ForumSinsi - 2006 Yılından Beri

ForumSinsi - 2006 Yılından Beri (http://forumsinsi.com/index.php)
-   Tarih / Coğrafya (http://forumsinsi.com/forumdisplay.php?f=656)
-   -   Tarihte Bunlar Oldu (http://forumsinsi.com/showthread.php?t=375645)

Prof. Dr. Sinsi 08-02-2012 05:15 AM

Tarihte Bunlar Oldu
 
TARİHTE BUNLAR OLDU-1
arihte Bunlar Oldu[/url]Bu başlık altında sizlere tarihte olan ilginç ve ibretlik hadiseleri nakledeceğiz. Tabii şu ölçüyü unutmadan: "İnsan, tarihin hoş ve lâtif sahifelerinin yanında, biraz da korkunç ve ürperten sahifelerini okumalıdır ki, gereken tembihi alabilsin. Yoksa o, düşüncelerinde hep çocukça kalabilir."
KASAP STALİN’İN ZULMÜNDEN BİR NUMUNE

İnsanlık tarihinde nefret ettiğim insanların başında gelir o. Rus yazar Mişel Badiyef’in Komünistlerin Başına Gelenler adlı eserinde bu iğrenç adamın yaptıkların bir kısmına beraber bakalım: Stalin; Lenin’in ölümünden sonra toplanan ve kendisini seçmeye karar veren partinin ilk meclis üyelerinin hepsini idam etti. Kendisini tebrike gelen işçi konfederasyon üyelerinin yüzde seksenini idam etti. 1936 anayasasını hazırlayan 27 kişilik komisyondan 15 üyesini katletti. Komünist Parti Organizasyon işleri ile görevli 53 sekreterden 43 ünü idam etti. Sovyet Kurucu Meclisinin 80 üyesinden 70’ini idam etti. Kızılordudaki 5 mareşalden üçünü öldürttü.Ordu kumandanlarından yüzde altmışını ve hükümet memurlarından otuz binini katletti..

Zaten Lenin de Maksim Gorki’ye yazdığı bir mektubunda şöyle dememiş miydi: "Dünyanın bir çeyreği komünist olsun diye, üç çeyreğini öldürmekten çekinmem…"

ÖMER MUHTAR’IN AZMİ

Büyük mücahid Ömer el Muhtar(1858-1931) Faşist İtalyan işgalcilerine 20 sene kan kusturmuş büyük bir bahtiyardır. Kendisi hakkında detaylı bilgiyi İz bırakanlar köşemizde bulabilirsiniz. Burada allame Yusuf Kardavi’nin İman Ve Hayat adlı eserinden bir alıntı nakledelim: Libyalı Ömer Muhtar İtalyan sömürüsüne ve modern silahlarla teçhiz edilmiş ordularına, nerede ise silahsız denebilecek bir avuç askeriyle karşı koydu. Uçağı at ile, makineli tüfeği kılıçla savmaya çalıştı. Düşmanlarına acı darbeler indirdi. Maddi kuvveti tükenmiş olmasına rağmen bir an dahi teslim olmaya rıza göstermedi. İtalyanlara hep şöyle derdi: Makineli tüfek kılıcımı kırsa da, batıl hakkımı hiçbir zaman kıramayacaktır.

Sıtma hastalığına yakalanmıştı, her tarafı titriyordu. Buna rağmen mücahidlere şöyle dedi: Beni atımın sırtına bağlayın; sizinle savaşmaktan geri kalmayayım.”Ruhu şad olsun…

ABD’DE İÇKİ YASAĞI

Üstad Bediüzzaman’ın, Allah Resulünün(SAV) risaletini ispat sadedinde söylediği şu sözü ne kadar isabetlidir: “Arkadaş! Bilirsin ki, sigara gibi küçük bir âdeti, bir şeyi tiryakisinden ref'etmek pek zahmettir. Hattâ büyük bir hâkim, büyük bir azim ile küçük bir kavimde itiyad edilen bir hasleti kaldırmakta büyük müşkülata rast gelir.”

Toplumsal ıslahatlar kanun gücüyle sağlanmaz. İşte buna yakın tarihten güzel bir misal: ABD’de 1919 yılında 18. değişiklik önergesi ile ve akabinde Volstead kanunu ile içki yasağı kabul edildi. Ülke kıyıdan ve havadan içki girişini önlemek için ablukaya alındı. Başta basın yayın olmak üzere bütün imkanlar seferber edildi. İçki aleyhinde propaganda için 60 milyon dolar harcandı. Çıkarılan kitap ve neşriyat 10 milyar sayfayı geçti. Bu müddet içinde 300 kişi de idam edildi. Yarım milyondan fazla kimse hapse girdi. Verilen para cezaları astronomik rakamlara ulaştı. Bütün bu gayretler Amerikalı içki müptelalarını durdurmak şöyle dursun kaçak olarak tüketilen içki tüketimi eskisine oranla iki kat fazla çıkması üzerine 14 yıllık mücadeleden sonra hükümet geri adım attı, 1933’de yasak kaldırıldı… (Geniş Bilgi için merhum allame Ebul Hasen En Nedvi’nin Müslümanların Gerilemesiyle Dünya Neler Kaybetti? adlı şaheserine bakabilirsiniz.)

İSLAM’IN KURDUĞU ATMOSFER

Leopolde Weiss Avusturya asıllı bir Yahudi iken İslam’la şereflenip Muhammed Esed adını almıştı. Bu ünlü düşünür ve gazeteci, Şam’da gördüğü bir manzarayı ünlü eseri Mekke’ye Giden Yol’da şöyle anlatır: Şamlıların o ruhi istikrarlarına vâkıf oldum. İçlerindeki güven ve huzuru dükkancıların, tüccarların birbirleri ile olan muamelelerinde görmek mümkündür. Bunlar birbirlerinin müşterilerini ayartmazlar. İçlerinde zerre kadar haset yok. Öyle ki işi çıktığı zaman dükkan sahibi dükkanını komşusuna emanet eder, gider. Çok gördüm, sahibi olmayan dükkanın kapısına bir müşteri gelir. Sahibi gelinceye kadar beklesem mi, yoksa şu açık dükkana mı gitsem diye tereddüt ederken komşu dükkanın sahibi atılır, müşteriye ihtiyacını sorar. Ve komşusunun dükkanından müşteriye istediğini verir ve parasını çekmecesine koyar. Bu nerede, Avrupa’daki durum nerede? Acaba Avrupa’da bunun bir benzerini görebilir miyiz?
Not: Maalesef bizim de artık bu konuda Batılılardan bir farkımız kalmamıştır. Bunun mühim bir sebebini Üstad Bediüzzaman 1950’lerde kaleme aldığı bir mektubunda şöyle belirtir: Hem yirmi seneden beri tahribkârane eşedd-i zulüm altında o derece ahlâk bozulmuş ve metanet ve sadakat kaybolmuş ki, ondan belki de yirmiden birisine itimad edilmez.
Salih Okur(cevaplar.org)


Prof. Dr. Sinsi 08-02-2012 05:16 AM

Tarihte Bunlar Oldu
 
TARİHTE BUNLAR OLDU-2
TACINI TAHTINI SATAN KRAL
*** 1907 senesinin gazeteleri şu ilginç hadiseyi tarihe kaydettiler: Batı Afrika’da üzerinden Volta Nehri’nin geçtiği küçük Aysbonie ülkesinde hüküm süren Kral Yborshi tacını, tahtını, tebaasını, 30 kadar karısını, öldürme-bağışlama haklarını 1 milyon Frank karşılığında satışa çıkarmıştı. Kral’ın tahtı da çok tuhaftı: Üst üste konmuş üç kafatası. Bunlar da yine kafataslarından, kol ve ayak kemiklerden oluşan bir desteğe oturtulmuştu. Müşteri çıkmadı

HALLEY’İN GÖRÜLÜŞÜ( 19 Mayıs 1910)

“Bediüzzaman, 3. Söz’de şöyle bir tespit yapar: “Evet, tam münevverü'l-kalb bir âbidi, küre-i arz bomba olup patlasa, ihtimaldir ki, onu korkutmaz. Belki, harika bir kudret-i Samedâniyeyi lezzetli bir hayretle seyredecek. Fakat meşhur bir münevverü'l-akıl denilen kalbsiz bir fâsık filozof ise, gökte bir kuyrukluyıldızı görse, yerde titrer, "Acaba bu serseri yıldız arzımıza çarpmasın mı?" der, evhama düşer. (Bir vakit böyle bir yıldızdan Amerika titredi. Çokları gece vakti hanelerini terk ettiler.)

Kısaca bu hadiseden bahsedelim: O zamanlar ki basında bu hadise ile alakalı şu bilgi var: “Dünyamıza süratle yaklaşmakta olan Halley Kuyruklu Yıldızının yarın Yeni Kaledonya semalarında çok belirgin bir şekilde görülebileceği söyleniyor. Kuyruğunun 23 Milyon kilometre olduğu tahmin edilen yıldızın, dünyamıza çarparak kıyametin kopmasına sebep olacağını iddia edenler hem kilise otoriteleri arasında, hem de bilim dünyasında hiç de az değildir.

İslam dünyasında ise halk ve din otoriteleri, Kur’an’ın; “Güneş, ay ve yıldızlar kendi yörüngelerinde birbirine çarpmadan hareket ederler” mealindeki ayet dolayısıyla Batılıların endişesini yersiz bulmaktadırlar. Bazı Batı ülkelerinde halkın paniğe kapıldığı, mabedlere doluşup dua ettikleri, bazılarının da son günlerini çılgınca eğlenerek geçirmek istedikleri haber veriliyor.

İTALYA’NIN LİBYA TECAVÜZÜ VE PİERRE LOTİ

İtalya’nın 1911’de Libya’ya saldırısını ünlü Türk dostu Fransız yazar Pierre Loti “İtalia İllustrada” gazetesine şöyle yorumlamıştı:

“Bana İtalya’nın ‘şanlı’ teşebbüsü hakkında ne düşündüğümü soruyorsunuz. Ama ben, şan, şeref ve hakkın, kendi topraklarını kahramanca savunanlara ait olduğunu görüyorum. Türkler veya Araplar ani tecavüze uğramışlardır. Son derece küçük,

kıyaslanamayacak kadar az bir kuvvetleri bulunduğu halde,

makineli tüfeklerle yaylım ateşine tutulmuş, katliama uğramış ve ancak destanlarda rastlanan kahramanlıklar göstererek ölmüşlerdir. Şan ve şeref onlarındır. Zaten gerçek şan ve şeref tecavüz edenlerde, saldırgan fatihlerde olamaz.”

TANK DENEN ZIRHLI OTOMOBİL

Tank’ın savaş alanlarında ilk kullanımı 1916 senesinde oldu. O zamanın gazeteleri bu ilginç araç hakkında insanı tebessüm ettiren şu izahı veriyorlar: “Son iki gün içinde Almanlar sayısız denecek kadar çok ölü verdiler. Ele geçirilen Alman siperleri cesetlerle dolu. Durumu Anlaşmalı devletler lehine böylesine değiştiren olay, İngilizlerin “tank” dedikleri zırhlı otomobillerin kullanılmasıdır. Bu yeni zıhlı otomobiller tarih öncesi canavarlarına benziyor.

Bütün engelleri aşıyor, ağaçları kibrit çöpü gibi kırıyor, ormanda kolayca ilerliyor, çukurlardan kangurular gibi atlıyorlar. Bu canavarlara kurşunda işlemiyor, karşılarına çıkanı ezip geçiyorlar.”

KAYNAK
2O. Yüzyıl Ansiklopedisi-Tercüman Gazetesi Yayınları- İst–1990
Salih Okur(cevaplar.org)


Prof. Dr. Sinsi 08-02-2012 05:16 AM

Tarihte Bunlar Oldu
 
TARİHTE BUNLAR OLDU?-3
İNGİLİZ SİYASETİ
Merhum şairimiz Mehmed Akif Ersoy(1873–1936) anlatıyor: “Yukarı Mısır’da dolaşıyordum. Orada aklı başında bir Müslüman’la görüştüm. Konu siyasete intikal etti, dedim ki; “Hayret doğrusu 15 milyonluk Mısır’da çok az bir İngiliz kuvveti var.(Mısır İngilizlerce 1882’de işgal edildi ve sömürge yapıldı.) Bu kadar az bir kuvvetle koca ülke nasıl korunabiliyor?

Cevaben o zat dedi ki: “O yabancı devlet adamlarından biriyle samimi görüşürüz. Söylediklerinizi ben de düşünmüş ve demiştim ki; “Günün birinde, mesela Osmanlı Devleti 40–50 bin kişilik bir ordu hazırlayarak Mısır’a gönderse ne yaparsınız?”

—Hiçbir şey yapamayız. Savunma imkânımız olmadığı için Mısır’larını kendilerine teslim eder, çıkarız. Fakat şunu iyi biliniz ki, biz Osmanlılara değil 40 bin kişi, 40 kişi gönderecek kadar fırsat vermeyiz. Ülkelerinde bitmez tükenmez meseleler çıkartırız. Onlar birbiriyle uğraşmaktan vakit bulup da bir kere olsun Mısır’a bakamazlar.”

Hâlâ da aynı plan uygulanmıyor mu?

HİTLER’İN CANAVARLIĞI

Adolf Hitler(1889–1945) 20. yüzyılın diktatörlerinin başında gelir. Fikirlerinin büyük ölçüde Darwinist görüşlere dayandığı bu zalim adama göre “zayıfa acımak doğaya ihanettir.” Hatta bu kendi halkı bile olsa..Hatırlayalım, Çöküş filminde ne diyordu: “Alman halkı zayıf olduğunu gösterdi. O halde yok olmalı.”

Yine ona göre “Yahudiler her şeyden önce kozmopolit bir servet meraklısı ve sömürücüdürler. Genellikle de sosyalist ve komünist olurlar. Slavlar ise kendilerine ait kültürleri olmayan aşağılık bir ırktır.”

Alman lideri, 1940’da müttefik devletlere karşı batı cephesinde kazandığı büyük zaferden sonra evvela Balkanları işgal etti. Daha sonra da, gizlice çok büyük askeri kuvvetleri Rus sınırına dayadı. Savaşın başındaki bağlaşığı Rus devletini işgal etmek, Komünizmi tarihe gömmek amacındaydı. Ve 1941 Haziran ayında 3.5 milyon Alman askeri üç koldan Sovyet topraklarına girdi.

Hitler bu savaşta hiçbir insani yön görmek istemiyordu. Daha 1941 Mart ayında üst düzey komutanlarını toplayarak Sovyet rejimine karşı ne kadar acımasız olunacağını anlattı. Buna göre Sovyet subayları bulundukları yerde kurşuna dizilecekti. Führer şöyle konuşmuştu: “Sovyetlere karşı açılacak savaş şövalyelikle yürütülecek bir savaş olmayacaktır. Bu kavga bir ideoloji kavgasıdır ve şimdiye kadar görülmemiş merhametsiz ve amansız bir sertlikle yürütülecektir. Bütün subaylar günü geçmiş ideolojilerden kurtulmalıdır.

Bu biçimdeki bir savaşın gerçekliğini siz generallerin anlayamayacağını biliyorum. Ama verdiğim emirlerin harfi harfine yerine getirilmesinde ısrar ediyorum. Komiserler(Sovyet üst rütbeliler) tasfiye edilecektir. Uluslararası kanunları bozan Alman askerleri affedilecektir. Rusya, Lahey anlaşmasına girmemiştir. Bu bakımdan, anlaşmanın sağladığı haklardan yararlanamaz.”

MUSSOLİNİ VE ATATÜRK’ÜN BİR ÖNGÖRÜSÜ

Benito Mussolini denince aklıma bir şişme balon gelir. Diktatörler çağının İtalya’nın talihine düşmüş bu değersiz şahsiyeti, İkinci Dünya Savaşı öncesi bütün kabarmalarının koskoca bir fos olduğunu dosta düşmana göstermiştir. İtalyan Duçe’sine göre Roma’nın dirilişi kesindi. Halkı da kendi saçma fikirlerine inandırmıştı.Sürü psikolojisi vardır ya..Duçe haklıydı..Zaten İtalya’da o sıralar şu slogan çok yaygındı: “Mussolini ha sempre racione: “Mussolini her zaman haklıdır”

Bütün faşist rejimler gibi saldırgan bir siyaset güdüyordu. Bir ara Türkiye’den toprak talepleri olmuş, Mustafa Kemal Paşa’dan “Ayağıma çizmeyi geçirtmesin” şelinde kinayeli bir cevap almıştı. Üstad Bediüzzaman’ın 16. Lem’anın 3. meraklı sualinde; “Bu yakında İngiliz ve İtalya gibi ecnebilerin bu hükümete ilişmesiyle” diye bahsettiği hadise budur.

1931 senesinde Atatürk, bir münasebetle Mussolini’den bahsederek şöyle demiştir: “Mussolini, bir gün çıkacak büyük savaşta Sezar olmayı taslarsa, İtalya çok mahcup olacaktır.” Gerçekten İkinci Dünya Savaşı baştan başa İtalyan mahcubiyetleri destanıdır..

LENİN’İN DEMOKRASİ ANLAYIŞI

Lenin de “tarihte büyük zalimler şampiyonası”nın favori isimlerindendir. O da 20. yüzyıldaki diğer katil idareciler gibi Darwinist fikirlerden fazlasıyla etkilenmiştir. Kanaatimizce 20. yüzyılın tarihini, ideolojik savaşlarını, kanlı oyunlarını incelerken çağdaş Arap âlimlerinden Muhammed Ali Sabuni’nin şu sözünü her zaman hatırda bulundurmalıdır: “19. yüzyılda üç Yahudi çıkmış ortaya attıkları fikirlerle, insanlığın gündüzünü geceye çevirmişler, mutluluğunu zir ü zeber etmişlerdir: “Marks ve ekonomik görüşü, Freud ve Libido teorisi ve Charles Darwin ve evrim teorisi”

Milyonların gözyaşı kan ve kemikleri üzerine kurulan Sovyet rejiminin mimarı 1924’de öldüğünde vatan şairimiz(!) Nazım Hikmet büyük bir elemle proleterlere şöyle seslenmişti: “Kenetlenin, öldü Lenin.”

Lenin Maksim Gorki’ye yazdığı bir mektupta demokrasi hakkında şu görüşlere yer veriyor: “Aslına bakarsak Rus aydını bizim beynimiz değil bo..zdur.Eğer fazla cana kıyıyorsak, bu Rus aydının kabahatidir. Neden bizimle beraber yürümüyorlar. Nerede hürriyet varsa orada devlet yoktur. Halk hürriyet istemiyor; o, bunun manasını da anlamıyor. Halkın istediği kuvvettir. Halk neticenin kuvvetle, dehşetle, kanla alınmasını istiyor. Diktatörlüğün kılıcı olan Çeka(Gizli Devlet Polisi)devrimin uyanık sert gözüdür.

Rus Demokrasisi tehlikeye girmiş, canı cehenneme… Bu sadece dünya ihtilali yolunda geçmemiz lazım gelen bir aşamadan ibarettir.” (Aleksandır Soljenitsin- Gulag Takım Adaları:1/279)

Bu fikirleri okuyunca, bizdeki eski tüfek solcuların şimdi kimseye kaptırmamaya çalıştıkları demokrasi için düşündüklerini daha iyi anlıyoruz. Bkz: Hasan Cemal’in “Kimse Kızmasın, Kendimi Yazdım” ve “Cumhuriyeti Çok Sevmiştim” adlı eserleri.

KAYNAKLAR

1-Geçmişten Geleceğe Işıklar-İbrahim Refik- Albatros Kitapları-İst–2000

2-İkinci Dünya Savaşı Ansiklopedisi- Yener Yayınları

3-Dünyayı Aldatanlar-Doç Dr. Sefa Saygılı- Türdav Yayınları- İst–1998

4- Meşhurların Son Anları- Burhan Bozgeyik- Cihan Yayınları-İst–2002
Salih Okur(cevaplar.org)


Prof. Dr. Sinsi 08-02-2012 05:16 AM

Tarihte Bunlar Oldu
 
TARİHTE BUNLAR OLDU-4
İNCİLLERDEKİ ÇELİŞKİLER
Bilindiği gibi gerek Tevrat ve gerek İncil insanlar eliyle tahrif edilmiştir. En basitinden şöyle düşünebiliriz; İncil’in indiği lisan Arami dili (İsrailoğullarının dili)idi. Şu an elimizdeki İnciller ise ilk olarak Yunanca tercümelere gidebilmektedir. Onlar da bizim siyer kitaplarımıza benzetilebilir. Kur’an ile arasındaki fark hemen anlaşılır. O azizin mektubu, şu havarinin konuşması, İsa(as)ın başından geçmiş feşmekan olay...O’na “Hz. İsa’nın Sireti” demek daha uygundur.

Rahmetli Prof. Muhammed Hamidullah “İslam’ın Doğuşu” adlı eserinde şöyle diyor: “Bir süre önce Almanya’daki Hıristiyan din adamları Kitab-ı Mukaddes’in(İncil) eski yazmalarını karşılaştırmayı düşündüler.Dünya’daki bütün Kitab-ı Mukaddes yazmaları toplandı. Dünya çapındaki bu faaliyetin ardından yayınlanan raporda şunlar ifade edildi: “Birbiriyle çelişen yaklaşık 200 bin nakil bulunmuştur.”

İSLAM HUKUKU ROMA HUKUKUNDAN ETKİLENDİ Mİ?

Muhammed Hamidullah aynı eserinde anlatıyor: “Kısa süre önce bu konuyla alakalı bir kitap yayınlandı: “Roma Hukuku İslam Hukukunu Etkiledi mi?” Bu kitap farklı milliyetlerden beş yazarın makalelerinin tercümesini içermektedir. Bütün yazarlar aynı problemi ele almakta ve şaşırtıcı biçimde hepsi de aynı sonuca ulaşmaktadır. Roma hukukunun İslam hukukunu hiçbir şekilde etkilemediğini keşfettikleri için kendileri de hayrete düşmüşler. Fransız yazar anlamlı biçimde makalesine şu başlığı koymuş; “Müslüman Hukukunun Teşekkülündeki Esrar

Biz bu esrarı biliyoruz; İslam hukuku Hz.Resulullah’ın mucizesidir. “O zat (a.s.m.) öyle bir hukuk sistemi ve bir İslâmiyet ve bir kulluk ve bir dua ve bir davet ve bir imanla meydana çıkmış ki, onların ne misli var ne de olur. Ve onlardan daha mükemmel, ne bulunmuş ve ne de bulunur. Çünkü, ümmî bir zatta (a.s.m.) zuhur eden o hukuk, on dört asrı ve insanlığın beşte birini, âdilâne ve hakkaniyet üzere ve müdakkikane hadsiz kanunlarıyla idare etmesi, emsal kabul etmez.”

BİR DAVA BÖYLE ADAMLAR İSTER

Merhum Abdürreşid İbrahim, Alem-i İslam adlı hatıratında birbirinden ilginç anılar anlatır. İşte onlardan biri: “Ben buradan Gombo-Jap cenaplarından ayrılarak, doğru bulunduğum otele gittim, biraz istirahattan sonra çay içeceğim. O arada bizim misafirhane sahibi geldi- elinde bir gazete var- dedi ki:

-Siz bu gazeteyi okuyamaz mısınız?

-O ne gazetesi?

-Ermeni gazetesi.

-Ya, siz Ermeni misiniz?

-Evet, Ermeniyim, fakat burada(Çin’i kastediyor) doğmuş, burada büyümüşüm; Ermeni lisanı bilmiyorum.

-Bu gazeteyi nereden buldunuz? Nerede çıkıyor?

-Ben gücüm dahilinde bir yardım olsun diye para göndermiştim, fakat ne yazık ki, okuma bilmiyorum. Asıl gazete Kafkas’ta çıkar.

-Okuma bilmiyorsan gazeteyi ne yapacaksın? Ne lüzumu var ki para veriyorsun?

-Az da olsa millete fayda sağlar, maksadım budur…

VAPUR MU KÜTÜPHANE Mİ?

Abdürreşid İbrahim kendisini Çin’den Japonya’ya ulaştıran Hozan Maru adlı Japon vapurda gördüklerini şöyle anlatıyor: “Hozan Maru on iki mil üzerine yol alıyor, vapurda tayfa yolcu farkı kalmadı; hep gemi tayfası efendi kesildi, mütalaaya daldı, vapurumuz hemen bir kütüphane şeklini aldı. Herkes vapurun her tarafında karyolalara uzanmış, bazılarının elinde kitap, bazılarının elinde gazete hep mütalaa ile meşgul bulunuyorlardı. Yalnız, Amerika’ya gitmekte olan birkaç Rus amelesi vardı, bunlar okuma bilmedikleri için her yerde güvertede uzanmış yatmakta idiler. Ama Japonlar hep mütalaa ile vakit geçirmekte idiler. Hatta büfede hizmet etmekte olan aşçılar ve garsonlar dahi hep okumakta idiler. Vapurun kaptanı ara sıra gelir, yolcuların hatırını sorardı. Bir şey lazım olursa kendisine söylememizi rica ederdi. Bu suretle benim kütüphane deniz üzerinde tam kırk saat yol aldı, insanın burada gördüğü insanca muamele söylemekle tükenmez, o kadar hoş idi.”

BİR FRANSIZ TARİHÇİSİNİN GÖZÜYLE PREVEZE

Preveze Deniz zaferi(1541) deniz savaşları tarihinde önemli bir yer tutar. Andrea Doria komutasındaki gururlu Haçlı donanmasının Akdenizin dibini boyladığı bu savaşı, o zamanı yaşayan Fransız deniz tarihçisi Amiral Jurien Da La Gravieve şöyle anlatır: Barbaros Hayreddin uzun kumaşlar üzerine yazılmış Kur’an ayetlerini kendi kasırgasının bordalarına bağlattı. Bunun neticesinde bu kış mevsiminde esmekte olan rüzgar pek garip şekilde birdenbire durdu. Doria’nın ağır yelkenli gemilerini hareketsiz bıraktı. Türklerin süratli kadırgaları da bu gemilerin yanından geçerken top ateşi ile onları hırpaladı. Kalyonlarındaki savaşçı üstünlüğü Doria’ya bir fayda vermedi. Doğruca, gemilere rampa edilmeden sırf manevra ile deniz harbi kazanılması ilk defa olarak bu surette vuku buldu.”

Denizde dağlar gibi akıp gidenler (gemiler) de O'nun (varlığının) delillerindendir. Dilerse O, rüzgârı durdurur da, onun (denizin) üstünde kalakalırlar. Elbette bunda çok sabreden, çok şükreden herkes için ibretler vardır. (Şura:32-33)

MASONLUK VE TÜRKİYE’DE İLK ÜSTADI

Sözlük anlamı “duvarcı” olan Masonluk, Kudüs’teki ünlü Süleyman Mabedi’nin mimarı Hiram Abiff usta tarafından duvar işçilerinin bir loncası olarak kuruldu. Türkiye’de Masonluk resmi olarak 01.08.1909’da kuruldu ve ilk üstadı sadrazam Talat Paşa idi.

-KAYNAKLAR-

1-İslam’ın Doğuşu-Prof. Dr. Muhammed Hamidullah- Beyan Yayınları- İst-2002

2-Alem-i İslam-(2 cilt)-Abdürreşid İbrahim- İşaret Yayınları-İst-2004

3- Hadislerin Işığında Hadiseler- Safvet Senih -Nil Yayınları- İzmir-1998

4- Bay Pipo- Soner Yalçın, Doğan Yurdakul- Doğan Yay. İst-2000
Salih Okur(cevaplar.org)


Prof. Dr. Sinsi 08-02-2012 05:16 AM

Tarihte Bunlar Oldu
 
TARİHTE BUNLAR OLDU-5
PRUSYA EKOLÜ- AMERİKAN EKOLÜ

İkinci Dünya Savaşı sonrası, ordumuz Prusya tarzı askeri nizamdan Amerikan tarzının etkisine girdi. Mesela Alman Ekolünde askerler tüfekleri sağ omuzlarında süngülü taşırken Amerikan ekolünün etkisiyle tüfekler sol omuzda taşınmaya başladı. Alman ekolünde tüfeğin dipçiği yere değmezken, Amerikan ekolünde dipçiğin yere değmesi şartı. Alman ekolünde bir manga 14 kişiden oluşurken Amerikan ekolünde 11 kişiye düşmüştü. Almanlarda her emir yazılıydı, Amerikalılarda sözlü..

İNÖNÜ’NÜN İLGİNÇ YAKLAŞIMLARINDAN BİRİ(!)

Paris’in güneyindeki Cite Üniversitesi çok büyük bir alanı kaplar ve burada hemen her ülkenin bir öğrenci yurdu vardır. Bunlara “İtalyan Evi” “Tunus evi” vs. denir. Ama bunların arasında bir Türk evi, yani Türk yurdu yoktur. Sebebi şu: Site yapılırken Türk hükümetine de arsa teklif edilmiş, zamanın başbakanı İnönü: “Öğrencileri bir araya toplarsak hepsi Komünist olur” düşüncesiyle bu öneriyi kabul etmemiştir.

NAZİLERİN HÜR DÜNYAYA HİZMETLERİ

General Reinhard Gehlen Hitler’in politik beyinlerinden biri idi. İkinci Dünya Savaşı sırasında Sovyetler Birliğindeki Nazi İstihbaratının başıydı.1945’de elindeki arşivle beraber ABD birliklerine teslim oldu. Yanında bir de rapor vardı. Bu raporda savaş sonrası komünist cepheye karşı izlenmesi gereken metotlar anlatılıyordu. Amerikalılar o güne kadar Sovyetleri ciddiye almamışlardı. Bu rapordan çok etkilendiler. Gehlen ABD’ye götürülüp CIA şefi Dulles ile görüştürüldü. Gehlen Amerikalılarla anlaştıktan sonra Almanya’ya döndü. Hitler’in istihbarat örgütü Gestapo ile askeri polis örgütü SS’in üst düzey yetkililerini topladı. Soğuk savaşta Amerikalıların Komünizme karşı kendi deneyimlerine ihtiyaçları olduğunu anlattı. Sonunda on bine yakın savaş suçlusu Nazi toplanmış, kendilerine yeni kimlikler verilmiş ve yeraltına çekilmişlerdi. Daha sonraları diğer Batılı ülkelerde komünizme karşı özel harp dairelerinin kurulmasına ön ayak oldular.

AVRUPALI MUTAASSIPTIR

Büyük bir mütefekkir şöyle derken ne kadar haklıdır: “Avrupa, dinine mutaassıptır. Hatta herhangi bir Bulgar’a veya bir İngiliz askerine veya bir serseri Fransız’a, "Sarık sar. Sarmazsan hapse atılacaksın" denilse, taassupları gereğince diyecek: "Hapse değil, öldürseniz bile dinime ve milliyetime bu hakareti yapmayacağım."

Kaç yüz senedir biz barbarlara(!) Avrupalıların ne kadar hümanist olduğu fikri pompalanıp durur. Maalesef kendine köküne yabancı entelijansiyamız büyük bir aşağılık duygusu içinde hep aynı şeyi seslendirmişlerdir.

Merhum Raif Karadağ’ın “Muhteşem İmparatorluğu Yıkanlar” adlı eserinde gördüğüm ibretamiz bir taassubu burada nakletmeyi uygun buldum: “Stewan Zweig adlı Macar yazar “Tarihte Yıldızın Parladığı Anlar” adlı eseriyle milletimize şöyle kin kusmuştur: “Ey Hıristiyanlık! Ey Salibe bağlı olanlar! Uyanınız! Barbarların Ayasofya’dan indirdikleri altın haç yerde sürünmektedir. Bu altın haçı oradan almak, yerine koymak zamanı gelmiştir.”

İNÖNÜ ZAFERİ VE BEDİÜZZAMAN’IN SEVİNCİ

İstiklal Harbimizde İnönü Zaferleri harekâtın dönüm noktalarından biridir. 11 Ocak 1921’de İlk İnönü muharebesinden sonra, Yunan Birlikleri 23 Mart 1921’de hem Batı’dan, hem Güney’den Eskişehir’in İnönü mevkiinde büyük bir taarruza geçtiler. Sekiz gün süren çarpışmalar, sayıca Türk ordusundan iki kat daha fazla olan Yunan güçlerinin bozgunu ile sona erdi. Bu zafer bütün yurtta büyük bir sevince sebeb oldu. Orada yalnız düşman değil milletin makûs talihi de yenilgiye uğramıştı. Bu zafere en çok sevinenlerden birisi de “Âlem-i İslâm’a indirilen darbelerin en evvel kalbime indiğini hissediyorum” diyen Bediüzzaman hazretleri idi.

İşte Bediüzzaman’ın İnönü zaferi hakkındaki düşünceleri: “Âlem-i İslâm cihadı zamanen iki yüz senelik, mekânen iki yüz günlük, tedafüî(savunma) bir harb ve darb cephesi daima var idi. En son siper ise bu yeni senedir hem Eskişehir idi. Zalim kâfirin en son taarruzu da bu cephede de hemen kırıldı. Bu harb başka harbe benzemez. Şu küçücük cephede muvakkat galebesi,(Kütahya-Eskişehir muharebeleri) hakiki gaddar hasma zaferi temin etmez, boşa gider inadı.”

...“Âlem-i İslâmın hak ve hürriyetinin istirdadı için biiznillahi teâlâ tedafü’den(savunmadan) taarruza geçiyor, belki çok yerlerde de geçti. İnönü’nün iki zaferi zahiren ger(gerçi) küçüktü, bâtınen pek büyüktü...

...“Bir saatlik nöbeti bir sene ibadettir. Evet Eskişehir’in sırtında İnönü’nün önünde..

..“Eskişehir bir siperdi, İnönü zaferi olmadan her müslim-i mazlumun(masum Müslümanın) kâfir olan hasmını mütecebbir(baskıcı) bir zalim mevkiinde görürdü. Aşağıdan yukarı cihetine bakardı. Yüksekte tanıyordu. Zaferden sonra gördü birer, hain alçak derekesinde görür, habaset(pislik) çamurunda çabalar da batardı. O mizan(ölçü) nazar-ı derecatı(bakış derecesini) kuyudan minareye çıkmıştır. İntibah-ı İslâmî(İslami Uyanış) izzet ve intikamla ayaküstüne kalktı.(Asar-ı Bediiyye)

KAYNAKLAR

1-Bay Pipo-Soner Yalçın, Doğan Yurdakul- Doğan Kitap- İst–2000

2-Mektubat- Said Nursi- Işık Yayınları-İst–2004

3- Muhteşem İmparatorluğu Yıkanlar- Raif Karadağ- İst–2003

4- 20. Yüzyıl Ansiklopedisi- Heyet- Tercüman Yayınları- İst–1990

5- Asar-ı Bediiye: Derleyen: Abdülkadir Badıllı-(Osm.)

6- Tarihçe-i Hayat-Sözler Yayınevi- İst–1996
Salih Okur(cevaplar.org)


Prof. Dr. Sinsi 08-02-2012 05:16 AM

Tarihte Bunlar Oldu
 
TARİHTE BUNLAR OLDU-6
SU TESTİSİ SU YOLUNDA KIRILIR VEYA TROÇKİ
***1900’lü yıllar Rusya’nın en karanlık dönemleridir denebilir. 1905’te Çarlık yönetimine karşı gerçekleşen başarısız darbe girişimi, Birinci Dünya Savaşı yılgınlığı içindeki ülkede 1917’de tekrar denenmiş ve bu sefer muvaffak olmuştur. Milyonlarca insanın kan, gözyaşı ve iskeletleri üzerine oturmuş iğrenç bir rejim. Bu kanlı rejimin tesisinde bir Rus yahudisi olan Davidoviç Troçki(1879–1940) başat rollerden birini oynamıştır. Bediüzzaman 5. Şua’nın 14. Meselesinde ondan şöyle bahseder:“Her hükümetin zulmünü gören Yahudiler, Almanya memleketinde kesretle toplanıp intikamlarını almak için, komünist komitesinin tesisinde mühim bir rol ile Yahudi milletinden olan Troçki namında dehşetli bir adamı, Rusya'nın Başkumandanlığına ve terbiyegerdeleri olan meşhur Lenin'den sonra Rus hükümetinin başına geçirerek Rusya'nın başını patlatıp bin senelik mahsulâtını yaktırdılar. Büyük Deccalın komitesini ve bir kısım icraatını gösterdiler.”

Troçki, Lenin’in yakın çalışma arkadaşlarındandı. Nice günler bir kızıl şafağın hülyalarını beraber düşlemişlerdi. İhtilalin başarısı için kılı kırk yararcasına önlemleri de yine beraber almışlardı. Öyle ki bazı tarihçiler ona “Rus ihtilalinin babası” gözüyle bakarlar. Çünkü devrimi gerçekleştiren “İşçi Sovyeti”ni o kurmuştu. Ve..devrimin gerçekleştiği gün Troçki sevincinden bayılmıştı. Yeni rejimde önce Dışişleri bakanı oldu. Sonra savunmayı ele aldı. Kızıl Ordu’yu kurdu. Rejime karşı direnmeleri kanlı bir şekilde bastırdı. Milyonlarca insanı hiç çekinmeden öldürdü. Lenin zamanında, orduya hâkimiyeti sayesinde denetim neredeyse onun elindeydi. Ama Lenin ölünce, her zaman olduğu gibi halefleri arasında miras kavgası kendisini gösterdi.

Sovyet İhtilali kısa sürede her ihtilal gibi önce çocuklarını yemeye başladı Öyle ki, 1937 yılına gelindiğinde Stalin’in marifeti sayesinde, Sovyet devrimini yapan konseyden bir tek Lenin normal şekilde ölmüştür denebilir. Öyle ki, Lenin’in en yakın arkadaşları Kirov, Zinoviev, Kamanev gibi en yakın yoldaşlar bile idamdan kendilerini kurtaramamışlardı.

Parti genel sekreteri Stalin’in önündeki en büyük engel Troçki idi. Onun büyük nüfuzundan çekinen Stalin, hasmının altını yavaş yavaş oymaya başladı. Entrika, iftira ve yalanların bini bir para idi. O artık; “Haris, menfaatperest bir Yahudi” idi.

Troçki de karşı atağa geçmişti. Verdiği demeçlerde şöyle diyordu: “Dünyanın hiçbir ülkesinde işçiler burada olduğu gibi sefalet içinde değildir. Çalışma saatleri yetkililer tarafından keyfi olarak düzenlenmiştir. Günlük ücret bir günlük hayat ihtiyacını karşılayamamaktadır. Grev yapmak isteyenler de amansız şekilde zulüm görmektedir.”

1927’de karşı ihtilali örgütlediyse de, daha önceden haber alındığından başarılı olamadı. 1928’de Alma Ata’ya sürüldü. Stalin, rakibinin nüfuzundan çekindiği için onu Rusya sınırları içinde öldürmek istemiyordu. Bunun için yurtdışına gitmesine izin verildi. 1929’da İstanbul’a geldi, yoğun güvenlik önlemleri altında 4.5 yıl bu şehirde kaldı.

1933’de Fransa’ya gitti, kısa zamanda sınır dışı edildi. Soluğu İsveç’te aldı. Orada da fazla kalamadı. Tabii, Stalin’in ajanları adım adım onu takip ediyorlardı. Devamlı suikast girişimleri bir zamanların bu kudretli adamını iyice bunaltmış, hayatını zindana çevirmişti. Meksika’ya gitti. Kâbus gibi bir hayat bir müddette orada devam etti. Ve..sonunda Stalin muradına erdi. Görevlendirdiği bir ajan Meksika’nın başşehri Mexico-City’de, 22 Ağustos 1940’da, “Komünist ihtilalin en aydını, en iyi hatibi ama insanları yönlendirmede ve entrika çevirmede en başarısız olanı” Troçki’yi başına demir çubuklarla vurarak öldürdü.

Hani güzel bir söz vardır:

Zalim bir zulme giriftar olur ahir

Elbette olur ev yıkanın hanesi viran

Nazım Hikmet önceleri bu adama destanlar düzerdi. “Rusya’ya Veda” adlı şiirinde olduğu gibi:

Senin 1 Mayıslarını gördük

Uğultularını duyduk,

Kocaman bir Çan gibi haykıran Troçki’yi

Ama sonra o da akıntıya uymuş ve “Beni Stalin yarattı” demiştir.

NOBEL ÖDÜLLERİ

Dinamiti keşfeden Alfred Nobel 1896’da ölmüştü. Bu keşfinden dolayı büyük bir servet kazanan bilgin, bekâr olduğu için ölürken servetinin harcanması ile ilgili bir vasiyet bıraktı. Buna göre bu muazzam servetin sağlayacağı yıllık net gelirin her yıl dünya ilim ve fikir adamlarına dağıtımını üstlenecek bir vakıf kurulacaktı. Nobel ödülü adını taşıyacak bu para “barış, edebiyat, tıp, fizik, kimya dallarında büyük başarı kazanmış kimselere” verilecekti. İlk Nobel ödülleri 1902’de sahiplerini buldu.

İşte akıllıca bir yol. Ya bizde, durum nasıl? Aklımıza merhum Ömer Ferid Kam beyin şu dörtlüğü geliyor:

Sağlığında nice ehl-i hünerin

Bir tutam tuz bile yoktur aşına

Öldürürler evvel anı açlıktan

Sonra bir taş dikerler başına

ÖRNEK BİR KOMUTAN

1904-1905 Rus-Japon savaşında bütün dünyada kendinden bahsettiren bir komutan vardır: Amiral Togo..Savaşın sonunu getiren Port Arthur ve Mukden zaferlerinde onun usta manevralarının çok büyük yeri vardır. Buralarda kazandığı kesin zaferi dünyaya şöyle ilan etmişti: “Uzak Doğu’daki Rus birliklerinin kurtulma ümitleri kalmamıştır, zaten bugüne kadar 200 bin ölü vererek tükenmiş durumdadırlar.

O böyle dışa karşı büyük bir fatih olduğu kadar, içte de alabildiğince derin bir insanmış. Mehmed Akif onun tevazusunu Süleymaniye Kürsüsü adlı şiirinde Abdürreşid İbrahim Efendinin lisanından şöyle tasvir eder:

Ya o mahviyeti insan göremez bir yerde..

Togo’nun umduğumuz tavrı mı vardır? Nerde!

“Gidelim” der götürür, sonra gelip ta yanıma;

Çay boşaltırdı ben içtikçe hemen fincanıma.”

Bir de onun insanların içinde insanlardan bir insan oluşunu Abdürreşid İbrahim’den dinleyelim: “Bu zat, Tokyo şehrinde “Togo Yokuşu” diye isimlendirilen dar bir sokakta, küçük

bir evde ikamet eder. Evin sokak kapısı gayet sade tahta bir kapı olup, siyaha boyanmıştır. Bu kapıdan girdikten sonra ufak bir meydan, az içeride sağda bir kulübe: İşte Togo’nun evi. Ev içinde döşeme/eşya namına hiçbir şey yok. Evin bütün eşyası basit Japon evinde olduğu gibi bir hasırdan ibarettir.

Togo’nun evinin büyüklüğünü tarif etmek için ben orada iken vaki olmuş bir hadiseyi Tokyo Gazetelerinde neşrolduğu gibi arz edeceğim. “Amerika turistlerinden altmış kişi Togo cenaplarını ziyarete gelmişler, evinin önünde olan meydana girdikten sonra kendilerini Togo cenaplarına takdim etmişler. Koca amiral, bu aziz misafirleri büyük bir memnuniyetle kabul edeceğini beyan buyurduktan sonra, yine tercüman vasıtasıyla evine altı kişiden fazlasının sığmayacağını belirtip, özür dileyerek görüşmeleri için kapı önündeki meydana çıkacağını söylemiş. Turistler demişler ki “Hayır biz amiral cenaplarını asıl oldukları meskende görmek istiyoruz, müsaade buyursunlar da biz altışar kişi girip bulundukları yerlerinde ziyaret ederiz.” Bunun üzerine misafirler altışar altışar ziyaret etmişler, her taife beş dakika sohbet etmek şartıyla..”

Bu hadise üzerine deniz subayları, amiralleri olan bu müstesna insana, şanına yakışır bir malikane satın almak için aralarında yüklü miktarda para toplayıp, kabul etmesi için kumandanlarına gönderiyorlar. İşte aldıkları enfes cevap: “Subaylarımızın bu kadar zengin olduklarını bilmezdim, ziyadesiyle memnun oldum. Fakat ben bu evde ömrümü geçirdim. Kendi ömrümde elli senede ancak bir defa böyle bir kabul merasimine tesadüf ederek mahcup oldum ise de, bundan sonra daha elli sene yaşamak ihtimali de uzak, şu halde böyle bir mahcubiyete bir daha zaman müsaade etmez, böyle olmakla beraber bu gayretinizi takdir ederim.Çalışmalarınız boşa gitmesin. Bizim Bahriye mekteplerimizin ihtiyacı çoktur, bu parayı oraya bahşederseniz memnun olurum.”

...Böyle devlet adamları her millete nasip olmaz. Darısı bizim başımıza…

İNSAN KASABI

Mutlak zikir kemaline masruftur” diye çok harika bir söz vardır. Yani bir kavram, bir kayıt konmadan söylendiği takdirde, onun en zirve noktasını akla getirir. Mesela; Nebi dendiğinde, hemen en mükemmel nebi olan İnsanlığın İftihar Tablosu(ASM) zihnimize düşer. Aynen öyle de “insan kasabı” denince aklımıza bunu en güzel başaran mahluk gelir; Joseph Stalin..

Halefi Kruşçev bile onun 1923-1953 arasındaki kabus dolu yıllarını anlatırken şöyle demekten kendini alamaz: “İnsanlık tarihinin en barbar dönemi” Volga Kızıl Akarken adlı hatıratında merhum Şevki Bektöre’nin şu hatırasını hep hatırlarım; Sibirya mahkumları Stalin hastalandığında duvarlara Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği kelimelerinin Rusçasının ilk harflerini(SSSR) kazıyorlar ama kendi aralarında bunu şöyle okuyorlardı: Smert Stalina Spaset Rasiu(Stalin’in ölümü Rusyanın kurtuluşu olacaktır.)

Stalin’in yaptıklarına zaman zaman değineceğiz. İnkarın insanın nasıl canavarlaştırdığını, Allah tanımamanın ne kadar korkunç bir şey olduğunu, dine sırt dönmenin ne büyük bir fecaat olduğunu anlayabilmek için..

Yakınlarda izlediğimiz Çöküş filminden bir sahneyi hatırlayalım; Hitler, çılgınlık nöbetlerinden birinde şöyle haykırıyordu: “Keşke yıllar önce bütün üst düzey komutanları idam etseymişim, Tıpkı Stalin’in yaptığı gibi.”

Stalin 1937’de Ordu’da büyük bir kıyım harekâtı başlattı: 5 Mareşalden üçü, 16 ordu komutanından on dördü, 8 amiralden sekizi, 67 kolordu kumandanından altmış biri, 133 tümen komutanından yüz otuzu, 599 Tugay komutanından iki yüz on biri, 11 Harp komiseri yardımcısından on biri tasfiyeye uğradı. 35 bin subay kadrosundan yarısı ya idam edildi, ya hapsi boyladı.

Ordu komitesindeki bu zaafı iyi değerlendiren Nazi yönetimi, Sovyetlere saldırmakta bir beis görmemiş ve ilk taaruzlarda büyük zaferler kazanmıştı. Öyle ki kısa zamanda 1,5 milyon Sovyet askeri esir edilmişti. ABD ve İngiliz genelkurmay raporları Rus ordularının Almanlar karşısındaki şansının 3 ay kadar olduğunu belirtmişlerdi. Ama tam bu sırada tarihi değiştirecek bir şey oldu: Şimdiki Sibirya soğukları gibi, 150 senedir görülmemiş bir soğuk 1941 kışında bastırdı ve Almanları asıl o yendi.

KAYNAKLAR:

1-20. Yüzyıl Ansiklopedisi- Tercüman Yayınları- İst-1990

2-Önce Alkışladılar Sonra Öldürdüler-Vehbi Vakkasoğlu- Nesil Basım Yayın –İst-2001

3- Şualar- Said Nursi-Sözler Yayınevi-İst-1993

4- Alem-i İslam-Abdürreşid İbrahim-İşaret Yayınları-İst-2003
Salih Okur(cevaplar.org)


Prof. Dr. Sinsi 08-02-2012 05:16 AM

Tarihte Bunlar Oldu
 
TARİHTE BUNLAR OLDU-7
AVRUPA’NIN İSLAM’A BAKIŞINA KÜÇÜK BİR NUMUNE
Son karikatür krizi, Avrupa’nın İslam’a bakışında, önyargısında hiçbir şeyin değişmediğini bir kere daha -görmek isteyenlere- gösterdi. Batı dünyası kadimden bu yana İslam’a hiçbir zaman sıcak bakmamış ve ona karşı hiç mi hiç alaka duymamıştır. Evet; “Her fırsatta kendini medeniyetin beşiği, insanı, insânî değerlere taşıyan aydınlık koridorun ışık kaynağı ve devletlerarası dengenin en önemli unsuru gören “batı” dediğimiz bu insafsız dünyâ, hemen her zaman ya bizzat veya iğfâl ettiği bir kısım çapulcularla -hem de medeniyet adına- vahşetlerin en utandırıcılarını irtikâp etmiş, insanlığı ışığa çıkaracağım diye, yığınları sürekli kara delikler etrafında dolaştırmış ve dünyânın her yanında, milletlerarası muvâzeneyi bozucu karanlık oyunlar oynamış, akla-hayâle gelmedik entrikalar çevirmiştir.. hele İslâm dünyâsına karşı hiç mi hiç insaflı olamamış.. insaflı olmak bir yana, her fırsatta gelip gelip bu mazlum dünyâya yüklenmiş.. onu bölüp parçalamış.. yer yer ırk ve mezhep mülâhazasıyla bu koca âlemi birbirine düşürmüş, öyle kindâr, öyle kanlı bir ittifaktır ki, zamanın hiçbir diliminde ve târihin hiçbir devrinde kat’iyyen haçlı düşüncesinden kurtulamadığı gibi hilâli de hiçbir zaman hazmedememiştir.”

Bu denilenlere küçük bir hatırayı misal olarak vermek istiyoruz: Sayın İhsan Süreyya Sırma Bey, İslam Ve Tarih adlı eserinde, Fransa’da bulunduğu yıllarda başından geçen şu ilginç hadiseyi naklediyor: “Paris’te ilkokul öğrencisi Müslüman bir çocuğa hususi olarak “İslam Tarihi” dersi verirken, bu çocuk devamlı olarak İslam, İran, Türk, Arap düşmanlığını ortaya koyuyor ve bu kelimeleri duyunca küfür edilmiş gibi oluyordu. Bana dedi ki; “Benim öğretmenim Müslümanların tarihini böyle anlatmıyor. Müslümanlığın ilk şartı namaz değil, dört kadınla evlenmektir.”

FRANSA’NIN CEZAYİR KATLİAMI

Bir büyüğümüz şöyle derken ne kadar haklıdır: “Bütün seyyiâtına rağmen Batı, şimdiye kadar bizlere hep bir fazilet kaynağı olarak gösterildi; fenalıklarına bütün bütün göz yumuldu; iyiliklerinin de habbeleri kubbeler gibi destanlaştırıldı.. alkışlandı ve alkışlatıldı; kitleler aldatıldı ve bu bâzicede olan da yine millete oldu.”

Bizlere “Ermenileri kırdı geçirdiler” diye bühtanlar savuran Fransa’nın 1958’lerde Cezayir İstiklal Harbinde yaptığı katliamların bile üzerine çoktan sünger çekildi. Adamlar bizim ne kadar saf, iyi niyetli, unutkan ve de tarih okumayan insanlar olduğumuzu biliyorlar ya, zeytinyağı gibi hep üste kalmayı beceriyorlar.

Christiana Lilliestierna adlı bir bayan gazeteci Fransız Sömürge idaresince müslümanların toplandığı bir kampta ki gözlemlerini şöyle anlatmış; “Şimdi yedi yaşlarında bir erkek çocukla beraberim. Vücudu yara bere içinde. Anasını, babasını ve kız kardeşlerini önce tartaklayan, sonra da öldüren Fransız askerleri, onu da tellerle sımsıkı bağlamışlar. Bir teğmen de, görsün ve gördüğü şeyleri uzun süre hatırlasın diye, çocuğun gözlerini elleriyle açık tutmaya çalışmış. Dedesi, bu kampa getirmek için beş gün sırtında taşımış onu. Çocuk diyor ki; “Bir tek şey istiyorum: bir Fransız askerini küçük parçacıklara kadar kıtır kıtır doğramak.”

TAASSUP

Taassup denen illetten kendini kurtarabilmiş kaç babayiğit gösterilebilir şu alemde. “Önyargıları kırmak atomu parçalamaktan zordur” diye boş yere dememiş Einstein. Taassubun bir yere kadar zararı olmadığı, hatta gerektiğini düşünenlerdenim ki, buna salabet deniyor. İbn-i Haldun taassubun bu kadarının bir cemiyetin oluşması ve devamı için şart olduğuna değiniyor. Buna bir nevi müsbet taassup demek mümkün.

Ama işte tam burada ince kırmızı hat başlıyor, hakikatin rengini değiştiriyor. O da “aşırı sevgi veya aşırı düşmanlık” hattı. Öyle ki, kişi, bir insanı kötü bellediyse daha ona hiç hayat hakkı tanımıyor, dediği ve yaptığı doğruları göremiyor, görmek de istemiyor. Sevdiği bir kişi, grup, klik, millet için de tam tersi geçerli tabii. Halbuki olayları ve kişileri okuyuşumuz bulunduğumuz yerden bağımsız olamıyor.

Memleketimizde her kesim de taassubun çok ilginç örneklerini görmek her zaman mümkün… Onun için, bu ülkede olayları ve kişileri izlerken hep aklıma İsmet Özel’in şu sözü gelir: “Kim hangi tarafa kulağını açmışsa diğer tarafa sağır.”

Bu sadece bize has bir durum da değil. İnsanlığın kaderi bu. İşte tarihten bir misal: 14. Yüzyılda yaşamış büyük Şafii alimi Tacuddin es Sübki, Tabakat-üş Şafi’iyye adlı eserinde şunları yazıyor: “Tarihle uğraşanlar, eserlerini yazarken bazı insanları yücelttiler, bazılarını ise aşağıladılar. Bunu da ya taassuplarından, ya da cehaletlerinden yaptılar. Yahutta, güvenilir olmayan kaynaklardan rivayet ettikleri için bu hataya düştüler. Bu şekilde hata yapmayan çok az tarih kitabı gördüm. Mesela hocamız olan ez- Zehebi’nin- Allah onu affetsin-tarihi ifrat derecede taassuplarla doludur. Şafii ve Hanefi alimlerinden bahsederken bunlara fena bir şekilde dil uzatmıştır. Bu büyük alim ve hafız böyle yaparsa artık siz başkasını düşünün.”

“İS FREUD DEAD?”

Ünlü Time Dergisi 1966 yılındaki bir sayısında, psikanalizin kurucusu Sigmund Freud’un bütün dinleri reddeden ve insanı insanlık semasından düşüren fikirlerinin artık tartışmasız bir şekilde genel kabul gördüğünü ilan etmiş ve bunu kapağına şu ifadelerle yansıtmıştı; “Is God dead”(Tanrı öldü mü?”)

Zaman geçti, Freud’un görüşleri sarsıntıya uğradı, tarih müzesine kaldırılmaya hazırlandı ve aynı dergi, 27 yıl sonra, günah çıkarırcasına bu yıkılışı okuyucularına şu şeklide duyurdu; “İs Freud Dead”(Freud Öldü mü?)

Dergi, özetle şu görüşlere yer vermişti; “Manevi hayatın izahını marazi(hastalıklı) modellere dayandırmak ve çocuğu birtakım cinsi sapkınlıkların kaynağı gibi görmek, son derece yanlıştır ve insan olma vasfına ve özelliğine yakışmayacak şeylerdir. İnsanı bazı süfli cinsi duyguların eseri gibi göstermeye çalışan bu teori elbette kabul edilemez.”

KAYNAKLAR

1-İslam Ve Tarih-İhsan Süreyya Sırma- Beyan Yayınları- İst-1991

2-Zamanın Altın Dilimi-M. Fethullah Gülen- TÖV Yayınları- İzmir-1996

3-Prizma-2-M. Fethullah Gülen- Nil Yayınları- İzmir-1997

4-Dünyayı Aldatanlar- Doç. Dr. Sefa Saygılı-Türdav Yayınları- İst-1998
Salih Okur(cevaplar.org)


Prof. Dr. Sinsi 08-02-2012 05:17 AM

Tarihte Bunlar Oldu
 
TARİHTE BUNLAR OLDU-8
AVUSTRALYA’DA İKİ ŞEHİDİMİZ
Birinci Dünya savaşının bilinmeyen veya az bilinen bir cephesinin Avustralya cephesi olduğunu biliyor muydunuz? Evet bu cephede iki şehit vermişizdir. Bunlar Avustralya'nın "Silver City" şehrine yerleşmiş iki Osmanlıdır. Orada çalışarak hayatlarını kazanmaktadırlar. Günün birinde Halifelerinin İngilizlere karşı Sancak-ı Şerifi çıkardığını ve bütün Müslümanları cihada çağırdığını öğrenirler. Bu sırada Çanakkale cephesine gönderilmek üzere Avustralya'dan asker toplanmaktadır.

Bu iki genç, şehrin valisinin huzuruna çıkarak şöyle derler:

"Halifemiz size karşı harp ilan etmiş. Bizim de buna icabet etmek vazifemizdir. Fakat biz sizin bu kadar zamandır ekmeğinizi yedik. Bırakın gidelim. Sizinle cephede savaşalım. Burada size karşı bir harekette bulunmayı nankörlük sayıyoruz." Vali gülmüş ve onları reddetmiş:

"Bizi tehdid mi ediyorsunuz? Haddinizi bilin, edebinizle oturun yerinizde!" Bizimkiler de: "Eh ne yapalım, bizden günah gitti" diye söylenerek uzaklaşmışlar. Hemen neleri varsa hepsini satmışlar. İki makineli tüfekle bol cephane edinmişler. Sonra?

Sonra da Çanakkale'ye gönderilmek üzere limana sevk edilecek olan Anzak askerlerim taşıyan trenin geçeceği dar bir boğaza gidip mevzilenmişler. Namazlarını kılıp helalleştikten sonra, kazdıkları siperlere yerleşmişler.

Üzerinde elde dikilmiş bir Osmanlı bayrağının dalgalandığı bu siperlerin hizasına gelince, raylar üzerine yığılan taşlar treni durdurmuş ve o tren, yedi yüz Anzak askerini ölü ve yaralı olarak bırakmak zorunda kalmış.

Etraftaki tepelerde kalabalık Osmanlı kuvveti arayan düşman, bütün bu savaşı verenin sadece iki şehid kahraman olabileceğine çok zor inanmış. Neredeyse bizim bugünkü aydınlarımız kadar gafil olan ve İslam'ın gönüllerdeki hakimiyetini bilemeyen İngiliz valiye de o iki kahramanın mübarek naaşlarını selamlamaktan başka yapacak bir şey kalmamış.

İÇTE VE DIŞTA GERÇEK FATİH

Osman Nuri Topbaş Hocaefendi anlatıyor: “İstanbul fâtihi genç hükümdar, dîvândadır. Dîvân haftada bir gün halkın şikayetlerini dinler. İçeriye ayağı çarıklı bir köylü girer. Sedirde oturan paşalar ve pâdişâhı bir bir süzdükten sonra kimin pâdişâh olduğunu kestiremez. Ve elini beline dayayarak:

"-Kangınız seâdetlü hünkârsınız?" diye sorar.

BÖYLE DEVLET ADAMINA SAHİP ÜLKENİN HAKKI BATMAKTIR

Gazi hareketi ile cihan devletine yürüyen bir beylikti Osmanlı. Cihanı üst üste karanlıkların sardığı bir dönemde, âdetâ kehkeşanlardan yıldızlar derip, bununla her gün ayrı bir donanma gecesi teşkil ederek kendi ülke ve kendi insanına hep başka başka bayram şenlikleri yaşatanlar, üstûreleşen koca bir tarihin ilk rüyalarını cılız bir söğüt ağacının dalları altında görmüşlerdi. Ama İstanbul fethedilip artık İmparatorluk haline gelinince, bürokrasi işin içine girince, saray uleması oluşunca, cihad düşüncesi yerini başka şeylere bırakınca…Bu durumu bir büyüğümüz şöyle izah ediyor; Osmanlı'nın akıbeti de, aynı rûhî çöküşün neticesiydi. Dolmabahçe Sarayı'na girdiğinizde, sadece yaldızlama için on altı ton altının harcandığını duyunca, ürperecek ve o sarayın duvarlarında siz de yıkılışın hazin tablolarını seyredeceksiniz. Bu İlahî bir kanundur ve asla değişmemiştir ve değişmeyecektir. İşte o çöküş döneminin bir devlet ricalinin ihanet hikayesini ibret nazarınıza arz ediyoruz.

1911'de İtalyanlar eski bir Osmanlı toprağı olan Trablusgarb'a (Libya'ya) saldırmışlardı. Zaten İttihatçıların Sadrazamı İbrahim Hakkı Paşa da, burasını âdetâ işgale âmâde bir hâle getirmişti. Oradaki askeri Yemen'e sevk etmiş, askerî vâli ve kumandanı da bir bahâneyle İstanbul'a celb etmişti. Halbuki kendisi, Roma büyükelçiliğinden sadrazamlığa intikal etmiş bulunuyordu. İtalyanların niyetlerini, herkesten iyi bilmesi gerekirdi. Ancak bütün bunlar bir tarafa, Trablusgarb çıkarması hakkındaki İtalyan ültimatomu kendisine ulaştığında dahî Osmanlı ordusunda müşâvir olarak çalışmakta bulunan İtalyan asıllı Robilan ile "biriç" oynamaktaydı. Arz edilen ültimatomu:

"-Şuraya koyun; oyunum bitsin!.." diyerek saatler sonra açmak gibi bir gaflet ve ihânet göstermişti.

BİR ANAMIZIN AĞLATAN ŞUURU

İstanbul, ecnebî işgali altına düşmüştür. Harbiyenin cadde tarafındaki balkonundan İngiliz askerleri Mehmetçikleri süngü ve dipçiklerle uzaklaştırarak Osmanlı bayrağını indirip oraya İngiliz bayrağını çekmektedirler. Karşı kaldırımda işçi kılıklı bir Anadolu kadını ağlamaktadır. Müftüoğlu Ahmed Hikmet Bey, bu kadını tesellî makamında:

"-Ağlama hemşire! Bu vatanın evladları bir gün yetişir, o bayrağı oradan indirir, gene bizimkini çekerler." der.

Kadın, Müftüoğlu Ahmed Hikmet Bey'e bir yaralı aslan gibi titreyerek:

"-A oğul! Ben onun için mi ağlıyorum sandın? Elbette birgün evladlarımız yetişir, o İngiliz bayrağını oradan indirir, bizimkini yerine çekerler. O mühim bir mes'ele değil. Sen biraz evvel dövülmüş ve elinden silahı alınmış Mehmetçiklerin önümüzden geçerken:«-Eyvah! Müslümanlık bitti! Dîn-i Muhammedî bitti!» diye feryâd ettiklerini duymadın mı? Ben o evlâdların ümidlerini yitirmiş olarak böyle söylemelerine ağlıyorum. Bir müslüman evlâdı, bu dînin kıyâmete kadar bâkî olduğunu bilmez mi? Bu nasıl sözdür? Bu inanç kaybedilirse, o bayrağın değiştirilmesi güçleşir. Bu inanç bâkî kaldıkça, o bayrağı indirmek bir hiçtir."

KAYNAKLAR

1-Altınoluk Dergisi-Sayı:1

2- Altınoluk Dergisi-Sayı:161(Osman Nuri Topbaş ile Röportaj)

3-İrşad Ekseni-M. Fethullah Gülen- Nil Yayınları-İzmir-1998
Salih Okur(cevaplar.org)


Prof. Dr. Sinsi 08-02-2012 05:17 AM

Tarihte Bunlar Oldu
 
TARİHTE BUNLAR OLDU-9
TÜRKLER NE ZAMAN KOMÜNİST OLUR?

Karl Marx 13.09.1851’de arkadaşı Engels’e şöyle yazmıştı; “Türkleri kominal hayata sokmak mümkün değildir. Onları vatan sevgisinden, dinlerinden, adet ve dillerinden koparmadan ihtilale sürüklemek imkansızdır…” Bu satırları okuyunca, bir hayat boyu devrinin idarecilerini “Bu milletin din ile bağları kopmasın. Yolsa anarşi ve Bolşeviklik baş gösterecek” diye uyaran büyük çilekeşi hatırlamamak mümkün mü?..

MARX YARGILANIYOR

Geçtiğimiz yıllarda Londra’da bir bilim adamları mahkemesi “İnsanlığa karşı işlediği suçlar” gerekçesiyle Karl Marx’ı yargıladı. Mahkeme’de Marks’ın, milyonlarca insanın kanı üzerinde oturan komünizm’in kurucusu olduğu belirtilirken, aynı zamanda karaktersiz bir şahsiyet olduğu belirtildi. Mahkemeye göre o hiç işçi sınıfını tanımamış, akraba miraslarıyla geçinmiş, metresleri olan, hizmetçilerini köle olarak kullanan, temizlik ve yıkanmaktan hoşlanmayan birisiydi.

ŞİBLİ NUMANİ VE GAZİ OSMAN PAŞA

Hint alt kıtasının 19. yüzyılda verdiği en verimli meyvelerin başında gelen İslam’ın yüz akı Merhum Mevlana Şibli Numani’nin Anadolu Suriye Mısır Seyahatnamesi adlı eserini okuyunca, ecdadımızın kıymetini yine en fazla bizim takdir edemediğimize ve Pakistan Müslümanlarının bize sevgisine bir defa daha şahit oluyorsunuz. Öyle ki Şibli hazretleri, milletimiz için; “Ben kendimi Türklerin ayakkabılarına bir bağ olmaya bile layık göremiyorum” diyor..Bu nasıl bir sevgidir Allah aşkına..

Hazretin, bir de Plevne Kahramanı merhum Gazi Osman Paşa(1837-1900) ile karşılaması var ki, o da çok büyük inceliklerle dolu. “Bir gün çok sevdiğim ve derin hayranlık duyduğum, dünyanın Plevne kahramanı olarak tanıdığı, gönüllere taht kurmuş olan Gazi Osman Paşa’yı ziyarete gitmiştim. Görüşme sırasında karşılıklı derin bir saygı ve sevgi yakınlığı sergiliyorduk. Bu yüzden elini elime almış bırakmıyordum. Gönlümdeki derin saygıyı ve hayranlığa ulaşan sevgiyi bu hareketimle daha iyi göstermeye çalışıyordum. Bir ara dayanamadım ve “İslam düşmanlarına hangi elinizdeki silahla saldırdınız ? Gösterin de, müsaadenizle o eli öpeyim” dedim. Bunun üzerine o çok nazik, şerefli insan, büyük ve yiğit komutan bana; “İlme hizmet için çalışan ve durmadan yazan sizin eliniz öpülmeye daha layıktır” diyerek zorla o benim elimi öptü.” Bu sırada Mevlana Şibli 35, Paşa ise 55 yaşında idi..

SAİD ŞAMİL BEY’İN BİR ÖNGÖRÜSÜ

İnsan fıtratına ters bir sistem uzun vadede ayakta kalamaz. Bir müddet güce dayansa bile akıbet yıkılmaya mahkumdur. İşte SSCB ve uyduların tarih müzesinde yerlerini almaları buna en yakın şahitlerdendir. Darısı diğerlerinin başına..

Kafkas Kahramanı Şeyh Şamil hazretlerinin torunu, büyük dava adamı merhum Said Şamil Bey 20. yüzyılın canlı tarihlerinden, demirperde gerisindeki müminlerin çektikleri eza ve cefanın en yakın şahitlerinden idi..Devrini okuyuşu, olayları perde arkası ve figüranları ile bilmesi ve feraseti ile engin bir insan olan bu muhterem zat, 1970’lerde komünist dünyadaki kaynaşmaları da çok doğru anlamıştır. 1970’de şöyle buyurmuşlar; “Dıştan çok kuvvetli görünen ve korkutan Rusya’da yürürlülükte olan sistem hayatın normal gidişine ve insan tabiatına aykırıdır. Dıştan bir müdahale ile değil de, kendiliğinden çökecektir. Bu rejim dehşetiyle tarihte benzeri görülmemiş musibet ve felaket sahneleri ortaya koydu. Oralardan kaçan kardeşlerimize sorun, başlarından geçen çilelerle nasıl pençeleşmişler, kaçmayı nasıl başarmışlar? O devre ait hâlâ bir belgesel film yoktur. Komünizm milletin kaderine çöreklenmiş bir ejderha gibiydi, millet can ve ekmek derdine düşmüştü, yoksa neler neler yazılırdı.

Bu demirperde açılmayacak, yırtılacak; çünkü açılma normal bir hâlin ifadesidir. Allah bilir ya, bu rejim yıkılarak parçalanacaktır. Fakat, çöküşten sonra oradaki esir Türk milletlerinin durumu ne olacak? Şimdiden benim içim sızlayarak ifade edeyim ki, Hıristiyan asıllı olanlara bir çok yerden yardım yağarken, Türk devletlerine sadece menfaatçilerin eli uzanacak. Ben o günlere yetişemem ama sizler göreceksiniz.” Said Bey 1980’de Dar-ı Bekaya irtihal etti. Vefatından 10 sene sonra da dedikleri bir bir gerçekleşti. Allah Rahmet eylesin..

Ülkemizde de devrini basiretle okuyan birileri çok şükür vardı. Onlardan biri olan bir kutlu soluk, Türkiye’de solun çığ gibi büyüyüp geliştiği günlerde “SSCB’nin yıkılacağını, geride bir enkaz bırakacağını, Altın Neslin bu enkazdan mamureler çıkaracağını” müjdelemişti İçtimai Adalet Konferansında..

Ve gün geldi, devran döndü, müjdeler gerçekleşti. Altın Neslin feragat timsalleri, rehberlerinin işareti ile akın akın Anayurda göç ettiler. Kaderin yollarına su serptiği kutlular olarak nice destanlara imza atıllar..

TÜRKİSTAN’DA RUS MEZALİMİ

Seyyid Kasım Andicani…Merhum Ali Ulvi Kurucu beyefendinin hatıralarından tanıdığımız bu isim, Rus zulmünden Medine’ye hicret eden büyük bir tefsir alimidir. 15 ciltlik bir tefsir-i şerifin sahibi olan bu mübarek zat, Komünist dehşetinin Türkistan’ın saçaklarını sarmaya başladığı sıraları şöyle anlatmış; “Türkistan topraklarında annem ve beş kardeşimle yaşıyorduk. O günlerde Rus zulmü artıyor, çerçeve etrafımızda gittikçe daralıyor ve durumların çok tehlikeli olduğu haberleri geliyordu..

Gizli çalışanlara arasında olduğumdan kaçmam gerekiyordu, yoksa işkencelerin en kötüsünü görecektim. Sibirya’ya sürülüp, rejimin kölesi olacaktım veya gördüğüm şu ürküten sahneye ben de maruz kalacaktım:

Cunta’nın emriyle, Andican bölgesinde zenginlerin ne kadar paraları varsa topladılar. Yine getirin diye ısrar edince, çaresiz kalan zenginler canları pahasına neleri varsa sattılar. Mal namına hiçbir şeyleri kalmadığı halde işkenceler altında zorlanıyorlardı. Neticede şehrin dışında büyük bir çukur kazıldı ve içine yanmamış kireç dökülerek bütün Andican halkına şöyle ilan edildi; “Vatan haini bu zenginler cezaların görecekler”

İnsanlar korkudan belirtilen yere gelmek mecburiyetinde kaldılar. Vatan haini dedikleri insanları çukura attılar ve hortumla su verdiler. Sönmemiş kireç suyla temas edince yanmaya başladı. Feryat sesleri ve çırpınmalar.”

Bu dehşeti gören Seyyid Kasım Efendi çareyi kaçmakta bulur: “Afganistan hududunda bir köyde buluşup sınırı oradan geçecektik. Geceleri yürüyüp, gündüzleri saklandık. Kıyafet ve şeklimizi değiştirerek oranın köylüsü gibi görünür olduk. Hudutta bir nehre varınca nehri yüzerek geçmemiz gerekiyordu. On beş kişiden sadece üçümüz yüzmeyi biliyorduk. Diğer arkadaşlarımız orada boğuldular..”

KAYNAKLAR

1-Dünyayı Aldatanlar- Sefa Saygılı- Türdav Yayınları-İst-1998

2-Anadolu Suriye Mısır Seyahatnamesi- Şibli Numani- terc: Yusuf Karaca- Risale Yayınları- İst-2002
3-Bir Ömürden Sayfalar- Sâre Kurucu- Marifet Yayınları- İst-2002
Salih Okur(cevaplar.org)


Prof. Dr. Sinsi 08-02-2012 05:17 AM

Tarihte Bunlar Oldu
 
TARİHTE BUNLAR OLDU–10
TÜRK ASKERİNİN KORE’DE KAHRAMANLIĞI

Türk milleti “Asker Millet” kavramına en müşahhas misal olsa gerek. Eskiden beri bu yönüyle tarihte anılır olmuştur milletimiz. Mesela “Fezail-i Etrak(Türklerin Faziletleri) adlı eserin müellifi Cahız bu hususu ifade ederken “Kaçan onların elinden kurtulamaz. Kovalayan ise onlara yetişemez” der. Bediüzzaman Hazretleri “Şarkın en cesur ve kuvvetli ve kesretli kavmi ve İslâmiyet'in en kahraman ordusu olan Türk milleti’ derken bu yöne dikkat çeker. Ünlü düşünür Montesgue; “Başka milletlerin müdafaadan ümidini kestiği yerde bu milletin taarruzu başlar” derken aynı özelliğe parmak basmaktadır…

Türk askerinin bu yiğitliğini gösterdiği son karelerden biri de Kore çarpışmaları ve bilhassa 27–30 Kasım 1950 Kunuri Muharebeleridir.

Müttefiklerin 8. ordusunun kızıl Çin kuvvetlerince sarılmasına ramak kala Türk Tugayı Kunuri bölgesinde sel gibi gelen düşmanı mucizevî şekilde durdurmuş ve dostu düşmanı kendisine hayran etmişti.

Aşağıda bu büyük zaferden sonra dünya çapında gelen yankılardan bir demet sunuyoruz:

Türk Tugayı 8. Orduya üç altın gün kazandırdı.” Amerikalı General Marshall “Türk Kuvvetleri Kore’de yaptığı savaşlarda ümidin fevkinde bir başarı göstermiştir. Kahramanlığınızla övünebilirsiniz.” General Collins (ABD) “Binlerce Birleşmiş Milletler askerinin muhakkak bir çemberden kurtuluşunu Türk askerinin kahramanlığına borçluyuz.” İngiliz Savunma Bakanı Amanuel Shivell “Batı Dünyası Türk askerinin maneviyatı derecesinde asker yetiştirmeye muvaffak olursa, Avrupa rahat yaşayabilir.” İspanyol Basını

Türklerin yaptığı savaşlarda gösterdikleri kahramanlıkları anlatacak bir kelime bulmak şu anda mümkün değildir.” Batı

Alman Basını

BİR ÂLİM’İN FERASETİ

Kişi ve olayları doğru okuma, bir işin bidayetinden, nihayetine erme de diyebileceğimiz Feraset, bazı kişiler de doğuştan mevcuttur. Zamanla güdükleşebilir de, gelişebilir de..Hele müminin feraseti…Feraset “basiret” ile eş anlamlı kullanılırsa da, muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi aralarındaki ayrıma feraseti “basiretin daha da derinleşmesi” olarak işaret eder.

Feraset veya basiretin açık olmasında takvanın önemli bir yeri vardır. Şah-ı Kirmani bu hususta şöyle der: “İnsan haramlara karşı gözünü kapar, şehevani duygulardan elini eteğini çeker, iç dünyasını murakabe ile dış alemini de Sünnet-i Seniyyenin ihyası ile onarır ve her zaman helal dairesinde kalabilirse, böyle biri ferasetinde yanılmaz..”

İşte böyle olmuş bir müminin keramete varan ileri görüşünü konu edinelim istedik. İstiklal Savaşının Sarıklı mücahidlerinden eski Gerede Müftüsü merhum Ahmed Kemaleddin Üstün Hocaefendi, pederleri müderris Hacı Emin Efendi hakkında şunları yazmakta: “Yukarıda babam hakkında “zahiri göz âmâlığına mübtela” demiştim; çünkü babamın basireti(kalb gözü) açıktı. Buna dair bir iki misal vereyim. Sözlerinden birisi şöyledir; Yeniden medrese yapmak isteyen kimselere: “Bu Abdülhamid devrinin ilerisi karanlık görünüyor; elde olanla iktifa edelim. Zaman gelir ki, bu medreselerde köpekler yavrular” derdi.

Bir başka sözü Otuz bir Mart Faciası hakkındadır; “Bu Mart ayını muhataralı(tehlikeli, korkulu) görüyorum” demişti. Martın otuzuncu günü dedim ki: “Baba bugün mart otuzdur” Buyurdular ki: “Mart otuz bir çeker. Yarın ki günü selamet ile geçirebilirsek seviniriz.” Gerçekten ertesi gün otuz bir Mart’da ne facialar oldu.

Başka bir sözü; “Boş boş durmayın, ilim kazanın. Zaman gelir, büyük bir ilim ihtiyacı olur, az ilmi olan kişinin başına toplanırlar. Ömrünüz yeterse halkın işine yararsınız.

HAYAL KIRIKLIĞI

Kemaleddin Üstün Efendi, hal tercümesinde İstiklal Harbi sonrası yaşanan büyük kırılmaya da işaret ediyor: “Gerede’ye dönerek, babamdan miras medresede tedris heveslerinde iken, çeşitli belalar doğuran o meş’um(uğursuz) Birinci Cihan Savaşı çıktı. Ben de asker olup, sıhhiye memurluğu ile Avanos kazasını boylayarak, dört sene süren cihan savaşını bitirdik. Derken Milli Mücadele denilen savaş çıktı. Bu savaşa ne dindar kişiler katıldı. Buhariler, hatimler okunarak, düşman vatandan atıldı. Medreseler açıldı, gürül gürül dini, ahlaki dersler okunmaya başladı. Ben ve emsalim hiç ivaz(karşılık) düşünmeyerek, fahri dersler aldık. Biraz sonra birer maaş veya avcı yemi ile taltif olunduk. Öyle sandık ki, Asr-ı Saadetten pırıltılar geliyor.

Böyle zevkli zevkli derslerle meşgul iken ansızın çıkan yıkıcı, yakıcı, her şeyi alt üst edici bir fırtınada neye uğradığımı şaşırdım. Biraz önce birer ibadet ve fazilet olan Kur’an okumalar, ilimler, zikirler, tesbihler, birer ağır suç sayıldı. Canlarıyla, mallarıyla savaşlara katılan ne dindar hocalar ve imamlar, sarıkları boyunlarına dolanarak zindanlara atıldı. Bu, büyük bir imtihandı. Nitekim Araf Suresinin 154. ayet-i kerimesinde buyuruluyor ki; “Allahım, bu senin hususi bir imtihanından ibarettir. Sen dilediğini yoldan çıkarırsın. Dilediğine de yolu buldurursun. Sen bizim yârımızsın; artık bizi yarlığa, bizi bağışla. Sen yarlığayanların hayırlısısın.”

DİNLER ARASI DİYALOG VE ABDÜRREŞİD İBRAHİM

Diyalog faaliyetlerine ters köşeden bakanlar yine meselenin esprisini anlayamayacaklar, ama merhum alim Abdürreşid İbrahim tam 100 sene öncesinden bu meseleleri öyle bir ele almış ki, dersiniz ki bizimkilerin mağara mollalıklarına bedel, bu asil insan bizden yüz bin adım ileride..

Alem-i İslam adlı hatıratında bir Protestan’a şu sözleri söylediğini görüyoruz: “Doğrusu Hıristiyanlarla Müslümanların arasını bulmak insanlığa en büyük hizmettir. Siz bu cihete ihtimam ederseniz hakikaten medeniyet âlemine en büyük bir vazife ifa etmiş olursunuz; zira bu gün sizinle bizim aramızda olan ihtilaf insanlar için ileride gayet müthiş kan deryalarının kaynağıdır, neuzibillâh. Bir gün gelecek küre-i Arz’ı kan ile boğacağız, insanlar kan tufanında boğulacak, bu muhakkaktır.

KAYNAKLAR

1-Kalbin Zümrüt Tepeleri–1-M. Fethullah Gülen-Nil Yayınları- İst–2004

2-Kalbin Zümrüt Tepeleri–2 -M. Fethullah Gülen-Nil Yayınları- İst–2001

3–54 Farz Şerhi-Ahmed Kemâleddin Üstün- Bedir Yayınevi- İst-1994

4-Âlem-i İslam- Abdürreşid İbrahim- İşaret Yayınları- İst–2003

5-Şualar-Said Nursi-Sözler Yayınevi- İst–1993

6-Çağ Ve Nesil- M. Fethullah Gülen- Nil Yayınları-İzmir–2000

7–20. Yüzyıl Ansiklopedisi-Tercüman Gazetesi Yay-İst–1990
Salih Okur(cevaplar.org)


Prof. Dr. Sinsi 08-02-2012 05:17 AM

Tarihte Bunlar Oldu
 
TARİHTE BUNLAR OLDU-11
İKBAL’İN MÜŞAHEDESİ

İtalyanların Libya’ya saldırdığı elim günlerde(1912) Pakistan’ın dev mütefekkir ve şairi Muhammed İkbal’in enteresan bir müşahedesi vardır. Bediüzzaman’ın “Rüyada Bir Hitabe”si gibi.. O sıralar Lahor’da Müslüman halk büyük bir protesto mitingi düzenlemişlerdi. Hatipler güzel konuştular, heyecanlı konuştular. “Âlem-i İslam’ın 20. asırda derdini bütün ağırlığıyla sırtında taşıyan birkaç insan vardı. Bunlardan bir tanesi de o gün o konuşmalar manzumesinin kafiyesini koyacak beyaz urbalı nurani insandı. Belliydi âlem-i İslam’ın derdini çektiği… İki büklümdü” “El hak Asrımızda dertli insanımızın dertli nağmelerine kafiye koyan o olmuştu” O zat Muhammed İkbal’den başkası değildi.

Hissiyatın alabildiğine zirveye çıktığı dakikalarda, Urduca yazdığı şu şiiri okudu, okudu ve canı dudağına gelmiş mahşeri kalabalığı lerzeye getirdi; “Dünyanın insanı çok muzdarip eden hallerinden çok sıkılmış, başka bir âleme göçmüştüm. Melekler beni Hz. Muhammed’in(ASM) huzuruna getirdiler. Peygamberimiz(SAV) sordu: “Bana o âlemden bir hediye getirdin mi?”

“Ya Resulullah” dedim “Dünyada huzur ve rahat kalmadı. Arzu ettiğimiz hayat ele geçmiyor. Varlık bahçelerinde binlerce lale ve gül var. Fakat hiçbirinde vefa kokusu yok. Buna rağmen huzurunuza hediye olarak bir şişe getiriyorum. Bu şişenin içinde o derece kıymetli bir şey varır ki, bunu cennette dahi bulmak imkânsızdır. Bu şişede ümmetimizin şerefi vardır. Bu şişede Trablus şehitlerinin kanı vardır.”

Herhalde Fahr-ul Âlem(SAV)den bir müjde almış olmalı ki, sonradan bir manzumesinde şöyle haykıracaktır; “Osmanlıların üzerine kederden bir dağ yığılmışsa sen üzülme, çünkü yüz bin yıldızın kanı dökülmeden şafak sökmez.”

AVRUPA’NIN İSLAM HAKKINDA BİLGİLERİ

Büyük araştırmacı, allame Şibli Numani, Batı dünyasının dinimiz hakkındaki ürpertici cehaleti hakkında şunları yazmaktadır: “Avrupa, bir süre öncesine kadar İslâm hakkında hiç bir şey bilmiyordu. Bir şey­ler öğrenmeye karar verdiği zaman da uzun süre boyunca insanı hayrete düşüren, asılsız düşünce ve vehimlere takılıp kaldı. Avrupalı bir yazar şöyle der:

"Hıristiyanlık, İslâm’ın doğduğu dönemden bugüne kadar asırlar geçtiği hal­de İslâm üzerinde ne bir araştırma yapabilmiş, ne de onu anlayabilmiştir. O sade­ce korkudan titremiş ve ona karşı koymak için kendisine verilen emri yerine ge­tirmiştir. Ama Fransa'nın tam ortasında müslümanlar ilk defa durduruldukların­da, onların önünden kaçmakta olan Avrupalılar geriye dönüp baktıklarında gör­düler ki, kendilerini bir hayvan sürüsü gibi kovalamakta olan köpek uzaklaşıp git­mektedir."

Avrupalıların müslümanları nasıl tanıdıklarını ünlü Fransız yazar Henry de Castry Arapça'ya tercüme edilen kitabında şöyle anlatıyor:

"Orta Çağ Avrupası'nda Îslâm hakkındaki yaygın olan hikayeleri ve hurafele­ri müslümanlar duydukları zaman ne diyecekler bilmiyoruz. Müslümanların din ve inançlarını tanımadıkları için uydurulan bütün bu hayali destanlar ve yazılan şiirler, kin ve nefret doludur. Bugün Avrupa'da hâlâ devam eden Îslâm hakkında­ki yanlış düşünce ve kötü kanıların sebebi işte bu eski bilgilerdir. Her Hıristiyan şa­ir, müslümanları putperest kabul etmekteydi. Aşağıda sıralandığı şekilde müslümanların üç ilahı olduğuna inanıyorlardı: 1- Mahom veya Mahon ya da Mafomid, 2. Uplin, 3. Tramagan.

Onların düşüncesine göre; Muhammed Sallallahu aleyhi vesellem, dininin te­melini, kendinin ilah olduğu iddiası üzerine kurmuştu. Çok daha enteresanı şudur ki, -gerçekte putları kıran ve putların amansız düşmanı olan- Hz. Muhammed'in, insanları altından yapılmış kendi putuna tapmaya davet ettiğini ileri sürüyorlar ve şöyle diyorlardı: Hıristiyanlar İspanya'da müslümanlara galip gelip de onları Zaragosa surlarına kadar sürünce, müslümanlar geri dönüp putlarım parçaladılar. O dönemin büyük putu olan ilah Uplin bir mağarada bulunuyordu. Ona saldırdılar, çok ağır sözler söylediler, küfürler ettiler ve iki kolunu kırarak bir direğe astılar, ayaklarının altına alıp çiğnediler, sopalarla vura vura parçaladılar. İkinci ilahları olan Mahom'u bir çukura attılar. Domuzlar ve köpekler dişleriyle onu paramparça ettiler. Daha Önce hiçbir ilah böyle hakarete uğramadı. Müslümanlar daha sonra gü­nahlarından tevbe edip yaptıklarından dolayı putlarından özür dilediler ve parça­lanan putlarını tekrar yaptılar. Bunun üzerine Kral Şarl, Zaragosa'ya girince adam­larına bütün şehri araştırmalarım emretti. Onlar da mescidlere girerek, camilere da­larak ellerindeki demir çubuklarla Mahom'u ve diğer bütün putları parçaladılar.'

Yine, bir şair olan Richard ise Allah'a dua ederek: "Mahom putuna tapanları yenmeyi nasip etmesini diliyordu' Daha sonra aynı şair Haçlı savaşlarına katılma­ları için kralları şu cümlelerle teşvik ediyor: 'Kalkınız, Mafomid ile Tramagan put­larını deviriniz ve onları ateşe atın da onları kendi ilahınıza kurban ediniz."

Bu tür düşünce ve kanaatler bir süre devam etti…

İSLAM ÂLEMİNİN BİZE BAKIŞI

Hamdullah Suphi Tanrıöver 4.11.1914’de yazdığı bir yazıda şöyle diyor: “Siz bir Müslüman gözünde din kardeşliği ne demektir bunu takdir edebilir misiniz? İngiltere kralının has meclisinde adli kısım azasından ve Hindistan’ın en tanınmış ricalinden Seyyid Ömer Ali bu konuda şöyle diyordu: “Türkiye İtalya muharebesi esnasında Müslüman tacirler Kalküta’da yaptıkları gayet büyük bir toplantıda, bir ferdi müstesna olmamak üzere İtalya ile alışveriş etmemeye namusları üstüne yemin ettiler. Ve o dakikadan itibaren ellerinde ne kadar İtalyan eşyası varsa, hepsini yaktılar.”

Biz, yine Balkan muharebesi esnasında Rusya’daki kan ve din kardeşlerimizin bayram yapmadıklarını, ziyaret kabul etmediklerini, hatta geceleri evlerinde kederlerini göstermek için ışık yakmadıklarını biliyor muyuz?

Türkistan’da, İstanbul’a doğru Bulgar askerinin yürüdüğü haberi yayıldığı gün, bıçakla boğazını keserek intihar eden ihtiyarlar görüldü.

Azerbaycan’da şehbenderimiz Salim Bey’e yerler akın akın müracaat ederek haber soruyor ve burada ordularımızın yenilmesini, kendi felaketleri sayarak “bizim halimiz ne olacak” diye ağlıyorlardı.

Geçenlerde İstanbul’a gelmiş Rusyalı bir Müslüman “belki ben hayatımda Türk bayrağı bizim topraklara girdiğini görmek ve selamlamak saadetini idrak edemeyeceğim. Allah’ım, ne olurdu, hiç olmazsa mezarımın üstünden Türk süvarilerinin gezdiğini duymak bana nasip olsaydı diye niyazda bulunuyordu.”

Not: En alttaki fotoğraf Hamdullah Suphi beyin bahsettiği Seyyid Ömer Ali'ye aittir.

TEK MÜTEFEKKİR

Geçenlerde yüreğimizin bamteline dokunan bir sohbette, Bediüzzaman hakkında “bu zatın hiçbir şeyi olmasa, sadece dik duruşu yeterdi” şeklinde bir ifade duymuştum, gerçekten çok hoşuma gitmişti. Daha sonra Yeni Devir adlı bir mecmuanın Ocak 1981’de merhum Cemil Meriç’le bir söyleşisine rastladım. Orada Bediüzzaman ile alakalı aynı şekilde bir tespitte bulunuyordu büyük mütefekkir. O kısmı aynen alıyorum:

İhsan Işık:Sormak istediğim şuydu; “Vaka-i Hayriye’den beri bizde İslam tefekkürünün büyük isimleri çıkmamıştır” diyorsunuz..Bunun..

-Çıkmamıştır..Said-i Nursi var. Hürmete layık başka bir adam tanımıyorum. Ben “Müslüman mütefekkir” deyince, celadetiyle, cihadiyetiyle onu tanıdım, başka tanımadım. Hepsi de pırt deyince kaçan firar eden adamlar. Bir tane, başka görmedim ki..Tanzimat’tan sonra büyük İslam mütefekkirleri yok. Olsaydı, zaten bu hale gelmezdik. Hiçbir mücadele olmadı. Giyin dediklerini giydik, atın dediklerini attık. Dili de mahvettik. Bütün bu cinayetler olurken, herkes pustu, sindi, tek sesini çıkaran Said-i Nursi oldu, o kadar.”

KAYNAKLAR

1-Yunan Mezalimi- Kadir Mısıroğlu-Sebil Yayınevi- İst–1979

2- Tarih Şuuruna Doğru–2- İbrahim Refik-Albatros Yayınları- İst–1997

3-Siret-ün Nebi-Mevlana Şibli Numani- terc: Yusuf Karaca-İz Yayınları- İst–2005

4-Cemil Meriç İle Söyleşiler-derleyen: Mehmet Tekin- Çizgi Kitabevi- Konya–2003
Salih Okur(cevaplar.org)


Prof. Dr. Sinsi 08-02-2012 05:17 AM

Tarihte Bunlar Oldu
 
TARİHTE BUNLAR OLDU-12
BİR YAHUDİNİN İHTİDASI

T.Arnold, İntişâr-ı İslâm Tarihi’nde şöyle diyor: “Macar müsteşriki Goldziher’in Paris’te çıkan Revue des Etudes Juives isimli Musevî mecmuasında bahis mevzu ettiği ibretli bir ihtida vak’asını bu münasebetle arz etmeden geçemeyeceğiz. Vak’a şudur: Milâdın 1298. (Hicretin 698.) senesinde İskenderiyeli bir Musevî’ye, bir Cuma günü, tutulduğu şiddetli hastalık esnasında gaipten bir ses Müslümanlığı kabul ve ilan etmesini ihtar eder. Sonradan Hasan oğlu Saîd adını alan bu zât diyor ki: “Camiye girdiğim zaman, cemaatin melekler gibi saf saf durduklarını gördüm ve o anda içimden bir ses duydum ki, ‘Eski peygamberler tarafından geleceği haber verilmiş cemaat işte bu cemaattir!’ demek istiyordu.

Hutbeyi okuyan zât hutbeyi ‘İnnallâhe ye’muru bi’l-adli ve’l-ihsân…’ âyetiyle sona erdirip siyah cübbesiyle mihraba doğru ilerlediği zaman vücudumu bir ürperti kapladı. İbadet başlayınca beni bir kuvvet titretti. Müslümanların safları bana insanların değil, meleklerin safları gibi görünüyordu. Onların huzû ve huşû ile yaptıkları rükû ve secdelerinde Cenab-ı Hak yüksek varlığından alâmetler izhar ediyordu. İçimden gelen ses, ‘Eğer Allahu Teâlâ Benî İsrail’e müteaddit asırlar içinde iki defa hitapta bulundu ise, hiç şüphe yok ki, bu halka her vakit ibadetlerinde hitap ediyor!’ diyordu.

Zihnen kanaat getirdim ki, Allah beni Müslüman olmak için yaratmıştır.”

ŞERİF HÜSEYİN’İN İTİRAFI

Lawrence’nin gayretleri ile Osmanlıya ayaklanan Arap şeyhi Şerif Hüseyin, daha sonra gözden düşmüş, İngilizlerin ona karşı İbn-i Suud’u desteklemeleri üzerine Hicaz’dan kovulmuş, Kıbrıs’a sığınmış ve perişan bir vaziyette ölmüştür. Ölmeden evvel şöyle demişti; “Bu bizim başımıza gelenler ve gelecekler, velinimetimiz, koruyucumuz ve asırlar boyunca efendimiz olan Osmanlı devletine karşı giriştiğimiz isyanın bir cezasıdır.”

Onun, İngilizler tarafından Ürdün kralı yapılan oğlu Abdullah da Amman’da Türk büyükelçisi Cemal Erkin’e şöyle diyecekti; “Korkarım ki, Osmanlıya olan ihanetimizin bedelini ileride çok ağır bir biçimde ödeyeceğiz.”

BİR ORYANTALİST GEZGİNİN KOMİK YALANI

19. yüzyıl’ın sonu ile 20. asrın başı itibarı ile en parlak devrini yaşayan oryantalistlerin, şuuraltımıza verdikleri zararı dile getirmek nerdeyse imkânsızdır. Ondan dolayıdır ki büyük bir âlimin bir sohbetinde dinlediğim şu sözler ayn-hakikattır: “Yirminci asırda âlem-i İslam’ın en yaman hasmı müsteşrikler olmuştur.”

Bu insanların bir kısmının, eserlerini nasıl bir halet-i ruhiye içinde yazdıklarına dair güzel bir hatırayı Mehmed Akif’in bir yazısında gördüm. Şöyle diyor merhum şair; “Vakıa Garplı seyyahlar, Şark’ı da gezerek birere seyahatname yazmışlarsa da onlara ne dereceye kadar itimad olunabilir, bilemem. İbrahim Bey merhum ile bir gün Şam’da oturuyorduk. Söz kendisinin Avrupa’daki müsteşriklerle buluştuğu devre intikal etti. Burada ismini söylemek biraz kabalık olacak, bir müsteşrik kendisine Tibet hakkında yalan yanlış bir yığın malumat verirken, sol elini göstererek; “Bak! Benim bu elim işte orada sakat oldu” demiş. İbrahim Bey o vakıayı yine o memlekette birine anlatınca karşısındaki; “Hay maskara herif! Size böyle söyledi ha? Ayol o anadan doğma sakattır. Hatta çocukken biz onu çolak! çolak! diye kızdırırdık” demiş

KAYNAKLAR
1-Köksal, M.Â. İslâmiyet ve Hıristiyanlık Hakkında İki Risale İstanbul, 2000

2-Tarih Şuuruna Doğru- İbrahim Refik- Albatros Yayınları-İst-1997

3-Mehmed Akif Külliyatı-Cilt: 5-İsmail Hakkı Şengüler- Hikmet Neşriyat- İst-1990
Salih Okur(cevaplar.org)


Prof. Dr. Sinsi 08-02-2012 05:17 AM

Tarihte Bunlar Oldu
 
TARİHTE BUNLAR OLDU-13
YUNAN ORDUSUNUN BİR VAHŞETİ

İstiklal Harbimizin mücahitlerinden merhum Mehmed Emin Haksever(1893–1989) tabanları kaba yerlerini döverek kaçan Yunan ordusunun yaptığı bir zulmü şöyle anlatmış; “Yunanlıları kovalıyoruz. Geriden dağlara bakıyoruz. Her taraf öbek öbek bembeyaz. Mevsim kış değil ki kar olsun. Peki ya nedir bu? Doğrusu pek kestiremedik ne olduğunu.. Ancak yaklaştığımızda gördük ki, Yunanlılar kaçarken binlerce koyunu telef etmişler. Meğer gördüğümüz bu ölü koyunlarmış.”

BU İNSANLARA MİNNET BORÇLUYUZ

Mehmed Emin Haksever merhumun hatıralarında da gördüğümüz gibi, İstiklal Harbi büyük zorluklarla pençeleşerek kazanılmış bir savaştır. Anlattığına göre, hayvanlar yiyecek yem olmadığı için açlığın şiddetinden sırtlarındaki samandan örülü semerleri yemeğe başlamışlar. Asker de aynı durumda. Yiyecek yok. Çaresiz, hayvan dışkılarındaki sindirilmiş taneleri toplamışlar. Palas ve ayakkabılarını, ağaç köklerini hâsılı, yiyeceğe benzeyen ne varsa hepsini yemek zorunda kalmışlar. Ruhlarına binler fatihalar.

AHMED EMİN YALMAN VE ATATÜRK

Ahmed Emin Yalman Türkiye’nin meşhur dönmelerindir. İslam düşmanlığı ile maruf bu zatla alakalı ilk meclis mebuslarından İbrahim Arvas (Abdülhakim Arvasi’nin yakın akrabası) şu hatırayı anlatıyor hatıratında: “Bir gün Mustafa Kemal Paşa meclisteki Reis-i Cumhur salonundan çıkmak üzere iniyordu. Büyük koridorda elliden fazla mebus vardı. Yalman kendisine tazim ve hürmetlerini arz etmek üzere merdivenin dip tarafında duruyordu. Yerden kandilli bir temenna ile eğildi. Kalkınca kendisini tanıyan Reis-i Cumhur; “Vay herif! Sen beni tazim etmeye mi geldin? Def olup git memleketten. Elimi kana bulaştırma. Ben hayatta iken sen bu memlekette yazamazsın” dedi ve kapıdan çıkıncaya kadar Yalman’a küfür savurarak gitti.” Ertesi gün Türkiye’den ayrılan Yalman ancak Gazi’nin ölümünden sonra yurda dönebilir.

YUNUS NADİ BEY VE YAPTIKLARI

İbrahim Arvas’ın hatıratında anlattığına göre, Cumhuriyet Gazetesinin kurucusu Yunus Nadi, o sıralarda birçok suiistimale bulaşır; “Yunus Nadi Bey birçok eşikleri öpmekle ve bin bela ile ancak yakasını kurtardı. Bunun üzerine Reis-i cumhur kendisini çağırdı: “Yunus Nadi bey, sen benim şerefimle oynuyorsun. Hangi Yahudi şirketini tetkik edersek, kulakların şirketin arkasında görünüyor. Sen Cumhuriyet’i çıkaracak bir şahsiyet değilsin. Yarından itibaren gazeteyi çıkarmayacaksın. Aksi takdirde seni toprak altı ederim.” Ertesi gün Cumhuriyet Gazetesi kapandı. Beş altı ay kapalı kalan Cumhuriyet Gazetesini açmak için Yunus Nadi Bey bin bir eşik öptü.”

KAYNAKLAR:

1-Tarihi Hakikatler- İbrahim Arvas- Biyografi Net Yayınları- İst–2005

2-Allah Dostları- Cilt–3- Ethem Cebecioğlu- Alperen Yayınları- Ankara–2002
Salih Okur(cevaplar.org)


Prof. Dr. Sinsi 08-02-2012 05:18 AM

Tarihte Bunlar Oldu
 
TARİHTE BUNLAR OLDU-13
YUNAN ORDUSUNUN BİR VAHŞETİ

İstiklal Harbimizin mücahitlerinden merhum Mehmed Emin Haksever(1893–1989) tabanları kaba yerlerini döverek kaçan Yunan ordusunun yaptığı bir zulmü şöyle anlatmış; “Yunanlıları kovalıyoruz. Geriden dağlara bakıyoruz. Her taraf öbek öbek bembeyaz. Mevsim kış değil ki kar olsun. Peki ya nedir bu? Doğrusu pek kestiremedik ne olduğunu.. Ancak yaklaştığımızda gördük ki, Yunanlılar kaçarken binlerce koyunu telef etmişler. Meğer gördüğümüz bu ölü koyunlarmış.”

BU İNSANLARA MİNNET BORÇLUYUZ

Mehmed Emin Haksever merhumun hatıralarında da gördüğümüz gibi, İstiklal Harbi büyük zorluklarla pençeleşerek kazanılmış bir savaştır. Anlattığına göre, hayvanlar yiyecek yem olmadığı için açlığın şiddetinden sırtlarındaki samandan örülü semerleri yemeğe başlamışlar. Asker de aynı durumda. Yiyecek yok. Çaresiz, hayvan dışkılarındaki sindirilmiş taneleri toplamışlar. Palas ve ayakkabılarını, ağaç köklerini hâsılı, yiyeceğe benzeyen ne varsa hepsini yemek zorunda kalmışlar. Ruhlarına binler fatihalar.

AHMED EMİN YALMAN VE ATATÜRK

Ahmed Emin Yalman Türkiye’nin meşhur dönmelerindir. İslam düşmanlığı ile maruf bu zatla alakalı ilk meclis mebuslarından İbrahim Arvas (Abdülhakim Arvasi’nin yakın akrabası) şu hatırayı anlatıyor hatıratında: “Bir gün Mustafa Kemal Paşa meclisteki Reis-i Cumhur salonundan çıkmak üzere iniyordu. Büyük koridorda elliden fazla mebus vardı. Yalman kendisine tazim ve hürmetlerini arz etmek üzere merdivenin dip tarafında duruyordu. Yerden kandilli bir temenna ile eğildi. Kalkınca kendisini tanıyan Reis-i Cumhur; “Vay herif! Sen beni tazim etmeye mi geldin? Def olup git memleketten. Elimi kana bulaştırma. Ben hayatta iken sen bu memlekette yazamazsın” dedi ve kapıdan çıkıncaya kadar Yalman’a küfür savurarak gitti.” Ertesi gün Türkiye’den ayrılan Yalman ancak Gazi’nin ölümünden sonra yurda dönebilir.

YUNUS NADİ BEY VE YAPTIKLARI

İbrahim Arvas’ın hatıratında anlattığına göre, Cumhuriyet Gazetesinin kurucusu Yunus Nadi, o sıralarda birçok suiistimale bulaşır; “Yunus Nadi Bey birçok eşikleri öpmekle ve bin bela ile ancak yakasını kurtardı. Bunun üzerine Reis-i cumhur kendisini çağırdı: “Yunus Nadi bey, sen benim şerefimle oynuyorsun. Hangi Yahudi şirketini tetkik edersek, kulakların şirketin arkasında görünüyor. Sen Cumhuriyet’i çıkaracak bir şahsiyet değilsin. Yarından itibaren gazeteyi çıkarmayacaksın. Aksi takdirde seni toprak altı ederim.” Ertesi gün Cumhuriyet Gazetesi kapandı. Beş altı ay kapalı kalan Cumhuriyet Gazetesini açmak için Yunus Nadi Bey bin bir eşik öptü.”

KAYNAKLAR:

1-Tarihi Hakikatler- İbrahim Arvas- Biyografi Net Yayınları- İst–2005

2-Allah Dostları- Cilt–3- Ethem Cebecioğlu- Alperen Yayınları- Ankara–2002

Salih Okur(cevaplar.org)

Prof. Dr. Sinsi 08-02-2012 05:18 AM

Tarihte Bunlar Oldu
 
TARİHTE BUNLAR OLDU-14.
İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI VE NECİP FAZIL’IN BİR ÖNGÖRÜSÜ

Merhum Necip Fazıl, keskin zekâsının yanında öngörüsü de fevkalade inkişaf etmiş bir şahsiyet. Şairlerin ortak bu yönünü bir mısraında kendisi de ifade eder ya; Ben şairim, gaybı kurcalayan çilingir, Canlı cenazelerinin başında münker nekir”

Merhum, sanırım bir zaman Süveyş kanalı ile alakalı bir meselede de bütün meslektaşlarının aksine bir görüş savunmuş ve hatta şöyle demiş;

“Eğer orası Mısır’sa ben de bu fikrimde musırrım”(ısrarlıyım) Ve hadise onun dediği gibi cereyan etmiş.

Geçenlerde yeni bir eserinin piyasaya arz edildiğini gördüm. İkinci Dünya Savaşı sırasında yazdığı günlük yazılardan derlenmiş(Savaş Yazıları–2 Cilt- Büyük Doğu Yayınları)

Orada savaşın başlamasından 2 ay kadar önce şu enteresan kanaatlerini zikrediyor Üstad; “Artık atacağı herhangi bir adımın harp demek olacağını kavrayan Almanya o adımı atacak mı, yoksa attığı kadarına razı olup oturacak mı?

Bence o adımı atacak. Çünkü bu hususta içeriye ve dışarı karşı taahhüt altında. Esasen bundan sonra geçecek her saniye rakibinin lehinde ve kendisi aleyhindedir(*)

Yani Almanya, şeametli(uğursuz) adımı atacaksa derhal atmaya veyahut o adımı atmak imkânına her an biraz daha yakından veda etmeye mecbur.

1939 yaz veya sonbaharında Almanlardan bir sürpriz beklediğimi kaydederek yazımın imza yerine gelmiş bulunuyorum. Bakalım hadiseler beni yalancı mı, doğrucu mu çıkaracak? Mümkün olsaydı yalancılığı şimdiden kabul ederdim.”

(*)Enteresandır, Führer de, en yakınlarından Bormann’a 1945’de dikte ettirdiği notlarında Alman generallerinin ordunun hazır olmadığını ileri sürüp savaşın 1943’de başlatılmasını istemesine rağmen, kendisinin 1938 en geç 1939’da harbin başlamasında ısrar ettiğini anlatır. Üstadın zikrettiği aynı sebepten)

SARI IRK HAKKINDA İKİ GÖRÜŞ

Sosyal hadise ve çalkantıları doğru inceleyebilen içtimaiyatçılar, gelecekte insanlığın başına Çin ve Zenci tehlikelerinin musallat olacağını söylemekteler. Bu konuda iki görüşü aktarmak istiyoruz. İlki Necip Fazıl’ın bahsettiğimiz eserinden; “Garplı bir mütefekkir Avrupa’nın sonunu göstermek isteyen bir eserinde onlar için(Sarı Irk) şöyle demişti; “Göreceksiniz, bir gün gelecek sarı ırkın yarım adam boyundaki çocukları Avrupa’yı istila edecek, harp meydanlarındaki ölülerimizin ağızlarını açıp altın dişlerini sökecek.”

Diğer bir kanaat de muhterem bir âlimimizden. O da şöyle diyor;“Kehanet değil, mesela çok yakın bir gelecekte şu kadar sene sonra, 15 ile 20 sene içinde Çin hortlaması olacaktır. Mesela diyorum ben, mesela deyince temsilde hata olmaz. Bu Çin hortlaması öyle bir zamanlar Timurlengin, Cengiz'in, Hülagu'nun veya Abaka Han'ın işgali ta Sivaslara kadar geldiği gibi, o dalgalanmalar da ta Sivaslara kadar, Anadolu içlerine kadar gelecektir. Anadolu insanı kaçacak yer bulamayacaktır. Ve onu, dünyayı bir zenci işgali takip edecektir.”

Ne dersiniz? Yecüc Mecüc istilasını hatıra getirmiyor mu?

“ELBETTE EV YIKANIN OLUR HANESİ VİRAN”

Bir devrin kılıçlaşan kalemlerinden Sebilürreşad Dergisi sahibi Serez’li Hafız Eşref Edip Fergan, bu milletin dinine karşı emsali görülmemiş suikastları “Kara Kitap” adlı eserinde bütün dehşetiyle anlatmıştır. Yazılanları okurken ürpermemek mümkün değildir. İşte bir misal;

“Cümlece malumdur ki, Halkçılar, evvela memlekette din müesseslerini kapatmakla, dine karşı İslam dinine karşı taarruza başladılar. Din müesseselerinde okuyan kırk bin din talebesini bir anda sokağa döktüler. Kırk bin din talebesi, yatakları omuzlarında, sokaklarda perişan bir halde, gözyaşları dökerken, onlar iyşü işret sofralarında rakılar, viskiler,

Şampanyalarla, zevk ve kahkahalarla, sabahlara kadar icra-yı şâdümani eylediler. Maarif vekillerinin, şampanya kadehini kaldırarak; “Bugün kırk bin yobazın yuvalarını tarumar ettim” diye attığı nâralar, hâlâ milletin kulağında çınlamakta, kalbini tutuşturmaktadır. Bu cüretkâr vekilin, bilahare bağırsağı patlayarak, kazuratı ağzından geldi. O halde cehennemi boyladı.”

İnsan bunları okuyunca büyüklerimizin şu sözünü demeden edemiyor;

“Zalim bir zulme giriftar olur ahir,

Elbette ev yıkanın olur hanesi viran.”

Kaynaklar

1-Savaş Yazıları–1- Necip Fazıl Kısakürek- Büyük Doğu Yayınları-İst–2006

2- Kara Kitap- Eşref Edip-Sebilürreşad Neşriyat Bürosu- İst- 1967- 2. baskı
Salih Okur(cevaplar.org)


Prof. Dr. Sinsi 08-02-2012 05:18 AM

Tarihte Bunlar Oldu
 
TARİHTE BUNLAR OLDU-15
KUVVET DENGESİNİ HESAPLAMAK VEYA HESAPLAYAMAMAK

Çok değerli bilgileri ve düsturları ihtiva eden Prizma adlı bir şaheserde şöyle bir harp düsturu okumuştum: “Taarruz eden taraf, her yönüyle taarruz edeceği taraftan en az beş, altı (hatta on) kat üstün olmalıdır.” Müellif bununla alakalı şu hadiseyi de hatırlatıyordu: “Nitekim o gün(Pearl Harbour baskını öncesi–1941) Japon genelkurmayı, böyle bir taarruzun hata olacağını söylüyor ve savaşa istekli görünmüyordu. Hatta Japon genelkurmayı, Amerika’yı inindeki arslana benzetmiş ve “uyuyan aslanı uyandırdınız ve üzerinize saldırttınız” demişti. Bir asker gözüyle hâdiselerin değerlendirilip söylenmesi elbette mühimdi. Ama o günün Japon devlet adamları, bunu ancak belli bir tecrübeden sonra anlayabilmişlerdi.”

Geçenlerde mütalaa ettiğim Dünya Savaş Tarihi adlı eserde bunu teyid eden şu satırlara rastladım: “Pearl Harbour saldırısının mimarı Amiral Yamamato ülke yöneticilerini şöyle uyarmıştı: “Teksas’taki otomobil fabrikalarını ve petrol yataklarını gören herkes Japonya’nın birleşik devletlerle savaşamayacak güçte olduğunu anlar. Eğer savaşa girersek, size altı ay çok iyi savaşacağımızı garanti edebilirim. Ama daha sonra ne olacağına dair hiçbir garanti veremem.”

HASRET KALDIK ESKİ İSTİBDADA BİZ”

Merhum İkinci Abdülhamid han’ın batının insafsız kurtları ile dans edebilmek için mecbur olduğu olağanüstü hal dönemi mi diyelim, istibdad dönemi mi diyelim? Aslında suri, resmi ve ismi bir istibdadtı. Millet asıl istibdadı ondan sonra, İttihad ve Terakki döneminde gördü ve en yaman muhaliflerinden Filozof Rıza Tevfik bile şöyle seslendi Abdülhamid han’a:

Sen hafiyelerle dem sürdün ancak,

Bunlar her tarafa kurdu salıncak”(idam sehpalarını kastediyor)

O dönemlerin şahitlerinden, gazeteci Refi Cevat Ulunay Bey, şair ve edip Süleyman Nazif Beyin de şu şiirini naklediyor hatıralarında:

Padişahım! Gelmemişken yâde biz.

İşte geldik senden istimdada(yardım istemeye) biz

Öldürürler, başlasak feryada biz.

Hasret olduk eski istibdada biz.



Dembedem coşmakta fakru ihtiyaç,

Her ocak sonmuş ve sönmüş, millet aç.

Memleket matemde, öksüz taht u taç

Hasret olduk eski istibdada biz.”

ABDURRAHMAN GÜRSES HOCAEFENDİ VE MENEMEN HADİSESİ

Geçenlerde, sırf provokasyon kokan Menemen hadisesi ile alakalı Zaman’da önemli belgeler yayınlandı. O hadisenin nasıl kimilerinin kontrolü altında geliştiği bir kere daha gözler önüne serildi. Biz de bu vesile ile Merhum Reis-i Kurra Abdurrahman Gürses Hocaefendinin Menemen vesilesi ile alakalı çektiği ızdırapları yayınlamak istedik. Muhterem Emin Saraç Hocaefendi anlatıyor: “(Abdurrahman Gürses Hocaefendi) Menemen hadisesini hiç unutamazdı, hemen her fırsatta öfkesine de hâkim olamayarak etrafında bulunanlara anlatırdı. O devirlerde o denli sıkıntı çekmiş ki "otuz sene hüküm verseler bana müjde gelecekti" derdi. Fakat bir sene hüküm vermişlerdi.

Bu bir senelik mahkûmiyetinin bir kısmını Manisa'da bir kısmını da Adapazarı'nda çekmiştir. Manisa'daki hapishane arkadaşlarından birisi de Şerafettin Efendi idi. Kendisi Nakşî olup Yalova eşrafından bir zatmış. O da Menemen hadisesi yüzünden içeri alınan yüzlerce din adamından birisiydi. Malumunuz, Menemen hadisesi sonrası tüm ülke genelinde yapılan tutuklamalar neticesinde 500 tane hocaefendi hapse atılmıştı. Bunlardan 32 kişi idam edilmiştir. Hatta idam edilenler arasında baba-oğul da bulunuyordu. Tutukluluk süresince ayrı ayrı tutulan baba-oğuldan, oğul idam edileceği zaman yürümekten âciz yaşlı baba sürüklene sürüklene götürülmüş ve oğlunun idam edilişi seyrettirilmiştir. Abdurrahman Efendi bu hadiseyi sürekli anlatırdı... Esad Efendi'yi çok hürmetle anardı. "şeyhim, efendim" gibi içten ifadelerle muhabbetini sıklıkla izhar ederdi. Şu beyti sürekli söylerdi;

“Ne yerden kârbâr-ı gam göçer olsa konar bende

Belâ râhında şimdi bir muayyen menzil oldum ben”

Esad Efendi'nin Adapazarı ve Hendek'te bir hayli ihvanı bulunuyordu. O yüzden kendileri sıklıkla buralara gelip giderdi. Bu esnada hukukları oluşmuş. Vefatından öncesi son iki senesinde Abdurrahman Efendi Ramazanlarda teravih namazlarını kıldırmış. Son derece enteresandır: Menemen hadisesinden sonra "Sen Esad Efendi'ye teravih namazını kıldıran kişisin, dolayısıyla onunla bir ilgin vardır" gerekçesiyle Abdurrahman Efendi'yi de mahkûm etmişler. Sekiz sene devlet memurluğundan mahrum bırakılmış. Uzun süre de takip altında bulundurulmuş. Bu dönemde geçimini mukabelelerle sağlarmış.”

KAYNAKLAR

1-Dünya Savaş Tarihi- Heyet- terc: Cem Demirkan-Akyüz Yayın Grubu- İst–2006

2-Prizma–1- M.Fethullah Gülen-Nil Yayınları-İzmir–1996

3- Bu Gözler Neler Gördü- Refi Cevat Ulunay- Sebil Yayınları-İst–2004

4- Altınoluk Dergisi- Sayı: 164
Salih Okur(cevaplar.org)


Prof. Dr. Sinsi 08-02-2012 05:18 AM

Tarihte Bunlar Oldu
 
TARİHTE BUNLAR OLDU-16
HARB-İ UMUMİ SIKINTILARI

Üstad Bediüzzaman o zamanki ismiyle “Harb-i Umumi” denilen Birinci Dünya Savaşında idrak edilen sıkıntıları anlatma sadedinde “Fakat Harb-i Umumîyi gören ihtiyardır. Güya “Çocukları ihtiyarlatan bir gün." (Müzzemmil Sûresi: 73:17)sırrına mazhar olarak, öyle günlerdir ki, çocukları ihtiyarlandırdığı cihetle, kırk yaşında iken, kendimi seksen yaşında bir vaziyette buldum” der.

İlk meclis’in ateşin hatiplerinden merhum Salih Yeşil Efendi de bu konuda şunları yazmakta:”Ekmeği beklemek, ölümü beklemek gibidir” Aman Allahım! Bizi açlıkla terbiye buyurma. Harb-i Umumi günleri çamurlu, samanlı, gübreli, mısır koçanından yapılmış ekmeğe bizi salma. Umumi Harpte, Çapakçukur dağlarında Rus askerlerinin her türlü yemek, hoş ekmek, bizim zavallı asker ve köylülerin de eşek, köpek, kedi, kurbağa ve maalesef solucan yediklerine şahidim.

ABDÜLHAMİD DÖNEMİ SONRASI

Merhum Salih Yeşil Efendi Abdülhamit han’a da şöyle sesleniyor: Ah gidi Sultan Abdülhamit Han! Seni nerede bulayım? Sana karşı yaptığımız hatalı hareketlerimizi affettirelim? Ah! Ne kadar aldatılmışız. 1909 tarihinden evvel Anadolu ahalisindeki ahlak ve nezaheti gören kimseler…Bugünkü hâle ve bu ahlaksızlığa sebep olan farmason cemiyetine mensup ittihatçılara lanet olsun.

Ah birader! Keşke1324(1909) tarihinden evvelki hali idrak etmemiş olsaydım veya bugünlere yetişmeseydim. İstibdad, Meşrutiyet, Cumhuriyet, üç devrin ricali olmak, canlı tarih bulunmak ne elim şeymiş. Devr-i istibdada sürüldüm, hapsedildim. Meşrutiyette memur oldum, mebus oldum. Cumhuriyet devrinde tecrübeler gördüm. Devr-i istibdad’ta edeb, ismet, ilim, bereket, saadet, insanlarda kuvvet, gönüllerde şetaret(sevinç), millette ittihad ve merhamet, meveddet(sevgi), bütün dünya sekenesinde bir ulvi ruh mütecelli idi. Alem-i İslam’da hürriyet, insanlar arasında harb-i umumi ilanını müteakip yapılan zulümler, dökülen kanlar; afak-ı maneviyatı nurdan zulmete, adaletten rezalete, bereketten hıssete(cimriliğe) edepten fuhşa, ve meveddetten nifaka sevk etti.

Otuz sene evvelisi dünyada daha çok insan saadetle yaşarken, Umumi Harp’ten sonra masum kanıyla sulanan topraklar hasisleşti. Kudret-i Fatıra feyzini noksanlaştırdı. Aman Ya Rabbi!

BOSNALI MÜCAHİTLERİN KAHRAMANLIKLARI

Müslüman Boşnak mücahitlerin Bosna savaşında kahramanlıklarını hepimiz gördük,seyrettik. Başlarında bilge kralları Aliya İzzetbegovic olduğu halde Allah’ın belası bir sürüye karşı imkansızlıklar altında neler neler yaptılar. Ya, onların 1948’de gönüllü olarak Filistin savaşında yaptıkları kahramanlıkları ve sonrasını biliyor muyuz? Merhum A.Azzam ‘ın bu konudaki söylediklerinden bir kısmını aşağıda okuyacaksınız:“Arap ordusu bir savaşta ne zaman darboğazda kalsa arkalarından beş altı kişilik Yugoslav mücahidleri gönderilirdi. Bunlar Yahudi muhasarasını kırar ve mücahidlere yardım ulaştırırlardı. Bir defasında şehid Abdulkadir el-Hüseyni yahudilerin kuşatması altında kalmıştı. İlgililer ek kuvvet istediler. Yugoslavyalı bu gençlerden beş tanesi gitti, Yahudilerin oluşturdukları bu çemberi kırdılar. Ne yazık ki Mısır ve Suriye birlik kurup Arap Birleşik Cumhuriyeti'ni oluşturunca yeni cumhuriyetin başkanı Cemal Abdunnasır, Yugoslav lideri kardeşi Tito'ya: (Abdunnasır, Tito'ya kardeş derdi. Çünkü inkârcılıkta onun kardeşi idi) "Kardeşim Tito bizim birleşmemizin hediyesi olarak bizden ne arzularsın?" diye sorar; Tito da; "1948 senesinde Filistin harbinde savaşan kaç kişi var sende? Bunlar Suriye'ye gidip orada yerleştiler. Onları bana teslim et" dedi. Abdunnasır da onları Suriye'de yakalatıp, Tito'ya teslim etti. Tito ertesi günü bütün bunları kurşuna dizdi ve yaptıklarını halk için yaptığını söyledi.

Kaynaklar

1- Erzurumlu Salih Efendi-Ö. Hakan Özalp- Dergâh Yayınları

2- Cihad Dersleri-Cilt–2-Abdullah Azam- Buruc Yayınları-İst-2002
Salih Okur(cevaplar.org)


Prof. Dr. Sinsi 08-02-2012 05:18 AM

Tarihte Bunlar Oldu
 
TARİHTE BUNLAR OLDU–17.
BİR SÜKÛN LİMANI ŞAH-I NAKŞİBEND

Yavuz Bülent Bakiler Bey bir yazısında Komünizm baskısı altındaki Orta Asya Müslümanların inançlarını muhafaza hususundaki gayretlerini şöyle anlatmakta; “Orta Asya Türklüğünün komünizmin anlatılmaz zulmüne rağmen “ruh köklerine” bağlı kalmalarında Şah-ı Nakşibend hazretlerinin büyük tesirleri var. O bakımdan Ruslar uzun yıllar onun kabrini Müslüman Türklere hep yasaklayıp durmuşlardır. Buhara’da bir yaşlı Türk’ün söyledikleri hâlâ kulağımdadır: “Bir zamanlar bizim demirperdemiz de işte bu Kâsr-i Ârifan duvarlarıydı. Komünistler Şah-ı Nakşibend’i ziyaret edenleri burada kurşuna diziyorlardı.”

IRKÇI PARANOYA VE NİHAL ATSIZ

Irkçı ideolojiler devamlı düşman üretmek zorundadırlar. Hayatiyetleri buna bağlıdır çünkü. “dört yanımız düşman” paranoyası hakimdir bu düşüncelerde.. İşte buna tipik bir misal olarak kafatasçı Nihat Atsız’ın(1905-1975) oğlu Yağmur’a yazdığı vasiyetnameyi ibret olarak sunuyoruz; “Yağmur oğlum! Bu gün tam bir buçuk yaşındasın. Vasiyetnameyi bitirdim. Sana bir resmimi yadigâr bırakıyorum. Öğütlerimi tut, iyi bir Türk ol..

Komünizm bize düşman bir meslektir, bunu iyi belle.

Yahudiler bütün milletlerin gizli düşmanıdır. Ruslar, Çinliler, Acemler, Yunanlılar tarihi düşmanımızdır.

Bulgarlar, Almanlar, İtalyanlar, İngilizler, Fransızlar, Araplar, Sırplar, Hırvatlar, İspanyollar, Portekizliler, Romanyalılar yeni düşmanımızdır.

Japonlar, Afganlar ve Amerikalılar yarınki düşmanımızdır.

Ermeniler, Kürtler, Çerkezler, Abazalar, Boşnaklar, Arnavutlar, Pomaklar, Lazlar, Lezgiler, Gürcüler, Çeçenler içerideki düşmanlarımızdır.

Bu kadar çok düşmanlar çarpışmak için iyi hazırlanmalı. Tanrı yardımcımız olsun.”

HALK PARTİSİNİN BASKILARINA DAİR BAZI ANILAR

Türkiye’de, bazıları “görmedim, duymadım” oyunu oynasalar da, “bir çeyrek asır Avrupa'dan daha dinden uzak” bir dönem geçmiştir. O günleri yaşayanları dinledikçe insanın ürpermemesi mümkün değil.. İşte bir şahidin anıları; Merhum Sadık Dânâ anlatıyor: “Türkiye’mizde otuz sene müddetle, yani 1920’lerden 1950 senesine kadar dine, yani İslamiyet’e karşı koyu bir şiddet politikası tatbik edilmiş, Kur’an ayaklar altına alınmış, Allah diyenler türlü bahanelerle hapislerde, zindanlarda çürütülmüştü. Kur’an okuyan da, okutan da şiddetle cezalandırılmıştı. Öyle bir tedhiş havası verilmişti ki, herkes gölgesinden korkuyordu.

Camiler kısmen kapatılmış, bir kısmı depo, askeri samanlık, kulüp olarak kullanılmış, bir kısmı da boyahane ve emsali şeyler için kiraya verilmişti. Laikiz denilmiş, bu vesile ile Müslümanlığa cephe alınmıştı. Yani laiklik dahi tatbik edilmemişti. Dine, milliyete, mukaddesata, daimi olarak saldırıldı. Türlü iftiralarla o tertemiz, günahsız, Allah sevgisi içinde yaşayan din rehberleri darağacında asıldı.

Merhum pederim çok üzgündü. Nasıl üzgün olmasın ki, yedi-sekiz yaşlarında olan oğlu ve torununun dini bilgilere ait en ufak malumatları yoktu. Koca İstanbul’da hangi hocaefendiye müracaat etse, şu cevabı alıyordu; “Bizi bağışlayınız. Çoluk çocuk sahibiyiz.” Böyle demeleri o zamandaki tedhiş, zulmet ve terör havasının insanlar üzerindeki tesirini göstermektedir.

Sonra, Anadolu’dan çocuklara Kur’an-ı Kerim öğretmek ve diğer dini bilgiler için bir köylü hocaefendi ikna edildi ve İstanbul’a geldiğinde kendisine şöyle bir tembihat yapıldı: “Seni herkes bahçıvan bilecek. Her gün bahçede birkaç saat sulama işleriyle meşgul olur, sonra kimseye görünmeden evin arkasındaki küçük kapıdan girer, yavruların dersini verirsin.”

Mahallemizde Tatar Zehra Hanım namıyla saliha bir hanım vardı. Yalnız o bu hususta cesaret gösteriyordu. Ücretsiz olarak, küçük yavrulara Kur’an dersi veriyor, Allah ve Peygamber sevgisini telkin ediyor, İslam’ın farzları, yasakları hakkında bilgilerle onları tezyin ediyordu. Bir gün, mahallenin bekçisi bundan haberdar olmuş, o kadıncağızı karakola götürmeye yeltenmişti. Bunu duyan bütün civar halkı bekçiye yalvarmışlar, kendisine hediye namıyla hayli dünyalık vermişlerdi. O günden sonra o kadıncağız evinin kapısını sımsıkı kapamış, ölünceye kadar misafir dahi kabul etmemişti.

Bir mahalle bekçisinde o zaman öyle bir salahiyet vardı ki, onunla karşılaşanlar gayr-i ihtiyari tir tir titrerler, kaçacak yer ararlardı. Bizler bunlarla gözlerimizle şahit olduk. Rabbımız Teala hazretleri o kara günleri bir daha göstermesin. Âmin.

Erenköy ilkokulunda bir öğretmen vardı. İsmi bizce malum, yavrulara daim Allah’ın yokluğu telkinatında bulunurdu. Hangi talebe “ var” dese onu sınıfta bırakırdı. Hiçbir talebe velisi de bu hususta şikâyet edecek bir merci bulamazdı.”

Kaynaklar

1-Altınoluk Sohbetleri-4-Sâdık Dânâ- Erkam Yayınları-İst–1994
2-Medrese’den Meclise, Meclis’ten Yassıada’ya- Gıyaseddin Emre- Kent Yayınları-İst–2006
Salih Okur(cevaplar.org)


Prof. Dr. Sinsi 08-02-2012 05:18 AM

Tarihte Bunlar Oldu
 
TARİHTE BUNLAR OLDU–17.
BİR SÜKÛN LİMANI ŞAH-I NAKŞİBEND

Yavuz Bülent Bakiler Bey bir yazısında Komünizm baskısı altındaki Orta Asya Müslümanların inançlarını muhafaza hususundaki gayretlerini şöyle anlatmakta; “Orta Asya Türklüğünün komünizmin anlatılmaz zulmüne rağmen “ruh köklerine” bağlı kalmalarında Şah-ı Nakşibend hazretlerinin büyük tesirleri var. O bakımdan Ruslar uzun yıllar onun kabrini Müslüman Türklere hep yasaklayıp durmuşlardır. Buhara’da bir yaşlı Türk’ün söyledikleri hâlâ kulağımdadır: “Bir zamanlar bizim demirperdemiz de işte bu Kâsr-i Ârifan duvarlarıydı. Komünistler Şah-ı Nakşibend’i ziyaret edenleri burada kurşuna diziyorlardı.”

IRKÇI PARANOYA VE NİHAL ATSIZ

Irkçı ideolojiler devamlı düşman üretmek zorundadırlar. Hayatiyetleri buna bağlıdır çünkü. “dört yanımız düşman” paranoyası hakimdir bu düşüncelerde.. İşte buna tipik bir misal olarak kafatasçı Nihat Atsız’ın(1905-1975) oğlu Yağmur’a yazdığı vasiyetnameyi ibret olarak sunuyoruz; “Yağmur oğlum! Bu gün tam bir buçuk yaşındasın. Vasiyetnameyi bitirdim. Sana bir resmimi yadigâr bırakıyorum. Öğütlerimi tut, iyi bir Türk ol..

Komünizm bize düşman bir meslektir, bunu iyi belle.

Yahudiler bütün milletlerin gizli düşmanıdır. Ruslar, Çinliler, Acemler, Yunanlılar tarihi düşmanımızdır.

Bulgarlar, Almanlar, İtalyanlar, İngilizler, Fransızlar, Araplar, Sırplar, Hırvatlar, İspanyollar, Portekizliler, Romanyalılar yeni düşmanımızdır.

Japonlar, Afganlar ve Amerikalılar yarınki düşmanımızdır.

Ermeniler, Kürtler, Çerkezler, Abazalar, Boşnaklar, Arnavutlar, Pomaklar, Lazlar, Lezgiler, Gürcüler, Çeçenler içerideki düşmanlarımızdır.

Bu kadar çok düşmanlar çarpışmak için iyi hazırlanmalı. Tanrı yardımcımız olsun.”

HALK PARTİSİNİN BASKILARINA DAİR BAZI ANILAR

Türkiye’de, bazıları “görmedim, duymadım” oyunu oynasalar da, “bir çeyrek asır Avrupa'dan daha dinden uzak” bir dönem geçmiştir. O günleri yaşayanları dinledikçe insanın ürpermemesi mümkün değil.. İşte bir şahidin anıları; Merhum Sadık Dânâ anlatıyor: “Türkiye’mizde otuz sene müddetle, yani 1920’lerden 1950 senesine kadar dine, yani İslamiyet’e karşı koyu bir şiddet politikası tatbik edilmiş, Kur’an ayaklar altına alınmış, Allah diyenler türlü bahanelerle hapislerde, zindanlarda çürütülmüştü. Kur’an okuyan da, okutan da şiddetle cezalandırılmıştı. Öyle bir tedhiş havası verilmişti ki, herkes gölgesinden korkuyordu.

Camiler kısmen kapatılmış, bir kısmı depo, askeri samanlık, kulüp olarak kullanılmış, bir kısmı da boyahane ve emsali şeyler için kiraya verilmişti. Laikiz denilmiş, bu vesile ile Müslümanlığa cephe alınmıştı. Yani laiklik dahi tatbik edilmemişti. Dine, milliyete, mukaddesata, daimi olarak saldırıldı. Türlü iftiralarla o tertemiz, günahsız, Allah sevgisi içinde yaşayan din rehberleri darağacında asıldı.

Merhum pederim çok üzgündü. Nasıl üzgün olmasın ki, yedi-sekiz yaşlarında olan oğlu ve torununun dini bilgilere ait en ufak malumatları yoktu. Koca İstanbul’da hangi hocaefendiye müracaat etse, şu cevabı alıyordu; “Bizi bağışlayınız. Çoluk çocuk sahibiyiz.” Böyle demeleri o zamandaki tedhiş, zulmet ve terör havasının insanlar üzerindeki tesirini göstermektedir.

Sonra, Anadolu’dan çocuklara Kur’an-ı Kerim öğretmek ve diğer dini bilgiler için bir köylü hocaefendi ikna edildi ve İstanbul’a geldiğinde kendisine şöyle bir tembihat yapıldı: “Seni herkes bahçıvan bilecek. Her gün bahçede birkaç saat sulama işleriyle meşgul olur, sonra kimseye görünmeden evin arkasındaki küçük kapıdan girer, yavruların dersini verirsin.”

Mahallemizde Tatar Zehra Hanım namıyla saliha bir hanım vardı. Yalnız o bu hususta cesaret gösteriyordu. Ücretsiz olarak, küçük yavrulara Kur’an dersi veriyor, Allah ve Peygamber sevgisini telkin ediyor, İslam’ın farzları, yasakları hakkında bilgilerle onları tezyin ediyordu. Bir gün, mahallenin bekçisi bundan haberdar olmuş, o kadıncağızı karakola götürmeye yeltenmişti. Bunu duyan bütün civar halkı bekçiye yalvarmışlar, kendisine hediye namıyla hayli dünyalık vermişlerdi. O günden sonra o kadıncağız evinin kapısını sımsıkı kapamış, ölünceye kadar misafir dahi kabul etmemişti.

Bir mahalle bekçisinde o zaman öyle bir salahiyet vardı ki, onunla karşılaşanlar gayr-i ihtiyari tir tir titrerler, kaçacak yer ararlardı. Bizler bunlarla gözlerimizle şahit olduk. Rabbımız Teala hazretleri o kara günleri bir daha göstermesin. Âmin.

Erenköy ilkokulunda bir öğretmen vardı. İsmi bizce malum, yavrulara daim Allah’ın yokluğu telkinatında bulunurdu. Hangi talebe “ var” dese onu sınıfta bırakırdı. Hiçbir talebe velisi de bu hususta şikâyet edecek bir merci bulamazdı.”

Kaynaklar

1-Altınoluk Sohbetleri-4-Sâdık Dânâ- Erkam Yayınları-İst–1994
2-Medrese’den Meclise, Meclis’ten Yassıada’ya- Gıyaseddin Emre- Kent Yayınları-İst–2006

Salih Okur(cevaplar.org)


Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.