ForumSinsi - 2006 Yılından Beri

ForumSinsi - 2006 Yılından Beri (http://forumsinsi.com/index.php)
-   Edebiyat / Dil Bilgisi (http://forumsinsi.com/forumdisplay.php?f=658)
-   -   Dönemlere Göre Nesir (http://forumsinsi.com/showthread.php?t=142492)

Prof. Dr. Sinsi 06-24-2012 04:33 AM

Dönemlere Göre Nesir
 

TARİH NESRİ
Orta dönem divan nesrinin en bol ve kuvvetli örnekleri tarih nesri kolunda toplanmıştır. Çok yerde süs ve sanat kaygısı gütmeyen ve tarih vakalarını yalın bir ifade ile yazan ünlü yazarlar, tarih bilgileri ve gezginler, canlı, hareketli, zevkli sayfalar yazmışlardır. Başka milletlerde olduğu gibi bizde de “tarih” 19. yüzyıl başlarına kadar bir edebiyat türü sayılmıştır. Eskiler için tarih, çok okunan ve sevilen bir sanat, bilgi ve hikmet sözleridir. Tarih, iyiyi kötüden ayırmaya yarar, ibret dolu bir kitap sayılıp devler adamları ve aydınlar tarafından dikkatle okunmuştur. Denilebilir ki, bu kitaplar, o çağ aydınlarının hem felsefe ve tarih, hem de roman ve hikaye okuma ihtiyaçlarını karşılamıştır. Bazı tarihçiler de özellikle olayları yorumlarken ve tasvirler yaparken münşiane denilen süslü ve parlak aydınlatma yoluna kaymışlardır. Fakat hitap ve söyleşme bölümlerinde yalın bir konuşma dili kullanırlar. Bunlardan Aşıkpaşazade, tarihini halk dili ile denebilecek kadar sade yazmıştır. Tarih nesri de yüzyıllar geçtikçe ağır bir dille yazılmış, ama hiçbir zaman anlaşılmaz hale gelmemiştir. Tarihte birçok olay ve kişileri anlatmak zorunda oluşları, tarihçilerin sırf sanat göstermek için ağır dil kullandıkları görülür. Biz burada, “tarih nesri” deyimi ile, yalnız tarih kitaplarında görülen nesri söylemek istemiyoruz. Birçok coğrafya, seyahat ve ilim kitaplarının da yazılmış olduğu fakat tarz ve anlarım benzerliği gösteren bir nesir kolundan bahsediyoruz.15. Yüzyıl :Osmanlı tarihi hakkında ilk Türkçe eser, şair Ahmedi’nin 15. yüzyıl başlarında yazdığı “Dastan-ı Tevarih-i Muluk-ı Al-i Osman” adlı manzum tarihidir. İbni Arap Şah : Timur zamanını yazmıştır. Yazıcızade Ali : Bir “Seçukname” yazmıştır. Fatih zamanında : Behişti, “Tarih-i Ali Osman”, Emveri : “Düsturname” , Oruç Bey : “Tevarih-i Ali Osman” ve İdrisi Bitlisi : “Heşt Behişt” adlı (Farsça) tarihleri yazmışlardır. Karamanlı Mehmet Paşa’nın “Tevarih üs-selatin ül Osmaniye” adlı Farsça tarihi 1480’de Türkçe’ye çevrilmiştir. Bayatlı Mehmet oğlu Hasanın “Cam-ı Cen-Ayin” adlı tarihi 1482’de kaleme alınmıştır. Bu yüzyılın Türkçe olarak en önemli tarihi, Aşıkpaşazadenin “Tevarih-i Ali Osman”ıdır. (1478) Fatih Sultan Mehmet zamanında devletin resmi tarihini yazdırmak için Şehnamecilik denen saray tarihçiliği kurulmuştur. İlk Şehnameler manzum, daha sonra nesir karışık yazılmıştır. 16. Yüzyıl :Tarihi eserler yönünden zengin. Bu yüzyılda Şehnamecilik devam etmiştir. Yavuz Selim’in fetihlerini yazan Fetullah Çelebi’nin eseri ile Eflatun’un “Hünername”si bu şehnamelerin en iyileridir. Ünlü tarihçiler arasında : “Tacüttevarih” adlı eseri ise Hoca Sadeddin Efendi; “Künhülahbar”ıyla Gelibolu’lu Ali; “Selanigi Tarihi” diye meşhur eseriyle Selanikli Mustafa vardır. 17. Yüzyıl :Bu yüzyılda büyük tarihçiler ve tarih nesri bölümüne konulacak ustalar yetişmiştir. Fatih’in kurduğu Şehnamecilik töresi vakanüvislik diye yeni bir isim almış ve önemli bir saray memurluğu sayılmıştır. Vakanüvislik 1663’te Abdurrahman Paşa ile başlamıştır.Bu asır içinde sayamayacağımız yazarların hepsi tarihçi değildir. Bazısı düşünce ve ilim, bazısı da seyahat alanında tanınmıştır. Fakat hepsi eserlerinde tarih ruhu taşıdıkları ve tarih nesrinin ortak özelliklerini kullandıkları için bu bölüme alındılar.Başlıca tarihçiler : “Peçervi Tarihi” ile meşhur Peçevi İbrahim Efendi ile “Ravzatülebrar” sahibi Karaçelebizade Abdülaziz’dir.Tarih nesri içindeki tanıdığımız ünlü yazarlar : “Risalesiyle meşhur Koçi Bey, büyük ilim adamımız, Katip Çelebi ve ünlü seyahat yazarımız Evliya Çelebi’dir.18. Yüzyıl :Bu yüzyılda sanatlı tarih anlayışının en büyük yazarları yetişmiştir. Bunların başında değeri tarihi ile Naima gelir. Bundan başka Naima Tarihine ek olarak Raşit’in yazdığı “Raşit Tarihi” ve ona ek olarak Çelebizade Asım’ın “Asım Tarihi”, Silahtar Fındıklılık Mehmet “Silahtar Tarihi” ve Fındıklılık Süleyman’ın “Mirüttevarih” adlı eseri vardır. Bu yüzyıl sonunda tarih nesrine bağlayacağımız ünlü “Sefaretname” sahibi Yirmisekiz Çelebi Mehmet’tir.19. Yüzyıl :19. yüzyıl başından hatta Tanzimat’ın ilanından sonra da edebi tarihçilik ve vak’anüvislik geleneği sürüp gitmiştir. Ünlü vak’anüvisler arasında Mütercim Asım, Şanizade Ataullah, Esat Efendi ve Recai Efendi sayılabilir. Bu yüzyılın ikinci yarısında (1855) Ahmet Cevdet Paşa’yı bir bakıma eski tarih geleneğimizin son büyük temsilcisi, bir bakıma da Türkiye’ye ilmi tarih çığırının öncüsü sayabiliriz.


ÖĞRETİCİ NESİR
Öğretici nesir, üslup yönünde tarih nesrine çok benzer. Ancak doğrudan doğruya bilgi vermek için yazılmış olan öğretici eserlerde, anlatım biraz daha kuru ve sanatsızdır. Mecazlar daha az bulunur. tasvir, tahkiye, söyleşme bölümlerine pek rastlanmaz.Konu bakımından, öğretici yazılar, oldukça çeşitlidir. Başta din ve tasavvuf olmak üzere tıp, eğitim, terbiye, ahlak, muaşeret, hukuk ve her türlü ilim konusunda eserler yazılmıştır. Çoğu bilginlerimiz, eserlerini Arapça yazdılar. Yalnız düşünce, bilgi ve tecrübelerini halka ulaştırmak isteyen bazı ülkücü aydınlar görüldü. Adı geçen eserler onlarındır.Bu kitaplarda verilen bilgiler, çokluk Doğu kaynaklarından gelir. Felsefe ve ilimde İslam (yani Türk, Arap ve Fars) filozof ve bilginlerinin 15. yüzyıla kadar araştırıp ortaya koydukları müsbet ve nazari ilim sonuçları tekrar elde edilmiştir. Yeni ve yaratıcı düşünce ve görüşlere az rastlanır. Çünkü o çağlarda bilgi (Rönesans’tan önce Batı’da olduğu gibi) skolastik bir nitelik taşımaktadır. Skolastik bilgi ve düşünce, eski üstatların bulduklar sonuçları, olduğu gibi kabul edip tartışmasız benimseyen ve yalnız yorumlamakla yetinen eğitim ve düşünce tarzına verilen isimdir.Farabi, İbni Sina, İbni Haldun, İmam Gazali ve İbni Rüşt gibi büyük İslam filozofları, çevirmeler yolu ile Arapça’ya aktarılan eski Yunan felsefesini genişletip geliştirmek ve hatta yenileştirmek ve başka sistemlere bağlamak suretiyle, bir Doğu Rönesans’ı hazırlamışlardı. Doğudaki taze buluşların, hür ve geniş fikirlerin, yepyeni felsefe görüşlerinin, Batı Rönesansı üzerindeki etkileri de büyük olmuştur.Ne yazık ki, 15. Yüzyıldan sonra bu Rönesans, hızını kaybetti. Batının büyük yükselişlerine karşılık bizde duraklama başladı. Düşünce ve ilim ufuklarımız daraldı. Batı ile kuvvetli fikir ve sanat dağıntıları da kuramadığımız için büsbütün, skolastiğe kapandık. Medreselerimiz müspet ilim öğretimi ve hatta felsefeyi bırakarak eski bilgileri tekrar ile yetindi.Büyük imparatorluğumuzun çöküşünde ilim ve felsefe yolundaki bu durgunluğun olumsuz etkileri büyüktür. Çünkü yenilgiler karşısında yıkılıp çökmemek için yaratıcı düşünceye ve yeni buluşlara ihtiyaç vardır.Bu öğretici eserlerde verilen bilgilerin belli başlı özelliği, tıpkı atasözleri gibi geleceğe ve denenmişliğe dayanmasıdır. Bu yönden hem milli hem de beşeri bir değer taşırlar. Gerçi yeni şeyler değillerdir ama, bunlar arasında din, tasavvuf ve ahlaka dair olanlar ön safta gelir. Öğretici nesri teşkil eden eserler arasında doğu dillerinden yapılmış tercümeler de önemli yer tutmaktadır.Öğretici nesrin bazı örnekleri aşağıya alınacaktır. Bu yazıların çıkarıldığı eserler ve yazıcıları da kısaca tanıtılacaktır.


TANZİMAT NESRİ
Siyasi Tanzimat’ın (1839) getirdiği Batı’ya yönelme hareketi, 1860’tan sonra edebiyatımızda da bir değişme, yenileşme çığırını açtı. Tanzimat Edebiyatı denen bu çığır (1895) Servetifünuna kadar sürdü. Bu edebiyatı temsil eden kişilerin çoğu aynı zamanda şairlerdir fakat bunlar asıl yeniliği nesirde yapmışlardır. Tanzimat edebiyatı, hakiki bir nesir devrimi olmuştur. Çünkü fikirler yenilenmiş, Batı’dan yeni kavramlar getirilmiş bütün bunlar nesri büsbütün değiştirmiştir. Zaten, Tanzimat’la edebiyatımıza giren yeni türlerin hemen hepsi, roman, hikaye, tiyatro, tenkid, makale, nutuk gibi nesir türleridir. Bu türler, yeni nesrin gelişmesini sağlamış ve yaratılan üslupla birlikte olgunlaşmışlardır.Yeni nesrin oluşmasında asıl büyük rol, gazeteciliğe ve gazetecilere düşmüştür. 1860’ta başlayan özel gazetecilik, az zamanda, hakla hitap eden yeni bir anlatım bulmak gereğini kabul ettirdi. İster istemez bir havadis ve haber verme üslubu arandı. Nitekim özel Türk gazeteciliğinin kurucusu olan Şinasi, 1860’ta çıkardığı Tercüman-ı Ahval’in ilk sayısına yazdığı önsözde, bu arayışı tam bir şuur ile açığa vurmaktadır.“Tarife hacet olmadığı üzre, kelam, meram anlatmağa mahsus bir Tanrı vergisi olduğu gibi, insan aklının en güzel icadı olan kitabet (yazı sanatı) dahi, kalemle tesvir-i kelam eylemek fenninden ibarettir. Bu hakikatten dolayı giderek, umu halkın kolaylıkla anlayabileceği mertebede işbu gazeteyi kaleme almak gerektiği dahi, yeri gelmişken, şimdiden hatırlatılır.”Batı dünyasından bize gelen görüş,düşünce ve kavramlar, halka gazeteler kanalıyla yayılmıştır. Bunları anlatabilmek için yeni deyişlere, tamlamalara ve yeni kelimelere ihtiyaç duyulmuştur. Kimi tercüme yoluyla bulunan, kimi de eski kavramların yeni anlamlar kazanması suretiyle hazırlanan bu kelime ve tamlamalar, yeni nesri oluşturmuştur. Tanzimat şair ve yazarlarının hepsi toplumcu, devrimci ve batıcı kimselerdir. Kitaplarında ve yazılarında, halka gösterecekleri yollar, anlatacakları gerçekler, verecekleri bilgi ve öğütler vardır. Bunu sağlamak için elden geldiği kadar çok insana hitap etmek isterler. Tabii olarak hepsi sade dile özenmiş ve açık yazmaya çalışmışlardır. Başlıca Tanzimat aydınlarının bu konudaki görüşleri sadeleşme ve anlaşılma noktasında birleşmektedir :Namık Kemal :“Her nedense lisanen söylediğimiz şiveyi beğenmeyip de kaleme başka bir edebiyat lisanı icat etmeğe çalışan müelliflerimizin tuttukları ifade tarzı, konuşma dilimize kıyasla, mesela arabiye nisbetle Borne lisanı kadar sakildir. İki sayfalık bir yazı okumak için herkesi seksen defa Kaamus’a (arapça sözlük) veya Buhran’a (farsça sözlük) müracaat mecbureiyetinde bulundurmak için marifet sayılsın? Seçkinler için kitap yazmak kadar dünyada abes bir şey yoktur.”Muallim Naci :“Bir söz ne kadar tabii söylenir ve tabii yazılırsa o derece latif olur. Fesahat, belagat denilen şeylerin tabilikte aranması lazım gelir. Söze tekellüf karıştığı gibi, fesahat, belagat aradan çıkar. Ziya Paşa’nın :Çıktıkça lisan tabiatındanElbette düşer fesahatındansözü pek doğrudur.Ancak doğru yolu görmüş ve o yoldan gitmeye çok çalışmış olmalarına rağmen, bu yazıcıların pek azı, özlenen sadeliğe ulaşabilmiştir. Bunun sebepleri çoktur. Bir kere bunların hepsi, eski edebiyat kültürü ile yetişmiş kimselerdi, alışkanlık ve hayranlıklarını bırakamıyorlardı. Okullarda hep Arapça ve Farsça öğrenildiği için aydınların bildiği ve kullandığı Türkçe kelimeler yetersizdi. Türkçe sözlerin büyük kısmı edebi sayılmıyor; ancak konuşma diline yakıştırılıyor, sanat ve fikir yazılarına gitmez sanılıyordu. Bu yüzden Arapça ve Farsça sözlere vazgeçilmez unsurlar gözüyle bakılıyordu.Yüzyıllar boyunca Türkçe , fikir alanında işlenmeden kalmıştı. Edebiyatçılar, düşünce yazılarında, tasvir bölümlerinde ve ince duyguları anlatmak isteyince Osmanlıca’ya sığınıyorlardı. Sade dil, en çok söyleşmelerde ve biraz tahkiyede bulunuyordu. Tanzimatçılar, günlük dile yatkın, başarılı piyesler yazdıkları halde, roman ve şiirlerinde süsten kurtulamıyorlardı.Sadelik gerçi bütün Tanzimatçıların baş arzusu görünür ama, bütün yazarlar aynı ölçüde sadeleşmek yolunu tutmuşlardır. Tek bir yazarın eseri dahi, sadelik yönünden birbirine benzemez. Hatta aynı makalede, birbirini hiç tutmayan sade ve ağdalı cümlelerin birbirini kovaladığı görülür.Bütün bunlar, Tanzimat yazıcılarının sade dile çok özendikleri halde bunu eserlerine uygulayacak güce ve imkana sahip olmadıklarını düşündürür.Sadeliği en ileri götürmüş olan Tanzimat yazarı; Muallim Naci’dir. bunlar arasında halk diline en fazla yaklaşabilen de Ahmet Mithat Efendi olmuştur.Tanzimat nesri, Eski Nesre ilintisiz denilebilecek kadar değişik ve yenidir. Bu yenilik sade olmaktan çok, başkalaşan bir dünya görüşü ile yepyeni Batı kavramlarını kullanmaktan ileri gelir. Çünkü bu dönem, Türk toplumuna yeni görüşler ve arzular getirmiş yeni ihtiyaç ve ülküler sunmuştur. Yabancı dil bilenlerin ve gazetelerin çabaları, memleket işlerinde söz sahibi olmak isteyen yeni kuşaklar hazırlamış, bu suretle bir halk efkarı oluşmuş (kamu oyu, efkarı umumiye) meydana çıkmıştır.Uğruna baş koydukları bir ülküleri olan ve bu ülküyü heyecanla yaymak isteyen şair ve yazarlar vardır. Hürriyet, vatan, adalet, zulümle boğuşma, ıslahat, insan hakları, eğitim, devlet idaresi, vatan için çalışma gibi yüzlerce yeni mesele, gazetelerde, tiyatro ve romanlarda coşkunlukla söylenip yazılmıştır. Padişah, devlet gibi kavramların karşısına millet, meşrutiyet yeni tabular çıkarılmıştır.İşte bu ülküler ve düşünceler Tanzimat’ın nesir dilini, eskilerde görülmeyen ve o zamana kadar bilinmeyen :Hey’et-i içtimaiyye, vezaif-i kaanuniye, vatan menfaati, şeref-i millet, nesl-i ati, şebab-ı Osmaniyye, gayret-i milliye, medeniyet resulü, reis-i cumhur, efrad-ı millet, terbiye-i nisvan, zincir-i esaret, ittihad-ı kalb-i millet, gavga-yı hürriyet, şemşir-i zulm, hak-i vatan... gibi yüzlerce yeni tamlama ve kavramlarla doldurmuştur. Bu da, Tanzimat nesrini iyice sadeleştirmemiş ama, büsbütün yenilemiştir.Tanzimat nesrini eski nesirden ayıran özellikler şunlardır:a) Fikir kaygısı öne alınmış üslup özentisi ve süs düşkünlüğü arkaya itilmiştir. Yazıcı, cümlesini bir şey söylemek, öğretmek için kurar.b) Cümle boyları kısalmış, anlaşılan ve kolayca izlenen bir ölçüye konmuştur. Cümle, gereksiz, boş lakırdılardan arınmıştır.c) Seciler çok az kullanılmış yada büsbütün atılmıştır.Eski nesirde, konuya girmeden yapılması adet olan başlangıçlar atılmış, kestirmeden esasa girmek yolu tutulmuştur.



SERVETİFÜNUN NESRİ
Servetifünun Edebiyatı, 1895 ile 1901 arasında, Servetifünun dergisi. Çevresinde toplanan yeni bir neslin, ortak inançlar, fikirler ve benzeşir bir üslüp halinde meydana getirdikleri edebiyat çığırına verilen addır.Bu edebiyatı kuran kişiler, iki önemli etki altında yetişirler :I. Tanzimat’ın son kuşağı olan Recaizade Ekrem ile Abdülhak Hamit etkisi. Bu etki, onları bir yandan orta dönem edebiyatından uzaklaştırıyor ve Batı edebiyatına daha fazla yaklaştırıyordu. Öte yandan, halk ile gittikce arayı açan ferdi, ağdalı ve aristokrat bir şair ve nesir anlayışına sürüklüyordu.II. Batı edebiyatının etkisi... Servetifünun’cular, daha küçük yaştan, düzenli okullarda, Fransızcayı bütün inceliğiyle öğrenmiş bulundukları için, bu edebiyatı, yakından ve çok iyi tanıdılar. Sonunda, Türk halkını ve Türk sanat geleneğini bırakarak, oraya bağlandılar. Bu bağlanış, onların fikirleri, sanat anlayışları kadar üslüplarına da tesir etti. İnce sanat ve güzellik peşine düştüler. Kendilerine çağdaş olan Parnasçılık, Realizm ve Sembolizm akımlarına da kapılarak yepyeni bir şiir ve nesir dili kurdular.Servetifünuncu’ lar bir çok sosyal ve edebi etkilerle Tanzimatçılar’ ın yürütmek istedikleri halka doğru ilkesini ve dilde sadeleşme akımını terk etmişlerdir. Tıpkı Divan Edebiyatcıları gibi bunlarda halkı seckinler ve halk diye iki zümreye bölmüş ve sanattan ancak seckinlerin anlayacağını düşünmüşlerdir. Halk dedikleri kalabalığa pek iyi bir gözle bakmazlar. Sözgelişi, Cenap Şahabettin’ e göre : “Seçkinler beğendikce alkışlar. Halk alkışladıkça beğenir. Halk her devirde ve diyarda ateşle ziyanı birbirine karıştırmıştır; kendisini her yakanı güneş sanır.”Bu görüşle halkın anlamasına hiç de lüzum olmayan, süslü ve sanatlı yazılar yazmışlardır. “ Madem ki aydınlar ve seçkinler için yazıyoruz, o halde sade ve açık söyleyişler gereksizdir. Nasıl olsa yazdıklarımız anlatacaktır.” Gibi garip bir düşünüş Servetifünun üslubunun temel taşı olmuştur. Recaizade Ekrem’ in Talim i Edebiyatındaki uslüp görüşü, benimsenmiş, Apdulhak Hamit’ in “müzeyyen” üslubu çok beğenilmiştir. Mithat Efende’ nin “adi” üslubu ise açık ve sade olduğundan küçümsenmiştir.Servetifünun’ cular, Fransa edebiyatında çok özendikleri yeni akımların (Parnasçılık, Sembolizm, Realizm) “ Sanat için sanat” anlayışı güden inceliği ulaşmak istediler. Türk nesrini hem sözlük hem de kavramlar bakımından zengin etmeye çalıştılar. Bunu sağlamak için o zamana kadar işlenmiş saydıkları türkçeyi yetersiz buldular. Osmanlıca’ nın üç lisana dayanan bol kelime hazinesinden faydalandılar.Fransızca’da gördükleri yeni kavram, hayal buluş ve mecazları şiir ve nesirlerine aktarmak isterken, asla öz türkçeden veya halk dilinden karşılık aramadılar. Fars ve Arap kelimelerin, o güne kadar hiç duyulmamış olanlarını kullandılar. Farsça vasf-ı terkibiler zincirleme isim ve sıfat takımları ile sözlü yeni bir nesir (ve nazım) üslubu kurdular.Fransız sentaksının etkisi ile, türkçe söz diziminde önemli gelişmeler yaptılar. Hatta Fransız cümle yapısını bütünüyle türkçeye uygulayan bir anlatım yolu tuttular. Bu öyle bir değişiklikti ki, dilimiz, sadeleştiği ve özleştiği halde, bugün bile, etkisinden sıyrılmış değiliz. Yani Servetifünuncuların getirdiği bu söz dizimi şekli sürüp gitmektedir. onlArın müsbet yeniliği ancak bu noktada aranmalıdır. Türkçeye, her kavramı anlatmaya elverişli bir dizim bolluğu sağlamışlardır.Osmanlıca’ ya çok önem veren Servetifünun’ cuların, türkçede karşılığı bulunan yabancı kelimelerin atılmasına izin vermemişlerdir.Konuşan dil ile edebi eser yazmayı da yüksek sanata aykırı buluyorlardı. Halit Ziya, “konuşma dili” denince İstanbul’ da söylenen dilin akla geleceğini belirtiyordu. Bütün bunlar, o zaman kendilerine hücum eden, halk türkçelerine bir sataşma idi, fakat zaman, Servetifünun’ cuları haksız, ötekileri haklı çıkardı. O zaman o kadar ki Halit Ziya Uşaklığil bu sözlerinden kırk yıl sonra Mai ve Siyah ve Aşk-ı Memnu gibi büyük romanlarını sadeleştirmek zorunu duydu. Hatta Kırk Yıl adlı hatıralar kitabında Servetifünun’ daki süs ve özenti hastalığına acı acı takılmatan bile geri durmadı.Ortak kavramlara bağlı olsalar bile bunlardan mesela Hüseyin Cahit, oldukça sade yazmıştır. Süleyman Nazif, daha çok , Namık Kemal üslubu’nu izlemiştir. Ahmet Hikmet Müftüoğlu ise son yazılarında özleştirme taraflısıdır.Fakat Servetifünun dediğimiz edebi akımın, nesirdeki baş ustası Halit Ziya Uşaklıgil’ dir. Cenap Şahabettin, ona yakın bir anlayışa sahiptir. Mehmet Rauf ise Halit Ziya’yı adım adım izlemiştir. Bu yüzden Halit Ziya nesrinin özelliklerini genişleterek bütün arkadaşlarına yaymak mümkündür.


Prof. Dr. Sinsi 06-24-2012 04:33 AM

Dönemlere Göre Nesir
 

KLASİK EDEBİYATIMIZDA NESİR GELENEĞİ
Edebiyat mahsulleri genel olarak nazım ve nesir şeklinde ikiye ayrılırlar. Bununla beraber nazım ve nesir karışık olarak yazılmış eserler de vardır. Hatta bazı modern edebiyat teorileri edebiyatı artık ve nesir diye ikiye ayrılmakta, nazım ve nesir karışık üçüncü bir grup düşünmektedirler.Nesir kelimesi “yayma, saçma” ilk anlamlarını taşır. Nesir “manzum olmayan söz” karşılığında kullanılmaya başlanmıştır.Edebiyat bütün topluluklarda sözlü yaratmalar olarak başlar ve bu dönemde büyük ölçüde manzum karakter taşır. Bunun sebebi de sıralı ve birbirleriyle bağlantılı ifadelerin insan hafızasında daha kolay yer etmesi ve başkalarına daha kolay aktarılabilmesidir. Çeşitli ses düzenlemelerindeki bağlantılarından faydalanan nazmın nesre karşı bu tür avantajları, yazılı kültürün yeşerdiği devirlerde bile edebiyatın uzun süre nazım ağırlıklı olmasına yol açmıştır. Bununla beraber edebiyat sanatının söylemenin yanısıra anlatmayı da ihmal etmemesi nesir sanatını varlığını zorunlu kılmıştır. Bu nedenle bütün gelişmiş edebiyatlarda gelişmiş bir nesrin varlığından da söz etmek mümkündür. Türk edebiyatında zamanla bir dil ve edebiyat geleneği oluşmuştur. Türk edebiyat geleneğinde nazım, nesre oranla ağırlıktadır. Bu da nazımdan pek çok unsurun nesre girmesine yol açmıştır. Bu nedenle şiirdeki bazı ses araçlarının nesirde de varlığından söz edilebilir. Söz konusu ses araçlar; tekrarlarlar, ses ve anlam birimleri, söz dizimi ve paralelliklerdir. Şiirin temel mekanizmasını oluşturan bu ses araçları mensur eserlerde dil zevki ile gelen yardımcı unsurlar durumundadırlar. Türk nesrinde rastladığımız ses araçları tekrar teknikleri ile sınırlı değildir. Türkçe’nin yüzyıllar boyunca oluşturduğu bazı söyleyiş biçimlerini ve ifade kalıplarının da Türk nesrinde bir ses ve anlam bütünlüğü oluşturmada rol oynadığı söylenebilir. Buna bir örnek olarak insanımızın dua ederken kullandığı üslubu verebiliriz. Kültür seviyesi, şahsi özellikleri, hatta içinde yaşadığı yüzyıl ne olursa olsun inanmış bir Türk’ün duasında hep aynı eda vardır. Bunu farklı karakterdeki eserlerde görmek mümkündür.


TÜRK NESRİNİN SAFHALARI
Türkçenin ilk yazılı örnekleri (mensur) Köktürk yazıtlarıdır. Uygur lehçesi ile de mensur kitaplar yazılmıştır. Fakat Uygurlardan sonra, uzun bir süre, doğu ve batı Türkçelerinde mensur eserler yazılmamış veya (yazılmışsa) ele geçmemiştir. Ancak 13. yüzyıldan sonra doğu ve batı Türk edebiyatlarında nesrin gelişmeye başladığını görüyoruz. 9. yüzyıldan 14. yüzyıla kadar mensur eserler yazılmayışının türlü sebepleri olabilir. Bunları üç nedene bağlayabiliriz. 1. Bu beşyüz yıl içinde atalarımız sürekli değişiklik ve hareket içinde olmuşlardır. Orta Asyadan Batıya göçmüşler Anadolu’ya yerleşmişler. Nice medeniyetlere deyinmişlerdir. Bu göçler sırasında, zengin bir folklor ve birçok manzum eserler meydana gelmiş ama mensur kitaplar yazılamamıştır. Belki yazılanlar kaybolmuştur. Nesrin daha çok düşünceye, tefekkürü hazırlayan kültüre ise yerleşme ve huzura bağlı olduğu unutulmamalıdır. 2. Türkler bu göçler sırasında İslamlığı benimsemişler ve Fars edebiyatı ile temesa gelmişlerdir. Yeni dinin ve yeni kültürün getirdiği Arapça ile Farsça aydınlarımıza çekici görünmüş, işlenmemiş bir Türkçe ile yazmaktansa bu çok işlek diller ile yazıp söylemeyi daha kolay bulmuşlardır. Bu yüzden yazarlarımız ve şairlerimizin çoğu İran şiirinin ve Arap nesrinin gelişmesine yardım etmişler fakat, “kara budun” arasında bütün canlılığıyla yaşayan Türkçe’nin lezzetine erememişlerdir. Bu sonuç üzerinde Türklerin, müslüman olmaları dolayısıyla eski kültürlerinden ve kitaplarından büsbütün kopmuş bulunmalarının tesirini de unutmamak gerekir. Çünkü “hak dini” olan İslamiyet, onları tabiatla ve putlarla ilgili eski dillerini batıl, yasak sayıyor, onlarla ve o dinlerin verimi olan kitaplarla uğraşmak günah sayılıyordu. Kaşgarlı Mahmut gibi milliyetçi bilginlerin çabaları da kendilerini yabancı kültüre kaptıran bu aydınların görüşlerini değiştirememiştir. Büyük Selçuklular ve Anadolu Selçukluları zamanında Türk aydınları, şiirlerini Farsça ve düşüncelerini Arapça yazmışlardır. Hepsi Türk soyundan olan sultanlar ve hakanlar da halkı tanımayan o köksüz aydınların etkileriyle milli sanat ve tefekkürü tutmayıp yabancı kültürü korumuşlardır. 3. Sultanların ve devlet adamlarının ana dile ve yerli edebiyata bu ilgisizlikleri, Türkçe’yi devletlerin resmi dili olmaktan çıkararak köylülerin konuştuğu bir kabile dili haline getirdi. Bu yüzden fermanlar yazışmalar, tarihler, yıllıklar Farsça ve Arapça’ydı. Köktürk, Uygur ve Karahanlılar devletlerinde resmi dil Türkçe olduğu için manzum nesir ilerleyebilmiştir. Türkçe’yi yabancı diller önünde eriten bu ilgisizliğe karşı zaman zaman bazı tepkiler olmakla birlikte 13. yüzyılda Fars, Arap dillerin kapılmamış olan Anadolu beyleri bu konuda daha şuurlu bir görüşe sahiptiler. Türkçe’nin edebi dil olmasında tasavvuf erlerinin, şeyhlerin, gazi erenlerin de büyük hizmetleri olmuştur. Tasavvuf görüşlerini halka yaymak için mensur Türkçe eserler, şerhler, nasihatnameler, tevsirler meydana getirmişlerdir.


DEDE KORKUT KİTABI
Orta dönem halk nesrinin en güzel örneklerini toplayan bu kitabın asıl adı :Kitab-ı Dede Korkut alâ Lisân-ı Tâife-i Oğuzân (Oğuz Boyun dilince yazılmış Dede Korkut Kitabı)’dır. Bugüne kadar iki yazma eser ele geçmiştir. Bunlardan birincisi 150 yıl önce Dresten Kıral Kitaplığında bulunmuş olan 12 hikayeden ibaret tam nüshadır. İkincisi 1950 yılında Vatikan kitaplığında ele geçen altı hikayelik eksik nüshadır. Vatikan nüshasında altı hikaye, Dresten yazmasındaki altı hikayenin aynısıdır. Ancak ufak tefek kelime ve cümle ayrılıkları vardır. Eski ve tam nüsha olduğu için Dede Korkut hakkındaki bütün derleme ve araştırmalar, Dresten yazması üzerinden yapılmıştır. Bu yazmayı bulan Fleischer’dan sonra, ilk önemli araştırmaları H. F. (1811-1815) ile W. Barthold (1894) yapmışlardır. Türkiye’de ilk önce Kilisli Rıfat Dresten yazmasının bir kopyasına dayanarak (1916) kitabı Arap harfleri ile yayınlamıştır. Bundan sonra Orhan Şaik Gökyay (1938) yeni harflerle bastırmıştır. Kitabın son yayımı ise, Dresten ve Vatikan nüshalarının karıştırılması suretiyle transkripsiyonlu olarak, (1958) Dr. Muharrem Ergin tarafından yayınlanmıştır. Esere Dede Korkut denmesinin sebebi, Dede Korkut adında mübarek, yaşlı ve bilgili ozanın her oniki hikayede ortaya çıkıp “Boy boylayıp, soy soylaması” ve bu hikayelerin düzüp koşucusu gösterilmesidir. “Dede Korkut Hikayeleri”nden ; “Yücelerden yücesin, kimse bilmez nicesin, görklü Tanrı. Çok cahiller seni gökte arar, yerde ister sen hod müminlerin gönlündesin. Daim duran Cabbar Tanrı, ulu yollar üzerine imaretler yapayım senin içün, aç görsem toyurayım senin içün, yalıncak görsem tonatayım senin içün, alursan ikimizin canın bile algıl, korısan ikimizin canın bile kogıl, keremi çok Kadir Tanrı”.Türk edebiyatında bazı söyleyiş kalıplarının ve cümlelerin tekrarını, devamını sağlayan temel unsurlar sözlü halk edebiyatı mahsulleriyle halk dilinin kalıplarıdır.Türk mensur eserlerinde dikkati çeken bir başka unsur da ikili yapılardır. Nesrimizde başlangıcı İslamiyet öncesine giden bir ikili yapı kullanma alışkanlığı vardır. Bu kullanımların ilk örneklerini Uygur dönemi mensur metinlerinde görmekteyiz. Bu metinlerdeki ikili yapılar eş anlamlı kelimelerin yan yana kullanılmasıyla oluşturulmuşlardır. “Ol yime Maharadı İlhan ertingü ulug, bay barımlıg, tsanlıgları agılıkları tarıg ed tavar öze tolu, alp atım...Bu kısa parçada bile pek çok ikili yapı vardır. Bu ikililer şunlardır; bay-barımlıg (zengin varlıkları), tsang-ağırlık (ambar-hazine) ed-tavar (mal-mülk), alp atım (yiğit kahraman)Klasik nesrimizde en ağır metinlerin çoğu bu tür gruplarla ve ses olarak birbirine bağlanmış iki yapılarla oluşturulmuşlardır.Bugün de bu ikili kullanma alışkanlığı dilimizde yaygın olarak yaşamaktadır. Kullandığımız ikililerin bazıları ses olarak, bazıları da anlam olarak bağlantılıdır. Hatta bazen aynı anlama gelen iki kelimenin bile yanyana kullanıldığı görülmektedir.Mensur eserlerimizde yüzyıllar boyunca devam eden daha pek çok söyleyişten, ifade kalıbından, yapı özelliğinden söz etmek mümkündür. Türkçenin halk dilinde yaşayan söyleyiş kalıplarının ve nesir eserlerimizdeki ortak yapıların bir dökümünün yapılmasının nesir geleneğimizin ortaya çıkarılması için gerekli olduğuna inanıyoruz.Türk nesir tarihine bakacak olursak, Türk nesrinin İslamiyet öncesinde, İslami dönemde ve batı kültürü etkisinde farklı karakterler taşıdığını görürüz. Bununla beraber bütün önemli kültür değişmelerine, tarih ve coğrafya farklılıklarına rağmen mensur eserlerimizdeki bağlar devam etmiştir.Türk kültürüne İslamiyet öncesi dönemde zengin bir dil ve edebiyat geleneği oluşturmuş olması, Türk edebiyatının “Arap ve İran edebiyatlarını taklit eden kişiliksiz bir edebiyat” halini almasını engellemiştir. Türkler yeni girdikleri ve bütün kalpleriyle benimsedikleri İslam diniyle ilgili konuları, zaman zaman eski inanışlarıyla birleştirerek söylemekten çekinmemişlerdir, İslam kültür ve medeniyetiyle kendi milli zevklerinin bir sentezine gitmişlerdir. İlk İslami metinlerde eski Türk inanışlarından kaynaklanan bazı motifler bunun çok açık delidir.İslam kültürü etkisindeki klasik edebiyatımız, uzun bir süre manzum bir edebiyat gibi düşünülmüştür. Bu edebiyatın “divan edebiyatı” şeklinde adlandırılması da bu yaklaşımın bir ifadesidir. Böyle bir adlandırma bütün mensur eserleri dışarıda bıraktığı gibi, mesnevi gibi divanlara girmeyen bazı manzum türlerin de gözardı edilmesi tehlikesini doğurmaktadır. Bu nedenle artık iyice yaygınlaşan bu adlandırmayı eksikliklerine unutmadan dikkatle kullanmak gereklidir.Ayrıca pek çok divan şairi, nesri dağılmış incilere, nazmı ise bir araya getirilmiş bir inci kolyeye benzetmişlerdir. Bu tanımlamada her iki anlatım vasıtasına da inci benzetmesiyle yaklaşılması dikkat çekicidir.Balagat kitaplarındaki ortak yaklaşım ise nazım olsun, nesir olsun güzel ve manalı söylenen her ifadeyi edebi kabul etmektedir. Yüksek kültürün içinde yetişen belagatçılar, manayı bir güzele, edebi sanatları ise onun giyinip kuşandıklarına, sürdüğü boyalara, taktığıtakılara benzetmişlerdir. Böyle bir yaklaşım ise klasik edebiyatımızda ana amacın, şiirde de nesirde de anlamı söyleşiye feda etmemek olduğunu açıkça gösterir.Belegatçıların nesre bu tür tutarlı yaklaşımlarının yanısıra eserlerini büyük ölçüde nazma ve şiir sanatlarına ayırdıklarını da belirtmek gerekir. Kısacası eski kültürümüzün insanları mensur eserler de vermekle beraber genellikle nazmı nesirden üstün kabul etmişlerdir.

ESKİ NESİR
Zaman bakımından 14. yüzyıl başlarından 19. yüzyıl ortalarına kadar süren nesirdir. Eski nesir, bu zaman içinde hayli değişik ve çeşitli durumlar göstermiş bölümelere de ayrılmıştır. Eski nesir; a. halk nesirib. divan nesiriolarak iki kısma ayrılabilir. Divan nesri de birbirinden farklı üç üslup halinde görülür.1 – Edebi nesir (İnşa)2 – Tarih nesri 3 – Öğretici nesirA. HALK NESRİHalk nesri denince, doğrudan doğruya halkın verimi olan yada halkın ağzından derlenen eserler akla gelmelidir. Halk içi,n yazılmış “öğretici” eserler bu konuya girmez. Çoğu sözlü folklor verimi olan halk nesirlerinden, bize kalan yazılı örnekler çok azdır. Elimizdekilerin çoğu da zamanlarında yazıya geçmemiş ve daha sonra yazılmış oldukları için asıl yaratıldıkları çağın dil ve üslup özelliklerini taşımazlar. Bunlar arasında Battal Gazi, Hamzaname, Eba Müslim, Hz. Ali Cenkleri gibi kitaplar meydana geldikleri çağların dilini az çok saklamış olsalar bile, söylenme ve yazılmalar sırasında hayli değişmelere uğramış oldukları için, halk nesrine örnek verilemezler. Bu durumda, eski halk nesrinin elimizde kalan biricik eseri Dede Korkut Kitabıdır. Çünkü 15. yüzyıl Doğu Anadolu bölgelerimiz halkının dillerinden derlenmiş olan bu kitap aynen yazıldığı biçimde korunabilmiştir.
B. DİVAN NESRİ (İnşa)
Orta dönem nesrinin halk ve divan nesirleri diye iki kola ayrıldığını görmüştük. Daha çok “inşa” diye anılan divan nesrini 1- Edebi Nesir 2- Tarih Nesri 3- Öğretici Nesir olmak üzere üç bölümde inceleyeceğiz. Yalnız ayrı ayrı bölümlere geçmeden önce her üç çeşitin de ortaklaşa yönlerini belirtmek gerekir :a. Bu nesirde bir Türkçe yazmak düşüncesi yoktur. Şairlerde ara sıra görülen sadelik kaygısı (nesir yazanlar) arasında hiç görülmez öyle ki çok sade olan bazı parçalar bile anlaşılmak arzusundan çok ????? yorulabilir. Yalız öğretici nesir yazıcılarında halka seslenmek kaygısı sezilmektedir.Türkçe, Arapça, Farsça kelimeler sanki tek bir dilin özcüğü gibi ayırt edilmeksizin kullanılır. İşte adı geçen üç dilin karması bu yazı diline sonradan Osmanlıca denmiştir. İnşa yazarları birbirine kaynaşmamış olan bu üç dilin pek bol kelimeleriyle süslü, zengin, ömürsüz ve yapmacık bir nesir meydana getirmişlerdir. Tanzimat’tan sonra bu nesir şuurlu tepkilerle karşılaşmış ve kelimenin özleşmesi günümüze kadar sürmüştür. b. Bu nesirde Türkçe cümle yapısına dokunulmamıştır. Cümlede özne-tümleç-yüklem dizisi korunmuştur. Yalnız cümlenin yapısı Farsça ve Arapça tamlamalar, yabancı fiil çekimleri, ön ve son ekleri katılmıştır.c. Cümleler gereksiz yere uzatılmıştır. Noktalama işaretleri, cümle bitimlerinde sık sık kullanılan (-ip, -up, -erek, -icek, -ıcak) bağ fiiller uzun diziler meydana getirir. Bundan dolayı cümleleri anlamak zorlaşır.d. Bu nesirde fikirden çok süse önem vermiştir. Üslupta güzellik yalnız kelime dizimlerinde aranmıştır. Üçüzlü beşizli isim ve sıfat tanımına bunun için çok yer ayrılmıştır. Nesirden çok nazım kuralları aranmıştır. Bir çok parçalarda art arda gelen cümleler arasında simetrikler ve seciler (nesir kafiyesi) kullanılmıştır. e. Farsça’dan geçmiş olan (ki) bazen (kim) edatı ile Arapça’dan gelen (ve) (bazen vü, ü) bağlacı bu nesirde çok kullanılır.




Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.