![]() |
IMF Nedir? Türkiye’de IMF/Küreselleşme Ve IMF
KÜRESELLEŞME VE IMF
Son dönemde IMF talimatları doğrultusunda uygulanmaya başlanan istikrar programı ülkemiz için yeni bir olay değildir. Daha önceki istikrar programlarında da hükümetler, toplumca fedakarlık yapılması gerektiğini ileri sürdüler, yaygın tabirle, kemer sıkma politikalarına hep beraberce razı olmamızın bizim yararımıza olacağı şeklinde telkinlerde bulundular. Ancak, son istikrar programının uygulanmasından bugüne kadarki süreçte televizyonlarda, yazılı basında şimdiye kadar görülmemiş yaygınlıkta bir kampanya yürütülmüştür. Toplumda genel olarak ülkemizde sorunların çözüleceği, ülkemizin bir atılım yapacağı yönünde bir kanı oluşmaya yüz tutmuştur. Ancak bugüne kadar halkımızın yaşadığı deneyim ve eldeki göstergeler ışığında, bu kanı yerini yavaş yavaş umutsuzluğa bırakmaktadır. Yaşadığımız bu sancılı dönemi anlamamızı sağlayacak bilgiler bize, bu politikalar karşısında nasıl bir tavır takınacağımız ve gelecek hakkında bir ipucu verebilir. Böyle bir durumda şu soruların cevaplanması gerekmektedir: IMF denilen kuruluş nedir? Bugüne kadar ülkemizde ve dünyanın birçok yerinde sürdürdüğü politikaların sonuçları ne olmuştur? Bu politikaların ortak amaçları nelerdir? Çalışma hayatında karşılaştığımız sorunlarla, uygulanan bu politikaların ilişkisi nedir? Bu konularda bilgi sahibi olmak, durumu anlamamıza yardımcı olacaktır. Küreselleşme, dünya ekonomisi üzerinde yarattığı etkilerle son zamanların en güncel konusu haline geldi. Genel olarak sermayenin, mal ve hizmetlerin uluslararasılaşması olarak tanımlanan bu dönem aslında bu muğlak tanımın çok ötesinde bir durumu ifade etmektedir. Ülkelerin kendine özgü koşullarının hesaba katılmadığı, ulusal ekonomilerin ve o ülkedeki ihtiyaçların değil, ihracatta rekabet edilebilecek sektörlerin öne çıkarıldığı bu sistem çok yıkıcı sorunlar meydana getirmektedir. Ulusal ekonomilerin yabancı sermayeye koşulsuz açık hale getirilmesi, acımasız rekabet şartlarında tüm ülkeleri çalışma standartları açısından en düşük düzeye doğru itmektedir. Ulusötesi şirketler gelişen teknoloji yardımıyla emek ve hammaddenin bol ve ucuz olduğu ülkelerde üretim yapabilmekte ve pazarda bu mallarla rekabet etmektedirler. Maliyetin rekabet edebilmek için en aza indirilmesi şartı bir yandan sendikalaşmış, işçi hak ve özgürlüklerinin belli bir seviyeye geldiği işyerlerini kapanmaya zorlarken, işçileri de işsizlik ve sendikasızlaşma sorunuyla başbaşa bırakmaktadır. Böyle bir ortam bir yandan serbest toplu pazarlık düzenini tehdit ederken, bir yandan da sosyal refah sorununu ikinci plana düşürmektedir. İşçilere insanlık dışı şartlar ve ücretlerle çalışma veya işsiz kalma dışında başka seçenek bırakılmamaktadır. Alım gücü, yaşama koşulları, ülkelerin kendine özgü koşulları hiç düşünülmeden küresel bir pazar oluşturulmaya çalışıldığı için, sonuç küresel sefalet olmaktadır. Ulusal ekonominin ve devlet müdahalesinin yaygın olduğu dönemlerde, ülkenin ihtiyaçlarının gözetildiği, bağımsızlık ve egemenliğin olmazsa olmaz şartı olan bazı stratejik sektörlerde devlet denetiminin artırıldığı bir sistem kurmak mümkündü. Açıktır ki küreselleşme bu şekilde işleyen bir ulusal ekonomi kavramını ortadan kaldırma yolundadır. Ekonomik faaliyetlerin ve özellikle sermayenin ulusal sınırları aşması aslında yeni bir olay değildir. Hatta 1900’larda uluslararası yatırımlarda yapılan üretimin dünyadaki toplam üretimin %9’u olduğunu görmekteyiz. Bu orana ancak 1990’larda yaklaşılabilmiştir. Ancak son zamanlarda özellikle işçi sınıfını yakından ilgilendiren önemli değişimlerin olduğu açıktır. Bu değişimlerin başında devletin görevlerinin yeniden tanımlanması, teknolojik değişimlerle birlikte yeni çalışma biçimlerinin yaygınlaşması, uluslararası ekonominin kurallarının değişmesiyle yaşanan değişimlerin işçi sınıfı üzerinde yarattığı olumsuz birtakım değişimler gösterilebilir. Dünya ölçeğinde gelişmelere baktığımızda ülkeler arasında uluslararası düzeyde yeni işbölümü yapılarının ortaya çıktığını, bazı ülkelerin de Afrika ülkeleri gibi, bu sistemin tümüyle dışına itilip iyice yoksullaştığını görmekteyiz. Ulusal ekonomilerin bugüne dek hiç olmadığı kadar dış etkenlere bağlı olduğunu belirtmek gerekir. Dolayısıyla, ülkemiz gibi gelişmekte olan ülkeler olarak tarif edilen ülkelerin geleceği de, böyle bir sistem içinde büyük oranda dünyadaki gelişmelere bağlıdır. Asya krizi esnasında ülkelerin içine düştüğü durum, ya da borsa spekülatörlerinin bir hamlesiyle ülkelerin ekonomik krize sürüklenmesi gibi olaylar bize küresel ekonominin yapısı hakkında yeterince bilgi vermektedir. Kısacası ülkeler gittikçe bir takım şartlara bağımlı kılınmakta, ulusal egemenliğin ve bağımsızlığın ana koşulları ortadan kaldırılmaktadır. Bir diğer önemli nokta, belirli çevreler tarafından ‘uzlaşma’ sözcüğünün daha çok vurgulanması olmuştur. Uluslararası rekabet şartlarında ülke ekonomilerinin ihracata bel bağladığı, bu yüzden de üretim sürecinde işçi ve işveren kesiminin uzlaşma anlayışı içerisinde sorunlara çözüm bulması gerektiği ifade edilmektedir. Kemer sıkma politikaları ile ‘uzlaşma’ kavramının vurgulanmasının aynı döneme denk gelmesi tesadüf eseri değildir. Uzlaşma ile kastedilenin daha çok emekçi kesimlerden beklenen fedakarlık olduğu açıkça ortaya çıkmıştır. Gelişmekte olan ülkelere açıkça söylenen, ayakta kalabilmek için çalışma standartlarının, ücretlerin, işçi hak ve özgürlüklerinin rekabet şartlarına uygun hale, yani olabilecek en düşük düzeye çekilmesi gerektiğidir. 19. yüzyıl kapitalizmindeki temel kural, yani işçiye ancak hayatta kalabileceği kadar ücret kuralı, sanki tekrar doğuyor gibidir. Kuşkusuz dünya ekonomisinde hep daha güçlü olan Avrupa ülkeleri ve Kuzey Amerika, bu değişimlerin oluşmasında ve dünya ekonomisini yönlendirmede, her zaman olduğu gibi bu süreçte de belirleyici rol oynamaktadır. Ülkelerin kendi pazarlarını dünyaya açması, ekonominin liberalleştirilmesi ve küreselleşme denilen sürece uyum içinde davranması ancak birtakım kurumlar aracılığı ile mümkün olabilir. Bu kurumlardan en önemlileri Dünya Ticaret Örgütü, Dünya Bankası ve IMF’dir. Küreselleşme ile birlikte birçok kurumun etkinliğinin arttığını, birçok kurumunda işlevini yitirdiğini görüyoruz. Etkinliği artan kurumlardan belki de en önemlisi IMF (Uluslararası Para Fonu)’dir. 1980’e kadar daha çok ödemeler dengesindeki bozuklukları gidermeye yönelik politikalar üreten IMF, 1980 sonrasında daha çok yapısal uyum programları adı altındaki uygulamaları denetleme yolu ile etkinliğini giderek artırmıştır. Yapısal uyum programları Dünya Bankası tarafından projelendirilmekte, ancak denetimi IMF tarafından sağlanmaktadır. Bu yapısal uyum programları, küreselleşme sürecinde ülkelerin sisteme daha çok entegre olmasını sağlamak mantığı ile işlemektedir. IMF’nin reçeteleri ülkelerin ekonomik politikalarını doğrudan belirlemekte, hatta bazı durumlarda ulusal kalkınma planlarının yerine geçmektedir. Ülkemizde de durum budur. Bir süre önce bazı kesimler tarafından demokrasinin göstergesi, dünya halklarının kaynaşması olarak kutsanan küreselleşme, bu halklara fakirlik ve kültürlerin yokolması sonucunu getirmiştir. Dünyadaki tüm tüketim kalıplarını standartlaştıran ve kendine yeni pazarlar bulan kapitalizm, bunu yapamadığı yerde o ülkenin kültürüne uygun pazarlar oluşturmayı bilmiştir. Dünyadaki ekonomik gelişmeler göstermektedir ki, eşitsizlik sadece uluslar arasında değil, aynı zamanda ulusların kendi içlerinde de hızla artmaktadır. Ülkelerin ekonomik büyümesi istatistiklere göre artmakta, ancak işçi sınıfının reel geliri gelişmiş ülkelerde bile hızla düşmektedir. Ekonomi uzmanları ve finansal çevreler ekonominin gidişatını genellikle üretilen toplam mal ve hizmetler, enflasyon oranı, ticaret hacmi gibi göstergelerle değerlendirmektedirler. Toplumsal refaha ilişkin ele alınan tek gösterge işsizlik oranı olmaktadır. Çalışanların gerçek gelirlerindeki değişim, işçi sağlığı ve iş güvenliği, örgütlenme hakkı ve düzeyi, hayat standartları gibi konular gündeme getirilmemektedir. Gerçek olan şudur ki, ekonomik gelişim ve kalkınma diye tanımlanan süreç toplumdaki farklı sınıfların bakış açısından farklı şeyler ifade etmektedir. Ülkelerde yaşanan ekonomik büyüme eğer işçi sınıfının reel gelirinde düşme demekse, bunun adı ‘ekonomik gelişme’ değil ‘sermayeye göre ekonomik gelişme’ olmalıdır. Açıktır ki eşitsizlik iki düzlemde gittikçe artmaktadır. Uluslararası düzeyde bazı ülkeler gittikçe fakirleşmekte, bazı ülkeler ise zenginliklerine zenginlik katmaktadırlar. 1993 yılında dünya genelinde yaratılan 23 trilyon dolarlık milli gelirin 18 trilyonunu dünya nüfusunun %20’sine sahip olan gelişmiş ülkeler üretirken, dünya nüfusunun %80’ine sahip olan az gelişmiş ülkeler 5 trilyon dolarlık üretimde bulunmuşlardır. 1960-1991 döneminde dünya nüfusunun en varlıklı %20’lik kesimin toplam gelirden aldığı pay %70’den %85’e yükselirken, en yoksul %20’lik kesimin payı %2,3’den %1,4’e gerilemiştir. Ülkelerin kendi sınırları içinde de işçi sınıfının sermayeye göre yaşam standardı gittikçe kötüleşmektedir. Nitekim Amerika’da ortalama gelir 1978’den 1988’e kadar olan dönemde %10 gerilemiş, bu oran Latin Amerika’da 1980 itibariyle %16 olmuştur. Afrika’da aynı dönemde düşüş oranı %50’yi bulmuştur. Ancak 1976’dan 1990’a kadarki ekonomik büyümeyi incelediğimizde bir artış olduğunu görmekteyiz. Aradaki bu fark, emekçi kesimlerin gelirlerindeki azalmayı ifade etmektedir. Ulusal sınır farketmeksizin zenginler daha da zenginleşirken, fakirler sefalete doğru sürüklenmektedir. Küreselleşme dünya ölçeğinde sermayenin işine yaramıştır. Peki, neden IMF üzerine bir kitapçıkta küreselleşmeden bu kadar çok bahsettik. Çünkü IMF’nin etkinliği ve ülkeler üzerindeki yaptırım gücü, küreselleşme dönemi ile birlikte artmış ve bu güç, sistemin işleyebilmesi için bir gereklilik haline gelmiştir. Dolayısıyla uluslararası kuruluşların ülkemiz için önerdiği reçetelerdeki göstergeler ya da gelişkinlik düzeyi olarak gösterdiği hedeflerin iyice incelenmesi ve çalışanlar açısından ne ifade ettiğinin anlaşılması gerekmektedir. Böylece şu soruyu yanıtlamamız kolaylaşacaktır: Hükümetlerin ekonomideki göstergelere dönük olarak yaptığı iyimser tahminler ve gelişme olarak gösterdikleri tablolar, neden emekçilerin gelirlerinde, genel olarak hayat standartlarında bir iyileşme olarak yansımıyor? Bu sorunun yanıtı açıktır: Gelişme olarak gösterilen değerler belli kesimlerin standartlarındaki iyileşmeyi göstermekte, ancak genel olarak bakıldığında sınıflar arasındaki uçurum giderek artmaktadır. Bir diğer önemli nokta da, kurumların tek başına bir anlam ifade etmemeleridir. Yani IMF eleştirilecekse, bu ancak genel sosyal ve ekonomik değişimler ve yapılar anlaşılarak yapılacaktır. Genel olarak yapılan bir yanlış IMF’nin bir kurum olarak eleştirilmesi ve eleştirilen bu politikaların tek başına değerlendirilmesidir. Ancak anlaşılmalıdır ki, küreselleşme ve ona bağlı olarak gelişen neo-liberal politikaların işleyebilmesi, bu tür kurumların aracılığı ile mümkün olmaktadır. IMF’nin görevi ve rolü küreselleşme ve neo-liberal politikaların gerektirdiği biçimde oluşmaktadır. O halde IMF’yi anlamak ancak onun faaliyetlerini uluslararası ekonomik ve sosyal değişimler ışığında değerlendirerek mümkün olabilir. Bu kitapçıkta, IMF’ye dair bilgiler hem IMF’nin kendi belgelerinden verilmeye çalışılacak, hem de dünyadaki örnekler yoluyla IMF’nin uyguladığı politikalar değerlendirilecektir. IMF: KURULUŞU, YAPISI ve İŞLEYİŞİ IMF, 1930’lardaki dünya ekonomik krizinin getirdiği birtakım sorunlarla birlikte doğdu. Bu dönemde paraya olan güven azlığı ile birlikte ülkeler kendi paralarını artık altınla eşitleyemez hale geldiler. Hatta ticaret, mal değiş tokuşu ile yapılır duruma geldi. Bu duruma karşı paranın değerinin saptanabileceği bir kurum oluşturma yolunda adımlar atıldı. Böyle bir sistemin yürütülebilmesini sağlayacak olan kurum bir ülke parasının diğerine kısıtlama olmadan çevrilebilmesini sağlayacak, her bir paranın değerini saptayabilecek ve ülkelerin rekabet için kendi paralarının değerini düşürmesini denetleyecekti. Bu amaçlar arasında ticaretin uyumlu bir biçimde gerçekleşmesini sağlamak ve döviz kurunun istikrarını korumak da yeralmaktadır. 44 ülkenin delegeleri 1944’de Amerika’da Bretton Woods’ta toplandı ve IMF 1946 Mayıs’ında işlerlik kazandı. Bretton Woods’ta yapılan anlaşmada IMF’nin etkinlik alanı sanayileşmiş ülkeler ile sınırlı iken, Dünya Bankası’nın görevi az gelişmiş ülkelerin kalkınma sorunları ile ilgilenmek olarak tasarlanmıştı. Ancak özellikle 1973 petrol krizi ve dünyada yaşanan genel ekonomik buhrandan sonra bu işbölümü yokolmuş, IMF ve Dünya Bankası yapısal uyum programları adı verilen ve az gelişmiş ülkelerin sistemle tam bütünleşmesini sağlamaya yönelik projeleri beraberce yürütür hale gelmişlerdir. Yapısal uyum programlarını Dünya Bankası projelendirirken, IMF de stand-by anlaşmaları ile bu uyum programlarının uygulanışını denetlemektedir. Eğer bu döneme biraz daha dikkatli bakarsak olayları anlamamız kolaylaşır. II. Dünya Savaşı’nın ardından dünyada temel olarak iki kutup bulunmaktaydı. Bu kutupları SSCB ve Amerika temsil etmekteydi. Açıktır ki, soğuk savaşın başlamasıyla birlikte kapitalist blok kendi içinde istikrarın sağlanması, ekonomik ilişkilerin sağlıklı biçimde oluşması için IMF ve Dünya Bankası adında aracı kurumlar oluşturma yoluna gitmiştir. Doların, değeri belirleyecek para birimi olarak saptanması, ABD’nin daha sonraki yıllarda artıracağı egemenliğini kanıtlar gibidir. Buna ek olarak Avrupa ülkeleri daha önce yaşadıkları deneyimler ışığında ülkelerin uyguladıkları kendi ekonomilerini koruma politikalarının kendilerini zora soktuğunu gördüler. Dolayısıyla gelişmiş ülkelerin kendi ihracatlarını artırmaları için diğer ülkelerde engel olarak görünen kota, gümrük vergileri gibi ulusal ekonomiyi koruyucu uygulamaları kaldırmak da bir başka önemli hedefti. Bir başka açıklayıcı nokta da IMF’nin ülkelerin borç ödeme sorunlarına bakış açısıyla ilgilidir. Ülkeler borçlarını ödeyememe sorunuyla başbaşa kaldıklarında kendi ticaret yapısında bir takım kısıtlamalar ve düzenlemeler yaparak bu sorunu aşmaya çalışmaktaydılar. IMF bu ülkelere borç ödeme sorunlarını aşmaları için bir yandan borç verirken, bir yandan da ticaretteki bu kısıtlamaların kaldırılmasını ve ticaretin serbestleşmesini istemektedir. Bu politikanın açıklaması ise bu durumun tüm ülkelerin refah düzeyini artıracağı şeklindedir. Ancak görmekteyiz ki ticarette bu tür bir serbestlik ülkelerin rekabet koşullarında gittikçe fakirleşmesi ve ulusal ekonominin denetlenemez hale gelmesi sonucunu vermektedir. Farklı koşullara sahip ekonomiler arasında bu şekilde bir ticaret sebestleşmesi sağlamak acımasız bir rekabete yol açmakta, sonuçta bu işten ulusötesi şirketler ve gelişmiş ülkeler fayda sağlamaktadır. Ülkelerin ödemeler dengesindeki bozuklukları gidermesi için verilen borçlar, ekonominin IMF ve borç veren kurumlara bağımlılığını artırmaktadır. IMF’ye şu anda 182 ülke üyedir. Bu ülkeler IMF’ye katılırken bir miktar para yatırmaktadırlar. Bu paralar IMF’nin ülkelere vereceği borçları karşılamada kullanılır, aynı zamanda da üye ülkenin ne kadar borç alabileceğini belirler. Aynı zamanda ülke ne kadar çok para yatırmışsa o kadar çok oy hakkına sahip olmaktadır. Ancak ülkenin ne kadar yatırabileceğini IMF belirlemektedir. Örneğin ABD toplam oyların %17,35’ine sahipken, Türkiye oyların 0,46’sına sahiptir. Bu durum zaten karar mekanizmasında güçlü oldukları için doğal olarak daha fazla söz sahibi olan ülkelerin bu konumunu meşru hale getirmektedir. Şu anda IMF yönetim kurulunda ülkelerin oy oranları şu şekildedir. IMF YÖNETİM KURULU (2000) Ülke Yönetim Kurulundaki oy hakkı ABD 17,35 İngiltere 5,02 Almanya 6,08 Fransa 5,02 Japonya 6,22 Suudi Arabistan 3,27 Toplam (6 ülke) 42,82 Diğer Ülkeler (176 ülke) 57,18 Türkiye 0,46 Bu tablodan hemen çıkarılabilecek sonuç, oy dağılımında belli ülkelerin ezici üstünlüğü olduğudur. Ayrıca az gelişmiş ülkeler zaten bu kuruma bağımlı hale gelerek verdikleri kararlarda kendi çıkarlarını kollamayı değil, daha çok ne kadar borç alınabileceği hesabını yapmak durumunda bırakılmaktadırlar. IMF’nin yönetim yapısı şu şekildedir: En yetkili organ olan Yönetim Kurulu’ndaki üyeler ülkelerin Ekonomi Bakanlarından ve onlara vekalet eden Merkez Bankası Başkanları’ndan oluşur. 1970’den beri faaliyet gösteren Geçici Komite Yönetim Kurulu’na IMF’nin işleyişi ile ilgili öneriler sunar. IMF-Dünya Bankası Kalkınma Komitesi de fakir ülkelerin ihtiyaçları ile ilgili öneriler getirir. Yönetim Kurulu Washington’daki Genel Merkez’deki İcra Kurulu’ndaki temsilcilere kendi ülkelerinin isteklerini bildirir. İcra Kurulu 24 kişiden oluşur. Bu kuruldaki 8 kişi Çin, Fransa, Almanya, Japonya, Rusya, Suudi Arabistan, İngiltere ve Amerika’yı tek tek temsil ederken, diğer 16 kişi kalan ülkeleri gruplar halinde temsil ederler. Bu kurul haftada üç kere olağan toplanarak Yönetim Kurulu’nun ortaya koyduğu politikaların uygulanmasını denetler. IMF yaklaşık 2700 kişiyi istihdam etmektedir. Bu personele aynı zamanda İcra Kurulu’nun başında olan IMF Başkanı başkanlık eder. IMF Başkanı geleneksel olarak Avrupa’lıdır. Dünya Bankası başkanı da geleneksel olarak Amerika’lıdır. IMF yönetim kurulundaki manzarayı tahmin etmek güç değildir. Gelişmekte olan ülkeler gelişmiş ülkelerin ölçülerine ne kadar da çok yaklaştıklarını ispat edip biraz daha fazla kredi alma peşinde koşarken, gelişmiş ülkeler de doğal olarak kendi çıkarları yönünde politikalar ortaya koymaktadırlar. Açıktır ki bu iki tarafın istekleri çok nadir zamanlarda uyuşmaktadır. Nasıl ki bir ülkede farklı sınıfların istekleri çoğu kere birbiriyle tezatlık oluşturmaktaysa, burada da zengin ülkelerin istekleri ile fakir ülkelerin istekleri birbiriyle çelişmektedir. IMF’ye katılmakla üye ülke kendi parasını diğer ülke paralarına göre nasıl belirlediği konusunda bilgi vermekle yükümlüdür. Üye ülke aynı zamanda belirli politikaları izlemek ve para değişimini kısıtlamamakla sorumludur. Eğer üye ülke IMF’nin gerekliliklerini hiçe sayarsa diğer üyeler bu ülkenin borç almasını engelleyebilir, hatta üyelikten çıkarılmasını isteyebilirler. Periodik olarak gerçekleştirilen müzakereler ile IMF sadece o ülkenin para politikasını denetlemekle kalmaz, aynı zamanda tüm ekonomik göstergeleri gözden geçirir. IMF’nin ilk yıllarında bu müzakereler sadece kendi parasının değişimine kısıtlamalar koyan ülkeler için zorunlu iken 1978’den beri IMF bunu bütün üye ülkelere uygulamaktadır. Her yıl IMF’den 4-5 kişilik bir ekip söz konusu ülkenin başkentinde 2 hafta boyunca bilgi toplar ve hükümet yetkilileri ile ekonomik politikalar hakkında görüşür. Bu yıllık görüşmeler ciddi ekonomik krizdeki ülkeler için daha sık yapılabilir. Daha sonra üst düzey hükümet yetkilileriyle geçmiş senenin değerlendirilmesi yapılır ve gelecek yıla ilişkin bir takım değişiklikler görüşülür. Bu müzakereler bittiğinde ekip Washington’a ellerinde detaylı bir rapor ile döner ve durum İcra Kurulu’nda tartışılır. Görüldüğü üzere IMF’nin karar organı olan Yönetim Kurulu demokratik olmaktan uzaktır. Ülkelerin IMF’ye üye olmak için yatırdıkları paranın oranı ile o ülkenin söz hakkı belirlenmektedir. Karar mekanizmasında sayıca demokratik bir yapı olsa bile, açıktır ki güçlü olan ülkelerin alacağı kararların diğer ülkeler tarafından benimsenmesi durumu yine ortaya çıkacaktır. Az gelişmiş ülkeler aldıkları borçlar karşılığında verdikleri taahhütlerin yerine getirilip getirilmediği konusunda hesap verecek ve alacakları yeni borçlar için yeni taahhütler vereceklerdir. Özellikle uluslararası ilişkilerin böylesine önemli olduğu ve ekonominin bu denli hassaslaştığı bir dönemde ülkelerin kendi çıkarlarına uygun bir uluslararası politika izleyecekleri şüphe götürmez. IMF’nin en fakirden en zengine tüm ülkeleri kapsadığı düşünülürse, hepsinin çıkarını kollayacak bir politikanın ortaya çıkacağını düşünmek saflık olacaktır. Açıktır ki zengin ülkelerin gittikçe artan kaynaklarının sebebi, uygulanan politikalar sonucunda IMF’ye bağımlı hale gelen fakir ülkelerden buralara akan paralardır. IMF politikalarının belirlenmesinde G-7 ülkelerinin etkileri büyüktür. ABD, Japonya, Almanya, Fransa, İngiltere, Kanada ve İtalya’da oluşan bu topluluk zaman zaman bir araya gelmekte ve dünya ekonomisini etkileyecek önemli kararlar almaktadırlar. Örneğin, bu ülkelerin paralarının değerlerinde bir değişme olmuşsa ya da başka bir takım ekonomik değişimler mevcutsa, bu ülkeler bunun gelişmekte olan ülkeler üzerindeki etkisini tartışmakta ve çaşitli tavsiyelerde bulunmaktadır. IMF de bu kararları harfiyen uygulamaktadır. IMF’ye üye ülkeler kendilerini de etkileyecek bu kararlara katılamamaktadır. IMF’nin genel olarak ABD güdümünde bir kurum olmasına en iyi örnek Meksika’da yaşanan durumdur. 1995 yılında Meksika’da yaşanan kriz sonrasında IMF ABD’nin baskısıyla bu ülkeye kendi limitlerinin oldukça üstünde bir miktarda destek vermiştir. Bilindiği gibi Meksika ABD’nin büyük yatırım ve iş ilişkilerinin olduğu bir ülkedir. Bu ülkedeki kriz ABD’yi doğrudan etkilediği için böyle bir karar alınmıştır. İSTİKRAR PAKETLERİ VE YAPISAL UYUM PROGRAMLARI 1954-1970 arasında 47 ülke ile değişik tarihlerde stand-by anlaşmaları yapılmıştır. Ancak 1970’lerde gelişmekte olan ülkeler uygun koşulda krediler bulmakta güçlük çekmemişler ve stand-by anlaşmaları azalmıştır. 1970’lerde dünya ekonomisinin ciddi bir kriz dönemine girmesinden sonra bu ülkeler gittikçe borçlarını ödeyemez duruma geldiler. Zaten kriz döneminde kötü şartlarla karşılaşan gelişmiş ülkeler bu ülkeler borçlarını ödeyemeyince zor duruma düştüler. Aynı zamanda gelişmekte olan ülkelerde yatırım yapmış olan çok uluslu şirketlerin pazarları gittikçe daraldı. İşte böyle bir dönemde IMF’nin rolü gittikçe artmış, ödemeler dengesindeki zorlukları gidermek ve bu ülkelere koşullu olarak borç vermek üzere devreye girmiştir. Bu dönemden sonra gelişmekte olan ülkeler, IMF ile birçok stand-by anlaşması yaparak kısa vadeli istikrar programları ve uzun vadeli yapısal uyum programlarının altına imza atmışlardır. 1980’ler boyunca 250’den fazla stand-by anlaşması yapılmıştır. Bu borçları verirken IMF birçok koşul getirmektedir. Gelişmekte olan ülkelerin temel sorunlarından birisi olan ödemeler dengesindeki bozukluk giderilmeli (IMF’nin verdiği borçlar dahil olmak üzere bütün borçların ödenmesini sağlayacak bir yapı ortaya konmalı) ve ülkenin ekonomisinin serbestleşmesi ve dünya koşullarına uygunluğu sağlanmalıdır. Genel olarak IMF’nin ülkelerin sorunlarının çözümüne yönelik yaklaşımında belirleyici olan birtakım noktalar vardır. İstikrar politikalarının temel amaçlarından birisi devlet bütçesindeki açığın kapatılması için kamu harcamalarının kısılması ve vergiler başta olmak üzere kamu gelirlerinin artırılmasıdır. Ancak kamu gelirlerinin artırılması devletin ekonomideki ağırlığının artması anlamına geleceğinden, IMF’nin politikaları daha çok kamu harcamalarının kısılması yönünde oluşmaktadır. Zaten genel olarak amaç kamu kesimini daraltılması ve uzun vadede kaynakların özel kesime aktarılmasıdır. Türkiye dahil birçok ülkede vergi indirimleri yoluyla özel sektör teşvik edilmiş, dolayısıyla da program kamu harcamalarının kısılmasına odaklanmıştır. Bunun anlamı basitçe şudur: Özellikle kamu kesiminin reel ücretlerindeki düşüşler ve de devletin temel görevlerinden olan eğitim, sağlık gibi temel olarak çalışanları ilgilendiren alanlardaki harcamaların düşürülmesi yoluyla kamu harcamalarını kısmak. Dolayısıyla programın yükünün tamamı emekçilerin sırtına yüklenmektedir. Genel olarak istikrar paketleri acil müdahale gerektiren durumlarda kısa vadeli çözümlere yöneliktir. Ancak yapısal uyum programları ekonomik büyümeyi engelleyen yapısal sorunları çözmeyi amaçlar ve daha uzun vadelidir. Bu programların uygulanmasında IMF denetleme rolü üstlenir ve Dünya Bankası ile aralarında sıkı bir işbirliği oluşur. Genel olarak yapısal uyum programlarının amaçları şunlardır: |
Cevap : IMF Nedir? Türkiye’de IMF/Küreselleşme Ve IMF
• Yapısal uyum programları ile ekonominin tamamen ihracata dayalı bir biçimde örgütlenmesi istenmektedir. Borçların ödenmesi için gerekli olan döviz girdisi bu şekilde sağlanabilecektir. Bunun anlamı, üretimin ülkenin ihtiyaçlarına göre değil uluslararası rekabet koşullarına göre yapılanması demektir. Yani uluslararası bir kriz, bu sektörlere dayanan bir ekonomiyi felç edebilecektir. Bu şekilde ülkenin kendi kendine yeterliliği tamamen ortadan kalkmaktadır.
• Bir diğer nokta yabancı sermaye ile ilişkilidir. IMF hükümetlerin yerel endüstri, bankalar ve finansal hizmetlerde ulusal ekonomiyi korumasını engellemek ve bu alanlara yabancı sermayenin girişini kolaylaştırmak istemektedir. • Ülkede kamu harcamalarının azaltılmasını sağlamak için ücretleri düşürüp artışları sınırlamak bir diğer noktayı oluşturmaktadır. Aynı zamanda devletin sosyal güvenlik, sağlık, eğitim gibi alanlarda yaptığı harcamaların kısılması da bu başlık altındadır. Ülkelerin ekonomik yapılarını serbestleştirmelerinin istendiği bu dönemde, acımasız rekabet koşullarında emeğin maliyeti çok önem kazanmaktadır. İhracata bel bağlayan bir ekonomide işçi ücretlerinin düzeyi her zamankinden çok önem kazanmaktadır. İşte bu ortamda IMF açık bir biçimde ücretlerin de rekabet koşullarına uygun olarak asgariye indirilmesini dayatmaktadır. • Bu programların temel bir dayanağı da gümrükte ithal mallar için kota ve tarifeleri ortadan kaldırmak biçimindedir. Bunun açık sonucu ise ulusal ekonominin korunmasına yönelik devlet müdahalelerinin ortadan kalkmasıdır. • Özelleştirme de IMF’nin bütün politikalarının ana hedefi durumundadır. Bu şekilde kamu kurumlarının boş bıraktığı alanlara yabancı sermaye girebilecek ve genelde yüksek karlılık vadeden bu alanlardan oldukça yüksek gelirler elde edilebilecektir. Ayrıca özelleştirme ile döviz cinsinden gelir elde edilmesi beklenmekte, böylelikle kamu açıklarının kapatılması ve dış borçların ödenmesinin mümkün olacağı düşünülmektedir. Ancak ortaya çıkan sonuç en stratejik sektörlerde bile devlet denetiminin ortadan kalkması ve vergi gelirlerinde önemli bir düşüş olmaktadır. Uygulanan bu politikalardan sonra az gelişmiş ülkelerde ücretin ulusal gelirdeki payı azalırken, kar ve rantın payı genişlemiştir. Desteklemelerin azaltılması, bazı durumlarda tamamen ortadan kaldırılması, faiz oranlarının yükselmesi, fiyat denetimine son verilmesi işçi sınıfı üzerinde olumsuz etkiler yaratmış, ancak tasarruf yapabilen zengin kesimin ulusal gelirden aldığı pay artmış ve sonuçta rant ekonomisi yaratılmıştır. Yapısal uyum programlarının dayandığı bazı temel noktalar vardır. Bunlardan birincisi gelirin sosyal boyut da düşünülerek paylaşılmasını sağlayan mekanizmaları ve kurumları yoketmektir. Buna örnek, kamu harcamalarının azaltılması başlığı altında aslında tüm sosyal hizmetlerde bir aşınma sağlamaktır. Bir diğer boyut, sermayenin fazla kar etmesinin önündeki engelleri kaldırmaktır. Devletin piyasayı düzenlemek için koyduğu bir takım kuralların değiştirilmesi ve de kamu işletmelerinin özelleştirilmesidir. Yapısal uyum programlarını ve istikrar paketlerini bu şekilde özetledikten sonra diyebiliriz ki IMF, dünyadaki egemen ekonomilerin diğer ülkelerden istedikleri uyum politikalarının ve düzenlemelerinin gerçekleştirilmesini sağlamak için kurulmuş bir kurumdur. Bu haliyle ülkeler bağımsızlıklarını kazanmadan önce süregelen sömürgeci sistemin bir başka biçimini oluşturmaktadır. Ülkelerin bağımlılığından yararlanılarak çıkarlara uygun politikalar hayata geçirilmektedir. Uygulanan tüm bu istikrar paketleri ve yapısal uyum programlarının değerlendirilmesi çeşitli çevrelerce yapılmaktadır. Ancak belki de en ilginci, IMF ekonomi uzmanı Mohsin Khan’ın yazdığı bir makalesinde yaptığı değerlendirmedir. Khan, enflasyonun uygulanan bu ekonomik programlarla genellikle etkilenmediğini ve bu programların büyüme hızı üzerinde de belirgin bir etkisinin bulunmadığını söylemektedir. Yapılan çalışmalar IMF programlarının borçlu ülkelere yarar sağladığını kanıtlayamamaktadır. Ancak olumsuz etkiler açıkça ortadadır. IMF’ye eleştiriler liberal sistemin savunucularından da gelmektedir. Özellikle 1997’de yaşanan Asya krizinin yarattığı şaşkınlıktan sonra bu çevrelerden bazı yorumcular, ekonomik büyümede devlet harcamalarının önemine, piyasaya devlet müdahalesinin gerekliliğine değindiler. Dünyada gittikçe artan yoksul insanların durumu, sağlık, eğitim gibi temel hizmetlerin tümüyle piyasanın insafına bırakılması gibi konular gündeme geldi. Dünyada bu tür tartışmalar sürerken Türkiye’de 55. Hükümet IMF’ye bir Ekonomik Politikalar Bildirgesi veriyor ve ülkemiz için yıkıcı sonuçlar doğuracak politikalar konusunda IMF’ye taahhütlerde bulunuyordu. IMF’nin özellikle 1980’den sonra etkinliğini artırdığını söyleyebiliriz. Bu dönemde tüm ülkelerde maliyetin düşürülmesi için çalışmada esnekliğin sağlanması ve ücretlerin düşürülmesi ana hedeflerdendi. Küreselleşme döneminde sermayenin uluslararasılaşması için önünde duran engellerin kaldırılması ve ulusötesi şirketlerin azami kar hırsıyla toplumsal sonuçları düşünmeden üretim yapabilmesini sağlayacak düzenlemelerin yapılması bir diğer araçtır. Gelişmekte olan ülkelerin özellikle 1980’lerden başlayarak büyük bir borç krizine girdiğini söylemiştik. İşte bu ülkelerin borçlarını ödeyebilmeleri için tüm kaynakların borç ödemeye yönlendirilmesi de dönemin diğer bir ayağını oluşturmaktadır. Ancak gelişmekte olan ülkelerin dış borçları 1980-1993 döneminde 658 milyar dolardan 1,8 milyar dolara yükselmiştir. Ekonominin dışa açılması, ithalattaki kısıtlamaların kaldırılması ve tüm sektörlerin ihracata yönlendirilmesinin ücretliler üzerindeki etkisi olumsuz olmaktadır. IMF genellikle tarımda küçük üreticiliğin hakim olduğu ekonomilerde ihracat yönelimli politikaların bu kesimin durumunu iyileştireceğini iddia etmektedir. Ancak görmekteyiz ki, IMF politikaları sonucunda küçük üreticilik hızla yokolmakta, geçinemeyen bu insanlar kentlere göç etmekte ve işsizlik artmaktadır. Bahsedilen yapısal uyum programları temel dayanağı tarım olan ve nüfusunun büyük bölümünü tarımda istihdam eden ülkeler için tam bir yıkım olmuştur. Bilindiği üzere tarımda tam bir mekanizasyona geçmiş ülkelerin yanısıra, özellikle gelişmekte olan ülkelerde küçük üreticilik hakimdir. IMF bu ülkelerin tarımını serbest piyasa ekonomisine yönlendirerek ve de dünya fiyatlarına bağımlı kılarak yüzmilyonlarca insanı ölmemek için tarım yapacak duruma getirmiştir. Dünyada Cargill gibi dev tohum tekellerinin ve ulusötesi şirketlerin bu ülkelere girmesini sağlayarak ve çiftçileri ihracata zorlayarak tarımda tam bir yıkıma yol açmıştır. Bir diğer araştırma Bryan Johnson ve Brett Schaefer tarafından yapılmıştır. Bu araştırmada IMF politikalarını uygulayan 89 az gelişmiş ülkenin 1965’den 1995’e kadarki ekonomik büyümesi incelenmiştir. Araştırma sonuçları ilginçtir: Bu ülkelerden 48’i borç aldığı yıla göre kişi başına düşen zenginlik açısından bir ilerleme kaydetmemiş, bu 48 ülkeden 32’si daha da fakirleşmiş, bu ülkelerden 14’ünün ekonomisi borç aldığı yıla oranla en az %15 küçülmüştür. Örneğin Nikaragua 1968’den 1995’e kadar 185 milyon dolar borç almış, ancak ekonomisi %55 oranında daralmıştır. Zaire ise 1972-1995 döneminde 1,8 milyar dolarlık borç almış ve ekonomisi %54 oranında küçülmüştür. IMF ve Dünya Bankası’nın uyguladığı istikrar ve yapısal uyum programlarının uygulandığı dönemlerde yaşanan siyasal krizler durumu iyice açıklaştırmaktadır. Bu reçetelerin işçi sınıfı üzerinde yarattığı olumsuz etkiler o denli acıdır ki, bu reçeteler uygulanırken genellikle ülkeler anti-demokratik siyasal rejimlere başvurmaktadırlar. Örneğin, Peru’da Haziran 1977’de imzalanan stand-by anlaşmasından sonra bu durum, genel greve ve halk ayaklanmalarına yol açmış ve anlaşmanın imzalanmasından hükümet vazgeçmiştir. Uzun süren siyasi buhrandan sonra Kasım 1977’de anlaşma imzalanmış, bunun üzerine tekrar bir halk ayaklanması başgöstermiş ve Haziran 1978’de sıkıyönetim ilan edilmiştir. Bolivya’da buna benzer bir durum 1980 yılında yaşanmıştır. Ülkemizde de 1977 yılında borçlar had safhaya ulaşmış, Nisan 1978’de IMF ile iki yıllık bir stand-by anlaşması yapılmış, ancak Eylül ayında IMF koşullara uyulmadığını belirtmiştir. IMF’nin yüksek oranlı bir devalüasyonu içeren talepleri hükümet tarafından reddedilmiş ve Haziran 1979’da anlaşma iptal edilmiştir. Temmuz 1979’da yeniden anlaşma imzalanmış, ancak Ekim ayında hükümet istifa etmiştir. 24 Ocak 1980’de uygulanmaya başlanan istikrar paketinden sonra 12 Eylül 1980 askeri darbesi gerçekleşmiş ve istikrar paketinin uygulanması ancak bu şekilde mümkün olabilmiştir. Birçok uluslararası kuruluş Türkiye’de bu dönemde egemen olan anti-demokratik yönetimi protesto ederken Türkiye’ye bu dönemde kredilerin akması düşündürücüdür. IMF politikalarının ülkeler üzerinde yarattığı etkiyi görebilmek için Şili örneğini değerlendirebiliriz. Şili dünyada yapısal uyum programlarını en fazla süreyle uygulamış ülkelerden birisidir. 1973 yılından beri IMF’nin hemen her talimatı eksiksiz yerine getirilmiştir. Hızlı bir özelleştirme yapılmış, Şili gümrük açısından dünyada en korumacı ülke konumundan, en esnek ülke konumuna gelmiştir. IMF’nin isteği doğrultusunda yabancı sermaye teşvik edilmiş, hatta yabancı sermaye çelik, telekomünikasyon, havayolları gibi en stratejik sektörlerde bile ortak durumuna gelmiştir. Ticaretin serbestleşmesi sağlanmıştır. Şili’nin tüm bu yapısal uyum programlarından sonra 1991’deki dış borcu 19 milyar dolar yani milli gelirin %49’u olarak gerçekleşmiştir. Milli gelirdeki artış 1961-1971 arasında %4,6 olarak gerçekleşirken bu artış 1974-1989 arasında sadece %2,6 olmuştur. Bugünkü durumuyla, IMF’nin reçetelerini uygulayan Şili ekonomisine tam bir istikrarsızlık hakimdir. Kamu harcamaları iyice kısılmış, ücretler dondurulmuş ve Şili’nin ulusal parası peso devamlı değer kaybetmiştir. 1980-1990 arasında sefalet sınırındakilerin oranı %12’den %15’e yükselmiş, yoksulluk sınırındakilerin oranı da %24’den %26’ya çıkmıştır. Yani toplumun yaklaşık %40’ı yoksuldur. Bugünkü dünya ekonomisi ülkelerin ani ekonomik krizlere girmelerine neden olmaktadır. 1980’lerde Latin Amerika’da yaşanan krizler, 1990’larda Meksika’da yaşanan ani çöküşler, Asya ve Rusya’da meydana gelen ve kronik hale gelmiş olan ekonomik buhranlar temelde bu ülkelerdeki çalışan kesimi vurmuştur. Bu ülkelerin az gelişmişliğini göz önüne almadan, gelişmiş ülkelerdeki modelleri buralarda uygulatmaya çalışan IMF, yaşanan sosyal ve ekonomik krizlerin sorumlusu durumundadır. Bu ülkeleri 1980’lerdeki politikalarından dolayı kutlayan IMF, ülkelerde yaşanan ekonomik krizlerin ve sosyal faciaların ardından suçu başka yerlere atmaktadır. Asya krizinde de aynı şekilde davranan IMF bu ülkeleri sözde reformları etkin bir biçimde uygulayamadıkları için eleştirmektedir. Bu finansal krizler esnasında emekçilerin alınterinin sonucu olan milli gelirler, spekülatörlerin, finansta yatırım yapan ulusötesi şirketlerin, bir bütün olarak güçlü ülkelerin ceplerine akmıştır. IMF dünya ekonomisini bir kumar aletine çeviren sistemin temel kurumlarından birisidir. Meksika 1995’de IMF’den borç alarak ekonomik krizi atlatmaya çalışmıştır. 1994’de ulusal paranın %50 değer kaybetmesinden bir yıl sonra tüketici fiyatları %35 artmış ve faiz oranları %60’ı bulmuştur. Meksika halkı 1994’den 1996’ya kadar 60 milyar ek dış borcu daha yüklenmek durumunda kalmıştır. Kişi başına düşen milli gelir 1995 boyunca %9 gerilemiştir. IMF’nin istikrar programı ekonomik büyümeyi azaltmış ve yoksul halkı sefalete itmiştir. IMF talimatlarını uygulayan ülkeler büyük ekonomik krizler yaşarken, neden hala ülkeler bu talimatlara uymakta ve ekonomik gelişimlerini bu yönde planlamaktadırlar? Bunun sebebi dünyada artık ödenemeyecek hale gelmiş bir borç zincirinin oluşmasıdır. Kısacası artık ülkeler IMF’ye bağımlı hale gelmişlerdir. 1947’den 1989’a kadarki dönemde altı ülke IMF’den 30 yıldan fazla, 24 ülke 20-29 yıl arası ve 47 ülke 10-19 yıl arası yardım talebinde bulunmuşlardır. Dolayısıyla borçlar bir ülkenin kalkınması için ve ödemeler dengesini düzeltmek için değil, o ülkenin kaynaklarını yağmalamak, yönetimini ve hedeflerini ilk elden belirlemek için verilmektedir. |
Cevap : IMF Nedir? Türkiye’de IMF/Küreselleşme Ve IMF
TÜRKİYE VE IMF
Türkiye ile IMF ilişkileri sanıldığı kadar yeni değildir. Türkiye üye olduğu 1947 yılından bugüne kadar, 1986-1993 dönemi hariç hemen hemen her üç yılda bir stand-by düzenlemesine muhatap olmuştur. Siyasal iktidarların kendi dönemlerine ilişkin bir atılım olarak sunduğu politikaların geçmişi eskilere dayanmaktadır. Ülkemizde özellikle son dönemde çalışanlardan beklenen fedakarlıkların niyeti bellidir. Anlaşılması gereken bugünkü istikrar programının temel hedeflerinden olan enflasyonun işçi sınıfının ürünü olmadığı, aksine uygulanan politikaların bir ürünü olan enflasyondan en çok çalışan kesimlerin zarar gördüğüdür. Dolayısıyla programın dayanağı baştan temelsizdir. Türkiye’nin IMF talimatları doğrultusunda uyguladığı politikaları anlamak için öncelikle ülkemizin geçirdiği ekonomik değişimleri kabaca anlatmak gerekir. Cumhuriyetin kurulmasından sonra liberal politikaların benimsenmesi ve devlet müdahalesinin en asgari düzeyde tutulması hedeflenmişti. Ancak sermaye sahibi sınıfların yokluğu, devlet denetiminin en üst düzeyde oluştuğu bir sanayileşme politikası izlenmesine neden olmuştur. Uygulanan bu politikaların temelinde ulusal ekonominin gümrükler yoluyla korunması yer almıştı. Bugün devletçilik olarak tanımladığımız politikaların temelinde özellikle KİT’ler yoluyla devlet müdahalesinin en üst düzeye ulaştığı bir ekonomik sistem vardır. 1940’lara kadar süren bu uygulamalar sonucunda 1950’ler itibariyle ara malların ve teknolojinin büyük oranda dışarıdan alındığı, iç talebe dayanan ithal ikameci politikalar yaygınlık kazanmıştır. DP iktidarı döneminde ciddi bir ekonomik kriz baş göstermiş, OECC (şimdiki adıyla OECD) Türkiye’nin IMF’nin istikrar programını uygulamasını istemiş, uygulanmaması durumunda tüm yardımların kesileceğini bildirmiştir. 1958’de uygulamaya başlanan istikrar programı devlet harcamalarına ve KİT finansmanına kısıtlamalar getirmekteydi. Türkiye 1960’larda eski dönemden kalan borçları ödeyebilmek için OECD ülkelerinden borç almış ancak yüksek faizlerle verilen bu borçlarla eski borçlar kapatılmaya çalışılınca ekonomik kriz iyice derinleşmiştir. Sonuçta Ağustos 1970’de hükümet istikrar programlarını açıklamıştır. 1973’e kadar iyi giden ekonomik göstergeler gittikçe bozulmaya başlamış ve IMF tekrar kemer sıkma politikalarının uygulanmasını istemiştir. Daha önceden de bahsedildiği gibi, 1970’lerin sonunda dünyadaki birçok az gelişmiş ülke gibi Türkiye de, dış borçları ödeyemez duruma gelmiş ve petrol krizinin getirdiği olumsuz koşulların etkisinde kalmıştır. IMF’yle görüşmeler sonucunda 24 Ocak kararları alınmış, bir dizi siyasi buhrandan sonra askeri darbe gerçekleşmiştir. 24 Ocak 1980 kararları, dünyada uygulanmaya başlanan neo-liberal politikaların Türkiye’de uygulanması için alınan bir dizi karardır. Temelde devletin gittikçe ekonomiden elini çekmesi ve ekonomide serbestleşmeyi öngören bu kararlar yeni dünya düzeni olarak tanımladığımız anlayış çerçevesinde biçimlenmiştir. Yeni Dünya Düzeni dediğimiz bu anlayışın temelinde toplumsalcı düşünüşten bireyselciliğe geçiş yatmaktadır. Sistemin içinde bireyleri belli kabiliyetlere sahip, rekabet içinde yarışan ve kendi ihtiyaçlarını sistemin acımasız şartları içinde karşılamaya çalışan kişiler olarak düşünen bu anlayış, özellikle Özal döneminde bütün yanlarıyla topluma verilmeye çalışılmıştır. Bu anlayışa bağlı olarak devletin görevlerinin yeniden tanımlanması gerekmektedir. Sağlık, sosyal güvenlik, eğitim gibi bir devletin vatandaşlarına karşı temel yükümlülüğü olarak düşünülmesi gereken ödevler, yavaş yavaş bireylerin karşılaması gereken şeyler olarak kabul ettirilmek istenmiştir. Bu çerçeve içinde hazırlanan ve uygulamaya konulan 24 Ocak kararları sonrasında, bahsedilen istikrar programı genişlemiş ve yapısal uyum programı halini alacak uzun vadeli bir projeye dönüştürülmüştür. Genel olarak 1980 sonrasından bugüne Türkiye’nin yaşadığı ekonomik problemlerden bazıları şunlardır: Ekonomideki büyüme hızı dalgalanmaktadır. Dolayısıyla istikrarsız bir büyüme sağlanmaktadır. Bunda alınan dış borçların üretken yatırımlara yönlendirilememesinin ve ekonomideki yapılanmanın rantçı bir çizgide gelişmesinin payı büyüktür. Burada yıllara göre bütçe giderlerinden yatırımlara ayrılan payı gözlemek konunun anlaşılması açısından yararlı olacaktır: Yıllar Yatırımların bütçe giderlerine oranı (%) 1980 17,2 1985 20,7 1990 14,7 1995 5,3 1997 7,3 1999 5,4 2000 (İlk altı ay) 5,0 Kaynak Hazine Müsteşarlığı ve Maliye Bakanlığı Resmi Verileri Görüldüğü üzere 1980 yılından sonra yatırımlara bütçeden ayrılan pay giderek azalmıştır. Genellikle bu noktada IMF ülkeleri suçlamakta ve yapısal uyum programlarının başarısızlığının faturasını yönetimlere çıkarmaktadır. Ancak gördüğümüz gibi, IMF politikaları çerçevesinde zaten kaynağın üretken yatırımlara yönlendirilmesi mümkün olamamaktadır. Bu sorunla ilgili olan diğer bir sorun da kronik enflasyondur. Enflasyon genellikle yüksek bir çizgide seyretmektedir. İhracat yönelimli bir ekonomi yürütmeye çalışan ülkemizde ihracat artışı da istikrarsızdır ve ithalat artışı genişlemiştir. Kamu sektörü genelde altyapı yatırımlarına yönlendirilmiş, ama diğer taraftan üretken sektörlere kaynak aktarılmamıştır. Türkiye’nin aldığı dış borçlar genellikle tekrar borç alınarak ödenmektedir. Örneğin 1983’de 19,2 milyar dolar olan dış borcumuz 1987’de 40,3 milyar dolara, 1993’de 67,4 ve 1999’da 110 milyar dolara çıkmıştır. Özellikle 1988 sonrasından başlayarak açıklar, hızlı borçlanma ve kayıtdışı ekonomi ve rant ekonomisi ön plana çıkmaktadır. Büyük sermaye sahiplerinden alınan vergilerde indirime gidilmesi ve ihracatçı sektöre mali destek verilmesi sonucunda bütçe açığı ortaya çıkmıştır. Bugün verimsiz diye nitelendirilen KİT’ler yıpratılmıştır. İhracat artışı sağlamak için reel ücretler üzerinde baskı yapılmış ve ücretler hızla aşındırılmış, enflasyon ile de alım gücü azaltılarak iç talep düşürülmüştür. 1998’de dünya ölçeğinde gerçekleşen ekonomik kriz işçi sınıfını vurmuştur. Hükümetin IMF talimatları doğrultusunda uyguladığı anti-enflasyonist politikalar sonucunda 1997’de %9 olan yurt içi talep artışı, 1999’da %0,7’ye düşmüş, yani alım gücü azalmıştır. İşverenler kriz esnasında işçi çıkarmışlardır. Sendikalı işçiler içinde işten çıkarılanların sayısı yaklaşık 123.000’dir. İşverenlerin esneklik istekleri kriz dönemine adaptasyon sağlayabilecek çalışma biçimleridir. IMF’nin sözcülüğünü yaptığı uluslararası tekelci sermayenin en büyük hevesi diğer ülkelerdeki çalışma biçimlerini azami kar için en uygun duruma getirmek, aynı zamanda da ülkelerdeki ticaret şartlarını çıkarları doğrultusunda yeniden yapılandırmaktır. 1997 ve 1998 yılları boyunca IMF yetkilileri Türkiye’ye şok tedbirler önerdiler. Hükümetin bugün anti-enflasyonist politikalar olarak duyurduğu uygulamaların yeni olmadığını biliyoruz. Ücretleri azaltmak, sözde tarım reformunu gerçekleştirmek, özelleştirmeleri hızlandırmak, sosyal güvenlik reformu adı altında kamu harcamalarını kısmak için çalışanların kazanımlarını ortadan kaldırmak bu politikaların kapsamındadır. IMF ile 1 Temmuz 1998’de yapılan yakın izleme anlaşması 1961’den beri yapılan 17. anlaşmaydı. 18 Nisan seçimleri sonrasında yönetime gelen 57. Hükümet 9 Aralık 1999 günü IMF’ye bir niyet mektubu vermiştir. Bu niyet mektubunda emeklilik yaşının sosyal güvenlik yasasında yapılan değişiklikle yükseltilmesi, ücretlerin geçmiş değil beklenen enflasyon oranında artırılması, hızlı bir özelleştirme programı, tarımsal destekleme kredilerinin kaldırılması, kamu personelinin azaltılması yeralmaktadır. 22 Haziran 2000 günü verilen niyet mektubu ile bu uygulamaların gerçekleşme durumuna dair raporlar verilmiş, TEKEL, ÇAYKUR, MKEK ve şeker fabrikalarının özelleştirilmesi gündeme getirilmiştir. Niyet mektubunda sosyal güvenliğe ilişkin reform adı altında yapılan düzenlemelerden bahsedilmiş, memur zamlarına yapılan çok düşük düzeydeki artış vurgulanmış ve kamu sektöründeki ücretlerin 2001 ve 2002 yıllarındaki artışlarında hedeflenen enflasyon düzeyinin temel alınacağı belirtilmiştir. Tarım politikalarına da geniş yer verilen niyet mektubunda, devlet bankalarının verdiği kredi sübvansiyonlarının kaldırılmasından ve destekleme fiyatlarındaki hedeflenen enflasyon kadar yapılan artıştan bahsedilmiştir. Dikkat edilirse programdaki uygulamaların tamamı çalışanların kazanımlarını yok etmek hedefine yöneliktir. Toplumdan fedakarlık beklenmesi durumu aslında emekçilerden beklenen fedakarlığı ifade etmektedir. Geçmiş dönemlerde yeterince fedakarlık yapan çalışanların bu fedakarlıklarının sonucu tekelci sermayeye akan paralar ve gittikçe artan iç/dış borç ve faiz bedeli olmuştur. IMF politikalarının temelinde yer alan kamu harcamalarının kısılması sonuçları açısından en yıkıcı olanıdır. Burada Türkiye gibi az gelişmiş ülkelerin genelinde olan bir özellikten bahsetmek yerinde olacaktır. Devlet bu ülkelerde her zaman kalkınmanın ana motoru olmak durumundadır. Bu ülkelerde kapitalizm, gelişmiş ülkelere nazaran daha sonra gelişmeye başladığı için, kaynak yaratımında, birçok hizmetin sunulmasında devlet hep baş aktör olmuştur. Batılı ülkelerde refah kapitalizmi olarak adlandırdığımız ve 2. Dünya Savaşı’ndan sonraki dönemde başlayıp 1970’lere kadar süren dönem, devlet müdahalelerinin en üst düzeyde olduğu bir dönemdir. Bunun dışında özel sektörün çok ciddi bir sermaye birikimi ve deneyimi mevcuttur. Devlet bu ülkelerde sosyal hizmetler için çok ciddi bir altyapıyı zaten oluşturmuş durumdadır. Özellikle bu nedenle IMF’nin politikalarının az gelişmiş ülkelerdeki sonuçları toplumsal açıdan daha yıkıcı olmaktadır. Gelişmiş ülkelerde de devletin kamu harcamalarında kısıntı yapılması gerçekleşmektedir, ancak gelişmekte olan ülkelerde zaten çok cılız olan bu harcamaların daha da kısılması, mevcut durumu daha da kötüleştirmektedir. Bu gelişmekte olan ülkelerde sorunun çok önemli olmadığını göstermez, aksine bu ülkelerde de 1980’den beri gittikçe artan bir sosyal hoşnutsuzluk vardır. IMF ülkelerde uygulanan politikaları değerlendirirken, başarısız olunan durumlarda bunu genellikle ülkelerin kendi başarısızlıklarına bağlamaktadır. Ancak gördüğümüz gibi IMF politikalarını uygulayan ülkelerin çoğunda programlar iflas etmiş ve bu ülkelerde büyük sorunlar ortaya çıkmıştır. İlginçtir ki gelişme sağlayan ülkeler genellikle IMF politikalarını harfiyen uygulamak bir yana, hemen hemen tersini yapan ülkelerdir. Burada anlaşılması gereken en önemli nokta, bu programların yükünün emekçi kesimler üzerine yüklenmesidir. Başta da bahsettiğimiz gibi farklı sınıflar açısından gelişimin tanımı farklı yapılmaktadır. Ne zaman ki ülkede halk ayaklanmaları ve genel bir hoşnutsuzluk gözlenmekte, ülke yönetimleri o zaman programların başarısızlığını kabul etmektedir. |
Cevap : IMF Nedir? Türkiye’de IMF/Küreselleşme Ve IMF
Şimdi ülkemizde işçi sınıfının çalışma hayatını doğrudan etkileyen bir takım düzenlemelerin IMF ile ilişkisine bakalım. Bunlardan belki de en temel ve güncel olanı özelleştirmedir. IMF’nin yapısal uyum programlarında temel bir yer tutan özelleştirme, hükümetler tarafından borç ödemelerinin karşılanması için dolar bazında kaynak olarak görülmektedir. Aynı zamanda kamu işletmelerinin boş bıraktığı karlı alanlar yabancı sermayeye verilmek istenmektedir. IMF ülkelere ihracat yönelimli bir ekonominin yolunu açarken, aslında işçilerin bugüne kadar kazandığı hakların da törpülenmesini istemektedir.
Çünkü daha önce de bahsedildiği gibi uluslararası rekabetin bu denli çetin olduğu ve farklı koşullardaki ülkelerin aynı arenada çarpıştığı bir ortamda, işçi hak ve özgürlüklerinin de, onların gözüyle bir maliyet ögesi olarak, en alt düzeyde tutulacağı kesindir. Ülkeler sırf ihracatta rekabet edemeyecekleri için Türkiye örneğindeki gibi buğdayda bile ithalat yoluna başvuruyorlarsa, sonuç oldukça ağır olacaktır. IMF’nin tarım konusunda dayattığı politikalar Türkiye gibi tarımdan geçinen nüfusun oldukça büyük olduğu toplumlarda çok tehlikeli sonuçlar yaratacaktır. Zaten tarımsal girdilerin çok pahalı olduğu Türkiye’de, çiftçiler yıllardır devlet desteği ile ayakta durabiliyorlardı. Onlara uygun kredi sağlayan devlet bankalarının bu kredileri kaldırmasıyla, zor duruma düşen çiftçinin imdadına yetişen destekleme alımlarının ortadan kaldırılmasıyla öteden beri kıt kanaat geçinen çiftçiler açlığa terkedilmektedir. Hemen hemen tüm IMF talimatlarında tarımsal destekleme kredilerinin azaltılması ve kaldırılması, taban fiyatlarının belirlenmesi, sübvansiyonda kısıtlama yer almaktadır. Uygulanan bu politikaların hedefi, ulusötesi sermayenin ülkemizin verimli topraklarını kullanabilmesi, tarımda ithalatın artırılmasıdır. Cargill gibi ulusötesi firmalar dünyada bir tohum tekeli oluşturmaktadırlar. Çiftçiler bu tohumlarla daha çok ürün almakta, ancak ürünün tohumunu kullanamamaktadırlar. Çünkü, bu firmalar tohumların genleriyle oynayarak tekrar kullanılmasını önlemekte ve çiftçimizi bağımlı hale getirmektedirler. İthalatta gümrük vergilerinin kademeli olarak sıfırlanması sonuçta tarımda ithalatı artıracak ve tarımcılığımıza büyük darbe indirecektir. IMF talimatlarına uyulduğunun en güzel göstergesi TİGEM’lerin kiralanma adı altında özelleştirilmesidir. 1938’lerde Devlet Üretme Çiftlikleri olarak kurulan, 12 Eylül sonrası TİGEM adını alan bu kurumların arazileri özel sektöre devredilmeye çalışılmaktadır. Devlet Üretme Çiftlikleri kurulduğundan bu yana tohumculuk ve hayvancılık alanlarında çok önemli buluşlar gerçekleştirmiştir. Ancak, 1980’den sonra bu kurumlar yıpratılmış, araştırma-geliştirme faaliyetleri engellenmiştir. Bu kurumların özelleştirilmesi ile birlikte, kalkınmaya dönük faaliyetlerden uzaklaşılacak ve çiftçilerin ihtiyacına dönük her faaliyet, kar amacına uygun olmadığı için durdurulacak ve tarımda ülkemizi geliştirecek yöntemler denenmeyecektir. Tohum tekellerinin ve IMF’nin dışa bağımlılık ve ithalat istekleri gerçekleşecektir. Ayrıca bu politikalar sonucunda ekmeğinden olan milyonlarca çiftçi ailesi kentlere akın edecek, zaten işsizliğin had safhada olduğu ülkemizde onarılamayacak yaralar açılacaktır. Türkiye’de 24 Ocak kararlarının uygulanmasından sonra IMF talimatlarına bir süre aynen uyulduğunun bir göstergesi ücretlerdir. 1980’de kamu ve özel işletmelerdeki toplam ücreti 100 olarak düşünürsek bu 1989’a kadar gittikçe düşmüş 1988’de en düşük halini alıp 61.7 olmuştur. Ancak 1989’dan sonra yükselme eğilimi gösterip 1993’de en üst düzeye 157,5’e ulaşmış 1999’da 111,3 olmuştur. Artışın sebebi ekonomideki iyileşme değil, işçi sınıfının 1989’dan sonra gösterdiği kararlı mücadelede aranmalıdır. Ücret artışlarından rahatsız olan hükümetler sık sık sendikaları eleştirmişler, 1993’den sonra da yaygın olarak sendikasızlaştırma yoluna başvurmuşlardır. Şimdi IMF politikalarını yıllardır uygulayan bazı ülkelerdeki gelir dağılımını görelim: Enyoksul %20’nin payı En zengin %20’nin payı Brezilya 2,5 64,2 Şili 3,5 63,3 Meksika 4,1 55,3 Türkiye 4,7 54,9 IMF politikaları zaten kronik düzeyde olan gelir dağılımı bozukluğunu daha da artırmıştır. Hedef olarak gösterilen ülkelerde ve hatta gelişmiş ülkelerde bu uçurum gittikçe artmaktadır. Türkiye’de 1980’den sonra, artan işçi sayısına rağmen, sendika üyesi işçi sayısında hızlı bir düşüş olduğunu bilmekteyiz. Açıktır ki sendikaların işçi hak ve özgürlüklerine ve ücretlere yönelik tutumu IMF politikaları ile ters düşmektedir. Ülkemizde yıllardır uygulanan IMF politikaları sonucunda 1999 yılında iç borçlar 18 katrilyon liraya ulaşmış, dış borçlar 110 milyar doları bulmuştur. Faizlerin bütçe içindeki payı 1992 yılında 18,2 iken, 1999 yılında %43’e çıkmıştır. 1999 yılında sayıları 4600’ü bulan yabancı sermayeli şirketlerin Türkiye’de sayılarının hızla artması tesadüf eseri değildir. Bu şirketler Türkiye’de IMF politikaları ile gittikçe geriletilen ücretler ve işçi hak ve özgürlüklerinin onlara sağladığı uygun ortamlar için gelmektedir. Sonuçta yıllardır ekonomide darboğaz yaşayan ülkemizin hala IMF reçetelerine, aslında uluslararası tekelci sermayenin isteklerine uygun hareket etmesi anlaşılmaz bir olay değildir. Amaç yeni dünya düzenini tüm kurumları ve ideolojisi ile yapılandırmaktır. Açıktır ki bu sistemin ekonomisi uygulanan politikaların toplumsal sonuçları ile fazlaca ilgilenmemekte, önemli olanın sermaye çıkarına dönük sonuçlar alma olduğunu açıkça ifade etmektedir. Ekonomik gelişme denilen olayın farklı sınıflara göre farklı anlamlara geldiğini belirtmiştik. Dolayısıyla, uygulanan politikalar sermayeye göre ekonomik gelişmeyi sağlamak için yürütülen politikalardır. Emekçiler olarak bizlerin karşı çıktığı uygulamalar sonucunda yok edilmeye çalışılan kurumların, IMF yoluyla oluşturulmaya çalışılan ekonomik sistemde yeri yoktur. Kamu işletmeleri, sosyal güvenlik kurumları ve sendikalar ulusötesi tekelci sermaye ve IMF’nin oluşturmaya çalıştığı ekonomik sistemin önünde engel olarak durmaktadır. Açıkça söylenmese de yavaş yavaş bu kurumlar yok edilmeye çalışılmakta, sermayenin kar hırsının önündeki engeller bir bir ortadan kaldırılmak istenmektedir. SONUÇ: IMF NEDİR? Basitçe toparlayacak olursak, 1980’lerin ilk yarısına kadar IMF ülkelere kısa vadeli istikrar programları uyguluyor, bu ülkelere sözde yardım için borç veriyor ve karşılığında daha az tüketmelerini ve geriye kalan malları da ihraç edip borçlarını ödemelerini istiyordu. Kısacası, kemer sıkma olarak tanımlanan bu politikalarla işçi sınıfının ücretinde gerileme olmuş, alım gücü düşürülmüştür. 1980’lerin ikinci yarısından sonra bu politikaların Dünya Bankası ile IMF tarafından uzun vadeli yapısal uyum programlarına dönüştürüldüğünü, ticarette ve genel olarak ekonomide serbestleşmenin oluşturulmaya çalışıldığını görüyoruz. Daha önce özetlediğimiz yapısal uyum programları ile IMF’nin bugün gördüğümüz asıl işlevi yerine gelmiştir. Borçlu ülkelerin bu borçların faizine ödedikleri miktar 1991’de 113 milyar dolara çıkmıştır. Sömürgeler döneminde sömürgeci ülkeler, sömürgeleşmiş ülkeler üzerinde doğrudan bir yağma gerçekleştirmekteydi. Bu ülkelerdeki insanlar zorla çalıştırılmakta, ülkenin kaynakları sömürgeci ülkeler tarafından üretim için kullanılmaktaydı. Sömürge düzeninin ortadan kalkması ile birlikte az gelişmiş ülkeler üzerinde hakimiyet kurmanın aracı borçlar olmuştur. Bu borçların ödenmesini sağlayacak ve borçlar karşılığında diğer ülkelere birtakım politikaları zorlayacak kurum olarak da IMF ve Dünya Bankası görevlendirilmiştir. Ulusötesi sermayenin sözcüsü durumundaki bu kuruluşların uyguladığı politikalar ile işçi sınıfı kendi ülkesinde göçmen gibi çalıştırılacak ve rekabet bahane edilerek insanlık dışı çalışma koşullarına mahkum edilecektir. IMF’nin uyguladığı politikalar ulusal bağımsızlığımızı ve egemenliğimizi tehdit etmekte ve bağımlılığımızı artırmaktadır. Ulusal ekonominin ve ulus devletin tahribatı anlamına gelen anlaşmaları imzalayan hükümetler, halkımızın birikimleri sonucunda oluşmuş kaynaklarımızı tekelci sermayenin istekleri doğrultusunda yönlendirmektedirler. Dev gibi büyüyen ulusötesi şirketler önlerinde engel olarak, ulusal ekonomileri koruyucu mevzuatları görmüşlerdir. Bunlar arasında amacı kendi kendine yeterlilik olan bir ekonomi yapısı, ulusal sektörleri korumaya dönük gümrük kotaları ve tarifeleri, işçi sınıfının mücadelesi sonucu hak edilmiş olan işçi hak ve özgürlüklerini korumaya dönük mevzuat vardır. Ulusötesi şirketler bir yandan ticaret serbestliği ile çok ucuz maliyetle üretilen ürünleri ülkelere sokarak ülke ekonomilerini felç etmekte, bir yandan da yeni iletişim olanaklarından yararlanarak emeğin ve hammaddenin ucuz ve bol olduğu ülkelerde sömürge dönemi şartlarında üretim yapmaktadırlar. Ticaret serbestliği denilen mekanizma aynı koşullar içinde üretim yapmayan, teknoloji, insan verimliliği ve sosyal şartların birbirinden tamamen farklı olduğu ülkeleri aynı arenada çarpıştırmak anlamına gelmektedir. Bu savaştan kimin galip çıkacağı zaten bellidir. IMF bir kurum olarak bahsedilen bu süreci hızlandırmak ve kolaylaştırmak misyonunu taşımaktadır. Küresel ekonomiye entegrasyon denilen olay sömürgeleştirmenin yeni bir biçimi halini almıştır. Entegrasyonun anlamı daha çok işsizlik, insanlık dışı çalışma koşulları, artan eşitsizlik, toplumsal buhran ve çalışanların sırtındaki borç yükünün giderek artması olmuştur. IMF sayılan tüm bu mekanizmaların yolunda gitmesi için ekonomik jandarmalık rolünü üstlenmektedir. Gelişmiş ülkelerin tekelinde olan finans sektörünü kullanarak bir yandan ülkeleri borç yoluyla bağımlı kılarken, bir yandan da bu borçlar karşılığında istikrar paketlerini ve yapısal uyum programlarını dayatmaktadır. Demokratik olmayan örgüt yapısı içinde kararlar alınmakta ve bu kararlara az gelişmiş ülkelerin koşulsuz uyması istenmektedir. Karar mekanizmasının sayıca demokratik olması da artık hiçbir şey ifade etmemektedir, çünkü kararın niteliğini oylar değil, dünyadaki güç dengeleri belirlemektedir. IMF az gelişmiş ülkelerde yaşayan halklar için sefaletin, ayaklanmaların, savaşların bir diğer adı olmuştur. IMF dünya ölçeğinde sömürgeleşmenin gelişmiş ülkelere getirdiği olanakların bu sefer yaklaşık yarım yüzyıl sonra tekrar kurulmaya çalışılmasının aracı durumundadır. Kapitalizm kendi krizini ancak 19. yüzyılın vahşi kapitalizmi koşullarını tekrar yaratarak aşabileceğini anlamış ve 1980’lerden sonra tüm dengeleri bu yönde değiştirmek ihtiyacını hissetmiştir. IMF’de bu operasyonun temel aktörlerinden biridir. IMF’nin politikalarından medet ummak yerine ulusal kalkınmayı nasıl gerçekleştirebileceğini düşünmeyen hükümetlerin yönettiği ülkenin geleceği, örnek verdiğimiz Latin Amerika ülkeleri gibi olacaktır. Hükümetlerin dünyadaki örnekler açıkça ortadayken IMF talimatlarına boyun eğmesi özelleştirme gibi ideolojik bir tercihtir. Bahsettiğimiz gibi ekonomik gelişim işçi sınıfı için ayrı şeyi, sermaye için ayrı şeyi ifade etmektedir. Açıktır ki hükümetin uyguladığı istikrar programı hedefleri tuttursa bile, emekçilerin ve emekten yana olan herkesin ilk soracağı soru sosyal maliyetlerin ne olduğu sorusu olmalıdır. Çalışanların gelirlerinin ve hayat standartlarının düştüğü, ancak sıralanan ekonomik göstergelerin hedefleri tutturduğu bir sistem işçi sınıfı için birşey ifade etmemektedir. İşçi sınıfı 1995 grevlerinde ve 24 Temmuz büyük mitinginde tavrını sloganlarla açıkça ortaya koymuştur: “Kahrolsun IMF, Bağımsız Türkiye!” İşçi sınıfımız bu anlayış çerçevesinde ülkemizin ulusal egemenliğinin ve bağımsızlığının yüceltildiği politikalar için mücadele etmektedir ve edecektir. Bu konuda TÜRK-İŞ’in tavrı nettir. 18. Genel Kurul kararlarında da belirtildiği üzere, ‘Uluslararası Para Fonu (IMF), Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü gibi kuruluşlar işçi temsilcilerinin de katılımıyla Uluslararası Çalışma Örgütü benzeri bir yapıya kavuşturulmalı ve demokratikleştirilmelidir.’ Yani bu haliyle IMF tasfiye edilmelidir. ‘IMF ve Dünya Bankası tarafından geliştirilmekte olan biçimiyle istikrar ve yapısal uyum politikaları uygulamasından vazgeçilmelidir.’ ‘1980’li yıllardan bu yana gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde uygulanan ve sermayenin uluslararası çıkarlarına öncelik tanıyan ekonomik politikalar terkedilerek, insana öncelik veren ve sosyal devlet anlayışına dayalı politikalar benimsenmelidir.’ Dünyanın her yerinde IMF politikalarının nasıl facialara yol açtığı gün gibi ortadayken, hükümetlerin uygulamaya koyduğu politikaların amacı ve hedefi işçi sınıfı için gittikçe açık hale gelmektedir. Dünyanın dört bir tarafında, işçi sınıfı kendi çıkarları ile ulusötesi tekelci sermayenin sözcüsü olan IMF’nin savunduğu politikaların kolladığı çıkarlar arasında tam bir çelişki olduğunu anlamaya başlamakta ve mücadelesini bu anlayışla sürdürmektedir. Hükümetlerin öne sürdüğü bahaneler ve politikalarını meşru kılma çabaları boşa çıkmaktadır. Enflasyonun sorumlusu olarak emekçileri gösteren ekonomik istikrar programlarının dayattığı ücret artışlarına yönelik kısıtlamaların hiçbir mantıksal tabanı yoktur. Türkiye’de onyıllardır uygulanmaya çalışılan ve sonuçları her zaman yıkıcı olan bu programların inandırıcı bir tarafı olmadığı yaşadığımız deneyimlerle gün gibi ortadadır. İşçi sınıfımız IMF’yi dünyadaki diğer gelişmelerle ve ülkemizde bire bir yaşanan sorunlarla bağlantılı olarak görüp, sendikasıyla elele vererek bu uygulamalara karşı mücadelesini sürdürecektir. KAYNAKÇA Eğilmez, M. 1996. IMF Dünya Bankası ve Türkiye. İstanbul: Tütünbank Harrod, J. 1992. Labour and Third World Debt. Brussels: ICEF. Koç, Y. 1999. Sendikacılığın Güncel Sorunları. TÜRK-İŞ Eğitim Yayınları. Mander, J, G. Edward.1996. The Case Against Global Economy. San Francisco. Sönmez, S. 1998. Dünya Ekonomisinde Dönüşüm: Sömürgecilikten Küreselleşmeye. Ankara: İmge Yayınları. 97-99 PETROL –İŞ Yıllığı. 2000. İstanbul. |
Cevap : IMF Nedir? Türkiye’de IMF/Küreselleşme Ve IMF
IMF VE DÜNYA BANKASI
Küreselleşme uğruna Dünya pazar payının genişlemesi için çalışan kurumlardan olan IMF ve Dünya Bankasına verilen taahhütlerin yerine getirilmemesi ülkeler de kriz üstüne kriz yaratıyor. Peki ama bu kadar etkileyen bu iki kurum ne zaman, ne amaçla kurulmuştur. Herkes bu iki kurumun adını kendi isimleri kadar iyi bilmelerine rağmen ne iş yaptıkları hakkında pek fazla bilgiye sahip değillerdir herhalde. Ülkelerin, ekonomilerin çöküş dönemlerinde ortaya çıkan ve onları kurtarmak için bir dizi Stand-by anlaşması neticesinde ülke ekonomisine dışardan gelen bakanlarla çözüm arayan IMF ve Dünya Bankası nedir? Ne zaman kurulmuş şu ana kadar neler yapmışlardır ? IMF ve Dünya Bankasının ülke ekonomilerine yönelik yaptırdıkları uygulamaları değil de bu sayımızda kısaca IMF ve Dünya Bankası ne iş yapar, hangi kurumları vardır sorularının cevabını vermeye çalıştık. DÜNYA BANKASI Birleşmiş Milletler’e bağlı mali kuruluş olan Dünya Bankası 1944 yılının Temmuz ayında, Birleşmiş Milletler Para ve Maliye Konferansında alınan kararlar doğrultusunda kurulmuştur. Haziran 1946 yılında ise resmen çalışmaya başlayan Dünya Bankası, öncelikli olarak II. Dünya savaşı sonrası imar etkinliklerini desteklemeye yönelik krediler vermesine karşın 1949 yılından itibaren ekonomik kalkınma amaçlı projelere kaydırmıştır. Merkezi Washington’dadır. Dünya bankasının en yetkili organı Guvernörler Konseyidir. Yönetim konseyi 20 kişiden oluşur ve ödünç para verme işlemleri üzerinde kararlar alırlar. Dünya bankasının şu an için amacı; gelişmekte olan ülkelere teknik ve mali yardımda bulunur ve bunu da kendisinin oluşturduğu üç uluslararası kuruluşla sağlamaktadır. Bretton Woods anlaşmalarından sonra yani 1946 yılında kurulmuş. Bütün yardımlarını, gelişmekte olan ülkelere, bunların üretim kapasitelerinin ve üretim verimliliklerinin iyileştirilmesini amaçlayan projelerin gerçekleştirilmesinde yapar. Şu an sermayesi 171 milyar Dolardır. Merkezi Washington’dadır. Yardım vereceği zaman ise şu kriterlere dikkat eder. - Ülkeye veya özerk kuruluşlara hükümetlerin güvencesi altında. - Genellikle 15 veya 20 yıl vadeli. - Mali piyasadaki faizler oranına yakın faizle. Uluslararası Kalkınma Birliği: 1960 yılında en yoksul ülkelere, son derece elverişli koşullar da yardım amacıyla kuruldu. Kredi verirken dikkat ettiği hususlar: - Hükümetlere ve üçüncü kişilere. - 50 yılda geri ödemek üzere. - Faizsiz ama yılda % 0,75 oranında komisyonla kredi verir. Uluslararası Finans Kuruluşu : 1956 yılında faaliyete geçmiştir. Amacı, işletmelere borç vererek yada sermayelerine katılarak özel kesimin üretim gücünü artırmaktır. Yardımlarını Amerikan Doları üzerinden yapar. Banka fonlarını; üye ülkelerin ödenmiş sermaye payları ( üye ülkelerin sermaye payı; ekonomik kaynaklarına göre belirlenir. Genelikle kayıtlı sermayenin yalnızca %10 kadarı ödenir ve kalan miktarının istendiğinde ödenmesi taahhüt edilir.), Dünya sermaye piyasalarındaki tahvil satışları ve kendi net kazançlarından elde eder. 2000 yılı sonlarına kadar bankanın portföyünün büyük bir kısmı elektrik enerjisi ve su dağıtım tesisleri için yatırım yapan kamu ve özel kuruluşlara verilen borçlardan oluşurken 2000′nin son yıllarından itibaren ise kırsal kalkınma ve tarım borç verilen önemli bir kesim olmuştur. Dünya bankası mali yardımlar yanında teknik anlamda da ülkelere yardım sağlayabilmek üzere 1955 yılında hükümet görevlileri için Ekonomik Kalkınma Enstitüsü kurmuştur. Dünya Bankasına; Türkiye 14 Şubat 1947 yılında 5017 sayılı yasa ile üye olmuştur. IMF ( ULUSLARARASI PARA FONU) Uluslar arası para fonu yani IMF, dünya çapında örgütlenen ekonomik ve mali kuruluşlardan en etkili olanıdır. 1945 yılında yani dünya bankasının temellerinin atıldığı 1944′den bir sene sonra kurularak dünya bankasından önce resmiyet kazanmıştır. IMF’ nin Üye sayısının fazla olmasının sebebi ise üyeliği belli kriterler taşımaması ve yaptırımlar kapsamaması nedeniyle ayrıca isteyen ülkeler üye olabilmesiyle üye ülke sayısı 182′dir. Üye ülkeler IMF ana sözleşmesini parlamentolarından geçirerek yasallaştırıp Uluslar arası anlaşma niteliği kazandırmaktadırlar. Üye ülkelerin gayri safi yurtiçi hasılası, ortalama rezervleri, cari dış ödemelerin yıllık ortalaması gibi parametreler esas alınmak suretiyle hesaplanan üyelik payları vardır. Bu üyelik payına ‘kota’ denir. Kotalar, Üye ülkelerin IMF’ deki oy gücünü, kuruluştan yararlanabileceği mali imkanın miktarını ve tahsis edilecek Özel Çekme Hakkı (SDR) miktarının belirlenmesinde tek ölçü olarak kullanılır. Üye ülkelere şartlar gereği özel bir imkan tanınmaz ama acil ve önemli durumlar da azami kotasının sadece üç katı tutarında IMF kaynağı alabilir. Uluslararası Para Fonuna üye her ülkenin toplamdaki oy oranları ve yüzdeleri eşit değildir. Amerika’nın toplamdaki oy oranı % 17.35 Türkiye’nin toplamdaki oy oranı % 0.49 dur. Rusya’nın % 2.79, Çin’in ise % 2.20 olduğunu da hatırlatalım. IMF’ nin mali imkanlarını kullanmak isteyen ülkeler, istek ve önerileri dikkate alarak veya IMF dayatması doğrultusunda hazırladıkları ekonomik istikrar programı diğer adıyla ‘Niyet Mektubu’ İcra direktörleri ve Guvernörler kurulunun onayına sunulur. Kurumun örgütlenmesinde IMF başkanı ve kurumun kararların alındığı iki merkez vardır: Guvernörler Kurulu ve İcra Direktörleri Kuruludur. IMF nezdinde başta ABD olmak üzere, Avrupa Birliğine üye gelişmiş ülkelerce onaylanmayan hiçbir karar alınmadığı gibi IMF’ce alınacak olan her karar, bu gelişmiş ülkelerin menfaati ve siyasi beklentileri doğrultusunda olmak zorundadır. Ülkelerin sunduğu programlar 1-2 yılı kapsıyorsa stand-by düzenlemesi, 3-4 yılı kapsarsa süresi uzatılmış düzenleme olarak adlandırılır. Türkiye 1947 yılında IMF’ ye üye olmuştur. 1970 yılından itibaren ise IMF’nin istek ve önerileri doğrultusunda ekonomik istikrar programları hazırlamıştır. Şu ana kadar 17 stand by anlaşması imzalayan Türkiye IMF’ nin istek ve önerilerini yerine getirmediğinden dolayı 1970 yılında hazırlanan ilk istikrar paketine( yani o zaman hazırlanan anlaşma değil de) daha doğrusu bir arpa boyu yol alamayarak tekrar başa dönülmüştür. Türkiye 16 stand by anlaşması ile IMF’ nin mali imkanları ve kendi SDR’ sinden 4.362 milyar dolar kredi almıştır. IMF kuruluş amacını ‘dünya ticaretinin devamlılığını sağlamak’ olarak belirlerken 1997 yılında Güneydoğu Asya ülkelerinde başlayan kriz ve krizin globalleşme ile birlikte ortaya çıkardığı sonuçla tüm dünya ülkelerinin ekonomilerini etki altına alması, gelişmiş ülkelerin ekonomilerine talebin azalmasıyla yaşanan sıkıntılar nedeniyle misyonunda değişiklikler yapmaya itmiştir. IMF bundan sonraki amacını; uluslar arası finans sermayesinin kısa vadedeki talep ayarlaması ile uygulama hızını düzenlemek ve uzun vadede ödemeler dengesi krizine giren veya ekonomisindeki sıkıntılar sebebiyle ödemeler dengesi krizine girmeye aday ülkelere, yardım etmek olarak düzenlemiştir. DÜNYA TİCARET ÖRGÜTÜ (WORLD TRADE ORGANIZATION-WTO) KURULUŞ VE FONKSİYONLARI Dünya Ticaret Örgütü (WTO), çok taraflı ticaret sisteminin yasal ve kurumsal organıdır. WTO, hükümetlerin iç ticaret yasalarını ve düzenlemelerini nasıl yapacakları hususunda yasal bir çerçeve ortaya koymaktadır ve toplu görüşmeler ve müzakereler yoluyla ülkeler arasında ticari ilişkilerin geliştirildiği bir platformdur. WTO, 1 Ocak 1995’te kurulmuştur. Uruguay Round’a taraf olan ülkeler 15 Aralık 1993’te görüşmeleri tamamlamış ve Fas’ın Marakeş kentinde Nisan 1994’te “Nihai Karar” bakanlar tarafından imzalanmıştır. 15 Nisan 1994’te ilan edilen Makareş Deklerasyonu, Uruguay Round’u görüşmelerini onaylamış ve Tarifeler ve Ticaret Genel Anlaşması (GATT) altında gerçekleştirilen yedi görüşmenin “dünya ekonomisini güçlendirdiği ve daha fazla ticaret, yatırım, istihdam ve gelir artışı sağladığı”nı ilan etmiştir. WTO, Uruguay Round’u görüşmelerinin şekillendiği ve bir anlaşmadır ve GATT’ın devamıdır. WTO, sadece üyelik açısından (1994 sonunda 128 üye) GATT’tan fazla değil, aynı zamanda, uygulandığı ticari faaliyetler ve ticaret politikalar açısından da daha geniş bir alanı kapsamaktadır. GATT, sadece mal ticaretini kapsarken, WTO mal, hizmetler ve fikri mülkiyet hakları olarak da bilinen “fikir ticareti”’ni de kapsamaktadır. WTO’nun esas fonksiyonları; topyekün olarak WTO’yu oluşturan çok taraflı ticaret görüşmelerini yönetmek ve uygulamak, çok taraflı ticaret görüşmelerinde bir forum olarak görev yapmak, ticari anlaşmazlıklarına çözüm aramak, milli ticaret politikalarını denetlemek ve bu amaçlarla global ekonomik politika yapımında görevli uluslararası kuruluşlarla işbirliğine gitmektir. WTO anlaşması, tarımdan, tekstile ve konfeksiyona, hizmetlerden fikri mülkiyet hakları kurallarına kadar, değişik alanlarda 29 ayrı metinden oluşmaktadır. Bunlara ilave olarak WTO üyelerine ilave sorumluluklar ve taahhütler yükleyen, ilave 25 deklerasyon, karar ve anlaşma da bulunmaktadır. WTO kuralları geleneksel olarak hassas sektörler olarak kabul edilen tarım malları ticareti ve tekstil ve konfeksiyon ürünlerini de kapsamaktadır. Tarım da kabul edilen kurallar piyasaya giriş şartlarını, yerli üretimi destekleme kurallarını, ihracat teşvik uygulamalarını ve gıda güvenliği, bitki ve hayvan sağlığı kurallarını içermektedir. Tekstil ve konfeksiyon’da yeni kurallar Çok Elyaflılar Anlaşması’ndan sonra 10 yıllık bir geçiş dönemi ile WTO kurallarına dahil olacaktır. Hizmetler ticaretindeki ilk anlaşma; üyelerin kapsamı, milli uygulamalar ve piyasaya giriş konularındaki yükümlülüklerinden bahsetmekte ve hizmetler ticaretinin daha da liberalleştirilmesi hususunda genel bir çerçeve çizmektedir. Devam eden görüşmeler hali hazırda finansal hizmetlerde piyasaya giriş taahhütleri, temel iletişim sektörleri, deniz nakliyatı ve insanların sınırdan sınıra geçişi hakkındadır. Görüşmelerde diğer bir ilk de fikri mülkiyet haklarının ticaretle ilgili yönüdür (TRIPS). Bu anlaşma, sadece telif hakları, patent hakları gibi yeni fikri mülkiyet haklarını dile getirmekle kalmamakta, ayrıca coğrafi işaretler, endüstri dizaynı, ticaret markaları ve ticaret sırları ve know-how (süreç bilgisi) haklarını da koruma altına almaktadır. Mal ticaretinde WTO kuralları, anti-damping uygulamaları, teşvikler ve karşı uygulamalar, gümrük uygulamaları ve ithalat lisansı konularını da kapsamaktadır. Kurallar, şayet bu uygulamalar gündeme geldiğinde ne gibi kuralların tatbik edileceğini de açıklamaktadır. Yukarıda değinilen anlaşmalarla pek çok basit ve temel ilkeler hep birlikte yeni çok taraflı ticaret sistemini meydana getirmektedir. GATT’ın ana kuralları, üyeler arasında ve ithalat ile yerli üretim arasında ayırım yapmayı yasaklamaktadır. Mesela Madde I ” En Çok Kayırılan Ülke ” (MFN) fıkrasında her hangi bir ülkenin bir ülkeye uyguladığı imtiyazın başka ülkelere uygulanandan daha az olamıyacağı belirtilmektedir. Ayırım yapmamanın bir diğer şekli de “ulusal muamele”‘dir ve mallar bir piyasaya girdiğinde en az yurt içinde üretilen mallar kadar kayırılabileceği belirtilmektedir. Tarife İndirimleri GATT’ın 1948′de kuruluşunu takiben ortalama tarife seviyesi toplam yedi görüşmeyle kademeli olarak indirilmiştir. Uruguay Round bu başarılara bir yenisini eklemiştir. Ortalama tarife seviyeleri önemli ölçüde düşerken genel bağlı tarife seviyeleri de önemli miktarda artmıştır. Tarife indirimleri yoluyla piyasaya giriş taahütleri Uruguay Round’unda toplam 22.500 sayfalık ulusal tarife listelerinde yer almaktadır. Pek çok kısımda beş yılda tamamlanacak olan tarife indirimleri gelişmiş ülkelerin sanayi ürünleri tarifelerinde toplam % 40’lık bir indirim sağlayan, ortalama % 6,3 olan tarifeleri, % 3,8’e indirmektedir ve gelişmekte olan ülkelerden yapılan sanayi ürünleri ithalatı değer olarak % 20’den % 44’e çıkaracaktır. Tarife yapısının daha yüksek kısmında yer alan ve % 15’in üzerinde tarifeleri kapsayan tüm kaynaklardan gelişmiş ülkelere yapılan ithalat; % 7’den % 5’e ve gelişmekte olan ülkelerden yapılan ithalatta % 9’dan % 5’e düşmüştür. WTO ve GATT arasındaki farklar: WTO, sadece GATT’ın biraz genişletilmiş bir şekli değil, aksine tamamen değişik bir yapıya ve farklı bir karaktere sahiptir. İkisi arasındaki temel farklılıklar şöyle sıralanabilir; (i) GATT, herhangi bir kurumsal yapısı olmayan ve kuruluşundaki amacı 1940’ta Uluslararası Ticaret Örgütü’nü kurmak olan ve bu amaçla çeşitli kuralları içeren çok taraflı bir anlaşmadır, (ii) GATT, geçici olarak kurulmuş ve 40 yıllık bir faaliyetten sonra anlaşmaya taraf olan hükümetler GATT’ı sürekli bir anlaşmaya çevirmek istemişlerdir. WTO taahhütleri buna karşın sürekli bir karakter taşımaktadır, (iii) GATT kuralları sadece mal ticaretini kapsarken, WTO mal ticaretinin yanında, hizmetler ticareti ve ticari nitelikteki fikri mülkiyet haklarını da kapsamaktadır, (iv) GATT anlaşması çok taraflı bir araçken 1980’lerde yeni pek çok anlaşma ilave edilerek, selektif bir yapıya dönmüştür. WTO’yu oluşturan anlaşmalar ise neredeyse tamamı çok taraflıdır ve taahütler üyelerin tamamını bağlamaktadır, (v) WTO, GATT’a göre anlaşmazlıkların çözümünde daha hızlı çalışan, otomatik mekanizmalara sahiptir. 1947 GATT anlaşması 1995 yılının sonuna kadar yürürlükte kalmıştır ve bu suretle tüm GATT üyelerinin WTO anlaşmasını kabul etmeleri için gerekli süre sağlanmıştır. Fakat GATT, “GATT 1994” şeklinde WTO anlaşmasının bir parçası olarak uluslararası mal ticaretini etkileyen ana hususları belirlemeye devam edecektir. WTO Karar Alma Yöntemleri WTO, GATT’ın geleneksel olarak karar alırken kullandığı yöntem oylama değil, fakat fikir birliği (concensus) yöntemidir. Bu prosedür üyelere, bazen çok taraflı ticaret sisteminin yararına oluşan görüş birliğine katılınsa da, kendi çıkarlarını, iyi bir şekilde göz önüne alınması imkanını sağlamaktadır. Görüş birliğinin sağlanamadığı durumlarda WTO, oylama yöntemini kullanmaktadır. Bu gibi durumlarda her ülke bir oy kullanarak, karar oy çokluğuyla alınmaktadır. WTO Anlaşması’nda kabul edilen dört değişik oylama yöntemi bulunmaktadır. İlk olarak, WTO üyelerinin dörtte üçünün oyuyla herhangi bir çok taraflı ticaret anlaşması oluşturulması kabul edilebilir. İkinci olarak, Bakanlar Konferansı dörtte üç çoğunlukla uluslararası bir anlaşma tarafından herhangi bir üyeye yüklenen bir sorumluluğu kaldırabilmektedir. Üçüncü olarak, uluslararası analaşmaların hükümlerini iptal etme kararı ancak tüm üyelerce kabul edilmesi veya kararın niteliğine bağlı olarak üçte iki çoğunlukla alınabilmektedir. Fakat bu iptal kararları, sadece WTO üyeleri tarafından kabul edildikten sonra yürürlüğe girebilmektedir. Son olarak, yeni bir üyenin alınması ancak Bakanlar Konferansı’nda üçte iki çoğunlukla kabul edildikten sonra gerçekleşebilmektedir. |
WTO’da Anlaşmazlıkların Çözülmesi
WTO’da Anlaşmazlıkların Çözülmesi
Anlaşmazlıkların çözümü sistemi, WTO’nun uluslararası ticaret sistemine güvenlik ve öngörü sağlayan bir unsurdur ve bu sistem sayesinde WTO üyeleri, uluslararası ticaret kurallarının aleyhlerine ihlali durumunda kendileri bir girişimde bulunmamakta, fakat çok taraflı anlaşmazlıkların çözümü sisteminin bu durumu çözmesini istemektedirler. İlke olarak imtiyazlar, verilen cezaya konu sektörle aynı olan sektöre verilmelidir. Şayet bu uygulanabilir değil veya etkin değilse, imtiyazlar anlaşmada yer alan farklı bir sektöre de verilebilir. Her durumda WTO’nun Anlaşmazlıkların Çözümü Organı (DSB) kabul edilen tavsiyelerin ve kuralların uygulanmasını izlemekte ve her türlü anlaşmazlığa konu olan durum, tamamen ortadan kalkmadıkça gündeminde bulunmaya devam etmektedir. Kalkınmakta Olan Ülkelere ve Geçiş Ekonomilerine Yardım 1994 yılı sonunda 128 GATT üyesi ülkeden 97’sini oluşturan gelişmekte olan ülkeler ve halen piyasa ekonomisine geçiş sürecinde olan ülkeler WTO’nun üye sayısı arttıkça, örgütte ağırlıkları daha da artmaktadır. Sonuç olarak; adı geçen ülkelerin ihtiyaç ve problemlerine büyük önem verilmektedir. Örnek olarak WTO Sekreterliği kendi başına veya diğer uluslararası organizasyonlarla işbirliğine giderek seminerler düzenlemekte ve WTO taahhütlerini uygulamada veya çok taraflı ticaret görüşmelerine etkin olarak katılmada ilgili ülke hükümetlerine veya yetkili uzmanlarına teknik işbirliği imkanı sağlamaktadır. Bazı WTO faaliyetleriyle ilgili olarak ticaret politikaları ve anlaşmazlıkların çözümü konuları dahil olmak üzere, özel kurslar verilmektedir. Dahası gelişmekte olan ülkelere ve bunların içinde özellikle en az gelişmiş olan ülkelere kendi ihracatları ile ilgili olarak, ticaret ve tarife bilgileri hakkında ve bu ülkelerin WTO’ya katılmaları konusunda yardım edilmektedir. Ticaret ve Çevre WTO, ticaret ve çevre konularını birbirine bağlamaktadır. Bu konuda 1995 yılında aşağıdaki konularla ilgilenmek üzere bir komite kurulmuştur; çoktaraflı çevre anlaşmaları, sürdürebilir büyüme, çevre ve ticaret, piyasalara giriş ; özellikle gelişmekte olan ülkelere yapılan ihracatın geliştirilmesi, yurt içinde ticareti yasaklanan malların ticareti, ambalaj; etiket ve diğer dönüşümlü malzemelerin ticaretle ilgili mevzuatlarda birbirine uyumlu olmasının sağlanması. ÜYELER WTO’nun 111 üyesi bulunmaktadır. Antigua ve Barbuda, Arjantin, Avustralya, Avusturya, Bahreyn, Bangladeş, Barbados, Belçika, Belize, Bolivya, Botswana, Brezilya, Brunei, Burkına Faso, Burundi, Kanada, Orta Afrika Cumhuriyeti, Şili, Kolombiya, Kosta Rıka, Fildişi Sahilleri , Küba, Kıbrıs Rum Kesimi, Çek Cumhuriyeti, Danimarka, Cibuti, Dominik, Dominik Cumhuriyeti, Mısır, El Salvador, Avrupa Topluluğu, Finlandiya, Fransa, Gabon, Almanya, Gana, Yunanistan, Grenada, Guatemala, Gine, Yeni Gine, Guyana, Honduras, Hong Kong, Macaristan, İzlanda, Hindistan, Endonezya, Irlanda, İsrail, Italya, Jamayka, Japonya, Kenya, Kore Cumhuriyeti, Kuveyt, Lesoto, Liechtenstein, Lüksemburg,, Makau, Magadaskar, Malavi, Malezya, Maldivler, Mali, Malta, Mauritanya, Mauritus, Meksika, Fas, Mozambik, Myanmar, Nabibya, Hollanda, Hollanda Antilleri, Yeni Zelanda, Nikaragua, Nijerya, Norveç, Pakistan, Paraguay, Peru, Filipinler, Polonya, Portekiz, Romanya, St. Lusya, St. Vincent ve Grenadalar, Senegal, Sierra Leone, Singapur, Slovakya, Solvenya, Güney Afrika, İspanya, Sri Lanka, Surinam, Swaziland, İsveç, İsviçre, Tanzanya, Tayland, Togo, Trınıdad ve Tobago, Tunus, Türkiye, Uganda. İngiltere, ABD, Uruguay, Venezüella, Zambiya ve Zimbabve YAPI WTO’nun en yetkili birimi, WTO’ya üye ülke temsilcilerinden oluşan, iki yılda en az bir kez toplanan ve çok taraflı ticaret görüşmeleri ile ilgili sorunlarda karar vermekle yetkili olan, Bakanlar Konferansı’dır. WTO’nun günlük işlerini yürütmek üzere pek çok alt birim kurulmuştur. Bunlardan yine WTO üyelerinden oluşan Genel Konsey; Bakanlar Konferansına rapor vermekle sorumludur. Rutin işleri Bakanlar Konseyi adına yapan Genel Konsey, iki kısımdan oluşmaktadır. Bunlar; anlaşmazlık çözüm prosedürlerini idare eden, Anlaşmazlık Çözüm Organı (DSB) ve her bir WTO üyesinin ticaret politikalarını düzenli olarak değerlendiren, Ticaret Politikaları Değerlendirme Organı (TPRB)’dır. Genel Konsey sorumluluklarını, üç ana organa devretmiştir. Bunlar; Mal Ticareti Konseyi, Hizmet Ticareti Konseyi, Ticaretle İlgili Fikri Mülkiyet Hakları Konseyi’dir. Mal Ticareti Konseyi; her ne kadar her anlaşma kendi özel denetleme organına sahipse de, mal ticaretine konu olan anlaşmaların takibi ve uygulanmasını denetlemektedir. Diğer iki Konsey de kendi sorumluluk alanlarına giren anlaşmaların takibi ve uygulamasını denetlemekle sorumludurlar ve gerekli durumlarda kendi alt birimlerini kurmakla yetkilidirler. WTO Genel Konseyi, Anlaşmazlıkların Çözümü Organı (DSB) olarak toplanabilir ve Uruguay Round’u Nihai Senedi’nde yer alan herhangi bir anlaşmadan kaynaklanan, anlaşmazlıklarla ilgili olarak karar verir. Bu sebeble DSB, paneller kurmak, ceza vermek, verilen raporları yeniden görüşmek, karar ve tavsiyelerin uygulanmasının takibini yürütmek ve tavsiyelerin uygulanmaması durumunda, misilleme kararları vermekle yetkilidir. WTO anlaşmazlıkları önleme mekanizması, anlaşmazlığa taraf olanların herbirine temyiz yoluna gitme imkanı tanımaktadır. Temyiz başvuruları DSB tarafından kurulan bir daimi Temyiz Organı tarafından cevaplandırılmaktadır. Bu Temyiz Organı WTO üyelerini temsil eden yedi kişiden oluşmaktadır ve dört yıl görevde kalmaktadır. Bu kişilerin, herhangi bir hükümete bağlı olmamaları, hukuk ve uluslararası ticaret alanında tanınan, bilgili kişiler olmaları gerekmektedir. Cenevre’de bulunan WTO sekreterliği 450 personele sahiptir, bir Genel Müdür ve üç Genel Müdür Yardımcısı tarafından idare edilmektedir. Sekreterliğin gelişmekte olan ülkelere ve özellikle az gelişmiş ülkelere teknik yardım sağlamak gibi, özel bir sorumluluğu da bulunmaktadır. WTO ekonomistleri ve istatistikçileri, ticaret politkaları ve performansı hakkında araştırmalar yaparken; hukuk uzmanları, WTO kurallarının uygulanması ile ilgili ticaret anlaşmazlıklarının çözülmesi konularında çalışmaktadırlar. Sekreterliğin işlerinin pek çoğu yeni üyelerle anlaşmaların başlatılması ve üyelikle ilgili olarak hükümetlere tavsiyelerde bulunmakla ilgilidir. WTO bütçesi 83 milyon ABD $’dır ve ülkelerin katkıları ticarette aldıkları paya göre belirlenmektedir. WTO bütçesinin bir kısmı Uluslararası Ticaret Merkezi (ITC)’ne gitmektedir. BAŞLICA YAYINLAR WTO Focus (yılda 10 kez yayınlanmaktadır), Uluslararası Ticaret (yıllık), Uluslararası Et Piyasaları (yıllık), Ticaret Politikaları Değerlendirmesi (ülke olarak). |
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.