ForumSinsi - 2006 Yılından Beri

ForumSinsi - 2006 Yılından Beri (http://forumsinsi.com/index.php)
-   Bayanlara Özel (http://forumsinsi.com/forumdisplay.php?f=393)
-   -   -2'Ye Doğru (http://forumsinsi.com/showthread.php?t=231176)

Prof. Dr. Sinsi 07-14-2012 07:27 AM

-2'Ye Doğru
 
— Alt tarafı bir ameliyat, diyor. Bu zamanda pek zor bir şey değil ki…


“Bir de bana sor” diyorum içimden. O yaşıma kadar hiç hasta olmamışım. Çok şükür ki doktora da pek gitmemişim. Ama şimdi iş başka. Ameliyat bu, adı bile korkutuyor insanı.


O gece uyku girmiyor gözüme. Fıldır fıldır dönüyorum yatakta. Bıçak altına yatmama daha bir ay var ama, gün belli ya, artık hiç kurtuluş yok. Açıkçası, bayılmaktan çok korkuyorum. Buna sebep de, hiçbir zaman sırt üstü yatamamam ve eğer öyle uyursam, boğulacak gibi olmam. Beni sırt üstü bayıltacakları için, ameliyat masasından kalkamam gibi geliyor bana. Esasında “gibi”si bile fazla. Kesinlikle kalırım o masada. Gel de uyu bakalım, uyku tutarsa…


Uyuyorum sonunda. Ve bir rüya görüyorum, son derece net: Arabamla dik bir yokuştan çıkmaktayım. Yokuşu tırmansam, gerisi kolay. Çünkü ondan sonrası, ayna gibi düz. Ha çıktım ha çıkıyorum diye gaza basarken, arabam bozularak durmasın mı?


Fırlıyorum yataktan. “Tamam işte” diyorum kendi kendime. “Yokuş bitmeden arabanın motoru istop ettiğine göre, ameliyat bitmeden de senin motorun istop edecek”


Tekrar uykum kaçıyor. Üstelik de bu seferki bir başka. En iyisi abdest alıp teheccüd kılmak ve bil cümle günahlarıma tövbe etmek.


Öyle de yapıyorum. Kıldığım namaz, bir idam mahkumunun son andaki ibadetleri gibi ihlaslı oluyor. Dualarım da öyle…


Ondan sonraki günlerim, kendimle bir hesaplaşma içinde geçiyor. Ne kadar kısa olduğunu şimdi daha iyi kavradığım hayatımı, çeşitli yönleriyle gözden geçiriyor ve eksiklerimi var gücümle tamamlamaya çalışıyorum.


Ameliyattan iki gün önce, kızlarımızı İzmit’te bırakıp, eşimle birlikte İstanbul’a gidiyor ve oğlumuzun evine yerleşiyoruz. Yapılacak çok iş var. Ameliyat ve sonrası için gerekli olan malzemeyi almamız gerekiyor. Bunun için, hastaneden bir kağıt sıkıştırıyorlar elimize. On maddelik bir ihtiyaç listesi bu. Pijama, terlik, sargı bezi, diş fırçası falan derken, dokuzuncu maddedeki tek kelimeye takılıp kalıyorum: Etek


“Bu etek de neyin nesi oluyor, yoksa yanlışlık mı var?” diye soruyoruz ama, ne gezer? Hastaların, ameliyattan bir kaç gün sonra, üstelik de hastane koridorlarında yürütülmesi gerektiği için, etek giymeleri zorunlu oluyormuş. (Vücuda takılan bir sürü hortum, pantolonla yürümeyi imkânsız kılıyormuş.)


Eşim, çaresizliğime kıkır kıkır gülerken, ben bir pehlivan gibi nâralar atıyorum: “Etek lafını duymak bile istemiyorum, böyle bir şey asla alınmayacak, alınması teklif bile edilmeyecek!..” diye.


Kız kardeşim, her zamanki yardım severliğiyle: “Böyle bir şey almanıza zaten gerek yok, ben kendi eteklerimden birini getiririm” diyor ama, yüz hatlarımı gördüğünde, hemen vazgeçiyor bu uygunsuz tekliften.


Ölürüm de bir etekle çıkmam koridorlara. Yürümek gerekirse, odamda tur atarım.


12 Ekimde, Çapa’ya, 532 no’lu odaya yatıyorum. Odamız tek kişilik. Hanım için bir de çekyat düşünülmüş çok şükür. İçeri girer girmez, banyoya bakıyorum. Güzel bir duş var ama, sıcak su akmıyormuş. Onun yerine, klozetteki su zırıl zırıl akıyor. Bırakın kapatmayı, biraz kısıp sesini azaltmak bile imkansız.


Son gecemde yine uyku girmiyor gözlerime. Hiç durmadan okuyarak namazlar kılıyorum. Kılıyorum ama, seccadeye mi yatıyorum, ameliyat masasına mı belli değil. Aklım hep oralarda. “O yaşıma kadar bu ibadetlerin onda birini yapsaydım, mutlaka evliya olur ve kendi ameliyatımı kendim yapardım” diye de düşünüyorum bir yandan. Zaten, banyodan gelen su sesiyle uyumak mümkün değil. Üstelik, hemşireler de sık sık gelip ateşime ya da tansiyonuma bakıyor ve ertesi sabahki kesim işlemine uygun olup olmadığımı kontrol ediyorlar.


Sabah güneş doğar doğmaz bir telaşe başlıyor. Odalar siliniyor, çöpler temizleniyor ve benim gibi gariplerin dışındaki hastalara kahvaltı veriliyor. (Bana üç gün bir şey yok, serumlarla yetinmek zorundaymışım) Bu işler bittiğinde, önce yine hemşireler, daha sonra da doçent ve profesörlerden oluşan, “Büyük Vizit”in doktorları geliyorlar odama. Ben, hepsini dikkatle inceliyor ve yüz hatlarına bakarak, beni kesecek olanı bulmaya çalışıyorum.


Bu arada gülücükler dağıtıyorum, ama hiç birinin bana aldırdığı yok. Ne “merhaba!..” diyorlar, ne de “geçmiş olsun, nasılsınız?” gibi bir sihirli kelime. “Hasta, açık prostat ameliyatı olacak, nabzı şu, kan durumu bu” diyerek çıkıyorlar dışarı, başka bir dünya kelamı etmeden. Canım sıkılıyor ve arkalarından bağırmak istiyorum: “Yahu insan keseceği koyuna bile laf atar, hiç olmazsa başını okşar!..” diye. Ama bıçak onlarda, mecburen susuyorum.


Doktorlar gittikten sonra, oğlum geliyor. Tam da nöbet günüymüş zavallının. Onu ikaz ederek:


— Bak evladım!.. diyorum. Sana vasiyetimdir. Vizit’e çıktığında, odasına girdiğin hastanın ismini, mesleğini ve hatta ülkenin neresinden geldiğini öğreneceksin. (Bu bilgiler zaten kayıtlarda olmalı, kapıdan girmeden önce göz atılsa ne olur?) Böylelikle, hastalara ismiyle hitap edip adam yerine koyacak ve birkaç kelime de olsa, konuşacak bir şeyler bulacaksın.


Oğlum zaten o konuda fazlasıyla duyarlı. Bu yüzden de bol bol dua alıyor.


Ameliyat saati yaklaştığında, ameliyathaneye nasıl götürüleceğimi merak etmeye başlıyorum. Yüzde 90 tahminim, hastanenin en cana yakın ve en tatlı dilli hemşiresinin odamıza gelerek bana bir iğne vuracağı ve başımı okşayarak bayılttıktan sonra, tekerlekleri gıcırdamayan bir sedye ile aşağı indirecekleri şeklinde. Fakat biraz sonra, tüm zamanların en iri yarı ve en gür bıyıklı hastabakıcısı gelip:


— Haydi gidiyoruz!.. diyor. Üstündekini çıkartıp şu önlüğü giy!..


Hanımla, garip garip bakışıyoruz. Yapılacak bir şey yok, susmaktan başka. Önlüğü alıyoruz.


Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.