ForumSinsi - 2006 Yılından Beri

ForumSinsi - 2006 Yılından Beri (http://forumsinsi.com/index.php)
-   Tarih / Coğrafya (http://forumsinsi.com/forumdisplay.php?f=656)
-   -   Xvıı. Ve Xvııı. Yüzyılda Osmanlı Kültür Ve Medeniyeti Detaylı Araştırma (http://forumsinsi.com/showthread.php?t=1076033)

Prof. Dr. Sinsi 12-20-2012 12:36 PM

Xvıı. Ve Xvııı. Yüzyılda Osmanlı Kültür Ve Medeniyeti Detaylı Araştırma
 
Devlet Yönetimi
Osmanlı Devleti’nin XVII. ve XVIII. yüzyıllardaki yönetim kurumlan genellikle, XVI. yüzyıl ve daha önceki yüzyıllardaki durumlarını korudular. Saray, kalemiyye, il-miyye ve seyfiyye adları verilen Osmanlı yönetim kurumlan dış görünüşlerini korumakla beraber, birçok iç yapı değişikliklerine de uğradılar. Bu değişiklikler, kurumlann yetki, teşkilât ve yönetim usulleri alanlarında meydana geldi.
Saray ve Padişah
Osmanlı Devleti’nde devletin ve yönetimin başı padişah idi. Padişah, genellikle Topkapı Sarayı’nda, bazen de Edirne Sarayı’nda otururdu. Sultan II. Selim devrinde, sadece Veliaht-Şehzâde’nin Anadolu’daki sancaklardan birinde “yöneticilik stajı” yapılması uygun görüldü. XVII. yüzyılda Sultan III. Mehmet, “Velihat-Şehzâde’nin taşra çıkması” usûlünü kaldırdı. Bundan sonra şehzadeler hayatlannı tamamen Topkapı Sarayı’nda sürdürmeye başladılar. Böylece şehzadeler, devlet idaresinden, toplumdan ve hayattan uzaklaşarak koptular.
Fatih Sultan Mehmet devrinden beri uygulanmakta olan padişahlığın “babadan oğula geçmesi” ve padişah olanın “nizâm-ı âlem için diğer kardeşlerini katletmesi” usûlü, XVII. yüzyıl başlarında Sultan I. Ahmet zamanında değiştirildi. Padişahlığın “babadan oğula” değil, Osmanlı hanedanı içerisinde “ekber ve erşed” olana, yani yaşça en büyük ve akıllı olana geçmesi usûlü kabul edildi. Ancak, zaman zaman eski usûle de dönüldü.
XVII. ve XVIII. yüzyıllarda Sultan III. Mehmet’ten (1595-1603) itibaren Sultan III. Selim (1789-1807) arasında 16 padişah Osmanlı Devleti’ni idare etti. Bunlardan Sultan I. İbrahim (1640-1648) ve Sultan I. Mustafa’nın (1617-1618,1622-1623), sarayda kapalı ve devamlı ölüm korkusu içinde yaşamaktan ve etrafına toplanan yeteneksiz yöneticilerin tesiriyle “şuurlan bozuk” tu. Çocuk yaşta padişah olan Sultan IV. Murat’ın (1623-1640) ilk zamanlannda yönetim Vâlide-Sultan ile “Ocak Ağaları” nın elindeydi.
IV. Murat, devletin yönetimini ele aldıktan sonra çok sert tedbirler alarak, devlet otoritesini yeniden canlandırdı. Yine çocuk yaşta padişah olan Sultan IV. Mehmet’in (1648-1687) ilk zamanlannda devlet yönetimi Vâlide-Sultan ile saray mensuplannın elinde idi. IV. Mehmet, ava çok meraklı olduğu ve avcılıkla uğraşdığı için “Avcı” lâkabını aldı. Devlet işlerini Köprülü Mehmet Paşa ve bu aileden gelen diğer vezirlere bıraktı. Sultan II. Mustafa (1695-1703), kötü gidişi durdurmak için bizzat Orduy-ı Hümâyûn’un başında seferlere çıkmasına rağmen başansızlıklann devamını engelleyemedi.
XVIII. yüzyılda Sultan III. Ahmet (1703-1730) Lâle Devri’nin açılmasını sağladı. Siyâsî, sosyal, bilim ve teknik alanında bazı ıslahatlar yaptı. Fakat, Arnavut asıllıların başı çektiği bir ayaklanma sonucu tahtını kaybetti. Sultan I. Mahmut (1730-1754), yabancı uzmanlardan faydalanarak birçok askerî ıslahat yaptı. Gayretli ve çalışkan bir Türk hükümdarıydı. Sultan III. Mustafa (1754-1774), kötü ve acıklı gidişi durdurmak için gayret etti. Büyük ıslahatlar yaptı. Gayretlerine rağmen yenilgilerin devam etmesiyle üzüntüsünden öldü. XVIII. yüzyılın en dikkat çekici padişahı olan III. Selim, Nizâm-ı Cedit adını verdiği geniş ıslahat hareketlerine girişti. Hoşgörülü, kardeş kanı dökülmesini istemeyen ve ince duygulu bir hükümdar olduğundan emrindeki güçlü ve disiplinli orduyu, ıslahatına karşı isyan eden yeniçerilere karşı kullanmadı. Hatasını canıyla ödedi (1808).
XVII. ve XVIII. yüzyılda, sarayda yaşayan padişahın anneleri (Vâlide-Sultan), eşleri, yardımcıları ve koruyucuları (saray mensupları) devlet işlerine karıştılar. Saray içinde ve saray dışında diğer yöneticilerle ilişki kurarak birçok saray entrikasında, isyanlarda, memuriyet tâyinlerinde çoğu zaman kötü, bazen de çok az olmak üzere iyi etkilerde bulundular.
Kalemiyye ve Sadrâzam
Osmanlı Devleti’nde, padişahtan sonra ikinci devlet yöneticisi padişahın “mutlak vekili” sadrâzamdı. Sadrâzam “Hükümet başkanı” olarak “Divân-ı Hümâyûn” a başkanlık ederdi. Hükümet başkanı olan Vezîr-i azama, Köprülü Mehmet Paşa’dan itibaren “Sadrâzam” denilmeye başlandı. Divân’ın (Hükümet) diğer üyeleri, devletin çeşitli kurumlarının başında bulunan “Kubbe vezirleri” ydi. Divân-ı Hümâyûn giderek önemini kaybetti. Divân’ın yetkileri Sadrâzam, saray, askerî ve ilmî sınıflar arasında paylaşıldı. 1654′e kadar, sadrâzamlar işlerini Topkapı Sarayı’nda Kubbealtı’nda toplanan Divân-ı Hümâyûn’da görürlerdi. 1654′tcn itibaren sadrâzamın makamı “Bâb-ı Alî” oldu. Bâb-ı Alî gittikçe önem kazandı. Buna karşılık 1794′te, bazı kalemlerin Bâb-ı Alî’ye taşınmasından sonra Divân-ı Hümâyûn’un önemi kalmadı.
Sadrâzamın, “Sadaret Kethüdası, Çavuşbaşı ve Reisülküttab” unvanlarına sahip üç yardımcısı bulunmaktaydı. Sadaret kethüdası (Kâhya Bey), içişleri ve askerî hizmetleri yürütürdü. Aynı zamanda sadrâzamın vekiliydi. Çavuşbaşı, Bâb-ı Alî’nin teşrifat (protokol) ve güvenlik işlerini yürütür, halkın şikâyet ve dâvalarına bakardı. Divân ve Bâb-ı Alî’deki bütün kalemlerin (kâtiplerin, bürokrasinin) başı olan Reisülküttab, sadrâzamın en önemli yardımcısıydı.
“Reisülküttab Efendi”, emrindeki “Beylik Kalemi, Tahvil Kalemi ve Amedî Kalemi” vasıtası ile saray, sadrâzam ve dışişleri ile ilgili bütün yazışmaları yürütürdü.
Beylik Kalemi: Hükümetin maliye dışındaki konulara ait belgelerini, hükümet kararlarını “Mühimme Defterleri” ne kayıt eder ve yayınlardı.
Tahvil Kalemi: Yüksek dereceli ve önemli memurlukların tâyin “beratlarını hazırlar, saklar ve kontrol ederdi. Küçük memurlukların, tâyin “berat”larının hazırlanıp, saklanması ve kontrolü işiyle “Ruus Kalemi” uğraşırdı.
Amedî Kalemi: Reisküttab Efendi’nin özel haberleşmesini ve yabancı ülkelerle olan yazışmaları yürütürdü.
Devlet işlerinin yürütülmesinde Divân-ı Hümâyûn’un öneminin azalması ve Bâb-ı Alî’nin önem kazanması ile yazışmalar arttı. Memleket içindeki yazışmaları yapmak üzere Reisülküttab Efendi’ye bağlı olarak “Mektub-ı Sadaret Odası” kuruldu.
Bütün bunlardan ayrı olarak, görünüşte Divân-ı Hümâyûn’a bağlı “Divân-ı Hümâyûn Tercümanı” kalemi (dairesi) bulunmaktaydı. Bu daireye Müslüman olmayan azınlıklardan ve özellikle Rumlardan memur alınırdı. Divân-ı Hümâyûn Tercümanı, aslında Reisülküttab’a bağlı olarak çalışırdı. 1826 yılından itibaren Divân-ı Hümâyûn Tercümanı dairesine gayrî müslim memurların alınmasına son verildi. Bunların yerine, “Tercüme Odası” ndan yetişen Müslüman memurlar tâyin edilmeye başlandı.
XVII. ve XVIII. yüzyıllarda Defterdarlık kendi başına önemli bir yönetim kurumu oldu. Defterdâr’ın yetkilerinin büyük bir bölümü Bâb-ı Alî’ye geçti. Buna rağmen “Bâb-ı Defterî” adı verilen malî işler kendi başına bir devlet kapısı oldu.
XVII. ve XVIII. yüzyıllarda sadrazamlık ve defterdarlık makamları çok güçlendi. İlmiyye ve askeriyye (seyfiyye) sınıfı dışında, önceki zamanlarda bir olan “devlet kapısı”,
Bâb-ı Hümâyûn: Padişah (Devlet) Kapısı,
Bâb-ı Alî : Sadrazam (Hükümet) Kapısı,
Bâb-ı Defterî: Defterdar (Maliye) Kapısı olmak üzere üçe çıktı.
İlmiyye ve Şeyhülislâm
XVII. ve XVIII. yüzyıllarda, Şeyhülislâm’ın başkanlığındaki “ilmiyye” sınıfı, geniş bir teşkilât ve güce sahipti. İlmiyye sınıfı gücünü bazen saray, bazen kalemiyye ve bazen de askeriyye sınıfı ile birleştirerek büyük bir etkinlik kazandı. Osmanlı Devlet ve toplum yapısında, yönetimin herhangi bir emir ve işleminin uygulanması için, Şeyhülislâm’ın emir ve işlemin “şer’i hukuka uygun olduğuna dair belge”, yani “fetva” vermesi gerekliydi. Aynca, ilmiyye mensubu, yönetimin herhangi bir işlem ve emrini “fetva” ile “geçersiz kılma” hakkına sahipti. Bu bakımdan, bütün devlet teşkilâtı ilmiyye sınıfına muhtaçtı ve bu sınıfla iyi geçinmek mecburiyetindeydi.
Eğitim, adalet, diyanet teşkilâtının yönetimi ile vakıfların kontrol ve yönetimi ilmiyye sınıfının elindeydi. Çok büyük vakıf gelirleri, ulemaya iktisadî bakımdan bir rahatlık sağlamaktaydı. Bu yönüyle, ilmiyye sınıfı, memleketin en küçük yönetim ve yerleşme birimine kadar yayılmış tesirli bir güce sahipti.
Devletin gücünün azalması ve iç karışıklıklar ilmiyye sınıfını da etkiledi. Bilginler, XVIII. yüzyıldan itibaren kendilerini yenileyemediler. Yeni düşünce ve teklifleri ile devlete yön vermesi gereken ilmiyye sınıfı esas görevini yerine getirmekten uzaklaştı. Rüşvet ve iltimasın hiç bulunmaması gereken bu zümre de, kariyer yerine rüşvet ve iltiması üstün tutmaya başladı. Bu durumda bulunan ilmiyyenin fikrî verimsizliği ve yeni bilgiler üretememesi tam anlaşılamadığından, ıslahat ilmiyye sınıfını değil, askeriyeyi hedef aldı.
Ulemanın bir kısmı, XVII. ve XVIII. yüzyıllarda yapılan ıslahat hareketlerini destekledi. Bir kısmı desteklemekten uzak kaldı ve ıslahat hareketlerine karşı tavır aldı.
XVII. yüzyılın ünlü bilgini Kâtip Çelebi “Mizanu’l Hakk fi thtiyari’l Ahakk” adlı eserinde, ilmiyyenin içinde bulunduğu durumu açıkça anlatmaktadır. XVII. ve XVIII. yüzyıllarda az çok değişikliklere uğrayan ilmiyye sınıfı gücünü, XX. yüzyıla kadar korudu. İlmiyye sınıfı da bir “devlet kapısı” olup, bu kapının adı “Bâb-ı Meşîhat” (Şeyhülislâm kapısı) idi.
Seyfiyye (Askeriyye)
Osmanlı Devleti’nde, dört önemli kurumdan biri de askeriyye idi. Bu yönetici Zümre, XVII. ve XVIII. yüzyıllardaki savaşlarda devamlı yenilgilere uğradı. Disiplin, malîye ve teşkilât bakımlanndan bozuldu. Devlet için en büyük mesele oldu. Askeriyye-deki bozukluk iki asır devam etti. Bu sebeple, bütün ıslahat hareketleri askeri alam hedef aldı. Savaşlarda devamlı yenilen askeriyyenin bozukluklan ve başansızlıklan hemen görülmekteydi.
XVII. ve XVIII. yüzyıllardaki bütün ıslahat hareketlerinin kendilerini hedef almasından ve menfaatlerinin zedelenmesinden askerî zümre rahatsız oldu. XVII. ve XVIII. yüzyıllarda sık sık ayaklanıp isyan ettiler. Ayaklanma ve isyanlarında bazen ilmiyye, bazen saray ile işbirliğine girdiler, öyle bir an geldi ki “Devlet mi asker için var, yoksa asker mi devlet için var?” diye tartışma başladı.
Toprak Yönetimi
XVII. yıldaki toprak sistemi, XVI. yüzyıldaki durumunu korudu. Ancak, hızlı gelişme ve değişmeler sonucu Osmanlı toprak sistemi bozulmaya başladı.
Müslümanların elinde ve tamamen mülkiyetinde bulunan “öşriyye” denilen topraklar, XVII. yüzyılda başlayan iktisadi sıkıntılara bağlı olarak köylünün elinden çıkmaya başladı. Merkezî yönetimdeki bozukluklar ve devlet otoritesinin zayıflaması ile birlikte eyâletlerde “ayan, eşraf, mütegallibe” adı verilen kimseler ortaya çıktı. XVII. yüzyıbn başlanndan itibaren artan savaş masraflan, uzun süren savaşlar ve Anadolu’da meydana gelen iç kanşıklıklar köylünün çiftini bozarak, toprağı terk etmesine sebep oldu. Ayan, eşraf, mütegallibe ve “ribâhor” denilen faizci kişiler, vergisini zamanında ödeyemeyen köylünün elinden toprağını ucuza almaya başladılar. Bu suretle, “büyük çiftlikler” kuruldu.
Hristiyan halkın elinde bulunan “haraciye” denilen topraklann durumu da, “öşriyye” topraklann aynısı idi. Rumeli’de XVIII. yüzyılda başlayan iç kanşıklıklar, köyden şehire göçü hızlandırdı. Hızlı göç toprak düzenini alt-üst ederek bozdu.
XVII. yüzyılın başlanndan itibaren “Tımar Sistemi” nin bozulması ile “mirî topraklar” ın durumu da karmakanşık bir hale geldi. Tımar ve zeametler ehline verilmeyip “iltizam ve emânet” usûlü ile vergiler toplanmaya başlandı. Bu usûlde, peşin ücreti fazla vermek esas olduğundan, rekabet ve fiyat artışı sürekli oldu. Mirî araziler, mültezime her verilişinde yeni zamlar ile verilirdi. Mültezim ya da emin adı verilen kişiler, belli bir köyün devlete ödeyeceği vergiyi, kendisi devlete peşin öderdi. Sonra da gider, köylüden devlete ödediği vergiyi tahsil ederdi. Vergi tahsilinde kanuna göre belli bir oranda kâr payı alırlardı. Ancak mültezim veya eminler, devlet otoritesinin boşluğundan faydalanarak, köylüden daha fazla vergi almaya başladılar.
Osmanlı Devleti, vergi toplayacak bir memur tâyin etme ve ona maaş ödeme külfetinden kurtulmak ve reayanın vergisini verebileceği bir koruyucu bulmasını sağlamak amacıyla “mirî araziler” in gelir kaynaklarını mültezime verirdi. Merkezî devlet otoritesinin olduğu zamanlarda bu usûl faydalı oldu. Fakat, devlet yönetiminde bozuklukların başlamasından itibaren bu usûl “halk ile yönetim” arasında bir so-ğuk-luk meydana getirdi. Aşın kâr elde etmek isteyen mültezimlerin zulümlerinden bıkan köylü, devletin kendisine verdiği topraklan bıraktı. Büyük şehirlere göç etti. Bazı köylüler ise yapılan haksızlık ve zulme karşı “levent, celâlî, eşkiya” olup dağa çıktılar, tç isyanlara ve karışıklıklara katıldılar. Tımar sisteminin bozulması ile “Tımarlı Sipahiler” ortadan kalktı.
Devlet, Tımar Sistemindeki bozuklukları düzeltmek için ıslahat yaptı. XVII. yüzyılda kısmen ve geçici olarak başarı sağlayan ıslahat çalışmaları, XVIII. yüzyılda olumlu bir netice vermedi. Osmanlı toprak yönetiminin bozulması ile ortaya çıkan ve köylünün toprağını elinden alarak “büyük çiftlikler” kuran “ayan, eşraf ve mütegallibe” 1er, XIX. yüzyılda, Sultan II. Mahmut’un karşısına çıkacaklar ve “Sened-i İttifak” a imza koyarak, mevcut durumlarını devlete kabul ettireceklerdir.
Ordu ve Donanma
Ordu
Osmanlı Devleti’nin Duraklama ve Gerileme devirlerinde, savaşlarda sürekli yenilen ordu ve donanmadaki bozukluklar dikkati çekti. Bu yüzden XVII. ve XVIII. yüz-yıllardaki birçok ıslahat ordu ve donanmanın düzeltilmesi amacı ile yapıldı.
Yeniçeriler, devletin maaşlı, kışlalarında oturan, talim ve harp tekniği ile uğraşan, savaş sıralarında neferlerini tamamlayarak savaşa giden, komutanlarına boyun eğen ve onların her dediklerini yerine getiren “Kapıkulu Ordusu” nun çekirdeği idi. Sultan III. Murat devrinde 1595′te “Devşirme Kanunu” bozuldu. Yeniçerilerin sayısı giderek arttı. Sultan I. Ahmet (1603-1617) devrinde yeniçeriler 47.000′e, altı-bölük halkı 21.000′e ulaştı. Yeniçeri “esame’Meri (maaş cüzdanı), borç senedi ve devlet tahvili gibi alınıp satılmaya başladı. Enderun halkı ve ulema “esame”leri ellerine geçirdiler. Esnaf, tüccar ve bunların hizmetkârları bir yolunu bulup yeniçeri esamesi elde ettiler. Yeniçeri sayısı gittikçe azalmasına rağmen, yeniçeri esamesi sürekli arttı. Seferlerde yeniçerilerin çoğu bulunmaz, ulufelerini (maaşlarını) almak için subaylarını veya yoldaşlarını vekil ederlerdi. Ocak ağalan da esame satışına başladılar. Savaşlarda ya da emekli iken ölen yeniçerilerin “esame defteri”nden kayıtlan silinmesi gerekirken, silinmedi. Karlofça Antlaşmasından önce yeniçerilerin sayısı 70.000′di. Fakat, gerçek hizmet yapan ise 10.000′di. Fatih ve Kanunî devrindeki özelliğini kaybeden “Kapıkulu Ordusu” nun maaşlannı hazine karşılayamaz oldu. Yeniçeriler, maaşlan ödenmediği zamanlarda isyan ettiler. Sultan IV. Murat ve Köprülü Mehmet Paşa devirlerinde disiplin altına alındılar. Fakat, Sultan II. Mahmut tarafından 1826′da ortadan kaldınlıncaya kadar “devlet içinde devlet” olmaya devam ettiler.
Islahat hareketleri kendilerine yönelik olduğu halde, her defasında karşı çıkıp, siyasî oyunlara alet olarak isyan ile ıslahatçıları ortadan kaldırdılar. Bununla da kalmayıp 1622de Sultan II. Osman’ı ve 1808′de Sultan III. Selim’i öldürdüler.
Eyâlet ordusu (tımarlı sipahiler), XVII. yüzyılın başlannda “Tımar Sistemi*1 nin bozulması ile çöktü. Sultan III. Murat zamanında kanunsuz olarak vezir emeklilerine tımarlar verildi. Eyâletlerde, Beylerbeyi haksız yere bir kişiye Umar verdiğinde, hakkı olan kişi İstanbul’a şikâyette bulunurdu. Merkezden tımar verilmeye başlayınca, bu şikâyet yolu da ortadan kalktı. Başta padişahlar olmak üzere devlet ileri gelenleri, tımarların büyük bir kısmını yakınlanna dağıttılar. Bir kısım tımarlar arpalık, paşmak-lık olarak “Havassı-ı Hümâyûn” a alındı. Devlet ileri gelenlerine ait sepet tımarlarını saraydaki dilsizler, cüceler, hokkabazlar, sihirbazlar… ele geçirdiler. Arka arkaya “akça” nın değerinin düşürülmesi sonucunda köylü fakirleşerek, kendilerinden istenileni yerine getiremez oldu. Tımarlı sipahisi Batı’nın askerî ve ziraî teknolojisinden faydalanamadı. Osmanlı Devleti, uzun süren savaşlarda yenildi ve toprak kaybına uğradı. Artan nüfusa karşılık tımar sayısı azaldı. XVIII. yüzyılda geçim kaynaklannı yavaş yavaş kaybeden Anadolu Türk’ü, tımara talip olmakta, fakat savaşa gitmeyi istememekte idi. Rüşvet ve iltimas yolu ile tâyin edilen alaybeyleri de XVIII. yüzyılda devlet ileri gelenlerine ve valilere menfaat sağlayarak, onlann himayesi altında “alaybeyi” olmakta idi.
XVIII. yüzyılda tımarlı sipahisi gücünü tamamen kaybetti. Tımarlı sipahilerin yerini sayısı devamlı artan yeniçeriler aldı. Beylerbeyi, vezir, sancakbeyi gibi “rical-i devlet”in “kapı halkı” nı yeniçeriler meydana getirdi. Tımarlı sipahilik değerini kaybedince, tımar ve zeametlerin bir kısmı “mirî mukataa” haline getirildi. Mirî muka-taalar, 1695′ten itibaren malikâne halinde kayd-ı hayat şartı ile satıldı. Bu usûl de yerli ailelerin zenginleşerek kuvvetlenmesini sağladı. Neticede XVIII. yüzyılda “âyan-ı vilâyet” adı verilen, devlet ile halk arasındaki “ayan, eşraf ve mütegallibeler” türedi. Toprağını bırakan köylüler “âyan-ı vilâyet” in askerleri olarak “kapı halkını” meydana getirdiler.
Akıncılar, XVI. yüzyılın sonlarında bozulmaya başladılar. 1595′ten itibaren akın-cılık söndü. XVII. ve XVIII. yüzyılda akıncılar tamamen ortadan kalktılar. Osmanlı Devleti’ne bağlı Kırım Hanlığı, Eflâk, Boğdan ve Erdel gibi beyliklerin atlı askerleri de gittikçe önemini kaybetti. Ancak, Kırım kuvvetleri XVIII. yüzyıl ortalarına kadar kuvvet ve önemlerini korudular.
Donanma
XVII. yüzyılda donanmanın durumu kara ordusundan farklı değildi. Kanunî devrindeki donanma, III. Mustafa zamanına gelinceye kadar değerinden çok şey kaybetmişti. 1645′te Girit’e asker çıkararak, adanın fethine başlanıldığı zaman, Venedik donanması Çanakkale Boğazı’nın çıkışını işgal etti. Venedik donanmasını Çanakkale’den çıkaracak bir kuvvet yoktu. Köprülü Mehmet Paşa, yeniden düzenlediği donanma ile Venediklileri Çanakkale’den uzaklaştırdı.
Kaptân-ı Derya Mezamorto Hüseyin Paşa’nın büyük gayretleri ile Osmanlı Türk donanması yeniden canlandırıldı (1695-1698), Türk donanması, Mezamorto Hüseyin Paşa kumandasında, Çanakkale ve Adalar Denizinde Venediklilere karşı başarılı savaşlar kazandı.
Sultan III. Mustafa 1757′den itibaren donanma işlerine büyük bir önem verdi. Tersanelerde yıllardır inşa halinde olan savaş gemileri ile yakından ilgilendi ve yeni gemiler yapıldı. 1770′deki “Çeşme Felâketi” nden sonra kaptân-ı derya olan Cezayirli Gazi Hasan Paşa, ıslahat yaparak donanmaya yeniden çeki-düzen verdi. Tersaneler gözden geçirildi ve denizci yetiştirmek üzere okullar açıldı. Sultan III. Selim, bozulan donanma işlerini bir kanunnâmeye bağladı. Küçük Hüseyin Paşa’yı kaptân-ı deryalığa tâyin etti. Küçük Hüseyin Paşa, donanmada bulunan kalyonların sayımını yaptı. Bütün kaptanların yeteneklerini inceleyerek, herkesi durumuna uygun gemilere tâyin etti. Sultan III. Selim devrinde, Avrupa’dan denizcilik mühendisleri getirildi. Uzun bir süreden beri işlemeyen 15 tersane çalıştırıldı. III. Selim’in emri ile yapılan üç gemi denize indirildi (23 Şubat 1797).
XVII. yüzyıldan itibaren donanmanın önemini kaybetmesi sonucunda, donanma askerleri dağıldı. Bu askerlerin bir kısmı yüksek dereceli devlet memurlarının “kapı halkı” araşma girdiler. Diğer kısmı ise Anadolu’daki iç karışıklıklara katılarak eşkiya oldu. Bu sebeple, iç karışıklık ve isyanlarda rol oynayan bir grup eşkiyaya “levend” adı verildi.
Garp Ocakları
Bu yüzyıllarda Osmanlı Türk donanması önemini ve gücünü kaybetmesine rağmen, Osmanlı Devleti’ne bağlı uzak eyâletlerden olan “Garp Ocaklarlarında (Cezayir, Tunus ve Trablusgarp) müstakil ve güçlü donanmalar bulunmaktaydı. Cezayir donanması, Donanmay-ı Hümâyûn’un yerini alarak, Akdeniz’in Osmanlı Türk hâkimiyetinde kalmasını sağladı. Cezayir Beylerbeyi emrindeki donanma, XVII. yüzyılda Atlas Okyanusu’na açılarak, İrlanda, İngiltere ve İzlanda adalarına seferler düzenledi. 1625′te Cebelitarık Boğazı’ndan geçen Murat Reis, İngiltere ile İzlanda arasındaki Bristol Kanalı ağzında bulunan Lundi Adası’nı zaptetti. 1626′da İrlanda ile Iskoçya’nın batısından ve kuzeyinden dolaşarak Kuzey Denizi’ne çıktı. Hollanda ve Danimarka kıyılarını vurdu. Danimarka’dan sonra Norveç Fiyortları’na giren Murat Reis’in cesareti akıl sınırının dışında olduğundan efsanevî bir hâtıra bıraktı. 1627 ve 1642 yıllarında yine aynı yoldan İzlanda’ya gitti. İzlanda’dan 800 esir alarak Cezayir’e gönderdi. İşte bu esirler arasında bulunan “Olaf adlı ve Luter mezhebinden bir rahip”, esirlikten kurtulmuş, ülkesine döndüğünde hâtıralarını yayınlamıştır. 1628′de Murat Reis, İzlanda’dan batıya yöneldi. Atlas Okyanusu sularını aşarak Temöv sularında Amerika’yı gördü. 1660′ta, Cezayir donanmasına bağlı bir Türk filosu Kuzey Amerika kıyılarına ayak bastı. 1681′de bu hareketini ikinci defa tekrarladı.
XVIII. yüzyılda, Cezayir Beylerbeyliği donanması, gücünü kısmen kaybetmiş olmasına rağmen, Akdeniz’deki Türk hâkimiyetini devam ettiren önemli bir deniz gücüydü. Cezayir donanmasına bağlı Türk filoları, 1785 ve 1793 yıllarında A.B.D.’nin ticaret gemilerini ele geçirdiler. A.B.D. Başkanı George Washington, Cezayir Beylerbeyi Dayı Hasan Paşa ile antlaşma yaptı (5 Eylül 1795). Bu antlaşmaya göre, A.B.D. her yıl 642 bin dolar ve ek olarak on iki bin Türk altını vergi ödeyecekti. Bu antlaşma A.B.D.’nin yabancı dilde (Türkçe) imzaladığı ve vergi ödemeyi kabul ettiği ilk antlaşmalardan biridir.
Maliye
XVII. ve XVIII. yüzyıllarda Osmanlı Devleti maliyesi, eski düzeni bozulduğu ve yeni bir düzenleme yapılamadığı için karışıklık içindeydi. Sık sık değişen padişahlar, her padişah değiştiğinde ödenen “cülus bahşişleri”,uzun süren savaşlar ve bu savaşlarda artan masraflar, bozulan yönetim ve sosyal yapının meydana getirdiği iç karışıklıklar ile isyanlar “devleti yıpratmış” tı. Devletin yıpranması ile birlikte maliye de bozuldu.
Hazinede para kalmadığından Sultan IV. Murat tahta çıktığında “cülus bahşişi” dağıtılamadı. Tasarrufu seven ve İran üzerine düzenlediği seferlerde galip gelen IV. Murat devrinde hazinenin durumu düzeldi. Daha sonra Kemankeş Kara Mustafa Paşa, mevcut durumu bir süre daha koruyabildi. Sultan IV. Mehmet devrinde hazinenin durumu gittikçe bozuldu. 1653′te hazinedeki açığı kapatmak için, gelecek iki yılın (1654 ve 1655) devlet mülkiyetinde olan topraklarının (miri mukataa) vergi gelirleri açık artırma ile satıldı. Bu toprakların vergi gelirlerini satın alan “mültezim”ler, devlete ödediklerini kat kat fazlası ile reayadan çıkardılar. Köprülüler döneminde hazinenin durumu tekrar düzeldi. 1683′ten itibaren başlayan ve 16 yıl süren “Felâket Seneleri”nde, durum tekrar kötüleşti. İlk defa, bakırdan para darbedildi (kesildi/basıldı). Çok uzun süren savaş masraflarının karşılanması için “bakır para basımı” da çözüm getirmedi. Tımar ve zeamet arazileri, 1695′ten itibaren, “iltizam” usûlü ile bölge halkından zengin kimselere ya da “malikâne” (kayd-ı hayat şartı ile mülkiyet) usûlü ile satıldı.
XVIII. yüzyılda Sultan III. Ahmet ve Sultan I. Mahmut devirlerinde sıkıntı devam etti. Sultan I. Mahmut, “hazinenin sıkıntılı olduğu zamanlarda saraydaki altın ve gümüş eşyanın eritilerek akça kesilmesini” istedi. Hattâ o kadar ileri gidildi ki, saray kütüphanesinde bulunan “eşi bulunmaz kıymetli eserler” satılarak, cephelerde savaşan orduya para yetiştirildi. Kırım’ın Ruslar tarafından işgali (1783) üzerine çıkan Osmanlı-Rus Savaşı’nda, devletin malî durumu çok bozuldu. Yabancı devletlerden borç para alınması düşünüldü. Fakat kendine güvenini kaybetmeyen Türk maliyecileri ” Devlet -i Alîye’nin zayıf durumunu Avrupalıya belli etmemek ve duyurmamak” için borç almaktan vazgeçtiler. “Altın eşyanın dinen yasak olduğu” na dair fetva çıkarılarak, halktan bedeli karşılığında alun toplandı Toplanan altınlara, saraydan çıkarılan altın ve gümüş eşyalar da eklenerek akça kesildi (1789-1794).
Eğitim-Öğretim
XVII. yüzyılda, eğitim-öğretim kurumları bozuldu. Devlete ve topluma “düşünce, ilim, teknik ve kültür alanlarında öncülük edecek, yönlendirecek” ilmiyye sınıfındaki bozukluklar, eğitim-öğretim kurumlarının gerilemesine sebep oldu. Medreseler, toplumun ihtiyaçlarını karşılayacak biçimde kendilerini yenileyerek gelişecekleri yerde, dar kalıplar içine girerek çıkmaza girdiler. Bu yıllarda, Avrupa üniversiteleri büyük bir hamle yaptılar. İlim ve kültür alanlarında, içinde bulunduktan toplumun ihtiyaçlanna cevap verecek gelişmeleri sağladılar. Kendi toplumlarına rehberlik görevini yerine getirdiler.
Osmanlı medreseleri, yeni buluşlar yapacak düşünceler ortaya koyacağı yerde, telif eserler bile vermemeye başladı, öyle bir an geldi ki, daha önce yazılan değerli eserlere “şerh ve haşiye” (açıklamalar) yazanlar bile azaldı. Bazı devlet adamlarının, müderrislikle ilgisi bulunmayan küçük yaştaki oğullarına “beşik ulemalığı” yolu ile müderrislik (profesör) unvan ve makamları verildi. Böylece gerçek bilginlere, ilmiyye dereceleri kapatılmış oldu.
XVIII. yüzyılda, özellikle askeri alandaki ıslahatlar sırasında, Sultan I. Mahmut devrinden iübaren medreselerin dışında askerî okullar açıldı. Bu okullarda, Batı’da gelişen bilim ve teknik alanlarındaki gelişmeler öğretildi. XVII. ve XVIII. yüzyıllarda, Osmanlı Devleti büyük bozgunlara uğramasına, siyasî ve malî krizler yaşamasına rağmen, hiç kimse “fikrî kısırlık” üzerinde durmayı akıl edemedi. Bu sebeple eğitim-öğretim kurumlarının ıslahı meselesi gündeme gelmedi. XVII. yüzyılda Kâtip Çelebi ve Koçi Bey, “eğitim-öğretim kurumlarının ıslahı gerektiği” ni bildirmelerine rağmen, bu alandaki ıslahat gerçekleşmedi.
Bilim ve Teknik
Osmanlı Devletinin ileri gelen yöneticilerinden, Koçi Bey, Sultan IV. Murat’a sunduğu Koçi Bey Risâlesi’nde: “Halen tarik-i ilim dahi fevkalhad mütegayyir olmuş ve aralarında cari olan Kanun-ı kadim tenezzül bulmuştur… Menasıb-ı ilmiyye şefaatle verilmek murad değildir. Alim hangisi ise ana gerektir.” diyerek, XVII. yüzyılda medreselerin nasıl bozulduğunu açıklamaktadır. Yine XVII. yüzyılın önemli ilim adamlarından Kâtip Çelebi (1609-1659), “Mîzanü’l-Hakk fi İhtiya-ri’l-Ahakk” (En Doğruyu Sevmek İçin Hak Terazisi) adlı eserinde: “… Nice boş kafalı kimseler, İslâmlığın başlangıcında bir maslahat için ortaya konan rivayetleri görüp cansız taş gibi -akıllarını kullanmadan- yalnız taklid ile donup kaldılar. Aslını sorup düşünmeden red ve inkâr eylediler. Felsefe ilimleri diye kötüleyip yeri göğü bilmez cahil iken bilgin geçindiler. Onlar Allah’ın göklerde ve yerdeki o muazzam mülk’ü saltanatına, Allah’ın yarattığı herhangi bir şeye, belki ecellerinin yaklaşmış olduğuna da bakmadılar, tehdidi kulaklarına girmedi. Ulu Osmanlı Dcvleti’nin ilk çağlarından Sultan Süleyman Han zamanına gelinceyedek hikmet ile şeriat ilimlerini uzlaştıran gerçek araştırıcılar ün almışlardı. Ebülfeth (Fatih) Sultan Mehmed Han Medaris-i Semaniye’yi yaptırıp kanuna göre iş görülüp okutulsun diye vakfiyesinde yazmış ve Haşiye-i Tecrid ve Şerh-i Mevâkıf derslerinin okutulmasını bildirmişti. Sonra gelenler bu dersler felsefiyâttır diye kaldırıp Hidâye ve Ekmel derslerini okutmayı akla uygun gördüler. Yalnız bunlarla yetinmek akla uygun olmadığı için ne felsefiyât kaldı, ne Hidâye kaldı, ne Ekmel. Bununla Osmanlı ülkesinde ilim pazarına kesat gelip, bunları okutacak olanların kökü kurumaya yüz tuttu.” diyerek ilim adamlarının seviyesini ortaya koymuştur.
Koçi Bey ve Kâtip Çelebi’nin sözlerinden anlaşıldığı gibi, XVII. yüzyılda Osmanlı Türk ilim dünyasında önemli bir düşüşün olduğu anlaşılmaktadır. Bununla birlikte, XVII. yüzyılda matematik, tıp, edebiyat, tarih, coğrafya, din ve ahlâk alanlarında birçok eser yazıldı.
Hızır Halife Taberî “Gezire-i Erkam” ve Diyarbakırlı Mehmet Çelebi “Redd -ü Kabul Ecvibe” adlı eserlerini Matematik alanında yazdılar.
Tıp alanında: Larendeli Siyahîzâde Derviş 1615′te “Mecmuatu Tıb”, Zey-nelabidin bin Halil Sultan IV. Murat’a takdim ettiği “Şifa’ül Fuad”, Sultan IV. Murat’ın hekimbaşısı Emir Çelebi “Enmüzec’üt Tıb”, Şirvanlı Şemseddin “Teşrih’ ül Ebdan”, Halepli Nasrullah bin Sellum “Gayet’ül Beyan”, Hayatîzâde Mustafa Feyzi “Resa’ül Müşfiyye” adlı eserleri yazdılar. Tıp alanındaki bu eserlerin çoğu lbnî Sina’nın eserlerinden faydalanılarak yazılmıştır. Avrupa’da tıp alanındaki gelişmelere de bu eserlerde yer verilmiştir.
XVII. yüzyılın ünlü bilgini, medrese dışından yetiştiğinden “Kâtip” diye adlandırılan Hacı Halife Abdullahoğlu Mustafa (1609-1659), yani Kâtip Çelebi‘dir. Kâtip Çelebi’nin eserleri: Keşf’üz Zünûn (on beş bin ilmî eserin yazan ve konusu hakkında bilgi veren bibliyografya), Cihannüma (coğrafya), Fezleke (tarih), Tuh-fet-ül Kibar fi Esfar’ül Bihar (Osmanlı Türk donanmasının deniz savaşlarını anlatır), Mizan’ül Hakk İthtiyari’l Ahakk (Fen ilimlerinin faydası ve bu konudaki XVII. yüzyıldaki tartışmaları anlatır) ve Düstur’ul Amel fi Islah’il Halel’dir (Osmanlı Devleti’nde ıslahat çalışmaları).
.
XVII. yüzyılın önemli şahsiyetlerinden biri de Evliya Çelebi’dir (1611-1682). 1630′da İstanbul’dan başlayarak ölümüne kadar Osmanlı Devleti’nin çeşitli yerlerini gezip gördü. Gezip gördüğü yerlerin bütün özelliklerini ve inceliklerini, ahlâk, görgü, örf ve âdet, meşhur kişiler, tarihî eser ve binalar ile tarihlerini en ince ayrıntılarına kadar yazdı. Gezip gördüklerini “Evliya Çelebi Seyahatnamesi” adlı meşhur eserinde anlattı. 10 ciltlik seyahatname, Türk ve dünya tarihinin en büyük seyahat eserlerindendir. Evliya Çelebi, eserinde akıcı bir Türkçe kullanmıştır.
XVII. yüzyılda Sarı Abdullah Efendi, Hibrî Ali Efendi, Hazerfen Hüseyin Efendi, Müneccimbaşı Ahmet Dede gibi bilginler, dinî, ahlâkî ve tarihî konularda eserler yazmışlardır.
XVIII. Yüzyılda İlim: Bu yüzyılda, fen ilimleri alanında gerileme oldu. Buna karşılık genel kültür alanında çok değerli eserler yazıldı.
XVIII. yüzyılın başlarında, Nevşehirli Damat İbrahim Paşa, içlerinde ünlü şair Nedim’in de bulunduğu 25 kişilik bir “Tercüme Hey’eti” (İlim Kurulu) kurdu. Bu kurul üyeleri telif ve tercümeleri ile çok değerli eserler meydana getirdiler. Kurul üyelerinden İstanbul Kadısı Esat Efendi, Aristo’nun “Fizik” adlı eserini açıklamalarla Türkçe’ye çevirdi. Geniş açıklamalarında dairenin kareye çevrilmesi, teleskop ve mikroskoptan bahsetmiştir.
Tıp alanında: Süleymaniye Tıp Medresesi (üniversitesi) müderrisi Ayaşlı Şaban Şifaî (ölm.1704), Zekeriyayı Razî, lbnî Sina ve Aydınlı Hacı Paşanın yazdığı Doğu tıbbına ait eserlerden faydalanarak doğum ve çocuk sağlığı hakkında Tedbir’ül Mevlûd” adlı eseri yazmıştır. Derviş Ömer Şifaî (ölm.1746) adlı bir başka hekim ise kimya ve tıptan bahseden iki eser yazmıştır. “Minhac üş-Şifaî” adlı eserinde Doğu usûlü bitkilerden yapılan ilâçların yerine, Batı usûlünde yapılan kimyevî ilâçların kullanılmasından bahsetmektedir. Bu yüzyılda Batı’dan kimyevî ilâçlar Osmanlı memleketine girmeye başladı. Avrupa’dan birçok doktor gelip, Osmanlı şehirlerinde hasta muayenesine ve tedavisine başladılar. Bu durum yerli doktorlar arasında büyük rahatsızlıklar meydana getirdi. 1729 yüında hükümet bir emir çıkararak bütün hekimleri imtihandan geçirmeye karar verdi.
Abbas Vesim Efendi (ölm.1761), XVIII. yüzyılın ikinci yarısında yaşamış, Osmanlı tıbbının gelişmesinde rol oynamış devrin önemli hekimlerinden bindir. Doğu ve Batı tıbbına ait eserlerden faydalanarak yazdığı ” Duştur’ül-Vesim fi Tıbb’ül Cedid ve’I Kadîm” (Eski ve yeni tıp konusunda Vesim’in Prensipleri) adlı eserinde; bedenin bütün organlarının hastalıkları ile özellikle kadın ve çocuk hastalıklarından bahsetmiştir. Vesim Efendi, bu ünlü eserinde “Verem hastalığının mikroplardan meydana geldiğini” belirtmiştir. Böylece Vesim Efendi, verem mikrobunu keşfeden ve bundan bahseden ilk Türk bilgini olmuştur.
XVIII. yüzyılda, ordunun ıslahı için getirtilen yabancı uzmanlann tesiri ile Matematik alanında önemli gelişmeler oldu. Humbaracı Ahmet Paşa ve Baron dö Tot’un tesiri üe Hendesehane ve Mühendishane adlannda matematik ve geometri okulları açıldı. Sultan I. Mahmut zamanında, 1734′te açılan Humbarahane (Mühendishane)’nin ilk hocalarından Mehmet Sait Efendi, “Rub-ı Müceyyib-i Zülkavseyn” adlı bir eser yazmıştır. Eserinde, iki açısı bilinen bir üçgenin diğer açı ve kenarlarının hesaplanmasını sağlayan bir alet geliştirdiğinden bahsetmektedir. Aynı zamanda, iki nokta arasındaki uzaklığı hesap yolu ile ölçmeyi sağlayan bir usûl geliştirdi.
XVIII. yüzyılda, matematikten bahseden, ansiklopedik bir eser olarak dikkati çeken “Marifetnâme”yi Erzurumlu İbrahim Hakkı (1703-1780) yazdı. Eski ile yeniyi birleştiren bu ansiklopedide; Allah’ı tanımak (Marifetullah), gökyüzü, yıldızlar, ay, güneş, dünya; dünya, ay ve güneşin hareketleri, ay ve güneş tutulmaları hakkında bilgiler verilmektedir. Marifetnâme’de; dört işlem, sayılar, bilinmeyen sayılan bulma, bir sayının kökünü bulma, cisimlerin boyudan, nokta, çizgi, yüzey ve tarifleri, geometrik şekil ve cisimler hakkında geniş açıklamalar bulunmaktadır. Her türlü ilimden bahseden “Marifetnâme”, çok büyük bir ün kazanmıştı.
.
XVII. ve XVIII. Yüzyıllarda Teknik: XVII. yüzyılda Sultan IV. Murat zamanında, Hezarfen Ahmet Çelebi ve Lagarri Hasan Çelebi adlarındaki iki Türk bilgini havacılık tarihine geçen başarılı uçuş denemeleri yaptılar.
Hezarfen Ahmet Çelebi, vücuduna taktığı kanatlar ile Galata Kulesinden hareket etti. Uçarak İstanbul Boğazı’nı geçti ve Üsküdar’daki Doğancılar’a indi (1636). Hezarfen Ahmet Çelebi, uçma tasarısını ilk gerçekleştiren Türk bilgini olarak havacılık tarihinde yerini aldı. Aynı zamanda planörcülüğün de öncüsü oldu.
Lagari Hasan Çelebi, roketle uçmayı gerçekleştirdi. Kendi icadı olan barut macunuyla dolu yedi kollu bir fişeğe binerek yardımcılarının ateşlemesiyle uçmayı başardı. Füzeyle uçan ilk Türk bilgini olması sebebiyle füzeciliğin atası sayılmaktadır.
Her iki bilgin gösterdikleri başarılan sebebiyle Sultan IV. Murat tarafından mükâfatlandırıldılar.
Bu yüzyıllarda, Avrupa’da teknik buluşlar yeni başladı. Osmanlı Devleti Avrupa’ daki teknik gelişmelerden matbaayı aldı ve ilk Türk matbaası, Lâle Devri’nde İstanbul’da açıldı (1727). Matbaanın yanı sıra aynı devirde kâğıt, kumaş ve çini fabrikaları kuruldu. Gemicilik ve silâh sanayii gibi askeri alanlarda birçok teknik çalışma yapıldı. Osmanlı Devleti’ndeki teknik çalışmalar, genellikle Avrupa ülkelerinden çok geride ve zayıf bir durumdaydı. Buna rağmen önemli buluşlar da yapılmıştır. Bunlardan en Önemlisi çiçek aşısıdır. Avrupa’da Canner tarafından bulunmadan seksen yıl önce çiçek aşısının İstanbul’da kullanıldığı, İngiltere sefiresi Madam Montegü’nün mektuplarında ifade edilmektedir.
Tarih ve Siyaset Alanlarında Yazılan Eserler
İbrahim Peçevî (1574-1650), Karaçelebizâde Asım Efendi (ölm.1653) ve Müneccimbaşı Ahmet Dede (1672) XVII. yüzyılın tarihçileridir. Yüzyılın sonlarına doğru, Osmanlı Devletinde “vakanüvis”lik (tarihî olayları günü gününe yazan resmî tarihçi) kuruldu. Sadrâzam Amcazade Hüseyin Paşa tarafından ilk vakanüvis olarak Naima Efendi (1655-1716) tâyin edildi. Naima Efendi, Naima Tarihi adlı meşhur Osmanlı Türk tarihini yazdı.
XVIII. yüzyılın önemli tarihçileri, Mehmet Râşit Efendi (ölm.1735)), San Mehmet Paşa ve Silâhtar Fındıklılı Mehmet Ağa’dır (1658-1724). Mehmet Râşit’in, Türk zaferlerini anlatan elliye yakın Fütûhatnâmesi; Defterdar San Mehmet Paşa’mn, “Zübdet’ül Vekayi” (Olayların Özü) ve Silahtar Mehmet Ağa’nın Silâhtar Tarihi adlı eserleri bulunmaktadır. Devrin vakanüvisleri Asım Efendi (ölm.1759) ve Vasıf Efendi’dir(ölm.l807).
XVII. ve XVIII. yüzyıllarda, tarih alanında yazılan eserlerden başka, siyaset ve ıslahat konularında, “devrin hükümdarına nasihat” amacı ile yazılan eserler de bulunmaktadır. Ayn-i Ali Efendi, XVII. yüzyılın başlarında “devletin yapısı, kanunlan ve bunların ıslah edilmesi” hakkında bir eser yazdı. Göriceli Koçi Bey, hazırladığı “Koçi Bey Risalesi” adlı eseri 1631′de Sultan IV. Murat’a takdim etti. Koçi Bey, eserinde Osmanlı Devletinin gerilemesinin sebeplerini: “Padişahların hükümet ve askerlik işlerine bakmaktan uzaklaşmaları, sadrazamlık makamının görevlerine başkalarının müdahale etmesi ve bu makamın gücünün azalması, sarayda ve diğer devlet kurumlarında farklı grupların ortaya çıkması ve bu grupların birbirleriyle çekişmeleri ve devletin bütün kurumlarında meydana gelen bozulmalar” olarak belirtmiştir.
Kâtip Çelebi, 1656da yazdığı “Düstur’ül Amel fi Islah’ul Halel” adındaki eserinde; Koçi Bey’in söylediklerini tekrarlayarak, Osmanlı Devleti’nin gerilediğini ve zayıf bir durumda bulunduğunu, fakat devletin sağlam temeller üzerine kurulduğu için uzun süre devam edeceğini belirterek, ıslahat yollarını göstermektedir.
XVIII. Yüzyılın sonlarına doğru Defterdar Sarı Mehmet Paşa (ölm. 1716) “Nesayih’ül Vüzera vel Ümera” (Vezirlere ve İdarecilere Nasihatler) adlı eserini yazmış ve Naima Efendi de tarihinde benzer konular hakkında düşüncelerini açıklamış tır. Bu eserlerde, devletin zayıflayıp gerilemesinin sebeplerinden çok zayıflık belirtileri üzerinde durulmuş olması, dikkat çekici bir özelliktir.
XVIII. Yüzyılda, İbrahim Müteferrika ıslahat konusunda bir eser yazmıştır. Bu eserdeki fikirlerin tesiri ile Avrupa tarzı askerî eğitim konusuna ağırlık verilmiştir. Yüzyılın sonlarına doğru Sultan III. Selim, devlet büyüklerinden ıslahat konusunda “layiha” (rapor) 1ar istemiş ve ıslahat konusunda birden fazla rapor hazırlanmıştır. Bu raporlarda, daha çok askerî ıslahat üzerinde durulmuş ve mevcut ordunun yanında yeni bir ordu kurulması teklif edilmiştir. Bu sebeple, Sultan III. Selim’in yaptığı ıslahatların temeli bu raporlara dayanmaktadır.
Dil ve Edebiyat
Osmanlı Devleti, XVII. yüzyılda idarî ve siyasî bakımdan sönük bir dönem yaşamaya başladı. Ancak XVI. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin tesiriyle; Türkçe ve Türk kültürü, fethedilerek Türk hâkimiyetine alınan Balkan ve Kuzey Afrika ülkelerinde benimsenmişti. Türk medreseleri, Basra ve Budin arasında Türk kültürünü yaymış ve edebiyatta İran tesiri yok olmaya başlamıştı.
Dîvan edebiyatında Bağdatlı Ruhî (ölm.1605), Nef’î (15757-1635), Şeyhülislâm Yahya (1561-1644), Nailî (ölm.1666) ve Nabi (1672-1712) devrin ünlü şairleridir. Halk edebiyatında, Karacaoğlan (1606-1679), Âşık Ömer (ölm.1707) Gevheri (ölm.1715), Kuloğlu, Kâtibi, Kayıkçı Kul Mustafa; Tekke edebiyatında ise Şeyhülislâm Bahayî (1601-1653) ün kazanmışlardır. Evliya Çelebi Seyahatnamesi başta olmak üzere, XVII. yüzyılın tarihî ve edebî kaynaklan bu yüzyılda gölge oyunu (Karagöz) ile kukla oyununun birtakım oyun kollan tarafından oynandığını, orta oyununun eğlence âlemlerinde yaygın olduğunu belirtmektedirler.
.
XVIII. yüzyılda, İstanbul şivesi bütün incelikleri ile kullanıldı. Yerli konular işlenerek halk şiiri, dîvan şiiri üzerinde etkili oldu. Bu suretle dîvan şiirinde dilde kısmen sadeleşme başladı. Yüzyılın en önemli dîvan şairleri Nedîm (1681-1730), Koca Râgıp Paşa (1699-1765), Haşmet (7-1768), Fithat Hanım (7-1780) ve Şeyh Galip’tir (1757-1799). Bunlardan Koca Râgıp Paşa, devlet adamı, sadrâzam ve aynı zamanda öğretici şiir dalında kudretli bir şairdir.
XVIII. yüzyılın dikkati çeken yeni bir edebî türü “sefaretnâme” lerdir. Osmanlı Devleti’nin resmî görevle dış ülkelere gönderdiği elçiler, bulundukları ülkelerdeki “ilim ve teknik alanındaki gelişmeler”i “sefaretnâme” adı verilen raporlarında anlatmışlardır. Bunlardan Paris elçisi Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi’nin “Sefaretnâme-i Fransa” ile Viyana ve Berlin’de elçilik görevi yapan Ahmet Resmî Efendi’nin “Sefaretnâme-i Ahmed Resmî” adlı eserleri Osmanlı Devleti’nde önemli sonuçlar doğuran eserlerdir.
Sosyal ve Ekonomik Hayat
XVIII. yüzyılda, Osmanlı Devleti’nde uzun süren savaşlar, iç karışıklıklar ve isyanlar sosyal yapıda önemli değişiklikler meydana getirdi. Tımar sisteminin bozulması, nüfus artışı, köylerden şehir merkezlerine hızlı göçün olması, yeni meseleler ortaya çıkardı. Devlet, artan savaş masraflarını karşılamakta güçlük çekmeye başladı. Tımar sisteminin bozulması ile üretim düştü; devletin gelirleri azaldı. Tımarlı sipahiler önemini kaybederek azaldı. Buna karşılık eyâlet askerlerinin (tımarlı sipahiler) yerini günden güne sayısı artan kapıkulu askerleri (maaşlı askerler) aldı. Devlet, bu askerlerin maaşım ödeyemez duruma düştü. Adaletsizlik ve haksızlık yüzünden köyünü ve tımarını terk eden işsiz-güçsüz dolaşmakta olan binlerce insan, kendine menfaat sağlamak için iç karışıklık ve isyanlara katılmaya hazır durumda idi. Köy ve köyden küçük yerleşim yerlerinde can ve mal güvenliği kalmadığından, herkes güvenli olan büyük şehirlere göçtü. Kahvehaneler çoğaldı. Tütün ve içki kullanımı yaygınlaşarak arttı.
Merkeze bağlı eyâletlerde durum böyle iken, merkeze tâbi uzak Mısır, Trablus-garp, Tunus, Cezayir ve Yemen gibi eyâletlerde de “devlet otoritesi” çok zayıfladı. Bu eyâletlerde yönetim, mahallî güçlerin (dayı, ayan, eşraf, şeyh, emîr…) eline geçti.
Osmanlı sosyal yapısı bozuldu. Sosyal yapıda, XVI. yüzyıldaki ahenk kalmadı. Devletin tebaası olan gayri müslim vatandaşlar, kapitülasyonlar ve antlaşmalar ile giderek yabancı devletlerin himayesine girdi. Osmanlı Devleti’ne olan samimî bağlılıkları azalarak, giderek devletten kopmaya başladılar. Bu yüzyılda Papalık, artık açıktan “eli bayraklı” Türk düşmanlığını bıraktı. Fransa’nın yardımı ile, Osmanlı memleketine misyonerler göndererek okullar açmaya başladı. Bu suretle açılan “azınlık okulları” vasıtası ile Osmanlı Devleti’ni içten çökertme faaliyetlerine hız verildi.
Hint Okyanusunda Portekizliler yenildikten sonra, Portekiz’in yerini güçlü donanmaları ile ingilizler ve Hollandalılar aldı. Hint ve Çin mallan, Osmanlı topraklarından Baü’ya gitmedi, tpek ve Baharat Yolu ticareti yön değiştirerek, Osmanlı Devleti toprakları dışına çıktı. Karayolu ticareti ise, iran’ın yardımıyla Kafkasya üzerinden Rusya üzerine kaydı. Böylece Osmanlı Devleti, dünya ticaretinin akışı içinde genel bir yalnızlığa itildi ve tek basma kaldı. Bir taraftan da, giderek güçlenen Avrupa ticaretinin tesiri altına girdi. Belirtilen olumsuz sebeplerden, Osmanlı Devleti’nde iktisadî hayat bozuldu.
Avrupalı tüccarlar, kapitülasyonlardan faydalanarak, Osmanlı Türk tüccarını saf dışı ettiler. Osmanlı Devleti’nin hammaddelerini dışarıya (kendi ülkelerine) çektiler. Avrupa’nın bu ticarî baskısına, Loncalar (esnaf topluluğu) kendi içlerine kapanarak ve daha sıkı kontrol kurarak karşı koymak istedi. Bu yol ile de ticarî serbestlik ve iktisadî gelişme engellenmiş oldu. Loncalar, çok ucuz olan Avrupa mallan karşısında erimeye ve yok olmaya başladılar. Dünyadaki iktisadî gelişmeyi takip edemeyip ayak uydura-madılar. Gittikçe zayıflayan ve eski gücünü kaybeden Osmanlı Türk donanması, Avrupalı devletlerin donanmaları karşısında Akdeniz hâkimiyetini kaybetti. Denizlerdeki hâkimiyetini kaybeden Osmanlı Devleti, dar bir kara alanına sıkışarak kapanıp kaldı.
Sanat
a) Mimarlık
XVII. yüzyıldaki mimarlık, XVI. yüzyıldaki gibi devam etti. Yüzyılın başlarında Mimar Mehmet Ağa, istanbul’da Sultanahmet Camii’ni yaparak “Sinan Okulu” nu devam ettirdi. Sultanahmet Camii’nin iç düzenini değiştirip, aydınlık ve ferahlık sağlayarak mimarî alanında bir yenilik yaptı. Bu yüzyılda, Eminönü’de Yeni Cami’ in (Valide Camii) yapımına, Sultan III. Murat’ın eşi Safiye Sultan’ın emri ile başlandı (1597). IV. Mehmet’in annesi Valide Turhan Sultan’ın yardımıyla bitirildi. Mısır Çarşısı da, Yeni Cami’in vakfı olarak yapıldı. Türk mimarîsinin ve süsleme sanatının bir incisi olan Yeni Cami’in mimarları Davut Ağa, Dalgıç Ahmet Çavuş ve Mustafa Ağa’dır. Yine bu yüzyılda. Valide Kösem Sultan adına Üsküdar Çinili Camii yapıldı. Sultan IV. Murat devrinde yapılan Mustafa Paşa Köşkü ve Bağdat Köşkü, Türk sivil mimarîsinin en güzel eserlerindendir.
.
Osmanlı mimarisi, XVIH.yüzyılda kendi mimarî tarzını bırakarak, belli bir süre Türk-Batı karması biçiminde devam etti. Daha sonra, kendi mimarî tarzını bırakıp, tamamen Batı mimarlık tarzı olan barok ve rokoko üslûbunu benimsedi. Avrupa mimarî tarzı ile birçok saray, köşk, çeşme, han, hamam ve bahçeler yapıldı. Bu devirden kalan eserlerden en önemlisi, Ayasofya’nın arkasındaki “Sultan III. Ahmet Çeşmesi” dir. Tophane’de bulunan Sultan I. Mahmut Çeşmesi, Sultan I. Mahmut devrinde yapımına başlanan ve Sultan III. Osman devrinde tamamlanan (1756) Nuruosmaniye Camii, Sultan III. Mustafa’nın yaptırdığı (1763) Lâleli Camii, Sultan III. Selim’in yaptırdığı Üsküdar Selimiye Camii ile Halıcıoğlu Camii ve Hekimoğlu Ali Paşa Camii, barok tarzında yapümış mimarî eserlerdir.
b) Hat Sanatı
XVI. yüzyılın ikinci yansından itibaren büyük bir gelişme gösteren hat sanatı, XVII. yüzyılda daha da gelişti. Sultan Ahmet Camii’nin yazılarını Kasım Gübarî (ölm.1624) yazdı (Pirinç taneleri üzerine yazı yazdığı için kendisine “Gübarî” adı verilmiştir). Devrin en meşhur hattatı, Hattat Derviş Ali’nin yetiştirdiği Hafız Osman (ölm. 1698)’dır. Sultan II. Mustafa Han da Hafız Osman’ın talebesiydi. Sultan IV. Murat da iyi bir hattat idi.
Hat sanatı, XVIII. yüzyılda yeni çeşitler kazandı. Gelişmesine devam etti. Devrin en ünlü hattatı Kazasker Abdûlbâki Efendi (ölm.l743)’dir. Sultan III. Ahmet de çok iyi yazı yazan bir hattat idi. Bu yüzyılda tezhib (süsleme) sanatı çok ileri bir durumda idi. Çinicilik, ağaç oymacılığı vb. sanat alanlarında, bugün abidelerimizi ve müzelerimizi süsleyen değerli eserler yapıldı.
.
c) Resim
Osmanlı Türk resim sanatı, Türk süsleme sanatlarından nakış, çini ve hat sanatı yanında, “minyatür” alanında gelişerek kendini gösterdi. Osmanlı Türk minyatürü, doğu minyatürlerinden farklı bir üslupta gelişti.
XVII. yüzyılda, Hünernâme’nin resimlerini yapan Osman Çelebi, Nakkaş Hasan Paşa, Bihzad (ölm.1653), Esedî ve Fennî Mehmet Dede (ölm.1715) minyatür alanında ün kazandılar.
Sarayda görevli olan ressamlardan (Hassa Musavveri) başka, serbest çalışan sivil ressamlar da vardı. Bunlar imtihanla saraya alınırlardı. Sultan III. Ahmet devrinde (1703-1730), İstanbul’a batılı ressamlar (Melling gibi) geldiler, insan resmi yapmakta çok usta olan Hassa Musavveri Levnî, XVIII. yüzyılın en ünlü minyatürcüsü ve ressamıdır. Seyyit Vehbi’nin yazdığı “Sûr-Name” nin minyatürlerini, Levnî yapmıştır.
.
Sultan III. Selim devrinde, Kapıdağlı Kostantin adlı bir Osmanlı ressamı, Osmanlı padişahlarının resimlerini yapü. Topkapı Sarayı’nda sergilenen resimlerin çoğu Türk ressamları tarafından yapılmış olmasına rağmen, ressamlardan bazılarının isimleri belli değildir. Minyatür ve resim dışında tezhib, nakış, mezar taşlarının süslenmesi gibi çeşidi alanlarda birçok sanatçı yetişti.
d) Musikî
XVIII yüzyılda Osmanlı Türk musikîsi zirvesine ulaştı. Lâle Devri’nin zevk ve eğlence hayatı, bu devrin padişah ve devlet adamlarının musikîye düşkün oluşları, kendilerinin de bizzat musikî ile uğraşmaları Türk musikîsinin gelişmesini sağladı. XVII. yüzyılda Durak Bey, bütün ülkedeki sazları ve tariflerini bildiren “Saznâme” sini ve IV. Murat devrinde de Manisalı Revnî, Saznâme benzeri bir eser yazdı. Evliya Çelebi, Scyahatnâmcsi’nde yirmiden fazla sazın adını yazmış ve tarifini yapmıştır. Batı sazlarından keman, Sultan IV. Mehmet devrinde Osmanlı sarayına girdi. Osmanlı sarayında, çeşitli sazları öğreten saz üstatları bulunuyordu. Bini aşkın bestesi bulunan Taşçızade Recep Çelebi (ölm.1692), bestelerini sazlar eşliğinde sarayda cariyelere öğretirdi. Kırım Hanı II. Gazi Giray, Tokatlı Derviş Ömer Gülşeni besteleri ile ünlü musikî üstadlandırlar. Musikîye çok düşkün olan Sultan IV. Murat, segah makamını çok sevmekteydi.
XVII.yüzyılın ikinci yarısında Ömer Bey, Hafız Post (ölm.1693) ve Bu-hurîzâde Itrî Mustafa Efendi (ölm.1711) adlarında üç büyük ve ünlü musikişinasımız yetişti. Türk musikîsinin en ünlü bestelerinden “Tekbir” in sahibi Itri’dir.
XVIII. yüzyılın ünlü musikişinasları; Kazasker Abdülbâki Efendi, Şeyh Mehmet Rıza Efendi, Ebubekir Ağa (ölm. 1726) ve Sultan III. Selim’in hocalarından Kırımlı Hafız Kâmili (ölm.l818)’dir. Sultan I. Mahmut ve Sultan III. Selim, aynı zamanda birer beskekâr idiler. “Suzidilara” makamını bulan ve birçok beste yapan Sultan III. Selim, aynı zamanda bir “ney üstadı” ydı.



Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.