![]() |
Osmanli’Da İstihbaratçilik -Osmanli’Nin Mgk’Si
İSTİHBARATIN DOĞUŞU -OSMANLI’NIN MGK’SI
İktidar, egemenlik, sömürme ve güç savaşlarında tarih boyunca haberalma, yalan haber yayıp karşı gücü yanlış yönlendirme yöntemini hep uygulamıştır. Ticaret burjuvazisinin oluşması ve dolaşımının ulusal sınırları tanımamasından sonra haberalma hem boyut değiştirmiş, hem de daha profesyonel ve geniş bir yelpazeye yayılarak bir meslek bir sektör halini almıştır. Artık güç savaşlarında sadece haber alma değil, haber toplamaya karşı koyma, psikolojik harp yapma meslekten öteye; sanat haline dönüşmüştür. İlk haber alma / istihbarat örgütünün kim tarafından ve ne zaman kurulduğu kesin olarak bilinmemekle birlikte, bu mesleğin insanlık hayatında paranın yer almasından sonra ortaya çıktığı bilinmektedir. Para, güç ve iktidarın sembolü olduğundan dolayı, site devletlerinden modern devlet sürecine kadar insanoğlunun geçirdiği süreçte istihbarat, insanlık tarihinin akışını değiştirdi. Para ve dolayısıyla güce sahip olabilmek için rakip şehir, devlet veya imparatorlukları oyun sahnesinden atmak için yapılan bütün cephe savaşlarının öncesinde oldukça çetin ve bazen de keyifli istihbarat savaşları yaşanmıştır. Bu savaşlar tamamen gizli yürütülmekte olup, artık “ düşman” ile ilgili gerekli bilgiler alındıktan sonra, legal-cephe savaşına girilmiştir. İstihbaratçılık dünyanın en eski merkezlerinden biri olarak biliniyor. İstihbaratçılığın kökeni, yazılı metinlere göre bundan tam 5000 yıl önceye dayanmaktadır. Milattan 5000 yıl önce Mısır Kralı III. Tutmosis, kuşatma altındaki Yafa kentine ajanlarını gizlice gönderdiği yazılı metinlerde yer alıyor. Ve yine bu tablet metinlere göre, Tutmosis’in ajanları Yafa’ya un çuvalları içinde giriyor ve şehir ile ilgili gerekli bütün bilgileri krallarına iletiyorlar. Gelen bu istihbarat raporundan sonra III. Tutmosis, savaş stratejisini belirleyip şehri daha az bir maliyetle ele geçiriyor. İstihbarat mesleğinin önemi, insanlık tarihinin akışını değiştiren semavi dinlerin kutsal metinlerinde de yer almıştır. Örneğin Tevrat’ta “ Yeuşa’nın ( Hz. Yüş’a Kabri İstanbul Beykoz sırtlarında bulunuyor) Adanmış Topraklara doğru gidişi” sırasında “şehri kolay ele geçirilmesi için, Eriha’ya iki kişinin gönderilmesi” emrediliyor ve bu kişilerin getirdiği bilgiler doğrultusunda “fetih hareketinin başlatılması” isteniyor. İstihbaratçılık bir meslek olmadan önce kervanlar, gezginler, büyücüler ve gezgin din adamları tarafından icra edilirdi. dolaşımının hızlanması, sermaye birikiminin oluşması ile birlikte gelişen ticaret yolları ve artan nüfusla birlikte haberalma, hekimlik, tüccarlık, ziraatçılık gibi bir meslek haline gelmiştir. Özellikle baskıcı despotik yönetimlerde bir geçim kaynağı olmuştur. Avrupa’ da sermayenin yönetimde tek söz sahibi olması ve uluslar arası ilişkileri belirlemesinden sonra İstihbarat mesleği, dönem dönem en önemli “ geçim kaynağı” olmuştur. Profesyonel sermaye oluşmadan önce İstihbarat tamamen kilisenin kontrolünde ve çıkması muhtemel muhalefeti tasfiye etme aracı olarak kullanılmıştır. Kilisenin kendi egemenliğini kaybetmemesi için, cadı avı ve aforoz mekanizmasını; din adamlarını da aynı zaman da birer muhbir, haberalma elemanı olarak kullandı. Kilise, derebeyler ve büyük toprak sahiplerinde oluşan sermaye birikiminden sonra iktidar gücünü kaybetmemek için yüzyıllar süren savaşlarda yüz binlerce insanı katlettirmekten geri durmamıştır. Bu anlamda semavi dinler arasında sicili en bozuk din maalesef Hıristiyanlığın Katolik yorumudur. Kilise’nin “iç iktidar” uğruna akıttığı / akıttırdığı kanın kat be katını “dış iktidar” uğruna akıtmaktan çekinmemiştir. Özellikle Orta Çağ’ da Tapınak şövalyeleri aracılığı ile yaptığı istihbarat ve açık cephe savaşlarında Musevi ve Müslümanlardan yüz binlerce insanın kanını akıtmıştır maalesef. Batıda, istihbarat mesleği örgütlü olarak ilk önce Tapınak Şövalyeleri arasında doğduğu görülmektedir. Tamamen ayrı bir çalışma konusu olabilecek bu haber alma teşkilatına ilgili bölümde kısaca değineceğiz. DÜNYADAKİ İLK İSTİHBARAT ÖRGÜTÜ Türkiye’de birçok kaynakta, dünyanın ilk profesyonel istihbarat örgütünün İngiltere Kraliçesi I. Elizabeth tarafından 1530’lu yıllarda kurulduğu iddia edilmektedir. Oysa Doğu’ya baktığımızda, ilk organize İstihbarat örgütünün bu tarihten yaklaşık 1000 yıl önce kurulduğunu görürsünüz. İlk istihbarat örgütü, Çinliler tarafından Göktürklere karşı 570’lı yıllarda kurulmuştur ve İstihbarattan sorumlu bakanın adı da Çang Sun Çing’dir. Göktürk’lerin hızla yükselmesi, bölgede güç olması ve Çin’in Batı ile Hindistan gelirlerine el koyması üzerine imparatorluk tarafından derhal bir haber alma örgütü kurulur. Ağırlığını Budist rahiplerinin oluşturduğu bu istihbarat örgütünün elemanları tapınak ve çeşitli devlet kademelerinde eğitildikten sonra Göktürk ülkesine gönderirler. Rahip, seyyah, tüccar ve hekim rolünde Göktürk ülkesine yayılan ajanlar, aynı şekilde ülkenin en önemli ve büyük sarayına; Kağan Sarayı’na da sızmış ve yüksek mevkiler elde etmişlerdi. Sarayda saygın mevkiler elde eden ajanlar, sonunda Göktürk Hakanı Şapolyo ile “en büyük boy”un lideri Apohan’ın arasını bozmuş ve bir iç savaşın çıkmasına sebep olmuşlardı. Çıkan iç savaş sonucu Şapolyo zayıflamış ve ülkesini birlik halinde tutamamıştı. “Kök Türk ili ikiye parçalanmış ve kardeş kardeşin kanını içmeye devam ediyordu İçing’in uğursuz sarı donlu çaşıtları yüzünden. (Çinin Sarı kıyafetli ajanları)” Göktürk’lerin iç savaşa girmesi ve bölünmesi ile birlikte Çin’in batı ticaret yolları ve Hindistan gelirleri yeniden sorunsuz akmaya devam etti. Çin İstihbarat servisi bununla da yetinmemiş, kendi içlerinde; Kuzey Çin’e hükmeden Topa Kuçi Hanedanı ile bu hanedana ait kültürü tarihin tozlu sayfalarına kaldırırlar. Burada da din adamı, barış yanlısı rahip ve hekim maskesi ile yer edinen ajanlar, 500’ün ikinci yarısında güçlü Topa Hanedanlığını ikiye bölmeyi başarırlar. Topa devleti ikiye bölündükten sonra halkın inançlarını değiştirme konusuna yoğunlaşan ajanların çalışmaları sonucunda Topa kültürü ve medeniyeti bu yüzyılla birlikte gitti. Böylece Tarih, ajanların ilk kez bir kültür ve medeniyeti yok ettiğine tanıklık etti… Çin kaynaklarında Çang Sun Çing’in örgütü ile ilgili doyurucu bilgiler bulunmaktadır. ---------------------------- OSMANLI’DA İSTİHBARATÇILIK Osmanlılarda istihbarat faaliyetleri, kuruluş döneminde başlar. Osmanlılar, modern istihbaratçılık olarak tanımlanabilecek Martalos ve Voynuk teşkilatları kurarak dış ve iç gelişmeleri sıkı takip altına almayı başarmışlardır. Bu teşkilatlarda, özellikle Martolos ‘ ta ağlırlıklı olarak gayri Müslim tebaa çalıştırılmıştır. Hatta Bizans’a ajanlık yapan keşişlerden de faydalanılmıştır. Osmanlı İmparatorluğun yükseliş döneminden itibaren yabancı devletler İstanbul’da elçilikler kurarak Doğu’dan düzenli istihbaratı sağlamalarına rağmen Osmanlı İmparatorluğu’nun buna teşebbüs etmemesi bazı çevreler tarafından eleştirilmektedir. Oysa Osmanlı Devleti hem tüccarlar ve seyyahlar, hem de bizatihi yabancı elçilerden düzenli olarak bilgiler almayı başarmıştır. Mühimme Defterlerine bakıldığında, Osmanlı’nın bu alanda ne kadar başarılı olduğu görülecektir. Bu defterlerde Padişahların Anadolu ve Rumeli Beylerbeyinden komşu ülkeler hakkında düzenli istihbarat ve karşı istihbarat faaliyetleri hakkında bilgi aldıkları sarih bir şekilde bellidir. Mühimme Defterlerinde özellikle Hakan tarafından uç beylerinin komşu ülkeler hakkında istihbarat ve karşı istihbarat faaliyetlerine ağırlık vermeleri konusunda hükümler bulunmaktadır. Bu hükümlerde, ajanlar aracılığı ile komşu ülkelerin orduları ve bu orduların hareket tarzları konusunda çok bilgi toplamaları; bu bilgileri anında saraya bildirmeleri emredilmektedir. Osmanlı’nın yalnız istihbarat toplama ve istihbarata karşı koyma, kontrespiyonaj(karşı casusluk) yayma konusunda çalıştığını düşünmek bir yanılgı olur. Duraklama ve gerileme devirlerinde padişahlara sunulan risale ve layiha (tasarı)lar dikkatle okunduğunda birer istihbarat analiz raporlarından başka bir şey olmadığı görülecektir. Bu risale ve layihalar, ortaya çıkan bozuklukları anlattıktan sonra, bozuklukların sebepleri ele alınıyor. Akabinde de çözüm öneriyorlar. Koçi Bey Risalesi ile Tatarcık Molla Abdullah Efendi Risalesi türünün en önemli belgeleridir. Bu anlamda Osmanlı Devleti, rakibi olan diğer imparatorluklardan hayli ileride olduğunu söyleyebiliriz. Osmanlı’da kurumsal İstihbaratçılık, Fatih Sultan Mehmet tarafından merkezi yönetimin kontrolüne alınacaktı. Doğu ve Batı’dan gelen binlerce İstihbarat Divan’da toplanır ve analiz edilirdi. Fatih’in bu yöntemini Sultan IV. Murat Han ile KöGoogle Page Rankingülü Mehmet Paşa başarı ile uygulayacaklardı. Bu yüzdendir ki ekonominin bozuk olması ve devlet hazinesinin sıfırı tüketmesine rağmen IV Murat ile KöGoogle Page Rankingülü dönemi Osmanlı’nın güçlü dönemlerindendir. Fatih’in Divan Analizi yöntemini Sultan II. Mahmud’un da başarıyla uyguladığını görüyoruz. Osmalı’da. Batılı tarzda istihbaratçılığın Sultan III. Selim döneminde karşımıza çıktığını görüyoruz. Artık tekke ve zaviyelerin ağırlıkları yavaş yavaş kaybolmuş. Oluşturulan bir gizli kadro ile devletin çelik çekirdeği oluşturulmuştur. III. Selim’in böylesine bir yolu tercih etmesinin sebebi, tahta geçtiği yıl Fransa’da ihtilal yapılmış, imparatorluk yıkılarak yerine ulus devlet kurulmuştur. Osmanlı’nın uluslar topluluğu göz önünde bulunduran III. Selim, görünen devlet yöneticilerinin yanı sıra, olağan üstü yetkilerle donatılmış 24 kişilik bir çekirdek devlet kadrosunu kurmayı kaçınılmaz görmüştür. Kaynak: Türkiye'de İstihbaratçılık ve Mit |
Osmanli’Da İstihbaratçilik -Osmanli’Nin Mgk’Si
OSMANLI’NIN MGK’SI
1792’de Avusturya ve Rusya ile savaşan Osmanlı İmparatorluğu, artan savaş masraflarını halkın sırtına yükler. Zaten tarım ekonomisine bağlı olan halk, bu vergilerin altında gittikçe ezilmektedir. Rus elçiliğindeki diplomat kisveli ajanların kışkırtmaları sonucunda ulema, III. Selim Sultanahmet Camii’nde Cuma namazı kılarken, isyana teşebbüs eder. Kızgın olan halk kitleleri ulemanın önderliğinde camiye baskın yapar. Yeniçeri askerlerinin yardımı ile Şeyhülislam (Yargıtay Başkanı) ve Sadrazam hayatını zor kurtarır ancak, Sultan camide esir kalmıştır. Padişah, halkın isteklerine boyun eğdikten sonra Saraya dönmesine izin verilir. III. Selim Han, saraya gelir gelmez gelen İstihbaratları değerlendirerek isyanın öncüsü olan birçok âlimi öldürtür, kimilerini zindana atarken kimilerini de sürgüne mahkûm eder. Sadrazam’ın bu olaydaki basiretsizliği karşısında derhal devletin çekirdek kadrosunu oluşturmaya başlar. Diğer yandan Osmanlı orduları Tuna boyları ve Karadeniz’de ağır bir yenilgiye uğrar. Henüz resmiyet kazanmayan bu gizli komitenin tavsiyesi ile Sultan, savaş hakkında konuşulmasını yasaklar. Yasak bununla da kalmaz. İstanbul’daki bütün kahvehaneler kapatılır; sokaklarda toplu yürünmesi yasaklanır. Temmuz 1792’de Padişah, kurduğu bu komiteyi Sadrazam’ın yetkilerine ortak eder. Hatta bazı konularda yetkileri Sadrazam’ın üzerindedir. Bu komite, bir nevi Osmanlı’nın Milli Güvenlik Kurulu’dur. Osmanlı Devletine yapılan dış müdahalelerden dolayı Sadrazam’ın çaresiz kaldığı yerlerde bu komite devreye girmiş ve hayati kararları eyleme dökmeyi başarmıştır. Ancak, gelişen sanayi ve kapitalist sermaye, artık imparatorlukları kemirmeye başlamıştır. 1793 yılında İstanbul ve devletin en önemli gelir kaynaklarından olan Mısır’da açlık baş gösterir. Öyle bir kıtlık yaşanır ki İstanbul ve Kahire sokakları açlıktan ölen insanlarla doludur. Osmanlı MGK’sı olan bu komite, çözüm üreteceğine, Padişah’ı sürekli yasalar çıkarmaya yönlendirirler. Bu gizli komitenin (MGK’nın) Padişahı yanlış yönlendirdiğini söyleyen devlet adamları ise bir bir tasfiye edilmektedir: Kuruluşundan beri Osmanlı MGK’sına karşı çıkan Sadrazam Yusuf Paşa, öldürülerek malları kamulaştırılır. Rumeli Beylerbeyinin kafası kesilerek saray duvarından günlerce halka teşhir edilir . Reis efendi ise, kahvesine zehir atılarak öldürülür. Artık İstanbul’da devlet yönetiminde olan insanların arasında ölüm kol gezmektedir. MGK, devleti tamamen ele almış ve istediği her ferman ya da beratı Padişah’a çıkarttırmaktadır. Ölüm’ün kol gezdiği 1793 yılında bilinmeyen sebeplerle İstanbul’da birbiri ardına yangınlar çıkar. Yangınlar öyle bir hale gelir ki Padişah’ın yaşadığı Topkapı sarayı bile tehdit altındadır. Osmanlı MGK’sı, kendisine karşı en büyük güç olarak gördüğü Yeniçeri Ağası’nı bu yangınları sorumlusu olarak gösterip padişah tarafından idam edilmesi için ferman çıkartır. Yeniçeri’nin başına MGK’ya bağlı bir Ağa getirilir ama yine de ordunun bel kemiği olan bu kanada güvenilmemektedir. Zaten ekonomisi ( kaybedilen savaşlar ve kıtlıklardan dolayı) çökmekte olan Osmanlı Devleti’ne Nizam-ı Cedid adı altında yeni bir ordu kurdurulur. Bu ordu ile amaç, Yeniçeri’ye karşı bir güç dengesi oluşturmaktadır. Ancak cephelerde savaşlarla boğuşmakta olan Yeniçeri’nin bunu düşünecek hali yoktur. Fransa’dan ve İtalya’dan getirilen subaylar, Nizam-ı Cedid askerlerini eğitirlerken bir yandan da ülke genelinde geniş İstihbarat faaliyetleri yürütürler. Osmanlı ordusunun gücü, mukavemetini ve savaş kabiliyetini raporlar halinde kendi ülkelerine bildirirler. Çekirdek kadro MGK, orduyu tamamen Fransız subayların kontrolüne bırakmış, İstanbul ve Anadolu’da yönetimden hoşnut olmayan Türklerin peşine düşmüştür. İÇ MUHALEFETİN TASFİYESİ Üçüncü Selim tarafından kurulan ve daha sonra Encümen-i Daniş olarak yeniden dizayn edilen ve artık gün yüzüne çıkacak olan Osmanlı MGK’sının en büyük çalışmalarından biri, iç muhalefeti sindirmek ve susturmaktır. Yapılanmasını İran İstihbarat servisinden (Üçüncü selimden yüzyıllar önce yaşayan Sasani Hükümdarı Ardeşir’in örgütü) devşirerek alan Osmanlı MGK’sı yöneticiler arasındaki kavgalarda taraf tutmuş ve birçok değerli devlet adamının harcanmasına sebep olmuştur. |
Osmanli’Da İstihbaratçilik -Osmanli’Nin Mgk’Si
II. MAHMUD DÖNEMİ VE BAŞBAKANLIK
KOLTUĞUNDAKİ AJAN III. Selim’in tahttan indirilerek yerine II. Mahmud getirildi. Sultan II. Mahmud tahta oturur oturmaz Mehmet Sait Halef Efendi’yi Sadaret (Başbakanlık) makamına oturtacağını söyleyince, III. Selim’den kalan Osmanlı MGK’sı adı geçen şahsın hem İngilizlere hem de Fransızlara casusluk yaptığını söyler. Ancak II. Mahmut, Saltanat tahtını bir yerde borçlu olduğu ve sürekli kendisine akıl hocalığı yapan Halet Efendi’de ısrar eder. Bunun üzerine ‘çekirdek devlet” MGK, Halet Efendi’nin İngiliz ve Fransızlarla olan ilişkilerini hafiyelerin verdiği raporlarla padişahın önüne serer. Padişah bütün bunlara aldırış etmez ve Halet Efendiyi Başbakanlık görevine getirir. III. Selim’in MGK’sının kendisine engel olma çabalarından saraydaki muhbirlerden öğrenen Halet Efendi, Başbakanlık görevine gelir gelmez, “ çekirdek devlet”in yapısını değiştirmeye başlar. Derhal bazı üyeleri görevden alır, onların yerine yeni üyeler atar. Bir süre sonra da bazılarını çeşitli yollarla öldürtür. Halet Efendi’nin yeri gelince Padişah’ın bile önüne geçen bu “derin devlet”in yapısını değiştirme gücü, Yeniçeri Ocağı’ndan gelmektedir. Ordunun en güçlü kesimini oluşturan yeniçeri ağaları (generaller), Halet Efendi’nin has adamlarıdır. Sarayda darbe ve entrikalar yapan Halet Çelebi’nin III. Selim’in kurduğu “çekirdek devlet” kadrosunu katlettirmesi, ileride Osmanlı’nın geleceğini etkileyen en önemli olay olacaktı. Sultan II. Mahmut dönemi de III. Selim dönemi gibi karmaşık olaylarla geçti. Tahta çıktığı 1808 yılından Yeniçeri Ocağı’nın kaldırıldığı 1826 yılına kadar İstanbul ve taşrada baş gösteren karışıklıklar ve ayaklanmaların hepsinin temelinde bürokrasiye olan isyan, artan vergiler ve yönetimin kokuşması idi. Mevcut düzenden rant sağlayan ve varlığını o ortamda yürütebilen Yeniçeri Ocağı, saray ve padişahı istediği gibi yönlendiriyor ve istediği kararları aldırabiliyordu. Yeniçeri’yi yedeğine alan Sadrazam Mehmet Sait Halet Efendi, kendi oluşturduğu “çekirdek devlet” kadrosunun da gücünü kullanarak istediği kararları padişaha aldırıyor, devletin gidişatını düzenlemek ve yeniden yapılanma için çalışan vezir, paşa ve diğer bürokratları tek tek ya sürgüne göndertiyor ya da Padişah fermanı ile öldürtüyordu. Yıllardan beri süre gelen Rus Harbi ve iç isyanlar, durumu daha da kışkırtıyordu. Ruslar, bu durumdan faydalanarak Osmanlı’dan Abhazya, Gürcistan, Besarabya, Eflak ve Boğdan’ı (bugünkü Romanya) istiyor ve Sırplar’a bağımsızlık talebini yineliyordu. Diğer yandan da “Halet Efendi” entrikaları Osmanlı sarayını tamamen sarmış bulunuyordu. Rumeli’den Hicaz’a kadar Osmanlı topraklarının her yerinde Halet Efendi’nin entrikaları kabus gibi dolaşıyordu. Ortalığın böyle karışık olduğu bir dönemde Sultan Mahmud’un etrafında kimlerin oluştuğunu Tarih’i Cevdet’te Cevdet Paşa şöyle anlatıyor: “ II. Sultan Mahmut Hazretleri, şehzadeliğinde Sultan III. Selim Hazretleri ile birlikte kafes içinde söyleşirken ondan aldığı dersleri çok iyi hıfz etmiş ve şahin gibi kafesten çıkıp ta Saltanat tahtına oturduğunda zorbaların, özellikle Yeniçeri haydutlarının ortadan kaldırılmasını kararlaştırmıştı. 1812 yılında bu sırrını Halet Efendi’ye açtı. Ondan içtenlikli hizmet bekliyordu. Halet Efendi ise, taşradaki zorbaların cezalandırılması konusunda aşırı derecede sertlik göstermekte olduğu halde, Yeniçerilere hadlerinin bildirilmesi konusunda ikiyüzlü ve hileli yol tutmuştu. Her gün bir mazeret ve bahane bularak ve türlü dolaplarla padişahı aldatıp oyalayarak Yeniçeri işini geciktiriyordu. Kendi mevkiini korumak için taşra görevlilerini soyup elde ettiği gelirleri Yeniçeri Ocağı ileri gelenlerine ve gerekli gördüğü başkalarına dağıtıyordu.” Halet Efendi’yi anlatmaya devam eden Ahmet Cevdet Paşa, yeni üyelerden oluşan Osmanlı MGK’sının hemen hemen bütün üyelerinin Sadrazam’ın adamı olduğunu satır aralarında vurgular: “ Zamanın gereklerine ayak uydurarak devletin yöntem değiştirip işe yarayacak yeni bir ordu kurması zorunlu olduğundan, padişahın adamlarından Silahtar Ali Bey gibi bazıları eski yöntem ve gidişi yererek Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması doğrultusunda padişahın düşüncesi ile birlikte iseler de, Başçuhadar Seyyid Ömer Ağa ve Berber başı Ali Ağa gibi bazıları da sarayda uygulanan eski yöntem ve protokolün bozulup değiştirilmesini hiç uygun bulmuyorlardı. Çünkü, asker sınıfında değişiklik yapılırsa, bunun saraya bulaşacağını düşünüyorlar ve bu nedenle eski gidişin değiştirilmesinden sakınarak ve eski ocakların gayretlerini güderek Halet Efendi’den yana oluyorlardı. Özellikle Ömer Ağa eski yöntemlere çok bağlı olduğundan, Padişah’ı çok sıkardı. Ama ona çok bağlı ve içi temiz bir adam olup padişah tarafından çok sayılır ve gözetilirdi. Yürekli ve açık sözlü olduğu için her dediğini yürütüyordu. Padişah, sarayın dışında Yeniçerilerin sıkıntısı, Saray’ın içinde de birtakım eski yöntem ve protokolün baskısı altında sıkılıp kendisini manevi bir kafes içinde göründüğünden, Yeniçerilerin işini bitirip Saray’daki kayıtları ve bağları kırıp nefes alarak yeni yöntemlerle devleti içinde bulunduğu perişanlıktan kurtarmak çaresini araştırmaktan ve güvendiği kişilerin ağızlarını aramaktan her ne kadar geri durmaz idiyse de, Halet Efendi her kapıyı kapatarak bu konuda kimseye meydan bırakmazdı. Halet Efendi, perde arkasında oynattığı oyunun gerçek durumunu anlayıp Padişah’a bildirebilecek kişileri birer dolapla ya öteki dünyaya, ya da taşrada göreve gönderiyor, önemli ve politik görevlere hep yeteneksizleri geçiriyordu. Bu türden yeteneksiz kişiler devletin önemli işlerini yürütmekten aciz olduklarından her zaman Halet Efendiye başvururlardı. Herhangi bir engel çıkıp Halet Efendi’de işin üstesinden gelemezse, pek çok hediyelerle kendinden bağladığı Yeniçeri ileri gelenleri aracılığıyla güçlüğü çözüme bağlayarak, kendi varlığını devlete kimya ve herkesin derdine deva olduğu imajını oluştururdu. Yeniçeri ileri gelenleri hep adamı olduğundan, gerektiğinde bir takım gösteriler yaptırarak saltanat çevresini korkutup Saray’ın içinde ve dışında istediğini yerine getirirdi.” Saray ve ülke bürokrasisine bu kadar hakim olan Halet Efendi, özellikle İngiliz Elçiliğinin kendi etrafında kurduğu ajanlar ordusunun yönlendirmesi ile ülke genelinde terör estiriyordu. Osmanlı’ya bağlı ve çok güçlü olan, hatta Napolyon’un yaptığı “tam bağımsızlık” teklifini elinin tersi ile iten Tepedelenli Ali Paşa gibi bir devlet adamı ile Padişah’ın arasını bozmuş çevirdiği entrikalarla Tepedelenli’nin isyan etmesine sebep olmuştu. Bu isyanla birlikte Osmanlı’nın Balkanlar’daki egemenliği kâğıt üstünde kalmıştı. |
Osmanli’Da İstihbaratçilik -Osmanli’Nin Mgk’Si
VİYANA KONGRESİ
Bugünkü Avrupa Birliği’nin tarihsel temeli olan Viyana Kongresi, yine Halet Efendi’nin marifetleri sayesinde Türkiyesiz yapıldı. Napolyon döneminin sona ermesi ile devletlerarası dengeyi kurmak için toplanan Viyana Kongresi’nde Osmanlı Devleti delegelerinin bulunamayışını bazı yerli tarihçiler şöyle açıklıyorlar: “Osmanlı Devleti’nin de kongreye delege göndermeye yetkisi vardı. Fakat içeride pek çok güçlükleri olup gözlerini dış meselelere çeviremiyordu. Üstelik III. Selim’in tahttan indirilmesi olayında ölen yetenekli kişilerin yerleri boş kalıp gerçekten devlet adamı denecek kişiler yetişmemişti.” III. Selim’in kıymetli devlet adamları taht kavgaları sırasında öldürüldükleri doğrudur. Ancak bu tarihçilerin unuttukları veya yorumlamak istemedikleri Halet Çelebi ismindeki bir felaket Osmanlı sarayındaydı. Ve çift taraflı ajan Halet Çelebi, devletin üst düzey bürokratları arasında yaptığı kıyım ile onların yerine ehliyetsiz, beceriksiz kişileri getirtmesi ile III. Selim’in oluşturduğu Osmanlı MGK’sı üyelerinin yeri boş kaldı. Halet Çelebi, İngiliz ajanlarının yönlendirmelerine kanmayıp Viyana Kongresine Türk delegeleri gönderseydi bugün Avrupa ve Türk tarihi çok başka bir mecrada akıyor olacaktı. Halet Efendi’nin bürokraside yaptığı katliamlar ve tasfiyeler yüzünden Osmanlı Devletinde siyasi müzakerelere katılabilecek ve başka ülkelere çalışmayan ileri düzeyde batı dillerini bilen üst düzey bürokrat yoktu. Dışarıda gelişen olayları ise Fener’li Rum tüccarlarından bilgi alabiliyorlardı. Osmanlı Devleti’nin Viyana Kongresi’ne katılmayışını Cevdet Paşa şöyle değerlendiriyor: “ Bu kongreye katılmak üzere Avusturya Başbakanı Metternich’in delege göndermemiz için yaptığı çağrıya Osmanlı Devleti şu düşünce ile uymadı: ‘ Hükümet bu öneriyi, her şeyden önce gereği gibi incelemeyip delege göndermekten uzak durdu. Çünkü devlet, Avrupa devletlerinden bazılarıyla ilişki kurup ittifak etmek yolunu bir süreden beri kendisi için yeni bir politika olarak tutmuşken, Avrupa politikasının bir kararda olmamasını deneyimlerle anladıktan sonra bu ittifak politikasında sıtkı sıyrılarak eskiden beri izlediği yansızlık politikasına dönmüş ve bunun da yararını görmüştü. Şöyle ki: Napolyon ile ittifak etmekten uzak durup Bükreş Barış Antlaşması’nı kabul ile yakayı kurtarmış olduğundan, şimdi Viyana Kongresi’ne delege gönderip de ülkenin bütünlük ve dokunulmazlığını devletlerin ortak güvencesi altına aldırması Metternich tarafından bildirildiğinde duraksayarak; a)Acaba söz konusu güvence Rusya’yı kuşkulandırır mı? b)Osmanlı Devleti’nin güvence istemesi, geleceğine güveni olmadığı düşüncesini uyandırmaz mı? c)Rusya’nın Osmanlı Devleti’ne geri vermeyi antlaşma ile kabul ettiği kaleler konusu kongre gündemine gelip de geri alınmazsa, Osmanlı Devleti’nin bu kaleleri isteme hakkı büsbütün yitirilemez mi? d)Bu kalelerin geri verilmesi Bükreş Antlaşması’nın koşulları gereğinden olduğu çok açık iken, geri verme işleminin yerine getirilememesi durumunda, antlaşmalara verilen sözlere güven kalmayıp iş kuvvet kullanmaya ve yenmeye kalacağından, Viyana’da verilecek ortak güvenceye güvenilir mi? Viyana Kongresine katılmaktan çekinmenin başlıca nedenlerinden biri de Sırbistan’ın ayrıcalıklarının gündeme getirilmesi konusuydu. Oysa Osmanlı devleti korktuklarının hepsine daha sonra, yani Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasının ardından Akkerman Antlaşması’nda uğradı.” Ve, Osmanlı Devleti, sanayi güçlü olan Avrupa’dan bir ajan başbakanın marifetiyle kendisini çıkarmış ve onların desteğinden yoksun bırakarak yalnızlığa mahkum olmuştur. Bir Avrupa devleti iken, kendi elleri ile Avrupa Hukuku alanı dışına attı. İÇ KARIŞIKLIKLAR Osmanlı Devleti, dışarıda kendi (aslında Halet Efendi’nin) elleri ile izole ettirirken diğer taraftan da içeride karışıklıklar birbirini kovalıyordu. Yeniçeri’lerin Semer kaldırma (Bir ortadan-bölükten diğer ortaya geçme) olaylarından dolayı karada ve denizde tam üç gün üç gece çarpışıyorlardı. Bu esnada Yeniçeri’nin medrese öğrencilerine yaptığı zulüm, Kürt hamallardan birinin karısına sarkıntılık etmesi, öğrenci ve Kürt hamalların isyanı, Ermenilerin isyan girişimleri… Gibi olaylar devleti bir açmazın içine sokuyordu. Yine Halet Efendi’nin maharetiyle meydana gelen Tepedelenli Ali Paşa isyanı, Mora, Sisam ve Girit’te karışıklıklar, Rumlar arasında başkaldırmalar, üstelik bu başkaldırıların İstanbul’u merkez alması, Eflak ve Boğdan(Romanya)’daki karışıklıklar devletin her yönden güçsüzlüğünü ortaya koyuyordu. Rum Ortodoks Patriği Gregoryus, Mora’daki isyan eden Rumları yönlendirdiği ortaya çıkınca Hıristiyanların kutsal günü olan Paskalya’da azledildi, (Osmanlı Devleti’nde din adamları idam edilemezdi yasa gereği) Fener Patrikhanesi’nin orta kapısında asıldı. Mora isyanını yönlendiren üç Metropolit de İstanbul’un Balıkpazarı, Kaşıkçılar Hanı ve Parmakkapı gibi yerlerde asıldırılar. Bu sırada Sadaret Makamı’na mertliği ile bilinen ve doğru sözünü esirgemeyen Benderli Ali Paşa getirildi. Benderli Ali Paşa’nın sözünü esirgememesi, devlet idaresini bilmesinden dolayı Halet Efendi “saltanatının sarsılacağından endişelenerek” bir ayak oyunuyla onu önce Kıbrıs’a sürdürdü. ardından da orada öldürttü. Benderli Ali Paşa’dan kurtulan Halet Efendi, bu sefer, kendisinin sözünden çıkmayan Salih Paşa’yı Sadaret makamına getirdi. Salih Paşa’nın bu göreve gelmesinden sonra iç karışıklıklar daha da arttı. Tarih-i Cevdet’te Salih Paşa döneminden şöyle söz ediliyor: “ Salih Paşa’nın Sadrazam olduğunun ertesi Salı günü İstanbul’un birçok yerinde 12 Rum öldürttü. Bunlardan biri Arnavutköy Başpapazı idi. Onu izleyen Çarşamba günü 7 Rum daha idam ettirdi. Bu idamlardan cesaret alan Müslüman vatandaşlar, Kalas’ta Rumların Müslümanlara yaptıkları alçaklıkların öcünü almak için, bazı nedenlerle şahsi kin besledikleri Rumları öldürmeye başladılar.” Görüldüğü gibi Halet Efendi’nin maşası Salih Paşa yönetimi, varolan Kaos’u daha da artırıyordu. Durumun vahametini anlayan bir süre sonra kendisinin oluşturduğu gizli MGK’nın da yardım ve desteği ile Yeniçeri ocağını tamamen ortadan kaldırmayı başarır |
Osmanli’Da İstihbaratçilik -Osmanli’Nin Mgk’Si
CAMİDEKİ HIRİSTİYAN VE AJAN İMAM
Osmanlı’da sona yaklaşmanın belirginleştiği dönemde istihbaratın ağırlıklı olarak içeriye yöneldiğini görüyoruz. Avrupa devletlerinin iç siyasete müdahale etmesi, hatta bazı sadrazamların padişahtan çok Rus, İngiliz veya Fransız elçilerinin sözleri ile hareket etmesiyle istihbarat bir ara tamamen basit Muhbirliğe dönüşecek kadar düzeysizleşir. İşte bu karmaşanın düzeltilmesi için Padişah tarafından Hekimbaşı Mavroyani Paşa Osmanlı Gizli Polisini düzene sokmakla görevlendirilir. (Osmanlı’da Padişah hekimlerinin hemen hemen tümü gayrimüslim olup büyük çoğunluğunun çift taraflı ajan olduğu bilinmektedir.) Mavroyani Paşa, Osmanlı Gizli Polis teşkilatını İngiliz sefiri(elçisi) Stratfort Cannig’in telkini ile kurulduğunu anlatıyor. Saray’ın İngilizlerden gelen bu teklifi kabul etmemesine rağmen, hürriyet kahramanı olarak gösterilen Tanzimat’ın Patronu Mustafa Reşit Paşa tarafından Polis İstihbarat Teşkilatı hayatiyet kazanır. Osmanlı Gizli Polis Teşkilatı’nı kuranların arasında bir başka ilginç isim de Ahmet Rasim Paşa’dır. Yeniçeri katliamında kadın elbisesi giyerek kurtulan Ahmet Rasim, İstanbul’da Dragomon (ajan) olarak çalışır. Ajanlıktan paşalığa kadar yükselmeyi başaran ender insanlardan biri de Ahmet Rasim’dir. Evlilik yolu ile akrabalık bağı kurduğu Mithat Paşa’nın Gizli Polis örgütünde de çalışır. İlginç bir benzerlik olacak ki, ikisi de gayrimüslim olan bu polis şefleri, Osmanlı’daki muhalefeti en sert şekilde susturmaya çalışan şahıslar olarak teşkilatın tarihinde yerini almışlardır. Aslen Giritli olan Mavroyani Paşa’nın kaleme aldığı tahmin edilen ve varolan iki nüshası da Fransız Ulusal Kütüphanesi’nde “Çok özel” bölümde korunan kitapta oldukça ilginç bilgilere rastlıyoruz: “Önce, Batı ülkelerinde İstihbarat örgütleri incelenmeye başlanır. Paris’te Vidocq’un tecrübesi üzerinde durulur. Vidocq, sahtekârlıktan yüzlerce hapis yatmış, sonra da Napeleon Bonapart zamanın da itibar kazanmış ve müthiş bir gizli Emniyet Teşkilatı kurmuştur. Napeleon döneminden sonra da yıllarca gizli polis olarak çalışmış, emekli olduktan sonra da hizmetlerine karşılık olarak bir gizli polis bürosu açmasına izin verilmiştir. Osmanlı Devleti bu alanda hazırlık içinde iken Paris elçimizdeki Sefels Soldenhof Efendi’ye Vidocq’un tecrübelerinden yararlanılması önerilmiştir. Bu nedenle geniş bir rapor hazırlanmış ve bu rapor Caning’in Osmanlı Polis Şefi olarak uygun gördüğü ve Mustafa Reşid Paşa’nın da kabul ettiği Civinis efendiye takdim edilmiştir. Korfu veya Kefelonyalı bir Rum olan Civinis Efendi yıllarca St. Petersburg’da kalmış ve Çariçenin hizmetine girmiştir. Adı bir hırsızlık olayına karışınca, Anadolu’ya kaçarak, burada uzun süre imam kıyafetiyle dolaşmış ve camilerde hocalık yapmıştır. Daha sonra Comde de Qivereso adı altında zengin bir İtalyan turisti kimliği ile yatla dolaşan bir maceracı olarak Ege adalarında ortaya çıkmıştır. İstanbul’a yerleşmiş ve zengin Rum aileleri ile iyi ilişkiler kurmuştur. Civinis, Mustafa Reşid Paşa’yı da etkilemiş ve Caning’in önerisi ile Albay rütbesi alarak gizli polis şefi olmuş, böylece ilginç bir gelenek başlatılmıştır. Yıllarca Rus sarayında çalışmış Civinis gibi bir kişinin İngiliz Elçisinin isteği ile Osmanlı Gizli Polisinin başına getirilmiştir. Civinis Efendi görev yaptığı sürece özel hayatla ilgili bilgileri öne çıkaran bir muhbir ağı kurmuş, örgütü Pera konaklarını, sarrafları, tanınmış paşaları izlettirmiştir. Elde edilen bilgilerin siyasi amaçlarla kullanılması, ince dengeleri sarsmış olmalı ki, örgüt sonradan kapatılmıştır. 1863 yılında, gizli polis örgütünün yeniden açıldığını belirten Mavroyani Paşa, bu tarihte Osmanlı Gizli Polisi’nin başına büyük sayıda bir Katolik Ermeni grubunun girişimi ve başka nedenlerle, Dniester kıyılarında doğmuş olan bir Baron’un getirildiğini bildiriyor. Osmanlı Gizli Polis Teşkilatı’nın başına getirilen bu şahıs, kendisinden sonra gelen istihbaratçılara oldukça köklü bir geleneği miras bırakıyor. (Yakın tarihlerde ABD’ye bilgi satan istihbaratçıların konumunu çözümlemede bu şahsın pratiğini öğretici olarak kullanmak mümkündür.) Osmanlı Gizli Polisi’nin başında bulunan ve Mavroyani Paşa’nın anlatımıyla Baron C olarak anılan bu şahıs; yabancı bir elçiye, elde ettiği bir anlaşma taslağının kopyasını satıyor. Bu taslağa göre; Osmanlı Devleti, o elçinin devletine karşı, savunma ve saldırı amaçları ile başka devletle anlaşmaya varmış. Taslağı elde eden büyükelçi, çok sinirli bir şekilde hemen Sadrazam Ali Paşa’nın makamına çıkıyor. Ali Paşa taslağı gördükten sonra, çekmecisinden başka bir taslak çıkarıyor. Viyana’daki Osmanlı Elçisi’nin büyük bir para ödeyerek elde ettiği bu taslağa göre ise; bu yabancı elçinin devleti Osmanlı Devleti aleyhine bir taksim anlaşması imzalamış. Durum inceleniyor ve taslaklar karşılaştırılıyor. Sonun da anlaşılıyor ki, her iki taslak da Baron C’nin kaleminden çıkmış. Ali Paşa, bu durum karşısında küplere biniyor. Ancak, yabancı elçi bu sefer Gizli Polis Şefi’ni savunuyor. Hatta terfisini bile istiyor. Baron C ise, başka bir olay sebebiyle görevden alınıyor. Böylece büyük bir servet sahibi olarak Osmanlı topraklarını terk ediyor.” (Vecihi Timuroğlu, Dersim Tarihi, s.178) Doktor Mavroyani Paşa, Osmanlı tarihinin önemli tanıklarındandır. Zengin bir Rum ailesinin damadı olmasının yanı sıra, tıp alanında da önemli bir isimdir. Sultan V. Murad’ın doktoru olan Desjardin, bu ünlü casus hekimi şöyle anlatır: “ Doğu’da Abdülhamid’in doktorunun parmağı olmayan hiçbir siyasi olay, hatta hiçbir özel nitelikte olay yoktur. Kendisi kısa süren V. Murat dönemi ile Abdülhamid idaresinin gizli tarihi hakkında çok özel şeyler bilmektedir. Eğer hatıralarını yazabilseydi, tarihçilerimize ve diplomatlarımıza çok şey öğretecekti.” Mavroyani Paşa’nın öldüğü 1902 yılında Desjardin, Osmanlı Devleti hakkında bir kitap yazar. Kitabın adı oldukça ilginçtir: “ Casuslar Ülkesinde”. Yazar, kitabında Mavroyani Paşa’yı tanık göstererek Sultan Abdülaziz’in intihar etmediğini, öldürüldüğünü anlatıyor. Hatta Mavroyani, bir kayık gezisinde katillerin Çırağan Sarayı’na girdiği pencereyi kendisine gösterdiğini iddia ediyor. |
Osmanli’Da İstihbaratçilik -Osmanli’Nin Mgk’Si
BİR KONTRA ÖRGÜTÜ: YENİ OSMANLILAR
Devletin sürekli toprak kaybı, ekonominin hızla çökmesi ile birlikte meydana gelen buhran, en çok istihbarat servisinin işlerini yoğunlaştırır. Osmanlı aydınları arasında kurulan Talebe-i Ulum ve Fedailer Cemiyeti gibi sivil muhalefet, Osmanlı Gizli Polisini harekete geçirir. Bu iki örgüt mensuplarına yönelik yürütülen operasyonlar, işkenceler umulan sonucu vermez. Hatta Türk işkencecilerinin dünya işkence literatürüne sokmayı başardığı “Tabutluk” kavramı, Osmanlı Gizli Polisi’nin marifetidir. Nuri Dersimi’nin Dersim Tarihi isimli kitabının 252. sayfasında Namık Kemal’den aktararak tabutluk işkencesini şöyle anlatır: “Sanıklara yapılan işkenceleri Namık Kemal’den dinleyelim: … … biçareyi, namına polis teslim ettikleri (polis adı verdikleri) mazik-i ıstıraba gönderirler(…) Bu polis, içine yan yana iki kişi sıkışmayacak kadar dar olan bir nevi dolaptır ki, yalnız tepesinde bir ufak deliği vardır. Sorguda bulunan biçareyi güya doğru söylemesine medar kılmak için onun içine tıkarlar ve kapısını kapatırlar. Ekmekle sudan başka bir şey vermezler. İçinden iskemle gibi bir şey olmadığından herif oturamaz. Yatmak, hiç mümkün değildir. Yalnız çarmıha gerilmiş gibi ayaktadır.” Muhalefeti bir türlü sindiremeyen Osmanlı Gizli Polisi, kontra bir örgüt kurar. Bu örgütün adı, Yeni Osmanlılar Cemiyeti’dir. Örgütün kurucuları ve yöneticilerinin tümü ajandır. Örgütün bir diğer özelliği de üyelerinin tümünün devlet memuru olmalarıdır. Bu kontra örgütün yegâne işi, muhalefeti bölme ve “ yönetime sadık muhalefet”i oluşturmaktır. Devletin üstün çıkarlarıyla barışık olan bu “memur-aydın” grubu, kendilerine verilen görevi layıkıyla yerine getirirler. Ancak örgüte üye olup ta onun üstlendiği kontra misyonun farkında olmayan bazı şahıslar1867 yılında gözaltına alınırlar. Mahmudiye Zırhlısında sorgulanan örgüt üyelerinden Veliyüddin Efendi, ifade verenden çok, sorgulayan gibi davranır. Sorulara oldukça sert cevap verir. Hatta kendini tutamaz Bakanlar Kurulu üyelerine ağır hakaretlerde bulunur. Onun bu tavrından dolayı uyarmak isteyen sorgu hakimine kelimenin tam anlamıyla bir ‘ Osmanlı Tokadı’ yapıştırır. Sorgu hâkimi, bu sert tokadı yedikten sonra ne ile karşılaştığını fark etmiştir artık. Yeni Osmanlılardan sonra kurulan Jön Türk Hareketinin büyük bir potansiyele sahip olmasına rağmen “ efendisini sarsmayan bir muhalefet” gösterdiğini göz önün de bulundurduğumuzda, Osmanlı MGK’sının uygun gördüğü “terbiye edilmiş muhalefet” formülünün tuttuğunu görürüz. |
Osmanli’Da İstihbaratçilik -Osmanli’Nin Mgk’Si
II. ABDÜLHAMİT’İN KURDUĞU AJANLIK VE
PARA-MİLİTER ÖRGÜTLER XIX. yüzyılın sonlarına doğru devlet İstihbaratı geliştirilmiş, hafiye ağı devletin merkezini güçlendirmede en önemli araç haline getirilir. Enver Ziya Karal ve bazı tarihçilere göre II.Abdülhamid devrinde sadece İstanbul’da bulunan Yıldız Hafiye Örgütü’nün ajan sayısı 4 bin civarındadır. Yıldız Teşkilat’ile birlikte devlet merkezinde “iç düşman” artık kurumsallaşmış ve yönetim biçimi ne olursa olsun sürekli ve kesintisiz varlığını sürdürmüştür. Yıldız Hafiye Teşkilatı, Alman İmparatoru “Hacı” Wilhelm’in İstanbul’u ziyareti sırasında Padişah’a bir Alman Polis Şef’ini tavsiye etmesi üzerine şekillenir. Wilhelm’in teklifini kabul eden II. Abdülhamid, istihbarat örgütünü bu Alman Polis Şefine kurdurur ve uzun yıllar başkanlığını da ona emanet eder. Hatta ilerleyen zamanlarda teşkilatın büyümesi ve daha da aktif hale getirilmesi için Alman makamlarından yeni uzman ajanlar istenir. Almanya, Weiss, Schirmen, ve Tresckou isimli üç istihbarat polisini İstanbul’a, Sultan’ın emrine gönderir. Bu üç casus, o gün için çok büyük bir rakam olan yıllık 12 bin Mark karşılığında hizmetlerini Padişah’a sunacaklardı. Profesyonel Alman İstihbaratçılarının yanı sıra Sultan II. Abdülhamid, tekke ve tarikatlardan da olabildiğince faydalanmıştır. İstanbul veya Anadolu’nun en ücra köyündeki en ufak kıpırdama, tarikat ve tekke mensupları vasıtası ile direkt Sultan’a bildirilirdi. Sultan, tarikatları kendisine bağlamak için yaklaşık 8 dergâhın da bendegânı (müridi) olmuştur. Yıldız hafiyelerinin jurnalleri İstanbul’da adeta terör estirir. Bir umacı gibi toplumun her kesiminde ve her mekânda dolaşmaktadır. Hüseyin Cahit Yalçın o günlerde yaşadıkları psikolojiyi şöyle anlatıyor: “ Orta yerde sanki kimliği bilinmez bir umacı hepimizi yutmaya hazır bir ifrit vardı.” En basit memurdan Sadrazam’a kadar herkes jurnalci olabiliyor. Jurnalcilik öyle bir hal alıyor ki Beşiktaş Muhafızı Vasıf Paşa bile “ Bizim gözetleme memurlarımıza bile iş kalmadı. Sadrazam, bu görevi kusursuz yerine getiriyor; durmadan saraya jurnal verip duruyor” demekten kendini alamaz… Jurnallerden dolayı İstanbul hapishaneleri tamamen dolmuştur. Öyle ki, İkinci Meşrutiyet’ten sonra tutuklular arasında yapılan soruşturmada, birçoğunun neden tutuklandığını bilmedikleri müşahede edilir. 19. Yüzyılda yaşanan iç ve dış olaylar, Abdülhamid’i Yıldız İstihbarat Teşkilatı’nı kurmaya itmiştir aslında. Padişah, hatıratında, “ Yabancı devletler kendi emellerine hizmet edecek kimseleri vezir ve sadrazam mertebesine kadar çıkarabilmişlerse, devlet emniyet için de olamazdı. Doğrudan doğruya şahsıma bağlı bir İstihbarat Teşkilatı kurmaya, bu düşünce ile karar verdim. İşte düşmanlarımın Jurnalcilik dediği teşkilat budur.” İfadeleri ile bu teşkilata neden ihtiyaç duyduğunu belirtmektedir. II. Abdülhamid’in Teşkilat kadrosunda beklediği diğer bir husus, kendi tahtına yönelik komploları ortaya çıkarmaktı. Onun bu yolda yürüttüğü operasyonlar, sadece imparatorluğun içinde yapılmamış, Avrupa’da kendisine karşı gruplaşan Jön Türklerin bulunduğu Paris, Londra, Brüksel, Cenevre ve Kahire gibi şehirleri de kapsamıştır. Alman uzmanlar tarafından kurulan polis örgütü, hafiyelik(muhbirlik) benzeri bir yapılanmayı genel güvenlik prensibi haline getirir. 1896 yılında yayımlanan Polis Nizamnamesi’nin verdiği yetkilere göre hafiye ve polis mahkeme izni olmadan neredeyse insanın yatak odasına kadar müdahale edebilir bir konuma getirilir: “ Polis, derunu hanelerin ahvaline (evlerin içlerine, en gizli yerlerine) ve mahallata gelip giden eşahsa (mahallelere gelip giden kişiler) dair mahalle bekçileri ile muhtarlardan vesair herhangi bir kimseden devamlı bir şekilde malumat (bilgi) isteyecektir.(…) Polisten mütemadiyen, han ev ve dükkânların gizli ve açık şekilde tasarrut edeceklerdir.” Yasada da açık bir dille belirtildiği gibi polis istediği zaman Müslüman veya gayrimüslim ahalinin yatak odasına bile girip istediği kadar gözetleyebilir. Ev ve iş mahremiyetinin hiçbir önemi yoktur bu kanun karşısında. Bu Nizamname’de ayrıca mahkeme izni olmadan gözaltı, arama ve tutuklama yetkisi de polise devredilir. Şehir ve kasabalardan düzenli olarak haber alan Sultan’ı en çok rahatsız eden kırsal kesimden haber alamamasıdır. Kırsal kesimde neler olup bittiğine dair gelen bilgiler ya çok az ya da çok güvenilir değildir. Padişah, bu sorunu da giderir. Derhal güçlü bir Jandarma Teşkilatı kurar ve başına da İngiliz Baker Paşa’yı getirir. Böylece endişe duyduğu kırsal kesimden de artık düzenli olarak haber alabilmektedir. Yıldız Jurnal Teşkilatı’nın basit muhbirlik işleri ile uğraştığı iddaları kesinlikle tarihi saptırmadan başka bir şey değildir. Evet, basit muhbirlikler, kıskançlık ve hasetten kaynaklanan jurnaller vardır. Ama unutulmamalıdır ki III. Selim zamanında kurulan “ çekirdek devlet”, Yıldız Jurnal Teşkilatının merkezindedir. Adına Şurayı Devlet denen bu yapılanma, bugünkü MGK gibi hiçbir sorumluluğu olmayan ama devletin rotasını belirleyen bir örgüttü. Ve bu örgüt, zaman içerisinde “ Encümen-i Daniş” ismini alsada icra ettiği fonksiyon aynıdır ve sürekli olarak devletin politikasını belirleyen kadife eldiven içindeki demir yumruk olmuştur. Ancak II. Abdülhamid’in bütün ipleri eline almasından (saltanatının ilk 12 yılı) sonra eski gücünü yitirmiştir ama İttihat ve Terakki iktidarında eski gücüne kavuşmuştur. Özetle, III. Selim’den itibaren devletin başındaki organ haline gelen bu kurum, Yıldız Jurnal Teşkilatı döneminde de sürekli olarak Padişah’ın danışma kurulu olarak varlığını sürdürmüştür. Hem Abdülhamid’in dış gelişmelere göre iç politik düzenlemelere gitmesi hem de bu kurumdan dolayı Yıldız Jurnal Teşkilatı’nın jurnalleri de bu kalitededir. Paris Büyükelçimiz Salih Münir Paşa’nın gönderdiği jurnallerden sadece bir tanesi bile bu seviyeye örnek olarak gösterilebilir. |
Osmanli’Da İstihbaratçilik -Osmanli’Nin Mgk’Si
I. ABDÜLHAMİT’İN KURDUĞU AJANLIK VE
PARA-MİLİTER ÖRGÜTLER XIX. yüzyılın sonlarına doğru devlet İstihbaratı geliştirilmiş, hafiye ağı devletin merkezini güçlendirmede en önemli araç haline getirilir. Enver Ziya Karal ve bazı tarihçilere göre II.Abdülhamid devrinde sadece İstanbul’da bulunan Yıldız Hafiye Örgütü’nün ajan sayısı 4 bin civarındadır. Yıldız Teşkilat’ile birlikte devlet merkezinde “iç düşman” artık kurumsallaşmış ve yönetim biçimi ne olursa olsun sürekli ve kesintisiz varlığını sürdürmüştür. Yıldız Hafiye Teşkilatı, Alman İmparatoru “Hacı” Wilhelm’in İstanbul’u ziyareti sırasında Padişah’a bir Alman Polis Şef’ini tavsiye etmesi üzerine şekillenir. Wilhelm’in teklifini kabul eden II. Abdülhamid, istihbarat örgütünü bu Alman Polis Şefine kurdurur ve uzun yıllar başkanlığını da ona emanet eder. Hatta ilerleyen zamanlarda teşkilatın büyümesi ve daha da aktif hale getirilmesi için Alman makamlarından yeni uzman ajanlar istenir. Almanya, Weiss, Schirmen, ve Tresckou isimli üç istihbarat polisini İstanbul’a, Sultan’ın emrine gönderir. Bu üç casus, o gün için çok büyük bir rakam olan yıllık 12 bin Mark karşılığında hizmetlerini Padişah’a sunacaklardı. Profesyonel Alman İstihbaratçılarının yanı sıra Sultan II. Abdülhamid, tekke ve tarikatlardan da olabildiğince faydalanmıştır. İstanbul veya Anadolu’nun en ücra köyündeki en ufak kıpırdama, tarikat ve tekke mensupları vasıtası ile direkt Sultan’a bildirilirdi. Sultan, tarikatları kendisine bağlamak için yaklaşık 8 dergâhın da bendegânı (müridi) olmuştur. Yıldız hafiyelerinin jurnalleri İstanbul’da adeta terör estirir. Bir umacı gibi toplumun her kesiminde ve her mekânda dolaşmaktadır. Hüseyin Cahit Yalçın o günlerde yaşadıkları psikolojiyi şöyle anlatıyor: “ Orta yerde sanki kimliği bilinmez bir umacı hepimizi yutmaya hazır bir ifrit vardı.” En basit memurdan Sadrazam’a kadar herkes jurnalci olabiliyor. Jurnalcilik öyle bir hal alıyor ki Beşiktaş Muhafızı Vasıf Paşa bile “ Bizim gözetleme memurlarımıza bile iş kalmadı. Sadrazam, bu görevi kusursuz yerine getiriyor; durmadan saraya jurnal verip duruyor” demekten kendini alamaz… Jurnallerden dolayı İstanbul hapishaneleri tamamen dolmuştur. Öyle ki, İkinci Meşrutiyet’ten sonra tutuklular arasında yapılan soruşturmada, birçoğunun neden tutuklandığını bilmedikleri müşahede edilir. 19. Yüzyılda yaşanan iç ve dış olaylar, Abdülhamid’i Yıldız İstihbarat Teşkilatı’nı kurmaya itmiştir aslında. Padişah, hatıratında, “ Yabancı devletler kendi emellerine hizmet edecek kimseleri vezir ve sadrazam mertebesine kadar çıkarabilmişlerse, devlet emniyet için de olamazdı. Doğrudan doğruya şahsıma bağlı bir İstihbarat Teşkilatı kurmaya, bu düşünce ile karar verdim. İşte düşmanlarımın Jurnalcilik dediği teşkilat budur.” İfadeleri ile bu teşkilata neden ihtiyaç duyduğunu belirtmektedir. II. Abdülhamid’in Teşkilat kadrosunda beklediği diğer bir husus, kendi tahtına yönelik komploları ortaya çıkarmaktı. Onun bu yolda yürüttüğü operasyonlar, sadece imparatorluğun içinde yapılmamış, Avrupa’da kendisine karşı gruplaşan Jön Türklerin bulunduğu Paris, Londra, Brüksel, Cenevre ve Kahire gibi şehirleri de kapsamıştır. Alman uzmanlar tarafından kurulan polis örgütü, hafiyelik(muhbirlik) benzeri bir yapılanmayı genel güvenlik prensibi haline getirir. 1896 yılında yayımlanan Polis Nizamnamesi’nin verdiği yetkilere göre hafiye ve polis mahkeme izni olmadan neredeyse insanın yatak odasına kadar müdahale edebilir bir konuma getirilir: “ Polis, derunu hanelerin ahvaline (evlerin içlerine, en gizli yerlerine) ve mahallata gelip giden eşahsa (mahallelere gelip giden kişiler) dair mahalle bekçileri ile muhtarlardan vesair herhangi bir kimseden devamlı bir şekilde malumat (bilgi) isteyecektir.(…) Polisten mütemadiyen, han ev ve dükkânların gizli ve açık şekilde tasarrut edeceklerdir.” Yasada da açık bir dille belirtildiği gibi polis istediği zaman Müslüman veya gayrimüslim ahalinin yatak odasına bile girip istediği kadar gözetleyebilir. Ev ve iş mahremiyetinin hiçbir önemi yoktur bu kanun karşısında. Bu Nizamname’de ayrıca mahkeme izni olmadan gözaltı, arama ve tutuklama yetkisi de polise devredilir. Şehir ve kasabalardan düzenli olarak haber alan Sultan’ı en çok rahatsız eden kırsal kesimden haber alamamasıdır. Kırsal kesimde neler olup bittiğine dair gelen bilgiler ya çok az ya da çok güvenilir değildir. Padişah, bu sorunu da giderir. Derhal güçlü bir Jandarma Teşkilatı kurar ve başına da İngiliz Baker Paşa’yı getirir. Böylece endişe duyduğu kırsal kesimden de artık düzenli olarak haber alabilmektedir. Yıldız Jurnal Teşkilatı’nın basit muhbirlik işleri ile uğraştığı iddaları kesinlikle tarihi saptırmadan başka bir şey değildir. Evet, basit muhbirlikler, kıskançlık ve hasetten kaynaklanan jurnaller vardır. Ama unutulmamalıdır ki III. Selim zamanında kurulan “ çekirdek devlet”, Yıldız Jurnal Teşkilatının merkezindedir. Adına Şurayı Devlet denen bu yapılanma, bugünkü MGK gibi hiçbir sorumluluğu olmayan ama devletin rotasını belirleyen bir örgüttü. Ve bu örgüt, zaman içerisinde “ Encümen-i Daniş” ismini alsada icra ettiği fonksiyon aynıdır ve sürekli olarak devletin politikasını belirleyen kadife eldiven içindeki demir yumruk olmuştur. Ancak II. Abdülhamid’in bütün ipleri eline almasından (saltanatının ilk 12 yılı) sonra eski gücünü yitirmiştir ama İttihat ve Terakki iktidarında eski gücüne kavuşmuştur. Özetle, III. Selim’den itibaren devletin başındaki organ haline gelen bu kurum, Yıldız Jurnal Teşkilatı döneminde de sürekli olarak Padişah’ın danışma kurulu olarak varlığını sürdürmüştür. Hem Abdülhamid’in dış gelişmelere göre iç politik düzenlemelere gitmesi hem de bu kurumdan dolayı Yıldız Jurnal Teşkilatı’nın jurnalleri de bu kalitededir. Paris Büyükelçimiz Salih Münir Paşa’nın gönderdiği jurnallerden sadece bir tanesi bile bu seviyeye örnek olarak gösterilebilir. Kaynak: Türkiyede İstihbaratçılık ve Mit |
Osmanli’Da İstihbaratçilik -Osmanli’Nin Mgk’Si
JURNALLER BASİT İHBAR RAPORU DEĞİLDİ 1903 yılında Paris Büyükelçiliği ile birlikte Brüksel ve Bern Elçiliklerini de yapan Salih Münir Paşa, diğer birçok elçimiz gibi Yıldız Jurnal Teşkilatı’nın bir ajanıdır. Salih Münir Paşa, o sırada Osmanlı İmparatorluğu için büyük zararlar doğuracağına inandığı İngiltere’nin siyasi tutum ve davranışı hakkında şu jurnali gönderir: “Osmanlı Devleti Büyükelçiliği Paris 113 Mabeyn Başkâtipliği Yüksek Makamına Devletlü Efendim Hazretleri İngiltere’nin genel politikası ile Osmanlı Devleti hakkındaki davranış, tutum ve niyetlerine dair acizane tanzim ettiğim mufassal siyasi raporu, Ulu Hakanımızın yüce huzurlarına sunulmak üzere, ilişikte tarafınıza gönderiyorum. Bu hususta emir ve ferman sizlerindir. 8 Cemaziyelevvel 321, 22 Temmuz 319 (1903) Paris, Bern ve Brüksel Büyükelçisi Salih Münir Osmanlı Devleti Büyükelçiliği Paris 7 İngilizlerin politikasında insaf, yücelik, samimiyet ve mertlik yoktur. Diğer devletlere karşı davranış ve muameleleri, İngiltere’nin jeopolitik mevkiinin gereklerine ve ticari menfaatlerine göre tamamen çıkarcı niteliktedir. Şöyle ki: İngiltere adası her ne kadar geniş ise de, barındırdığı nüfusa yetecek kadar mahsul vermediğinden, eksiğinin tamamlanması için dışarıdan çok miktarda yiyecek getirtilerek halkının geçimini sağlama zorunluluğu vardır. Diğer taraftan da sanayinin gelişip genişlemesi sebebi ile fabrikaları, kendi iç tüketiminden kat kat fazla üretim yapmaktadır. Böylece bir yandan halkının yiyecek noksanını tamamlamak, diğer yandan milli sanayiye lüzumlu olup da yurt içinde yetiştiremediği ham maddeleri ucuza sağlamak, öte yandan sanayi ürünlerinin fazlasını yüksek karlarla satıp faydalanmak için sömürgelere ve dış pazarlara şiddetle ihtiyacı vardır. Kısacası İngiltere’yi yaşatan sömürgelerle dış pazarlardır. İngiltere halkının refahı, saadet ve serveti, hükümetinin de kudretle var olabilmesi ancak bunlarla mümkündür. Hindistan gibi dünyanın en zengin ve büyük kıtası ellerinde bulunduğu, diğer yerlerde de daha büyük sömürgeleri olduğu halde, bilinen çeşitli sebeplerden dolayı, İngiltere adasının nüfusu günden güne arttığından, ticaretinin ilerlemesi sebebiyle yeni fabrikalar yapılıp, sanayi ürünleri de çoğaldığından, eski sömürgeleri bile bu ihtiyaçları karşılayamaz hale gelmişlerdir. Kendisi için hayati mesele olduğundan, İngiltere’nin sömürgelere ve ticaretin serbestliği mevzuuna büyük önem vermesi ve kıtalararası ulaşımında güvenlik altında bulunmasına fevkalade özenmesi tabiidir. Bir taraftan ticaret serbestliği ile kıtalararası ulaşımın güvenliğini sağlamak, diğer taraftan da her yanı denizle çevrilmiş İngiltere sahilleri ile servet kaynağı olan sömürgelerini ve bunlar arasında ulaşıma hizmet eden binlerce gemisini herhangi bir dış saldırıdan korumak için “ günün birinde kendisi ile savaşa girmesi muhtemel olan devletlerin deniz kuvvetine denk” bir donanma vücuda getirmiş ise de, bu donanmanın görevini tamamıyla ve istenen biçimde yerine getirebilmesi, başlıca geçit ve boğazların, yani dünya ticaret yollarına hakim önemli noktaların da elinde bulunmasına bağlı olduğundan, İngilizler, öteden beri bu hususa itina ederek Cebelitarık, Malta, Aden vs. gibi birçok önemli noktaları birbiri ardı sıra ele geçirmişlerdir. İngiltere, bu kritik durumunun gereği olarak, geçen yirmi yıl içinde, aşağıda açıklanacak iki sebepten dolayı, telaş ve endişeye düşmüş ve dış politika faaliyetini eskisine nisbetle daha da arttırmıştır. Bu sebeplerden birincisi: Almanya, Fransa, İtalya ve Rusya milli sanayilerini korumak maksadıyla gümrük nizamlarını değiştirmiş, ithal mallarına yüksek gümrük tarifeleri koyarak İngiliz mallarının yurtlarına girmesini zorlaştırmışlar; kedi ürünlerinin sürümünü arttırmışlardır. Böylece İngiliz ticari çıkarlarının bu ülkelerde azalması, İngiliz sermaye sahipleri ile ticaret ve sanayi erbabını zararlara uğratmış, dolayısı ile İngiltere hükümetini de sarsmıştır. Bu sebeplerden ikincisi: Almanya ve Fransa öteden beri meşru ve devletler arası antlaşmalarla tasdik edilmiş sahibi olmayan veya sahipleri olduğu halde İngiltere’nin hiçbir engele uğramadan mallarını gönderip sattığı, halkının yiyecek, sanayinin de ham madde olarak ihtiyaç duyduğu malları ucuza sağladığı bazı bölgeleri ele geçirerek sömürge haline koymuşlar, buralarını kendi sanayi ürünlerinin sürümüne tahsis edip himaye usulüne uygun tarifelerde koyarak İngiliz ticaretine kapamışlardır. Bu suretle öteden beri İngiliz mallarının pazarı olan yerlerden bir çoğu Alman ve Fransız tacirlerinin eline geçmiştir. Ruslar da Asya’dan ta Çin’e kadar ilerleyip elde ettikleri veya nüfuzu altına aldıkları yerleri Rus malları ile doldurup buralardan İngilizlerin ellerini kesmişlerdir. İngilizler, işte bu mahrumiyet ve zararlar karşısında elden gidenlerin telafisi için Mısır’dan başlayarak geriye doğru, ta Ümit Burnu’na kadar Afrika’ iç ticaretini ellerine geçirmenin yollarını hazırlamaya koyulmuşlardır. Bu teşebbüslerine karşı gelen olursa, çarpışmayı ve harbe tutuşmayı da kesin olarak göze almışlardır. Hatta bundan dört yıl önce Fransız’ların Faşo’ya gelişleri İngiliz planını bozduğundan, yani önlerini kesip o taraflarda da rekabet manası taşıdığından, bilindiği gibi, adeta Fransa’ya kesin uyarı verip az kaldı ki harbe girişiyorlardı. Hâsılı İngiliz ticaretine ve mallarının sürümüne halel verdikleri ve sanayi hususunda şiddetle rekabet ettikleri için İngiltere; Almanya, Fransa ve Rusya’nın aleyhindedir. Almanya ve Fransa ile Rusya devletleri, ticaret ve sanayilerinin ilerlemesi nisbetinde savaş güçlerini arttırmamış olsalardı, İngiltere birer vesile bulup şimdiye kadar onlara savaş ilan eder, sömürgelerine çoğaltıp genişletmelerine ve İngiliz ticaretini sarsmalarına müsaade etmezdi. Yani İngiltere’nin bunlara karşı susması, savaşa tutuşmanın pek kolay işlerden olmamasından ötürüdür. Hatta bundan birkaç yıl evvel, Amerika-İspanya savaşı başladığında İngiliz Devleti, Amerika Cumhuriyeti’ni kuvvetçe kendini aşağı gördüğünden, Filipin ve Küba adalarında istiladan sonra ticaret serbestliği usulünü koyacağını taahhüt etmeyecek olursa fiilen müdahale ederek adı geçen yerlerin istilasına göz yummayacağını Amerika Hükümetine anlatmıştı. Amerikalılar da bu yolda garantiyi esirgemediklerinden İngiltere müdahale etmedi; sonunda da bu iki önemli ada itirazsız Amerikalıların eline geçti. İngiltere ile diğer devletlerden herhangi biri arasında ne zaman bir mesele ortaya çıkarsa bunun önemi kestirmek için, meselenin İngiltere sömürgelerinin en büyüğü olan Hindistan’ın yolu Ümit Burnu veya Transaval yolu ile ilgisi olup olmadığına bakmalıdır. Şayet Hindistan yoluyla veya İngiliz ticareti ile bir ilişkisi varsa, İngiltere devletince bu durum ölüm kalım demek olacağından, mesele pek önemlidir. Ve o işte İngiltere’nin geri dönmek ihtimali yoktur. Savaşı ve her fedakârlığı göze alması kuvvetle muhtemeldir. Fakat mesele, Hindistan ve Afrika’nın bahsi geçen yerlerine ait değilse İngiltere Hükümeti müsamahalı bir tutum takınır ki (Madagaskar) ve (Ternov) meseleleri bu görüşe birer misaldir. Gerçekten İngiliz Devleti, bunlardan ilk ikisi için, Hint yoluyla ilgileri olmadığından uzlaşmıştır, üçüncüsünün de er geç hal yoluna gireceği şüphesizdir. Lakin Siyam, Hindistan’a bağlı ve Birmanya’ya bitişik olduğundan; Mısır bölgesi ise, hem Hindistan’ın, hem de bir müddettir Hindistan gibi önem kazanmaya başlayan Ümit Burnu ve Transaval karayolunun başlangıcı olduğundan, İngiltere bu iki işte uzlaşıcı davranmıyor. İngiltere’nin öteden beri Osmanlı Devletine karşı uyguladığı politikaya gelince; yakın zamanlara kadar İngilizler Osmanlı Devleti’ne, Türklere ve Müslümanlara olan sevgilerinden değil, fakat Rusların o sırada Orta Asya yolunu bırakıp Anadolu üzerinden ve bir de Süveyş tarafından Hindistan’a doğru sarkacaklarını tahmin ettiklerinden, dostluk gösterirlerdi. Yani mevkii itibariyle Rusya’nın bu hareketini önlemesi tabii olan Osmanlı Devletini korumak, dolayısıyla Hindistan’ın da emniyetini sağlamak demek olacağından, yine İngiliz çıkarlarına hizmet sayılırdı. Bir de İran’a giden İngiliz malları, en yakın yer olan Trabzon, Erzurum ve Doğubeyazıt yolundan gönderilirdi. Bu yoldan başka İran’a transit için Volga, Ejderhan, Hazar denizinden geçerek giden Anzeli, Veşt yolu ile Poti, Kutais ve Tiflis’ten geçen ve bir kolu Bakü’den Tebriz’e, diğer kolu da Hazar Denizinden İran sahiline ulaşan iki yol daha varsa da, bu yollar hem dolaşık hem de Rusya’nın elinde bulunduğundan, Rus Hükümetince fazla transit vergisi ve himaye usulüne göre bir takım engeller çıkarılarak İngiliz ticaretine kapanabilirdi. Osmanlı Hükümeti ise, bilinen muahede gereğince, öyle gümrük muamelelerinde hareket hürriyetine malik değildi. Üstelik Trabzon yolu, Erzurum ve Doğubeyazıt’tan Tebriz’e; oradan da Tahran’a ve Tahran’dan da Meşhed’e, Meşhed’den Herat ve Merv’e ulaştığından, Merv ise Peşaver’in anahtarı mesabesinde, askerlik bakımından fevkalade ehemmiyetli bir yer sayıldığından, Rusya ile bir iç savaş çıktığında İngilizler, Trabzon yolundan asker sevki imkânını da görüyorlardı. Ayrıca Osmanlı Saltanatı, aynı zaman da kutsal İslam Halifeliği’ni de temsil etmekteydi. İngiltere’nin Hindistan’da milyonlarca Müslüman teb’ası bulunduğundan, Osmanlı Devleti ile dost olarak, Hilafetin yüce nüfuzundan oralarda istifade etmeyi de çıkarına uygun buluyordu. Rusya o zaman ki politikası gereğince, şark tarafına gerçekten pek göz atmış, İstanbul’a doğru ilerleyip bu şehri ve bu boğazları ele geçirmek emeline düşmüş olmasıyla İngilizler, Osmanlı Devletini takviye ederek Ruslara karşı kuvvetli bir engel çekmeyecek olurlarsa, bunların emperyalist saldırılarına karşı durulamayıp Hindistan’ın elden gideceğini de düşünüyorlardı. Ancak Rusya, sonraları Hindistan’a yaklaşmak için Anadolu yolundan vazgeçerek Ortaasya’daki Hanlıkları birer birer istila ile Herat yolunu seçip hayli ilerleyince, İngilizlerin Anadolu’ya verdikleri ehemmiyet de azaldı. Ayrıca İstanbul’un Rusya tarafından zaptına veya bir Hıristiyan devletin eline geçmesine, Akdeniz ve Karadeniz boğazlarının kapanması hakkındaki usulün değiştirilmesine teşebbüs edilmeyeceğine ve İngiliz ticari faaliyetlerinin cari olduğu Basra Körfezi tarafına tecavüze kalkışılamayacağına dair Rus Devletince 1877 tarihin de İngiliz Devletine garanti verildiğinden, Eleşkirt ve Doğubeyazıt’tan geçerek İran’a giden ticaret yolunu da, Berlin Kongresinde Doğubeyazıt ve Eleşkirt’i arazi ile beraber, Ruslara verdirip burasını da emniyet altına aldıklarından ve nihayet Mısır’ı bazı fevkalade hal ve vukuat neticesinde işgal edip Kanal yolunu da ellerine geçirdiklerinden, Osmanlı Devletine karşı politikalarını başkalaştırdılar. İngilizler, Mısır’dan geriye doğru, Ümit Burnu’na kadar Afrika’nın içerisin ticari menfaatlerin sevkiyle ele geçirmeye kalkışınca, önemli bir harekât üssü olan Mısır kıtasında devamlı surette kalabilmenin de çarelerini aramaları icabetmiştir. Şayet Osmanlı Devleti kuvvetli bir halde bulunursa, günün birinde, İngilizleri Mısır’da görmek istemeyen diğer bir devletle birleşerek, elinden zorla alınmış malını istemeye kalkışması ihtimal dahilinde olduğundan, öyle tehlikeli bir halin meydana çıkmasına imkan vermemek için Osmanlı Devleti’nin kuvvet ve kudretinin azalması, Osmanlı Ülkesinin de İstanbul’a Boğazlara ve Anadolu’dan geçen Hindistan yolunun selameti ile ilgili hususlara dokunulmamak şartıyla küçülmesini kendi çıkar politikalarına uygun görmeye başlamışlardır. Bu politikanın gereği olarak Arabistan ile Necid taraflarının ve Hicaz kıtasının tedricen Osmanlı Hükümetinin elinden çıkması ve Kutsal İslam Hilafeti’nin, İngilizlerin uzaktan nüfuzuna tabi olacak Şerif’ler eline geçmesi ve sonra Arabistan, Necid ve Irak taraflarının İngiliz himayesi altında, Aden vesair yerler gibi sömürge haline girmesi için mahirane entrikalar çevirmekte oldukları, durumun mütalaası ve yapılan ihbarlarla anlaşılmaktadır. İngiltere’nin, bahsi geçen bölgeleri Osmanlı Devletinden ayırmak istemesinin mali ve ticari önemli bir sebebi daha vardır. Şöyle ki: Necid, Arabistan ve Irak tarafları bugün için pek verimli değildir. Ancak İngilizler oralarını hüküm ve Nüfuzlarına alınca “zan ve iddialarına göre” yeni ve fenni usullerle bölgenin tabii servet kaynaklarını, yani bir çok madenleri, zift ve petrol kuyularını işletecekler, kanallar ve burgularla sular getirip, araziyi sulayıp ziraatı geliştirecekler; vapur ve demiryolları ile de ticari muameleleri ve ulaşımı kolaylaştıracaklar; memleketin asayiş ve inzibatını da teminat altına alacaklardır. Bu suretle bahsi geçen yerlerin tabii servetlerinden İngiliz sermaye sahipleri teknisyen ve işçilerini faydalandırmakla beraber yerli halkın da yurtlarının gelişip kalkınmasından dolayı kazanç ve gelirleri artmakla ihtiyaçları da o nisbette çeşitlenip çoğalacağını, kazandıkları fazlaca para ile de yine İngiltere’de yapılan bir çok mal ve eşyayı satın alabileceklerini, hasılı İngiliz milletinin iki suretle, yani hem yeni sömürgeleri o biçim işletmekle, hem de İngiliz mallarını satmakla yararlanacaklarını hesap ediyorlar. İngiltere’nin Ermenilerin emel ve isteklerini alkışlar ve onları destekler bir politika gütmesinin sebebine gelince: Ortaya bir Ermenistan meselesi çıkarıp Avrupa’nın kararı ile Rusya hududu yakınlarında bir Ermeni Beyliği veya yarı bağımsız bir Ermeni vilayeti teşekkül edecek olursa Rusya Ermenilerinin milli duyguları galeyana gelerek bu beyliğe veya yarı bağımsız vilayete katılmak isteyecekleri; bunu başaramasalar bile Rus hükümetini az çok rahatsız edip uğraştıracakları ve bir gün gelip Hindistan, Uzak Şark veya başka tarafa ait bir işten dolayı Rusya ile İngiltere arasında savaş çıktığı takdir de, zaten İngilizlerin uydusu ve minnettarı durumunda olacak olan bu Ermeni Beyliği veya yarı bağımsız vilayeti, Rusya Ermenileri ile birlikte ayaklanarak, Rus ordularından bir ikisini olsun oralarda tutmakla, savaş yükünü hafifletmek suretinde İngilizlere hizmet edecekleri; hasılı Ermenilerin bu suretle Rusya’nın böğründe müziç ve daimi bir çıban olacakları düşüncesidir. Fakat bu maksatların hasıl olması uğurunda birçok kan dökülecekmiş, birçok Ermeni telef olacakmış, buralarını düşünmek İngiliz diplomatlarının işi, vazifesi ve adeti değildir. İngiltere çıkarları uğruna, caiz ve mübah olmayan şey yoktur. Bütün hallerde emir ve ferman, kimseye minneti olmayan Velinimetimiz, Padişahımız, Şevketli, Efendimiz Hazretlerinindir. 8 Cemaziyelevvel 321,22 Temmuz 319 (4 Ağustos 1903) Kulunuz ve Köleniz Paris, Bern ve Bürüksel Büyükelçisi Salih Münir” Salih Münir Paşa’nın jurnaline baktığımızda salt basit haber bildirme değil, bugünkü profesyonel İstihbaratın zirvesi olduğunu görürüz. Önce haber toplama, sonra analiz ve sonra da tez ileri sürme. Yani olayların içinde bir gözlemci olarak analizini de yazıyor. İttihat Terakki Partisinin darbesinden sonra yakılan bütün Yıldız evraklarının arasından kurtarılabilen birkaç evrak, Yıldız Sarayı Evrak Arşivi ile Başbakanlık Arşivlerinde bulunmaktadır. Konunun meraklıları buradaki jurnalleri incelediğinde, Yıldız Jurnal Teşkilatı’nın bir polis muhbirliği örgütü olmadığı, kendi döneminin profesyonel istihbarat örgütlerinden biri olduğu sonucuna varacaktır. |
Osmanli’Da İstihbaratçilik -Osmanli’Nin Mgk’Si
PETROLCÜLERİN İSTANBUL’DA DARBE TEŞEBBÜSÜ
Balkanlar’dan Arap yarımadasına kadar Osmanlı topraklarında cirit atan İngiltere, Fransa, İtalya ve Rusya ajanları, bir türlü Sultan Abdülhamid’in tahtını sarsmıyorlardı. Bu arada Filistin’i Osmanlı’nın tüm borçlarına karşılık satın alamayan Siyonist kongrede II. Abdülhamid’i yok edilmesi gereken birinci hedef olarak seçmişti. Bütün bu karşı istihbarata mukabil, Abdülhamid’in Jurnal Teşkilatı da boş durmuyordu. Onlar da karşı istihbarat faaliyetleri yürütüyor, bir yandan da istihbarata karşı koymaya çalışıyorlardı. Osmanlı Devleti’nin bütün büyük şehirleri, casuslar için bir savaş alanına dönüşmüştü. İşte bu kargaşa ortamında, Rusya ve Fransa’nın büyük desteklerini alan Ermeni komitacılar, hiç kimsenin cesaret edemediği bir planı hayata geçirmeye başladılar. Hedefleri Cuma selamlığından çıkan Padişah’ı öldürtmekti. İstanbul Ermenileri, Kumkapı’daki Büyük Ermeni Kilisesi’nde toplanarak Bab-ı âli’yi bastılar, diğer bir grup da Galata’da Osmanlı Bankasını işgal etti. Sadrazam Said Paşa aynı gün sert tedbirler alarak Ermeni isyancıları tutuklattı. Ve tutuklama sırasında direnenleri olay yerinde öldürttü. Yakalanmadan sonra yapılan sorgulamalarda Ermeniler arasında onlarca OHRANA ajanı olan Rus Ermesini çıkıyordu. Sorgulamalar devam ederken, Rus Büyükelçi Bab-ı âlinin kapısını aşındırmaya başladı. Onun derdi, isyana katılan ajanlarının hayatını kurtarmaktı. Rus elçinin ısrarlı çabaları sonucu OHRANA ajanı Rus Ermenileri şartlı serbest bırakıldı. Bab-ı âlinin şartı, ajanlar serbest bırakılır bırakılmaz derhal Rus elçiliğine götürülecek ve ilk gemi ile Rusya’ya gönderileceklerdi. Elçinin de aslında istediği buydu. Çünkü bütün ajanları deşifre olmuş, artık İstanbul’da çalışmaları imkânsız hale gelmişti. Rus elçisi, İstanbul polisinden teslim aldığı ajanlarını arabayla elçiliğe götürüyor, oradan da ilk gemiyle Rusya’ya gönderiyordu. İlginçtir, isyanın başladığı akşam, İngilizler Çanakkale boğazına asker çıkarıyorlardı. Bu isyanda başarılı olamayan Ermeniler, direkt olarak Sultan’a saldıracaklardı. Aynı dönemde Osmanlıdan toprak koparmaya çalışan ve Osmanlı aleyhinde her türlü faaliyetin içinde bulunan ve finanse eden Siyonist Kongre’nin İstanbul’daki ajanları Ermenilerin bu planından haberleri olmuş, derhal Ermeni komitacılarla irtibata girmişlerdi. Siyonist ajanların Ermenilerle vardıkları anlaşmaya göre, tetikçi yurt dışından getirilecekti. Bunun üzerine Sultan Abdülhamid’i öldürme planları İsviçre’de yapılacaktı. Planı yapan üç kişiden ikisinin Yahudi olması dikkat çekicidir. Biri, Rusya’da ihtilalci olarak yetişmiş bir Rus Yahudi, diğeri, suikast eylemleri üzerine yetiştirilmiş bir Macar Yahudi’si ile Fransız Edvard Jores. Yapılan plan Ermeni Komitacılara sunulur ve suikast girişimine başlanılır. Plan gereği II. Abdülhamid Han Cuma Selamlığı’ndan çıkarken bir faytonun altına yerleştirilen bomba patlatılıp Padişah öldürülecekti. Böylece Ermeni ve Yahudi emellerine engel olan adam ortadan kaldırılıp yerine kendilerine hizmet edecek, en azından onların planlarını engelleyebilecek siyasete sahip olmayan biri gelecekti. Ancak Yahudi-Ermeni ittifakının planı tutmadı. Namaz sonrasında Halife-Padişah Abdülhamid Han bahçeye inerek Şeyhülislam Cemaleddin Efendi’ye her zaman olduğu gibi iltifat eder. Fakat bu sefer ki iltifatı ve ayaküzeri sohbetini uzatır. İşte o sırada zaman ayarlı bomba patlar. Herkes sağa sola kaçışırken, Sultan Abdülhamid vakur bir eda ile durur. Olayın şahitleri patlama anını şöyle anlatırlar: “ Gökleri titreten bir bomba patladı. Atlar, insan bedenleri havada uçuşuyor, asker ve sivil erkân camiye sığınmak için koşuyordu. Ortada dimdik ve bir heykel sükûnetiyle duran, hiçbir korku alameti göstermeyen yalnızca hükümdardı. O, bir anda bulunduğu yerden çok şeyler görmüştü. Yaveranı Hazreti Padişahîden Miralay Sadık Bey, korku ve telaştan kılıcını yere düşürdüğünü, Miralay Şefik Bey’in apoletini kaybettiğini bendelerinin yalnızca kendi canlarını kurtarmak sevdasında olduklarını fark etmiş olaydan yaveri için ‘ Kılıcını düşüren yaveri mahiyetimde görmek istemem. Trablus’a sürgün edilecek’ diye emir verdi. Sonra da ‘Arabamı çekiniz. Burayı kordon altına alınız mesulleri tevkif ediniz.’ Bu sırada muhafız kıtalarının tüfeklerine mermi sürdüğünü görünce Cuma Selamlığı Törenini idare eden memur olan subaya ‘ Selam emrini verdir, ne duruyorsun!’ bağırdı. Kıta selam durduktan sonra bizzat dizginlerini eline aldığı saltanat arabasını sürerek yoluna devam etti. Sultan’ın bu cesur ve vakur tavrından etkilenen yabancı elçiler ve eşleri köşklerin ve mabeyn dairelerinin pencerelerinden bağırarak ‘ Vivi le Sultan” dediler.” |
Osmanli’Da İstihbaratçilik -Osmanli’Nin Mgk’Si
ABDÜLHAMİT’İN AJANLARI RODOP’TA
Osmanlı Devleti, 1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nda, Rus ve Romen kuvvetlerine yenildi. Rus kuvvetleri 22 Ekim 1877’de Edirne’yi işgal etti. II. Abdülhamid, Rusları mümkün olduğu kadar uzakta durdurmak amacıyla, Ruslarla Edirne’de, barış şartlarını tespit eden, bir mütareke imza ettirdi. Bu mütareke ile Ruslar, bir taraftan Terkos Gölü-Küçükçekmece, diğer taraftan Marmara, Ege kıyıları ve Ustruma Nehrine kadar bütün Batı Trakya’yı ve Doğu Rumeli’yi işgal hakkını elde edeceklerdi. Ruslarla, 3 Mart 1878’de Ayastefanos (Yeşilköy) Antlaşması imza edildi. Bu antlaşma ile Osmanlı Devletinin Rumeli’deki toprakları ikiye ayrılmış; Selanik, Yanya ve Arnavutluk’un İstanbul ile karadan irtibatı kesiliyordu. Yeşilköy Antlaşması’nın Bulgaristan’a bıraktığı yerlerde nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan Türklerdi ve II. Adülhamid, buradaki Türk ve Müslüman halkları Rusların Osmanlı toprakları üzerinde uyguladıkları taktikle, Çarlık ordusuna karşı kışkırtacaktı. Abdülhamid’e bağlı ajanlar, bölgede Türk ve Müslümanları kışkırtarak çete savaşlarını başlattılar. 14 Nisan 1878’de Çirmen civarında Yıldız ajanlarının örgütlediği Türk çetelerle işgal kuvvetleri arasında ilk silahlı çatışma başladı. Rus ve Bulgar idaresi altında kalan Türkler, Ayastefanos Antlaşmasını tanımadıklarını belirten bildirileri her yerde dağıtmaya başladılar. Bu bildiriler İstanbul’dan basılıp gönderildiği gibi, Selanik ve Yanya’daki matbaalarda da çoğaltılıyordu. Çirmen’de Kazak süvarilerine saldıran Türk çetecileri, onlara büyük zayiatlar verdirerek geri çekilmelerini sağlıyorlardı. Buradaki Yıldız Teşkilatı’na bağlı ajanlardan biri oldukça ilginç bir simadır. İngilizler tarafından İstanbul’a görevli olarak gönderilen bu casus, kısa zamanda saraya sızmayı ve Abdülhamid’e yakın olmayı başarır. Devrinin bütün casusluk romanlarını okumakla ünlenen padişah, bu şahsın casus olduğunu anlar ve bir gece kendisi ile gizli görüşerek Yıldız Jurnal Teşkilatı’nda çalışmasını teklif eder. İngiliz İstihbarat Servisi’nin ajanı Padişah’ın bu önerisini kabul eder ve o günden sonra Yıldız’a çalışır. Yıllar sonra aynı ajan, yine padişahın “özel emri” ile bir grup teşkilatlı arkadaşlarıyla beraber Rodop dağlarına gelerek buradaki Türkleri Rus ve Bulgar işgal kuvvetlerine karşı kışkırtır. Örgütler, çeteler kurdurur ve kendisi de elde tüfek, bu çetelerin başında savaşmaya girer. Bu ajanın adı, Yıldız Jurnal Teşkilatı kayıtlarında Hidayet Paşa olarak geçer. Oysa gerçek ismi Sinclair’dir. Yıldız casuslarının Rodop ve Doğu Rumeli’deki çalışmaları kısa sürede meyvelerini vermeye başlar. Her ajan neredeyse bir çetenin başındadır ve Ruslarla Bulgar işgal kuvvetlerini yıpratmaya başlarlar. Bu çeteler önce Rus Orduları Başkomutanı Grandük Nikola’ya başvurarak, yapılan zulümlere bir son verilmesini isterler, ancak bu başvuru ve şikâyetler Grandük tarafından dikkate alınmaz. Son umutlarını da yitiren Yıldız ajanları, Rodop’lu Türk çetecilerle dağa çıkarlar. Rus ve Bulgar ordularına yenilen Süleyman Paşa komutasındaki Türk birliğinin artakalanlarını da bu çetelerin arasına dağıtan Yıldız ajanları, özellikle Rus Kazak Süvari Alayları’nı yıpratan gerilla saldırılarını yaparlar. Rus kuvvetleri, Bulgar çeteleriyle birlikte ayaklanmaları bastırmaya çalışır ancak bir türlü başarılı olamazlar. Savaş sırasında kendi askeri birliklerine bile yardım etmekten çekinen Türk ahalinin birden çeteler halinde gelip planlı ve sistematik bir şekilde ordunun en güçlü birliklerine saldırmaları Rus Komutanı Grandük’ü farklı tedbirler almaya iter. Osmanlı Devletinden gelebilecek bütün yardım kollarını kapatır. Osmanlı’dan ümidi kesen Rodop Türkleri ise mücadeleyi daha düzenli bir şekle dönüştürmeye başlarlar. Derhal Rodop Türk Mukavemet Hükümeti’ni kurduklarını bütün dünyaya ilan ederler. (Yıldız Jurnal Teşkilatı ajanlarının bu çalışması yaklaşık 35 yıl sonraki Teşkilat-ı Mahsusa’nın ilham kaynağı olacak ve bu istihbarat servisi de birkaç devlet kuracaktır.) Bazı kaynaklara göre bu hükümet, 16 Mayıs 1878, başka kaynaklara göre ise 4 Mart 1878 tarihinde, Sultanyeri kazasının Karatarla köyünde kurulmuştur. Hükümetin dört kişilik bir kurucular heyeti vardır. Bunlar, Ahmet Aga Timirski, Hacı İsmail Efendi, Hidayet Paşa(Sinclair) ve Kara Yusuf Çavuş’tur. Ayrıca otuz kişilik bir Temsilciler Meclisi kurulur. Yaklaşık dört milyon Türk’ün yaşadığı bir bölgenin hükümeti her türlü hükümet icraatlarına başlar. Vergi toplama, askere alma, adalet, eğitim ve sağlık hizmetleri vermeye başlar. Rodop Türklerinin kurduğu bu hükümeti yıkmak isteyen işgalci Rus ve Bulgar orduları, Nisan 1878’de, 11 süvari taburu (Yaklaşık 8 bin atlı) ve 7-8 Bulgar (yaklaşık 5 bin piyade) gönüllü taburu ile Kırcaali ile Mestanlı arasında Türk çeteleriyle savaşırlar. Türk milli kuvvetleri tarafından ağır kayıplar verdirilerek bozguna uğratılır ve geri püskürtülür. Rodop’daki yeni kurulan Türk Hükümetinin milli kuvvetlerine yenilip geri çekilen Ruslar, 8 Şubat 1879 tarihinde Osmanlı Devleti’ne yeni bir barış önerisi götürür. Götürülen bu öneriye göre, Berlin Antlaşması’nın hükümleri kabul edildiği belirtilir. Böylece, Yıldız Jurnal Teşkilatı’nın daha sonra devamı olan ünlü Türk İstihbarat örgütü, Teşkilat-ı Mahsusa’ya devlet kurma ilhamı verir. |
Osmanli’Da İstihbaratçilik -Osmanli’Nin Mgk’Si
BALKANLARDA AJANLAR SAVAŞI
“ Osmanlı Devleti son zamanlarda ajanların cirit attığı bir ülke haline gelmişti” diyor anılarında batılı bir diplomat. Ancak nedense ajanların en çok Osmanlı’nın Rumeli topraklarında cirit attığını söylemiyor. Osmanlı’dan ayrılmak isteyen gayrimüslim unsurların yanı sıra, Müslüman unsurlarda ayrılmak istiyordu. Tepedelenli ile Halet Efendi arasındaki kavga, Arnavut ayrılıkçılığının ilk tohumları olmuştur. Geçen süreç, bu kini beslemiş ve Müslüman unsurlarda ilk ayrılıkçılığın Arnavutlarda başlamasının yegâne sebebi olmuştur. Ne ilginçtir ki, Arnavut ayrılıkçılar, Ermeni ayrılıkçılar gibi ilk önce Jön Türklerin içerisinde filizlenmişlerdir. Arnavut ayrılıkçılığının başı İsmail Kemal, (Arnavut Devleti kurulduktan sonra buraya devlet başkanı oldu) Hasan Piriştine, Esat Toptani, Müfit ve Süreyya Flora Jön Türkler’le irtibat kurarlar. Burada Arnavut ayrılıkçı hareketinin başını çeken İsmail Kemal’in arandığı sırada, İstanbul’dan İngiliz Büyükelçisi Nicolas O’conor tarafından bir İngiliz gemisine bindirilerek İstanbul’dan kaçırıldığını belirtmekte fayda var. İsmail Kemal’in bir diğer özelliği ise, İngilizlerin yanı sıra Yunan ajanlığı da yapmasıdır. Stavro Skendi, “ The Albani Natiol Awakening 1878-1912” isimli kitabında İsmail Kemal hakkında şunları söylemektedir: KENDİ HALKINI DA PARAYA SATAN KOMİTACI: İSMAİL KEMAL “ İsmail Kemal, 1908 Meşrutiyeti’nden önce, Jön Türk’lerle ikiyüzlü, hileli bir iş birliği yapmış ve ilk Meclis-i Mebusan’a milletvekili olarak girmiştir. Fakat diğer taraftan da Yunanlılardan para almakta ve kendisini büyük mevkilere getiren Osmanlı Hükümetine karşı hıyanet etmiştir.” Mithat Paşa’nın oğlu Ali Haydar Bey de “Hatırat”ında İsmail Kemal hakkında şu bilgileri verir: “ İsmail Kemal Bey’in büyük kusuru vardır ki, o da paraya karşı olan zaafıydı. Avusturya ve İtalya devletlerinden tahsisat aldığı gibi, Yunan Kralı’nın bilgi ve onayı ile İstanbul’da bulunan Sefir Pres Mavrokordato’dan 10.000 Drahmi maaş almıştı. Buna mukabil, İsmail Kemal’in taahhüdü ise, gerek İtalya, gerek Yunanistan’a Arnavutluk’ta birer nüfuz mıntıkası ayrılmasına delalet etmekten ibaretti. Zekâ ve kurnazlığı üzerinde bu zıt menfaatleri senelerce idare etmeye ve kendi menfaatini hepsinden yüksek tutmaya imkân bulmuştu.” Tepedelenli Ali Paşa’nın torunu olan Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu ise İsmail Kemal’i şöyle anlatır: “Bu İsmail Kemal’in para almadığı yer kalmamıştır. İtalyanlardan almıştır, İngilizlerden, Fransızlardan, Mısır Hidivi’nden almıştır. Hatta memleket dışındaki ‘teşkilat’ları devamlı surette Yıldız’a jurnal ederek bizzat Abdülhamid’den de para almıştır. Fakat sefih hayatın en iğrenç macerası hiç şüphesiz Yunan Kralı I. Yorgi’nin gizli servisinden para almasıdır. İsmail Kemal, yurtdışına kaçtıktan sonra firardaki Arnavut Komitacıları etrafına toplayarak Jön Türklerle anlaştı. Yapılan anlaşma gereği, “ihtilal gerçekleşirse, ‘Özel Statü’ verilecek”ti. Buda bağımsız Arnavutluk demekti. Çünkü Müslüman olan Arnavutlukta idareciden memura kadar, bütün kamu personeli Arnavutlardan oluşuyordu. Osmanlı Devleti, Arnavutluğun bu yapısından dolayı oraya başka Müslüman kavimlerden idareci ve memur atamamıştı. JÖN TÜRKLER TUZAĞA DÜŞÜYOR 1902’deki I. Jön Türk Kongresi’nde kendisini “icra komitesi” üyesi seçtiren İsmail Kemal, yıkılıcılık faaliyetlerine hız verir. O sırada Trablusgarp Valisi olan Arnavut Recep Paşa ile irtibata geçen Kemal, Malta adasında yanında Prens Sabahattin olduğu halde bu görüşmeyi gerçekleştirir. Ve tarihe “ Malta Projesi” olarak geçen bir plan yaparlar. Plana göre, “ Recep Paşa’nın emrindeki askerler Sert mevkiinde bir tatbikat yapacak ve o mevkide gemilere bindirilip yabancı bayraklı gemilerle Çanakkale Boğazı’ndan geçirdikten sonra İstanbul’da evvelce Erkan-ı Harp (kurmay) subayları aracılığı ile tespit edilen bir noktaya çıkarılacak ve bu kuvvete katılacak diğer birliklerle hükümet ve padişah devrilecek, Kanun-i Esasi ilan edilecekti.” Karardan sonra Prens Sabahattin, kuracakları hükümet için Paris’te hayli yüksek miktarda borç ararken, İsmail Kemal de İngiliz Hükümeti yetkilileri ile görüşmek için Londra’ya gidiyordu. I. Kongre’nin diğer bir “İcra Komitesi” üyesi ve aynı zamanda Arnavut olan Fazlı Bey ise Yunanistan’a geçiyordu. Yunanistan Hükümet erkânı ile yapılan görüşme sonucunda, kendilerine tam destek ve savaş gemisi sözü verildikten sonra Paris’e dönüyordu. İsmail Kemal ise, olumlu görüşmeler yapar ve İngiliz Hükümeti’nden “ihtilalin yapılacağı gün, Akdeniz donanmasını ziyaret maksadıyla Beşike (İzmir) civarında bulundurulacağı sözünü” alıyordu. İngiliz Hükümeti Akdeniz’deki donanmasını ihtilalcilerin hizmetine sunmaktan öte “ İhtilal başlangıcından yabancı devletlerin haberdar olmaması için Eastern (Doğu) Telgraf kablosunun Odessa ve Köstence’ye bağlı kısımlarını kesilmesini” tavsiye ediyordu. İngiliz Hükümeti’nin bunda esas amacı, darbenin tamamen kendi kontrolünde olması ve Abdülhamid’e yakın olan Almanlarla Rusya’nın olaydan haber alıp karşı harekete geçmesini engellemekti. |
Osmanli’Da İstihbaratçilik -Osmanli’Nin Mgk’Si
JÖN TÜRKLER TUZAĞA DÜŞÜYOR
1902’deki I. Jön Türk Kongresi’nde kendisini “icra komitesi” üyesi seçtiren İsmail Kemal, yıkılıcılık faaliyetlerine hız verir. O sırada Trablusgarp Valisi olan Arnavut Recep Paşa ile irtibata geçen Kemal, Malta adasında yanında Prens Sabahattin olduğu halde bu görüşmeyi gerçekleştirir. Ve tarihe “ Malta Projesi” olarak geçen bir plan yaparlar. Plana göre, “ Recep Paşa’nın emrindeki askerler Sert mevkiinde bir tatbikat yapacak ve o mevkide gemilere bindirilip yabancı bayraklı gemilerle Çanakkale Boğazı’ndan geçirdikten sonra İstanbul’da evvelce Erkan-ı Harp (kurmay) subayları aracılığı ile tespit edilen bir noktaya çıkarılacak ve bu kuvvete katılacak diğer birliklerle hükümet ve padişah devrilecek, Kanun-i Esasi ilan edilecekti.” Karardan sonra Prens Sabahattin, kuracakları hükümet için Paris’te hayli yüksek miktarda borç ararken, İsmail Kemal de İngiliz Hükümeti yetkilileri ile görüşmek için Londra’ya gidiyordu. I. Kongre’nin diğer bir “İcra Komitesi” üyesi ve aynı zamanda Arnavut olan Fazlı Bey ise Yunanistan’a geçiyordu. Yunanistan Hükümet erkânı ile yapılan görüşme sonucunda, kendilerine tam destek ve savaş gemisi sözü verildikten sonra Paris’e dönüyordu. İsmail Kemal ise, olumlu görüşmeler yapar ve İngiliz Hükümeti’nden “ihtilalin yapılacağı gün, Akdeniz donanmasını ziyaret maksadıyla Beşike (İzmir) civarında bulundurulacağı sözünü” alıyordu. İngiliz Hükümeti Akdeniz’deki donanmasını ihtilalcilerin hizmetine sunmaktan öte “ İhtilal başlangıcından yabancı devletlerin haberdar olmaması için Eastern (Doğu) Telgraf kablosunun Odessa ve Köstence’ye bağlı kısımlarını kesilmesini” tavsiye ediyordu. İngiliz Hükümeti’nin bunda esas amacı, darbenin tamamen kendi kontrolünde olması ve Abdülhamid’e yakın olan Almanlarla Rusya’nın olaydan haber alıp karşı harekete geçmesini engellemekti. DARBENİN FİNANS KAYNAKLARI Yapılacak darbenin askeri ve siyasi yardımı sağlanmıştı, sıra finans kaynaklarına gelmişti. E.E.Ramsur, darbe için finans temini olayını İsmail Kemal’in hatıralarına dayanarak şöyle anlatır: “İsmail Kemal, planı Paris’teki İngiliz Elçisi Sir Edmund Monson’a anlatmıştır. Sir Edmund, biraz düşündükten sonra, İsmail Kemal’e İngiliz Dışişleri Bakanlığı’na referans mektuplar yazar ve Kemal’de derhal Londra’ya hareket etmişti. Dışişleri Bakanı Lord Landadowne, Alman İmparatoru’nu ağırlamakta olan İngiliz Kralı ile birlikte Sandringam’da bulunuyordu. İsmail Kemal, ‘Dışişleri Bakanı’nın orada bulunmasına rağmen, beni Sir Monson’un gösterdiği aynı iş anlayışı ile karşıladılar ve derhal harekete geçtiler’ demektedir. Kemal, devamla, ‘Ertesi gün Dışişleri bakanlığı Daimi Müsteşarı Lord Sanderson beni evine davet etti. Kendisine tasarladığımız harekâtı ve bu konuda İngiliz devletinden beklediğimiz yardımı ayrıntılı olarak anlattım. Onlardan istediğimiz, Rusya’nın bize engel olmaya kalkışması halinde, bu vatanperver eylemimize müdahale etmesini önlemekti. Lord Sanderson, derhal Dışişleri Bakanlığı ile temasa geçeceğini ve aldıkları kararı en kısa zamanda bize bildireceğine dair söz verdi. İki gün sonra müsteşar beni evine tekrar çağırdı. Bana Lord Lansdowne’un mektubunu okudu. Bu, geleneksel İngiliz diplomasisine layık bir yardım vaadiydi. Ancak, tasarlamış olduğumuz darbe henüz gerçekleşmemiş olduğundan bu vaat dolaylı olarak ihtiyatlı bir hava taşıyordu. Çok cesaretlenmiştim. Lord Sanderson’un izni ile Bakan’ın Fransızca yazılmış olan mektubunun bir kopyasını, arkadaşlarıma göndermek üzere yanıma aldım’ der”. İsmail Kemal, İngiltere’de finans kaynağı bulmaya çalışırken, diğer ihtilalciler de boş durmuyordu. Mısır’daki İngiliz Yüksek Komiseri Crome ile irtibata geçer geçmez, Kemal Mısır’a gitti. İngiliz Komiseri’nin de hükümeti ile aynı paralelde hareket ettiğine emin olduktan sonra, ihtilalin finansmanı için bir İngiliz bankerini buldular. İhtilalcilerden Ali Haydar, bu olayı şöyle anlatır “Hatırat”ında: HİDİV ABBAS PAŞA DA PARASAL YARDIM EDİYOR “Yapılacak ihtilal için asker sevkiyatı ve diğer masraflar için on bin altın lazımdı. İngiliz banker bize bu parayı verdi. Ancak benim kafama takılan, İngiliz bir banker Osmanlı Memleketinde yapılacak bir darbe için neden bu kadar para versin? Banker Cesel, bize bu parayı vermekle ihtilal sırasında doğacak spekülasyonlardan doğacak karı bu paranın onlarca katı olacağı için bize bu yardımı yaptı.” İngiliz banker Cesel’in verdiği 10.000 altın yetmemişti. Bu sefer ihtilalciler Mısır Hidivi Abbas Paşa’ya müracaat ettiler. Hidiv de ihtilalcilere 4.000 altın veriyordu. Ardından Yunanistan’dan istenilen 10.000 Drahmi ve gemi de Napoli limanında darbecileri bekliyordu. İsmail Kemal ile Prens Sabahattin Napoli’ye gittiler. Napoli’de İsmail Kemal, Prens Sabahattin’e bir oyun oynayarak askerleri Arnavutluk’a götürüp isyanı başlatmaya çalıştı. Ancak Arnavut Recep Paşa, askeri açıdan böyle bir isyanın sonuçsuz kalacağını anladığı için bu plandan vazgeçince, ihtilal de tabii olarak gerçekleşmedi. |
Osmanli’Da İstihbaratçilik -Osmanli’Nin Mgk’Si
GAYRİ NİZAMİ HARP İLK KEZ II. ABDÜLHAMİT DEVRİNDE UYGULANIYOR
http://frmsinsi.net/images/forumsins...sinsi.net_.jpg Hamidiye Alayları İmparatorluk sınırları içerisinde ulusların başlattığı milliyetçilik hareketlerinden dolayı Anadolu dahil, Balkanlardan Hicaz’a kadar hemen her eyalette ulusçuluk hareketi başlamış ve imparatorluktan kopmalar birbirini takip ediyordu. Yıldız Jurnal Teşkilatı, Alman uzmanların yönetimindeki hafiye polis örgütü ve Jandarma Teşkilatından gelen jurnallerin tümü Yıldız’da toplanıyor ve III. Selim zamanında oluşturan devletin çetelik kadrosu tarafından değerlendirilerek Padişah’a sunuluyordu. Bu raporlardan elde edilen bilgilere göre, Şark’ta baş gösteren Ermeni ayrılıkçı hareketini zaptiye ve kolluk kuvvetleri gücü ile etkisiz hale getirmenin imkânsızlığı görünüyordu… Ve Sultan’ın tabir ile “onların anladığı dilden cevap vermenin zamanı gelmişti”. Çözüm, Ermenilerle iç içe yaşayan Kürt aşiretlerinden oluşan gayri nizamı savaş yöntemi uygulayacak olan Milis Alaylarını oluşturmaktı. Alayların kuruluş çalışmaları, hem resmi paşalar hem de hafiye örgütüne mensup görevliler tarafından belirlenecekti. Kürt ayrılıkçı hareketinden önce “Şark Vilayetleri”ne sıçrayan Ermeni bağımsızlık hareketi, özellikle Rusya ile Fransa’nın ekonomik ve politik yardımlarından dolayı “devlet için büyük bir tehdit haline gelmişti.” Doğu Anadolu’da bulunan “Ermeni gençler, alenen kafileler halinde Doğu Beyazıt ve Iğdır üzerinden Erivan’a geçerek askeri ve gerillacı eğitimi alıp geri döndükten” sonra bölgede terör, tedhiş ve Müslüman unsurlara yönelik katliamlara girişiyorlardı. 13 Haziran 1878’de Berlin Konferansı’na “Ermenistan’a ilişkin Proje” sunması ve bu projenin kabul görmesinden sonra Osmanlı topraklarında Ermenilerin terör ve katliam eylemleri hızlandı. Hınçak ve Taşnak örgütlerin düzenli ordu haline dönüşmesi ile Rusya’nın “Şark Vilayetleri”ne yönelik emellerini açıkça getirerek işgale hazırlanıyordu. Bunun üzerine Osmanlı Devleti, bölgede “asayişin temini, Ermeni şaki ve katillerin tedip edilerek Rus işgaline karşı Müslüman ahaliden silahlı” güçler oluşturmayı kararlaştırdı. Oluşturulan bu para-militer gücün adı “ Hamidiye Alayları” oldu. Alaylar, aşiret yapıları esas alınarak örgütlendirildi. Her alayın başına aşiret reisleri belli bir maaş, rütbe ve nişan verilerek tayin ediliyordu. Alay haline getirilen aşiretler, vergiden muaf tutulur ve işledikleri suçlarla ilgili kovuşturma ve soruşturma mahalli mahkemelerden alınıp orduya veriliyordu. |
Osmanli’Da İstihbaratçilik -Osmanli’Nin Mgk’Si
FARKLI KAYNAKLARA GÖRE ALAYLARIN KURULUŞ SEBEPLERİ
Resmi kaynakların dışında, Hamidiye Alaylarının kuruluş gerekçeleri farklılık arz etmektedir. M.S. Lazarev, “Kürdistan ve Kürt Sorunu” (Jina Nu Yayınları) isimli kitabının 151. sayfasında alayların kuruluş gerekçesini şöyle açıklamaktadır: “Hamidiye alayları ile, Kürtleri Rusya karşısında güçlü bir askeri siper, İran’a karşı saldırı aracı durumuna getirme amacı yanında önemli amaçlardan biri de, Kürt başıbozuklarının önünü almak, Kürtleri, Türk idari makaklarının sıkı gözetimi altında durmaya alıştırmaktı. Bununla birlikte, Hıristiyan ulusal azınlıkların, özelliklede Ermenilerin yükselen özgürlük hareketlerine karşı kullanmak amacıyla kuruldu.” Lazarev aynı kitabının 95. sayfasında ise dönemin Fransa İstanbul büyükelçisi P. Cambon’un “Kürt Hamidiye Alaylarının güya hudutları korumak için kurulduğunu ancak fiiliyatta Ermeni ve Hıristiyanları bastırmak için kullanıldıkları” görüşüne yer vermektedir. Sovyet Rusya’sı döneminin resmi Kürt ayrılıkçı propagandisti ve Moskova Üniversitesi Kürt Enstitüsü Başkanlarından Dr. Celile Celil ise Moskova’da Kürtçe olarak yayımlanan Jiyana Rewşenbiri ü Siyasiye Kurdan isimli kitabının 24. sayfasında Lazarev ile aynı görüşü paylaşmanın yanı sıra “Sultan Abdülhamid’in Kürt hareketini susturma, güçten düşürme ve dumura uğratmada Hamidiye Alayları’nın önemli rol oynadıklarını” ileri sürmektedir. Hayat Tarih Mecmuası’nın Temmuz 1976 tarihli sayısının 48. sayfasında Nihat Gültepe de alayların kuruluş sebeplerini şöyle sıralıyor: “ Hamidiye Alaylarının kurulması ile şunlar amaçlanmıştı: Askeri disiplin içine alınan aşiretlerden Doğu Anadolu için kolluk kuvvetleri olarak faydalanmak, düzenli süvari birlikleri oluşturularak, olası bir Rus işgaline karşı elde hazır kuvvet oluşturmak, dış tahriklere kapılan ve isyana kalkışacakları açık olan unsurları yola getirme, aşiretleri iskan ettirmek ve bunları medenileştirmek; onları disiplin altına alarak eğitmek, aşiret kavgalarına son vererek bu yöredeki bütün potansiyeli devlet lehine kullanmak, bu vesile ile yol, köGoogle Page Rankingü, okul binaları vs, yaparak Doğu Anadolu’nun imarına çalışmak.” Yılmaz Öztuna ise Büyük Türkiye Tarihi (Ötüken Yay. 1983) isimli kitabının 181. sayfasında konu ile ilgili olarak şunları söylüyor: “Hamidiye Alayları vasıtasıyla Kürtlerin Ermenilere karşı kullanılmasıyla hem Türk askeri birliklerinin hem de Kürtlerin kendilerini Ermenilere karşı silahlandırılması yönündeki bitip tükenmek bilmeyen talepleri yerine getirilmiş oldu.” Enver Ziya Karal ile Bayrak Kodaman da konu ile ilgili olarak şu ortak görüşü savunuyorlar: “Hamidiye Alaylarıyla, asayişin bozulmasına neden olan aşiretlerin denetime alınması, Ermenilerin hareketlerine karşı durulması, olası bir Rus-Osmanlı savaşında aşiretlerin Ruslara karşı kullanılması, yabancı devletleri aşiretleri kışkırtmalarının denetlenmesi amaçlanıyordu.” (B. Kodaman, Sultan Abdülhamid Devri Doğu Anadolu Politikası, TKAE Yay.,1087, s. 36) Hamidiye Alaylarının kuruluşu ile ilgili değişik anlatımlar var. Bunlardan biri de Aşiret Mektebi mezunu, Hayderan aşiretinden ve ilk dönem TBMM mebusluğu yapan Hasan Sıdık Hayderani ise alayların kuruluş gerekçesini Osman Aytar’ın “Hamidiye Alaylarından Köy Koruculuğuna” kitabında (Medya Güneşi Yay. İst.1992, s.54) şöyle anlatıyor: “Sultan Abdülhamid’in fikir ve düşüncelerine önem verdiği, Şeyh Şamil’in torunlarından Müşir Mehmet Zeki Paşa, ( ki bu Paşa da Yıldız Jurnal Teşkilatı ile “çekirdek devlet”in bir üyesidir) Van, Erzurum ve Bitlis taraflarına yaptığı bir seyahat dönüşünde Padişahın ‘Anadolu’yu nasıl buldun’ sorusuna şu cevabı verir: ‘Padişahım, Anadolu her bakımdan tamamen ihmal edilmiştir. Hududumuzun öbür tarafındaki Moskoflar ise, bize örnek teşkil edecek derecede gayret göstermektedirler. Mesela bir Kazak teşkilatları var ki, hakikaten örnek alınmaya değer. Ruslar, hudutları içindeki aşiretlerden çok istifade ediyorlar. Bunları silah altına almıyorlar ama yılda bir buçuk ay belli bir yerde topluyorlar, telim ve terbiyeye tabi tutuyorlar ve sonra hepsini yine serbest bırakıp evlerine gidiyorlar. Bağ, bahçe ve tarlalarında, sürülerinin başında çalışma imkânı veriyorlar.” ÖNCE ALAY SONRA NİZAMNAME M. Zeki Paşa’nın bölgede yaptığı uzun süreli seyahat ve mahalli ajanlardan aldığı bilgilerle oluşturduğu bu raporundan hemen sonra Padişahın emri ile İbrahim ve Kerim Paşaların öncülüğünde Hamidiye Alaylarının kuruluşuna başlandı. Böylece İbrahim ve Kerim paşalar, Türk Tarihinde ilk gayri nizami harbi başlatan devlet görevlileri olarak tarihe geçtiler. Hamidiye Alaylarının nizamnamesi yayımlanmadan kurulur. Bu alaylarla ilgili ilk yasal düzenleme 1891, ikincisi 1896 ve son düzenleme ise 1910 yılında yapıldı. Ancak son nizamname, İttihat ve Terakki Partisi iktidarında yapıldığı için “Hamidiye” adı nizamnameden çıkarılarak “Aşiret Hafif Süvari Alayları Nizamnamesi” şeklini aldı. 1890 yılında Müşir Zeki Paşa’nın ile kurulmaya başlanan Hamidiye Alayları’na ilişki ilk matbu nizamname, Rumi 1308 (M.1891) yılında çıkarıldı. Sultan Abdülhamid dönemin de alaylarla ilgili son kanunname ise 1896 yılında yayımlandı. İttihat ve Terakki iktidarından sonra çıkarılan yeni nizamnamelerde bu alaylardan “Hamidiye” adı kaldırılacak ve “ Aşiret Süvari Alayları” denilecekti. HAMİDİYE ALAYLARI NİZAMNAMESİ Rumi 1308 yılında yayımlanan 53 madde ve bir de son bölümden oluşan Alay Nizamnamesine göre, o güne kadar askere gitmeyen aşiretlerden Hamidiye Süvari Alayları’nın oluşturulmasında kullanılacakları belirtiliyor. Alaylarla ilgili kanunname Başbakanlık Arşivi, Yıldız Evrakı, Kısım 37, Evrak no. 47/27, Zarf 47, Karton 113’te bulunuyor ve tam adı, “Tenkisat-ı askeriye cümlesinden olarak Hamidiye Süvari Alaylarına dair Kanunnamedir.” Kanunun 2. maddesine göre, kurulacak alaylar 4 bölükten az, 6 bölükten fazla olmayacaktır. Her alay en az 512, en fazla 1152 kişiden oluşacaktı. 3,4 ve 5. maddelere göre büyük aşiretlere bir ve birden fazla, küçük aşiretlere ise birkaç bölük kurma hakkı veriliyordu. Bu maddelerde en dikkat çekici nokta, “küçük aşiretlerin alay kurmak ve eğitim için bir araya gelmesi kesinlikle yasaklanıyor” ve sadece savaş halinde merkezi hükümetin veya ordu kumandanının lüzum görmesi halinde birleşmelerine izin verilecekti. Hamidiye Süvari Alayları’nı oluşturacak erkekler üç kısmı ayrılıyordu: 17-20 yaş arası “ibtidaiye” (başlangıç), 20-32 yaş arası “nizamiye” (ilk askerlik evresi), 32-40 yaş arası “redif” (ikinci askerlik devresi) sınıfına dâhil olacaklardı. Her alaydan iki çavuş, Ordu-yu Hümayun merkezine gönderilerek “Mektep Alayı”nda eğitime tabi tutulacak ve sonra İstanbul’da veya başka yerde iki yıl hizmet yaptırılıp terfi edilerek alaylara gönderileceklerdi. Ayrıca her alaydan bir çocuk seçilerek İstanbul’a gönderilecek ve orada “Süvari Mektebi”nde eğitim gördükten sonra mülazım (teğmen) rütbesi ile memleketine; alayına dönecekti. Hamidiye Alayları bizzat kendileri elbise, hayvan ve eyer takımlarını temin edecekler; tüfek, cephane ve stoklarını devlet verecekti. ALAYLARIN BESLENDİĞİ KAYNAK VE YAPISI Hamidiye Alayları ile ilgili kanunnamede bütün konular detaylı olarak belirtilmiş ve yasal boşluk bırakılmamıştır. Kanunun 19. maddesi ise alayların hangi halklardan oluşacağına dairdir: “Asakir-i Hamidiye Süvari Alayları Türkmen ve Karakalpak ve Kürt ve Arab aşairinden mürettep(dizili) olduğundan bu akvama (kavimlere) mensup olanlardan her birinin mensup olduğu olduğu kabail (kabileler) ve eşairin iktiza edegeldikleri (giydikleri) şekil ve kıyafette bulunması münasip ve muvafık(uygun) olacağından şimdilik üç nümune intihab olunmak… şarttır. Üzerlerinde ahaliy-yi saireden fark olunacak surette alayın isim ve numarası yazılı bir alamet-i farika bulundurulacaktır.” Alayların subay kadrosu ise, İstanbul’daki Süvari Mektebi’ne alınan aşiret çocuklarından oluşturulacaktı. Bunların yeterli olmadığı durumlarda ise aşiret “ümera(üstsubay) ve rüesasından(başkanlar)” atanacaktı. Fakat eğitimler için nizamiye süvari alay subaylarının tayin edileceği belirtiliyordu. Ayrıca, savaş birliği olan alay ve bölük komutanlarının mutlaka ordudan, diğer subayların (kaymakam, binbaşı, kolağası, vBulletin.) ise aşiret ileri gelenlerinden olması karar altına alınmıştı. Devlete yaptıkları hizmetler “takdire şayan” ise, “irade-i seniyye” ile miralay(albay) rütbesine terfi edeceklerdi fakat yardımcısı mutlaka nizami(ordu mensubu) bir subay olacaktı. Böylece alayların devlet tarafından kontrolü daha da kolaylaşacaktı. Hamidiye Alayları yalnızca gayri nizami harp yapmayacak, bölgede meydana gelen bütün gelişmeleri hafiyeler aracılığı ile rapor halinde Bab-ı Ali’ye bildireceklerdi. Alay kanunnamesinde bölüklerin yapısı da şöyle tayin ediliyor: “Her bölük 4 takımdan, her takım da 32 neferden az, 48 neferden fazla olmayacak.” Alaya mensuplarından herhangi biri köyünde veya evinde bulunduğu zaman, başka bir ile gideceği zaman kendi zabitinden izin almak zorundaydı. Her fert, mensubu bulunduğu aşiretin geleneklerine uygun, fakat tek tip elbise giyecek, üzerinden ise bağlı bulunduğu alayın işaret ve numarasını bulundurması mecburi idi. Her alay mensubu bineceği atını ve takımlarını kendisi temin etmekle yükümlüydü ve atlarda mutlaka alayın damgası olacaktı. Seraskerlik süvari denetimi altında bulunan alayların bütün subay ve komutanları alay mensuplarından temin edilecekti. (Bu madde 1896’daki ikinci düzenleme ile eklenmiştir.) Silâhaltında iken işlenen suçlarda askeri kanunlar uygulanacaktı. Eğitimlerinde emredilen yerlerde zamanında bulunmayanlara suç derecelerine göre idama kadar var cezalar verilebilecekti. Alaylar girmek için hiç kimseye cebri(zorla) uygulama yapılmayacaktı. ALAYLARIN EĞİTİM ŞEKLİ Hamidiye Süvari Alayları’nın görev ve eğitimlerini düzenleyen madde 1911 tarihinde yayımlanan nizamname ile daha modern hala getiriliyordu. “Cerad Nizamı” denilen bu talimat, alaylardan daha iyi faydalanabilmek için bazı yabancı ordularda kabul edilen manevra ve savaş düzeninin Aşiret alaylarına uygulanmasını öngörüyordu. Buna göre, ordu tarafından desteklenen ve yönetilen alayların görevi düşman süvarisinin yanaşık düzendeki “kıtaatını” dağıtmak, düşman keşif kollarına güçlük çıkarmak, düşmanı yanıltmak, oyalamak, baskın yapmak ve çekilen düşmanı takip etmekti. 1912 yılında yapılan küçük bir değişiklikle Aşiret Alayları birleştirilecekti. Mevcut 66 Hamidiye alayı yerine 4 fırkada birleşecek 24 alayın oluşturacağı tahmin ediliyordu. Bu fıkralara ancak evinde eyerli bir savaş atı bulundurmak yükümlülüğünü kabul edenler kayıt yapabileceklerdi. Alaylılar, her yıl eğitim kamplarına alınacak ve eğitimleri yenilendikten sonra kendilerine silah dağıtılacaktı. Yeni nizamname ile birlikte merkezi otoritenin kontrolü daha etkin hale getirilecek ve düzenli ordu subaylarının kumanda etmesi şartı getiriliyordu. Aşiret ileri gelenleri ise bu subaylara muavinlik yapacaklardı. Takım komutanı sayısı ikiye çıkarılıyor ve biri düzenli ordudan diğeri aşiretten atanıyordu. AŞİRETLER VE ALAYLARI Bayram Kodaman, “Sultan II. Abdülhamid Devri Doğu Anadolu Politikası” isimli kitabında Hamidiye Alayları ile ilgili dikkati çeken bir belgeyi yayımlar. Bu belge, aslında bir “jurnal raporu”ndan başka bir şey değildir. Müşir Şakir Paşa’nın Anadolu Müfettiş-i Umumisi sıfatıyla 1895’te geldiği Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesinde yaptığı incelemeler sonucunda, beraberinde bulunan Zeki Paşa ile birlikte Sultan Abdülhamid’e çektikleri şifreli telgraf, alayların yapısı, gücü ve dağılımları konusunda oldukça önemli bir belgedir. Bütün alayları 7 Liva’ya (Tümen) ayıran Şakir ve Zeki paşalar, liva merkezlerini, livaların hangi alaylardan meydana geldiğini ve aşiretlerin ismiyle birlikte kaçar alay olduklarını gösterir bir bilgi notunu da padişaha gönderdikleri telgrafa eklemişler. Bu telgrafta dikkati çeken en önemli özellik, livaların oluşturuldukları ve kuruldukları yerlere dikkat ettiğimizde, Sultan Abdülhamid ile “çekirdek devlet” MGK’nın elde ettiği jurnal raporlarından hareketle çok ince bir strateji ile Rusya ve İran’dan gelebilecek herhangi bir tehlikeyi “tez elden bertaraf” etmeyi hedeflediği görülmektedir. Bütün liva merkezleri ve alayların dağılımı İran ve özellikle Rusya’dan gelebilecek bir saldırıya karşı çok güzel dağıtıldıkları ve işgali geciktirebileceklerini gözetlemek mümkündür. Livalara mensup alay sayısı beş ile dokuz arasında değişmekteydi. Viranşehir’deki Milli ve Malazgirt’teki Husnanlı (Hasenan) aşiretleri beşer alayla, Haydaranlı aşireti yedi alayla en güçlü aşiretler olarak başı çekiyorlardı. Şakir ve Zeki paşalar telgraflarında, güç ve nüfuz sahibi aşiret reisleri Bab-ı âlide çok güçlü ilişkilere sahip oldukları belirtiliyordu. Ancak onların da bilmediği bir gerçek vardı: Sultan Abdülhamid, Hasenanlı aşiret reisi Mustafa Bey ile hafiyeler aracılığı ile görüşüyor, ve Mustafa Bey’in Haydarpaşa Leyli Meccanisi (Haydarpaşa Yatılı Lisesi)’nde okuyan oğullarından Kulihan Bey’e Maarif Vekaleti’nin verdiği aylık 60 kuruş maaşın haricinde kendisi de düzenli olarak harçlık ve kıyafet gönderirdi. Ayrıca Mustafa Bey’in en küçük oğlu olan Kerem Bey’in Ermeni katliamcılara (Hınçak ve Taşnak komitacılar) karşı yaptığı “başarılı operasyonlardan dolayı” bir kama, kendi mührünü taşıyan gümüş tütün tabakası ve fildişinden bir doksandokuzluk tesbih hediye göndermişti. Şakir ve Zeki paşaların Sultan Abdülhamid’e gönderdiği telgrafta belirttiklerine göre Aşiretlerin alay sayısı ve numaraları şöyle idi: Alayları Teşkil Eden Aşiretler Alay Numarası Birinci Liva Merkez: Karakuliya Zilan Aşireti 3 4 5 Karakalpak Aşireti 6 9 Ademanlı Aşireti 10 11 Hayderanlı Aşireti 12 37 Celali Aşireti 38 Şazili Aşireti 57 İkinci Liva Merkez: Hınıs Cemdanlı Aşireti 8 31 Cibranlı Aşireti 32 33 34 36 Zirkan Aşireti 35 Üçüncü Liva Merkez: Malazgirt Sipkanlı Aşireti 1 2 Karapapak Aşireti 7 Husnanlı (Hasenan) Aşireti 26 27 28 29 30 Dördüncü Liva Merkez: Erciş ? (aşiret adı okunmamış) 13 14 15 16 Haydaranlı Aşireti 21 22 23 24 25 Beşinci Liva Merkez: Başkale Mukri(Muqri) Aşireti 17 Milan Aşireti 18 Şemsıki Aşireti 19 Şekufti Aşireti 20 56 Takuri (Taqori) Aşireti 39 Altıncı Liva Merkez: Mardin Milli Aşireti 41 42 43 44 Karakeçi Aşireti 45 46 Tay Aşireti 47 Miran Aşireti 48 49 Ertuşi Aşireti 50 Yedinci Liva Merkez: Ruha (Urfa) Kays Aşireti 51 52 Berazi Aşireti 53 54 55 Sivas civarında Karakalpak aşireti tarafından kurulan 40. alay, hiçbir liva ile bağlantısı olmadığından Sivas’ta bulundurulacak süvari bölüğünün yardımıyla Sivas Kumandanlığı’nın Denetimi altında askeri eğitim yapmaktan başka hiçbir faaliyeti olmamıştır. Aynı olay “Bayezid sancağına bağlı Tutak kazası’nda” da gerçekleşmiştir. Azeri göçmenlerden kurulan bir “Hamidi birlik” hiçbir varlık gösterememiş, sadece Derik köyünde merkezinde jandarmanın kontrolünde konuşlandırılmıştır. HAMİDİYE ALAYLARININ BULUNDUĞU YERLER Hamidiye Alayları’nın kuruluşu iki bölgede gerçekleştirilecekti. Birinci bölge, Rusya ile sınır olan Erzurum-Van arası, ikinci bölgede ise Mardin-Urfa hattının kuzey kısmında kuruluyordu. Sultan Abdülhamid’in emri ile Erzincan’ı merkez üs olarak kullanan 4. Ordu Kumandanı Müşir Mehmet Zeki Paşa, 1891 yılı ilkbaharında Mirliva (Tuğgeneral) Mahmud Paşa’yı Van, Malazgirt ve Hınıs taraflarına göndererek alayların örgütlemesini başlattı. Fahrettin Altay’ın “10 Yıl Savaşı ve Sonrası” (İnsel Yay. s 55) isimli kitabında anlattığına göre, “1896 yılına gelindiğinde Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinin hemen hemen tümünde yüz civarında Aşiret Alaylarının kurulduğunu” belirtiyor. Buna mukabil başka kaynaklar ise yüzün üstünde alayın kurulduğunu iddia ediyor. 1313 (1897) tarihli 13. “ Salname-i Vilayet-i Erzurum”da bu bölgede şu alaylar bulunuyordu: “1,2,3,4 ve 7. alaylar Tutak’ta (Ağrı’nın ilçesi), 4. Alay Eleşkirt’te, 5, 6, 11 ve 12. alaylar Karakilise’de (bugünkü Ağrı), 8. Alay Hasankale’de, 9, 37 ve 38. alaylar Bayezid’te (bugünkü Doğu Beyazıt), 10. Alay Diyadin’de, 26, 29, 32. ve 35. alaylar Hınıs’ta, 34. Alay Tekman’da, 36. Alay Kiğı’da bulunuyordu. Yine Ş Beysanoğlu’nun aktardığına göre 41-49 arasındaki alaylar Diyarbakır’da bulunuyordu. Geri kalan 27 alay Mardin Urfa, Siirt ve Bitlis’te kurulmuştu. Şu bilgiyi de aktarmakta fayda var. Doğu ve Güneydoğu’daki Alayların tümü Kürtlerden oluşuyordu. Sadece Tutak’taki 4. Alay ile Sivas’taki 40. Alay, 1877-1878 Osmanlı Rus Harbi’nde kaçan “Kars Muhacirleri” olan Karapapaklılardan oluşuyordu. Kaynak:Türkiyede İstihbaratçılık ve Mit __________________ GEÇMEM NAMERT KÖGoogle Page RankingÜSÜNDEN SULAR APARSIN BENİ YATMAM ÇAKAL YATAĞINDA ASLANLAR PARÇALASIN BENİ http://frmsinsi.net/images/forumsins...sinsi.net_.jpg |
Osmanli’Da İstihbaratçilik -Osmanli’Nin Mgk’Si
OSMANLI-RUS HARBİ VE HAMİDİYE ALAYLARI
Osmanlı-Rus Harbi’nden önce Ermeni komitacıların bölgede başlattıkları terör, tedhiş ve katliam olayları, Hamidiye Süvari Alayları’nın sınanmasına sebep oldu. Erivan ve Osmanlı sınırlarına yakın diğer Rus illerinde askeri eğitimden geçirilen Ermeniler kafileler halinde Türkiye’ye geri dönüyorlardı. Üçüncü Liva Birinci Alayı kumandanı Abdülmecid Bey’in torunu Muhyettin Bey’in anlattığına göre, Ermeni komitacıların bu çalışmaları pervasız hale gelmişti: “ Her sene son bahardan yöremizden, Bitlis’ten, Tatvan’dan Siirt’ten Ermeni gençler kafileler halinde sınırı geçerek Erivan’a gidiyorlardı. Bizim hafiyelerin yaptıkları tesbitlere göre bu gençler Erivan’da silahlı eğitim alıyorlarmış. Van, Beyazıt ve diğer yerlerdeki ecnebi sefarethanelerindeki casusların da kışkırtmalarıyla Ermenilerin silahlanmaları ve Kürtlere yönelik terör eylemleri şiddetini arttırmış adeta katliam haline dönüşmüştü. Ermenilerin bu eylemleri öyle bir hale geldi ki artık Kürtlerin namuslarına ırzlarına tecavüze vardı. Bunun üzerine Bizimkiler (Kürt Hamidiye Alayları Mensupları) Bu eylemlere karşı harekete geçtiler. Benim bildiğim en son olay, Rus harbinden kısa bir süre önce Erivan’dan dönen yaklaşık 300 civarında Ermeni silahlı milis birliği Köşk, Şeme (Geçimli), Mirze (Ocakbaşı) köylerinden geçerek Kertevin dağlarına yerleştikleri haberi geliyor. Bu haber üzerine dedem (Kaymakam Binbaşı Abdülmecid Bey), Malazgirt ve Hınıs’tan gelen Hamidiler, Ermenilerle bu hatta çatışmaya girdiler. Çatışma yaklaşık bir hafta sürdü. Ermeniler sürekli olarak zayiat vererek yoğun oldukları bölgelere (Bitlis ve Siirt civarı) çekiliyorlardı. Ancak, yapılan muhabereden hiç biri sağ kurtulamadı. Rus harbi ile birlikte artık kimin ne yaptığı belli olmadı. Herkes birbirini öldürmeye başladı. Ve sonucu hepimiz biliyoruz işte…” Hamidiye Alayları’nın gayri nizami harp yöntemleri kısa sürede sonuç vermiş, Rusya, Kafkasya ve Erivan’da bulunan hafiyelerden gelen jurnaller üzerine sınırdışı operasyonlar bile yapacaklardı. Öylesine güçlü operasyonlardı ki aynı zamanda Çar’ın istihbarat servisi OHRAHA ve ÇEKA’nın da ajanı olan bu Ermeni komitacı önderleri, görüldükleri yerlerde avlanıyorlardı. Hamidiye milislerinden bazıları, daha Yakup Cemil ortaya çıkmadan “Yakup Cemillik yapmaya başlamışlardı bile…” Hamidiye Alaylarının başlattıkları “ Komitacı avı”, silahlı Ermeni komitacılarla birlikte Rus Kazak Süvarileri’ni de hedef alıyordu. Bu çatışmaların büyük çoğunluğunda Kazak Süvariler yeniliyorlardı. Ajanlarına ve ülkesinin muhtelif şehirlerde böylesine pervasızca “iş yapan” bu gayri nizami harpçiler, Rus Çarı tarafından, İstanbul elçisi aracılığı ile Sultan Abdülhamid’e şikâyet edileceklerdi. SULTAN ABDÜLHAMİD HAN’IN HAMİDİYE ALAYLARIYLA İLGİLİ SUÇLAMALARA VERDİĞİ CEVAP Sultan Abdülhamid Han, Hamidiye Alayları ile ilgili eleştirilere, Dergâh Yayınları tarafından 1984 yılında yayımlanan “Siyasi Hatıratım” isimli kitabında şöyle cevap veriyor: “Kürt alaylarını teşkil ettiğim için Avrupa gazeteleri acı tenkidlerde bulunuyorlar ve bu teşkilat meydana geldiğinden beri Kürtlerin, Şark vilayelerindeki Ermenilere daha vahşice davrandıklarını iddia ediyorlar ve bizim tarafımızdan teşkilatlandırılan bu Kürtlerin istiklallerini ilan etmek için bize karşı isyan edeceklerinden endişe ettiklerini söylüyorlar. Anlaşılan gazeteler mevzu arıyorlar, bu sebeple de yalan yanlış her şeyi yazıyorlar. Muhabirler Kürdistan’daki vaziyeti Beyoğlu’nda oturdukları rahat köşelerini terk etmeksizin, ancak Ermenilerin görüş zaviyesine göre mütalaa ediyorlar.” Kaynak:Türkiyede İstihbaratçılık ve Mit __________________ |
Osmanli’Da İstihbaratçilik -Osmanli’Nin Mgk’Si
İTTİHAT TERAKKİ DÖNEMİ VE HAMİDİYE ALAYLARI
İttihat ve Terakki Fırkası’nın yönetimi devralmasından sonra oluşturulan totaliter rejim şarkta da kendisini hissettiriyordu. İttihatçı subayların otoritelerini hissettirmek için keyfi olarak bazı aşiret ileri gelenlerini tutuklaması ve Ermenileri hoş tutmak için Kürt nüfusu silahsızlandırılırken Ermenilerin serbest silah taşımaların izin veriyorlardı. Bu durum yalnız Hamidi olan Kürtler değil diğer Kürt nüfusu arasında da huzursuzluğa sebep olmuştu. Çünkü Ermeniler, İttihat ve Terakki’den böylesine destek almalarından dolayı Kürtlere yönelik baskılara yeniden başlamış ve savunmasız insanların faili meçhule kurban gitme olayları sıklaşmıştı. İttihat Terakki yönetiminin bu tutuma sadece Ermenilere şirin gözükmek için yaptıklarını düşünmek eksik olur. Çünkü aynı dönemde İstanbul, Bağdat ve Kahire merkezli Kürt ayırımcılığı, Şarkta da etkisini göstermişti. Ancak Kürtçülük hareketi salt İstanbul ve Avrupa’da salonlarda değil Şarkta; kasabalarda, köylerde ve dağlara taşımıştı. İttihatçıların 1909 Adana olaylarını bahane ederek Komitacı Ermenileri koruması, buna mukabil Kürtlere baskı yapması üzerine halk arasında gelişen huzursuzluk 4. Ordu Komutanı (ve çekirdek devlet Osmanlı MGK’sının üyesi) Mareşal Tatar Osman Paşa’nın Temmuz 1911’de “Harbiye Nezaretine” gönderdiği telgrafta açıkça belirtiliyor: “Hükümet memurları ve mahkemeler nezdinde, beraat asıl olduğu halde, kendilerine verilen her konuda ilk önce Kürtlerin suçlu ve Ermenilerin de suçsuz oldukları yolunda zanlarını belli edecek biçimde konuştuklarından, nereye ve kime başvurulacak olursa olsun, haklarını korunamayacağına ve sağlanamayacağına Kürtlere ve özellikle başlarınca inanılmış görünüyor… Gezim süresinde hiçbir Kürt’te silah görmedim. Fakat köyler ve hatta şehirler içinde bile Ermenilerin serbest serbest silah taşıdıklarını gördüm… (…) Sonuç olarak, Kürtlerde son derece bir umutsuzluk ve korku, Ermenilerde avukatlıkla karışık bir şımarıklık ve taşkınlık hüküm sürmektedir.” (Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, Cilt 3 s.126) Bu ve buna benzer olayların yanı sıra, gelişen ulusçuluk hareketi ve bu hareketlerin bölgede bulunan Rus, İngiliz, Fransız ve hatta Alman sefarethanelerindeki ajanlar tarafından ajite edilmesinin yanı sıra alaylarda baş gösteren başıbozukluk üzerine İstanbul’a her gün şikâyet dilekçe ve telgrafları gidiyordu. HAMİDİYE ALAYLARI VE BAZI SAVAŞLAR Bütün bu olumsuzluklara rağmen Birinci Dünya Savaşı patlak verdiğinde Hamidiye Alaylarının çok az bir fitre ile devletin yanında yer aldıklarını görüyoruz. Osmanlı Devleti saflarında savaşa katılan aşiret birliklerinin toplamı 30 alaydan oluşan 4 tümen ve 1 yedek tugayıdır. Bu arada Aşiretlerin her iki Balkan Savaşı’na katıldıklarını ve gösterdikleri “muvafakıyetlerden” dolayı ödül ve madalyalarla taltif edildiklerini, UzunköGoogle Page Rankingü’den İstanbul’a kadar halk tarafından sevgi gösterileri ve törenlerle uğurlandıklarını belirtmekte fayda var. 1915 yılında “Mektepli bir kumandan” önderliğindeki bir avuç Hamidi, Mahabad’a ilerlediler. Hamidilerin ilerleyişleri durmadı. Rusları Tebriz’e kadar püskürtüp, daha sonra bu şehri Ruslardan aldılar. Aynı yılda Zorlu deresinde Kazak süvarileri tarafından kıstırılan Cibranlı Halil Bey, kendisinden 10 kat büyüklükteki Kazak süvari birliğini yeniyor ve birliğin komutanını bizzat kendisi öldürüyordu. Bu muharebe ile birlikte Rusların Kazak süvarileri tamamen devredışı kalacaklardı. Kazım Karabekir Paşa’nın yönlendirmeleri ile Hamidiye Alayları, Rus ordusunu Kafkaslara kadar kovalamışlardı. Hamidiye Alayları Ankara’nın başlattığı Kuvayı Milliye Hareketi’ne katılacak ve “Kurtuluş Savaşı”nda bölgelerinde önemli fonksiyonlar icra edeceklerdi. ALAYLARIN BAŞARILARINDAN İKİ ÖRNEK Yayımlanan kanunla birlikte görev, sorumluluk ve yetki alanı belirlenen alaylar, örnek alınan Kazak Süvarileri ile ilk karşılaşmalarında onlara ağır darbeler indirerek yeneceklerdi. 1893 Osmanlı-Rus Harbi’nde bu alaylar yalnız Kazak Süvarileri değil, güçlü Çarlık ordusunun karşısında da inanılmazı başaracak ve “gerilla taktikler” ile “Nigaro’nun Çocuklarını(Çarlık ordusu kastediliyor. Burada Nigaro, Rus Çarı Nikola kastediliyor) perişan ediyorlardı.” Bu alayların Hınıs, Karayazı, Göksu ve Tekman yöresinde Hasanan aşireti reisi Kolağası Kerem Bey, gayri nizami harp taktikleri ile Rus ordularının bölgede tutunmasına engel olacak ve Ermeni katliamlarını tamamen önleyecekti. Rus orduları Diyarbakır’a doğru ilerlemesine rağmen Kerem Bey’in alay bölgesine girememesi ve her denemesinde ağır darbeler alarak geri çekilmesi bu gayri nizami harbin öneminin örneklerinden sadece bir tanesidir. Bir diğer somut örnek ise Patnos’ta kurulan ve Kör Hüseyin Paşa’nın kumandasındaki alayın mensubu Abdülmecid Bey ile ilgilidir. Gerek 93 Harbi ve gerekse 1. Dünya Savaşı sonrasında yaptığı başarılı çatışmalardan dolayı “Kaymakam Binbaşı” rütbesi ile ödüllendirilen Sipkan aşireti reisi Abdülmecid Bey’in Tutak kazasında, yanında 6 süvarisi ile birlikte bir Rus topçu birliğini dağıtıp toplarını alması olayı, Hamidiye Alaylarının yaptığı çalışmalarının bir diğer örneğidir. ADIM ADIM SONA DOĞRU İsveç, Rusya, Belçika, İngiltere’nin baskısı üzerine 1908’in sonunda toplanan Osmanlı Mebusan Meclisi, beklenilenin aksine Hamidiye Alaylarının dağıtılmasına karar vermedi. Meclis’in Alaylar konusunda toplandığını öğrenen aşiret liderleri, bunu kendilerine yapılmış bir saldırı olarak gördüklerini açıkladılar. Bu yüzden alaylar ile düzenli ordu arasında ilişkiler kopma noktasına geldi. İttihat Terakki yönetiminin “Alayları Ordu saflarına kaydedilmesi” kararı ortalığı daha da gerginleştirdi. Diğer aşiretler arasında yaşı dolayısıyla bir saygınlığı bulunan Haydaranlı aşireti Reisi Kör Hüseyin Paşa bu duruma karşı şiddetle çıktı. 1909’un başlarından alaylar yavaş yavaş silahsızlanmaya başladılar. Haydaranlı aşireti reisi Kör Hüseyin Paşa’nın tutuklanması alaylarla İttihat ve Terakki rejimini tamamen karşı karşıya getirdi. Hüseyin Paşa, cezaevinden çıktıktan sonra bütün askerlerini alıp İran’a göç etti. Akabinde 1913 yılında Musul bölgesinde aşiret alaylarını başını çektiği Kürt isyanı başladı. 1914’te Bitlis’te Mela (Molla) Selim’in önderlik ettiği bir isyan meydana geldi. Mela Selim’in diğer aşiret reisleriyle yaptığı gizli mektuplaşmalarda dikkati çeken en önemli husus, “Bunlar (İttihat ve Terakki yönetimi)memleketi ecnebilere satıyorlar” ibaresidir. Buradan da anlaşılacağı üzere bölgedeki isyanların esas hedefi devlet değil İttihat ve Terakki rejimidir. Zaten, velinimetleri olan Sultan II. Abdülhamid’in İttihatçılarca devrilmesi, aşiret alayları için yeterli bir savaş sebebidir. Ağrı isyanları ile birlikte tamamen fonksiyonsuzlaşan Hamidiye Alayları, büyük çoğunluğu silahsızlanmış, yalnız Alay kumandanları ve subaylara emeklilik maaşı veriliyordu. Şeyh Said isyanın katılan akraba Hasenan ve Zirkan aşiretlerinin (en çok alayı bulunan aşiretler) İran’a sığınması ile birlikte fiili olarak Hamidiye Alayları dönemi bitti. Kürt isyanlarına katılmayan diğer aşiretlerin subay ve paşalarının emeklilik maaşları eşleri tarafından alınıyordu. Eşlerin ölümüyle birlikte Hamidiye Alayları ile Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin de resmi ilişkileri tamamen koptu. Ancak 1984’te PKK’nın bölgede başlattığı silahlı hareket üzerine, Hamidiye Alayları benzeri bir yapılanma gereksinimi duyuldu. Nisan 1985 Tarihinde Köy Kanunu’nun 74. maddesine eklenen iki fıkra ile “Köy Koruculuğu” sistemi kuruldu. Devlet yetkilileri, 1985 Mayısında “eski Hamidilerle” temasa geçti. Beytüşşebap-Çeman yolu üzerinde Aşağıdere köyü muhtarı Mehmet Dereli’nin evinde Jirki aşireti reisleri ile güvenlik görevlileri bir toplantı yaptılar. Toplantının ertesi günü helikopterle merkezi Diyarbakır’da bulunan 7. Kolorduya götürülen Tahir Adıyaman, Hacı Ömer, Ebubekir Aydemir ve Kökel Özdemir, burada Kolordu Komutanı Korgeneral Kaya Yazgan ile görüşüp anlaştılar. Ve aşiret reislerine Kur’an-ı Kerim’e el bastırılıp talak-ı salise üzerine yemin ettirildi. Daha sonra irtibata geçilen bazı aşiretler koruculuğu kabul ederken, bazıları da yüzyılın ilk çeyreğinde kapanan defteri bir daha açmadılar. Abdülhamid’in 33 yıllık yönetimine, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Makedonya’da başlattığı hareket sonunda, 23 Temmuz 1908 tarihinde II. Meşrutiyet’in ilanı ile son verilecektir. İttihat ve Terakki yönetimi, ihtilalden hemen sonra Yıldız İstihbarat Teşkilatı’nı ortadan kaldırmak için harekete geçer. Meclisi Vükela (Bakanlar Kurulu)’nın, Teşkilat’ın kaldırılmasın dair 29 Temmuz 1908 tarihli kararnamesi ile Yıldız İstihbarat Teşkilatı’nın faaliyetlerine son verilir. II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesinden sonra Teşkilata ait olan yüz binlerce rapor (jurnal) saraydan alınarak yakılmıştır. Kaynak:Türkiyede İstihbaratçılık ve Mit Bundan sonraki konumuz tamamen Teşkilat-ı Mahsusa ile ilgilidir ve son konudur. Bunu da detaylı yazdıktan sonra bu konu bitecektir. |
Osmanli’Da İstihbaratçilik -Osmanli’Nin Mgk’Si
İTTİHAT TERAKKİ DÖNEMİNDE İSTİHBARATÇILIK
Sultan II. Abdülhamid Han’ı tahttan deviren İttahat ve Terakki Fırkası yönetimi ele alırken, çekirdek devlet yapısında bir değişikliğe gitmemiş ama yeni üyeler atamıştır. Yeni üyelerle yetinmeyen İttihat ve Terakkiciler, “kutsal devlet” geleneğini en şiddetli hale getirenler olarak tarihe geçmişlerdir. Aynı zamanda bir İttihatçı olan Hüseyin Cahit Yalçın, “cemiyetin ruhunun kuvvet teşkil etmesi ise bir nevi din ve mezhep, adeta bir tarikat mahiyetini almasından ileri geliyordu.” Diyerek varılan mistik ve “şizofrenik” boyutu gözler önüne seriyor. İttihatçılar, bu mistik düşünceden hareketle kendilerine ilahi bir imtiyaz tanımakta bir beis görmemişlerdir. Ancak bu imtiyaz tanıma, toplumdaki içten içe kaynamaya bir çare olmamıştır. Ülkenin her yerinde isyanların ayak sesleri gelmektedir. Kurdukları hafiye teşkilatı da bu sonu engelleyememiştir. Türk siyaset ve devlet hayatında önemli bir yere sahip olan ve Cumhuriyet Türkiyesinin doğmasında büyük katkıları olan Teşkilat-ı Mahsusa hakkında bugüne kadar derli toplu bilgiler ortaya konmadı. Adriyatik’ten Orta Asya steplerine, Hint yarımadasından Sumatra’ya kadar dünyanın birçok yerinde cirit atan bu teşkilat hakkında ortada net bir bilgi bulunmaması, aslında bu teşkilatın ne kadar gizli bir faaliyet gösterdiğinin önemli bir delilidir. Teşkilatın kurucuları ve aktif üyelerinin hatıratları dışında, örgütün bugüne kadar nerede, ne yaptığı kesin olarak bilinmemektedir. Modern istihbaratçılık faaliyetlerinden de öteye geçen Teşkilat-ı Mahsusa, bazen milis kuvvet olarak, bazen de düzenli ordu halinde karşımıza çıkar. Her yerde var ama hiçbir yerde net değil. İşte bütün bunlar, bu örgütün ne kadar güçlü olduğunu göstermeye yeterli delildir. Örgütün yekvücut bir ideolojiye sahip olmaması ve birçok fraksiyonun bulunmasının yanı sıra, özellikle asker-sivil çatışmasına sahne olması, eko-politik net bir görüşünün olmayışından dolayı tarihin tozlu rafları arasında yerini almaya mahkûm olmuştur. O kadar güçlü olmasına rağmen, temel konularda çözüme ulaşamamasının nedeni idealist üyelerinin fikir birliği içinde olmamasından kaynaklanmaktadır. Rumeli’de çarpışan örgütün, aynı andan Hint yarımadasında, Buhara’da komitacılık faaliyetleri yürütmesi, Afganistan’da yeni cepheler oluşturması, Doğu Türkistan’da Türkçülük akımının tohumlarını atması bu örgütün gücünün delillerindendir. Teşkilat-ı Mahsusa’nın bu kadar güçlü olmasın rağmen istediği sonuçları elde edememesinin diğer bir nedeni de hemen hemen bütün üyelerinin idealizmi bir türlü aşamaşıp akılcılığa yönelmemesidir. İdealizmi tek rehber edindiğinden dolayı her Müslüman ve her Türk’ün bulunduğu yerde işgalcilere karşı cephe almış ve o muazzam gücün parçalanmasına sebep olmuştu. Ve malum dramatik son, her idealist örgütte olduğu gibi Teşkilat-ı Mahsusa’nın da yakasına yapışacaktı. Aşağıda okuyacağınız satırlar, yaklaşık 50 civarında örgüt mensubunun hatıratlarından ve örgüt hakkında yapılan araştırmalardan derlenmiştir. Hatıratların yanı sıra, günün basın taramalarından da faydalanılmıştır. Teşkilat-ı Mahsusa, fark edilmesi güç, göze çarpmayan gizli bir örgüttü. İkinci Meşrutiyet dönemi hakkındaki kitapların çoğunda teşkilatın isminin bulunmamasına yol açan bu gizlilik perdesine rağmen, teşkilatın şöhreti pekiyi değildi. Dünya Savaşı’nın sonuna gelindiğinde II. Abdülhamid’in hafiye sistemi gibi, kimi yüksek mevkili Osmanlı bürokratlarının zihinlerinde bile adı kötüye çıkmıştı. Teşkilat-ı Mahsusa hakkında daha fazla şey öğrenmek amacıyla yapılan ilk girişimlerden biri, Mondros Ateşkes Antlaşması’nın imzalanmasından(30 Ekim 1918) kısa bir süre sonra gerçekleşti. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Osmanlı Devleti’nin yönetimini fiilen kontrol altında tuttuğu 1913-1918 dönemi boyunca izlediği politikaların ve yaptığı eylemlerin araştırılması için 1918 Kasımı’nda Osmanlı Meclisi Mebusan’ın açtığı bir soruşturmanın yan ürünüydü söz konusu girişim. Bu soruşturma, mütareke devri Osmanlı yönetiminin eski İttihatçı itibarını yok etme ve İttihatçıların kalan politik gücünü ortadan kaldırma girişiminin bir parçasıydı. Özel soruşturma komisyonlarından birinin, Beşinci Komite’nin görevleri arasında Osmanlı Devleti’nin Almanya’nın müttefiki olarak savaşa nasıl girdiği üzerinde özellikle durarak İttihatçıların savaşı idare yöntemini incelemek de bulunuyordu. Beşinci komite, on bir kişinin tanıklığına başvurdu. Bunların hepsi de İttihatçı nazırlardı. Ancak Komite soruşturmaları devam ederken, Enver, Talat ve Cemal Paşalar İstanbul’dan çoktan kaçmışlardı. Beşinci komite, Cemiyet’in lider kadrosunun daha alt kademelerinde bulunanlarla yetinmek zorundaydı. Beşinci Komite’nin başkanı tarafından her bir tanığa sorulan on sorudan biri Teşkilat- Mahsusa ile alakalıydı. Bu soruda, İttihatçı hükümetin, anayasaya karşı çeşitli suçlar işlemek üzere eşkıya ve çeteci gruplarla iş birliği yaptığı ve Teşkilat-ı Mahsusa’nın bu gruplardan biri olduğu iddia ediliyordu. Bu soru muhtemelen teşkilatta kamuoyu önünde ilk değinme olduğu ve sorguya çekilen kişiler de sorumlu mevkilerde bulundukları için, bunlardan bazılarının tanıklıklarını daha yakından incelemek ilginç olacaktır. |
Osmanli’Da İstihbaratçilik -Osmanli’Nin Mgk’Si
VARLIĞINI HERKES BİLİYOR AMA KİMSE BİLMİYOR
Cavit Bey ( Maliye Bakanı) Teşkilatı Mahsusa hakkındaki soruya, bunun gizli bir askeri grup olup kabine kararıyla kurulmuş bir örgüt olmadığı cevabını vermiştir. Halil Bey (Menteşe, Dış İşleri Bakanı) kendisini sorguya çekenlere teşkilatın ne olduğunu sormuştur. Böylece Halil Bey teşkilattan habersiz olduğunu iddia ediyordu. 1913-1917 yılları arasında sadrazamlık yapan Sait Halim Paşa ise, Teşkilat-ı Mahsusa’nın ordunun bir parçası olduğu ve kendi makamının sorumluluk alanı içinde bulunmadığı şeklinde ifade verdi. Konu ile ilgilenen tarihçilerin iddialarına göre, Sait Halim Paşa’nın teşkilatın faaliyetleri üzerinde pek bir bilgisi yoktu. Çeşitli nazırların teşkilatı eleştirmiş olmasın rağmen, bunun kabinenin tartışabileceği bir mesele olmadığına işaret etti. Kendisinin kişisel olarak teşkilatı onaylamadığını belirtti ve Enver Paşa’dan teşkilatı dağıtmasını tekrar tekrar istediğini iddia etti. Sadrazamlığın Teşkilat-ı Mahsusa üzerinde hiçbir bütçe kontrolü yoktu. Çünkü Sait Halim Paşa’ya göre, Harbiye Nezareti’nin kendine ait geniş parasal kaynakları mevcuttu. İsmail Canbolat, eski Dahiliye Nazırı(İçişleri Bakanı) olduğu için yer altı faaliyetleri hakkında bilgi sahibi olması teorik olarak gereken bir kişiydi, ancak Teşkilat-ı Mahsusa’nın iç güvenlikle değil, dış güvenlikle ilgili olduğunu iddia etti. Ahmet Şükrü Bey’in (Milli Eğitim Bakanı) bildiği tek şey, Teşkilat-ı Mahsusa’nın ordu komutanlarının ve Harbiye Nazırı (Milli Savunma Bakanın)’nın ilgilendiği özel bir örgüt olduğuydu. İbrahim Bey (Adliye Nazırı) de, örgütün kabineyle hiçbir ilgisi bulunmayan askeri bir mesele olduğu konusunda önceki tanıklarla aynı fikirdeydi. Kalan tanıklar ise örgütün varlığından tamamen habersiz olduklarını belirttiler. Oturum tutanaklarında Teşkilatı Mahsusa’ ya ilişkin kısa ve dağınık değinmelerden anlaşılıyor ki, soruşturma komitesinin üyeleri de, ifadesine başvurulan kimseler de örgüt hakkında pek fazla şey bilmiyordu. Beşinci komite, soruşturma sırasında tanıkların bildiklerini söylemeleri ihtimalini göz önünde bulundursa da, Enver, Cemal ve Talat paşaların ifadeleri olmadan eldeki resmi kayıtlara dayanarak eski nazırlarla teşkilat arasında bağ kuramazdı. Eşref Kuşçubaşı bu kabine üyelerinin birçoğuna, kendi deyişiyle “güvenilmez” oldukları için, Teşkilatı Mahsusa hakkında bilgi verilmediğini defalarca dile getirmiştir. Hem sorguyu yürütenlerin, hem de ifadelerine başvurulanların bilgisizliklerine rağmen, oturumlarda Teşkilatı Mahsusa hakkında toplanan bilginin bir kısmı esas olarak doğrudur. Ancak soruşturma, teşkilatın faaliyetlerinin netliği ve kapsamına pek ışıt tutmamıştır. Toplanan verilere göre teşkilat, 1)Çete savaşı, casusluk, karşı-casusluk ve propaganda faaliyetlerinde bulunan belirsiz büyüklükte, gizli, oldukça kötü şöhretli bir gruptu; 2)Harbiye Nezareti dışında hiçbir hükümet dairesiyle ilgisi yoktu; 3)Düzenli ordu bütçesinin dışında bol miktarda parasal kaynak elde ediyordu. Gerçi bu bilgiler Teşkilatı Mahsusa’nın gerçekte ne yapacağını açıklığa kavuşturmuyor, ama bu gizemli örgütün analizinin ele alınan sorunla ilintili olduğunu gösteriyordu. TEŞKİLATIN DOĞUŞU Teşkilatı Mahsusa’ nın doğuşu, Enver Paşa’nın Harbiye Nazırı ve Osmanlı Ordusu Başkumandan Vekili olmadan önce kurduğu resmi olmayan bir örgüte dayanmaktadır. Söz konusu örgütün amacı, imparatorluk içindeki ihanet, imparatorluk dışındaki saldırı gibi birtakım dikenli sorunlarla uğraşmaktı. Enver Paşa, bu örgütü, bilinçli olarak, devletin bilinen politik, askeri ve mali organların dışında kurmuş, kendisine ve politikaların kayıtsız şartsız bağlı ajanlarla kadrosunu oluşturmuştur. Dolayısıyla, Enver Paşa’nın bakış açısından, örgütün faaliyetleri, normal hükümet denetiminin bunaltıcı kısıtlamaları ve kamuoyu önünde hesap verme zorunluluğu altında değildi. Ancak, yönetim mekanizmasında partisinin kontrolü göz önüne alınırsa, niye böyle çapraşık yollara başvurma gereği duyduğu hemen anlaşılmaz. 1913’te fiili eylemleriyle ortaya çıkan Teşkilatı Mahsusa, resmi belgelere 5 Ağustos 1914’te geçer. Bu belgeye göre Sultan V. Mehmet Reşat, İttihatçı subayların Veteriner Albay Rasim Bey’i teşkilatın başkanı olarak tayin eder. Ve Teşkilat tümü ile Harbiye Nazır’ına, yani Enver Paşa’ya bağlıdır. Avrupa devletleri savaş zamanında sık sık düzensiz yardımcı kuvvetler kullanmışlardır. Osmanlı İmparatorluğu, bu dönem boyunca sürekli savaşta olduğu ve aynı zamanda yaşanan iç isyanlardan dolayı, Enver Paşa, gizli bir yarı-askeri örgütün, Osmanlı Devleti’nin birliğini ve toprak bütünlüğünü koruyacağına inandığı politikaları uygulamasında yardımcı olacağı görüşündeydi. Enver Paşa, bu örgütü kullanırken, anlaşılan, politikasının başarısızlığa uğramasındaki sorumluluğunun bir kısmından kurtulacağını düşünmüştü. Tatsız veya başarısız faaliyetlere Harbiye Nezareti’nin açık denetimden çok uzakta bulunan eşkıya çetelerinin işi denebilirdi. Üstelik İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin tepesindekiler, pek çok devlet kurumunun, özellikle Meclis-i Mebusan’ı, bu kurumlarda temsil edilen belirli etnik gruplar Osmanlı Devleti’nin kimliğini korumaya yönelik en iyi yola ilişkin Cemiyet görüşüne katılmadıkları için, fesat yuvası sayılıyorlardı. Aslında, kimi mebuslar, sonunda Teşkilatı Mahsusa’nın çalışma sahası içine girecek adem-i merkeziyetçi ve ayrılıkçı hareketler içinde yer alıyorlardı. Batılıların yazdığı kitaplarla Teşkilatı Mahsusa’dan bahsedilmez, bahsedilince verilen bilgilerde çoğunlukla doğru değildir. Ancak Amerikalı araştırmacı Dr. Philip H. Stoddard 1955-57 tarihleri arasında Türkiye’de yaptığı araştırmalar sonucunda yazdığı kitapta doğru ve doyurucu bilgiler bulunmaktadır. Kaynaklardaki bu eksiklik, teşkilatın adını, faaliyetlerini ve personelini gizli tutmakla yükümlü Osmanlı görevlilerinin başarısının bir göstergesidir. Bu gizlilik, Enver Paşa’nın Osmanlı İmparatorluğu’nun Arap ahalisine yönelik politikaların uygulanmasında Teşkilatı Mahsusa’nın rolüne aydınlık getirme girişmini hayli güçleştirmektedir. Teşkilatın varlığından bir şekilde haberdar olsalar bile, faaliyetlerinin kapsamını bilebilecek pek az Osmanlı görevlisi vardı. Çoğu 1908 ile 1918 arasında faal olan politikacı ve askerlerin yazdığı anılardan oluşan yerli kaynaklar, Teşkilatı Mahsusa’nın Balkanlan, Kafkasya veya Trablusgarp’taki faaliyetlerinden zaman zaman söz açarlar. Batılı yazarlar ise, düzensiz birliklerin ve propaganda örgütlerinin savaş zamanı faaliyetlerine kimi zaman değinirler, özel olarak da, Osmanlı Devleti’nin İtilaf Devlet’lerine karşı cihat propagandası yapmak üzere para ve broşürler verilerek çeşitli yerlere gönderilen ajanlardan bahsederler. Bu değinmelerin birçoğunun birbirine benzemesi, yazarların çoğunun aynı kaynakları kullandığı görülünce şaşırtıcı olmaktan çıkar. Bu teşkilat neydi nasıl oluştu, amaçları neydi, personeli kimdi ve para kaynakları nelerdi? Özellikle, teşkilatın cihat uğruna sarf ettiği gayret nelerdi, bu konuda neler yaptılar? Bütün bu sorulan cevaplarını arayalım şimdi. TEŞKİLAT-I MAHSUSANIN KURULUŞU Teşkilatı Mahsusa’nın kuruluş tarihini tam olarak saptamak güçtür. Bir kaynağa göre Enver Paşa’nın teşkilatın kurulmasına ilişkin gizli bir emir yayınladığı 5 Ağustos 1914’e kadar Teşkilatı Mahsusa kendi adıyla resmi bir kimlik kazanmamıştı. Ne var ki Cemal Paşa hatıralarında Teşkilatı Mahsusa’nın 1913’te Batı Trakya’yı işgalinden bahseder. Cemal Paşa’nın bu ifadesi, Enver Paşa’nın kendisine kıyasla Batı Trakya’daki olaylara daha yakın olmasına bağlanmıştır. Ne olursa olsun, çoğu kaynak, şu konuda görüş birliği içindedir: Teşkilatı Mahsusa, Enver Paşa ile yakın arkadaşı Süleyman Askeri’nin idare ettiği ve İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Batı Trakya’ya ilişkin kararlarını uygulamakla görevli bir örgütün büyüyüp gelişmesiyle meydana gelmişti. Söz konusu örgütte, Eşref ve Selim Sami Kuşçubaşı, Çerkez Reşit ve Hüsrev Sami de bulunuyordu. Eşref Kuşçubaşı’ya göre örgüt, 1911 ile 1913 arası bir tarihte gayrı resmi olarak Teşkilatı Mahsusa diye adlandırılmaya başlandı. Kuşçubaşı ayrıca şu noktaya dikkat çeker: Teşkilat, ister Batı Trakya geçici hükümeti, Fedai yi Zabıtan, Umur-u Şarkiye veya Teşkilatı Mahsusa ismini taşısın, Enver Paşa’nın yönetiminde aynı tür faaliyette bulunan ve aynı insanlardan oluştuktan sonra, bunun bir önemi yoktu. Dolayısıyla, çalışmamızda Teşkilatı Mahsusa terimi, 1911-1918 dönemi boyunca faal olan bu grubu ifade etmek için kullanılmıştır. Aslında, Teşkilatı Mahsusa diye bilinen örgüt 1903 ile 1907 arasında oluşmuştur. O dönemde Eşref Kuşçubaşı ile birkaç sürgün ve kaçak, Arabistan’da II. Abdülhamid’e karşı ihtilalci bir komite kurmuşlardı. 1908’de meşrutiyetin ilanından sonra; Enver Bey ve muzaffer İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin diğer liderleri, hala serüven arayan İttihatçı gruplara katılmak üzere İstanbul’a gelen bu gayrı resmi gruba çeşitli görevler verirler. Gruba verilen görevlerin birçoğu, iktidar mücadelesiyle, öncelikle Abdülhamid taraftarlarına, sonra da diğer İttihatçı aleyhtarı çevreler, özellikle Hürriyet ve İtilaf Fırkası’na karşı yürtülen mücadeleyle ilişkiliydi. 1911 yılının sonunda, Trablusgarp’taki İtalyan işgaline karşı direniş harekete esas ilgi odakları olmuştu. TEŞKİLAT-I MAHSUSA’NIN FAALİYETLERİ Teşkilatı Mahsusa ismi, bu grup içinde muhtemelen, İttihatçıların Ocak 1913’teki hükümet darbesi sonrasına dek kullanılmıştı. 1913 yılı boyunca teşkilatın ajanlarının ve çetelerinin bir çoğu, Osmanlı Devleti’nin Rumeli bölgesinde yetiştirilmişti, bu bölgede merkezi hükümete karşı “dağlara çıkmak” kökleşmiş bir gelenekti. Teşkilat, 1913’te Edirne’nin Bulgarlara bırakılmasına karşı durulmasında aktif bir rol oynadı, oysa Osmanlı Hükümeti şehrin kaybına razı görünüyordu. Teşkilatı Mahsusa, Temmuz 1913’te Edirne’nin geri alınmasından kısa bir süre sonra, Enver Bey’in emirleri üzerine, bu bölgeyi Bulgarlardan kurtarmak umuduyla kısa ömürlüde olsa Batı Trakya Muhtar Türk Cumhuriyeti’ni kurdu. (Teşkilatı Mahsusa’yı beş yıl sonra yine başka bir Türk Cumhuriyeti kurarken görüyoruz. Bu sefer, balkanlardan binlerce kilometre uzakta, Anadolu’nun Şark hudutlarında bir devletin kuruluşuna imza atarken görüyoruz. Bu devlet, Kars ve civarında 1918’de kurulan Azerbaycan Türk Cumhuriyeti’dir.) Süleyman Askeri Bey, bölgenin Müslüman ahalisinin önde gelenlerini, toplumda sözü dinlenen ulemayı, Enver Paşa’nın çabalarıyla, Gümülcine’de bir genel kongreye davet eder. Bu bölgeye göreve gönderilirken, daha rahat hareket edebilmesi ve icraatlarının etkili olabilmesi için İstanbul’daki hükümet tarafından kurulan Muhacirin Müdüriyeti İdaresi’nin başına getirilir. Gümülcine’de Süleyman Askeri Bey, Batı Trakya Muhtar Türk Cumhuriyeti’nin ve Batı Trakya Muvaffak İslam Hükümeti adı altında bir hükümetin kurulduğunu da ilan edecek düzeyde etkili çalışmıştır. Yunan ve Bulgar Krallığı, ilan edilen Cumhuriyet’i ve Hükümet’i tanımak zorunda kalırlar. Hükümet hemen para ve pul bastırır. Hükümetin geçici başkanlığına ise, teşkilatın güvendiği Gümülcine Belediye Başkanı getirilir. Batı Trakya Muhtar Türk Cumhuriyeti’nin devlet ve hükümet üyeleri şunlardır: Cumhurbaşkanı Hafız Salih Efendi, Hafız Galip, Hacı Saffet Bey, Hüseyin Paşa, Mehmet Paşa, Hacı İsa Efendi, Şükrü Bey, Süleyman Askeri, Hilmi Paşa ve Eşref Sencer Bey de hükümet üyeliğine getirilirler. Teşkilatı Mahsusa’nın iki numaralı adamı Süleyman Askeri Bey de, yeni Cumhuriyetin Genelkurmay Başkanlığını yürütür. Altında oluşturduğu ordu kadrosu şöyledir: Batı Trakya Genelkurmay 2. Başkanı Çerkez Reşit (Çerkez Ethem’in kardeşi), Harekat Şube Müdürü Üsteğmen Manastırlı Halim, Topçu Kuvvetleri Komutanı Topçu Yüzbaşı İhsan (Eryavuz), Süvari Kuvvetleri Komutanı Yüzbaşı İlyas Seçkin, Ağır Kuvvetler Komutanı Üsteğmen Ömer Lütfü, Akıncı Kuvvetler Komutanı Üsteğmen Sırçıfeli Ekrem, Akıncı Kuvvetler İkinci Komutanı Üsteğmen İskeçeli Arif, Hücum Taburu Komutanı Yüzbaşı Kısıklılı Cemil, Milli Kuvvetler Komutanı Kuşçubaşı Eşref Sencer, Kuvayı Milliye Müfreze Komutanı Manastırlı Hüsrev Sami (Gerede), Kuvayı Milliye Müfreze Komutanı Cihangiroğlu İbrahim Bey. Bölge ve yeni hükümet her yönüyle şartlar ne olursa olsun Teşkilatı Mahsusa’nın kontrolü altındadır. Böylece Türk Tarihi’nin ilk Cumhuriyet’i bu devlet olmuştur. Bu devletin asker sayısı 4 Ekim 1913 tarihi itibariyle yirmi dokuz bin olduğu belirtilmiştir. Bu hükümet 25 Ekim 1913’e kadar yaşayacaktır. Bundan sonrası ise gizli servis ile hükümet arasındaki anlaşmazlıklar ve karşı çıkışlara geçer. Hükümet barış görüşmelerinde tamamen boşaltılmasını kabul etmiştir ama Teşkilat-ı Mahsusa’nın bazı elemanları bu karar karşı direnir. Süleyman Askeri çaresiz kalmıştır. Duruma o dönemin İstanbul muhafızı Cemal Bey, yani Cemal Paşa müdahale eder. Teşkilat onu sevmektedir; o da bu etkisini kullanır. Osmanlı Hükümeti Eylül 1913’te Bulgaristan’la gönülsüzce bir barış antlaşması imzaladıktan sonra bile Enver Paşa, Trakya’ya işadamı ve hoca kılığında ajanlar göndermeye devam etmiştir. Bu ajanların görevi yeni çeteler oluşturmak ve eğitmektir. Trakya’daki ajanlar, Enver Bey’e göre düzenli ordunun moral bozukluğu ve muhalefetin gücü karşısında etkili olabilecek tek askeri kuvvet niteliğini taşıyordu. Teşkilat-ı Mahsusa ajanları, Süleyman Askeri, İzmitli Mümtaz, İskeçeli Arif ve Eşref Kuşçubaşı bu girişimde önde gelen roller oynadı. Enver Paşa’nın planı, Makedonya ve Batı Trakya’daki Türklerin Doğu Trakya ve Anadolu’ya yerleştirilmesini de kapsıyordu. Bu yerleştirme planının uygulanışını, Süleyman Askeri’nin gözetimi altında İskeçeli Arif, Filibeli Halim Cavit, Şehreminli Çerkes Sadık ve Kırkkiliseli Ali Rıza yönetmişti. Trakya’daki diğer önemli ajanlar arasında, Temmuz 1908’de Manastır Kumandanı Şemsi Paşa’yı öldüren Atıf Kamçılı, Dr. Nazım, Trabzonlu Rıza, İsmail Canbulat, Yüzbaşı İhsan, Hüsameddin, Sapancalı Hakkı, Hüsameddin (Ertürk), Ohrili Eyüp Sabri ve Hayreddin bulunuyordu. İttihat ve Terakki Cemiyeti Merkez-i umumi üyelerinden Mithat Şükrü Bleda ve Dr. Bahattin Şakir faaldiler ve daha sonra Teşkilat-ı Mahsusa siyasi bürosunun idarecileri oldular. Bu kişilerin birçoğu 1908’den önce İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin önemli isimleri arasındaydı ve İkinci Meşrutiyet dönemi boyunca bu özelliklerini korudular. Balkan Savaşı sırasındaki Rumeli’de yürüttüğü bu harekâtlarla başlayarak, Teşkilat-ı Mahsusa’nın faaliyetleri tedrici olarak Osmanlı İmparatorluğu’nun bütününe yayıldı. Bu arada Enver Paşa’nın gücü arttı devlete canlılık kazandırma planları daha yaratıcı ve kapsamlı hale geldi. Devam edecek... |
Osmanli’Da İstihbaratçilik -Osmanli’Nin Mgk’Si
TEŞKİLATIN İDEOLOJİSİ
Teşkilat-ı Mahsusa’nın dayandığı ideolojik temel ve uygulaması gereken politikalar açık olarak tanımlanmamıştır. Teşkilatın ajanları, sorumlu oldukları devlet otoriteleri gibi, geleneksel Osmanlıcık fikrine bağlılıklarını gösterseler de, İslam Birliği ve Pantürkizm fikirlerine dayanıyordu. İttihatçı karşıtı kişiler, bu üç politikanın uzlaştırılmasının imkânsız olduğuna sık sık işaret etmişlerdir. Galip Vardar’ın belirttiği gibi “bir arabanın önüne üç at koşmak kolay bir şey değildi.” Aslında, Enver Paşa, Teşkilat-ı Mahsusa için tutarlı bir ideoloji oluşturmaya çalışmamıştır. Eğer Teşkilat-ı Mahsusa’nın faaliyetlerinin arkasında herhangi bir “büyük fikir” uygulamasında teşkilatın başlıca mekanizma olduğu tek bir politika varsa, bu Panislamizm ve Pantürkizm’in bir karışımıdır. Bu politika şöyle özetleniyor Hüsamettin Ertürk (Paşa) tarafından: “Bu teşkilatın gayesi bir taraftan bütün İslamları bir bayrak altında toplamak. Bu suretle Panislamizm’e vasıl olmaktır. Diğer taraftan da Türk ırkını siyasi bir birlik içinde bulundurmak. Bu bakımdan da Pantürkizm’i hakikat sahasına sokmaktır. Enver Paşa’nın bir yandan Emiri Efendi’nin İttihat ve Terakki programındaki Panislamizm’inden, diğer taraftan da Ziya Gökalp’in Pantürkizm’den ilham aldığı muhakkaktır.” Burada hemen araya girmekte fayda var, Kazım Karabekir Paşa, İttihat ve Terakki’nin kuruluşunu anlattığı “İttihat ve Terakki Cemiyeti” isimli kitabında, Enver Paşa’nın kendisini partiye davet edişini ve cemiyet’in sembolü olan Hilal’i anlatırken, kendisinin ilk tepkisi “yoksa işin içinde İslamlık da mı var” diye sorduğunu, Enver Paşa’nın da “hayır” cevabını verdiğini anlatır. Teşkilat-ı Mahsusa, Ertürk Paşa’nın belirttiği Panislamcılık ve Pantürkizm’i 1914’te yeniden örgütlenip genişlediği zaman çokça kullanacaktı. Özellikle, İngiltere’nin sömürgeleri olan Müslüman ülkelerde Panislamcılık Teşkilat-ı Mahsusa’nın yegane siyaseti olacaktı. Diğer taraftan da Türkistan ve Orta Asya’da da Pantürkizm siyasetini güdecekti. Hemen belirtmekte fayda var, Enver Paşa’nın Almanya destekli Panislâmcılığı, İngilizleri oldukça uğraştıracak ve bazı emellerinin gerçekleşmesine engel olacaktı. Fransız sömürgelerinde bulunan İslam memleketlerinde de aynı politikayı güdecek olan Teşkilat-ı Mahsusa cephe sayısını arttırdıkça gücünü de böldüğünün farkında değildi. Birinci Dünya Savaşı’nda Teşkilat-ı Mahsusa’nın çeşitli faaliyetlerde bulundu. Bu faaliyetlerin amacını Galip Vardar hatıratında şöyle anlatıyor: 1.Yıkıcı faaliyetlere karşı mücadele etmek ve imparatorluk içindeki ayrılıkçı ve milliyetçi grupların düşmanla olası işbirliğine, başka bir deyişle Enver Paşa’nın “Vatana İhanet” diye tarif ettiği faaliyetlere engel olmak, 2.Eğitilmiş ve tecrübeli ajan kadroları kurulacak hücrelerin temelini oluşturmak üzere İngiliz, ve Fransız sömürgelerine ve Osmanlı İmparatorluğu’nun bir düşman işgaline uğrayabilecek bölgelerine yerleştirmek. Düşmanı sömürgelerinde meşgul tutma stratejik fikrini Almanlar’dan çıktığı anlaşılmaktadır. Ama bunu gerçekleştirme konusundaki özgül taktikler esas olarak Teşkilat-ı Mahsusa’nın omuzlarında bulunuyordu. 3.Rus Ortaasyası’nda Müslüman Türklerin ayaklanmasına yol açacak adımlar atmak. Bu, Osmanlı topraklarından bağımsız bir Ermenistan çıkarmaya yönelik Rus-Ermeni planlarını suya düşürecekti. 4.Çeşitli türlerde askeri harekâtlar: Teşkilat-ı Mahsusa ajanlarının silah altına aldığı ve eğittiği feda edilebilir çetelerle baskınlar, sabotaj, şaşırtma hareketleri ve düşmanın haberleşme hatlarını tahribi, casusluk, takviye gereken yerlere gönderilecek hareketli birliklerin ayrılması. Vardar, Teşkilat-ı Mahsusa’nın bu hedeflerinden dolayı İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin liderleri ve Enver Paşa, bütün İslam dünyasını hâkimiyeti altına almayı amaçlayan acımasız diktatörler, maceracılar ve hayalperestler olarak gösteriyor. Halbu ki idealizm gücünün dışında bakıldığında, malum cemiyetin o günün şartlarında hedeflerine ulaşabilmesi imkânsızdır. Zaten tarih de bunu göstermiştir. ÖLÜMÜNE SAVAŞ Şurası açıktır ki, Teşkilat-ı Mahsusa, Enver Paşa’nın kendilerine verdiği misyonlar uğruna hayatlarını tehlikeye atmaktan çekinmeyen birçok yetenekli kişiyi bünyesine almayı başarmış bir örgüttür. Ve Osmanlı İmparatorluğu tarihin tozlu sayfalarında yerini aldıktan sonra, Cumhuriyet devrinde de teşkilat mensupları, böyle bir cemiyetin mensubu olmaktan hep gurur duymuşlardır. Teşkilat-ı Mahsusa, genel olarak 1. Dünya Savaşı’nda bir tür askeri faaliyete katılan, benzeri yapılanmalardan farklı ve enteresan bir örgüttür. Teşkilat-ı Mahsusa’nın yetiştirdiği ve idare ettiği yardımcı kuvvetlerin, ilgili askeri kuvvetlerin çoğunluğunu oluşturan harekâtlar şunlardır: Kürt, Çerkez, Bedevi mücahitler, Dürzü ve Laz aşiretlerinden oluşan gönüllü birliklerin yanı sıra Yemenliler ve Mevlevi Alayı bunların en bilinenleridir. Bu yardımcı kuvvetler, Enver Paşa’nın umduğu kadar çok değildi. Yine de düzenli ordunun ağır kayıplar vermesinden dolayı doğan boşluğu çok iyi doldurabilmiş ve hatta birçok cephede düşmana kök söktürdükleri gibi, onları geri püskürtmeyi başarmışlardı. Ayrıca, Kurtuluş Savaşı’nın ön cephelerinde çatışan ve işgalcileri bunaltan kuvvetlerin büyük çoğunluğu eski Teşkilat-ı Mahsusa mensuplarından oluşuyordu. Teşkilat-ı Mahsusa ajanları genellikle adam toplayan, İslam Birliği ajitatörü ve eğitmen kadrolardan oluşuyordu. Bu örgütü küçümsemek isteyen bazı Batılı (Özellikle İngilizler) yazarlar, Teşkilat’ın Almanlardan büyük destek aldığı iddia ederler. Alman askeri misyon üyelerinin o dönemde Osmanlı Harbiye’sinden Bronsart Paşa sayesinde üst düzey askeri planlamada birçok işe katkıda bulundukları doğrudur. Ayrıca Alman ajanlarının bazı bölgelerde Teşkilat-ı Mahsusa ajanları ile birlikte çalıştığı da doğrudur. Fakat bu, Teşkilat-ı Mahsusa’ya yardım etmek için, ya da ona yol göstermek için değildir kesinlikle. Ortak çıkarlar konusunda eylem birliği yapma söz konusudur sadece. Almanlar daha çok üst düzey komuta seviyesinde Teşkilat-ı Mahsusa ile ilişki kurmuştur. Teşkilat-ı Mahsusa’nın elde olan belge ve bilgilerine baktığımızda, örgütün yoğunlaştığı Kafkasya, Sina ve Irak’taki askeri faaliyetlerde Almanlara rastlanmamaktadır. Bu konuda Alman devlet arşivlerinde de herhangi bir bilgi, belge bulunmamaktadır. I.DÜNYA SAVAŞI VE TEŞKİLAT-I MAHSUSA Osmanlı İmparatorluğu, I. Dünya Savaşı’na girince Teşkilat-ı Mahsusa’nın niteliği değişir. Enver Paşa’ya kişisel olarak bağlı küçük bir grup olmaktan çıkıp, yeniden örgütlendi ve Harbiye Nezareti içinde yarı açık resmi bir statü kazandı. Ancak, Enver Paşa’nın doğrudan denetimi altında kaldı. Bu yeni statüyle birlikte, personeli genişledi ve artan operasyonlar neticesinde de bütçesi büyüdü. Teşkilat-ı Mahsusa’nın düzenli ajanlarının çoğu Türk’tü. Ancak, Osmanlı İmparatorluğu’nun her yanına ve yurt dışına dağılmış bulunan çeşitli hücrelerin birçoğunun liderleri ve şefleri Türkçe konuşan, yani Türk boylarına mensup insanlardı. Bazı iddialara göre, bunda en büyük etken, Enver Paşa’nın Müslüman olan diğer kavimlere mensup Osmanlı tebaasının sadakatine güvenmemesinden kaynaklanıyordu. Bu iddia yine İngiliz kaynaklı olması dikkat çekicidir. Birçok yerde Teşkilat-ı Mahsusa’nın şef ve yöneticilerinin Çerkez, Kürt, Arnavut olması bu iddiayı yalanlamaktadır. Teşkilat-ı Mahsusa personeli ağır kayıplara uğramadan önce, 1916 yılında en yüksek sayıya ulaşmıştı. Yaklaşık 30.000 kişilik bir güce sahipti. Teşkilat ajanlarının büyük çoğunluğu uzman insanlardan olması ayrıca dikkat çekicidir. Doktor, Gazeteci, Veteriner, Politikacı, geçmişi kuşkulu fakat sadakatinden şüphe edilmeyen pek çok Gerilla Savaşı Uzmanı, teşkilatın bünyesinde görevliydi. Birçok gruba ayrılan Teşkilat-ı Mahsusa’nın içinde en düzenli grup, subayların oluşturduğu gruptu. İkinci sırada gelenler ise, Teşkilat-ı Mahsusa’ya özel görevler için atanmış bürokratlardı. EŞREF KUŞÇUBAŞI Geri kalanların birçoğu Osmanlı Devleti’nin yaptığı çok sayıdaki savaşta askeri tecrübe kazanmış sivillerdi. Örneğin, Cumhuriyet döneminde adı teşkilatla özdeşleşecek olan Eşref Kuşçubaşı Bey bunlardan sadece biridir. Aslında Kuşçubaşı, subay kökenlidir. I. Dünya Savaşı’nda giydiği üniformasına ve askerlik rütbesine rağmen sivil kaldı. Eşref Kuşçubaşı’nın daimi rütbesi Binbaşı idi. Resmi olarak Kurmay Yarbaylığa terfi etti. Ve Enver Paşa, bir general maaşı ile başka gelirleri sağlaması, Kuşçubaşı’nın ne kadar başarılı bir personel olduğunun büyük bir göstergesidir. Orta Asya ve Kuzey Afrika’ya (Libya, Cezayir, Fas, Tunus) yayılmış olan ajanların çok azı Teşkilat-ı Mahsusa olarak biliniyordu. Teşkilatın resmi üyelik listesi bulunmamasının esas sebebi, (Eşref Kuşçubaşı’nın hatıratında anlattığına göre) “listenin yayınlanması halinde Ortadoğu’daki pek çok yaşlı devlet adamının üzülmesi” imiş. Kuşçubaşı haklı görünmektedir. Çünkü harp sırasında Osmanlı’ya para karşılığı hizmet eden birçok kabile reisi, harp sonrasında ya devletçik başkanı olmuş ya da oralarda kurulan kukla yönetime katılmışlardır. TEŞKİLAT-I MAHSUSANIN BAZI ÜNLÜ ARAP AJANLARI Kuşçubaşı’nın gizlemesine rağmen, birçok Teşkilat mensubu, Arap aleminde devlet başkanlığı koltuğuna çıkmıştır. Bunlardan bazıları şunlardır: Cezayir: Muhammed Abdülkerim el-Kattabi, Emir Ali (Emir Kadir el-Cezayiri’nin oğlu), Tunus: Şerif Burgiba (Fas’ın ünlü eli kanlı faşist diktatörü Habib Burgiba’nın babası), Fas: Hoca Abbas (Fas’taki Teşkilatı Mahsusa Ticari hücresinin Şefi), Trablusgarp (Libya): Ali Başamba, Şeyh Salih el-Tunusi, Şeyh Ahmed el-Şerif el-Sunusi Mısır: Abdülaziz Saviş, Ferit Bey, Doktor Fuad, Doktor Nasır, Doktor Tabit Mahcab (Ayrıca 600 civarında fedai) Suudi Arabistan: İbn-ür-Raşid TEŞKİLAT-I MAHSUSA’NIN PARA KAYNAKLARI Yapılan araştırmalar ve anılara göre, Teşkilat-ı Mahsusa’nın iki para kaynağı olduğu görülüyor. Bunlardan biri Harbiye Nezareti Bütçesi’nden yapılan tahsisat-ı mesture (gizli ödenek), diğeri ise Almanya’dan aktarılan altınlar. Ancak Almanya’dan aktarılan altın miktarının çok az olduğunu hemen belirtmekte fayda var. Teşkilatın para kaynaklarından biri de örgüt adına yapılan ticarettin elde edilen gelir ve bağışlardır. Ajanlarının büyük çoğunluğunun bir özelliği ise aldıkları maaşı yine teşkilatın işinde kullanmalarıdır. Alman Askeri Misyonu’nun gönderdiği toplam altın miktarı 4.000.000 civarında olduğu belirtiliyor. Ve bu da 1918 yılı rakamları ile yaklaşık 8 milyon Osmanlı lirası ediyordu. Almanların gönderdiği bu altın paralar içinde askeri propaganda için de harcama yapılıyordu. Dolayısıyla gelen tüm paralar Teşkilat-ı Mahsusa’nın harcamalarına aktarılmıyordu. Bu yüzden Eşref Kuşçubaşı, Arabistan Yarımadası’ndaki operasyonlar için daha önce taahhüt edilen para gönderilmediği için 1914-1917 yılları arasında iki defa Almanya’ya gidip para konusunu halletmek için epey çaba sarfedecekti. Bunun yanı sıra Almanlar da teşkilatı kendi çıkarlarına alet etmeye; mevzi operasyonlarda kullanma gayretini sarf ediyordu. Bu da ajanları oldukça rahatsız ediyordu. Ancak Enver Paşa’dan gelen emirden dolayı ajanlar isteneni yapıyorlardı. Eşref Kuşçubaşı bu durumu şöyle açıklıyor: “Koordinasyon, mali kaynak ve ideoloji meseleleri bizi ilgilendirmiyordu. Biz hareket adamıydık, filozof veya idareci değil.” Kuşçubaşı’nın bu sözleri de konunun başındaki iddialarımızı doğrular mahiyette. Çünkü ajanlar idealisttiler ve bir ideolojileri yoktu. Taban tabana zıt olan Panislamizm ve Ziya Gökalp’in tamamen İslam’dan uzaklaştırma ve panteist bir temele oturtma çabasındaki Pantürkizm’i bir anda savunabiliyorlar ve bunda bir çelişki görmüyorlardı. TEŞKİLAT-I MAHSUSA VE CİHAT Kasım 1914’te “Cihad-ı Mukaddes”in ilanı ile birlikte, hem Osmanlı Mülkü’nde hem de batı sömürgelerindeki Müslüman milletlerin kendi güçleri nisbetinde buna katılmamasının arkasındaki itici güç ne idi? Resmi tarihe göre, halkın salt inançlarından hareketle veya maceraperest duygularıyla münferit ve mevzi “cihad kalkışmaları” içinde bulunmuştu. Hâlbuki olayın perde arkasını incelediğimizde çok farklı bir manzara ile karşılaşıyoruz. Sömürge ülkelerinde ki Müslüman topluluklardan Osmanlı Mülkü’ndeki tebaanın silahlanıp işgalcilere karşı savaşmasında itici güç olarak Teşkilat-ı Mahsusa görülüyor. Teşkilat-ı Mahsusa, I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı Genelkurmay İstihbarat Şubesi ve Dâhiliye Nezareti’nin (İçişleri Bakanlığı) gizli polis örgütünden ayrı; Enver Paşa’ya bağlı gizli İstihbarat servisi olarak çalıştı. Teşkilat, salt Enver Paşa’nın istediği bilgileri toplamakla kalmadı. Bu bilgilerden hareketle gerekli eylemler yaptı. Bu bakımdan Teşkilat-ı Mahsusa yüzyılın ilk profesyonel ve eylemci istihbarat örgütü olma özelliği taşır. Teşkilat-ı Mahsusa’nın üst düzey görevlileri, Harbiye Nazırı ile yakın ilişkilerinden yararlanarak ordu birliklerine Enver Paşa adına emir verebiliyordu. Buna bakarak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Teşkilat-ı Mahsusa Enver Paşa ile ordu arasında bir köGoogle Page Rankingü vazifesi ifa ediyordu. Cihad ilanından çok önce ilkeleri mümkün olan her yerde uygulamaya sokma emri verdi. Dolayısıyla teşkilat faaliyetlerinin çoğu İslam birliği için kapsamlı bir propaganda kampanyası yürütmeye yönelik oldu. Bu faaliyetler, Osmanlı(Aslında Enver Paşa)-Alman ittifakının imzalanmasından hemen sonra Teşkilat-ı Mahsusa’nın reorganizasyonun arkasında yatan Panislamist düşüncenin bir yansımasıydı. Teşkilatın geniş hücreler, ajanlar ve yarı askeri nitelikte çeteler ağından oluştuğu biliniyor ancak, cihat uğruna yürüttüğü faaliyetler o kadar çok bilinmiyordu. Daha önce de belirttiğimiz gibi, Teşkilat-ı Mahsusa bu konuda dünyada benzeri olmayan açıklıkta ama aynı gizlilikte bir örgüttü. Bundan dolayıdır ki kendisinin faaliyetleri hakkında net bir bilgi yok. İslam Birliği politikasının genel hedefi, yukarıda da belirttiğimiz gibi İngiliz, Fransız ve Rus işgali altındaki İslam milletlerini kışkırtmak ve isyanlar çıkartmaktı. Cihad Beyannamesi, Müslümanları yabancı yöneticilerine karşı birleştirerek bu hedefin gerçekleşmesini sağlamak için yayınlamıştı. İmparatorluk sınırları dışında İslam Birliği düşüncesi pek başarı sağlamadıysa da 1914-15 yılları arasında Teşkilat-ı Mahsusa’nın propaganda çalışmaları arttı. Enver Paşa, İslam dünyasının hareketsizliğinden ve cihada karşılık verilmemesinden çok fazla endişelenmemişti. Çünkü o da biliyordu ki işgal altındaki İslam milletleri hem çok yoksul hem de birçoğunun aşiret ve kabile reisleri yabancı güçlerle işbirliği içinde idi. Bu feodal ve ekonomik engellere rağmen sağladığı başarı hiç de küçümsenmeyecek boyuttaydı. BROKEN HILL OLAYI Cihat çağrıları, istenilen boyutlarda yankı bulmamasının sebebi, hicaz yarımadasında bulunan, Hazreti Hüseyin’in soyundan gelen Haşimi ailesinin İngilizlerle işbirliği yapmasından kaynaklanıyordu. İslam dünyasında büyük saygınlığı olan Hazreti Ali’nin sülalesinden gelen bir ailenin tutum ve davranışları, diğer Müslüman kabileler için önemli bir gösterge idi o günlerde. Ama Haşimi hanedanının “ehli Salip” (Haçlılarla) işbirliği içerisinde olduğunu ve İslam’a ihanet ettiğini gören aile ve topluluklar da vardı. Bu aileler, Teşkilat’ın cihad çağrısına olumlu cevap veriyorlardı. Diğer taraftan bireysel olarak cihad çağrısına olumlu cevap verenlerin sayısı oldukça fazladır. Cumhuriyet döneminde bile Türk istihbarat servisleri ile ilişkilerini koparmayan bu fert ve ailelerini etkilen en önemli sebep cihad çağrısıdır. Teşkilat’ın cihad çağrısı onbinlerce kilometre uzaklıkta olan Avustralya’da bile yankısını bulur. Burada bulunan Afganistan ve Hindistanlı iki Müslüman, Avusturya’nın Broken Hill mevkiinde, Osmanlı’ya savaş açan bu ülke ile savaşırlar. Dünya tarihinde çok küçük ama etkisi oldukça büyük olan Broken Hill olayı şöyle gerçekleşir: 1915 yılbaşı tatilinde Avustralya’nın Silverton kasabasında yaşayan aileler piknik yapmak üzere trenle yola çıkarlar. Broken Hill tepesi yakınlarına geldiklerinde birden demiryolunun yanında üzerine tanınmayan bir bayrak çekilmiş bir dondurma arabası ile karşılaşırlar. (Bunun daha sonra Türk Bayrağı olduğu anlaşılacaktı.) Dondurma arabasının hemen yanındaki siperden iki kişi treni yayılım ateşine başlar. Açılan ateşle Silverton kasabasından birçok kişi ölür. Tren son hızla yoluna devam ederek olay bölgesinden kaçar. Vardığı ilk istasyonda yolcular durumu telgrafla bölge polisine bildirirler. Bunun üzerine askeri birlikler, yerel polis ve silah kulübü gönüllüleri bölgeye sevk edilir. Bu arada aranan iki silahşör bir tahta kulübeye girmiş ve burada yaşayan bir adamı öldürdükten sonra tepeye doğru çekilip mevzilenirler. Askeri birlikler ve polis tepeyi muhasara altına alırlar. Yapılan “teslim ol” çağrılarına ateşle cevap verirler iki tabur asker, onlarca polis ve bir o kadar da “Silah Kulübü” üyeleri ile tam dokuz saat çatışırlar. Çatışma’da Avustralya birliklerine hayli zarar verirler. Dokuz saatin sonunda bu gerillalardan biri ölür, diğeri de ağır yaralı olarak yakalanır. Bir süre sonra ağır yaralı olan gerilla da hayata gözlerini yumar. Avustralya hükümeti ve istihbaratı yaptıkları araştırma ile kendilerini hayrete düşüren bir sonuca varırlar. Gerillalardan biri Gül Muhammed adında bir Afganlı deve sürücüsü ve dondurma satıcısı, diğeri de Hintli Molla Abdullah adında yaşlı bir şahıs oldukları anlaşılır. Teşkilat’ın cihad ilanından sonra Osmanlı Devleti’ne savaş açan Avustralya devletine bu iki kişi Broken Hill’de cephe açarlar. İki Müslüman’ın bu onurlu tutumlarından oldukça etkilenen Avustralya hükümeti, Broken Hill tepesinde ikisinin adına bir anıt mezar yapar. |
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.