder ve başka bir " eksikliği " tamamlamak için yeni bir nesne arar.Ve " nesnesini " bulduğunda yeni bir nesneye yönelir ve bu süreç ömür boyu sürer gider. Gönül Uyandirma Yani meditasyon nedir ? Düşüncenin zaman içerisindeki akış yönünü değiştirerek " anlık görüş " bilincine girmek için yapılan bir uygulamadır. Dikkat, alıp verilen nefes üzerine odaklaşır, yoğunlaşır ve geçmişin anılarından, geleceğin kaygılarından etkilenmeyen " anlık görüş " meydana çıkar. Sufiler bu görüşe basiyret açılması, gönül gözü ile görme derler. Bize göre " gönül uyandırma " dinsel bir uygulama, ibâdet değil, sadece bir zihin temizleme / psikohijyen metodudur. Temizlenmiş zihinle herşey daha güzel yapılır. -------------------- Gönül Uyandirma Yani gönül gözlerinin acilmasi Metitasyon ile ayni sey midir ? Bir açıdan evet, " meditare " kelime anlamı olarak " ortayı bulmak " demektir. Geçmiş ve gelecek zamanın ortasında bulunan ân noktasını bulmak. Bir açıdan ise hayır, çünkü boşalmış zihni, bahar temizliğinden geçirilmiş bir eve benzetirsek, temizlik sonrası eve " misafir " ( ilâhi tecelliler ) beklenir, gelirse gelir gelmezse sabır edilir. Misafiri ağırlama kuralları vardır, muhabbet kuralları vardır, muhabbet kanıt, fedakârlık gerektirir. Yoksa evi temizle, derle topla, pencerenin başına geç ve " oluşu " izle değildir. " Oluş " un sahibi olduğu ve bizimde bu oluşta " sorumlu " olduğumuz bilincidir. " Misafir " gelmeyen, davet edilmeyen eve mâzallah çeşitli kılıklara bürünmüş nefs girer ( alt kişiliklerimiz, ermiş, aydınlanmış rollerine pek rahatça girebilirler ). Biz bu rolleri, " misafir " sanıp bilmeden kendi kendimizi sever hâle gelebiliriz, bunun adı İslâm'da gizli şirk'tir. " Gönül uyandırma " nın tehlikelerinde bu konuyu daha derinliğine sunacağım. Bilmemiz gereken şey " Gönül uyandırma " nın biz müslümanlar, inananlar için amaç değil tefekkür, namaz, zikir, dua için bir ön hazırlık aracı,bizi gecmisimizden gelecegimizden kurtaran o ani yasatan en muhtesem uygulama namazdaki SECDE anidir Dikkat edin, başınızı secdeye koyduğunuzda kısa bir süre için olsa bile bu zaman aşılır, sonsuzlukla temas edilir. İkinci sırada Kâmil Mürşid'in nazarı ve sohbeti gelir. Yaşayanlar bilirler böyle bir ortamda saatler, dakikalar gibi geçer. Kelime-i Tevhid, İsm-i Celâl ve diğer esma zikirleri de, gönülle yapıldıkları takdirde, bizleri yine anlık görüş bilincine getirirler. Kur'an kıraati de eğer gönülle yapılırsa bizi o nûrani âleme sokar. Gönülle yapılırsa diyorum çünkü otomatikleşmiş uygulamalarda tehlike, dil söylerken, aklın başka yönlere kayabileceğidir. İnsan zihni şaşırtıcı yeteneklere sahiptir. Yoğun bir dönemden sonra tercüme yaparken uyuduğumu hatırlarım, uyuduğunu nasıl bildin derseniz, rüya görüyordum ! Son olarak hasta, yaşlı, yetim, muhtaçlara hizmet çok şaşırtıcı bir hızla bizi zaman tuzağından kurtarır ve içinde bulunduğumuz ânı olağanüstü yoğunlukta yaşatır. Ama dinsel uygulamaların dışında tüm insanlık oldum olası hep bu " ân hasretini " yaşamış ve yüklenmiş zihinleri boşaltmak istemiştir. En basit örneği gözlerin dalmasıdır, " nereye gittin " deriz, hiç buradaydım yanıtını alırız. Yorgun bir çalışma gününün ardından köy meydanında yakılan bir ateş, etrafında yapılan sohbetler, söylenen şarkılar … Dağda odun toplarken kuşların cıvıltısı ve rüzgârın ağaçlardaki hışırtısı ile ferahlayan gönüller. Pazar yerinde bakırcının çekicinin ritmik vuruşları ile dalan gözler … Deniz kenarında günbatımını seyr eylerken yaşanan coşku ve huzur. Tüm yönleri ile musîki, san'at, şiir hep aynı amacı gütmüş, bizlere şifresini çözemediğimiz, görünen dünyanın ardındaki ahengi, saflığı, duruluğu, güzelliği yaşatmıştır. Düşünceler dünyanın ard arda gelen ses, renk, şekil fırtınasından kurtulunca, gönüllerdeki zaten var olan huzur, sükûnet yüzeye çıkınca, insanlar bu kez dünyanın lâtif derinliklerine dalarak - tefekkür ederek - görünenin ardındaki sırrı çözmeye çalışmışlar. Tefekkür derinliğine düşünme demektir Zaman ok istikametinde akar ama düşüncelerimiz ile zamanın bu kuralını bozarak her iki istikamette hayal kurabiliriz. Geçmişten gelen anılar ( ve geleceğe yönelik isteklerin oluşturduğu dalgacıklar ân bilinci gölünün dümdüz yüzeyini dalgalandırır, dipteki tortu (bilinçdışında depolanmış veriler) yukarı çıkar, su bulanır. Ân bilincinin böyle bulanıklaşmasıyla, duyu organlarımızda bir kusur olmamasına rağmen, görürüz ama göremeyiz, duyarız ama duyamayız. Diyelim bir " mucize " oldu, geçmişten ve gelecek hayallerinden gelen uyaranlar azaldı, kesildi ve o gölün yüzeyi sakinleşti, dümdüz oldu. İşte zihnimizin bu hâle gelmesi, tefekkürün başlangıcıdır. " Gönül uyandırma " ise suyun yüzeyini sakinleştirme, tortuların dibe çökmesine yol açan hazırlık safhası. Peki bu duruma geldiğimizde düşünce var mı derseniz, evet var, yoksa tefekkür mümkün olmazdı. Ama bu tür düşünce artık gittikçe artan oranlarda bildiğimiz tarzda bir düşünce değil. Eğer yeterince bu âna yoğunlaşıp, geçmişten gelen parazitleri ve geleceğe yönelik istekleri azaltabilmişsek, dünyayı ve çevremizdeki eşyayı sanki ilk kez görüyormuş gibi yaşayabiliriz. Mesela hayatının ilk kırmızı elmasını gören bir bebek gibi … ( bildiğiniz gibi tanımlama, algıladığımız bir nesneyi daha önce gördüğümüz bir nesne ile karşılaştırmadır ) Bu tür düşünce, hadi gelin - gönül düşüncesi - diyelim, geleceğe yansıması olmadığı için ( çünkü istek yok ), kaygı taşımayan bir düşüncedir. Bu nokta özellikle müzmin kaygı duyguları taşıyan insanlar için önemli, çünkü bu insanlarda her nesne, her olay kaygı dolu çağrışımlara neden olur. Demek ki düşüncelerimizin zaman içerisindeki akışını ( geçmiş ve geleceğe ) denetleyebilirsek, duygularımız daha berraklaşır, sanki " varoluşumuzun ince ayarı " gerçekleşmiş olur. Şimdi yeniden ayarlanmış duyularımız ile bu yeni tür düşünce tarzının, gönül düşüncesinin, içinde yaşadığımız karanlık dünyada, ışık tutabileceği yönlere bakalım. Gönül düşüncesinin aydınlatabileceği 2 temel yön olabilir, iç ve dış dünyalarımız. ( kendi iç âlemimiz ve çevremizdeki insanlar, nesneler, kavramlar vs… ) Önce derin tefekkür halinde dış dünya nasıl görülebilir, âriflerden duyduklarımıza ve okuduklarımıza dayanarak birkaç örnek verelim . Diyorlar ki : Yukarıda sözünü ettiğimiz " göl " ün yani gönlün yüzeyi ayna gibi olunca, gönül hem görür hem de ayna gibi yansıtır. " Ben tamamiyle göz olan bir aynayım. " ( Mevlana ) Karşımızda duran bir gülü hem görürüz, hemde o gül oluruz ! Ân bilincinde, gönül gözü açıldığında, eğer daha " gül " diyebileceğimiz bir tanımlama varsa, bu tanımlama artık ayrıntısal değil, tümcel olur. Gül tüm güllüğü ile evrende başka bir şey yokmuş gibi, sanki olabileceklerin tümü o gülmüş gibi yaşanır. Tüm evren o gül ve tabii bizde o " gül " oluruz ( ayna bilinç ). Ne geçmişin anılarını ne de geleceğin beklenti ve kaygılarını o çiçeğe yansıttığımız için, gülün bizim önümüzde, tüm gizilgücü ile varolmasına izin vermiş oluruz. Ama " Aaa!... gül oldum " dediğimiz anda, yani rasyonel akıl devreye girdiği anda, bu görüş hemen bozulur. Bakın tefekkür yoluyla bir gül bizi nerelere götürdü. Bir başka örnek verelim, Bu kez yine Kur'an dan bir bölüm alacağız. Bilindiği gibi 89. Sûre indikten sonra Allah Resulü ( sav ) belirli bir süre hiçbir vahiy almadı. Ve bu suskunluk döneminin sonunda Duha Sûresi nazil oldu. İlk 3. âyeti alıyorum. Aydınlık sabahı düşün ve durgun karanlık geceyi Rabbin seni ne unuttu, ne de darıldı. Öteki dünya senin için ( hayatının ) bu ilk bölümünden daha iyi olacak ! Ve zamanı geldiğinde Rabbin sana ( kalbinden geçeni ) bağışlayacak ve seni hoşnut kılacak. O seni yetim bulup bir sığınak vermedi mi ? ( M.Esed 93 / 1-2-3 ) Şimdi derin tefekkür halinde, önce karanlık geceyi tasavvur edelim ve yukarıda verdiğim o gül örneğinde olduğu gibi, o karanlık gece olalım. İçimizde gecenin tüm sesleri, tüm ürkütücülüğü, tüm gizemi, tüm bilinmezliği, tüm doğurganlığı gerçekleşsin. Bir süre belki 10 - 15 dakika gecenin derinliğini tekrar tekrar yaşayalım. Sadece gece ve içindeki sesler, yankılar … ve duygular … Ve yavaş yavaş o karanlık gece aydınlansın, karşıki dağların arasından güneş doğsun. Ve şimdi tüm parıltısı, doğurganlığı, coşkusu, sesleri, kokuları ile sabah olalım. Tüm varlığımızda sabahtan başka hiçbir şey kalmasın ( ayna bilinç ). Ve o sabahın duyguları içimizde uyansın. Kuşku, kaygı, bilinmezlik, hepsi gitti, ümit, coşku, sevgi doğdu. Şimdi tekrardan bir gece, bir de sabah olalım. Ta ki mesajı anlayıncaya kadar, ama yine rasyonel akılla değil, hâl ile, gecenin geceliğini, sabahın sabahlığını yaşayarak. Depresyonun en derin ümitsizliği içinde yaşayan insana, bundan büyük mesaj ve yardım olabilir mi? Şimdi bir adım daha gidelim ve yine âriflerden duyduğumuz " her ân yeniden yaratılış " kavramına bakalım. " O her an yeni bir yaratmadadır. " ( kulle yevmin huve fi ş'en, Kur'an 55 / 29 ) Eğer gülün güllüğünü bu şekilde görebildiysek, Rabbimiz bir adım daha atmamıza izin verdiyse belki de o gülün her ân yeniden daha güzel yaratıldığını fark edebiliriz. Siz ancak Allah (cc) dilerse dileyebilirsiniz. ( Kur'an, İnsan Sûresi 30.ayet ). Âriflerin, hayret görüşü, hayret bilinci, tüm olabilecek güzellik sınırlarının aşıldığı bilinç üstü bilinç… Her ân havai fişek patlamaları ile dolu rengârenk, pırıl pırıl bir âlem. Bu örnekleri tefekkürün derinliğini anlatabilmek için verdim. Tefekkürle karşılaştırıldığında " gönül uyandırma" sanki sonsuz bir bestenin taksim bölümü gibi geliyor. ( Devam edecegim ) |
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.