![]() |
Steplerde Sosyal Yapı
Steplerde sosyal yapı
STEPLERDE SOSYAL YAPI Bu yazıda steplerde sosyal yapı ve Türkler’deki yaşam tarzı,aile bağları ile gelenek ve göreneklerine göz atacağız. Eski göçebe topluluklarda aile sosyal yapının çekirdeğini oluşturmakta ve kan-bağı esasına dayanmaktadır. Eski Türk ailesinde çocuklar babalarının sağlığında evlenerek, mirastan hisselerini alıp ayrılabiliyorlardı. Baba evi ise küçük oğula kalıyordu. Her kabilenin bir kültü bulunur, kurban mevsimine ancak o kabileden olanlar katılabilirdi. Törenden kovulmak, kabile topluluğundan kovulmakla aynı şeydi. Akrabalık ilişkilerini düzenleyen kan temizliğine çok dikkat ediliyor, şüpheli şahıslar topluluktan atılıyordu. Eski Roma ailesinde kadın ve çocuğun hiçbir değeri yoktu. Pederşahi denen bu aile türünde aile reisi karısını ve çocuklarını satabilir isterse öldürebilirdi. Aileye ait her şeyin sahibi aile reisiydi aile bireylerinin hiçbir hakkı yoktu. Aile reisinin ölümü halinde o aileye dahil erkek çocuklarının her biri özgürlüklerini kazanmaktaydı. Buna rağmen sosyal birliğin devamına büyük bir önem verirler ve bunu zedeleyici her hareketten sakınırlardı. Halbuki eski Türk ailesi daha hür ve eşitçi (egalitaire) bir karakter gösteriyordu. Akrabalık tek taraflı değildi, ana ve baba tarafına dayanan bir özellik gösteriyordu. Yine erkeğin üstünlüğüne dayanan bu tür aileye, pederşahi aileden ayırmak için Z. GÖKALP “Pederi Aile demiştir. Eski Türklerde bir genç evlendiği zaman ne gelini baba ocağına getirir, ne de gelinin ocağına giderdi. Bundan anlaşılıyor ki, iç-güveylik olmadığı gibi, iç-gelinlik de yoktu. Erkek, baba ocağından hissesine düşen malı alır, kız da “yumuş” adlı bir çeyiz getirirdi. Böylece ortak bir ev sahibi olurlardı. tekelerde evlenenlere temiz ve beyaz bir çadır yapılır, eski çadırlar kirlenmiş ve esmerleşmiş olduğu için bunlara “Ak Ev denilirdi. Evin sağ tarafında “kısrak memeli”, evin sol tarafına da “inek memeli” iki put bulunurdu ki biricisi kocanın ikincisi karının sembolü idi. Eski Türklerde evin eşiği de kutsal sayılırdı ve eşiğe ayak basan yabancının çarpılacağına inanılırdı. “soy” Türk ailesi “soy” adını alıyordu. Soy” da hem erkek hem de kadın akrabalıklar yer alıyordu. Bu iki taraf akrabalıkların hukuki statüleri eşitti. “Soy” batı Türklerde yedinci göbeğe kadar çıkardı. Yedinci göbeği dışında kalanlar yabancı sayılırdı. Bunlara “yad yabancı” veya “yedi yad” denirdi. Evlenmeler yedi göbeğin dışından olurdu. “Soy” büyükbabanın etrafında birleşmiş fert ve aileler topluluğudur. Soy birliği, büyükbabanın ölümünden sonra a devam eder, soyun başına soyun en yaşlısı geçer. Bir soya mensup fertler, soyu ilgilendiren işleri görüşmek için zaman zaman toplantılar yaparlardı. Bu toplantılarda soy üyelerinin söz söyleme hakkı vardı. Her soyun bir soyadı bulunmaktadır. Soylar arasında genellikle özel intikam (Vandetta) geleneği görülmektedir. Her soyun kendine göre adetleri, o soy içinde hayatı düzenleyen uyulması zorunlu hukuki nitelikte kuralları mevcuttur. Yakut’larda totemizme dayanan bir akrabalık şekli vardı. Kan bağına dayalı akrabalığın hiçbir hukuki ve sosyal anlamı yoktu. Bu yüzden “exogamie” geçerli olması gerekir. Aslında “Sip” adını taşıyan yakut klanlarında totemdaşlığa dayanan akrabalığın bütün hukuki belirtileri görülüyordu. “Sip” içinde ortak mülkiyet vardı. Karı-kocadan oluşan ailenin özel ismi yoktu. Bir çocuğun babasına, kardeşlerin birbirine hitap edeceği kelimeler bulunmuyordu. Yakutlardaki akrabalık klan akrabalığıdır. “Sip” içinde egzogami kuralı geçerlidir. Anlaşılıyor ki Yakut’larda en küçük sosyal çekirdek baba reisliğine dayalı aile (Kergen) dir. Bütün eski Türk topluluklarında olduğu gibi Yakut’larda da aile patriarkal bir karakter göstermektedir. TÜRKLERDE AİLE Türklerde Ailenin Gelişmesi Gelişmiş bir “baba ailesi” ne sahiptiler. Baba ailesinin temeli, dışarıdan evlenme-yani (exogamy) ye dayanır. Büyük Hun İmparatorluğunda “hakanların kız aldıkları” belli boylar vardı. Tıpkı dede Korkut’taki “Dış Oğuzlar” gibi. Hunlar’ın sürekli olarak kız kaçırma geleneğiyle evlendiklerine dair bir kanıt yoktur. Proto-Moğollar da, “ana ailesi” Hunlar’ın doğudaki Proto-Moğol komşularının henüz daha “ana ailesi” çağını yaşadıkları ise bir gerçekti. Örneğin Hunlar’ın doğudaki en yakın komşularından İsa’dan önceki Wuhuan Moğollarında “oğlan evlendikten sonra kız evine gider ve ilk çocuk doğuncaya kadar kayınbabasına hizmet ederdi. Buna karşılık kayınbaba da damada ev ve mal verir böylece kızı ile damadının yuvalarını kurardı.” Ana Ailesi’nin bu örneğini Çingiz Han çağı Moğollarında da görebiliriz. Ancak Türk tarihinde buna benzer örnekler bulmak zordur. İsa’dan sonraki çağlarda ortaya çıkan Sienbiler gibi eski Moğolların güçlü kesimlerinde ise, “aile büsbütün gelişmemiş bir görüntü” gösteriyordu. “Kızlar ile oğlanlar hep birlikte bir ırmak kıyısına gidip içip eğleniyorlar ve ondan sonra da kendi aralarında yaptıkları bir seçme yolu ile evleniyorlardı.” Devletin Güvenliği, Ailenin Güvenliği Türklerde “halk ordu, ordu halk” demekti M.Ö. 174 yılından az sonra, yani Mete’nin oğlu çağında, iki büyük Çinli arasında geçen bir konuşma bize bir çok temel bilgi vermektedir. Hun başkentine gelen Çinli bir elçi hun hakanına hizmet eden ünlü bir Çinli vezire “hunlar kendi yaşlılarına neden değer vermediklerini” sormuştu. Hun veziri ise şu cevabı verdi: “-Çinlilerin oturdukları garnizonlardan, akına gitmek üzere asker toplanırken askerlerin Çinli akrabaları ile yakınları en kalın ve sıcak tutan elbiseleri ile en iyi yemeklerinden vazgeçebiliyorlar mı? Elbiselerini giyinsinler ve yemekleri de yolda yiyip içsinler diye askere gidenlere veriyorlar mı?” Hun vezirinin bu sorusu üzerine Çin elçisi “doğru vermiyorlar” deyip susmak zorunda kalmıştı. Bu konuşmadan da anlaşılıyor ki Hunlar’da babalar ile kardeşleri neleri varsa hepsini askere giden oğullarına veriyorlardı. Çinliler ise bu yardımı yaşlılara karşı bir haksızlık olarak görüyorlardı. Oysa yaşlılar bunu oğullarının ve torunlarının savaşta sıkıntı çekmemesi için yapıyorlardı. Bu belge Türklerde sosyal dayanışmanın ne kadar muhteşem olduğunu gösterir. Ailede Kişilerin Güvenliği Hunlar ile Göktürklerde ve Oğuzlarda da levirat adı verilen bir aile düzeni vardı. “Babaları ölen oğullar, babalarının öz annelerinden sonra evlendiği bütün kadınlarla küçük kardeşlerini ailelerine katıp bakmak ve beslemek zorundaydılar.” Ölen kardeşlerin eşleri ile çocukları sokakta kalamazlardı. “Yaşayan kardeşler hemen onları kendi ailelerine katarlar ve onlara sahip çıkarlardı.” Çinliler bu geleneği garipsemiş ve ahlaka aykırı bir şey gibi göstermişlerdir. Aslında bu geleneğin (leviratus) amacı, dulların ölen kocalarının servetini alıp ailenin mal ortaklığından ayrılmasına ve böylece diğer bir boyun zenginleşmesine engel olmaktı. Ayrıca bir oğlun üvey annesiyle, kardeşin yengesiyle evlenebilmesinde “ocakların zürriyetsiz kalarak sönmesi” endişesi rol oynuyordu. ANNE BABA VE ÇOCUKLAR BABA Gelenekler Ve Değimler 1- Eski Türkler babaya “kang” derlerdi. Bu sözün başında da Türklerde akrabalık gösteren “ka” sesi vardı. Aynı babanın oğullarına “kanğdaş” üvey kardeşler içinse “kanğsık” derlerdi. Ancak sonradan bu eski sözler unutulmuş ve yerine “ögey oğul” yani “üvey oğul” denmeye başlanmıştı. 2- 11. yüzyıldan sonra Türkler babaya artık “ata” demeye başlamışlardı. Eski Türkler de anayı babadan önce söyleyerek, “öğ ve kang” diyorlardı. Ata evin büyüğüydü. Bundan dolayı büyükbaba da “ata” olabilirdi. Ama büyükbabalar için genelde “ata atası” denirdi. Anadolu’da ise babaya “ece, ici, ede, eye..” de denir. Bu Anadolu sözleri de en eski Türkler’deki “eçi, içi, iğe” gibi deyişlerden başka bir şey değildi. Bunlar daha çok “evin büyüğü veya sahibi” için söylenirlerdi. “Evin büyüğü” için bazı Türkler ise “Ot ağası” yani “ateş ve ocağın atası, sahibi” demişlerdir. Oğulu yetiştirme babanın, kız ise annenin bir vazifesiydi. Kırgız Türklerine göre de “babasız oğul, anasız kız bakımsız” sayılırdı. Türkler saygı şuuruna anne ve babadan başlıyorlardı. “Baba hakkı”, yani eski Türkler’in dilince “atalık” Türkler’de sonsuz değildi. Mete ve Oğuz Kağanlar töreye karşı geldiler diye babalarını bile öldürebiliyorlardı. Babaya da oğula da düşen haklar ve görevler vardı. ANNE Babanın mirası anneye değer: Eski Türkler anneye “ög” derlerdi. Bugünkü “öksüz” sözümüz de buradan gelmektedir. “Babadan sonra aileyi, anne temsil ederdi”. Bunun için ananın yeri babanın diğer akrabalarından daha ileri olurdu. Babanın mirası anneye değerdi. Çocukların vasisi de oydu. Türk tarihinde kadınların hükümdarların naibi olabilmeleri veya devlet içinde büyük bir söz sahibi olmaları da bundan ileri geliyordu. Kayınbaba “babalık hakkı” nı damada veriyor 1- Anne bir “el kızı” idi. Fakat evlendikten sonra “kocasının soyuna yazılmıştı. Kızın babası bile, gelin alma sırasında kızı üzerindeki “velayet” yani “babalık hakkını” damadına verirdi. Dul kalan ya da kocasına kızan bir kadın baba evine gidemezdi. Koca da kadını evden kovamaz ya da boşayamazdı. O zaman kalın müessesi ve zarara uğrayan her iki aile de buna karşı çıkardı. 2- Uygurlar’da “ana-ata”, ana baba sözleri çok yaygındı. Anadolu’nun kültür gelişmesine büyük tesirleri olan Harezmşahlar’da ise büyük anaya “ulu-ana” deniyordu. Oğuzlar eskiden nedense, anneye, “aba” demişlerdi. Anadolu’da çok az görülen aba sözü, eski Osmanlı kitaplarında daha çok geçer. Büyük anne Gelişmiş ve büyük devletler kurmuş olan Batı Türkleri ile Anadolu, babaanne ile anneanne arasında ayrılık gözetmemişlerdi. Eski Türk geleneklerinde “gerçek büyük anne” yalnızca babaanne olabilirdi. Bu inanış dış Türklerin bazı kesimlerinde hala yaşamaktadır. Ana adı, babadan önce Ana, daha önce gelir ve “ana-baba” denirdi. Dede Korkut’ta ana babaya “ana ata” dendiği gibi. Göktürk yazıları ile Uygur Türkleri’nde de ana, babadan önce söylenirdi. Çin’de ise baba öne alınır ve “baba, ana denirdi” Eski Türklerde “anaç” sözcüğü hem anacığım hem de “anasına çekmiş soylu kız” demekti.”Süt anne” de Türkler’de akraba sayılırdı. Saraylarda ise bu onur belli kadınlara verilirdi. Dul anne, ailenin başı Dul kalmış bir kadın, eğer çocukları küçükse, çocuklarının vasisi olurdu. Çocuklar büyük ise, evin büyüğü (senior) daha çok büyük oğuldu. Küçük oğul ise, baba ocağını devam ettiren “ocak beyi” yani “ot Tegin” idi. Radloff’a göre dul analar, oğlanlar evlendikten sonra bile bütün ailenin “baş kadını” olurdu. Yoksul ise, kocasından küçük olan kardeş, dulu ve çocukları himayesine alırdı. OĞUL VE KIZ Oğul ve kız arasında ayrılık yok Eski Türkler’de “oğul”, evlat demektir. İster kız, isterse oğlan olsun, Anadolu’da oğula “oğuş” denmesi de çok manalıdır. Çünkü Göktürklerde “oğuş”, kan akrabalığı taşıyan birliklere denirdi. Oğul babasına, kız da anasına çekmeliydi. Bunun için soylu ve iyi oğlana “ataç” iyi kıza da “anaç” denirdi. Türkler, kız ile erkek çocuklar arasında bir ayrılık göstermiyorlardı. Hun ve Göktürk çağından beri belgeler, bize bunu böyle gösteriyorlar. Nitekim Dede Korkut’ta da, oğlu olan konukları ak otağda; kızı olanlar ise, kırmızı otağda konuk ediyorlardı. Çocuğu olmayanların yeri ise kara çadırdı. Türklerde “bekaret” önemi Bekaret anlayışı Türkler’de İslamiyet’ten önce de vardı. Türkler, bakire kız için “kapalığ kız” yani kapalı kız diyorlardı. Yalnızca kız sözü bile bakire anlayışını içine alabiliyordu. Nitekim Kaşgarlı Mahmut’un derlediği çok eski bir atasözüne göre “kızı, ancak kalın verebilen alabilirdi.” Yoksa para ile alınan şey, ya cariye veyahut da kadın olabilirdi. KADIN VE ZEVCE Eski Türkler’de “evin sahibi” kadındı: Bundan dolayı ev kadını için söylenen en yaygın söz de “evci” idi. Göktürkler’de “eş” derlerdi. Osmanlılar’ın “evdeş” ve Çağatay Türkleri’nin “evlilik” sözleri de ayrıca çok manalı ve derindiler. En eski Türkler’in, zevce için söyledikleri, “eşi, işler, yotuz, egmiç” gibi sözleri, bugün artık ya kaybolmuş veyahut da baka manalar için söylenir olmuşlardır. Eski Türkler kadın için genel manada “avrat”, yani eski deyişi ile “uragut” derlerdi. Kadına saygı duymak gerekti. Nitekim en eski Uygur şiirleri, ayıpsız kadına, erkeğin boynunu eğmesi gerek diyorlardı. İyi kadın ustaydı. Bilgiliydi. İyi kadın evinde görünmeliydi. İyi kadın evin dayağıdır. Dede Korkut’ta dendiği gibi “Ben yerimden durmadan, (yani ayağa kalkmadan) kadının yerinde durması gerekti.” Kadın yalnızca evde değil dışarıda da kocasının bir yardımcısı olmalıydı. EVLENME Evlenme ve evlilik Evlenme ve yuva kurma eski Türk toplumu ile Türk devletlerinin temeli idi. Aile ise çekirdeğidir. Evliliğin sembolü “eb” yani evdir. Evlenme ve “ocak kurma” “Ocak” Türkler’de ev ve yuvanın tek sembolüdür. Nitekim dış tesirlerden uzak kalmış olan Yakut Türkleri’nde evlilik, “sönmez bir ateş yakma” dır. Eve gelen gelin ise “evi aydınlatan ateş”tir. Başka Türklerde ise “yanan ocağın sönmesinden” söz edilir. “Ateşin sıcak olsun” denir. Anadolu’da, “ocağın sönmesi”, “aile ocağı”; 15 yaşındaki çocuklara, “ocak umudu” denmesi, hep bu çok eski Türk geleneklerinin izleridir. Evlenme antlaşması için herkesin bir araya gelmesi gerekliydi. Toplantıda saygılı ve tecrübeli kişiler, aksakallılar veya Anadolu’da dendiği “köyün usluları” da bulunurdu. Bu kişiler aynı zamanda birer tanıktılar. Kızın kaçırılması ile kız tarafına bir “savaş hakkı” doğuyordu. Bunun için de, oğlan evi kız evine , bir “bağışlama veya kefaret parası” (Sühngeld) veriyordu. Kalın müessesesi de bunun üzerine kurulmuştu. Türkler’de kalın yaygın olarak taksitle ödenirdi. Fakat kız kaçıranlara, kalını peşin olarak ödeme zorunluluğu konmuştur. Bu peşin ödeme de, aracılar, tanıklar ve ailelerin toplantısı ile yapılır ve yeni bir antlaşma meydana gelirdi. Kalın veya balık Türk aile hukukunun temelini oluşturuyordu. Kalın kız ailesine verilen bir aile malıydı. Bundan dolayıdır ki ödenen kalında oğlan ailesindeki bir payı ve miras hakkı vardır. Konuya böyle girince Hunlar’da, Göktürkler’de ve hatta Oğuzlar’da görülen (levirat) geleneğinin köklerini de daha iyi anlayabiliriz. ÇEYİZ Türkler’de çeyiz de kalın kadar önemliydi. Eski Türklerde çeyiz baba malından kıza düşen bir paydır. Türklerde babanın kızına çeyiz yapması bir mükellefiyet ve yükümlülük olarak görülüyordu. Nitekim Kaşgarlı Mahmut’a göre bir bey, kızını çeyizli olarak evlendirmesi için bir babaya emir veriyordu. Eski Türklerde çeyizin “hayvan sürüleri, yardımcı insanlar, kızlar, yengeler(magd) halinde geldiği de görülüyor. SÖZ KESME At üzerinde söz kesme Söz kesimi Türkler’de çok değer verilen bir antlaşmadır. Eski Türk geleneklerini kaybetmemiş bazı Türk kesimlerinde söz kesme antlaşması “at üzerinde” yapılırdı: “Kız ve oğlan tarafı at üzerine binmiş olarak karşılanır ve böylece antlaşırlardı.” Bu ana kadar kalın ve hediye antlaşmaları çoktan bitmiş olurdu. NİŞAN “Nişan” daha çok gelişmiş Batı Türklerinde yayılmıştır. Aslında kalın antlaşması ve söz kesimi hediyeleri ile nişan da gerçekleşmiş oluyor. “Beşik kertme nişan” bütün Türklerde vardır Bu da tanıklar, antlaşma ve dua ile yapılırdı. Nişan evlenme için bir vaat ve aynı zamanda bir, “ön akid” tir. “Adaklı” sözü ise, bunun en güzel ve insani ifadesiydi. Beşik kertme nişanlılar, ergenlik çağına gelince ikinci defa yeniden nişanlanırlar. GELİN ALMA VE GELİN İNDİRME Gelin alma: Anadolu’da kız evden çıkmadan önce, anasının diktiği bir “analık” giysisini giyer. Ancak bundan sonra gelin başı yapılır ve gelin elbisesi giydirilirdi. “Gelin başlığı”, Anadolu’da da, Orta Asya’da da kızlığın bitip kadınlığın başladığını gösteren bir semboldü. Gelin ayrılırken, baba ocağına ve ateşine saygı gösterir. 7atadan; Müslüman Türkler’de 7 evliyadan, izin ister ve dua edilirdi. Gelin indirme: Bütün Türk illerinde büyü bir törendir. Gelin indirmede görülen ve eski Türk özlerini taşıyan gelenekler ise şunlardır: 1)saçı: Saçının kökleri Şamanizm’e dayanır. Orta Asya Türkleri’nde “saçuv” veya “çaçılama” da denirdi. Ulu Yüz Türkleri “eskiden gelinin atının, yele ve kuyruğuna kımız saçarlarmış. İslamiyet’ten sonraki ikinci gelişmede, “un serpme”, Türk illerinde daha çok yaygınlaşmıştır. “Para, Çörek, şeker” ise daha geç çağlarda ortaya çıkmıştır. Anadolu’da saçı sırasında dua da edilirdi. Su serpme ve su töreni de Başkurtlar’da da görülürdü ve çok eskidir. Anadolu’da buna “gelin uğru” da denir. Un saçısına ise Özbekler, “yüz akı” derler. 2)kurban kesme: Türk illerinde çok görülür. Anadolu’da buna “uğur kesme” de denir. 3)eşik: Türklerde kutludur. Bütün Türk illerinde “gelinin eşiğin basmaması için halı veya kumaş serilir”. Nikah kalın antlaşmasından sonra kız evinde kıyılır. Nikahtan önce kalın ve çeyizlerin miktarı da tespit edilir. Altay Türkleri’nde “ocağa secde edilir”. Özbekler’de ise nikahtan sonra, gelin ateş üzerinden geçirilir ve bu sırada da üzerine un serpilir. Nikahın yanında su içme ve sakal kesimi gibi İslamiyet’ten önceki gelenekler de yer alır. Türklerde nikaha rağmen gerdeğe kadar gelinin yüzü tabuydu. Bu tabuluk ancak gerdekte, “körümdük” veya görümlük denen tören ve hediyelerden sonra kalkardı. Yukarıda da belirttiğimiz gibi Türkler’de nikah yürürlülüğe girmiyordu. Bazı Türklerde evlilik, ancak ilk çocuğun doğması ile tamamlanıyordu. Çocuk doğmadıkça, evlilik ve nikah yürürlüğe girmiyordu. Görülüyor ki Türklerde gerçekçilik, şeriat ve dinin daha önünde gidiyordu. DÜĞÜN Gelin toyu: Düğün bir toydur. Bundan dolayı Harezmşahlar çağında buna, “Kelin toyı” yani “gelin toyu” da denmiştir. Dede Korkut’ta ise nişan toyuna “küçük düğün” evlenme toyuna ise “ulu düğün denmiştir. Aynı zamanda büyük düğün “ağır düğün”dür. Kız alma toyu: Prof. Karutz’a göre, geçen yüzyıldaki Türkmenler düğünlerini kutlu bir sayı olan, “yedi bölüm” üzerinde yaparlardı. Kazak Türkleri ise iki çağlı düğün yaparlardı. Düğün bayrağı: Düğünü başlatmak kız evinin hakkıydı. Düğün kız evinde başlar erkek evinde biterdi. “Toy veya düğün bayrağı” da bütün Türklerde görülen yaygın bir gelenektir. Düğün aşı ve açları doyurma anlayışı da bütün Türkler’in müşterek inançları halindeydi. Toy ve düğün ateşi de ürk toylarının bir özelliğindir. Göktürkler, düğün için “törün” sözünü kullanmışlardı. GERDEK Gerdek sözü Farsça’dır. “Kubbe veya kubbeli oda” karşılığında söylenir. Fakat Farsça’da bu söz gelin odası manasında söylenmemiştir. Türkler bu sözü Orta Asya’da iken almışlar ve gelin çadırı ile odasına uygulamışlardır. Türkler’de gerdek odasının da ayrı bir kutluluğu vardı. Gerdek yeri: Dede Korkut kitabında, “gerdek çadırının yeri, ok atılarak bulunur ve ok ile belirtilirdi”. Dış Türkler’de gerdek odası için daha çok “otağ” da denir. Kaşgarlı Mahmut’a göre 11. yüzyıl Türkleri gerdek odasına “münderü” derlerdi. Gelin odası ipekliler ve tüller ile süslenirdi. Harezmşahlar devletinde ise gelin odasına “terek ev” denirdi. Görülüyor ki gelin odası, Türk geleneklerinde büyük bir yer tutuyordu. Ulu Yüz Türkleri’nde kalın antlaşması olur olmaz “gelin obası” oğlanın babası tarafından hemen dikilir ve döşenirdi. Gelin baba evine giremezdi. “Ergenlik al kaftan” ise bütün Türkler’de bir güveyi elbisesiydi. Gelin alınırken, kızın babası, şal veya kuşağını güveye sarar ve böylece “babalık velayeti”ni güveyiye bırakmış olurdu. Güveyi de bunları düğünde üzerinde taşırdı. Sağdıçlık: sosyal bir müessesedir. Sağdıç biraz akraba da sayılır. Sağdıçlık da kalın ve nikah gibi evliliğin temelini kuran bir bağdı. Anadolu’da sağdıç düğün bayrağının altında gider. Gelin kılavuzu: geline yol gösterir. Anadolu’da kılavuzluk yapan “başı bütün” kadınlara “danışık, düyüşü, yenge” de denir. Kız evinden gelen çeyizlere de yengeler bakar, zaten kadınlar arasında söz sahibi aracı da odur |
Cevap : Steplerde Sosyal Yapı
Ailede ahlak
Kaşgarlı Mahmut’a göre şöyle sıralanabilirdi. “güzellik, sevimlilik, tatlılık, edeb, büyükleri ağırlama, sözünü yerine getirme, sadelik, öğünme, yiğitlik ve mertlik” Hakanların hoşlanmadıkları şeyler ise şunlardır: “1) Yalan(yalgan) 2) Zülüm(küç kılma) 3) Haris olma(suk) 4) Aceleci olma(ivek) 5) Haraketli olma(kılınç) 6) Doymaz olma(uvutsuz) 7) Hiddetli(buşı) İçkici(borçı) 9) Sözünden dönme(söz kıygan) 10) İnatçı olma(arkuk) Konukluk ve misafir ağırlama Türkler’in sosyal yükümlülükleri arasında yer alıyordu. Ölen kişiler, konuklar için bir yer ve çadır vakfediyorlardı. İş ve vazife için seyahat edenleri misafir etmeyenler, cezalandırılır veya malının bir bölümü “konuk hakkı” olarak alınırdı. AİLE VE TOPLULUKTA SOFRA VE YEMEK DİSİPLİNİ “Ülüş” Türkler’de “et payı” veya yemek payı demektir. Kökü “üleşmek”, pay etmekten gelir. Ailede ve büyük devlet ziyafetlerinde, herkes, devletin ileri gelenleri ile beyler bu paylara önemle uyma zorundadırlar. Eti doğrayan, evde baba; dışarıda, saygılı kişi Eti doğrayan ve pay eden kimsenin toplum içinde yüksekçe ve saygı değer bir yeri vardır. Eti doğrayan kişi bir suç işlerse bu üstünlüğünü kaybederdi. Onun yerine yeteneği ile saygı kazanmış başka bir kimse geçerdi. Bugünkü Orta Asya Türkleri’nde, bu iş için arı bir soyluluk aranmamaktadır. Baba payı ve çoban payı İç Asya Türkleri’nde sofrada baba varsa hiç kimse koyunun baş kemiğine el süremezdi. Çoban payı, güden, yani bağırsaklardı. Eğer güden çobana verilmezse, çoban bu hakkını şikayet yolu ile talep edebilirdi. ZİYAFETE GİTME VE ZİYAFET VERME Düğün, sünnet, oğlun doğuşu gibi olaylarda davetçi (okıgu) aşı, verilirdi. Ölü adına yapılan, yoğ-aşıdır. Yemeği sağ elle yemeliydi. Besmele çekmeliydi. Başkasının önündeki lokmaya dokunmamalıydı.sofrada bıçak çıkarmamalı ve kemik sıyırmamalıydı, verilen yemeğin hepsi küçük küçük yenmeliydi. Yemeği veren kişi davetini yapmalı, işini hazırlığını tam yapmalıydı. Her şeyi temiz olmalıydı. Yemekler de güzel olmalıydı. SOFRADA AĞIR TUTULAN YAYLA VE KÖYDE DE ÜSTÜN TUTULUYOR Güney Anadolu Türkmenlerinde Konarken ve göçerken, her oba ve kişinin alacağı yer ve mevki töreye göre belirlenmişti. Her mevki ve rütbenin kendine ait bir “ülüş”ü, payı da vardı. Her kabilenin belirli bir ‘yer ve mevki alması’ onların kesilen bir hayvandan , töre ile belirlenmiş bir parçayı yeme hakkı olduğunu da gösterir. İç Asya Türklerinde Kazak-Kırgız kabilelerinin “orun” yani mevki ve dereceleri “ülüş” yani kendilerinin töre ile belirlenmiş ‘et parçaları için’ kavga etmeleri, dıştan bakanlar için bir gerilik veya oburluk olarak yorumlanmıştır. Toplumun hukuku ve hakkı “orun” ve “ülüş” töresine göre belirlenmiştir. Bu haklarını kaybeden kabile veya oymak “yayla, otlak, ve av” gibi konularda da haklarını kaybetme tehlikesine düşer. KONUK VE KONUKLUK HAKKI Proto-Türk gelenekleri, konuk aşı ile konuk evini boy veya kabilenin atasından gelen bir miras olarak görmüşlerdi. Bunun için misafiri ağırlama topluluğun müşterek bir vazifesi olarak kabul ediliyordu. Büyük devlet kurmuş olan Türklerde ise bu bir insanlık ve ahlak sorunu olarak ele alınmıştı. Eski kabile gelenekleri de bu yönde gelişmişti. Konuk evi yapma: Konuk bir kutluluk ve uğur işareti olarak sayılmış her topluluk veya ailede, konuk için bir “konukluk” yani konuk evi yapılmıştı. Bazen de konuk gelince ona yeni bir otağ dikilmişti. Anadolu’da “selamlık” ve “misafir” odası: Anadolu’da konuklar Çin evlerde “selamlık” denen bir bölüm ayrılmıştı. Köylerde ise misafir odasına sıra ile yemek götürülürdü. KONUK HAKKI (Proto-Türk geleneklere doğru) Konuk aşı ile konuk yatağı Kazak Kırgızların müşterek malıdır, vermeyenden zorla alınır. Konuğun kendisine aş, hayvanına yem alma, atalarından gelen bir mira hakkıdır. Bu bir ikram, ağırlama değil, zorunlu bir vazifedir. Konuk aşı vermeyeler konuk tarafından dava edilebilir. Ceza olarak, “at ve giyim”, alınabilir, ancak bu giyim, konuğa değil konuğun ulusunun beyine verilir. Konuk aşı, konuğun mevki ve derecesine uygun olmalıdır. Konuğa, toklu yerine, oğlak kesilirse, konuk evi bırakıp gidebilir. Giderken de “hakkına karşılık olarak” ev sahibinin bazı şeylerini alıp (barımta) gidebilir. Kuzey Yakut Türklerinde konukların ev sahibinden “yemek ve yatak” isteme hakkı vardır. Yakutlar, yola çıkarlarken yanlarına hiçbir şey almazlar.. yolda rastladıkları ot yığınından –kime ait olursa olsun- alıp atlarına yedirebilirler. Ancak ot ile diğer yiyecek şeyleri yanlarında götürmezler. Anadolu’da bu gelenek daha yumuşamış ve sosyal bir hale gelmiştir. Büyük devlet kuran Türkler ile henüz Proto-Türk kültürü düzeyindeki bu Türkler arasında bir gelişme süreci vardır. TÖRE VE YOL Yol, Türkler’de “örf, gelenek, töre, kanun ve düzen” demekti. Abdülkadir İnan’ın Türklerde töre anlayışını yol ve yang gibi deyimler üzerine oturtması çok yerinde bir görüştür. 11. yy Türkleri’nde de “yolundan şaşmış bir kimse” için yolsuz derlerdi. Yoldan çıktı ya da yolgu girdi, yani “yola girdi” sözlerini Altay dağlarının ıssız vadilerinde yaşayan Altay Türkleri bile söylüyorlardı. Eski Anadolu’da yol sözünün “ahlak ve örf” manasında kullanıldığını çok görüyoruz. “yola düşme, yola girme, yol azma, yol basma, yol bazma, yol bulma, yolragidü, yoldan eğilmek, yol eğilmek, yol dartmak, yolıra, yol sıra” gibi deyişleri eski Türk düşünce ve anlayışının Anadolu’daki devamları idi. Kutadgu Bilig’deki “köni yol, uçmak (cennet) yolu, ağırlık yolu” gibi sayısız deyiş de, Türk düşünce ve ahlak yolunun” temelleriydi. Ayrıca “mutluluk ve mutsuzluk” da ak yol ve kara yol deyimleri ile anlatılmıştı. Bu anlayış hemen hemen bütün Türk kavimlerinde aynı idi. Töre, devlet düzenidir. Aynı zamanda bu düzenden doğan devlet gücüdür. Temeli ise aile töresi ile aile gelenekleridir. Töre, aile ve topluluk içinde mevkie göre yer almaydı. Bu sıkı bir hiyerarşi ve protokoldür. Kişinin kişiye saygı ve tutumudur. Oturma ve yemek yeme düzenleri bunun içindedir. Devlette töre, devletin kuruluş düzenidir. Ataların töresi devletin kuruluşu, temel düzendir. “Ağır töre” Göktürklerce temel törelerdir. Bu eski kuruluş töreleri zaman zaman yenilenir. Türk milleti işini gücünü vererek yeni töreler de kazanıyordu. Töre kazanma, milletin zenginliği, refahı ve halkın iyi yurtlara yerleştirilmesi ile ilgili bir düzenin kurulması gibi anlaşılıyordu. Milletin devlete bağlanması ve devletin düzenince yaşaması da, “töre kazanma” demekti. Türkler için devletsiz, kağansız kalmış millet töresini kaybetmiş oluyordu. Türk töresinin yok olması ancak kıyametin kopması, göğün basması, yerin delinmesi ile mümkündü. Kağan burada başını alıp giden milleti suçluyordu. Şehirli Uygurlarda töre anlayışı Uygur şehir ve devletinde, Göktürk özü ve düşünceleri daha yüksek bir düzeye çıkmıştır. Ancak her sözün altında buda dininin izlerini bulabiliriz. Uygurlar, Türk dili ve düşüncesi ile, yabancı bir din ile kültürü, büyük bir başarı ile birleştirip kaynaştırabilmişlerdir. TÜRKLERDE OLÜM ANLAYIŞI VE OLÜM TÖRENLERİ Ölüm, ruhun uçup, tanrı katına gitmesi Ölüm, Göktürkler’de “uça barmak” yani “uçarak gitme” sözü ile söylenir. Onlar, “ruhun uçup, Tanrı katına gittiğine” inanırlardı. Bir de, Tanrı’nın takdiri vardı. Bu anlayış da, “kergek boldu” yani “gerekli oldu” sözü ile karşılanıyordu. Tanrı yaşar, insan ölür Göktürkler’e göre, “kişi oğlu hep ölümlü türemiş” idi. Bunun için, “tanrı yasar”, insan da ölürdü. Ölüm aynı zamanda, “aileden bir ayrılma” idi. Bunun için yazıtlarda ölenler, kimlerden ayrıldıklarını birer birer sayarak, “ayrıldım” derler. “Kefen” için eski Türkler “eşük” derlerdi. Hakanları ipekli kumaşa sararak gömerlerdi. Bazen de bu kefenler yoksullara dağıtılırdı. Türk kağanlarının uluslar arası cenaze törenleri Türklerin cenaze törenleri büyük halk kafilelerinin ordunun ve yabancı elçilerin, bir geçidi şeklinde yapılırdı. Cenaze törenleri ölümün hemen ardından yapılmıyordu. Ölü bir süre için mumyalanarak bekletiliyordu. Şehit olanlara, “beyaz”; eceli ile ölenlere “siyah bayrak” Mezarların üzerine bayrak asma geleneği, Türkler’de ve Anadolu’da yaygındır. Mezarlara bez bağlama geleneği de buradan gelmektedir. Türkler’de zaman zaman beyaz elbiseler yas elbisesi olarak kullanılmıştı. Yerli ve yabancı devletlerden gelen ağlayıcılar Eski Türkler’de cenaze merasimlerindeki ağlayıcılara “sığıtıcı” derlerdi. Ağlayıcıların arkasından ölünün önemine göre büyük bir halk kitlesi takip ederdi. Cenaze töreninde at yarışları Türkler cenaze törenlerine “yuğ” derlerdi. Çin tarihleri Göktürklerin cenaze törenlerini özet olarak şöyle anlatırlardı: “Ölüler ilk önce bir çadıra konurdu. Bundan sonra da at sığır ve koyunlardan, türlü kurbanlar verilirdi. Daha sonra atlarla çadırın etrafı dönülür ve at koşturmaları yapılırdı. At koşturma bitince ölünün, ölünün bütün eşyaları atı ile birlikte yakılır ve geriye kalan kemikleri toplanırdı. Asıl büyük kurban törenleri ile diğer şenlikler, ölünün kemikleri, mezara konduktan sonra yapılırdı.” Başka bir yerde ise şöyle deniyordu: Mezar üzerine ölünün heykelini koyma “Mezar kapatılınca, ölünün bir resmi veya heykeli yapılarak mezar üzerine konur ve öldürdüğü düşmanların sayısı kadar mezar üzerine taş dikilirdi…” öldürülen düşman sayısı kadar mezar üzerine dikilen bu taşlara “balbal adı verirlerdi. Ölü aşı, yemeği ve helvası, Anadolu’da da yaşamaktadır. Ölüyü yakma, Türkler’de unutulmuş bir gelenekti “Ölü yakma” geleneği daha çok Kuzey Türkleri’nde ve özellikle Kırgız Türkleri’nde yaygındı. Göktürk çağındaki mezarların çoğunda yakılmış ölülerin izlerine pek rastlamıyoruz. Göktürk devletini kuran Türk soyluları ile Kağan ailesi daha çok Altaylara ve Kuzey Türkleri’ne yakındılar. Göktürklere ölüleri yakma adetinin bu eski yurtlarından gelmiş olması muhtemeldi. Hatta M.S. 630 yılından önce bile Göktürkler’in ölülerini yakma yerine gömmeye başlamaları üzerine, Çin imparatoru Türk elçisine bunun için Tanrı’nın başlarına felaketler yağdıracağını söylemiştir. GÖKTÜRKLERDE CENAZE TÖRENLERİ Göktürkler’den birisi ölürse tören için ölü bir çadıra konur. Ölenin çocukları, torunları, kadın ve erkek akrabalarından hepsi, koyun sığır ve at kurban ederler ve ölünün bulunduğu çadırın önüne koyarlardı. Bundan sonra ata binerler ve çadırın çevresini 7 kez dört nala dönerler. Her dönüşte yüzlerini bıçakla keserler. Bu sırada ağlarlar. Kan ve gözyaşı birbirine karışır. Çadırın kapısının önüne gelir gelmez bir bıçakla, gözyaşları kan ile karışacak biçimde, yüzlerini keserler. Çadırın çevresinde yedi kez döndükten sonra dururlar. “7 sayısı” Batı Türklerinde kutludur. “gök de, 7 katlıdır”. Bu gelenek tahta çıkma törenlerinde de vardır. Ondan sonra bir gün seçerler. Ölenin eşyalarını, silahlarını, elbiselerini ve atını alarak ölü ile birlikte yakarlar. Külleri toplarlar toplarlar ve belirli bir günde gömerler. Eğer birisi ilkbaharda veya yazın ölmüşse, “yaprakların sararmasını beklerler. Sonbahar veya kışın ölmüşse ilkbaharı, “otların çıkmasını beklerler. Ölüyü gömme töreni Mezar açar ve külleri içine koyarlar. Aynı gün bütün akrabalar yeniden kurban verirler. Yeniden mezarın çevresinde ilk günkü gibi at koştururlar. Mezarın yanına balballar dikerler. Cenaze töreninden sonra evlenme Gömme günü erkekle ve süslü elbiseleri ile takılarını takınan kadınlar toplanır. Eğer bir kız, bir erkeğin hoşuna giderse, -törenden dönüşte- kızın babasına birini gönderip evlenme diler. Çoğu zaman bu isteğe evet denir. ATALAR İÇİN YAPILAN SAYGI TÖRENLERİ Hakan başkanlığında “ata mağarası”na saygı: Göktürkler, Gök Tanrı’ya, Yer Tanrı’ya ve ecdat mağarasında kurt ataya “büyük kurban” sunarlar. “Küçük kurbanlar” her vesileyle ve sık sık yapılır. Örneğin Göktürkler, bir antlaşma yapmadan önce, bir kprü üzerinde beyaz at kurban ederler. Ongonlara sık sık kurban sunulur: “Tanrıların resimlerini keçeden yontarlar ve deri torba içinde saklarlar. Bu resimler içyağı ile yağlanır. Aynı zamanda sırık üzerine de dikilir. Onlara yılın dört çağında kurban verilir” Büyük kurbanlarda, Tanrı’ya kurban törenini kağan yönetir. Kagan bey ve beyleriyle birlikte ecdat mağarasına giderek kendi eliyle her yıl kurban sunar. İli vadisine yerleşen Batı Göktürk kağanı ecdat mağarasından çok uzaklarda bulunur. Ama yine de bu görevi yerine getirir, ya da getirtir. İkinci bir büyük kurban yılın 5. ayının 8. gününde Tamir nehri kıyısında Gök Tanrı’ya sunulur. Pek çok at ve koyun kurban edilir. 3. büyük kurban ise Ötüken’den 250 km kadar uzakta üstünde ağaç ve bitki bitmeyen çok yüksek bir dağda Yer Tanrı’ya verilir. Bu kurban törenleri aynı zamanda büyük bayramlardır. Sarhoş oluncaya karar kımız içilir. Kızlar özellikle ayaktopu oynarlar. (Kadınların da katıldıkları futbol, golf ve poloya benzer. Çeşitli top oyunları Türkler’de Hunlar’dan beri oynanır). Şarkılar söylenir. Bir çini gezgin “yarı vahşi ama kulağa ve kalbe hoş geliyor” der. Tamir nehri ve Ötüken dağı gibi yerler, Göktürk’lerde kutsal sayılır. bunlara “iduk yer sub” denir. Buralardaki bitkilere ve hayvanlara dokulmaz. Zira bu bitki ve hayvanlar, o yerlerin sahibi ruhlara ayrılmışlardır. Bu sahip ruhlar, bir cins tanrısallık kazanır ve Orhun yazıtlarında adı Gök Tanrı ve ana ve yavruların koruyucusu tanrıça Umay ile yanyana geçer. Gök Tanrı tanrıça Umay ve iduk yer sub Türk buduna hep birlikte zaferler kazandırırlar. Türgiş kağanının az bir kuvvetle yenilmesini sağlarlar. İdug yer sub gibi ateş de kutsal sayılır. Batı Göktürkleri’nin yanına giden Bizanslı gözlemci onların ateşi olağanüstü ululadıklarını yazar. Yabancı elçiler ateşten geçirilerek temizlenirler. Bu gözlemciye göre Batı Göktürkler su ve havayı da kutsal sayarlar. Türk mezarlarının bark’ı heykel ve yazıtları Çinliler’e göre Türkler’de bir ata saygısı yoktu. Çünkü Çin’de her yerde ve hemen hemen her evde, bir “Ata köşesi” vardı. Çin tanrılarının sayısı on binleri bulduğu için bütün saygı, herkesin kendi atası üzerinde toplanmıştı. Türkler’de ise büyük ve yüce yaratıcı, öldürücü tek bir tanrı vardı. Bu sebeple “ata tapınakları” bu yüce Tanrı’nın yanında fazla bir önem kazanamıyorlardı. Türkler kendi ölülerinin mezarlarına “bark” dedikleri , küçük bir ev yapmayı da ihmal etmezlerdi. Göktürk kağanları ve özellikle Kül-Tegin için yapılan “barklar” taştan yapılmış oymalarla süslenmişlerdi. Bark’ın içine yazıtlar da yazılırdı. Bu evin içinde, ayrıca Tanrı’ya verilecek kurbanlar için bir sunak yeri bulunur ve ölünün de bir resmi ile heykeli saklanırdı. Türklerin büyük ölüleri gizli gömülüyor Türkler genel olarak ölülerini değerli malları ile beraber gömerlerdi. Bu da mezar hırsızları için bir hazine olabilirdi. Bu sebepten dolayı Türk ölüleri gizli olarak gömülürdü. Herhalde bunun dini bakımdan da bazı sebepleri vardı. Büyük ölülerin mezarları dağ başlarında Büyük ölülerin mezarları genel olarak dağ başlarında bulunmuştur. Eski Türkler’in inanışlarına göre gökte oturan Tanrı’ya yeryüzünde en yakın olan yerler yüksek dağ başlarıydı. TÖRENLER VE BAHAR BAYRAMLARI Törenler Eski Türkler’de pek çok tören vardır. Milli şuurun ve birlikte yaşama heyecanlarının doğmasında en çok rol oynayan olaylar “Resmi devlet törenleriydiler. Eski zamanlarda da her Türk’ün ve her Türk ailesinin kendilerine göre şahsi inançları vardı. Herkes bir şaman veya sihirbaz çağırabilir, ve kendi kaderi ile ilgili dualar okutup büyüler yaptırabilirdi. Bunlar de bir nevi törenlerdi. Fakat bu törenler bir aile evi içinde kalır ve yalnızca bir kişinin şahsı ile ilgili olarak düzenlenirlerdi. “Devlet törenleri”nin başkanı ise devlet reisiydi. Bu törenler ölü gömme törenleri gibi yarı dini törenler veya av törenleri gibi din ile ilgisi olmayan şenlikler şeklinde olabilirdi. Ne şekilde olursa olsunlar, bunların başkan yine Türk Kağanıydı. Din törenlerini idare eden “baş rahip” yoktu. Devlet ile din işleri birbirinden ayrılmamıştı. Zaten eski Türk devletlerinin gücü de buradan geliyordu. Tıpkı Osmanlılarda padişahın aynı zamanda “halife” olması gibi. Fakat padişah “baş-rahip” ya da imam değildi. Uygurlar’ın Mani ve Buda dinerini almalarından sonra da, bu durum değişmemişti. Mani ve buda dinleri gibi büyük dinlerin alında sahipleri ile bunlara başkanlık eden baş rahipleri vardı. Fakat Turfan şehrindeki Uygurlar’ın Buda dini ile ilgili törenlerine, yine de Uygur hakanı başkanlık ediyordu. BAHAR BAYRAMLARI Baharın gelişi Türkler için en önemli olaylardan biriydi. Eski Türkler’in “yılbaşı”ları da, baharla birlikte başlardı. Baharın gelişini, yılın ilk gök gürlemeleri haber verirdi. Bu ilk gök gürültüleriyle bahar da başlamış olurdu. Çünkü kışın her yerde olduğu gibi orada da gök gürlemezdi. Türkler yaşlarını gördükleri bahar sayısına göre hesaplarlar Bir çok Türk yaşını baharlara göre hesaplardı. Mesela 20 yaşında olduğunu söylemek için “yirmi yeşil gördüm” derlerdi. Bu “20 defa yeşillenme mevsimi ve bahar gördüm” demekti. Oysa Türkler takvimi biliyorlar ve ayları ve seneleri de hesaplayabiliyorlardı. Yıldırımlar baharın habercisi Türkler senenin ilk “yıldırım” ve şimşeklerini yeni “yılbaşı”nın bir işareti olarak görürlerdi. Moğollar yıldırımdan çok korkar ve gizlenirlerdi. Türkler ise yıldırım düştüğü zaman atlarını koşturarak bağırır ve göğe ok atarlardı. 5. yüzyılda Orta Asya tarihinde önemli bir yer tutan Çinlilerce “kaoçı” yani “yüksek arabalılar” adı verilen Türk kavimler birliği vardı. Bunların doğu uçları Uygurların atalarıydılar. Sonbaharda savaş hazırlığı Sonbaharda yapılan pek önemli törenler yoktu. Çünkü bu mevsimde artık atlar semizleşirdi. Bunun için de savaş hazırlıkları yapılır ve akınlar başlardı. Savaşlardan önce de bazı küçük törenlerin yapılması muhtemeldi. Bahar bayramının yarış ve şarkıları Çin tarihlerine göre Hunlar ile Göktürkler yılın beşinci ayında büyük bir bayram yapıyorlardı. Bu Orta Asya için “bahar bayramı” sayılırdı. Bahar bayramlarının en önemli olayları hiç şüphe yok ki kurban törenleriydi. Hem Hunların hem de Göktürklerin bahar bayramlarının ortak yönleri her ikisinde de at yarışlarının yapılması ve şarkıların söylenmesiydi. Ayrıca Göktürkler bu bayramlarda kımız da içer ve eğlenirlerdi. Kurultaylar da bu şenliklerde yapılırdı. YADA TAŞI Eski Türk hayatında yağmur yağdıran “Yada Taşı” çok meşhurdur. Erek kuraklığa gerekse düşmanlara karşı kullanılan bu taşla yağmur, kar, dolu yağdırılmakla, fırtına estirilmektedir. Yabancı ve yerli bir çok yazar, bu hususu bizzat müşahede ettiklerini yazmaktadır. Bu bilginin, Hunlar’dan itibaren Türklerin elinde olduğu ve Yada Taşı’nı ele geçirmek için Türkler arasında sürekli mücadeleler yapıldığı anlatılmaktadır. KAĞAN KUTSALDIR Göksel kurttan türeyen Kağan yalnız bir siyasal ve askeri şef değil, aynı zamanda dinsel şeftir. Kağanın her yıl ecdat mağarasında eliyle kurban sunması, onun dinsel işlevini belirler. Kurbanı şaman değil, “baş rahip” kağan sunar. Kağan kutsal Ötüken dağında oturur. Çadırının önünde altın başlı kurtla süslü tuğ bulunur. Kağanın çadırının kapısı güneşin doğduğu yere saygı için doğuya açılır. Kağan oturduğunda sürekli doğuya yani güneşe döner. Hum Tanhu’sunun her sabah güneşe tapması gibi, bu sürekli “doğan güneşe dönüş” dinsel bir anlam taşır. |
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.