ForumSinsi - 2006 Yılından Beri

ForumSinsi - 2006 Yılından Beri (http://forumsinsi.com/index.php)
-   Bir Tutam Hikaye (http://forumsinsi.com/forumdisplay.php?f=456)
-   -   Gökçeada 2 (http://forumsinsi.com/showthread.php?t=201669)

Prof. Dr. Sinsi 07-10-2012 08:51 PM

Gökçeada 2
 
anı örnekleri - anı yazıları seyfullah çalışkan yazıları - gökçeada ile ilgili yazılar - yaşam hikayeleri



GÖKÇEADA

Seyfullah ÇALIŞKAN
Eylül 2009

Bir sabah erkenden yola çıktık. Sonbahar güneşi sokakları bile ısıtmamıştı henüz, Sabah kahvaltısı için bekleyemedik. Yemekhaneden birkaç ekmek çaldık. Çaldık bile sayılmaz çünkü bizim sabah tayınımızdı o ekmekler. Yemekhaneden yiyecek çıkarmak yasaktı. Bu nedenle gizlice almak zorundaydık. Ben ekmeğin yanında soğan da çaldım. Mutfağın kapısının hemen yanında kasa kasa soğan vardı. Biraz da tuz... Kaşla göz arası Tuzluğu atıvermişim cebime. Dalgınlık işte anlarsınız. Akşama geri getirip masanın birine bırakıverirdim. Kimsenin ruhu bile duymazdı. Sabahın köründe soğan ekmek kimseye çekici gelmedi. ?Kimsenin canı da çekmedi. Niye aldın oğlum onları. Boşuna hamallık etme,? dediler. Yatağından yeni çıkmış, hala bedeninde uykunun ılık esintisini gezdiren birisi ekmeği soğanı ne yapsın? Yolda acıkırız neme lazım. Ben genelde cinsimdir biraz, azıcık da inatçı. Aklıma eseni yapıveririm.
Zeytinli altına vardığımızda güneş yavaş yavaş ortalığı kızdırmaya başladı. Bereket ki mevsim sonbahardı ve fazla eziyet etmiyordu. Yol köprüye gelmeden devlet üretme çiftliğinin elma bahçesine girdik. Birkaç elma kopardık. Yolun kıyısında elmalarımızı yemek için kısa bir mola verdik. Sonra Şahinkaya ya doğru yola düzüldük. Yol dip bir yamacın altından uzanıp dere boyunca akıyordu. Biz de sohbet, şamata, şarkı türkü gidiyorduk. Bir keçi sesi duyduk. Hayvan ormanları, vadiyi inletiyordu. Hayvan yoldan görünmüyordu. Sesin geldiği yöne doğru yürüyüp tepeye çıktık. İrice bir keçi yamaçtan aşağıya doğru uzanan bir ağacın dalına asılıp kalmış. Kaç zamandır böyle bilmeye imkân yok. Hayvancağız nasıl düştüyse boynuzlarından iki dalın arasına sıkışıp kalmış. Bütün vücudu çamaşır ipindeki giysi gibi aşağı sallanıyor. Bizi görünce hayvan ürküp debelenmeye başladı. Feryadına yürek dayanmıyor. İki arkadaş ağaca tırmanıp keçiyi yukarı çektik. Boynuzlarından yavaşça aşağıya sarkıtıp kayalık zemine doğru indirdik. Arkasına bile bakmadan kaçıp gitti. Fundalıkların arasına dalıp gözden kayboldu.
Dereköy?e yaklaştığımızda hava iyice ısınmıştı. Bir kez daha mola verip dinlendik. Dağlardan akan incecik bir pınardan su içtik. Su mu acıktırdı bize, yoksa yürümek mi? Bilmiyorum. ?Çıkar bakalım şu ekmekleri dediler.? Ekmek, soğan ve tuzluğu çamdan çıkardım. Sabahleyin mutfaktan ekmek çalmamı gereksiz bulan arkadaşlarım ?Keşke birkaç domates alsaymışız, olsa peynir de iyi giderdi,? diyorlardı. Tıka basa doymasak bile açlığımızı bastırmıştık. Yeniden yola koyulmak gerekiyordu.
Gökçeada?dan Kapıkaya?ya tam on beş kilometre yürümemiz lazımdı. On beş kilometre bu dile kolay. Ali Osman?ın köylüsü varmış cezaevinde. Gediz ovasının Turgutlu tarafındanmış, Hamzalı köyünden. Cezasının çoğunu çekince açık tarım cezaevine göndermişler Kapıkaya?ya. Dizlerimizde derman, gözlerimizde ışık tükeninceye kadar yürüdük. Benim aklımda hep o soru var. Ya bizi almazlarsa, görüştürmezlerse Halil?le? Bu kadar yolu boşu boşuna gelmiş olmayalım? Kapıkaya? ya ulaştığımızda vakit öğleye yaklaşıyordu.
Dağlarla çevrili denize doğru uzanan bir düzlükte bağlar, zeytinlikler, büyük birkaç bina ve barakalar vardı. Eğer kapıdaki tabelayı görmeseydim orada bir cezaevinin olduğunu hayatta tahmin edemezdim. Binalar boyu bir metreye yakın yükseklikte bir duvarla korunuyordu. Elbette duvarlar mahkûmları içerde tutmak için değil, çevredeki hayvanlardan bahçeleri korumak için yapılmıştı. Gardiyan veya bir görevliyle karşılaşmadan kapıdan içeri girdik. Bahçede rastladığımız birine hemşerimiz Halil?i sorduk. Tanımakta hiç zorlanmadı, hemen çağırıp geldi. Halil cezaevinin muhasebe servisinde çalışıyormuş. Bizi görünce sevindi, hepimize teker teker sarıldı. Ali Osman bizi Halil?le tanıştırdı. Halil, nasıl geldiğimizi, karnımızın aç olup olmadığını sordu. Bütün yolu yürüdüğümüzü öğrenince üzüldü. Karnımız aç değildi ama bizi dinlemedi. ?Bu kadar yol yürüyen kişi taş yese yine acıkır , ?dedi. Yemekhane iyice kalabalıklaşmadan erkenden öğlen karavanasını yedik. Onların karavanası ile okulunki neredeyse aynıydı. Barbunya, bulgur pilavı ve çoban salata?
Halil?e şaşkınlığımı gizleyemeden,;
- Bu nasıl cezaevi, isteyen herkes buradan kaçar?
- Ben geldiğimden beri hiç kaçan olmadı.
- Duvar yok, parmaklık yok, kaçmak isteyeni kim durdurabilir ki?
- Kimse durdurmaz. Durdurmaya bile çalışmaz. İsteyen kaçar. Ama kaçan bütün
mahkumiyetini yakar. Yeniden firar suçuyla yargılanır. Burada yatanların çoğunun çok az günü kalmıştır. Kimse kaçıp başını belaya sokmak istemez.
- Hiç kaçan olmuş mu peki?
- Bizden önce birkaç kafadar kaçmışlar. Ama adadan çıkmak kolay değil. Feribota binmeye
kalksa anında enselenir. Kaçıp bir hafta dağlarda dolaşmışlar. Keçi, koyun ne yakalayabilirlerse kesip yemişler. Rum köylerinden birinde papazın evini basmışlar. Karısına, kızına sarkıntılık etmişler. Hatta bizim gardiyanlardan biri bunları Gökçeada Çarşısı?nda avare avare gezerken görmüş. Arkadaşlar cezaevine dönün sonunuz kötü olur. Henüz firarınız bildirilmedi falan diyerek ikna etmeye çalışmış. Ona da küfür etmişler. Biz gelmiyoruz, sıkıysa gelin yakalayın diye meydan okumuşlar. Yaklaşık on gün dağda bayırda sürttükten sonra gelip teslim olmuşlar. Ne olacak, tabi hepsini kapalıya göndermişler. Aslında papazın şikâyeti olmasa kimse bir şey demeyecekmişler. Bir de çaldıkları koyun ve keçiler?


O gün cezaevi ve mahkûmlar ile ilgili bütün bilgilerim sıfırlandı. Zaten bildiklerimin hepsi romanlarda okuduklarımdan ibaretti. Hükümlülerin yaz kampı gibi yaşadıkları, sadece günde iki kez sayım vermek zorunda oldukları böyle bir infaz şeklinden haberim bile yoktu. Orada herkesin bir işi vardı. Tarlada bahçede çalışanlar, halı ve kilim dokuyanlar, mutfakta veya diğer cezaevi biriminde çalışanlar, resim ve el sanatları ile uğraşanlar farklı mahkûm gruplarını oluşturuyordu. Örneğin Halil cezaevinin muhasebe servisinde çalışıyormuş. ?Tam üç gündür anam ağladı,? demişti. Defterlerde beş kuruşluk bir kayıp varmış. Tam üç gündür o beş kuruşluk hatayı arıyormuş. Çünkü defterlerdeki hesap hatasıyla kasayı bağlayamazlarmış. Cebinden ver beş kuruş kapansın gitsin diyecektim. Ama önemli olan para değil aritmetik işlemelerin doğru bir sıra içinde ilerlemesiydi. Artık öğrenmiştim ve bu nedenle sustum.
Bir mahkûma nasıl hapse düştün diye sormamalısınız. Dinledikleriniz genellikle içinizi acıtır. Ve gözbebekliniz yerde çaresizlik içinde gezinirken siz teselli olabilecek cümleler arar durursunuz. Halil köy kahvesinde çıkan bir kavgada adam yaralamaktan içire düşmüş. Daha on altı yaşındaymış. ?Kavgadan sonra olay siyasi bir boyut kazandı. CHP ve AP davasına dönüşüverdi. Bir kurban gerekiyordu. Beni seçtiler,? demişti. Kavga birden kocaman bir kaosa dönüşmüş. Her şey toz duman olmuş. Ortalık duruluncaya kadar ne olduğunu kimse tam olarak anlayamamış. Mahkeme aşamasına gelince ifadeler ezberlenmiş, suçlular bulunmuş. Olay onlarca kez gözden geçirilip temize çekilmiş. Halil, ?Benim bıçağım yoktu. Nasıl böyle bir suçu işlemiş olabilirim?? diyordu. Halil sonuçta bizim adamımızdı. Üzerinde durmaya değmezdi. İnanıverdik?
Gökçeada?da mahkûmların suçlu mu masum mu olduğu hakkında çok şey öğrenemedim. Ama yaşıtlarımın hiç umursamadığı bir şey vardı ki bu benim için yaşamsal öneme sahipti. Deniz Kuvvetleri Komutanlığının Seyir Hidrografi ve Oşinografi Dairesinin bültenlerini günü gününe dinlerdim. Bültenler genellikle meteoroloji haberlerinden sonra televizyon ve radyolardan yayımlanırdı. Kendi yaşıtlarım arasında bu bültenleri dinleyen benden başka kaç çocuk vardı acaba? Tahmin edilmesi neredeyse olanaksız değil mi? ?Niye dinliyordun kardeşim, sen cins misin?? diyeceksiniz. Damdan düşülmeden halden bilinmez. Sizler hiç yatılı okuldan yarıyıl veya bayram tatiline gideceğiniz gün denizde dalga olduğu için veya fırtına nedeniyle limandan geri döndünüz mü? Üç hatta beş gün hava düzelsin, rüzgâr dinsin diye çatıların sesini dinleyerek beklediniz mi? Ben birkaç kez bunu yaşadım.
Adanın ana karayla ulaşımını sağlayan tek bir feribot vardı. Kışın hava patlayınca yirmi gün bile gelmediği oldurdu. Normal seyirleri iki veya üç gün arayla olurdu. Gökçeada?da günlük gazete bu nedenle son üç günün gazeteleri demekti. Ada merkezi ile feribotun yanaştığı kuzu limanı arasında yedi kilometrelik mesafe vardı. Limandan kasabaya ulaşım belediye otobüsleri ve minibüslerle sağlanırdı. Kuzu Limanı?nda sadece deniz yolları binası ile bir iki ev bulunuyordu. Üç saatlik yolculuktan sonra limana ulaşınca büyük bir hayal kırıklığı yaşıyordunuz. Vardığınız limanda in cin top oynuyordu. Görmeye hazır beklediğiniz, evler, sokaklar ve ada halkı yerine çalılık tepelere bakıyordunuz.
Ada insanlarının kader ortaklığı sosyal psikolojisi kentlerde yaşayan topluluklardan farklıdır. Gökçeada?da farklı dinlerden ve farklı kültürel geçmişten gelen insanlar hoşgörü içinde sokakları paylaşırlardı. Ada sakinlerinin bir kısmı cezaevinden çıktıktan sonra orada kalmış, evlenmiş, ev ocak kurmuş insanlardan oluşuyordu. Nasıl anlatsam bilemiyorum ama gelişmiş bir uzlaşı kültürü vardı. Kavga, gürültü veya hırçınlık sadece Doğu Karadeniz?den getirilip adaya yerleştirilen Çaykaralı?lar arasında yaygındı. Çaykara?lılar ada halkından yalıtılmış, kendi içlerine kapalı bir topluluk olarak yaşıyorlardı. Onların mekânlarında sürekli kemençe ile yapılmış müzikler çalardı. Ve birbirleriyle öfkeli bir ses tonuyla yarışır gibi hızlı bir şekilde konuşurlardı. Konuşuyorlar mı, tartışıyorlar mı anlayamazdım. Orada yaşayan birçok insan gibi onları baş belası olarak görürdüm ve uzak durmayı tercih ederdim. Anlatılanlara göre adanın Rum nüfusunun önemli bir kısmı 1974 yılındaki Kıbrıs Savaşı sırasında Yunanistan veya başka ülkelere göç etmişti. Köylerin boş olmasının nedeni böyle açıklanıyordu.
Okulumu bitirip adadan ayrıldığımda Arişti koyun ve keçilerle uğraşıyordu. Yorgo Atina Üniversitesi?ne okumaya gitti. Yaklaşık altı ay kadar mektuplaştık. İkimizin de yollarımızın tekrar kesişebileceğine ilişkin umutları azalınca mektupların da ardı arkası gelemedi. Taki?nin ne yaptığını hiç bilmiyorum. 1975 yılının sonbaharında Gökçeada benim için bütün dünyadan uzakta bir yerdi. Önceleri zaten deniz yolculuklarından korkuyordum. İnsan zamanla alışıyor. Okulun ilk yılında ada hepimizi evimizden, kasabalarımızdan, köylerimizden koparıp kendi içine hapsediyor gibi algılıyorduk. Zamanla dünya bizden uzaklaştı. Gökçeada bizim yaşamımız oldu. 1978 yazında oradan ayrılırken de bunun tersini hissetmiştim. Kendi güvenli limanımızı terk edip uçsuz bucaksız, bilinmezlerle dolu bir okyanusa yelken açıyordum. Onlarca yıl zaman zaman kaçıp o sakin limana yeniden sığınmayı istedim. Ne zaman başım belaya girse, ne zaman yenilsem, yorulsam hep oraya dönmeyi düşündüm. Gemiler yakmadım ama oraya bir daha hiç dönemedim.


Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.