ForumSinsi - 2006 Yılından Beri

ForumSinsi - 2006 Yılından Beri (http://forumsinsi.com/index.php)
-   Tarih / Coğrafya (http://forumsinsi.com/forumdisplay.php?f=656)
-   -   Tarihten İlginc Olaylar..(3) (http://forumsinsi.com/showthread.php?t=1059354)

Prof. Dr. Sinsi 11-25-2012 05:32 PM

Tarihten İlginc Olaylar..(3)
 
Vikingler ve Amerika

Koskoca bir kıtanın kişisel nedenle kaybı
İS 1001

11. yüzyıl Viking halklarının en güçlü olduğu dönemdi. Kanunları çok iyi düzenlenmiş, vahşetleriyle ünlenmişlerdi. Yöneticileri dünyanın en zengin ve en güçlülerindendi. Bizans İmparatorluğu'nun gurur duyduğu şeylerden biri, İmparator Varangian'ın muhafızlarının tamamen Rusya'dan ve İskandinavya'dan gelme Vikinglerden oluşmasıydı. Vikingler gemileriyle Dublin'den Kiev'e kadar yelken açarlardı.

Ama şaşırtıcı bir şekilde, Amerika kıtasına yerleşmediler. Hem de Avrupalılar arasında yerleşme olanağına ilk onlar sahip olmuşken... Vikinglerin toprak hırsları, neredeyse altına duydukları kadardı. Nova Scotia kıyılarındaki yemyeşil 'Vinland' harika bir ödül olacaktı onlar için. Ayrıca Vikinglerin yerleştiği İzlanda'dan ve Grönland'dan daha iyi bir iklimi vardı. Toprağı verimsiz, havanın hep kasvetli olduğu anavatanları Norveç'ten de iyiydi. Yerlilerin karşı koyması yerleşmelerine bir engel teşkil etmedi.

Amerika'ya yerleşen Avrupalı göçmenlerin yerlilere karşı sahip oldukları tüfek gibi teknolojik üstünlükleri olmasa da zırhları ve çelik silahları yetmişti. Hem de pek uzak değildi. Grönland'dan Amerika kıyısına gitmek, Norveç'ten İzlanda'ya ya da İzlanda'dan Grönland'a gitmenin yarısı kadardı. Bugün bile Nova Scotia'da durursanız, ufukta yüksek Grönland zirvelerinin gölgesini görebilirsiniz. Öyleyse Avrupa'nın en yayılmacı, en din**** insanlarından olan Vikingler yağmaya böylesine hazır bu kıtayı neden tercih etmediler?

Bunun yanıtı, Viking tarihinin en ünlü iki adamının karanlık geçmişlerinde yatıyor. Birisi Kızıl Eric, ya da nam-ı diğer Kanlı Eric; diğeri de oğullarından Leif Ericson'du.

Vikingler, tecavüz ve çapulculukta kötü bir üne sahip olsalar da, Kızıl Eric onlar için bile çok vahşiydi. Norveç'te ufak bir kavga sonucunda silahsız bir komşusunu öldürdüğü için önce Norveç'ten İzlanda'ya sürgüne gönderildi. Orada oğlu Leif doğdu. İzlanda'ya yerleştikten sonra yeni bir kavgaya tutuştu ve orada uzun süredir yaşayanlardan birini öldürdü. O sıralar onu sürgüne gönderecek başka bir yer olmadığı için, Eric'e birkaç komşusunun olduğu İzlanda'nın batı kesimine yerleşmesi emredildi. Bu da bir işe yaramadı.

982 yılında Eric yeniden kavga sonucunda birisini öldürmesiyle 'Kanlı' lakabıyla anılmaya başladı. Böylece Eric İzlanda'dan da uzaklaştırıldı. Ama katil aynı zamanda insanları etkilemesini de biliyordu. Etrafına bir grup memnuniyetsiz, sıkılmış Viking'i topladı. Uzun yola dayanaklı gemiler inşa ettiler ve batıya doğru yelken açtılar.

Eric ve arkadaşları, kara görene kadar beş yüz mil yol aldılar. Eric, yeşil ülke anlamına gelen Grönland adını, buzla kaplı bölgeye yeni insan çekmek için koymuştu. Eric ve arkadaşları İzlanda'ya geri döndüler ve orada bir koloni kurmak üzere birkaç yüz Vikingli aileyi ikna ettiler. Hava kötü, toprak kayalık olmasına rağmen burada yaşayan başka kimsenin olmaması her şeyi katlanılır kılıyordu. Böylece Eric'in bilfiil komutası altında belki de beş yüz kişiden oluşan bir koloni Grönland'e yerleşti.

1001 yılında, o zamanlar bütün Vikingleri çeken gezi tutkusu Eric'in oğlu Leif in de kanına girdi. Ama gitmek için kesin bir hedef belirlemişti. Çeşitli belirtilere ve söylenenlere göre daha batıda başka bir ada daha vardı. Babası hala Grönland'ın yöneticisiydi ve bu da Leif'in gemisine adam toplayarak, bu adayı keşfetmek üzere yelken açmasına olanak verdi. Şaşırtıcı bir şekilde kısa süren bir yolculuktan sonra Nova Scotia'nın kıyısına vardılar. Babası gibi, Leif de iyi bir ismin insanları çekeceğini bildiğinden buraya Vinland adını verdi.

Vinland'ın anlamının üzümle pek bir ilgisi yoktu, doğru tercümesi "bereketli" ya da "dostane" ülke olabilir. Sonra, artık bin beş yüz kişilik kalabalık bir topluluğa sahip Grönland'a döndü. Babası gibi o da Vinland'ın keşfini duyurmak, yerleşecek insan çekmek ve babasının Grönland'da yaptıklarını yapmak istiyordu.

Ama kader buna izin vermedi. Kızıl Eric tahtını Leif'e bırakarak öldü. Anladığımız kadarıyla Grönland'ı iyi yönetmiş ve liderliği vaktinde koloni genişlemişti. Ama Leif, yönetiminin ilk birkaç yılında ülkesiyle ilgilenmekten Vinland'a hiç vakit ayıramadı. Bu yüzden Vinland'la ilgilenme görevini kız kardeşi, Freydis'e verdi.

Freydis'in araştırma gezileri sonucunda ilk kez Vikingler ve Amerika yerlileri birbirleriyle karşılaşmış oldu. Vikingler taş ev yapmaya başladıklarında kalmaya karar verdikleri anlaşılınca, yerliler çevrelerinde küçük bir kontrol halkası oluşturdular. Bir araya geldiler ve elli kadar Vikingi gemisini geri püskürttüler. Vikingler kaybetmiş olsa da Freydis bu kaybedilen çatışmada bile bir kahraman olmuştu. Geri dönüp yerlilerin üstüne vahşi bir şekilde saldırarak, gemiler güvenle yola çıkana kadar geri çekilmelerini sağlamıştı.

Freydis, birkaç yıl sonra daha büyük bir grupla geri döndü. Bu sefer daha iyi silahlanmışlardı, sayıca daha fazlaydılar. Ama koloninin kaderi çoktan kötü çizilmiş gibiydi. Freydis'in gemisi karaya ilk çıkanlardan değildi. Freydis geldiğinde, sahiplenmeyi düşündüğü eve daha önce gelen iki erkek kardeş ve ailelerinin yerleştiğini gördü.

Babası, Kanlı Eric'in geleneğini sürdüren Freydis bunu kabullenemedi. Her iki kardeşi birden öldürdüğünde kimse araya girme gereğini duymadı. Ama karılarının ve çocuklarının da öldürülmelerini emrettiğinde kimse bunu yapmaya yanaşmadı. Öfkeden deliye dönen Freydis, eline bir savaş baltası aldı ve bu işi de kendi halletti.

O yıl sömürgeciler kışı geçirmek için Grönland'a döndüler. İki ailenin katlinin duyulmaması için çaba harcandı ama birileri yine de konuştu. Bu, Leif'i çok zor bir duruma soktu. Kız kardeşi nedensiz yere, Leif'in korumakla sorumlu olduğu kadınları ve çocukları öldürmüştü. Kurallara göre katili öldürtmesi gerekiyordu, ama aynı zamanda kendi kız kardeşini ölüme göndermesi Viking kurallarını çiğnemesi anlamına geliyordu. Sonunda, üzüntüyle ve kendini zorlayarak Leif bir çözüm buldu, kız kardeşini sürgüne gönderdi ve Vinland'a gidilmesini yasakladı.

Belki de, Vinland'da hiç yerleşim olmazsa, hafızalardan bu kötü anıyı silebileceğine ve kız kardeşini geri getirebileceğine inanıyordu. Ya da bu fiyaskodan o kadar hayal kırıklığına uğramıştı ki, katliamın gerçekleştiği yerin bir daha ne adını duymak, ne de görmek istiyordu.

Böylece yıllar boyunca yasak sürüp gitti. Hatta Leif'in ölümünden sonra kötü hasatlar, zor kışlar yaşanmasına rağmen koloniyi batıya, Kuzey Amerika'ya doğru yaymamaları, bunu akıllarına bile getirmediklerini gösteriyor. Bunun yerine birçok kişi Grönland'da kalmalarının olanaksızlığını anladılar ve tekrar İzlanda'ya döndüler. Birkaçı kalmaya devam etti, ama iki yüz elli yıl sonra Grönland, tekrar kıta Avrupasından kimsenin olmadığı bir yere döndü.

Bu arada bütün bu yıllar sırasında, sadece ailede bir katil olduğu için Leif'in Vinland'a koyduğu yasak saygı gördü. Sonuç olarak, dönemin en din**** ırkı Kuzey Amerika'yı işgal etme şansını kaçırmış oldu. Eğer Eric'in oğlu, kız kardeşinin gözden düşürdüğü topraklara gitmeyi yasaklamasaydı, bugün dünya ne kadar farklı olurdu?

Ama o zaman, yapılacak en iyi şey gibi görünmüştü.

Prof. Dr. Sinsi 11-25-2012 05:32 PM

Tarihten İlginc Olaylar..(3)
 
Jul Sezar'ın Seçilmesi

Tirana ölüm, yaşasın yeni imparator
İÖ 10, Roma

Jul Sezar'ın yönetimi altındaki Roma savaş ganimetleriyle güçlenmiş ve zenginleşmiş bir imparatorluğun merkeziydi, yüzyıllarca önce Roma'nın soylu ailelerinin yaşadıkları ve hatta üzerinde tarım yaptıkları toprakları, şimdi zengin Romalı senatörler köle çalıştırarak işletiyorlardı. İmparatorluğun özgür vatandaşları yoksullaşıyordu. Ne çiftlikleri onların verimli topraklarıyla, ne de güçleri köle fabrikalarının üretimiyle boy ölçüşebilecek durumdaydı.

Roma şehrinde yaşayanların sayısı birkaç bin kişiden iki milyonun üstüne çıkmıştı. Bu kadar insanı beslemek şimdiden hazineye ve tüccar denizcilere zor geliyordu. Şehir halkını beslemek için gereken tahıl, Mısır'ı ve bugün Balkanlar diye bilinen Romalıların Panoria adını verdikleri bölgeyi fethetmelerinin önemli bir nedeniydi. Her iki bölgede de tahıl bol miktarda vardı. Nüfusu artan, aç Roma kendisini yönetenlerden çok şey bekliyordu.

Bütün hükümetlerde olduğu gibi bürokrasi kendi kendine varolmaya başlamıştı. Rüşvet yeme toplumun her kesiminde almış başını gidiyordu. Genellikle rüşvet, alınmamasını kontrol etmekle görevli zengin senatör aileleri tarafından destekleniyor ve korunuyordu. Lejyonlar az sayıda İtalyan, daha çok da yeni fethedilmiş ülkelerin vatandaşlarının egemenliğindeydi.

Ortalıkta huzursuzluk hakimdi; itfaiyecilik bile bir sorundu. Roma genellikle birkaç katlı tahta evlerden oluşan bir şehirdi. İtfaiyecilik, şehir için çok önemliydi. Ama aynı hükümet gibi, o da çürümüş bir kurum haline gelmişti. Geniş alanlar fahiş fiyatlarla özel şirketlere ruhsatlanmıştı.

Bunlar da karşılığında, bir yangın çıktığında evlerini kurtarmak ya da korumaya çalışmak için her bir ev sahibiyle anlaşmaya başladılar. Çoğunlukla bu şirketler ev tam yanarken geliyorlar ve yangını söndürmeye çalışırken ek bir para talep ediyorlardı.

Politikacılar da intizamsız ve kuralsız ortamda siyasi katillere dönüşmüşlerdi. Özel çeteleri, hizipler ellerinde tutuyorlardı. Hatta ordu bile bağımsız hareket ediyordu. Senato, orduyu kontrol altında tutmak için çoktan bir yasa koymuştu. Buna göre hiçbir kumandan, senatonun izni olmadan Rubicon nehrini aşarak ordusunu başkente yaklaştıramayacaktı... ki hiçbir zaman da böyle bir izin verilmedi.

Birkaç general Roma'ya girecekleri tehdidinde bulundular; hatta bir tanesi ordusunu yasal sınır olan Rubicon nehrinin ilerisine geçirdi. Bu general, Roma'nın çoğunluğunu oluşturan pleplerin desteğini almış Jul Sezar'dı. Ama Lepidus gibi diğer liderlerin kendi lejyonları vardı. Mesela Crassus'un emrinde imparatorluğun zenginliğinin büyük bölümünü ellerinde bulunduran bir grup adam bulunuyordu.

Önde gelen liderler haricinde, politikacılara yapılan suikastlar çok artmıştı. Bir zamanlar son sözü söyleme yetkisine sahip olan Senato hızla güç kaybediyordu.

Zengin ailelerin ve önemli işlerin başında olan senatörlerin bir karar vermeleri gerekiyordu. Daha fazla demokrasi halk tarafından kontrol edilmek demekti. Pleplerin zengin elit zararına kendi şartlarını iyileştirmek için hareket etmeleri önlenemezdi. Diğer yandan, Sezar gibi liderlerde güçlü bir temel, zenginlik ve halkı yönetmek için gerekli yetenek vardı. Bu, bütün yetkilerin bu liderlerden birine verilmesi demekti. Bu değiş tokuş sayesinde huzur gelecek, bu da zenginlerin mali ve sosyal pozisyonlarını sağlama alacaktı.

Ya da Senato, birçok üyesinin önerdiği gibi, geleneklerin yanında yer alabilir ve imparatorluğun kontrolünü elinde tutmaya çalışabilirdi. Ama varolan durum Senato'nun halktan hiç destek almadığını ve çatışan güçler tarafından yakında bir kenara atılacağını gösteriyordu.

Böylece senatörler bir araya geldiler ve en az karşı çıkmayı getirecek olan çözümde karar kıldılar. Jul Sezar zaten birinci konsüldü, eşit konumda olanlar arasında en önde olandı. Zengin ve soylu bir aileden geliyordu, kendi ordusu vardı ve geçmişte Galya savaşlarında gücünü kanıtlamıştı. Eğer Senato imparatorluğu yönetmek için güçlü birisini seçecekse en uygunu oydu. Jul Sezar'ın başa geçmesi ve huzur ortamı yaratması her şeylerini kaybetmelerinden daha iyiydi. Jul Sezar'ın hayat boyu birinci konsül seçilmesinin, en azından kendileri için barış ve refah sağlayacağını düşünüyorlardı.

Böylece, Roma'nın soylu aileleri, bir kriz sırasında değil de, barış vaktinde bir diktatörün başa geçmesi için oy verdiler. Jul Sezar bunun nasıl bir başlangıç olacağını biliyordu. Bu nedenle üç kez, Roma sisteminin esasını oluşturan kuralları değiştirmek istemiyormuş izlenimini bırakarak kendisine yapılan teklifi reddetti. Aslında bu mevkiye gelmek için ne kadar uğraş vermişti.

Sonunda kabul etti ve Senatodaki herkes rahat bir nefes aldı. Sadece birkaç gelenekçi tüm sisteme ihanet edildiğini düşünüyordu. Bu adamlar 1776'da Amerika Birleşik Devletleri'nde Sam Adams'ın ve Kurucu Ataların yaptığı gibi bütün Romalıların haklarından ve Senatonun kutsal yönetme yetkisinden bahsettiler ve yapılacakları kendi başlarına yapmaya karar verdiler.

Tarihi kaynaklara göre Sezar'ı uyaran herhangi bir kehanet yoktu. Günlerden 15 Mart'tı, kayıtsız şartsız kabul edilmesi gereken yasa taslaklarıyla birlikte Senato Salonu'na doğru ilerledi. Kısa bir zamanda Jul Sezar Roma İmparatorluğu'nun her yerinde mutlak güce sahip olmuştu. Sonraki birkaç yıl boyunca da Pompeius ve diğer askeri tehdit oluşturan rakiplerini tasfiye etti. Barış ve huzur kısa bir süreliğine geri geldi ama örnek oluşturan bir Senato'nun ortadan kalkmasına ve Roma İmparatorluk Sistemi'nin kurulmasına mal oldu.

Bundan sonrasında gerçekleşenler ise iyi kaydedildi ve Shakespeare'in yazdığı oyunla ölümsüzleşti. Gelenekçiler, sorumluluklarını tekrar üstlenmesi için Senato'ya gözdağı vermek ve Sezar'ın başa geçmesinin verdiği zararları telafi etmek üzere Birinci Konsülü öldürdüler.

Öyleyse yapılması gereken ve en iyi olduğu düşünülen iki karar vardı ortada; birincisi, Jul Sezar'ı hayat boyu diktatör olarak atamak, ikincisi de Konsülün hayatına son vererek bu kararı tersine çevirmekti. Birinci kararın başarılı olabilmesi için Sezar düşmanlarını yenmeli ve gücünü pekiştirmeliydi. Bunun sonucunda lejyonlar arasında tarihte o zamana kadar görülmemiş çapta bir dizi savaş oldu. Sezar öldürüldüğünde, düzeni sağlamak için güçlerini devrettikleri diğer liderlere dönmekten başka çare kalmadı Senato açısından. Sezar'ın ölümünden sonraki birkaç yıl hemen bir iç savaş ortamı egemen oldu. Önce üçer liderden oluşan iki grup birbirleriyle savaştı.

Augustus, Anthonius ve Crassus diğerlerini yendikten sonra bu sefer birbirleriyle savaşmaya başladılar. Heba edilen insan sayısı ve maddi hasar inanılmaz boyuttaydı. Diğer üç lider de birbirleriyle savaşa başladıklarında iç savaş daha da derinleşti. Sonunda Augustus Caesar galip geldi ve sonraki bir yüzyıl boyunca barış hüküm sürdü. Tabii ki imparatorluk da bir kişinin keyfi yönetimine kaldı. Ama iç savaşların sonuna doğru Roma artık yayılmacı politika izleyen bir imparatorluk olmaktan çıkmıştı.

Birbiri ardına elde ettikleri zaferler de geçmişte kalmıştı. Zamanla daha az yetenekli imparatorlar başa geçmeye başladı. Sonraki iki yüzyıl boyunca değişen koşullara bağlı olarak imparatorlar da değişiyordu. Yönetim sistemi içinde hiçbir denge kalmamıştı. Senato önemini kaybetti ve sadece bir paravan olmaya başladı. Kısa bir denge dönemi için imparatorluk diktatörlük yönetimine dönmüş ve hatta Caligula gibi bir deli imparatorun eline geçmişti.

Çoğu kişi tarafından sevilmeyen Brütüs ve suikastçı grubu Senato adına yaptıkları suikastlarıyla işleri daha da içinden çıkılmaz hale getirmeyi başarmışlardı. Beş yüzyıl sonraki çöküşlerine kadar, imparatorlardan hiçbiri ne düzenli olarak Senato'ya başvurma, ne de tavsiyelerine uyma ihtiyacı hissetti. Belki de Caligula, bir zamanların güçlü kurumuna atını tayin ederek en iyi açıklamayı yapmış oldu.

Ama Sezar'ın seçimi, hatta öldürülüşü bile o zamanlar çok doğru bir fikir gibi gözükmüştü.

Prof. Dr. Sinsi 11-25-2012 05:32 PM

Tarihten İlginc Olaylar..(3)
 
Kral Philip'in Ölümü

Makedonya Kralı Philip'in MÖ 4. yüzyılda ölümü
MÖ 4. Yüzyıl

Makedonya Kralı Philip hükmettiği yıllar boyunca kötü ününden ve ileri derecedeki aşağılık kompleksinden çok çekti. Krallığını, Yunan dünyasında hatırı sayılır güçlerden biri haline getirmiş olmasına rağmen, Korintliler, Atinalılar ve Spartalılar gibi güneydeki daha kültürlü komşuları kendisini ve arkadaşlarını hep vahşi, dağda yaşayan barbarlar olarak gördü. Kişisel geçmişi ve görünüşü de yüksek yerlerde saygı görmesine yetmiyordu. Öncelikle ordusunu savaş alanına kendi götüren askeri bir liderdi.

Bunun sonucu olarak da birçok yerinden yara almıştı. Aldığı kötü darbelerden biriyle bir gözünü kaybetmiş ve bir mızrak darbesiyle de baldırından yaralanmıştı. Bu yaraların ikisi de doğru düzgün iyileşmeyip sürekli irin akıtıyorlardı. Özellikle bacağından çok kötü bir koku geliyordu. Ayrıca dedikodulara göre, tahtı ele geçirebilmek için anne katili olarak affedilmez bir suç işlemişti.

Özel yaşamı da aynı derecede skandallerle doluydu. İlk karısı Dionysius rahibesi, yani bugünkü söylemle tapınak ******siydi. O zamanlar böyle bir iş çok kabul görüyordu ve o da küçük bir kralın kızı olduğunu iddia ediyordu. Gerçek skandal ise halkın önünde kavga etmeleriydi. Philip'e bir oğul doğurdu, efsanevi İskender'i ve sonra İskender'in babasının Philip olmadığını, tanrı Zeus'un bir yılan kılığına girerek odasına girdiğini ve çocuğun Zeus'dan olduğunu her yerde konuşmaya başladı.

Günümüzün politika ve sek* skandalleri Pella'nın başkentinde kraliyet sarayında dönen olaylar karşısında hiç kalır. Karısı, Philip'i resmen boynuzladığını açıklıyordu. Kadının yılanlarla dolaştığı bilinmekteydi. Kral da, kendisiyle yatmak isteyen herkesle, erkek-kadın ayırt etmeden yatma arzusuyla tanınıyordu.

İskender'le olan ilişkisi sevgi-nefret ilişkisi olarak tanımlanabilir. Bir yandan aralarında gerçekten sevgi dolu anlar geçiyordu. Philip, zamanın en ünlü hocası Aristoteles'i İskender'e ders vermesi için getirtmiş ve burnu havada Yunanlıların çocuğa saygı göstermeleri için yanıp tutuşmuştur. İskender de katıldığı ilk büyük savaşta babasının etrafı düşman askerleriyle çevrildiğinde onu kurtarmak için ileri atılmıştır. İskender, kelimenin gerçek anlamıyla kendisini babasıyla düşman mızrakları arasına atmıştı.

Diğer bir yandan da aralarında bir nefret vardı. Özellikle çocuk erkek olma yaşına geldiğinde. Çocuğun annesi ve babası arasındaki kırgınlık yıllarca sürmüştü. Philip, İskender yaşlarında bir kızla ikinci evliliğini yaptığı sırada işler iyice kızıştı. Düğün şöleninde Philip'in sarhoş arkadaşlarından biri yeni evliliğin ve tahta yasal bir varis olasılığının şerefine kadehini kaldırdı. Sonuç olarak da baba-oğul yumruklaşmaya başladılar ve aynı gece İskender ve annesi şehirden kaçtı. Bu çok akıllıca bir hareketti, çünkü Philip sarhoş öfkesiyle ikisini de öldürtebilirdi. Bir süre baba ve ana-oğul arasında savaş sürdü. Sonunda bir barış anlaşması yapıldı ve ana-oğul geri döndü.

Bu arada Philip'in tüm Yunan dünyasını dize getirme rüyası gerçekleşmeye başlıyordu. İÖ 338'de geçen tarihi Chaeronea Savaşı'nda Philip, güçlerini birleştirerek kendisinden iki katı büyüklükte bir ordu oluşturan Atina-Theb güçlerini yendi. Bir sonraki yılda Korint'te Korint Anlaşması yapıldı. Bu müttefik anlaşmasına göre bütün Yunanistan Philip'in himayesinde olacaktı. Her ne kadar sosyal açıdan eşit görülmese de, ordusunun gücü sayesinde Yunanlıların en büyük savaşçısı olarak saygı görmesine ve Pers İmparatorluğu'na karşı Asya'ya doğru harekete geçme hazırlıklarına başlamasına neden oldu.

Ama İskender durumu bozan tek unsurdu. Makedonya Kralı tarafından elçi olarak gönderildiği Yunanistan'da törenlerle zaferler kazanmış bir kahraman gibi karşılanmıştı. Babayla oğul arasındaki fark çok açıktı. İskender, ne pis kokulu yaralan olan sinirli bir savaşçı, ne de alkolden ve aşırı seksten yorulmuş yaşlı bir adamdı. Birçok kişi genç İskender'i dünyada vücut bulmuş bir tanrı gibi akıllı, esprili, iyi huylu, fiziki açıdan güçlü, çok yakışıklı, mükemmel bir Yunanlı olarak gördü.

İskender'in başarılı Yunanistan gezisi Philip'in kulağına geldi ve daha fazla huzursuzluk yarattı. Orduları yöneten, savaşları kazanan yaşlı kraldı. Ama bütün şöhreti bu genç adam topluyordu. Dahası, bir zamanlar karısı Olympias'ın ağzından dökülen rahatsız edici söylentiler ortada dolaşmaya devam ediyordu; İskender'in damarlarında Philip'in değil, bir tanrının kanı dolaşıyordu.

Pers İmparatorluğu'na yapılacak sefer hazırlıkları sırasında Pella'da dini bir festival ve oyunlar düzenlendi. Philip kral olduğundan aynı zamanda baş rahipti. Törenleri başlatmak için baş rahip olarak maiyetiyle beraber tapınağa ve sonra da arenaya gitmek onun göreviydi. Bütün Yunan devletlerinin temsilcileri de orada bulunacaktı. Çoğunun Pella'ya ilk gelişiydi. Şehir kendini hazırlıklara verdi. Ne de olsa Pella artık bir barbar şehri değildi, kendisini Yunan medeniyetinin ve kültürünün yeni merkezi olarak kanıtlamalıydı.

Festival, Philip'in yeni karısı ve yeni doğan oğluyla daha bir coşku kazanmıştı. Philip'in yaşlı içki arkadaşları ve yeni karısının ailesi de gayri meşru bir lekeyle kirlenmiş tahtın sonunda meşru bir varisi olduğunu uluorta konuşuyorlardı. Ayrıca gerginliği artıran bir başka olay daha vardı.

Philip'in aynı zamanda özel koruma görevlilerinden olan eski erkek sevgililerinden biri, Philip için rakiplerinden biriyle kavga etmişti. Rakibi bir çatışmada ölmüş ve son isteği de kendisiyle yarışmaya kalkan korumanın ortalık bir yerde aşağılanması olmuştu. Ölen rakibin isteği yerine getirildi; Philip'in eski aşığı bir partiye davet edilip burada elleri kolları bağlandı ve kölelerle hizmetçilerin aşağılaması için sokağa öylece atıldı.

Philip'e şikayet etmeye ve adalet dilemeye gittiğinde, Philip bu olayı çok komik bir şaka olarak buldu ve kendisini koruyamadığı için kahkahalarla gülerek sarayından çıkarttı. Bu gibi olaylar, kumpaslar artık had safhaya gelmişti.

Maalesef tam da bu sırada Philip'in aklına harika sandığı bir fikir geldi. Görünüşü yüzünden maruz kaldığı alaylardan, tercihlerinden ve zorbaca davranıyor bulunmaktan bıkan Philip, törene Yunan usulünde katılmaya karar verdi... Yani yürürken yanında silahlı korumalarından hiçbiri bulunmayacaktı. Yunan kent devletlerinin yöneticilerinin çoğu tiran olarak adlandırılmaktan korktuklarından, sokaklarda rahat rahat dolaşırlar, resmi törenlere diğer vatandaşlar gibi tek başlarına, korkmadan, silahsız ve korumasız katılırlardı. Çünkü sadece nefret edilen bir kral yanında koruma görevlisi bulundurma ihtiyacı hissedebilirdi.

Böylece Philip, festival sabahında en güzel kıyafetlerini giydi, geçit töreninin önünde yerini aldı, ağır aksak, topallayarak ilerledi ve halkın alkışlarına el sallayarak karşılık verdi. Elbette böyle asil bir hareketle yabancı konuklardan çok olumlu eleştiriler aldı... ve canından oldu. Arenaya giden tünelin içine girer girmez reddedilen eski aşığı birdenbire elinde bir hançerle ortaya çıktı ve Philip'in göğsüne hançeri sapladı. Philip arenaya doğru sendeledi ve kendi kan gölünün içine düştü.

Şanssız suikastçı da hemen o anda İskender'in arkadaşları tarafından yakalandı ve öldürüldü. Birkaç saat sonra yeni gelin de kaderiyle karşılaştı. Philip'in eski eşi Olympias onu bîr köşeye sıkıştırdı ve intihar etmenin hunharca öldürülmekten daha iyi olduğunu söyleyerek genç kadının ve bebeğin ortadan kaldırılmasını izledi. Günün sonuna doğru artık İskender'in tahta çıkması kesinleşmişti.

Kumpas olabilir mi? Dönemin tarihçileri, Büyük İskender vaktinde olayları naklederlerken onun suçsuzluğunu yazmışlar ama Olympias'la ilgili değerlendirmelerin ucunu açık bırakmayı yeğlemişlerdir. En azından Philip, hep istediği gibi sosyal açıdan takdir toplayabilmiş ve çevresinde kendisine yardım edecek korumaları olmadan gerçek bir Yunanlı gibi ölmüştü.

Prof. Dr. Sinsi 11-25-2012 05:32 PM

Tarihten İlginc Olaylar..(3)
 
Yerli Silah Takıntısı

Albay Ripley ve İngiliz Tüfekleri
1860, ABD

West Point'ten 1813'de mezun olan Albay James Ripley belki de dört yıl süren kanlı Amerikan iç savaşının çıkmasından sorumlu kişilerin başında geliyor. Aslında bu anlaşmazlık birkaç ay içinde halledilebilirdi. 1861'de Birleşik Devletler ordusunun Savaş Gereçleri Bölümünün başına getirildiğinde altmış yedi yaşında olan Ripley ordunun silahlarını güçlendirmek için teklif edilen her türlü buluşa burun kıvırıyordu.

Ripley, özellikle piyade için gerekli ateşli silahların alınmaması için her türlü bürokratik yolu deneyen adam olarak da tarihe geçmiştir. Aralıksız atış sağlayan Spencer tüfeklerinin askerlerin çok fazla cephane harcamasına neden olacağını ve bunun da orduya pahalıya mal olacağını öne sürmüştür.

En büyük *****lığıysa yaptığı bir şey değil, yapmadığı bir şey nedeniyledir ve iki tarafın da on binlerce asker kaybetmesine yol açmıştır.

Hikayemiz 1852'de İngiltere'nin modern dünyanın ilk fuarını Kristal Saray'da düzenlemesiyle başlıyor. Fuarda, Amerikan standı açıldığında sadece mekanik parçalar olan kutular ortaya çıktı. İzleyicilerin arasından gönüllüler alındı ve birazcık yardımla birkaç dakika içinde bu parçaları bir Colt tabancaya dönüştürdüler. Bu silah kusursuz bir isabet oranına sahipti ve çok kolay bir araya getirilebiliyordu. Bu gösteri öylesine yeni bir şeydi ki, İngiliz Parlamentosu bu yeni teknolojiyi keşfetmek üzere bir komisyon oluşturup Amerika'ya gönderdi.

Komisyonun ilk durağı Springfield cephaneliğiydi. O sırada burada 1855 model Springfield 58 tüfeklerinin seri üretimine geçilmişti. Bu yüksek isabet oranına hayran kalan İngiliz hükümeti tüm fabrikayı satın aldı. Üç yıl içinde de İngilizler kendi Springfield tüfeklerini üretmeye başladılar. 577 kalibre Enfield... Bu model Amerikalıların Springfiel'ine çok benziyordu. Sadece kabzasında ve kalibresinde ufak farklılıklar vardı.

Amerika'da düşmanlıkların artması federal hükümeti hazırlıksız yakaladı. Ancak daha sonra ortaya atılan bazı iddialara göre Buchanan'ın emrindeki Savaş Bakanı Jefferson Davis, hala görevdeyken alınan önemli kararları sabote etmişti. Ordunun yirmi binden az askeri vardı. Dahası, sahip olmaları gereken modern silahlar da yoktu. 1855 model Springfield tüfekleri sadece yirmi otuz bin kadardı ve çoğu da güneydeki cephaneliklerdeydi.

Konfederasyonun Sumter Kalesine ateş açmasından üç gün sonra Lincoln yetmiş beş bin gönüllüye çağrıda bulundu. Yaz sonunda ise yarım milyon adama daha savaş çağrısında bulunuldu. Birlik'in sorunu gönüllüler bulmak değil onlara silah verebilmekti. Aslında gönüllülerin birçoğu geri çevriliyordu. Albay Ripley'nin masasına gelen sorun buydu.

Öncelikle Ripley o an sahip olunan silahlarla ilgili bir sorun olmadığını söyledi. Bu silahlar 1812'de yapılan savaşlarda güzel güzel çalışmıştı. Ancak herkes ateş mekanizmalı silahlar hususunda ısrarlıysa aralıksız atış yapan silahlar alınabilirdi. Ancak burada bir sorun vardı; Springfield silah fabrikasının ve öteki silah üreticilerinin bu kadar silahı yapması en az bir yıl alırdı. Zaten silah alımı için özel sektöre başvurmaktan bahsedilemezdi bile.

Bu ikilem karşısında Ripley'nin emrindeki bir personel müdürü krize basit bir çözüm önerdi: İngiltere'ye gidip, gerekli silahlan Enfield'dan satın almak. İngilizler bu silahlar için maliyetine fiyat veriyordu, çünkü kendileri daha ileri bir teknolojiye geçişin hazırlıkları içindeydiler. Sonuç olarak Birlik ordusu birkaç ay içinde silahlanabilirdi.

Albay James Ripley bu fikri duyunca çılgına döndü. Bir zamanlar İngilizlere karşı savaşmıştı şimdi silah almak için tutup onlara koşması düşünülemezdi bile. Dahası, Ripley savaşın yaz sonuna kadar biteceğinden emindi ve birkaç yüz bin silah satın almak boşa gidecek paralar demekti. Silahlar ulaştığında belki de ordular çoktan dağılıyor olacaktı. Sonunda şöyle bir fikirle geldi; bu bir Amerikan savaşıydı ve Amerikan mallarıyla yapılmalıydı. Bundan başkası hiç de vatanseverce bir davranış olmazdı.

Personel müdürü bu fikri geri çekti, bir daha düşündü ve bu yaşlı adamın kalbini kazanacağını umduğu yeni bir fikirle geri geldi. İstihbarat birimlerinden alınan bilgiye göre Konfederasyoncular çoktan İngiltere'ye gitmiş ve tüm Enfield silahlarını satın alıp daha da yenilerini imal ettirmek üzere anlaşıyorlardı.

Ripley yine çıldırdı ancak bu kez paniğe kapılmadı. Eğer Konfederasyon İngiliz silahlarını satın almak istiyorsa bu onların bileceği işti, Ripley'yi hiç ilgilendirmezdi. Tekrar, silahlar gelene kadar savaşın biteceğini ve Amerikan askerlerinin Amerikan silahlarıyla savaşacağını yineledi. Personel müdürü ısrarla karşı çıktı ve Federal hükümetin Konfederasyonun o silahları almasına engel olması gerektiğini savundu. Eğer Ripley o silahları kullanmak istemiyorsa bile ötekilerin almaması için satın alınıp okyanusa atılabilirdi.

Personel müdürü Ripley'in huzurundan kovuldu ve bir daha bu konuyu gündeme getirmemesi istendi.

Üç ay sonra Manassas'ta otuz beş binin üzerinde Birlik askeri savaşa girdi. Çoğunluğunda eski püskü silahlar vardı. Son saldırıyı Henry Tepesinden yaptılar ve Konfederasyon direnişini kırdılar. Bu son kahramanca atak Stonewall Jackson'ın adamlarının yepyeni Enfield tüfekleriyle açtığı yaylım ateşiyle son buldu. Bu silahlar üç yüz elli metre öteden bir insanı vurabiliyordu. Yüz metreden daha yakından ateşlendiğinde ise mutlaka öldürücü oluyordu. Bu mesafeden Birlik askerlerinin eski tüfekleri bir işe yaramazdı.

Sonunda Ripley yönetimden gelen baskılara dayanamadı ve Enfield tüfekleri sipariş etmeye başladı. Ancak artık çok geçti. İlk stoklar Güney'e gitmişti. Savaşın en ironik yanlarından biri İngilizlerin hem güneylilere, hem de kuzeylilere Enfield tüfeklerini satmaya devam etmiş olmasıdır. Ripley umutsuz bir şekilde yüzünü Prusyalılara döndü.

Prusyalılar çoktan üstten doldurmalı silah teknolojisine geçmişlerdi ve eski önden doldurmalı silahları satmak için can atıyorlardı. Onlardan başka Belçikalılardan da bir miktar silah alındı. Ancak bu tüfekler arkasında olanlar için önünde olanlardan çok daha tehlikeliydi. Birlik askerlerinin çoğu bürokrasiyi bir yana bırakıp soğuk bir mantıkla savaş alanında hayatlarının buna bağlı olduğunu düşünerek, kendi paralarıyla Sharps ve Burnside gibi daha ileri teknoloji ürünü ve Ripley'i isyan ettirecek kadar pahalı mermileri olan silahları satın aldılar.

Amerikan İç Savaşı'nın en büyük mitlerinden biri savaş boyunca Konfederasyon ordularının yetersiz bir donanımla savaşmış olduğudur. Bu, Albay Ripley sayesinde, savaşın ilk yılları için kesinlikle doğru değildi. 1862 yazına kadar Birlik askerleri, özellikle batıdaki operasyonlarda eski tüfeklerle savaşmıştı.

Konfederasyon birliklerinde ise Enfieldler vardı. Enfieldler olmadan Güney kesimi 1861 ve 1862'deki savaşlarda yıkılabilirdi. Konfederasyon ordusu üstten doldurmalı silahlarla donanmış bir Birlik ordusuyla karşılaşsaydı ve bir de Enfieldleri olmasaydı Güney'in asla İkinci Manassas, Antietam, Gettysburg gibi zaferleri olamazdı.

Ripley'nin ordusu ilk savaşlarından çoğunu kaybetti. Kendilerinde de olabilecek silahlarla etkisiz hale getirildiler. Ripley değişime karşı savaştı ve bu yüzden aralıksız atış yapan tüfeklerin alınması gecikti. Bu karar daha erken alınsaydı iç savaş çok daha kısa sürebilirdi. Ripley, 1863'de ordudan atıldı. Daha sonra hatası için özür diledi mi, dilemedi mi bilinmiyor...

Prof. Dr. Sinsi 11-25-2012 05:32 PM

Tarihten İlginc Olaylar..(3)
 
Maximillian Olayı
1864, Mexico

Avusturyalı bir arşidükün, Napolyon'un yeğenlerinden biri tarafından kumanda edilen bir Fransız ordusunun desteğiyle savaşa girip sonunda da Meksika İmparatoru oluşu tarihin en tuhaf hikayelerinden biridir.

19. yüzyılın başlarında İspanya'dan bağımsızlığını ilan ettiğinden beri, Meksika halkının başından dert eksik olmamıştı. Napolyon Savaşları'ndan sonra İspanya, Meksika'da kontrolü ele geçirmek için ancak cılız bir girişimde bulundu. İç Savaş General Santa Anna başa geçene kadar sürdü.

General isyanı bastırdı ve ülkeyi birleştirdi. Ama 1850'lerde tekrar isyan çıktı. Juarez'in özgürlükçü cumhuriyetçi güçleri Mexico City'yi ele geçirdi ve Birleşik Devletler hükümeti tarafından da tanındı. İşte bu noktada Napolyon'un Fransız yeğeni ortaya çıktı.

Fransa'daki III. Napolyon hep ünlü atasının gölgesinde yaşamıştı. İmparatorluğun parlak günlerine geri dönmesi ile ilgili rüyalar görüyordu. Ama karısı Eugenie de Montijo İspanyol hanedanındandı. Böylece tamamen İspanyol kanı taşıyan Meksika'nın eski aristokrat sınıfı Paris'e kaçıp aristokrat arkadaşlarına köylülerin isyanı sonucu her yerde tecavüz ve yağmalama olduğunu anlatıyordu.

Paris'teki sosyal yaşam tabii ki politik açıdan güçlü olan Eugenie'nin etrafında dönüyordu. Eugenie çok zor olsa da tüm dünyada hüküm sürmeye başlayan Anglo-Amerikan etkisine karşı Katolik gücünün yeniden diriltilmesi hayalleri kuruyordu. Meksika'dan kaçan mültecilerin anlattığı hikayelerle Juarez ve adamlarının Katolik karşıtı olduğu hızla yayılıyordu ve zaten Juarez, Protestan Amerikalılardan yardım alıyordu.

Halk Amerika'nın Juarez'i bir kukla gibi kullanarak yönetimi ele geçireceğinden korkuyordu. Eğer durdurulmaz!arsa tüm iyi Katolikleri kılıçtan geçireceklerdi. İmparatoriçe, Napolyon'dan Meksika'nın yardımına koşmasını istedi. Bu aynı zamanda imparator için Fransa'nın ihtişamını yeni dünyaya da göstermesi anlamına gelecekti.

Juarez devrimden sonra gelen ekonomik karışıklıktan dolayı dış borçları ödemeyi dondurduğunu söyleyince, Fransa, İspanya ve İngiltere Meksika'ya karşı birleşti ve Vera Cruz'u ele geçirdi. Amerika o sırada kendi iç savaşıyla uğraşıyordu ve hiçbir müdahalede bulunmadı. İspanya ve İngiltere kısa süre sonra çekildi. Ama Fransa 1862'nin sonlarına kadar kaldı. Otuz bin kişilik bir Fransız keşif ordusu Vera Cruz'da karaya çıktı ve sonraki yıl Mexico City'yi ele geçirdi.

Sonra tuhaf bir şey oldu. Napolyon Amerika'ya tek başına gitmeye tırsmıştı. Konfederasyonun savaşı kazanmakta olduğu açıktı ancak her zaman savaşın tam tersine dönme ve bitme ihtimali de vardı. Dahası, Konfederasyon ve Birlik askerleri birleşip Mexico'ya saldırabilirlerdi. Aslında bu fikir gerçekten de hem Kuzey'de, hem de Güney'de gündeme getirilmişti.

Napolyon kendine destek olacak birilerini bulmalıydı. Eski İspanyol monarşisinin Avusturyalı Habsburglarla kan bağı vardı. Bu bağ yoluyla Napolyon büyük bir Katolik ittifakı kurdu. Bu yüzden İmparator Franz Josef'e (Birinci Dünya Savaşı'na kadar, elli yıl daha ülkesinin başında olacaktı) Mexico'yu beraber kurtarma teklifinde bulundu. Habsburgların İspanyollarla olan bağı da Meksika'nın kurtarılması için yeterince güçlü bir bahaneydi.

Napolyon Franz Josef'in kardeşi Arşidük Maximillan'ın yeni dünyada kendine ait bir ülkede kral bile olabileceğini söyleyerek fikrini daha çekici hale getirdi. Belki bir gün büyük bir müttefik güçle Orta ve Güney Amerika'nın tümünü bile ele geçirebilirlerdi. Böyle bir birliğin gücüyle Anglo-Saksonlar ve Protestan Prusyalılar dize getirilebilirlerdi.

İmparatoriçe Eugenie, Meksika'da devam eden barbarca olaylara tanık olmuş insanlar buldu. Zavallı kurbanlar, Fransa ve Avusturya güçleri tarafından desteklenecek Avusturyalı bir imparatorun Meksika halkı tarafından sevinç gözyaşları içinde karşılanacağını söylüyordu. Meksikalılar başlarındaki yönetimi atıp Almanca konuşan ve ilgisiz birini istiyordu. Bu plana şöyle bir bakıldığında insan "Bu adamlar ne düşünüyormuş da böyle bir şeyi istemiş?" diyor.

Ama Franz Josef ve Maximillian anlaştı. Maximillian İspanyolcasını ilerletti, Yeni Dünya'ya ulaştı ve 10 Haziran 1864'te Meksika İmparatoru ilan edildi.

Zavallı adam, gerçek bir imparator gibi iş göreceğini sanıyordu. Fakirlere yardım etmek, okullar, hastaneler inşa etmek için projeler hazırlattı. Tüm Meksika'yı tek yönetim altında birleştirecekti.

Bu arada başkent dışında, Fransa-Avusturya orduları için savaş pek de iyi gitmiyordu. Ordunun çoğunluğu piyadeydi ve dağlarda gerillalara karşı üzerlerinde ağır silahlarla ve yün üniformalarla savaşmaya çalışıyordu. Maximillian'ın ordusu ellerinde toprak tutmaya çalışırken yüzlerce garnizonda sıkışıp kalmıştı ve bu garnizonların birbiriyle haberleşmesi çok zordu. Juarez yoğun piyade saldırısına karşı koyamıyordu ama yakayı da ele vermiyordu. Yine de imparator sadece Mexico City'yi yönetiyordu.

III. Napolyon'un Amerika üzerine kurduğu planlar Appomattox'da yapılmıştı. Konfederasyon güçlerinin teslim olmasından sadece birkaç hafta sonra General Sherman çoğu Virginia'dan toplanmış siyahlar olan elli bin askerle Teksas kıyılarına çıktı.

Sherman Maximillian'la dalga geçti ve savaşması için kışkırtıcı sözler söyledi. Ayrıca gizlemeye gerek duymadan Meksikalı isyancı askerleri eğitti, donanımlarını sağladı. Savaştan sonra ise bazı siyah askerler Meksika güçlerine katıldı. Onların torunları hala Meksika'da yaşıyorlar.

III. Napolyon sadece karada savaşla karşı karşıya kalmadı, Amerikan donanmasıyla da uğraşması gerekti. Sonunda havlu attı ve bunun sadece Meksika'nın savaşı olduğu yolunda bir açıklama yaptı. 1867'de tüm Fransız askerler ve Avusturyalılar geri çekildi. Savaşta ya da hastalık yüzünden verilen kayıplar bütün keşif gücünün yarısını oluşturuyordu.

Maximillian ise kolay kolay bırakamadı Meksika'yı. Çevresinde dönen entrikalara rağmen davasına dürüst bir şekilde inanıyordu. Ayrıca gururluydu da. Az sayıda Meksikalı onun yanında yer aldı, Maximillian da öteki aristokratlar gibi onları bırakıp gidemeyeceğini söyledi. Maximillian ailesini geri gönderdi ama kendisi son bir savunma için Meksika'da kaldı. Yenilmesi uzun sürmedi, davası hemen görüldü ve ölüme mahkum edildi.

Napolyon, Eugenie ve Franz Josef olayı öylesine protesto etti ancak onlar Prusya'nın ani yükselişi sonucu çıkmak üzere olan sorunlarla meşguldü. 19 Haziran 1867'de sadece üç yıl dokuz günlük bir hükümdarlıktan sonra Meksika'nın Avusturyalı imparatoru Maximillian, bir duvarın önünde kurşuna dizildi. Böylece komşusu Napolyon'un hiç güvenilir olmadığı anlaşılmış oldu.

Prof. Dr. Sinsi 11-25-2012 05:33 PM

Tarihten İlginc Olaylar..(3)
 
Kitabı Anlamazsan

Bir Donanma Kurarsın, Savaşı Kaybedersin
1900, Alman imparatorluğu

Bazıları onun yazarlıktan önce, aslında deniz tutan bir Amerikalı gemici olduğunu söylerler. Alfred Thayer Mahan, her koşulda orduya katılmış olmalıydı. Babası, her şeyden önce, ünlü bir askeri taktisyendi. West Point harp okulunda ders veriyordu.

Alfred Mahan isimli bu adam, savaş alanı taktikleri kitabının büyük yazarı, bir nesil harp okulunun öğretmeni, sivil savaşta ölümsüz bir şan ve şöhret sahibi idi. Belki de küçük Mahan'ı Annapolis'e donanmada bir kariyer sahibi olmaya iten, babasının gerçekten önde gelen bu kişiliği idi.

Küçük Alfred, Carolina sahillerinde savaş süresince görev aldı ve daha sonra deniz aşırı bir yolculuğa gönderildi. Sonra yolculuklar birbirini takip etti. Gemi nasıl giderse gitsin, iki-üç günlük bir süre için bile olsa, Alfred'i ölümcül bir şekilde deniz tutuyordu. Yine de gerçek bir deniz subayı olarak kendini hep denize attı. Birçok liman görevi için sahile çıktıysa da sonunda yeni bir olanak buldu: Deniz Harp Akademisi...

Alfred T. Akademiye geldiğinde, hiç ümit vermeyen bir göreve sahipti. Birkaç karaya sürülmüş eğitmen -ki onların da tuhaf oldukları düşünülürdü- vardı. Bu okulu dünyanın en prestijli deniz enstitülerinden birine dönüştürmeyi başardı. 19. ve 20. yüzyılların en etkileyici kitap serilerinden birini yayınlayan Alfred'di: Denizdeki Gücün Dünya Tarihine Etkisi...

Mahan'ın tezi şuydu: Milletlerin güçlenmesi ve gerilemesinde en belirleyici faktör deniz güçleridir. Kara kuvvetleri hızlı hareket etme özelliğine sahip değildirler, hem de lojistik zorunluluklar nedeniyle hantaldırlar. Deniz kuvvetleri ise, bugün Karayipler'de yol alırken iki hafta içinde Baltık Denizine ulaşabilir. Doğası gereği donanmalar dünyanın her yerinde güçlerini gösterebilirler. Sadece donanması sayesinde, bir millet kayda değer bir güç haline gelebilir.

Günümüzde düşmanını kollama bir deniz filosunun en öncelikli görevidir. İlk yapılacak şey rakibinin deniz gücünü hesap etmek ve tüm gemilerini batırmak olmalıdır. Bu başarıldığında düşman savunmaya geçmek zorunda kalacaktır. Ticaret gemileri teslim olacak, kaynakları engellemelerle kesilecek, sahil şehirleri bombalanma tehlikesi altında olacak, kolonileri yok edilecek ve sonuçta tüm yurt denizden yapılabilecek bir çıkartmanın tehdidi altına girecektir.

Öyle bir çıkartma ki, yer ve zamanını saldıran taraf belirleyecek, rakip ise tüm kaynaklarını sahip olduğu bölgeleri korumak için kullanmak zorunda kalacaktır.

Kısacası, Mahan'a göre, küresel oyunda önemli bir aktör olabilmek için bir donanmaya sahip olunması öncelikli şarttı.

1815 Viyana Konferansından sonra, Avrupa'daki güçler kendilerini deniz gücü açısından İngiltere ile karşı karşıya buldular. İngilizlerin büyük deniz gücü, Napolyon İmparatorluğu'nu blokaja almış, yavaş yavaş çöküşe sürüklemekteydi. Savaş sonunda dost ülkeler ve hatta eski düşmanlar arasında çok hassas bir anlaşmaya gidildi. İngiltere denizdeki üstünlüğünü koruyacaktı.

Bu, İngilizlerin yaşamak için denize bağlı olmak zorunda kalmalarındandı. Denizdeki bu İngiliz üstünlüğünün kabul edilmesine karşılık, tüm ülkeler bir donanma kurma ve denizlere açılma hakkına sahip olacaklardı. Fakat bu üstün gücün karşısında ciddi bir rakip haline gelmemek şartıyla.

Fransa 1860'lar ve 80'ler arasındaki sürede eski gücüne kavuşmayı başardı. İlk gerçek demirden gemiyi üretti: La Gloria. Bu gemilerle tüm İngiliz donanmasını bir günde kullanılmaz hale getirebilirdi. İngilizler ise uyguladıkları yapılanma programı sayesinde, 1880'lerin sonunda çelik gemilerin üretiminde öne çıktılar. Almanya'nın değişik bölgelerinden ithal ettikleri çelik ile her zamankinden daha çok gemi ürettiler.

Fransızlar, İngilizlerle yarışmayı bırakmak zorunda kaldı. Bunun yerine ucuz, yenilenebilen teknoloji ile yola devam etmeyi tercih ettiler. Muhrip gemilerinin üretiminde, araştırma ve geliştirmesinde lider hale geldiler. Öte yandan İngilizler karşılık olarak büyük muhripler, denizaltılar ve mayınlar üretti.

Fransızların eski düşmanları olan Almanlar, İngilizlerle Fransızlar arasındaki rekabeti hep eğlenerek izlediler. Bir Fransız gemisine yönelen her silah, kendi sınırlarına yönelecek bir silahın eksilmesi anlamını taşıyordu. Donanmaya harcanan her frank, Ren bölgesini tehdit eden bir frankın azalması demekti. Öte yandan İngilizler Almanları Fransız yayılmacılığına karşı her zaman doğal bir müttefik olarak gördüler.

Kısacası, yeni bir Avrupalı güç olma yolundaki Almanya ile denizlerin hakimi İngiltere arasında bir çatışma olması, Fransızlar dünyaya yayılmaya devam ettiği sürece anlamsızdı. Alman donanması sıradan bir sahil güvenlik sisteminin ötesine geçemiyordu. Birkaç küçük gemiden ibaretti. Öyle ki, İngilizlerden yardım istediklerinde, zengin ağabeyin fakir kardeşine yardım etmesi gibi bir tavırla karşılaşıyorlardı.

Ama daha sonraları iki önemli olay gelişti; ilki Mahan'ın yayınladığı güçle donanma arasındaki ilişkiyi anlatan kitap serişiydi. İkincisi ise II. Wilhelm'in daha büyük bir Almanya hayaliyle başa geçmesiydi. Willie çabuk olgunlaşmış, ego problemi olan bir çocuktu. Bazıları bu problemin, beceriksiz bir doktorun doğum esnasında Wilhelm'in koluna ciddi şekilde zarar vermesinden kaynaklandığını söylerler.

Maço denilebilecek bir toplumda böyle bir yara taşımak, onu ister istemez aşağılık kompleksine sokmuştu. Psikolojik durumu nasıl olursa olsun, Wilhelm dış politikada ani bir değişim süreci başlattı.

Aslında, İngiliz olan her şeye hayranlığı ironikti. Anneannesi efsanevi Victoria ölürken yanı başında durmuş, elini tutmuş ve gözyaşlarını tutamamıştı. Kuzeni Edward'a da bir sıcaklık duymuş, bekar oldukları hafta sonlarında ikisi çok güzel deniz gezileri yapmışlardı. Aslında derinlerde bir yerlerde, denizle ilgili büyüyen bir düşmanlık da vardı aralarında.

Mahan'ın çalışmaları ilk yayınlandığında, Amerika'da küçük bir okuyucu kitlesinin ilgisini çekti. İlk hayranlarından biri New York'ta polis komiseri olan Teddy Roosevelt idi. Deniz aşırı ülkelerde ise beklenmedik bir ün kazandı. Hiçbir yerde Almanya'da olduğu kadar popüler olmadı; Wilhelm kitaba Alman nitelikler kazandırarak yeni bir baskısını çıkarttı.

Alman federal donanmasındaki her subayın okuyabileceği hale getirdi... Ve bu subayların kitabı okumaları da beklenir oldu. Manan Avrupa turuna çıktığında Almanya'da adeta bir süper star gibi karşılandı. Alman İmparatoru Mahan'la buluşmak ve kendi kitabına Amerika'nın efsane isminin el yazısıyla bir şeyler yazmasını istedi.

Almanya kısa bir süre içinde deniz filosunu geliştirdi. Bu arada Japonya da aynı süreci yaşadı. Wilhelm uygulanan geliştirme programının, kendi deniz sahalarını koruma amaçlı olduğunu bildiriyordu. Fakat, Mahan'ın söylediği gibi, gerçek bir dünya gücü, dünyanın her yerinde kendisine hammadde sağlayacak, telgraf istasyonlarını destekleyecek ve kömür stoklarını yenileyecek koloniler kurmaya mecburdu.

Rüzgarla yol alan gemilerden buharlı gemilere geçilmesinin en önemli dezavantajlarından biri gemilerin menzillerinin düşmesi oldu. Demir aldıktan üç ay sonra Pasifik'in ortasında olmak imkanı ortadan kalktı. Hiçbir modern gemi ortalama hızlarda hareket ederek iki-üç haftadan fazla yakıt ikmali yapmaksızın denizde kalamıyordu.

İki-üç günlük hızlı manevralar yapan gemilerin sadece yakıt stokları boşalmakla kalmıyor, aynı zamanda makineleri de tamir ister duruma geliyordu. Kömür istasyonları bu sebeplerle stratejik hedefler haline geldi. Bu istasyonlar daha çok korunur oldular. Binlerce kömür işçisi kömür ocaklarına indi.

Wilhelm için 20. yüzyılın başında bu çok parlak bir fikirdi. İngiltere ile rakip olabilecek durumda değildi, ulusal onur tüm dünyada 'ben varım' diyebilmeye bağlıydı. Tüm dünyada 'ben varım' diyebilmek ise koloniler kurmayı gerektiriyordu. Koloniler kurmak denizde güçlü olmak anlamını taşıyordu. Denizde güçlü olan yeni koloniler elde edebilirdi, daha çok koloni elde etmek ise ulusal güveni artırırken harcamaları da artıracaktı.

Almanlar Afrika sahilleri boyunca daha önceden ele geçirilmemiş bir takım üçüncü sınıf bölgeleri hakimiyetleri altına aldılar. İngilizler buna karşı çıkmadı. Fransızlar ise 19. yüzyıl boyunca bu bölgede İngilizlerin en ciddi rakibi olarak ses çıkartmadı. Almanlar Pasifik'te yeni adalar ele geçirdiler, yüksek harcamalarla buralara kömür ve telgraf sistemleri getirdiler.

Bu büyüme devam etti ve 1904'e doğru İngiliz yöneticiler arasında Almanlar bir tehdit olarak görülmeye başlandı. 1904'te yeni bir deniz mareşali, John "Bobbie" Fisher donanmanın başına geçti. İngiliz denizciliği, demir ve buharın kullanılmaya başlanmasından beri değişik kollara ayrılmaktaydı. Fisher vizyon sahibi biri olarak geleceği gördü ve içgüdülerini kullanarak yeni silahlar tasarlama işine girişti. Bir yıl sonra en modern Dreadnought silahları ile donanmış gemiler üretilmeye başlandı. Bunlar modern savaş gemilerinin ilkleriydi.

Fisher'in amacı Dreadnought'la Almanlara gözdağı vermekti. Almanların donanmalarım geliştirmelerine bir sorun olarak bakmıyorlardı, hatta denizdeki büyük gemilerine eşdeğer birkaç gemi üretmelerine de karışmıyorlardı, fakat tek istedikleri en ileri teknolojiye sahip olmak ve üstünlüklerini korumaktı. Bu üstünlük Almanlar tarafından kabul edildiği sürece iki ülke arasında geleceğe dair bir endişe olmayacaktı.

Wilhelm, Dreadnought'un silahlarını gördüğünde kıskançlığa kapıldı. Amirallerine ve gemi tasarımcılarına İngilizlerin son ürettiklerine eşdeğer ve hatta daha üstün gemiler üretme emri verdi. Üst düzey Alman subayları daha büyük gemiler üretmenin ve büyük düşünmenin büyüsüne kapıldılar. Wilhelm'le bu konuda ters düşmeyi hiç düşünmediler. Daha pragmatik düşünen çevreler ise İngiltere ile silah yarışına girmenin sadece kötü bir fikir değil, aynı zamanda delilik olduğunu düşündüler.

Stratejinin doğası gereği İngilizler denizde birinci ve en üstün kalmalıydı. Alman donanması ikincilikle yetinmeliydi. Fransa ve Rusya'nın tehdidi altındaki Almanların karadaki üstünlüklerini korumaya ihtiyaçları vardı. İnsan gücü ve kaynak yarışı içindeki Almanya'da, kara kuvvetleri deniz kuvvetlerinden çok daha üstün durumda olmalıydı. İngiltere'ye üstünlük sağlamanın imkansızlığı ortadayken neden bu çabanın içine giriliyordu ki?

Wilhelm yine de programın ilerlemesinden yana tavır aldı. Alman ulusal gururu bunu gerektiriyordu. Yeni bitirilmiş Kiel Kanalı yeni ve daha büyük gemiler için yetersiz kalacaktı. Bu kanalı genişletmek için de büyük harcamalar yapıldı. Almanlar İngilizlerle denizde büyük bir rekabete giriştiler.

Birkaç sene içinde Alman zırhlıları denize indirilmeye başlandı. Bu gemiler yirmi beş ve otuz santimetre çapındaki silahlarla donatılmıştı. Fransızlar garip bir tavırla bu yarışa girmekten çekindiler. Böylece bir tehdit olmadıklarını gösterip, İngilizleri Almanlarla uğraşma yoluna ittiler. Bu strateji tuttu, yüzyıllardır İngiliz savaş tatbikatları Fransızlarla çıkabilecek bir savaş üzerine kurulmuştu. Cebelitarık'tan Süveyş'e kadar Akdeniz ticaret yolunu ve Biscay Körfezi ile Manş Denizi'ni korumak amacını taşımışlardı.

Yüzyılın sonuna doğru, Fisher gemi manevralarını Kuzey Denizi'ne doğru kaydırdı. Almanya'ya, Baltık'ın dışına çıkarmaya yelteneceği her geminin kendilerini karşısında bulacağı mesajını vermiş oluyordu. Fisher'in saplantısı daha uzak ülkeleri de etkiledi. Japonlarla bir anlaşma yaparak Pasifik'e çıkabilecek her yabancı gemiye karşı ortak hareket etme kararı aldılar. Fisher de Mahan okuyucuları arasındaydı.

1904-1905 yıllarındaki Rus donanmasına karşı Japonların kazandığı zaferleri ayrıntılarıyla incelemişti. Dikkat çeken nokta şuydu: İlk saldırıya geçen ve karşı donanmayı ablukaya alan taraf üstün geliyordu. Tüm bunlar göz önüne alındığında, Almanların Kuzey Denizi'ne açılmalarının önlenmesi gereği ortaya çıkıyordu. Almanların Belçika ve 'Hollanda'yı ele geçirmesi, İngiltere'den sadece iki saat uzaklıkta iki limana sahip olmaları anlamını taşıyacaktı.

Bu engelleme İngilizlerin Almanlara karşı olan politikalarının temel noktası oldu. Belçika ve Hollanda topraklarının İngiliz koruması altında olduğu açık bir mesajla bildirildi. Bu mesaj, Almanların denizde hiçbir gücü olmasaydı, bu kadar açık ve sert olmazdı.

Alman İmparatoru cevap olarak, İngilizlere ve topraklarına karşı hiçbir düşmanlık beslemediklerini bildirdi. Almanya'nın tek istediği, güneş giren bir yer, ulusal güven kazanımı ve gücünü korumaktı. Bu sebeple yeni silah tasarımına gitti. 12 inçlik silahları 13, 13.5, 14 ve sonunda büyük 15 inçlik silahlar izledi. Paranoya yeni paranoyalar üretir oldu.

Almanlar gizlice Schlieffen Planını uygulamaya koydular. Bu planla Fransa'yı ele geçirmek ve Belçika ile Hollanda'yı alttan fethetmek amaçlanıyordu. Diğer akıllıca bir fikir olarak, Wilhelm Hollanda'nın istila edilmemesini ve böylece İngilizleri fazlaca karşılarına almamayı düşündü. Böylece Belçika geçilmiş olacak, Hollanda istila edilmeyecek, Alman ordusu kilit noktalardaki Belçika kalelerinde tutulacak ve doğrudan kuzeye gidip engellerle karşılaşılmamış olacaktı.

Bu plan sonunda uygulamaya geçti. Sonraki bölümde ayrıntılarıyla açıklanacağı gibi, sömürgeler birer birer düştü ve Belçika Almanlar tarafından ele geçirildi. İngiliz donanması Alman Çıkartmasını önleme amacıyla belli noktalara yığınak yaptı. Belçika limanlarının ele geçirilmesi ile Almanlar ve İngilizler arasındaki bir savaş kaçınılmaz hale gelmişti.

Daha sonraki dört yıl içinde Alman donanması ciddi tek bir çıkartma yaptı. Herkesin yumurtası sepetinde durduğu için, iki taraf da ölümcül bir savaşa girmeyi yeğlemedi. Fakat 1916'da Alman donanması İngilizleri Tutland sahillerinden püskürttü. Bu, ablukayı kırma hareketinin başlangıcıydı.

Savaşın sonunda Almanlar en azından taktik bir zafer elde etmiş oldular. Batırdıkları gemi sayısı daha fazlaydı, fakat stratejik bir hata olarak Baltık'a geri çekildiler ve saldırgan bir güç olmadılar. Öte yandan bu durum İngilizleri savaşa girmeye zorladı. Aynı zamanda donanmasına yatırım yapan diğer bir ülke olan ABD de savaşa girmeyi düşünmeye başlıyordu.

Alman İmparatoru Mahan'ın kitabındaki püf noktasını anlayamamıştı: Bir donanma kurduğunuzda sadece bir güç olarak algılanmakla kalmıyordunuz, aynı zamanda bir tehdit olarak da görülüyordunuz. Almanların 1918'de yenilmesiyle birlikte, İngilizler paranoya halinde Alman donanmasını kuşatmak ve ona el koymak niyetinde idiler. Böylece tarihinde ilk kez Almanlar donanmalarını İngiliz sularına göndermiş oldular.

Donanma İskoçya sahillerine İngiliz kontrolünde ulaştı. Büyük harcamalar, hatalı bir politika, imparatorluğun çöküşünü getirdi... Almanlar son bir çabayla İngilizlerden gemilerini kaçırdılar. Sembolik de olsa yaptıkları tek akıllıca hareket buydu.

Prof. Dr. Sinsi 11-25-2012 05:33 PM

Tarihten İlginc Olaylar..(3)
 
Saat, İstiridye ve Politika

Pollen Saati ve İngilizlerin isabetli atışları
I. Dünya Savaşı, İngiltere

Peri masallarından ve aşk romanlarından farklı olarak, teknoloji tarihinde, özellikle askeri teknoloji tarihinde, her zaman iyi adamın kaybettiği senaryo tekrarlanır.

19. yüzyılda donanma teknolojisi üç önemli icatla büyük bir sıçrama gerçekleştirdi. Buhar gücüyle çalışan gemiler, keresteden yapılmış gemileri kullanılmaz hale getiren ateşli silahlar, ağır kalibreli silahlara karşı demir ve çelikten yapılan zırhlar. Artık gücün yeni ölçüsü silah kalibreleri, gemi zırhlarının kalınlığı, gemiyi hareket ettirecek motorun gücü ve geminin ulaşabileceği en büyük hızdı.

İngiliz Kraliyet Donanmasına giren ve ilk seferlerini ahşap bir gemide yapan denizciler kariyerlerine son noktayı benzin ateşlemeli buhar tribünleri olan gemilerde koyuyordu. Bu tür gemiler Birleşik Devletler donanmasından yeni emekliye ayrılmış gemilere çok benziyordu. 19. yüzyıl ve 20. yüzyılın başları donanma savaş araçları tarihi açısından en heyecan verici dönemdi.

Buhar teknolojisinin uygulanmasına sıra geldiğinde işin içindeki herkes gemi dizaynındaki teknoloji, taktik ve stratejik değişiklikleri kavramıştı. Rüzgar, artık görüş mesafesi ya da çatışmalardan çıkan dumanların ne tarafa gideceği konusu dışında anlamsızdı. Mühendislik tam bir uzmanlık alanı haline gelmişti.

Artık stratejik kaygılardan biri uzaklarda tam donanımlı üslere sahip olmaktı. Yirminci yüzyılın başlarından itibaren bu üsler Ortadoğu'daki petrol akışının kontrolü açısından daha da önemli hale geldi.

Bu yoğunlaşmanın odak noktası yeni tasarımlar ve değişikliklerdi ancak kimsenin aklına silahların hedeflerini tutturma hususunda isabetlerini artırmak için çalışma yapmak gelmiyordu. Uzun zamandan beri bu iş ilkel bir biçimde yapılıyordu. Ateş açılacak alan belirlenir, mesafeyi gözünüzle ayarlarsınız, ateş emrinin zamanlamasını hesaplar ve ateş edersiniz.

Amerikan İç Savaşı'nda iki tarafın gemilerinde de dört-beş mil uzaklığa atış yapabilen silahlan vardı. Ancak bütün çatışmalar çeyrek mil ya da daha kısa mesafeden yapılıyordu. Silahlar kolayca dönemeyecek, uzak mesafeye ayarlanamayacak kadar hantaldı. Birkaç teorisyen oturup ABD'nin İspanyol Pasifik Filosunu yendiği 1898'deki Manila Savaşı'nın sonuçlarını gözden geçirdi. İspanyollar çatışma boyunca limanda demirli kalmışlardı. Karşılıklı birkaç mil öteden ateş açılmıştı, binlerce atış yapıldı ancak bunların sadece yüzde üç kadarı isabetliydi.

Bu silahların menzilleri ve güçlerine karşın isabetli olmamaları, hedefi bulmalarım güçlendirecek bir teknolojinin gereğini doğurdu. 15, 20 hatta 25 santimlik modern bir silahın 100 metre ilerideki bir hedefe isabet kaydetmesi kolaydı. Bu şekilde 18. yüzyıldan kalma silahlar bile hedefi tuttururdu. Deniz sakinse yüz metreden hedefi vurmak da mümkündü. Çeyrek mil, yani 400 metre uzaklıktan ise hafifçe sallanan bir geminin güvertesinden açılacak ateş pek isabetli olmazdı.

Bir mil, 1600 metre uzaklıktan hedef tutturmak zor olurdu, on mile çıkıldığında ise kör atış yapmak zorunda kalırdınız. İsabet büyük bir şans eseri idi. Modern silahların, on iki hatta on beş millik bir menzile kadar çıkabildiği, ancak isabeti garantileyen bir mekanizmanın olmaması hayli can sıkıcıydı.

Teorisyenler ise şaşırtıcı bir sonuca varmıştı. Bir geminin zırhına, silahlarına, motorlarına ne kadar para harcanırsa harcansın, eğer bir rakip uzak mesafelerden isabetli atış yapmanın teknolojik sırrını çözebilirse, karşı taraf o günün şartlarında isabetli atış yapacak yakınlığa ulaşamadan imha edilmiş olacaktı. Bu tez, Japonların Çarlık Rusya'sının donanmasını 1905'de Tsuşima'da yendiğinde doğrulanmış oldu.

Rus gemilerinin bazıları teknik açıdan Japon gemilerinden daha üstündü. Ancak ayrıntılı bir çalışmayla Japonlar basit ama etkili bir hedef tutturma sistemi geliştirmişti. Gelişmiş optik malzemelerle Rus gemilerinin uzaklıklarını ölçebiliyor ve ilkel bir atış tablosuyla silahlan hangi şiddetle ateşlemeleri gerektiğini hesaplıyorlardı.

Japonlar aşağı yukarı altı millik mesafeden isabetli atışlar yapmıştı ve bu mesafe o zaman için dikkate değerdi. Ama yine de sonuçta rakiplerinin işini tamamen bitirmek için onların menzili içine girmek zorunda kaldılar. Ancak Ruslar sekiz milden isabetli atış yapacak donanıma sahip olsaydı...

Burada sahneye Arthur Hungerford Pollen çıkar. Arthur teknik konuda bir dahiydi. Linotype şirketinin yönetim kurulu başkanının kızıyla evlenmişti. Linotype İngiltere'nin önde gelen matbaa malzemeleri üreticisiydi. 1900 yılında Arthur bir arayış içine girdi. Linotype'ın ürettiği makineler insanlığın yaptığı en karışık endüstriyel cihazdı. Binlerce parçadan oluşuyordu. Kaynayan kurşun üreten elektrikli bir ocağa bağlı yüzlerce tuşlu bir daktilo gibiydi. Kurşun, harfleri oluşturmak üzere kalıplara dökülüyordu. Mekanik olarak plakalara yerleştiriliyor, bunlar da kağıda baskı yapıyordu.

Pollen 1900 yılının Şubat ayında kısa bir tatil yapmak üzere Malta'daki amcasını ziyarete gitti. Adaya kraliyet donanmasında hizmet veren bir kuzeninin gemisiyle gidiyordu. Pollen'e kuzeninin gemisini inceleme olanağı verildi. Bu, hafif bir seyir gemisiydi. Pollen geminin hedef talimini izledi ve çok etkilendi.

Köprüde durup geminin 12-15 cm. çaplı silahlarından çıkan mermileri 1.350 metre öteye ulaşmasını izledi. Ne rastlantıdır ki, Arthur aynı gün Times gazetesinde İngiliz donanmasının 12 cm. çaplı silahlan söküp Boer saflarında 7.200 metrelik mesafelerde kullanılmak üzere Güney Afrika'ya gönderileceğini öğrendi.

Sıradan bir vatandaş olarak bu silahların nasıl olup da denizde sadece 1.350 karada ise 7.200 metrelik menzilleri olduğunu sordu. Şüphe yok ki aldığı yanıt gülümsemeler ve kafa sallamalarla söylenen, "Biliyorsunuz, denizde bazı zorluklar vardır" olmuştu. Pollen o gün, donanması için dünyanın en iyi nişan alma sistemini geliştirmeye karar verdi.

İyi fikirlere her zaman ihtiyaç vardır ama bu seferki Arthur'un tüm yaşamını mahvetti.

İngiltere'ye döner dönmez kayınpederini hedef kontrol sistemi araştırma ve geliştirme programı başlatmanın vatanlarına karşı bir görev olduğu ve işler yolunda giderse iyi de para kazanacaklarına ikna etti. Arthur Linotype makinelerinin kusursuzluğu ve karışıklığını göz önüne alıp, bu işi becerebileceklerini düşünüyordu.

Sonra, mekanik olarak çözmeye çalışacakları bir hipotez sorusu ortaya attı. Soru, birbirine dokuz bin metre uzaklıkta, tam hızla birbirine yaklaşan ve birbirlerine bin üç yüz elli metre uzaklıktan geçecek olan iki gemi üzerine kuruluydu. Bu yaklaşma sırasında ve iki gemi birbirinin yanından geçtikten sonra, on beş santim çaplı bir silahla sürekli isabetli atışlar yapmak için nasıl bir hesaplama yapmak gerekliydi?

İlk atışta merminin hedefe ulaşma süresi otuz saniye olacaktı. Silah tekrar yüklenene kadar geçen sürede ise iki gemi birbirine 800 metre kadar daha yaklaşacaktı. Her atışta uzaklık değiştiği için yeni hesaplamalar gerekecekti. Dahası gemiler birbirine sabit bir hızda yaklaşıyor olmayacaktı. Aslında iki gemi arasındaki uzaklığın değişme oranı bir değişkendi, çünkü iki gemi arasındaki açı da sabit kalmıyordu.

Rüzgarın hızından başka, nem oranı, barometrik basınç, hava basıncı, atmosferdeki yoğunluk değişimleri, silahın namlusunun ısıyla genleşme oranı, silahtan ayrılan merminin momentumu gibi bir sürü etken de bu hesaplamayı etkileyecekti. İlk başta hesaba katılmamasına rağmen dünyanın kendi etrafında dönüşü bile, eğer hedef farklı bir boylamdaysa merminin düşeceği yeri etkileyecekti.

O zamanın teknolojik imkanlarıyla bu işin altından kalkılması mümkün değil gibi görünüyordu ki, gerçekten de öyleydi. Bir grup matematikçi geminin güvertesinde oturmuş, her biri ayrı bir değişkeni hesaplarken, hedef gemi çoktan geçip gitmiş ve vardığı limanda tayfasına gece izni bile vermiş olurdu.

Ama inatçı Arthur Pollen kolay yılacak biri değildi. Buna verilecek teknik yanıt bir hesap makinesi yapmaktı. Bu makine gözlemle girilecek görsel dataları değerlendirip sonucu vermeliydi. Sonraki aşama ateş edecek geminin pozisyonu ve yönünün, ayrıca sıcaklık gibi değişkenlerin bu verilere eklenmesi olacaktı.

Bu işleri yapacak makine, Pollen'in verdiği isimle Saat tüm çarklarıyla çalışıp silahların hedeflenmesi hususunda hızlı bir senaryo çıkarıyordu ve alet silahı otomatik olarak ateşliyordu. Gözetleyicilerden gelen verilerle ayarlamalar yapılacak, sonunda her şey hazır olacaktı. Bir önceki atışın isabetine göre Saat yeni hesaplamalarını yapacaktı. Bu sağlandıktan sonra sistem, silahın ateş edebileceği kadar kısa süre içinde otomatik olarak ateş edecekti.

1904'te Pollen temel bir tasarım yapmıştı. Kuzeni, Arthur'a böyle bir şeye giriştiği için çıldırmış olması gerektiğini söylemişti. Dediği gerçekleşiyordu. Pollen bu fikri donanmaya götürüp bir gemide denenmesini istediğinde pek de hoş karşılanmamıştı. Hala otuzlarında olan genç bir adamdı, denizle ilgili tüm deneyimi sadece bir günlük bir yolculuktu ve doğrudan söylenmese de bir Katolikti. Majestelerinin filosunu destekleyen zenginlerin dahil olduğu sosyal çevrenin çok dışındaydı.

Pollen amirallerin incelemesi için gemilerde kullanılan silahlardaki isabetli atış sorununu, bu soruna bulduğu çözümü anlatan belgeler hazırladı. Ancak bunların işe yaraması ihtimali yoktu, çünkü bu belgeler amirallerin anlamayacağı kadar karışıktı. Pollen deli bir bilgin gibi görülmeye başlamıştı. Su altında giden gemiler, üzerlerinden kalkan uçaklarla öteki gemileri batırabilen savaş gemileri, radyo dalgalarıyla yönlendirilebilen roketler gibi çılgınca projeleri vardı.

Pollen sonunda donanma komutanıyla görüşmeyi başardı. Bu adam Pollen'i büyük bir hoşgörüyle dinledi ve icadını deneyebilmesi için birkaç gemiyi kullanmasına izin verdi. İlk sonuçlardan o kadar etkilendi ki, bu icadın incelenmesi için resmi bir kurul oluşturdu. Pollen'in donanmayı dahiyane fikrini kullanmaya ikna etmesi çabası başarıya ulaşmıştı. Sonra ortaya Majestelerinin donanmasından Teğmen Frederic Dreyer çıktı.

Bunun gibi hikayelerde mutlaka bir Dreyer olur.

Dreyer, Pollen'in Saat'inin her detayını inceledi. Karışık iç parçalan bile incelemesine izin verildi. Dreyer notlar aldı, Pollen'le arkadaşlık etti, onu yemeğe çıkardı ve sistemin bir kopyasını yaptı. Ancak Dreyer'ın kopyası başarısız oldu. Pollen'in sistemi, transistörleri bırakın, vakum tüplerinin bulunmasından bile önce yapılmıştı.

Linotype mühendisi bir nişan alma uzmanına dönüşmüştü ve mekanik cihazının kusursuz sonuçlar alabilmesi gerekiyordu. Bu kusursuzluk birazcık zarar görürse, tüm hesaplar boşa giderdi. John Harrison da yüz elli yıl önce ilk kronometreyi icat ederken santimetrenin on binde biri kadar hassaslıkla ayarlar yapmak zorunda kalmıştı. Dreyer'ın yaptığı kopyanın başarısızlığı muhtemelen orijinalinin ince hesaplarından yoksun olmasıydı.

Dahası, Dreyer gizliden gizliye, Saat'in üretimini yapmak için bir şirket kurmuştu. Öyle belgeler hazırlamıştı ki, uzun süredir bu iş üzerinde araştırma yapıyormuş gibi görünüyordu. Sonraki yıl Dreyer, Pollen'e cihazının denenmesi için yardımcı olurken, kendi sistemini de başka bir gemiye yerleştirmiş aynı zamanda bir deneme yapıyordu.

Dreyer'ın çevirdiği oyunlar sonucu Pollen'in testi başarısız oldu. deneme daha yarısına gelmeden donanmanın adamları, Pollen'in verdiği sözleri gerçekleştiremediğini ilan etti. O sıralarda testi yapılan Dreyer'ın saati ise Arthur'un cihazından daha üstün bir performans göstermişti. Ancak önemli bir ayrıntı vardı; deneme sırasında Kraliyet Donanması'ndan bir görevli olarak Dreyer'in orada bulunması gerekiyordu ve deneme gerçekten sona ermeden bitmesi için emir veren grubun da içindeydi.

Donanma için çalışan birinin hem o denemeye rakip olması, hem de seçici kurulda bulunması etik açıdan pek sorun yaratmamıştı. Aslında günümüzün bazı politikacılarının da böyle bir durum pek umurlarında olmazdı.

Uygun raporlar sunuldu, Pollen'in projesinden vazgeçildi. Dreyer donanmayla bir anlaşma imzaladı. Araştırmalara ilk kendisinin başladığını belgelerle ispat eden Dreyer'e Saat'in patenti verildi. Gerçekler hasır altı edilmişti. İyi fikirler işte böyle devlet anlaşmalarına dönüşüyordu.

Hikayenin daha da trajik olan bir yönü var. Zavallı Arthur sessiz kalmayı reddetti. Çizim masasının başına oturdu ve Dreyer'ın modelinden çok daha üstün bir tasarımla ortaya çıkmaya karar verdi. Birkaç yıl boyunca gizliden gizliye yeni tasarımı üzerinde çalışıp Dreyer'la savaşmaya çalıştı. Ne yazık ki, Pollen kendine bir müttefik bulmuştu ve bu müttefik Amiral Charles Beresford'tu. Beresford karizmatik biriydi ve aynı zamanda donanmanın başı Bobbie Fisher'a da düşmandı. Ancak Beresford iyi bir müttefik değildi.

Nihayet 1909'un sonlarında Beresford'un yardımlarıyla Pollen'in eline ikinci bir şans geçti. Ama artık tüm donanma Dreyer sistemlerini kullanıyordu. Pollen HMS Natal gemisine çıktı, malzemelerini yükledi ve cihazını yerleştirmeye başladı. Geminin kaptanı Frederick Ogilvy idi.

Sonunda Pollen'in karşısına dürüst ve makul bir adam çıkmıştı. Bu kaptanın tüm kaygısı, donanmasına ve ülkesine hizmet edebilmekti. Ogilvy, silahların teknik yanından çok etkilenen biri olduğundan Pollen'in makinesinin tüm detaylarını öğrendi. Amacı bu fikri çalmak değil, en iyi şekilde kullanabilmekti. Bu iki adam hemen arkadaş oldu ve İngiltere'nin denizlerdeki üstünlüğü amacında birleşti.

Deneme büyük bir başarıyla gerçekleşti. Pollen'in en son geliştirdiği Saat Dreyer'ın makinesinden daha üstündü. Limana döndüklerinde Ogilvy Pollen'e kayıtsız şartsız ve hayatta olduğu sürece destek vereceğine ve donanmanın ona karşı olan tutumunu değiştirmek için elinden geleni yapacağına söz verdi. Kader sanki önlerinde bir yol açmıyor, altı şeritli bir otoyol inşa ediyordu. Pollen'in cihazının deneme seferinden dönüldükten sonra Ogilvy, Fisher'in onu HMS Excellent'a tayin ettiğini öğrendi.

Excellent bir gemi değil, deniz silahları araştırmaları yapılan bir kara okuluydu. Excellent'ın başına geçen birinin deniz silahları hususunda donanmanın en yetkin kişisi olduğu düşünülürdü. Ogilvy kısa süre içinde Dreyer'ın donanmadan atılacağı ve Pollen'in alınacağı sözünü verdi. Hiçbir düşman, Pollen Saati taşıyan bir kraliyet gemisine saldırmaya cesaret edemeyecekti.

Uzun yolcuğunun mutlu sona ulaşmasından duyduğu heyecanla Pollen, Ogilvy ve subaylarına şampanya ve istiridye göndertti ve yeni haberleri beklemek üzere evine gitti. Birkaç gün sonra Ogilvy ve adamları apar topar hastaneye kaldırıldı. Pollen'in gönderdiği istiridyeler tifoluydu! Ogilvy bir ay içinde öldü. Pollen onu tek destekleyen adamı öldürmeyi başarmıştı.

Sonra Beresford karşıtı (aynı zamanda Pollen karşıtı, Dreyer destekçisi) bir subay Excellent'ın yönetimine geldi. Ogilvy'nin son raporu, resmi bir rapor hazırlamaya fırsat bulamadığından sadece notlar halindeydi ve dikkate alınmadı. Dreyer'ın çağın dehası olduğunu savunan karşıtları tarafından Pollen donanmadan uzaklaştırıldı.

Altı yıl sonra Kraliyet Donanması Jutland'de bir savaş yaptı. Savaş dokuz mil uzaklıktan başladı. Gemiler on dört mil uzaklıktan bile ateş edebiliyordu. İngilizler sürekli isabetsiz atışlar yapıyordu. Ama The Queen Mary adındaki gemide Pollen sistemleri bulunuyordu ve isabetli atışlar yapıyordu.

Donanma bu gemiyi savaştan önce dışarıdan satın almıştı. Açılış atışlarında üç ya da dört isabetli atış yapmıştı. Dreyer sistemleri taşıyan gemilerin ise en iyi skoru ikiydi. Ama ne yazık ki, bu olaydan sonra donanmadan hiçbir hareket gelmedi. Queen Mary isabet aldı ve battı. Savaşın karışıklığında Almanlar çekildi. İngilizlerin kaybı daha büyüktü. Savaş iki yıl daha sürecekti.

1925'de yıllar süren mahkeme savaşlarından sonra yaşlı ve yorgun Pollen sonunda Dreyer'in şirketinden patent hakları ihlali nedeniyle 30 bin sterlin aldı. Dreyer uzun ve verimli bir meslek yaşamından sonra ikinci amiral unvanıyla ödüllendirildi ve emekliye ayrıldı.

Prof. Dr. Sinsi 11-25-2012 05:33 PM

Tarihten İlginc Olaylar..(3)
 
Makineli Tüfeğin Savaşı

Son Savaş, Belki de Sondan Bir Önceki
1914 İngiliz Keşif Gücü

Hızlı ateşlemeli silahlar on dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru gelişmeye başlamıştı. Fransızlar 1870'de mitralyözle ve Birleşik Devletlerde Gatling kendi adıyla anılan tabancasıyla ortaya çıktı. Silahlar İngiliz ordusunun hemen dikkatini çekti ama bu silahlardan edinmede başarılı olamadılar. Bu başarısızlık I. Dünya Savaşı'nda binlerce yaşama neden oldu.

1871'de İngiliz Savaş Dairesi tarafından yeni hızlı ateşlemeli silahların değerini belirlemek üzere bir komite oluşturuldu. Sonuçlar net ve kesindi; tarihte ilk kez insan gücünün yerine silahların ateş gücü konabilecekti. Bu vakte kadar silah sayısıyla asker sayısı eşitti. Savaş alanında kullanılabilen ve askerleri toplu olarak öldürebilen tek silah büyükçe toplardı. Önden doldurmalı toplar için bile bir düzine adam ve birçok at gerekiyordu. Mesaj tanı vaktinde gelmişti ve ne kadar önemli olduğu çok açıktı. Birkaç savaşta ne kadar işe yaradıkları ortaya çıkmıştı. Ama tabii ki tamamen görmezden gelinmişti.

Makineli silahların kullanılmasına karşı çıkılmasının nedeni çok ikna ediciydi. Savaş Dairesinin bu konuda öne sürdüğü neden çok fazla mermi gidecek olmasıydı. Dahası, makineli silahların hareketli bir savaş için fazla ağır geldiği sonucuna ulaşılmıştı. (Custer'ı hatırlayın.)

Fazla pahalı ve fazla karışık. En lanet neden ise makineli tüfeğin fazla savunmaya yönelik olduğuydu. Askerlerdeki "saldırgan asker ruhu"nu öldüreceğinden korkuluyordu. Tüm generaller bir askerin sahip olduğu erdemler arasında en üste bunu koyuyorlardı. Silah dairesi sorumlusu John Adye bu makineli tüfeklerin çok sınırlı bir kullanım alanı olduğunu savunuyordu ve ona göre pek yaygınlaşmayacaktı. Bu durumda ordu savaşta yanında götürebildiği sınırlı taşıma olanaklarını daha mantıklı şekilde değerlendirebilirdi.

Boer Savaşı gösterdi ki, iyi yerleştirilmiş askerler makineli tüfekleri olmadan da bir orduyu yenebilirdi. Makineli tüfeklerin savaşın kaderini nasıl değiştirebileceği sorusuyla uğraşmaktansa, o zaman kullanılan ateş gücünün makineli tüfekler kadar zarar verebileceği ve makineli tüfeklere gerek olmadığı sonucuna varıldı.

Sonra Rus-Japon savaşı başladı ve Japonlar Arthur limanı çevresinde mevzilenmiş Ruslara saldırdı. Rus tarafında çok miktarda makineli tüfek vardı. Bu da Savaş Dairesinin, makineli tüfeklerin savunmada bile savaşların kaderini belirlemediği fikrini pekiştirdi. Avrupalı güçlerin burada gözden kaçırdığı nokta Japonların verdiği büyük kayıptı. Japonlar bu savaşta kendini feda ederek saldırma yöntemi olan süngü savaşına bile sıcak bakmaya başlamışlardı.

Makineli tüfeklerin değerini anlayan subaylar da vardı. Ufku geniş yüzbaşı J. F. C. Fuller "Süzülme Taktikleri" adlı makalesinde 1914 Alman saldırı tekniklerini inanılmaz derecede doğru tahmin etmişti. Birinci Dünya Savaşı'nda saf cesaret ve süngü savaşı makineli tüfeklerin üstesinden gelmişti.

Loos'daki çatışmada İngiliz orduları dört koldan makineli tüfeklerle açılan yaylım ateşine doğru ilerlemiş ve askerlerin yüzde 80'i ölmüştü. Alman tarafı ise hiç kayıp vermemişti. Bu durum her şeyi açıkça ortaya koyuyordu. Ama İngilizler anlamamıştı. Bir yıl kadar sonra Sir Douglas Haig Savaş Dairesi'ne bir mektup yazıp "Makineli tüfekler abartılmış silahlardır. Her mangaya iki silah yeterlidir" dedi. Ancak eğitimlerde askerler süngülü makineli tüfek alımları için bastırdılar. Cesaretin ateş gücüne üstün gelebileceği fikri bir milyon askerin kaybından sonra giderek zayıflamaya başladı.

Cesaret bir asker için önemlidir ancak bunu mantık kurallarının üzerine çıkarmak ve eski tip tüfeklerle askerleri savaşa sokmak sadece ve sadece Birinci Dünya Savaşı'nda ateş hattının çok daha gerisinde durup emirler veren kumandanlara makul geliyordu.


Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.