![]() |
İslami Sözlük C
İslami Sözlük C
CEBR Nedir? Zorlama, zor kullanma İrâde ve ihtiyârın zıddı İnsanın hiç bir irâde ve ihtiyâra sâhib olmadığını, her şeyin cebr elinde esir olduğunu ve varlığının otomatik, fakat zembereği kırık bir makina gibi olduğunu iddiâ etmek yanlıştır (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî) |
İslami Sözlük C
CEBÎRE Nedir?
Kırık ve çıkığın iki yanına bağlanan tahtalar Gusülde ve abdestte cebîre üzerine mesh câizdir (İbrâhim Halebî) |
İslami Sözlük C
CEBERÛT ÂLEMİ
Ululuk ve azamet âlemi Kur'an'da geçmeyen bu terkip, bazı sufîlere göre Allah'ın kadîm zatıdır Kimilerine göre ise, ilâhî kudret âlemidir Melekût âlemi, Arş'tan aşağıya doğru bütün cisim ve arazlardır Ceberût âlemi ise, Melekût âleminin ötesidir Bazıları da âlemleri üç kısma ayırırlar Bunlara göre en üstte Lahût âlemi, altında Ceberût âlemi ve onun altında da melekût âlemi yer alır Ehl-i Sünnet'e aykırı inanç ve düşüncelerinden dolayı 587/1191 yılında idam edilen Yeni-Eflatuncu düşünür ve filozof Sühreverdî el-Maktûl'e göre, Ceberüt âlemi hakîm kişilerin cezbe halinde gördükleri âlemdir Özellikle felsefeye bulaşmış kimi tasavvuf ehlinde bu tür İslâm itikadına aykırı düşüncelere çok rastlanır Meselâ bazı tasavvuf kitaplarında şeyhlerinin Levh-i Mahfûz'u okudukları, dolayısıyle geleceği bildikleri, hatta kaderler üzerinde tasarrufta bulundukları ileri sürülür ki bunların gerçekle hiçbir ilgisi yoktur Kur'an ve sahih sünnetle bağdaşmayan bu tür iddialar kimden gelirse gelsin reddedilmelidir M Sait ŞİMŞEK |
İslami Sözlük C
CEBEL-İ TÛR
Kur'an-ı Kerîm'de adı geçen ve Mısır civarında bulunan bir dağ Bazı müfessirlere göre Tûr, Süryânîce dağ demektir Fakat âlimlerin birçoğuna göre ise Tûr, Arapça bir kelimedir, muarraba (sonradan Arapçaya girmiş yabancı kelime) değildir (Şihâbüddin el-Hafâci, İnâyetü'l-Kâdî ve Kifâyetu'r-Râdî, Kahire 1283/VIII, 101) Kur'an-ı Kerîm'in muhtelif ayetlerinde geçen Tûr, mutlak manada dağ olmayıp, Hz Musa'nın Allah'ı Teâlâ ile konuşmaya mazhar olduğu dağdır Bu dağ Mısır ile Medyen arasında yer alır Tûr açık bir şekilde Kur'an-ı Kerîm'in on ayetinde geçer Allah'u Teâlâ, kadrini yüceltmek için et-Tûr (52) suresinin ilk, et-Tin (95) suresinin ikinci ayetinde Tûr dağına yemin etmiştir Ayrıca Tûr, el-Müminûn (23) suresinin yirminci ayetinde "Tûr-i Seynâ", et-Tin suresinin ise, ikinci ayetinde "Tûr-i Sînîn" tarzında geçmektedir Sînîn veya Seynâ, Tûr dağının yer aldığı bölgenin adıdır İbn Ebi Hatim, İbn Münzir, Abd İbn Humeyd, İbn Abbâs'tan Sînîn'in güzel anlamına geldiğini rivayet ederler Dahhak da buna benzer bir rivayette bulunur Îkrime ise Sînîn'in Habeş dilinde güzel manasında olduğunu ifade eder (el-Bağavî, Ma'âlimü'üt-Tenzîl Beyrut 1407/1987, IV, 236; Kadr Beydâvî, Envâri't-Tenzil ı,e Esrâru't-Te'vil, Kahire 1375/1955, II, 232; Muhammed Huseyn et-Tabatabaî, el-Mizân fi Tefsîri'l-Kur'an, Kum, (ty), XIX, 6) Allah'u Teâlâ et-Tûr ve et-Tîn surelerinde Tûr dağı ile yemin etmek suretiyle onu yücelttiği gibi; "Biz onu (Musa yr), "Tûr"un sağ yanından çağırdık Onu çok münacât eden bir kimse olarak yaklaştırdık " (Meryem, 19/53) ayetinde Tûr dağının yüceliğini bir kez daha beyan etmektedir Ayrıca Allah'u Teâlâ Tûr dağı civarında yer alan vadiden söz ederken onun mukaddes olduğunu ifade eder ve şöyle buyurur: "(Ey Musa, şüphesiz, benim ben, senin Rabbin, haydi pabuçlarını çıkar Çünkü sen mukaddes vadide, "Tuvaâ " dasın " (Tâhâ, 20/12) Tûr dağının kutsal bir dağ olduğunu gösteren başka bir ayet-i kerîme de şöyledir: "Derken oraya gelince, feyizli (ve mümtaz) bir yerdeki vadinin sağ kıyısından, ağaçtan" seslenildi: "Yâ Musa, alemlerin Rabbi olan Allah benim ben " (el-Kasas, 28/30-31) Tûr'un açık olarak zikredildiği diğer sure ve ayetler şunlardır: 2/63, 2/93, 4/154, 19/52, 20/80, 23/20, 28/29, 28/46, 52/1, 95/2 Abdülbaki TURAN |
İslami Sözlük C
CEBEL-İ NÛR Nedir?
Nûr dağı Mekke-i mükerreme yakınında Peygamber efendimize ilk vahyin geldiği mübârek dağ Hirâ, Hirâ Nûr dağı da denir Peygamber efendimiz, peygamberliği bildirilmeden önce yanına yiyecek alarak Cebel-i Nûr'a gider burada bir kişinin kalabileceği büyüklükte olan ve Hirâ mağarası adı verilen yerde tefekkür ve ibâdetle meşgul olurdu Kırk yaşında Ramazanın on yedinci P azartesi gecesi Hirâ mağarasında yine tefekkür hâlindeyken Cebrâil aleyhisselâm kendisine Alak sûresinin ilk beş âyetini getirdi (Yûsuf Nebhânî, Kastalânî) |
İslami Sözlük C
CEBBÂR Nedir?
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden) Kullarının hallerini ıslâh edip tövbeye götüren, dilediğini yaptırmaya gücü yeten Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki Allahü teâlâ Müheymindir (her şeyi gözetip koruyandır), Azîzdir (hükmünde gâlibdir), Cebbârdır, Mütekebbirdir (kibriyâ ve azamete büyüklüğe ancak o müstehaktır) Allah müşriklerin koştukları ortaklardan münezzehtir (uzaktır) (Haşr sûresi 23) Cebbâr (olan Allahü teâlâ) kıyâmet günü mülkü olan gökleri ve yerleri eline (kudretine) alır ve buyurur ki Nedir? Cebbâr benim, Melik benim Hani cebbârlar, mütekebbirler (kendilerini büyük görenler) nerede? (Hadîs-i şerîf-Sünen-i İbn-i Mâce) Sabah ve akşam el-Cebbâr ismi şerîfini okumaya devâm eden kimse zâlimlerin zulmünden korunmuş olur Yolculukta da olsa zarar görmez (Yûsuf Nebhânî) 2 Kibirli, zorba, gaddâr Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki O peygamberler düşmanları üzerine Allah'tan zafer istediler ve her inatçı cebbâr da hüsrâna uğradı (İbrâhim sûresi 15) Cennet ile Cehennem şöyle münâkaşa ettiler Cehennem; bende cebbârlar, mütekebbirler var dedi Cennet de bende Allah'tan korkan, zaîfler ve fakirler var dedi Bunun üzerine Allahü teâlâ bunların dâvâlarını şu sûretle halletti Nedir? "Ey Cennet! Sen benim rahmetimsin Seninle dilediğime rahmet ederim Ey Cehennem, sen de benim azâbımsın İstediğime seninle azâb ederim Her ikinizi de doldurmak bana âittir (Hadîs-i şerîf-Müslim, Riyâz-üs-Sâlihîn) İnsanlar kibirlene kibirlene cebbârlar sırasına geçer Cebbârın başına gelen azâb onların da başına gelir (Hadîs-i şerîf-Tirmizî, İbn-i Mâce) |
İslami Sözlük C
CÂRİYE Nedir?
Harbde esir alınıp İslâm memleketine getirilen kadın köle Sizden hiç biriniz, sakın memlûküne (kölesine) kölem, câriyem diye seslenmesin Yiğidim, oğlum, kızım desin Onlar da size efendim, desin (Hadîs-i şerîf-En-Nihâye) Kölenin, câriyenin nafakasını vermek (geçimini karşılamak) efendisine farzdır (İbn-i Âbidîn) |
İslami Sözlük C
CÂMİ
Toplayıcı, toplayan, kaplayan, müslümanların ibadet gayesiyle toplandıkları yer, ma'bed. "Câmi" terimi "(cemaatleri) bir araya getiren mescid" anlamındaki "el-mescidü'l-câmi"den kısaltılarak sonradan kullanılmaya başlanmıştır. Kur'an'da, hadislerde ve ilk tarihî kaynaklarda "câmi" yerine "mescid" kelimesi geçmektedir. "Mescid", "secde edilen yer" anlamında bir mekân ismidir. Namazın başka rükünleri de olmasına rağmen ibadet edilen yer, önemine binaen secdeye izafe edilmiştir. İnsanın daha ilk yaratılışında şahit olduğu secde (el-Bakara, 2/34) hürmet ve tazimin en güzel ifadesidir. Hz. Peygamber (s.a.s) onu, kulun Allah'a en yakın anı olarak vasıflandırmıştır. (Nesâî, Tatbik, 78) İçinde Allah'a ibadet edilen her yere mescid denilmiştir. Kur'an bu geniş anlamıyla mescidi geçmiş dinlerin mabedleri ile beraber zikreder. (el-Hac, 22/41 ). Batı dillerinde kullanılmakta olan "mosquee" ve benzeri terimler "mescid"in değişik telaffuzundan doğmuştur. Osmanlılar da sultanlar tarafından yaptırılan câmilere "salâtin câmi", vezirler ve rical tarafından yaptırılanlara, yaptıranın adına izafeten "... câmii" küçük olanlara da "mescid" demişlerdir. İlk câmiler: Hz. Âdem (a.s.)'in yeryüzüne ilk geldiği yer olarak kabul edilen Serendip (Seylan) adasında kendine ait bir mescidi olduğu rivayet edilir. (İbn Haldun, Mukaddime, Beyrut 1967, 635). Halen bu adada, Hz. Âdem'in adını taşıyan bir dağ ve tepesinde ona ait olduğu söylenen bir ayak izi ve geniş bir düzlük bulunmaktadır. Rivayet doğru bile olsa, bu mescid özel olmalıdır. Kur'an'ın bildirdiğine göre insanların tümü için yapılan ilk ma'bed Kâbe'dir: "Şüphesiz âlemlere bereket ve hidayet kaynağı olarak insanlar için kurulan ilk ev Mekke'deki Kâbe'dir. Orada apaçık nişaneler ve İbrâhim'in makamı vardır. Oraya giren emniyette olur." (Âli İmrân, 3/96-97) Kâbe'yi de içine alan geniş sahaya "Mescid-i Haram"* denilir. Ebû Zer (r.a.)'in merakı üzerine Hz. Peygamber (s.a.s)'in verdiği bilgilerden anlaşıldığına göre, Kâbe'den sonra Mescid-i Aksa* yapılmıştır. Bu iki mescid ilk banileri olarak bilinen Hz. İbrahim (a.s.) ve Süleyman (a.s.) dan çok öncelere dayanmaktadır. (Buhârî, Enbiya, 40; İbn Mâce, Mesâcid, 7; Ahmed b. Hanbel, V, 150-157). İslâm'ın ilk yıllarında müşrikler, İslâm'ı seçen zayıf ve desteksiz müslümanları dinlerinden döndürmek ve yeniden kendi küfür düzenlerine ve putlarına ibadet ettirmek için onlara korkunç işkenceler yapıyorlardı. Hz. Bilâl, Ammâr İbn Yâsir ve Habbâb'ın uğradığı işkenceler, diğerlerine nazaran en şiddetlileri idi. Diğer müslümanlar, zaman zaman namazlarını Harem-i Şerif'te kılıyorlardı. Müşrikler güçlü kabilelere mensup olan müslümanlara fazla yaklaşamıyorlardı. Ama bu garip ve cefakâr müslümanlar, Harem'de namaz kılamıyorlardı. Hatta müslümanlıklarını gizlemek zorunda kalıyorlardı. İşte Erkam b. Ebi'l-Erkam'ın evinden sonra ilk mescid, Ammar b. Yâsir'in gizlice namaz kılmak maksadıyla evinin bir bölümünde bir yer ayırmasıyla gerçekleştirilmişti. İkinci mescid ise yine hicretten evvel Hz. Ebû Bekr es-Sıddık'ın kendi evinde inşa ettirdiği mescittir. Bu da bir zaruret sonucunda yapılmış bir mesciddir. Teymoğulları kabîlesine mensup olan Hz. Ebû Bekr es-Sıddık (r.a.) kendisinin Mekke'de nüfuzu olmakla beraber kabilesinin öteki kabileler tarafından horlanması sebebiyle, öteki muhacirler gibi Habeşistan'â hicret etmek istemişti. Onun Mekke' den ayrılması bir çoklarını endişelendirdi. Çünkü zengindi ve Mekke'nin ekonomisine büyük katkısı vardı. Bunun üzerine İbn Dağunna adında bir Mekkeli, onu himayesine almakla hem kötülükten korumuş hem de hicret ederek Mekke'den ayrılmasını engellemiş oluyordu. Himayeye alma, bu tür şehir devletlerinde geçerli bir hukuk kuralıydı. Ancak İbn Dağunna'nın bir şartı vardı. Namaz ve ibadetlerini Harem-i Şerif'te yapmayacaktı. Hatta Ebû Bekir, ibadetlerini gizli yapacaktı. İşte bu anlaşma üzerine o, evinin avlusunu mescid edinmişti. İslâm'da Hz. Peygamber'in umuma açık olarak ashabı ile birlikte namaz kıldığı ilk mescid Hicret esnasında inşa edilen Kubâ'dır. Hicret'ten sonra Hz. Peygamber Medine'de Mescid-i Nebevî'yi inşa etti. Bu iki mescidin inşasında Hz. Peygamber ashabı ile birlikte bir işçi gibi çalışmıştır. Sonraları Medine'de dokuz mescid daha yaptırılmıştır. İslâm'ın yayılmasına orantılı olarak mescidler geniş bir alana yayıldılar. Buhâri'nin, Mescid-i Nebevî' den sonra içinde cuma namazı kılınan ilk mescidin Abd-i Kaysoğulları ülkesindeki Cuvâsa Mescidi olduğuna dair rivayeti (Buhârî, Cumuâ', 11), daha Hz. Peygamber'in sağlığında mescidlerin ne kadar geniş bir alana yayılmış olduğunu göstermektedir. Cuvâsa, Mekke ve Medine yöresinde olmayıp, bugünkü Riyad ve Zahran arasındadır. Mimarî: Yapımı yedi ay kadar süren Mescid-i Nebevî 100x100 zira (yaklaşık 48x48 m.) ebâdında mütevâzi bir yapıydı. Kıbleye göre sol tarafta Hz. Peygamber'in odaları sıralanıyordu. Arka kısmında üzeri hurma lifleri ve dallarıyla örtülmüş, fakir öğrencilerin barındığı Suffe bulunmaktaydı. İlk câmiler Mescid-i Nebevî örneğinde görüldüğü gibi sütunlu revakların çevrelediği bir avludan ibaretti. Bu plân Eyyûbîler'e kadar pek fazla bir değişikliğe uğramadı. Yeni milletlerin İslâm'ı kabul etmeleri ve onların mimarî anlayışının etkisi, fetihlerle ele geçirilen bölgelerin kültürel tesiri, coğrafî şartları, malzemenin sağladığı bir takım imkânlar câmi mimarisinde gelişmelere yol almıştır. İran, Maverâünnehr, Anadolu, Kuzey Afrika ve Endülüs'te gelişen câmi mimarisi Osmanlılar'da Mimar Sinan'la zirveye ulaştı. Osmanlı câmi mimarisinin başlıca üslûp ve ekolleri kısaca şunlardır: a) Bursa Üslûbu (1325-1501): Ulu Câmi ve Yeşil Câmi. b) Klâsik Üslûp (1501-1616). Süleymâniye, Şehzade, Selimiye câmileri, c) Yenileştirilen Klâsik Üslûp (1616-1703): Sultan Ahmed Camii. d) Lâle Devri üslûbu (1703-1730): III. Ahmet Çeşmesi. e) Barok üslûbu (1730-1808): Lâleli ve Nuruosmaniye câmileri. f) Ampir üslûbu (1808-1874): Ortaköy Camii. g) Yeni Klâsik Üslûp (1874-1930): Valide Camii. Klâsik Türk câmileri başlıca şu kısımlardan meydana gelir: Dış avlu, iç avlu, son cemaat mahalli, sahn, yan sofalar, mihrap. İç avlunun etrafı revaklı olup, orta yerde abdest almak için bir şadırvan bulunur. Arka duvara bitişik bölüm son cemaat mahalli olup, geç kalanların cemaatle namaz kılmalarını temin için mihrap yapılmıştır. Câmi içinde bulunan minber, mihrap, vaaz kürsüleri, müezzin mahfelleri bazı câmilerde padişahın namaz kılması için yapılan hünkâr mahfelleri birer sanat şaheseridir. Minareler ise bir ustalık ve zerafet sembolüdür Görevliler: Câmilerde başlıca şu görevliler bulunur: İmam: Kelime olarak önder, devlet başkanı gibi anlamları vardır. Hz. Peygamber zamanında bir yere öğretici olarak gönderilen kişi, aynı zamanda onların imamlığını da yapmakta idi. Hz. Peygamber Kur'an'ı en güzel okuyanı yaşça küçük de olsa imam tayin etmiştir. Atadığı valiler aynı zamanda merkezî câmiin imamlığını da yapmakta idi. Câmi imamlarının namaz kıldırma dışında başka birçok görevleri de vardır. Müezzin: Vakti geldiğinde ezan okur ve câmi içinde diğer müezzinlik görevlerini yerine getirir. Hz. Peygamber (s.a.s) müezzinleri Bilâl, Sa'd b. Karaz gibi sesi güzel olanlardan seçmiştir. Vâiz: Namaz vakitlerinden önce bilhassa cuma, bayram ve terâvih önceleri halkı çeşitli konularda aydınlatan, nasihat eden kimselerdir. Câmilerde va'z âdeti, Hz. Ömer zamanında başlamıştır. Bu görevi ilk ifâ eden Temim ed-Dârî olmuştur. Kayyum: Câmilerin temiz ve düzenli olmasını sağlayan görevlilerdir. Hz. Peygamber (s.a.s) mescidlerin temizliğine çok önem vermiştir. O hayatta iken mescidi süpüren bir kadıncağız vardı. Vefatı kendisine haber verilmeden defnedildi. Rasûlullah bu duruma çok üzülmüş ve onun mezarı başında namaz kılmıştır. Onu Cennet'te mescidin kırıntılarını süpürürken gördüğünü haber vermiştir. (Buhârî, Salat, 8/72). Câmilerde genel olarak bu dört grup görev yapmakla beraber, bilhassa Osmanlıların yükselme çağında bu sayı otuza kadar yaklaşmaktadır. Vakfiyelerde zikredilen görevlilerden bazıları şunlardır: Hatip, ecza-han, devirhan, ders-i âmm, ferrâş, şeyhu'l-kurrâ, müderris, bevvâb, naat-han, muhaddis, hâfız-ı kütüp, kandilci, buhurî, mahyacı, şifâ-i şerif hocası... (Ziya Kazıcı, İslâmî ve Sosyal Açıdan Vakıflar, İstanbul 1985). Fonksiyonları: Câmilerin fonksiyonları, a) Mabed, b) Yönetim merkezi, c) İlim ve kültür merkezi olarak üç grupta mütalâa etmek mümkündür. a) Mabed olarak: Esas itibariyle mescidler içinde ibadet edilmek üzere inşa edilmişlerdir. Bu itibarla kudsiyet kazanmışlar ve "Allah'ın evi" adını almışlardır. Kur'an Allah'ın adının anılması için yapıldığını belirtmektedir (Cin, 72/18). İslâm dini toplu ibadeti teşvik etmiştir. Cemaatle kılınan namaz, yalnız kılınandan 25-27 derece daha üstün tutulmuştur. Her renkten ve sınıftan insanın bir araya gelip omuz omuza ibadet etmeleri, sosyal dayanışmanın sağlanmasında önemli bir faktör olmuştur. b) Yönetim Merkezi Olarak: Hz. Peygamber (s.a.s)'in nübüvvet görevi yanında, devlet başkanlığı, hâkimlik, komutanlık gibi görevleri de vardı. Bu görevler, İslâm devlet başkanının görevleridir. Medine'deki Mescid-i Nebevî O'nun bu görevlerine uygun olarak devletin idare merkezi özelliği taşımakta idi. Elçiler orada karşılanır, Bazen orada misafir edilir, ordu orada teçhiz edilip sefere gönderilir, dâvâlara orada bakılır, devletin hazinesi orada muhafaza edilir ve sarfedilmesi gereken yerlere oradan sarfedilirdi. Câmilerin bu görevleri vilâyetler düzeyinde de aynı idi. Câmiler halkın birbirleriyle ve devletle kaynaştığı bir yer durumundaydı. İlk Osmanlı câmileri de bir devlet merkezi olarak plânlanmış ve bu görev için kullanılmışlardır. c) Bir İlim ve Kültür Merkezi Olarak: Hiç bir din İslâm kadar ilme önem vermemiştir. Kendisinin "muallim" olarak gönderildiğini ifade eden Hz. Peygamber (s.a.s) Mescid-i Nebevî'deki "Suffe" ile, üniversitelerin ilk temelini atmıştır. Suffe yatılı bir üniversite özelliği taşımakta idi. Hz. Peygamber (s.a.s)'le başlayan ders halkaları değişik ilim dallarını da içine alarak yüzyıllarca, mescidlerde devam etmiştir. Hz. Peygamber zamanında değişik sosyal amaçlar için de kullanılan mescid (câmi) bir çok müessesenin temelini oluşturur. Câmilere sığamaz hale gelen bu müesseseler daha sonra külliyeleri meydana getirmiştir. Zamanla câmiler, herkesin okuması için eserlerinirı bir nüshasını buralara bırakan müellifler sayesinde, bir kütüphane hizmeti de vermişlerdir. Satın alınan kitaplarla zenginleştirilen bu kütüphaneler, "hâfız-ı kütüp" adı verilen memurlarca idare ediliyordu. Böylece câmiler ruh ve maddenin bütünleştiği bir merkez durumundaydı. Câmi Âdâbı: Allah (c.c.): "Ey Âdem oğulları, her mescidde zînetlerinizi takının." (el-Araf 7/31) buyurmaktadır. "Zînet"ten maksat edeptir. Câmilerin ilk yapılış gayesi Allah'a ibadettir. Bu bakımdan ibadet esnasında, cemaati rahatsız edecek derecede yüksek sesle konuşmak, soğan-sarımsak gibi kokusu çirkin görülen şeyler yenilerek câmiye gelmek, safları çiğneyerek ileriye geçmeye çalışmak vb. davranışlar hoş karşılanmamıştır. Hz. Peygamber (s.a.s) mescidlere girerken sağ ayağı ile girer ve (euzü billahi azimi vebacehehe ekrame vesalihinehü agdıma eşşeydani ercaim) diye dua ederdi. Mescidlere girildiğinde iki rekat "tahiyyetü'l-mescid"* (câmiye hürmet) namazı kılmak Hz. Peygamber'in sünnetidir. (İbn Kesir, Tefsir, V, 106) Nebi BOZKURT |
İslami Sözlük C
CÂLÛT
Hz Dâvud (as) zamanında yaşamış, "Amâlika" kralının adı "Amâlika" kavmi Akdeniz'in sahilinde, Mısır ile Filistin arasında yaşayan bir milletti Amâlika kavminin kralı Câlut, Hz Musa'nın vefatından sonraki bir dönemde İsrâiloğullarına saldırmış, onları yenerek, birçok esir ve kıymetli eşyalarını almış, ülkesine götürmüştü Esirler içinde İsrâil krallarının bir çok prensi de bulunuyordu Câlut sadece bunlarla kalmamış, geride kalan İsrailoğulları'na da ağır vergiler koymuştu HattaTevrât'larını bile almıştı Bu sırada İsrailoğulları'nın bir peygamberi de yoktu Bunlar Allah'a yalvararak bir peygamber göndermesini istemişler, Allah Teâlâ da onlara bir peygamber göndermişti (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini, İstanbul 1979, II, 828) Nihayet, önceleri bir intikam duygusuyla, kendilerine gönderilen Aşmuil veya Şâmuil'e başvurarak, kendilerine dirayetli bir hükümdar ve komutan tayin etmesini istemişlerdi Bu hükümdar sayesinde çıkarıldıkları yurtlarına dönmek isteklerini dile getirmişlerdi Peygamberleri de bu istek üzerine, Tâlut ismindeki bilgili, basiretli, cesaret sahibi hükümdarı tayin etti Fakat İsrailoğulları tayin edilen bu kumandana itiraz ettiler Her şeyi maddi ölçülere göre değerlendirmeye alışmış olduklarından içlerinden daha zenginleri varken, böyle birisinin tayinine razı olmadılar Fakat Peygamber, Tâlut'un hem bilgili hem de fiziksel yapı itibariyle bu işe uygun olduğunu söyleyip bu işin ehli olduğunu belirtmiştir (el-Bakara, 2/246-247) Yine Peygamber, İsrailoğulları'na, Tâlut'un hükümdarlığının işâreti olarak içinde atalarına ait bir takım kutsal emânetler ve Tevrat levhaları bulunan kutsal tabutu, meleklerin getirmesi mucizesini göstermiştir (el-Bakara, 2/248) Bunlardan sonra, Tâlut, İsrailoğulları'nın başına geçip, Câlut'a saldırmak üzere Filistin veya Ürdün nehrini geçerken, ordusunun sabrını veya samimiyetini ölçmek istemişti Hava çok sıcaktı ve ordusuna nehirden geçerken su içmemelerini söylemişti Fakat ordusundan bu emre uyanların sayısı oldukça az miktarda kalmıştı Fakat Tâlut bu kutsal mücadelesinden caymamış ve Câlut ile savaşa girmiştir Halbuki savaştan önce ordusundan bazıları, Câlut'un ordusunu görünce: "Bugün Câlut'un ordusuyla karşılaşacak gücümüz yok" demişler ve kumandanlarını bırakarak savaşa girmemişlerdi Buna rağmen, az sayıda samimi mümin ile beraber savaşa giren Tâlut, Câlût'a karşı savaşı kazanmıştır Tâlut'un ordusunda bulunan Hz Dâvud da Câlut'u öldürmeyi başarmıştır Hz Dâvud (as) Tâlut ve Eşmuil (as)'ın vefatından sonra İsrailoğulları'nın başına geçmiş ve kendisine peygamberlik de verilmişti (el-Bakara, 2/249-252) Aynı kıssa biraz daha geniş olarak Kitab-ı Mukaddes, 1 ve 2 Sammel sifrinde geçmektedir Kur'an'ın anlattığı bu hadise, samimiyet ve iman gücünün nelere kadir olacağını ve İsrailoğulları'nın azgınlığını gözler önüne sermektedir Talat SAKALLI |
İslami Sözlük C
CÂİZ
Yapılması mahzurlu olmayan, işlenmesi suç teşkil etmeyen şey İzin verilen, müsaadeli, ruhsatlı, olur, olabilir, mümkün, kâbil, münasip gibi manalara gelir Caiz görmek, uygun bulmak; Caiz olmak; yapılması mahzurlu olmamak, dînen yasaklanmamış olmak gibi anlamlarda kullanılır Bunun tersi, caiz olmamak, yani yapılması mahzurlu olmak, doğru olmamak veya dînen yasaklanmış olmak demektir Fıkıh terimi olarak caiz; yapılması sahih veya mübah olan herhangi bir fiil veya akiddir Bazen bir fiil veya bir akid sahih (geçerli) olduğu halde caiz olmaz Meselâ, cuma namazı için ezan okunurken alış-verişi bırakıp namaza gitmeyen bir müslümanın yapacağı satış muamelesi dünyevî ahkâm itibariyle sahihtir Fakat uhrevî ahkâm itibariyle caiz değildir Çünkü bu durumda, Cenâb-ı Allah'ın: "Ey iman edenler! Cuma günü namaza çağrıldığı (ezan okunduğu) zaman, hemen Allah'ı anmaya koşun ve alış-verişi bııakın Eğer bilirseniz bu, elbette sizin için daha hayırlıdır " (el-Cum'a, 62/9) emrine muhalefet edilmiş ve uhrevî sorumluluk altına girilmiş olur (Ömer Nasuhî Bilmen, Istılahâtı Fıkhiyye Kâmusu, I, 33) Özür halinde bazı şartlarını yerine getirmeden niyetle namaz kılmak da caizdir Meselâ, namaz için şart olan abdest yerine, su bulunmadığı zaman temiz toprakla teyemmüm etmek kâfidir Ancak su olup ta onu kullanmaya meşru bir engel yoksa, teyemmümle namaz kılmak caiz değildir Bu da: "Bir özür için caiz olan şey o özrün kalkmasıyla geçersiz olur" prensibine dayanır (Ö N Bilmen, age, I, 262) Caiz tabiri yalnız şer'î işlerde değil, mantıkta da kullanılır ve muhtemel, gayr-ı muhtemel veya mümkün gibi akla aykırı gelmeyen her şeyi ifade eder Kelâm ilminde caiz (mümkîn); aklî hükümlerden olup, ne varlığı ne de yokluğu zatının muktazası olmayan, zatına nisbetle varlığı da yokluğu da eşit olandır Mümkin; varlığı da yokluğu da vacip olmayan veya varlığı da yokluğu da imkânsız olmayan diye tarif edilir Özellikleri şunlardır: a) Mümkin'in varlığı da yokluğu da müsâvî bulunduğundan; var olmak için mutlaka bir sebebe muhtaç olur Bu sebep, onun varlığını yokluğuna tercih eder Buna mukabil, yokluğu için sebebe ihtiyaç yoktur Aslında mümkin olan bir mefhûmun realitede olmasını sağlayacak bir etken yoksa veya var olan mümkinin varlığının devamını sağlayacak sebep bulunmuyorsa, kendisi yok olur b) Mümkin, sebebinden önce veya sebebiyle beraber var olamaz Mutlaka sebebinden sonra bulunur Bunun içindir ki mümkin, hâdis (sonradan yaratılmış) tir Mümkinin, sebebinden önce var olamıyacağı gayet açıktır, Zira mümkin, ancak kendisinden önce var olan bu sebebin tesiriyle var olacaktır Mümkin; sebebiyle beraber var olsaydı onun özelliğini taşırdı Halbuki kendisi sebep değil müsebbeb (kendisine sebep olunarak ortaya konulmuş olan)dir (Bekir Topaloğlu, Kelâm İlmi, GİRİŞ, 68) |
İslami Sözlük C
CÂHİLİYYE
Bilgisizlik, gerçeği tanımama. İslâm, tam bir aydınlık ve bilgi devri olduğu için, Arabistan'da İslâmiyet'in yayılmasından önceki devre, daha dar anlamı ile Hz. İsa'dan sonra peygamberimizin gelmesine kadar geçen zamana "cahiliyye" devri adı verilmiştir. Cahiliyye, insanın Allah'ı gereği gibi tanımaması, ona kulluk etmekten uzaklaşması, onun ilâhî hükümlerine değil de kişinin kendi hevâ ve hevesine uyması, insanların koyduğu emir ve yasaklara, siyasî sistem ve düşüncelere inanmasıdır. Kur'an-ı Kerîm'de: "Onlar hâlâ Cahiliyye devri hükmünü mü istiyorlar? Gerçeği bilen bir millet için Allah'dan daha iyi hüküm veren kim var?" (el-Mâide, 5/50) buyurulur. İslâm'ın hakim olmadığı ortamlar Cahiliyye çağlarıdır. Çünkü ilâhî bilginin kaynağından yoksun olan ortamlardır. İslâm'ın gelişinden önceki dönemde yaşayan müşrikler Allah'a isyan etmiş onun hükümlerine sırt çevirmiş bir toplum olarak son derece ilkel ve cahil hayat sürüyorlardı. Cahiliyye Arapları'nın sürdüğü hayattan ve içinde yaşadıkları ortamdan bazı örnekleri şöyle sıralamak mümkündür: Cahiliyye insanları Allah'ın varlığını kabul etmekle beraber putlara taparlardı. Onlar putlarının Allah katında kendilerine şefaatçı olacaklarına inanırlar ve: Biz onlara ancak bizi daha çok Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz" (ez-Zümer, 39/3) derlerdi. Şarap içmek adeti çok yaygındı. Şairleri her zaman içki ziyafetinden bahseder, içki şiirleri edebiyatlarının büyük bir kısmını teşkil ederdi. Hatta Enes b. Mâlik (r.a.)'in bildirdiğine göre İslâm'da içki, Mâide Suresi'nin doksan ve doksanbirinci ayetleriyle kesin olarak haram kılınmış, Hz. Peygamber (s.a.s) tellal bağırttırarak bunu ilân ettiğinde Medine sokaklarında sel gibi içki akmıştır (Müslim, Eşribe, 3). Cahiliyye çağında kumar da çok yaygındı. Cahiliyye Arapları kumar oynamakla övünürlerdi. Öyle ki kumar meclislerine katılmamak ayıp sayılırdı. Onların şairlerinden biri karısına şöyle vasiyette bulunur: "Ben ölürsem, sen, aciz ve konuşma bilmeyen, ki yüzlü ve kumar bilmeyen birini isteme." Tefecilik almış yürümüştü. Para ve benzeri şeyleri birbirlerine borç verirler; kat kat faiz alırlardı. Borç veren kimse, borcun vadesi bitince borçluya gelir: "Borcunu ödeyecek misin, yoksa onu artırayım mı?" derdi. Onun da ödeme imkânı varsa öder, yoksa ikinci sene için iki katına, üçüncü sene için dört katına çıkarır ve artırma işlemi böylece kat kat devam ederdi. Tefecilik ve faizin her çeşidini haram kılan Allah, özellikle Araplar'ın bu kötü âdetlerine dikkati çekerek "-Ey iman edenler! Kat kat faiz yemeyin." (Âli İmrân,3/130) buyurmuştur. Faizcilik Araplar arasında o kadar yerleşmişti ki ticaretle onun arasını ayıramıyorlar; "Faiz de tıpkı alış-veriş gibi" diyorlardı. Bunun üzerine inen ayette: "Allah alış-verişi helâl, faizi ise haram kılmıştır. " (el-Bakarâ, 2/275) buyrulmuştur. Cahiliyye Araplar'ı arasında fuhuş da nadir şeylerden değildi. Cariyelerini zorla fuhuşa sürükleyenler vardı. Kur'an-ı Kerîm'de bu hususa işaretle: "İffetli olmak isteyen cariyelerinizi fuhşa zorlamayın. " (en-Nûr, 24/33) buyurulur. Kocanın birkaç metresi olduğu gibi, kadının da başkalarıyla ilişkide bulunması, bazı çevrelerce nefretle karşılanmayan bir davranıştı. Fuhuşla ilgili Cahiliyye Araplarının şu adetlerini zikredebiliriz: Kadın âdetinden temizlendikten sonra kocası ona "şu adama git ve ondan hamile kal" derdi. Kadın istenilen adamla beraber olduktan sonra kocası hamileliği belli oluncaya kadar ona yaklaşmazdı. Sonra yaklaşabilirdi. Bu, iyi bir çocuğa sahip olmak için yapılırdı. Sayıları üç ila on arasında değişen bir grup erkek kadının evine girerek, sırasıyla hepsi de onunla cinsi münasebette bulunurdu. Kadın hamile kalıp da doğum yaparsa doğumdan bir kaç gün sonra bu erkekleri çağırır, erkekler de zorunlu olarak bu davete iştirak ederlerdi. Sonra onlara: "Olanları biliyorsunuz, doğum yaptım" içlerinden birine işaret ederek "çocuğun babası sensin" derdi. O da bundan kaçınamazdı. Bazı fuhuş yapan kadınlar da tanınmaları için kapılarına bayrak asarlardı. Bu tür kadınlardan biri doğum yaptığı zaman teşhis heyeti toplanıp çocuğun kime ait olduğunu tespit ederdi. O da çocuğun babası olduğunu kabul etmek zorunda kalırdı. (Buhârî, Nikah, 36) Kadına değer verilmez, hak ve hukuku tanınmaz, adeta bir eşya gibi telakki edilip miras alınırdı. Biri ölüp karısı dul kalınca ölenin varislerinden gözü açık biri hemen elbisesini kadının üzerine atardı. Kadın daha önce kaçıp bu halden kurtulamazsa artık onun olurdu. Dilerse mehirsiz olarak onunla evlenir, dilerse onu bir başkasıyla evlendirerek mihrini almaya hak kazanır ve kadına bundan bir şey vermezdi. Dilerse, kocasından kendisine kalan mirası elinden almak için onu evlenmekten menederdi. Bunun üzerine inen ayette: "Ey inananlar! Kadınlara zorla mirascı olmaya kalkmanız size helâl değildir. " (en-Nisâ, 4/19) buyurulmuştur. (Şevkânî, Fethu'l-Kadir, I, 440). Yiyeceklerin bazısı yalnız erkeklere ait olup kadınlara yasak ediliyordu. "Onlar: Bu hayvanların karınlarında olan yavrular yalnız erkeklerimize mahsus olup, eşlerimize yasaktır. Ölü doğacak olursa hepsi ona ortak olur" dediler (En'âm, 6/139) Cahiliyye Arapları'nın kötü adetlerinden biri de kız çocuklarını diri diri toprağa gömmeleriydi. Onlar bunu namuslarını korumak veya ar telakki ettikleri için, bazıları da sakat ve çirkin olarak doğduklarından yapıyorlardı. Kur'an-ı Kerîm'de şu ayetlerde buna işaret edilir: "Onlardan birine Rahman olan Allah'a isnat ettikleri bir kız evlâd müjdelense içi öfkeyle dolarak yüzü simsiyah kesilirdi. " (ez-Zuhruf, 43/17), " Diri diri toprağa gömülen kız çocuğunun hangi suçla öldürüldüğü sorulduğu zaman... " (Tekvir, 81/8-9), "Ortak koştukları Şeyler müşriklerden çoğuna çocuklarını öldürmeyi süslü gösterirdi. "(el-En'âm, 6/137) Ekin ve hayvanlarını iki kısma ayırıyor bir kısmını Allah'ın böyle emrettiğini sanarak Allah'a veriyor ve bir kısmını da Allah'a eş koştukları putlarına ayırıyorlardı. Onlar bu batıl inanç ve adetlerinde biraz daha ileri giderek Allah'ın payına düşeni alıyorlar, onu eş koştukları putların payına ekliyorlardı. Ama putlarının payından alıp öbürüne ilâve ettikleri görülmüyordu. "Allah'ın yarattığı ekin ve hayvanlardan O'na pay ayırdılar ve kendi iddialarına göre: "Bu Allah'ındır, Şu da ortak koştuklarımızındır" dediler. Ortakları için ayırdıkları Allah için verilmezdi. Fakat Allah için ayırdıkları ortakları için verilirdi. Bu hükümleri ne kötüydü!" (el-En'âm, 6/136). Bir kısım hayvanlarla ekinlerin bazısını dilediklerinden başkasına yasaklıyorlardı. Ayrıca bir kısım hayvanlara binerken ve keserken Allah'ın adının anılmasına engel oluyorlardı. (el-En'âm, 6/138). Bunun dışında hayvanlarla ilgili şu adetleri de vardı: Deve beş batın doğurup beşincisinde erkek doğurursa kulağını çentip serbest bırakırlardı. Artık ona binmeyi ve sütünü sağmayı haram kabul ederlerdi. Buna "Bahîra"* derlerdi. Saibe*; dileği yerine gelen kimsenin putlara adadığı deve idi. Buna da binilmez ve sütü sağılmazdı. Vasîle*; koyun dişi doğurursa kendileri için; erkek doğurursa putları için olurdu. Şayet biri erkek, biri dişi olmak üzere ikiz doğurursa, dişinin hatırı için erkeği de kesmezler ve buna "Vasîle" derlerdi. Hâm* ; bir erkek devenin soyundan on döl alınırsa onun sırtı haram sayılır, su ve otlakta serbest bırakılırdı. Kimse ona dokunmazdı. Bütün bunlardan başka müşrikler atalarından devraldıkları birtakım adetleri devam ettirme konusunda direniyor ve hatta bunların bazılarının, kendilerini Allah (c.c.)'a daha çok yaklaştırdıklarını ileri sürüyorlardı. İbn İshak şunları aktarıyor: "Kureyş, ya Fil olayından evvel veya daha sonra meydana geldiğini tahmin ettiğim bir bid'at ortaya çıkardı ki, tarihte (Hums) diye anılıp, asalet-i diniye iddiasından ibarettir." Bunlar: "Biz, İbrahim'in evladıyız, ehl-i Harem biziz, Beyt'in sahibiyiz, Mekke'nin de sâkini bulunuyoruz. Arap kabilelerinden hiçbir kabîle, bizim sahip olduğumuz bu şeref ve itibara sahip değildir. Binaenaleyh biz, bu müstesna mevkiimizin şeref ve itibarını korumalıyız. Bundan sonra Harem haricinde hiçbir şeye tazim etmeyip bütün ihtiramatımızı Harem dahilinde hasretmeliyiz. Meselâ, Arafat'ta halk ile bir sırada, yan yana, omuz omuza durup vakfe etmek, sonra halk ile geri dönüp gelmek bizim kadrimizi tenzil eder" diyorlardı. İbn İshâk devamla: "Kureyşliler bu asalet fikrini ortaya koydu ve uygulamaya da başladı. Arafat'a çıkmayı, Arafat'tan ifazâyı terk ettiler. Herkes Arafat'ta vakfe ederken, bunlar Müzdelife'ye giderler, orada dururlardı. Ve "Biz ehlullahız, Harem-i Şerif'in hâdimleriyiz" diyerek, diğerleriyle eşitliği kabul etmezlerdi. Fakat bunlar, Arafat'ta vakfe etmenin İbrahim (a.s.)'in dini muktezası olduğunu biliyorlardı. Kinâne ile Hüzâaoğuları da bu hususta Kureyş'e iltihak etmişlerdi. Bunlar hac için, umre için gelen bedevîlere müdahaleye kadar ileri gitmişlerdir. Harem hâricinden gelen herkesin, Beyt'in ilk tavafı Siyab-ı Hums ile tavaf etmelerini kararlaştırdılar ve uyguladılar. Bu kararın neticelerinden biri: Kim ki adi bir elbise ile gelip tavaf ederse, tavaftan sonra o elbiseyi çıkarıp atması zarûrî idi. Bu kararların ikinci neticesi ise; asilzadelere mahsus bir elbisesi olmayan bedevî erkeklerin çıplak; kadınların da yalnız önü yırtmaçlı kısa iç gömleği ile tavafa mecbur edilmesidir. Bu ve bunun gibi pek çok âdetler yürürlükte idi. Rasûlullah (s.a.s)'a iletilinceye kadar da bu âdetler yürürlükte kalmaya devam etti. Daha sonra da A'râf suresinin 26, 27, 28, 31 ve 32. ayetlerinde, çıplak tavaf ile birlikte diğer bid'atler de yasaklanmıştır. Ebû Hüreyre (r.a.)'den gelen bir rivayete göre, Ebû Bekr es-Sıddık (r.a.) Vedâ Hacc'ından (bir sene) evvel, Hz. peygamber tarafından Hac Emîri* olarak (Mekke'ye) gönderildiğinde, Ebû Bekr de Ebû Hureyre'yi Kurban Bayramı'nın ilk günü Mina'da büyük bir cemaat içinde halka (şu iki maddeyi) ilâna memur kılmıştır. (Ebu Hüreyre): "Ey Nas! İyi biliniz, bu yıldan sonra müşriklerin haccetmeleri, çıplakların da Kâbe'yi tavaf etmeleri yasaktır" demiştir. (Sahîh-i Buhâri, Tecrid-i Sarih Tercümesi, VI,13) Fakat onlar bunu kabule yanaşmamışlar, atalarını körükörüne taklide çalışmışlardır. "Onlara: Allah'ın indirdiğine ve peygambere gelin dendiği zaman: Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter' derler. Alaları bir şey bilmeyen ve doğru yolu da bulamayan kimseler olsalar da mı?" (el-Mâide, 5/104). İslâm, topluma hakim olunca bütün bu cahilî sistemin ilkel davranışlarını tamamen yasaklamıştır" (el-Mâide, 5/103). Bütün bunlara baktığımızda, Cahiliyye'nin bir inanma biçimi olduğunu görüyoruz. Cahiliyye; bir şeyi gerçeği dışında bilmek, anlamak ve buna göre amel etmek demektir. Bu duruma göre Cahiliyye; insanın ve toplumun İslâm öncesi ve İslâm dışı bir yaşayış biçimiyle yaşaması demektir. Doğru yolun zıddı, ilmin aksi olan, eskiyen ve değişken olan, bölgelere, kavimlere ve anlayışlara göre kurulan her türlü İslâm dışı rejimler; cahilî sistemler ve hükümlerdir. Cahiliyye; insanın insan iradesinin dışındaki unsurlar üzerinde toplanmasını temine çalışan, insanı insana ve topluma köle yapan bir sistemin; beşeriyeti Allah'a ibadetten uzaklaştırıp, herhangi bir adla anılan beşerî sistem ve prensiplere itaata zorlayan yönetimin adıdır. İnsanları, kavimlere, renklere, tarihlerinin karanlık çağı efsanelerine yönlendiren, ayrı ayrı dil farklılığı sebebiyle ümmet şuurundan uzaklaştırmaya çalışan her türlü baskı, cahiliyenin bir görüntüsüdür. Ahmed AĞIRAKÇA Durak PUSMAZ |
İslami Sözlük C
CÂHİL, CEHÂLET
Bilmeyen, iş bilmez, bilgisiz, tecrübesiz anlamlarına gelen ve halk arasında yol-yordam, ilim-irfandan haberdar olmayan kimse Cahilin içinde bulunduğu hâle de cehalet denir Ayrıca cehalet, ilmin karşısında olmak, bilmemek manasını taşır İlim; bilmek, her şeyin en iyisi, en hayırlısı olduğu gibi; cehâlet de onun zıddı, her şeyin en fenasıdır İlim sahibi faziletli, yüce kişi sayılırken; cahil insanlar da bilgiye karşı daima aşağılanan kişiler olarak bilinirler Kur'an-ı Kerîm inkârcıları: "Cehalet içerisinde kalmış (bilgisizliğe saplanıp kalan) gafiller" (ez-Zariyat, 51/11) olarak zikreder Yine cahillerden sakınmak için; " Âf yolunu tut, bağışla, mâruf olan şeyleri emret, cahillerden yüz çevir " (el-A'râf 7/199) buyurulur Bilgisiz insanlar körler gibidir: "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" (ez-Zümer, 39/9) "Aynen görenle görmeyenin bir olmadığı gibi" Cahil kişiler faziletli, doğru ve ilmi kendine önder seçmiş, akıllı kişilerden kaçarlar Çünkü, kendini olduğundan büyük görme hastalığına tutulan cahiller, tevazû sahibi bilginlerden hiç bir şey anlayamazlar Cahil, her şeyin dış yüzünü görür, kabukta kalır Her şeyi bildiğini sanır, boş iddialarda bulunur Ancak görünenin arkasında bir de hissedilenin varolduğunu bilemez Cahilin tedbiri, düşüncesi köksüz ve çürüktür Bundan dolayı cahiller için: "Cahil yaşayan ölüdür", "Diri iken ölü" denilmiştir Hazret-i İsa da: "Ben ölüleri dirilttim fakat cahilleri diriltemedim" buyurmuştur Halk arasında hadis olarak bilinen yaygın bir sözde: "Akıllının düşmanlığı, cahilin dostluğundan daha hayırlıdır" denilmektedir Hazret-i Ali (ra): "Faziletli kişiler hakkında haset edilir Cahiller de ilim sahiplerine düşman kesilirler" buyurmuştur Eskiden İslâm toplumlarında âlimlerden birine kızıldığı zaman en büyük ceza olmak üzere onu cahil bir kişi ile hapsederler veya bir arada yaşamaya zorlarlardı "Cahillere para verilse de yüz verilmez" deyimi çok kullanılan bir deyimdir Şâmil İA |
İslami Sözlük C
CA'FER-İ SÂDIK
İmamiyye* mezhebinin kabul ettiği oniki imamın altıncısı Künyesi Câ'fer es-Sâdık Muhammed Bâkır b Ali b Hüseyin b Ali b Ebî Tâlib'tir Babası, Muhammed Bâkır'ın yerine imamete geçmiştir Oniki imamın altıncısıdır Hz Hüseyin'in şehit edilmesinden sonra Peygamber çocukları siyasetle uğraşmamışlar; kendilerini ilme vermişlerdir Bu evde yetişen Câ'fer de kendini ilme verdi; fıkıh, hadis, ve öteki şer'î ilimler yanında kimya ve diğer ilimleri de tahsil etti Talebesi Tarsuslu İbn Hayyan'ın, Câfer'in beşyüz risalesini toplayarak bin yaprak tutan bir kitap yazdığı rivayet edilir (İbn Hallikân, Vefeyâtü'l-A yân, Mısır 1948, I, 291) Câbir İbn Hayyan, Câ'fer-i Sâdık'tan çok yararlanmış, ondan itikad ve iman usulünü öğrenmiş bunun yanında maddî varlıkların tabiatı ve özelliklerine ve bunların birbirine karıştırılmasına (eczacılık-simya) dair bilgiler de almıştır Câbir'in Câ'fer'den ilim öğrenmek için belirli bir saati vardı O saatte, İmamın yanına ondan başkası giremezdi Risalelerinin büyük kısmını hocası Câ'fer'in adına yazmıştır (Muhammed Ebu Zehra, el-İmamü's Sâdık, 77) Ebû Hanife, İmam Mâlik ve Süfyân-ı Sevrî gibi büyük bilginler Câ'feri Sâdık'tan ilim öğrenmiş ve hadis rivayet etmişlerdir Câ'fer-i Sâdık fazla konuşmazdı Süfyan-ı Sevrî, Câ'fer'i ziyarete gitmiş; uzun süre sustuğunu görünce konuşmasını rica etmiş; bunun üzerine Câ'fer şöyle demiştir: "Allah'ın nimetine şükret; şükür, nimetin artmasına vesîle olur Nimet verildiği zaman da istiğfara devam et Devletin zulmüne karşı da Lâ havle velâ kuvvete illâ billah de" Ebû Hanife de, Hicaz'a gidip, iki yıl Câ'fer'in yanında kalmış, ondan çok şeyler öğrenmiş ve bu iki yıl için "Eğer iki yıl olmasaydı Nûman mahvolurdu" demiştir (Ebû Zehra, age, s 37-39) İmam Câ'fer'in ilmi önce kesbî olarak başlamış, sonra vehbî ilimle desteklenmiş, ilhâma mazhar olmuştur Bu yüzden İmâmiye mezhebi mensupları, imamların ve bu arada Câ'fer-i Sâdık'ın hatadan sâlim olduğu inancındadır Her biri yıldızlar gibi olan ashab-ı kiram'ın bile görüş ve ictihadlarında zaman zaman hata ettikleri olmuştur Sahabeden sonra gelen imamların ilham dışındaki sözlerinde yanılması mümkündür Câfer-i Sâdık da insandır, masum değildir Çünkü ismet (masumluk) sıfatı yalnız peygamberlere mahsustur Câ'fer-i Sâdık, ahlâk, fazilet ve takvada ileri idi İmam Mâlik onun hakkında şöyle der: "O, üç halde bulunurdu: Ya namaz kılar, ya oruç tutar, veya Kur'an okurdu Hiç bir zaman temiz olmadan Allah'ın Rasûlü'nü ağzına almazdı Boş yere konuşmazdı Kendisini her gördüğümde kalkar, altındaki minderi bana verirdi" (Ebû Zehra, age, s 77) Alta yün, üste ipekli giyerdi Süfyan ona "Bu senin ve babalarının elbisesi değildir" deyince Câ'fer ona "O zaman darlık zamanı idi Şimdi genişlik zamanıdır Şimdi herşey bol" demiş, sonra cübbesini açıp alttan beyaz yünlü elbisesi görününce, "İşte" demiş "Allah için giydiğimiz elbise budur Bu üstteki de sizin için giydiğimiz elbisedir Allah için olanı gizledik Sizin için olanı gösterdik" (Hilye, III, 193; el-Kevâkib, I, 95) İmamiye, Câ'fer-i Sâdık'ın bazı vehbî ilimlere sahip olduğunu, Hz Peygamber'in bu ilmi Hz Ali'ye verdiğini, Hz Ali'den Ali Zeynelâbidin'e, ondan Muhammed Bâkır'a, ondan da Câ'fer-i Sâdık'a geçtiğini, bu ilmin "cifr ilmi"* olduğunu söyler Cifr ilmi, harflerin ilmidir Câfer'i Sâdık'ın cifr'i bildiği ve onu şöyle tarif ettiği bildirilir: "O, deriden bir kaptır Onda, peygamberlerin ve İsrailoğulları bilginlerinin bilgisi vardır" (Seyyid Hüseyin Muzaffer, es-Sâdık, 109) Bu gibi rivayetler genellikle Kuleynî yoluyla gelmektedir Kuleynî, Câ'fer-i Sâdık'ın, gûya Kur'an'da eksiklikler veya ilâveler bulunduğunu söylediğinden bahs eder ki; Murtaza Tûsî, büyük İmamiye bilginleri onu yalanlamışlar ve Câfer-i Sadık'dan bunun aksini rivayet etmişlerdir Ebû Hanife ve İmam Mâlik, Câ'fer-i Sâdık'ın görüşlerine muttali olmuş, ancak yukarıdaki cifr ilmi gibi konular onların eserlerinde yer almamıştır Hamdi DÖNDÜREN |
İslami Sözlük C
CEBRÂİL (a.s.)
Dört büyük melekten biri Buna Cibril de denir Bu tabirle Kur'an-ı Kerîm'de üç yerde geçmektedir (el-Bakara, 2/97-98; et-Tahrim, 64/4) Cibril, "cibr" ve "il" kelimelerinden meydana gelmiş İbrânice bir kelimedir Cibr kul, il ise Allah anlamına olup ikisi beraber Allah'ın kulu demektir (MH Yazır, Hak Dini Kur' an Dili, l, 431), Cebrâil, Kur'an-ı Kerîm'de "Ruh", "Ruhu'l-Kudüs" ve "Ruhu'l-Emin" isimleriyle de anılmaktadır Cebrâil (as)'in görevi Allah ile peygamberleri arasında elçiliktir Allah'tan aldığı emir ve hükümleri peygamberlere bildirir Bütün kitap ve vahiyler Cebrâil vasıtasıyla indirilmiştir Kur'an-ı Kerîm de Hz Muhammed (sas)'e onun vasıtasıyla indirilmiştir Kur'an-ı Kerîm'de bu hususta şöyle buyurulur: "(Ey Muhammed!) Uyaranlardan olman için Kur'an'ı senin kalbine apaçık Arapça diliyle Ruhu'l-Eınin (Cebrâil) indirmiştir" (eş-Şuâra, 26/192-195) Cebrâil (as) her şekle girebilir Peygamber Efendimiz (sas) onu biri vahyin başlangıcında Hıra'dan Mekke'ye gelirken, diğeri Mirâc'dan dönüşte Sidretü'l-Münteha*'da olmak üzere iki defa kendi aslî şekliyle görmüştür (es-Saâtî, el-Fethu'r-Rabbânî, VIII, 5) Cebrâil (as) bazan da insan kılığına girerek Rasülullah (sas)'a vahiy getirirdi Bu durumda çoğu kez yakışıklı ve genç bir sahabî olan Dıhye el-Kelbî'nin sûretinde görünürdü (Tecrid-i Sarîh Tercümesi, IX, 35) Cebrâil (as) İsrâ ve Mirâc hadîsesinde Rasûlullah (sas)'a Mekke'den Kudüs'e ve oradan Sidretü'l-Münteha'ya kadar eşlik etmiştir (Buhârî, Bed'u'l-Halk 6; Salât 1) Necm suresinde şu buyruklar yer almaktadır: "Ona (Peygamber'e, bu Kur'an'ı) üstün bir güç ve hikmet sahibi (Cebrail) öğretmiştir, (ki (o) görünümüyle çarpıcı bir güzelliğe sahiptir (O) hemen doğruldu O en yüksek bir ufuktaydı Sonra yaklaştı, derken sarkıverdi Nitekim ikisi arasındaki uzaklık iki yay kadar oldu, yahut daha da yakınlaştı Böylece Allah'ın kuluna vahyettiğini vahyetti " Ve başka bir ayette: " Ve eğer ona karşı birbirinize arka olursanız (bilin ki) onun dostu ve yardımcısı Allah, Cibril ve müminlerin iyileridir Bunun ardından melekler de ona arkadır" (et-Tahrim, 66/4) buyurulmaktadır Medine döneminde Yahudi bilginleri, kitaplarındaki bilgilere dayanarak Peygamber efendimizi imtihan etmek için birkaç soru sormuşlar, hepsine doğru cevap alınca bu defa kendisine vahiy getiren meleğin ismini sormuşlar, Rasûlullah (sas) "Cibril" cevabını verince; "O, bizim düşmanımızdır, harp ve şiddet getirir Bizim vahiy meleğimiz Mikâil'dir Mikâil müjde, ucuzluk ve bolluk getirir Sana gelen o olsa idi, iman ederdik" (M Hamdi Yazır, age I, 429) demişler, bunun üzerine: "De ki Cebrâil'e düşman olan kimse Allah'a düşmandır Çünkü o, Kur'an'ı Allah'ın izniyle kendinden öncekini tasdik ederek, yol gösterici ve inananlara müjdeci olarak senin kalbine indirmiştir Allaha meleklerine, Cebrâile ve Mikâile düşman olan kimse inkâr etmiş olur Şüphesiz Allah inkâr edenlerin düşmanıdır " (el-Bakara, 2/97-98) ayetleri inmiştir Allah'u Teâlâ Cebrâil'i kuvvet ve emanet sıfatı ile tavsif etmiştir: "Bu Kur'an, Arş'ın sahibi katından değerli güçlü, sözü dinlenen ve güvenilen Şerefli bir elç_inin getirdiği sözdür " (et-Tekvir, 81/19-21) Durak PUSMAZ |
İslami Sözlük C
CERH ve TA'DÎL
Cerh; yaralamak, sövmek; ta dîl, düzeltmek, hizaya getirmek, tezkiye etmek demektir Istılahî manaları ise; Cerh, günahkârlık, tedlis (karıştırıcılık), yalancılık gibi sebeplerle bir râvinin, hadis mütehassısları tarafından rivayetlerinin reddedilmesi Ta'dil; Bir râviyi rivayetleri kabul olunacak şekilde vasıflandırmak, tanıtmak demektir Hadis râvilerinin kusur ve meziyetlerinin özel terimlerle tetkik edildiği "cerh ve ta'dil ilmi" hadis ilminin en önemli konularından birini oluşturur Sözlü rivayetlerin yaygın olduğu bir dönemde ortaya çıkıp gelişen bu ilmin, hadisin ve dolayısıyla İslâm'ın korunması açısından hicrî dördüncü yüzyıla kadar çok faal bir rol oynadığı kesin bir gerçektir Hz Peygamber (sas)'den sonra meydana gelen bazı siyasî olaylar neticesinde birtakım sapık itikadî grupların ortaya çıkması ve bunların kendi görüşleri lehinde hadisin otoritesinden yararlanmak istemeleri, kendilerini hadis uydurmaya sevketmiştir (Ahmed Nâim, Tecrid-i Sarîh Tercümesi, Mukaddime, 351; Yaşar Kandemir, Mevzu Hadisler, 31-48) Bu olumsuz gelişmeler karşısında İslâm âlimleri kılı kırk yararcasına bir titizlik göstererek, hadislerin kitaplara geçirilip tasnif edildiği zamana kadar her râviyi cerh ve ta'dile tabi tutmuşlar ve bu şekilde, güvenilir olanları zayıflardan, tanınmayanlardan, uydurmacı ve yalancılardan ayırdetmişlerdir (Ahmed Nâim, Mukaddime, 351) Dini, aslî berraklığı içerisinde korumayı yegane hedef ve vazife bilen İslâm âlimlerinin bu davranışlarını bir başka şekilde yorumlamak mümkün değildir Zira Tirmizî'nin de açıkça ortaya koyduğu gibi, amaç, müslümanların hayrını ve iyiliğini istemektir (Ahmed Nâim, Mukaddime; 351) Yoksa hiç bir kimse sebepsiz yere müslümanın gıybetini yapmış ve onları çekiştirmeyi istemiş değildir Tanınmış münekkitlerden Yahya b Saîd el-Kattân cerhettiği muhterem zevât dolayısıyla kendisine yöneltilen: - Sen cerhettiğin bu zevâtın kıyamet gününde karşına hasım olarak çıkmalarından korkmuyor musun? şeklindeki bir soruya: "Bunların düşmanlığına maruz kalmam; hadisini müdafaa etmediğimden dolayı Rasûlullah (sas)'in karşıma hasım olarak çıkmasından çok daha kolaydır" diye cevap vermiştir (Ahmed Nâim, Mukaddime, 350) Onun bu cevabında da görüleceği gibi, konu bir gıybet ve çekiştirme meselesi değil; ilim ehlinin taşıdığı sorumluluk duygusunun ve ilmî anlayışın bir çeşit tezâhürüdür Diğer taraftan cerh ve ta'dili yapacak âlimlerde birtakım özelliklerin arandığı gibi; cerh ve ta'dil esnasında dikkate alınması gereken esaslar da mevcuttur Bu yönleriyle ehil olmayan bir kimsenin cerh ve ta'diline itibar edilemez Şartlarına riayet edilmeden yürütülmüş cerh ve ta'dilin de ifade edeceği hiç bir değer yoktur (Ahmed Naim, Mukaddime, 365-389) Hadis münekkitleri cerh ve ta'dilde râvilerin kuvvet ve zayıflık, doğruluk ve yalancılık gibi durumlarına işaret eden bir takım terimler kullanmışlardır Ta'dil için kullanılan terimlerin tertibinde ulema arasında tam bir ittifak yoktur İbn Hacer el-Askalânî bu terimleri en yükseğinden alta doğru altı derecede toplamıştır Aynı şekilde cerh için kullanılan tabirler de en hafifinden en ağırına doğru altı kısma ayrılmıştır Ta'dilin en yüksek derecesi "evseku'n-nâs", "esbetü'nnâs" (insanların en güveniliri); cerhin en ağır derecesi ise "ekzebü'n-nâs" (insanların en yalancısı), "hüve ruknu'l-kezibi" (o, yatanın ocağıdır) tabirleriyle ifade olunur (Ahmed Naim, Mukaddime, 391-398; İbn es-Salâh, Ulûmu'l-Hadis, I33-137; Suyûtî, Tedrib, 229-236) Hadisin sahihini sekîminden, makbulünü merdudundan ayırma gayretinin bir neticesi olarak gelişmiş olan bu ilim dalında kaleme alınmış bir çok eser mevcuttur İbn Ebi Hâtim er-Râzi'nin "Kitâbü'l-cerh ve't-ta'dîl'i"; Ahmed b Hanbel'in "Kitâbü'l-ılel'i" ; Zehebî'nin "Mizânü'l i'tidâl" ;Buhârî'nin "et-Târihü'l-kebir'i" bu alanda yazılmış çok sayıdaki eserden sadece birkaçıdır |
İslami Sözlük C
CİZYE
İslâm devleti bünyesinde yaşayan gayr-i müslim vatandaşların mükellef olan erkeklerinden can ve mallarını koruma bedeli olarak yılda bir defa alınan vergi Buna cizye denilmesinin sebebi, zimmî denilen cizye yükümlüsünü ölümden koruduğu içindir Bir islâm beldesinde yaşayan gayr-i müslim, İslâm'a girerse cizyeden kurtulur Kur'an-ı Kerîm'de şöyle buyurulur: "Kendilerine kitap verilenlerden Allah'a ve ahiret gününe inanmayan, Allah'ın ve Peygamberinin haram kıldığı şeyleri haram tanımayan, hak dinini din olarak kabul etmeyen kimselere, zelil ve hakîr olarak kendi elleriyle cizye verecekleri zamana kadar savaşınız " (et-Tevbe, 9/29) Cizye, borcunu ödedi demek olan "cezâ deynûhu" fiilinden bir çeşit borç ödeyişi ifade eden bir isim olup, müahidin ahdi üzerine vereceği vergiye ıtlak olunur ki; can, mal ve özgürlüklerinin korunması karşılığında ödenmesi gerekir Müşriklere gelince onların cizye ödeyerek şirklerini sürdürmeleri asla sözkonusu olamaz Onlar için ya İslâm ya da kılıç vardır Burada da cizyenin Ehl-i Kitab'a özgü kabul edildiğini ifade eder bir kayıt yoktur Bunun için mesele içtihadî olmuştur İmamı Âzam Ebu Hanife'ye göre cizye mutlaka Ehl-i Kitap'tan ve Arap olmayan müşriklerden alınır; fakat Arap müşriklerden alınmaz Onlara ancak İslâm teklif edilir Ebu Yusuf'a göre kitab'i olsun müşrik olsun Arap'tan alınmaz; fakat Arap olmayan Ehli Kitap'tan ve müşriklerden de alınır İmam Şafiî'ye göre ise Arap olsun olmasın cizye ehl-i kitaptan alınır Gerek Arap olan gerek olmayan müşrik ve putperestlerden alınmaz İmam Mâlik ve Evzâi ise bütün gayr-i müslimlerden alınır kanaatini belirtmişlerdir İlk zamanlarda cizyenin nasıl uygulandığına dair elimizde delil olabilecek bilgi, yalnız Mısır'da cârî muamele hakkındaki bilgilerdir Orada vergi ödeyenlere, bir kurşun mühür verilir, mükellef bunu boynuna takardı Fakat sonraları Hişâm b Abdülmelik Barâe namıyla muntazam makbuz vermek yönteminin uygulanmasını istedi Bu makbuzlardan çoğu günümüze kadar gelmiş ise de henüz bunlar üzerinde gerekli araştırma yapılmamıştır Mısır'ın fethinde adam başına iki dinar konduğu rivayet edilir (Elmalılı Hamdi Yazır, HDKD III, 2509) İslâm'ı kabul edenlerin çoğalması ile orantılı olarak, cizye, kişi başına vergi özelliğini kaybetti Mısır'da, Selahaddin Eyyûbî devrinden itibaren, bu verginin yıllık geliri sadece 130000 dinardan ibaret kaldı (Makrîzî, Hitat, I, 107, 108, 27, 23) Cizye İslâm'ın ilk defa ihdas ettiği bir vergi değildir Cizye eski çağlardan beri vardır Yunanlılar, Milat'tan önce beşinci yüzyıl sıralarında Fenikeliler'in saldırılarından korunmak karşılığında küçük Asya sahillerinde yaşayan halklardan cizye almaktaydılar Romalılar da hâkimiyetleri altına aldıkları kavimlerden cizye almışlardır İranlılar da yine hâkimiyetleri altında bulunan reayadan cizye alırlardı Müslümanlar açısından cizye, ilk defa Hz Peygamber (sas) tarafından konulmuştur Hz Muhammed cizye verecek olanlara yaptığı anlaşmalarda, durumlarına göre cizyenin miktar ve şeklini belirlemiştir Hz Peygamber, Necran hristiyanlarıyla yaptığı anlaşmada her yıl Safer ayında iki bin ve Recep'te bin takım elbise cizye koymuştur Her takım elbisenin değeri bir rukiye olarak belirlenmişti Bir rukiye kırk dirhemdi Cizye böylece bir şekil ve muayyen bir miktarda olmaksızın Hz Ebu Bekir (ra)'ın hilâfetinin sonuna kadar devam etti Hz Ömer (ra) hilâfet makamına geçip de İslâm fetihleri geniş bir alana yayılınca, cizyenin miktarı belirlendi Hz Ömer, etrafta bulunan kumandanlara; sakalı, bıyığı gelmiş olanlara cizye tarh edilmesine ve bunun her adam başına dört altın veyahut kırk dirhem gümüş olarak belirlenmesine dair emirler gönderdi Bu miktar daha sonraları gayr-ı müslimin ekonomik durumuna göre yeniden belirlenmiştir Cizye, Batılılar'ın gözlerine çok batan bir vergi olduğu için, onları memnun etmek düşüncesiyle Tanzimat'ın ilânında ilk iş olarak "cizye" vergisi kaldırıldı ve bu verginin patrikhaneler eliyle cemaatleri adına toplanmasına karar verildi İslâm hukukunda Cizye iki türlüdür: 1) Sulh yoluyla konulan cizye: Bunun miktarı, anlaşma esaslarına göre uygulanır Taraflar tek yanlı irade ile cizyenin miktarını değiştiremezler Meselâ; yukarıdaki ifadede de belirtildiği gibi Hz Peygamber (sas) zamanında Necran halkı ile yıllık binikiyüz takım elbise üzerine anlaşma yapılmıştır 2) İslâm devleti tarafından doğrudan doğruya konulan cizye: Müslümanlar kendi güçleriyle bir düşman ülkesini ele geçirirler ve gayr-i müslim olan halkını yurtlarında "tebea" olarak bırakırlarsa, bunlara miktarı İslâm devletince belirlenen cizye vergisi konulur Cizye yalnız Ehl-i Kitap denilen yahudiler ile hristiyanlardan ve kendilerinde Ehl-i Kitap şüphesi bulunan mecûsîlerden kabul edilir Cizyenin bir kimseden tahsil edilebilmesi için bu kimsenin akıllı, hür, sağlıklı, erginlik çağına ulaşmış erkek olması şarttır Bu nedenle akıl hastaları, bunaklar, çocuklar, kadınlar, köleler, kör ve topallar, çok yaşlılar, yıl içinde altı aydan fazla bir süreyle hasta olanlardan cizye alınmaz Çünkü cizye, şer'an savaşmaya muktedir olan gayr-i müslimlere ait bir yükümlülüktür Yukarıda sayılanların ise savaşmaya gücü olmadığından, bunlar cizye ödemekle yükümlü değillerdir Kilise ve havralarda bulunan rahip ve papazlara cizye bağlanıp bağlanamayacağı konusunda görüş ayrılığı vardır Cizyenin miktarı, yükümlülerin ekonomik durumları dikkate alınarak belirlenir Geçmiş devirlerde devlet tarafından konulan cizyenin miktarı için yükümlüler üç sınıfa ayrılmıştır Zengin sayılanlardan yıllık kırksekiz; orta hallilerden yirmidört; çalışmaya muktedir fakirlerden de oniki dirhem cizye alınmıştır Nisap miktarına mâlik olanlar da zengin sayılmıştır Bazı bilginlere göre ise, zengin, orta halli veya fakir sayılma konusunda ikâmet ettiği beldenin örfüne göre karar verilir Sağlam ve geçerli olan görüş de budur Cizye ödeyen mükellefler, İslâm devleti ile sadece inanç ve dini merasimlerine için verilmesi için değil; aynı zamanda can ve mallarının korunması ve devlet garantisi altına alındığına dair bir anlaşma yapmış olurlar Bu vergiden ziyade, devletin bu vatandaşlarına yaptığı harcamalara onların bir nevî katkılarıdır Hanefîlere göre cizye, yıl başından itibaren tahsil edilmeye başlanır Çünkü cizye yükümlüsü, yıl başından itibaren geleceğe doğru saldırıdan korunma hakkını elde etmiş olur Bu yüzden cizye oniki taksit halinde her ay tahsil edilir Bazı İslâm hukukçularına göre ise, cizye, yıl sonunda tahsil edilebilir Devlet bunu daha önce talep edemez Cizye, tahakkuk ettikten sonra şu üç sebepten biriyle düşer: a) Mükellefin müslüman olması Cizye verecek kimse müslüman olursa kendisinden cizye kalkar Zira Hz Peygamber (sas): "Müslüman üzerine cizye yoktur " buyurmuştur (Tirmizî, Zekât,11; Ahmed b Hanbel, I, 223) b) Cizye tahsil edilmeden sürenin geçmiş olması Bu durumda cizye zaman aşımına uğramış olur c) Cizye tahsil edilmeden mükellefin ölmesi Bu halde de cizye düşer: Mirasından tahsil edilmez Şâmil İA |
İslami Sözlük C
CÖMERTLİK
Cömert; Eli açık, ikramcı, kerem sahibi Cömertlik; Sehâvet, İkram, ihsan ve yardım alışkanlığı Cömertlik; insanın, sahip olduğu imkânlardan, muhtaçlara meşrû ölçüler dahilinde, ve Allah rızasından başka hiç bir gaye gütmeden, ihsan ve yardımda bulunmasını sağlayan üstün bir ahlâk kuralıdır Cömertlik, ruhun bir melekesidir İnsanları, muhtaç olanlara vermeye, ihsanda bulunmaya sevkeder Bu melekeye sahip olan kişi, ferdî ve ictimaî alanda lüzumlu olan her şeye yardım eder Hiç bir kimsenin zorlaması olmadan ihsanda bulunmayı can ve gönülden ister "Rızkı veren Allah'tır" (Neml, 27/64; Zâriyât, 51/58) düşüncesi ile hareket ettiklerinden kalpleri de temiz ve zengindir (Leyl, 92/17-20) Kendi varlıklarıyla, her ne suretle olursa olsun başkalarına faydalı olmağa çalışırlar Allah Teâlâ'nın kendilerine fazl ve kereminden verdiğine ve bunlarda da muhtacların hakkı olduğuna (Hüd, 11/6) inanırlar Cömertliği kul hakkının temeli sayarlar Kendi haklarını affederler Kendi ihtiyaçlarını düşünmeden başkasının ihtiyaçlarını gidermeye çalışırlar Hatta zarurî ihtiyacı olan bir şeyi, başka birine vermeyi tercih ederler Cömertlik vasf'ının elde edilebilmesi için; yardımın gönüllü olarak yapılması (Haşr, 59/5; Hadid, 57/11-18; Maide, 5/13); karşılığında hizmet, övgü, mükâfaat beklenilmemesi (İnsan, 76/8-l0); yardım edileni rencide edebilecek davranışlardan kaçınılması (Bakara, 2/263-264); yapılan yardımın sahibi katında üstün bir değeri olması (Âli İmrân, 3/92) şarttır Sıralanan şartlar altında, İslam âlimleri cömertliği şöyle derecelendirirler: Sehâvet: Malının bir kısmını dağıtarak yapılan cömertlik Bu, cömertliğin asgarî derecesi olarak kabul edilir Zekât vermek gibi Cûd: Malının çoğunu dağıtıp, geriye azını bırakarak yapılan cömertlik Hz Ebû Bekir'in çoğu zaman cihat için yaptığı yardım gibi Îsâr: Kendi için gerekli olan bir şeyi, zarar ve sıkıntılara katlanarak kendisi kullanma yerine, başkalarının istifadesine sunmak sureti ile yapılan cömertlik Bunun Asr-ı Saadet'teki misâli; Medineli müslümanların (Ensar), Mekkeli Muhacirleri şehirlerine davet edip onları her şeylerine ortak ederek Allah Teâlâ'nın takdirini kazanmalarıdır (bk Haşr, 59/5) Bir başka örnek de Hz Ebû Bekir'in Hicret esnasında mağarada hayatını tehlikeye atarak canını, sevdiği Hz Peygamber için feda etmesidir (Tevbe, 9/40) Kur'an-ı Kerîm'de cömertlik, cihat ile aynı seviyede tutulmakta; Allah'ın insanlara verdiği rızıktan diğer kulların da yararlandırılması istenmektedir (Bakara, 2/254) Cömertliğin, kıyamet gününde insanı her türlü sıkıntı, elem ve kederden kurtarmaya vesile olacağı bildirilmektedir (Bakara, 2/222) Bazı ayetlerde cömertlik alışverişe benzetilmekte; Allah Teâlâ'ya verilen bir borç olarak temsil edilmektedir (Bakara, 2/244; Maide, 5/13; Hadid, 57/11) Kalpler cömertlik sayesinde temizlenir (Leyl, 92/17-20) Çünkü, küfür ve nifaktan sonra kalbi karartan âmillerden biri de, aşırı mal sevgisi ve servete bağlılık arzusudur Nitekim Kur'an-ı Kerîm'de; "Serveti de düşkünce seviyorsunuz " (Fecr, 89/20) buyurulur İşte bu sevgi ile insan, "Ben bu malı sarfedersem bana bir şey kalmaz" korkusuna düşer ve hemen şeytan harekete geçer: "Şeytan sizi fakirlikle korkutur, size cimriliği emreder " (Bakara, 2/268) Oysa ki Allah Teâlâ'nın bildirdiğine göre: "Mal ve servet insan için bir imtihandır" (Zümer, 39/49-52) Bu imtihandan başarılı çıkmanın yolu da cömertliktir (Tegabün, 64/15-17) İnsanların cömertlikten kaçmasının sebepleri başında: "Benim olan varlığı başkalarına niçin vereyim?" duygusu ile, "Başkalarına verirsem,benim varlığım azalır ve zaruret zamanında zahmete düşerim" düşüncesi gelir İslam dini ise bu duygu ve düşünceyi kökünden kaldırmıştır İslâm'a göre mal ve servet herhangi bir şahsın inhisarı altında değildir Mal ve servet yalnız Allah Teâlâ'nındır Her şeyin gerçek Mâlik'i O'dur (Âli İmrân, 3/179; Hadîd, 57/10) Kur'an-ı Kerîm'de bu durum yirmiyi aşkın ayette vurgulanmaktadır Mülk Allah Teâlâ'nın olduğuna göre, tabiî olarak sahibinin yolunda sarfedilmesi, inanan için en makûl bir hadise olarak değerlendirilir Mümindeki cömertlik duygusu da bu düşünceden kaynaklanır Hz Peygamber, şöyle buyurur: "Cömert kişi, Allah'a yakın, Cennet'e yakın, insanlara yakın ve Cehennem ateşinden uzaktır Hasis insan, Allah'tan uzak, Cennet'ten uzak ve Cehennem ateşine yakındır Cömert cahil, ibadet eden cimriden Allah'a daha sevimlidir" (Tirmizî, Birr, 40) "Gıbta edilecek kişilerden biri de cömertlerdir" (Buhârî, Temennâ, 5; Tevhid, 45) Peygamberimiz, insanlara dünyada yaşadıkları sürece cömert olmalarını, işi öldükten sonraya bırakmamalarını tavsiye eder: "Sadakanın en iyisi bizzat kendisinin vereceği sadakadır Sadaka sağ iken, malınız elinizde iken, istediğiniz kimseye istediğiniz kadar verdiğinizdir Yoksa can boğaza geldikten sonra geç kalmış olursunuz Sizden sonrakiler istediklerini yapar " (Buhârî, Vesâya, 14) Abdullah b Abbâs, Hz Peygamber'in cömertliğini şöyle anlatır: "Allah'ın Rasûlü, insanların en cömerdi ve en iyilik severi idi Ramazan'da Cebrâil ile beraber bulunduğu zamanlarda her şeyini verirdi" Cebrâil, her Ramazan gecesi Rasûlullah'ın yanına gelir, ona Kur'an öğretirdi Cebrâil şöyle derdi: "Allah'ın Râsulü bereket getiren rüzgârlardan daha cömerttir" (Müslim, Fezâil, 12, 2308) Câbir b Abdullah şöyle derdi: "Rasûlullah (sas) kendisinden herhangi bir şey istendiğinde, asla, "hayır" dememiştir" (Y Kandehlevî, Hayâtü's-Sahâbe, III, 1181) Hz Ali'den şöyle rivayet edilmiştir: "Rasûlullah'dan bir şey istendiği zaman, eğer bu isteği yerine getirmek isterse, "peki" derdi Yapmak istemediği zaman da susardı Hiç bir şey için "hayır" dememiştir" (Y Kandehlevî, aynı yer) "Öyle zamanlar yaşadık ki, aramızdan hiç biri, müslüman kardeşinden daha çok altın ve gümüşe sahip olmayı düşünmedi" diyen Abdullah b Ömer (ra)'ın sözü, bize, ashabın cömertlik ve isâr konusunda nasıl davrandığını göstermektedir Şu halde, sonradan pişmanlık duymamak için, müslümanın cömert davranarak Allah Teâlâ'nın kendisine ihsan ettiği malını sağlığında Allah yolunda ve O'nun rızasına uygun bir biçimde harcaması gerekir Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor: "Sizden birinize ölüm (alâmetleri) gelip de: "-Ey Rabbim, beni yakın bir zamana kadar geciktirsen de, sadaka versem ve salihlerden olsam" demeden önce size, rızık olarak verdiğimiz şeylerden (Allah yolunda) harcayın" (Münâfikûn, 63/10) Gazzali der ki: "Malı olmayan kişide hırs değil kanaat olmalıdır Malı olan kişide ise cimrilik değil cömertlik olmalıdır" Ahmed SEZİKLİ |
İslami Sözlük C
CUM'A NAMAZI
Cum'a günü öğlen namazı vakti içinde bir hutbeden sonra cemaatle ve cehren kılınan iki rekat farz-ı ayn namaz Cum'a Arapça bir isim olup, "toplanma, bir araya gelme, toplu dostluk" anlamlarına gelir Sözlükte cumua ve cumea şeklinde de okunur Bir terim olarak perşembe günü ile cumartesi arasındaki günün adı olduğu gibi, aynı gün öğle vaktinde kılınan iki rekat farz namazın da adıdır Cum'a gününe, müslümanların ibadet için mescidde toplanmaları sebebiyle bu isim verilmiştir (Zebidî, Tâcu'l-Arüs, V, 306; Kurtubî, el-Câmi'li Ahkâmi'l-Kur'ân, XVIII, 97, 98) Hafta günlerine İslâm'dan önce verilen isimler şimdiki isimler olmayıp cum'a gününe "yevmu'l-arube" denirdi (Kurtubî, Tefsir, XVIII, 99) Süheylî'ye göre bu isim süryânîce olup "rahmet" manasına gelmektedir Cum'a'dan sonraki günler de "şeyar: cumartesi", "evvel: pazar", "ehven: pazartesi", "cebar: salı", "debar: çarşamba", "mûnes: perşembe" idi Araplar'da günlerin bu eski isimlerinin ne zaman değiştirildiği konusunda şu bilgiler vardır; Arûbe yerine cum'a adını veren, bir rivayete göre Hz Peygamber'in (sas) dedelerinden Ka'b İbn Lüeyy'dir İbn Sîrîn'den gelen bir başka rivayete göre de bu ad cum'a namazı henüz farz kılınmadan evvel Medine'de bulunan müslümanlar tarafından verilmiştir İbn Sîrîn'in rivayeti şöyledir: "Hz Peygamber (sas) Medine'ye hicret etmeden ve cum'a ayeti nazil olmadan önce Medineliler cum'a namazı kılmışlardı" Ensâr: "Yahudilerin bir günü var, her yedi günde biraraya toplanıyorlar, hristiyanların da öyle Bizim de bir toplanma günümüz olsun, o günde Allah'ı zikredelim; şükredelim" dediler Bunun üzerine: "sebt: cumartesi günü yahudilerin, ahad: pazar günü hristiyanların, o halde bunu arube: günü yapalım" demişlerdi Bu suretle Es'ad İbn Zürâre'nin yanında toplandılar, Es'ad b Zürâre (ra) onlara iki rekat namaz kıldırdı ve vaaz etti Toplandıkları ana "cum'a" adını verdiler O da onlara bir koyun kesti, ondan kuşluk ve akşam vakti yediler Daha sonraları da cum'a ayeti nazil oldu (Cum'a Suresi, 62/9) İbn Hazm da: "Cum'a ismi, İslâmî olup, İslâm'dan evvelki günlerde kullanılmazdı Câhiliyye devrinde o güne arube denilirdi İslâm döneminde o gün namaz için toplanıldığından "cum'a" ismi verilmiştir" der İbn Huzeyme'nin Selmân-ı Fârisî'den yaptığı bir rivayete göre, bir defa Peygamberimiz (sas) Selmân'a: "Selmân, sen Cum'ayı ne zannediyorsun?" diye sorunca o da: "Allah ve Rasûlü daha iyi bilir" der Bunun üzerine Efendimiz (sas) "Senin atan Âdem (as)'in yaratılışı işte o gün oldu, yani vücudunun bütün parçaları o gün bir araya getirildi" buyurmuştur Ebu Hüreyre'den rivayet edilen başka bir hadiste de: "Üzerine güneş doğan günlerin en hayırlısı Cum'a günüdür: Âdem (as) o gün yaratıldı, o gün Cennet'e girdi, yine o gün Cennet'ten çıkarıldı Bir de kıyamet Cum'a günü kopacaktır" buyurulmuştur (Müslim, Cumua, 5) Diğer bir rivayette de, yukardaki sözlere ilâveten şu cümleler yer almıştır: "O gün tövbesi kabul olundu ve o gün vefat etti Kıyamet de o gün kopacaktır İns ve Cin'den başka hiçbir mahluk yoktur ki, Cum'a günü tan yeri ağardıktan gün doğuncaya kadar -kıyamet belki bu gün kopar korkusu ile- kulak kabartmasın Bir de o günün içinde öyle bir saat vardır ki, hiçbir müslüman kul tesadüfen o esnada namaz kılıp Allah'tan bir hacetini dilemez ki, onu Allah O'na vermesin " İbn Hacer'e göre Cum'a Mekke'de farz olmuştur Fakat müslümanların azlığı ve açıktan namaz kılacak derecede güçlü olmamaları nedeniyle Mekke'de Cum'a kılmak mümkün olmamıştır Ancak şartlar tahakkuk etmeden Cum'anın farz kılınması garip görünmektedir Bu nedenle diğer âlimler, Mekke'de Cum'a için sadece izin verilmiş olabileceği kanaatindedirler İbn Abbas'ın şu rivayeti de bu görüşü desteklemektedir: "Rasûlullah (sas), hicret etmeden önce Cum'a namazının kılınması için izin verilmiştir Fakat Mekke'de Cum'a kıldırmaya gücü olmadı Onun için, daha önce Medine'deki müslümanlara İslâm'ı öğretmek için gönderilmiş olan Mus'ab İbn Umeyr'e mektup yazarak: "Yahudilerin açıktan Zebur okudukları güne bak, siz de kadınlarınızı ve oğullarınızı toplayın da zeval vaktinden sonra Allah'a iki rekat (namaz) ile takarrub edin" Bu emir üzerine Mus'ab, Medine'de ilk Cum'a kıldıran kişi olmuştur Bu görevi Peygamber Medine'ye gelinceye kadar sürdürmüştür" (Suyütî, ed-Dürru'l-Mensûr, VI, 218, Dâre Kutnî'den naklen: İbn Sa'd, Tabakat, III, 118) Mus'ab (ra)'ın Cum'a namazı kıldırdığı ilk cemaatin sayısı, oniki idi İbn Hacer'in Cum'a namazının Mekke'de farz kılındığı halde, orada kılınmayışını sayı azlığına bağlanmasının geçerli olabilmesi ihtimali uzaktır Çünkü Cum'a namazının kılınabilmesi için kırk kişinin varlığı gerekecek olsa bile, bu sayıda müslüman o tarihlerde bir araya rahatlıkla gelebilirdi Ancak Cum'a namazının açık kılınması gereği ve Rasûlullah ile müslümanların o sıralarda gizlenmiş bulunmaları nedeniyle kılamamış olmaları düşünülebilir Kanaatimize göre bu, sıradan bir izin olarak da değerlendirilemez Çünkü Yüce Allah'ın ve Rasûlü'nün izinleri bile emir gibi uyulması gerekli hükümlerdir Özellikle bu konu ibadetlerle ilgili olursa emir durumu daha güçlüdür Bu konuda cihada izin veren (el-Hacc, 22/39) ayetini gözönünde bulundurabiliriz Diğer taraftan Cum'a namazının farziyetini bildiren ayet (Cumâ, 62/9-11) bilindiği gibi Medine'de ve Hicret'ten sonraki yıllarda nazil olmuştur Bu durum ise bizlere abdestin farziyeti ile ilgili ayetin nüzulünü hatırlatmaktadır Namaz için abdest almak bilindiği gibi peygamberliğin ilk dönemlerinde farz kılındığı halde, ilgili âyet daha sonraları Medine'de nazil olmuştur Demek oluyor ki bazı hükümler teşrî edilirken, ilgili olan âyet, daha sonra inmiş olabilir Bu, hükmü pekiştirmek için olabildiği gibi, nüzül için gerektirici bir münasebete kadar bekletilmesi ve böylece daha etkileyici bir hal alması hikmetine de dayalı olabilir Cum'a'yı ilk kıldıranların Es'ad İbn Zürâre ile Mus'ab İbn Umeyr oldukları hakkındaki rivâyetlerin arasını birleştirmek gerekirse; Mus'ab'ın, Medine'nin merkezinde ve Peygamber'in (sas) emri üzerine Cum'a namazı kıldırdığı; Es'ad'ın ise Medine yakınında bir yerde ve Peygamber'in (sas) emri gelmeden kıldırdığı söylenebilir Hz Peygamber (sas)'in kıldırdığı ilk Cum'a namazı, Ranuna' denilen yerde Sâlim İbn Avf mescidindedir Hz Peygamber (sas) Medine'ye hicret buyurduğunda ilk olarak Kuba'da Amr İbn Avfoğullarına misafir oldu Orada pazartesi, salı, çarşamba ve perşembe günleri kalıp, Kuba Mescidi*nin temelini attı; sonra Cum'a günü Medine'ye gitmek için yola çıktı Benu Sâlim yurduna gelince Cum'a namazı vakti girmişti Orada hutbe okuyup ilk defa Cum'a namazını kıldırdı Bu, Hz Peygamber'in kıldırdığı ilk Cum'a namazıdır Cum'a'yı farz kılan âyet bundan önce nâzil olmuştur Medine haricinde ilk Cum'a namazı kılınan yer de Bahreyn'de "Cevâsa" da Abdi Kays Mescidi'dir İslâm'da Cum'a gününün dünyanın başlangıcına, sonuna ve âhirete kadar uzanan bir yeri ve değeri vardır Diğer semâvi dinlerde de Cum'a gününe dikkat çekilmiş, fakat onlar bunu terkederek başka günlere yönelmişlerdir Ebû Hüreyre'den Allah Rasûlû'nün şöyle dediği nakledilmiştir: "Bizler, bizden önce kitap verilenlere göre en sonuncusuyuz Kıyâmette ise en öne geçeceğiz Onlar, Allah'ın kendilerine farz kıldığı bu Cum'a gününde ihtilafa düştüler Allah onu bize gösterdi Diğer insanlar bu konuda bize uyuyorlar Ertesi gün yahudilerin, daha ertesi gün ise hristiyanlarındır " (Buhârî, Cum'a, 1; Müslim, Cum'a hadis no: 856 Müslim'in lafzı az farklıdır) Yine Ebû Hüreyre'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: "Rasûlullah (sas)'a Cum'a gününe niçin bu adın verildiği sorulduğu zaman şöyle cevap vermiştir: "Babanız Âdem'in yaratılışı o günde oldu Kıyâmet o günde kopacak, yeniden dirilme ve insanların hesap için yakalanması o günde olacaktır Cum'a gününün üç saatinin sonunda öyle bir an vardır ki, o anda dua edenin duası kabul olunur " (Ahmed b Hanbel, İstanbul 1981, II, 311) "Her kim Cum'a günü, cenâbetten gusül eder gibi güzelce gusleder, sonra da ilk saatte yola çıkarsa bir deve kurban etmiş gibi olur İkinci saatte yola çıkarsa bir sığır kurban etmiş gibi olur Üçüncü saatte yola çıkarsa bir koç kurban etmiş gibi olur Dördüncü saatte yola çıkarsa bir tavuk kurban etmiş gibi olur Beşinci saatte yola çıkarsa bir yumurta tasadduk etmiş gibi olur İmam Cum'a namazı için iftitah tekbiri alınca melekler hazır olur, okunan Kur'ân-ı dinlerler " (Müslim, Cumua, 2, hadis no: 850) Cum'a namazını terk edenler için de hadis-i şeriflerde şu tehditler varid olmuştur: "Birtakım insanlar ya Cum'a namazını terk etmeyi bırakırlar, yahutta Allah onların kalplerini mühürler artık gafillerden olurlar " (Müslim, Cumua, 12, hadis no: 865) "Her kim önemsemediği için üç Cum'a yı terk ederse, Allah onun kalbini mühürler " (Ebû Davûd, Salât 210) "Bir kimse Cum'a günü gusleder, elinden geldiği kadar temizlenir, yağ veya koku sürünür, sonra mescide gider bulduğu yere oturur ve namazını kılar, hutbeyi dinlerse; geçen Cum'a'dan o Cum'a ya kadar işlemiş olduğu günahları affolunur " (Buhârî, Cumua, 6) Cum'a namazının farziyyeti Kitab, Sünnet ve icmâ-i ümmet ile sabittir Cum'a sûresinin dokuzuncu âyetinde Cenâb-ı Allah şöyle buyurmuştur: "Ey iman edenler, Cum'a günü namaz için çağrıldığınız zaman, Allah'ı anmağa koşun; alış-verişi bırakın Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır " İbn Mâce'de mevcut Hz Câbir (ra)'den rivâyet edilen şu hadis, Cum'a'nın farziyyetinin sünnetle delilidir: "Ey insanlar, ölmeden önce Allah'a tövbe ediniz (Başka işlerle) meşgul olmadan önce de sâlih ameller işlemeye çalışınız Allah'ı çokça zikretmek ve gizli ve açık olarak çokça sadaka vermek suretiyle sizin ile Rabbiniz arasındaki bağı güçlendiriniz (Böyle yaparsanız) hem rızıklanırsınız hem de (Allah tarafından) hatırınız hoş tutulur Şunu biliniz ki: Yüce Allah şu bulunduğum makamda, şu günümde, şu ayımda ve şu yılımda sizlere Cum'a'yı farz kılmış bulunuyor Ve bu kıyâmete kadar böylece devam edecek Benim hayatımda, ya da benden sonra adaletli yahutta zâlim bir imamı bulunduğu halde, onu hafife alarak yahut ta inkâr ederek kim terkederse; Allah, onun iki yakasını bir araya getirmesin, hiç bir işini mübarek kılmasın Haberiniz olsun, böyle bir kimsenin ne namazı vardır ne zekâtı, ne haccı, ne orucu ve ne de iyiliği Tâ ki tövbe edinceye kadar Artık kim tövbe ederse, Allah, onun tövbesini kabul etsin Şunu da biliniz ki: Hiç bir kadın bir erkeğe imam olmasın (Okuması düzgün olmayan bir bedevî) Arap, bir muhacirin önüne geçip imam olmasın Fâcir bir kimse de, kılıcından ya da copundan korktuğu bir zorbanın kendisini zorlaması hali dışında da mü'min bir kimseye imam olmasın " (İbn Mâce, Sünen, İstanbul 1401, I, 343, Hadis no: 1081) Hz Peygamber'in Benu Sâlim yurdunda kıldırdığı ilk Cum'a namazında cemaatin kırk veya yüz kişi olduğu söylenir Bu mescide sonradan "Mescid-i Cum'a" adı verilmiştir Cum'a âyetinin Mekke'de nâzil olduğu da ihtimal dahilindedir Peygamber (sas) Cum'a hutbesi için bir hurma kütüğü edinmiş, ensârdan bir kadının aynı zamanda marangoz olan kölesinin ılgın ağacından yaptığı üç ayaklı minber, mescide konuncaya kadar onun üzerinde Cum'a hutbelerini okumuştur Yeni minber gelip de Peygamber (sas) hutbe için üzerine çıkınca eski hurma kütüğünden deve iniltisi gibi bir ses çıkmış, Peygamber de inerek elini üzerine koyunca susmuştur Bu hâdise Hz Peygamber'in bir mucizesi olarak "Cizu'n-nahle" adıyla meşhur olmuştur Peygamber (sas) camiye girince, cemaata selam verir; minbere çıkınca, onlara döner ve ikinci bir selamdan sonra otururdu Bu oturuşa "Celsetu'l-istiraha" denir Bilâl ezan okumağa başlar; bitirince, Peygamber (sas) kalkarak hamd ve senâdan sonra, vaaz ve nasihatı muhtevî bir hutbe okurdu Bir müddet oturduktan sonra tekrar kalkıp, ikinci hutbeyi de okur ve minberden inerdi Kamet getirildikten sonra iki rek'at olarak Cum'a namazını kıldırırdı Cum'a namazının ilk rek'atında ekseriyetle Cumu'a sûresini ve ikinci rek'atta da Münâfıkun sûresini yüksek sesle okurdu Cemaat en fazla Cum'a namazında toplandığı için, Cumu'a sûresini okumakla, onlara cum'a'nın âdâb ve erkânını öğretmiş ve Münâfıkûn sûresini okumakla da, münâfıklardan sakınmaları lüzumunu ihtar etmiş oluyordu Sonraları ilk rek'atta A'lâ ve ikincide de Câşiye sûrelerini okuduğu rivâyet edilmiştir Halife Hz Ebû Bekir ve sonra Hz Ömer (ra) zamanında bu şekilde Cum'a namazı kılındı ise de; Halife Hz Osman (ra) zamanında şehrin nüfusunun arttığı ve halkın câmiden uzak yerlerde ikâmet ettiği gözönünde tutularak, namaz vaktinin geldiğini ilân için mescidin dışında bir ezan okutturulmağa başlandı Bu ezan Zavra'da okunuyordu Hz Osman'ın okuttuğu bu ezan (dış ezan) diğer memleketlerde de okunmağa başlandı Kendisinden seksen sene sonra Hişam b Abdu'l-Melik de bu dış ezanın hariçte, mesela Medine'nin Zavra'sı gibi şehrin ortasında okunacak yerde, camiin minaresinde okunmasını emretti Böylece kitap, sünnet ve icmai ümmet ile sabit olan Cum'a namazı gücü yeten ve şartları kendinde bulunan her mükellef müslümana farz-ı ayındır İki rek'at olan Cum'a namazını herhangi bir sebepten kılamamış olanlar, öğle namazını dört rek'at olarak kılarlar Bütün namazlarda şart olan İslâm, akıl, büluğ, tahâret şartlarından başka Cum'a namazının farziyet ve edâsının şartları vardır Cum'a Namazının Farz Olmasının Şartları Cum'a namazı; namaz, oruç, hac, zekât kelimeleri gibi, fıkıh usulü açısından "kapalı anlatım (mücmel)" özelliği olan bir terimdir Bu yüzden onun kılınış şekil ve şartları âyet, hadis ve sahabe açıklamalarına ihtiyaç gösterir Çünkü Allah elçisi "Namazı benim kıldığım gibi kılınız" (Buhârî, Ezan, 18; Edeb, 27) buyurmuştur Câbir b Abdullah'ın naklettiği bir hadiste şartlar şöyle belirlenmişti: "Allah'a ve âhiret gününe inananlara Cum'a namazı farzdır Ancak yolcu, köle, çocuk, kadın ve hastalar bundan müstesnadır" (Ebû Dâvud, I, 644, H No: 1067; Dârakutnî, II, 3; Bağavî, Şerhu's-Sünne, I, 225) Bu istisnaların dışında kalan her müslüman erkek bu namazla yükümlü demektir Buna göre şartlar şöyledir: A) Erkek olmak: Cum'a namazı kadınlara farz değildir Ancak namazı cemaatle kılarlarsa bu yeterli olup, öğle namazını kılmaları gerekmez (es-Serahsî, II, 22, 23; İbn Abidin, Reddü'l-Muhtâr, I, 591, 851-852) B) Hür olmak: Hürriyetten yoksun bulunan esir ve kölelerle, ceza evindeki hükümlülere, Cum'a günü öğle namazını kılmaları yeterlidir Cum'a namazı farz değildir Ancak anlaşmalı (mükâteb) kölelerle, kısmen azad edilmiş kölelere farzdır Kendisine Cum'a namazı farz olmayan köle esir veya mahkumlar her ne sûretle olursa olsun, Cum'a'yı kılmış olsalar, sahih olur C) Mukîm olmak: Yolcuya Cum'a namazı farz değildir Çünkü o, yolda ve gittiği yerlerde genel olarak güçlüklerle karşılaşır Eşyasını koyacak yer bulamaz veya yol arkadaşlarını kaybedebilir Bu sebeple ona bazı kolaylıklar getirilmiştir D) Hasta olmamak veya bazı özürler bulunmamak: Namaza gidince hastalığının artmasından veya uzamasından korkan kimselere Cum'a farz olmaz Yine, hasta bakıcı, aciz ihtiyar, gözü görmeyen, ayaksız, kötürüm ve müslümanlar Cum'a'yı kılarken onların güvenliğini sağlamakla görevli olan emniyet nöbetçisi gibi özrü bulunanlar, vakit bulunca öğle namazı kılmakla yetinirler Ancak bu kimseler cemaatle Cum'a namazına katılırlarsa yeterli olur (es-Serahsî, II, 22, 23; İbnü'l-Humam, Fethu'l-Kadir, I, 417) Ayrıca, düşman korkusu, şiddetli yağmur ve çamur, ağır bir hastaya bakma gibi özürler de Cum'a namazını kılmamayı mübah kılan özürlerdir Körün, elinden tutup camiye götürecek kimsesi olursa, Cum'a'yı kılması İmam Ebu Yusuf ve Muhammed'e göre farz olur Üzerlerine Cum'a namazı kılması farı olmayan müslüman kimseler, Cum'a'yı kılmaya imkan bularak kılsalar, vaktin farzını eda etmiş olurlar, artık o günün öğle namazını kılmaları gerekmez Cum'a namazı kılmaları farz olmayan kimseler, bulundukları bölgede Cum'a namazı kılınıyor ise, öğle namazını cemaatle değil, yalnız başlarına kılarlar Bulundukları bölgede Cum'a namazı kılınmıyor ise, öğle namazlarını cemaatle kılabilirler Cum'a namazının sahih olması için gerekli şartlar (edasının şartları) Kılınan bir Cum'a namazının geçerli olması için aşağıdaki şartların bulunması gerekir: A) Cum'a Kılınacak Yerin Şehir veya Şehir Hükmünde Olması Bu şart, bazı nakillere ve sahabe uygulamalarına dayanır Hz Ali'den şöyle dediği nakledilmiştir: "Cum'a namazı, teşrik tekbirleri, Ramazan ve Kurban Bayramı namazları, yalnız kalabalık şehir veya kasabalarda eda edilir İbn Hazm (ö 456/1063) bu naklin sağlam olduğunu ortaya koymuş, Abdurrezzak aynı hadisi Ebû Abdirrahman es-Sülemî aracılığı ile Hz Ali'den rivâyet etmiştir Hz Ali'nin sözü İslâm hukukçularınca bu konuda yeterli bir delil sayılmıştır(Abdurrezzak, el-Musannef, III,167-168, H No: 5175, 5177; İbn Ebi Şeybe bunu Abbad b el-Avvâm'dan, benzerini Hasan el-Basrî, İbn Sîrîn ve İbrahim en-Nehâî'den nakletmiştir; İbnu'l-Hümam, age, I, 409) Bu konuda rivâyet edilen nakillerde geçen "kalabalık şehir" sözü İslâm hukukçularınca şöyle tarif edilmiştir: Ebû Hanife (ö 150/767)'ye göre valisi, hâkimi, sokak, çarşı ve mahalleleri olan yerleşim merkezleri "kalabalık şehir" niteliğindedir Ebû Yusuf (ö 182/798), halkı en büyük mescide sığmayacak kadar kalabalık olan yerleri şehir sayarken İmam Muhammed (ö 189/805), yöneticilerin şehir olarak kabul ettikleri yerleri şehir kabul eder İmam Şâfiî (ö 204/819) ve Ahmed İbn Hanbel (ö 241/855) bu konuda nüfus sayısı kriterini getirir Onlara göre, kırk adet akıllı, ergin, hür ve mukîm erkeğin yaz kış başka beldeye göç etmeksizin oturdukları yerleşim merkezleri şehir sayılır ve kendilerine Cum'a namazı farz olur (es-Serahsî, age II, 24, 25; el-Kâsânî, I, 259; el-Cezerî, Kitabü'l-Fıkh ale'l-Mezâhibi'l-Erbaa, Mısır (ty) I, 378, 379; Abdurrahman el-Mavsılî, el-İhtiyâr, Kahire (ty) I, 81) İmam Mâlik (ö 179/795)'e göre, mescidi ve çarşısı olan her yerleşim merkezi şehir sayılır Köy ve şehir kelimeleri eş anlamlıdır Nüfuz az olsun çok olsun hüküm değişmez Cum'a namazının küçük yerleşim merkezlerinde de kılınabileceğini söyleyenlerin dayandığı deliller şunlardır: 1) Ebû Hüreyre (ö 58/677), Bahreyn'de görevli iken Hz Ömer'e Cum'a namazının durumunu sormuş, Hz Ömer kendisine; "Nerede olursanız olunuz, Cum'a namazını kılınız" şeklinde cevap vermiştir 2) Ömer b Abdülazîz (ö 101/720), komutanı Adiy b Adiy'e yazdığı mektupta, (ahalisi) "çadırda yaşamayan herhangi bir köye gelince: orasının halkına Cum'a namazı kıldıracak bir görevli tayin et" demiştir 3) İmam Mâlik, ashâb-ı kirâmın Mekke ile Medine arasında su başlarında Cum'a namazını kıldıklarını nakleder ve o yörelerde herhangi bir şehir bulunmadığını belirtir (es-Serahsî, age, II, 23, Ahmed Naim, Tecrid-i Sarih Terc ve Şerhi, III, 45, 46) 4) İbn Abbas, Medine'deki Peygamber mescidinden sonra ilk Cum'a namazının Bahreyn'de "Cuvâsâ" denilen bir köy (karye) de kılındığını söylemiştir (Buhârî, Cum'a, II, (I s 215); Bağavî, age, IV, 218; İbnü'l-Hümâm, age, I, 409) Cum'a namazının büyük yerleşim merkezlerinde kılınacağı görüşünde olan İslâm hukukçuları yukarıdaki delilleri şöyle değerlendirmişlerdir: 1) Hz Ömer'in sözü, ashâb-ı kirâm arasında çöllerde ve sahralarda Cum'a namazı kılınamayacağı bilindiği için, "hangi şehirde bulunursanız bulunun, Cum'a namazı kılın" şeklinde anlaşılmıştır 2) Ömer b Abdülaziz'in sözü, kişisel bir görüş olduğu için delil sayılmamıştır 3) Kendilerinde Cum'a kılındığı bildirilen "Eyle", Bahr-ı Kulzüm üzerinde önemli bir iskele, "Cuvasâ" da Bahreyn'de Abdulkays'a ait bir kaledir Buraları "köy (karye)" olsalar bile, devletçe tayin edilen yöneticileri ve zabıta kuvvetleri bulunduğu için şehir hükmünde sayılırlar (Ahmed Naim, age, III, 46) İbn Abbas'ın sözünde, Cüvâsâ için, "köy" denilmesi, o devirlerde buranın "şehir" sayılmasına engel değildir Çünkü onların dilinde karye kelimesi şehir anlamında da kullanılıyordu Kur'ân-ı Kerîm'de de bu anlamda kullanılmıştır Bu Kur'ân, iki köyden ulu bir adama indirilmeli değil miydi?" (Zuhruf, 43/31) Âyetteki "iki köy (karye)" den maksat Mekke ile Tâif'dir Diğer yandan Mekke şehrine "Ümmü'l-Kura (köylerin anası)" adı verilmiştir (Şürâ, 42/7) Mekke'nin şehir olduğunda şüphe yoktur Cuvâsa da bir kale olduğuna göre: hâkimi, yöneticisi ve âlimi vardır Bu yüzden es-Serahsî (ö 490/1097), Cuvâsâ için eş anlamlısı olan "şehir (mısr)" kelimesini kullanır (es-Serahsî, age, II, 23) Abdurrezzak, Hz Ali'nin Basra, Kûfe, Medine, Bahreyn, Mısır, Şam, Cezire ve belki Yemen'le Yemâme'yi şehir (mısr) kabul ettiğini belirtir (Abdurrezzak, age, III, 167) Ebû Bekir el-Cassâs (ö 370/980), "Eğer Cum'a, köylerde câiz olsaydı, şehir hakkında olduğu gibi, insanların ihtiyacı yüzünden, bu da tevatüren nakledilirdi" der ve Hasan'dan, Haccac'ın şehirlerde Cum'a'yı terkedip, köylerde ikâme ettiğini nakleder (el-Cassâs, Akhâmu'l-Kur'ân V, 237, 238) İbn Ömer (ö 74/693), "Şehire yakın olan yerler, şehir hükmündedir" derken, Enes b Mâlik (ö 91/717), Irak'ta bulunduğu sırada Basra'ya dört fersah uzaklıktaki bir yerde ikâmet eder ve Cum'a namazına kimi zaman gelirken kimi zaman da gelmezdi Bu durum onların Cum'a'yı yalnız şehir merkezlerinde câiz gördüklerine delâlet eder (el-Cassâs, aynı yer) Uygulama örnekleri: a) Allah elçisi hayatta bulunduğu sürece, Cum'a namazı yalnız Medine şehir merkezinde kılınmış ve çevrede bulunanlar da namaz için merkeze gelmişlerdir Hz Âişe (ö 57/676)'den, şöyle dediği nakledilmiştir: "Müslümanlar Hz Peygamber devrinde Medine'ye Cum'a namazı için yakın menzil ve avâlilerden nöbetleşe gelirlerdi" Menzil, Medine çevresindeki bağ-bahçe evi de mektir Avâlî ise, Medine civarında, Necid tarafında, Medine'ye yaklaşık 2-8 mil uzaklıktaki küçük yerleşim merkezleridir Ashâb-ı Kirâm bu yerlerden nöbetleşe Cum'a namazına geldiklerine göre kendilerine Cum'a namazı farz değildi Aksi halde kendi yörelerinde Cum'a namazını cemaatle kılmaları veya hepsinin Medine'ye gelmesi gerekirdi Diğer yandan Allah elçisinin Kubalılar'a, Medine'de Cum'a namazında hazır bulunmalarını emrettiği nakledilir Kuba, o devirde Medine'ye iki mil uzaklıktadır b) Hulefâ-i râşidîn döneminde bir takım ülkeler fethedilince, Cum'a'lar yalnız şehir merkezlerinde kılınmıştır Bu uygulama, onların "şehir (büyük yerleşim merkezi)" olmayı Cum'a'nın sıhhat şartı saydıklarını gösterir Öğle namazı farz olduğu için, onun Cum'a namazı sebebiyle terkedilmesi kesin bir nass (âyet-hadis) ile mümkün olabilir Kesin nass ise, Cum'a'nın şehir merkezlerinde kılınması şeklinde gelmiştir Cum'a İslâmî prensip ve emirin en büyüklerindendir Bu da en iyi, şehirlerde gerçekleşir (es-Serahsî, age, II, 23; el-Kâsânî, age, l, 259; İbnü'l-Hümâm, age, II, 51) Kaynaklarda verilen bu bilgiler ışığında konuyu aşağıdaki şekilde netleştirmek mümkündür a) Şehir ve kasabalar: Valisi, müftüsü, İslâmî hükümleri icra edecek ve hadleri infâz edecek güce sahip hâkimi (kadı) ile güvenliği sağlayacak zabıtası bulunan her yerleşim merkezi "şehir"dir Sonraki İslâm hukukçularının eserlerinde" yolları, köyleri, çarşı ve pazarları bulunma" özelliği üzerinde durulmamıştır Çünkü bir şehir veya kasabada bu özellikler zaten vardır Böyle bir kasabanın gerek mescidinde ve gerekse "musallâ (namazgâh)" denen yerlerinde Cum'a namazı kılınabilir Bunda görüş birliği vardır (İbn Âbidin, age, I, 546, 547 vd) Bu tarife göre, vilâyet ve kaza merkezleri şehir sayılır Bunların durumu, şehir olduklarında şüphe bulunmayan Mekke ile Medine'nin durumuna benzer b) Şehir hükmünde olan yerler: En büyük mescidi, Cum'a namazı ile yükümlü olanları almayacak kadar kalabalık olan yerleşim merkezleri de "şehir" hükmündedir Bu, Ebû Yûsuf'un şehir tarifine uygundur Sonraki İslâm hukukçularının çoğu, bu görüşü izlemişlerdir Bu yerler resmi bir görevli bulununca, İmam Muhammed'in şehir tarifine de uygun düşer (es-Serahsî, age, II, 23, 24; el-Kâsânî, age, 259, 260; el-Mavsılî, age, I, 81; el-Cezirî, age, I, 378, 379) Bu ölçüye göre, nâhiye merkezleri ile pek çok büyük köyler de şehir hükmünde olur B) Devletin İzninin Bulunması Cum'a namazının sahih olması için "devlet temsilcisinin izni" problemi de İslâm hukukçularınca tartışılmıştır Bu iznin gerekli olduğunu söyleyenler olduğu gibi aksini savunanlar da bulunmuştur Biz aşağıda her iki görüşü ve delillerini vererek, konuyu değerlendirmeye çalışacağız 1) Hanefilerin görüşü: Hanefi hukukçularına göre, Cum'a namazı için izin gereklidir Dayandıkları delil Câbir b Abdullah ve İbn Ömer'den nakledilen ve yukarıda da daha uzun bir şekilde kaydettiğimiz şu hadistir: "Kim Cum'a namazını ben hayatta iken veya benden sonra adaletli ve câir (zâlim) bir imamı (önderi varken, onu küçümseyerek veya inkâr ederek terkederse Allah iki yakasını bir araya getirmesin ve işini bitirmesin" (İbn Mâce, İkâme, 78) İbn Mâce bu hadisin senedinde bulunan Ali b Zeyd ve Abdullah b Muhammed el-Adevî sebebiyle isnâdı zayıf sayar Heysemî, hadisin benzerini naklettikten sonra şöyle der: Bu hadisi Taberanî, el-Evsat'ında nakletmiştir Oradaki senedde Musa b Atıyye el-Bâhilî vardır O'nun biyografisini bulamadım Geri kalan râviler güvenilir (Mecmau'z-Zevâid, II, 169, 170) Bu hadiste, Cum'a'nın farzolması için adaletli veya adaletsiz bir yöneticinin bulunması öngörülmüştür Cum'a namazı büyük cemaatle kılınacağı ve hutbede topluma hitap edileceği için onun toplum düzeni ile yakından ilgisi vardır Devletten izin alma şartı aranmazsa fitne çıkabilir Cum'a kıldırmak ve hutbe okumak bir şeref vesilesi sayılarak rekabet doğabilir Bazı kimselerin çekişme ve ihtirasları cemaatin namazını engelleyebilir Camide bulunan her grubun namaz kıldırmak istemesi, Cum'a'dan beklenen faydayı yok eder Bir grup kılarak, diğerleri çekilse yine amaca ulaşılmaz Kısaca hikmet ve toplum psikolojisi bakımından da Cum'a'nın İslâm devletinin kontrolünde kılınması gereklidir Ancak yöneticiler Cum'a'ya ilgisiz kalır ve önemli bir sebep olmaksızın müslümanları namaz kılmaktan alıkoymak isterse, onların bir imamın arkasında toplanarak Cum'a namazı kılmaları mümkündür İmam Muhammed, bu konuda şu delili zikreder: Hz Osman, Medine'de kuşatma altında iken, dışarıda bulunan sahabiler Hz Ali'nin arkasında toplanmış ve o da Cum'a namazını kıldırmıştır (el-Kâsânî, age, I, 261; el-Fetâvâ'l-Hindiyye, I,146; İbn Âbidin, age, I, 540) Bilmen, bunun dâru'l-harpte mümkün ve câiz olduğunu belirtir (Bilmen, Ömer Nasuhi, Büyük İslâm İlmihali, İstanbul 1985, s 162) Devlet başkanı veya valilerin bizzat Cum'a namazı kıldırmaları gerekli midir? İbnü'l-Münzir şöyle der: "Öteden beri Cum'a namazını, devlet başkanı veya onun emriyle kıldıracak bir kimsenin kıldırması şeklinde uygulama yapılmıştır Bunlar bulunmazsa, halk öğle namazı kılar" (Ahmed Naîm Tecrid-i Sarih Tercümesi, III, s 48) Burada şunu belirtelim ki, yukarıda kaydettiğimiz hadisten imam ya da müslümanların halifesi yoksa, Cum'a namazı kılınamaz, diye bir hüküm çıkarmak mümkün değildir Bu hadisin ilgili bölümlerinin anlattığı, "ister adil, isterse de zâlim olsun bir imamın varlığına rağmen" Cum'a terk edilecek olursa, belirtilen tehditlerle karşı karşıya kalınacağından ibarettir Çünkü hadis, "imam yoksa Cum'a namazı kılamazsınız" demiyor, olduğu halde kılınmazsa, son derece tehlikeli tehditlerde bulunuyor İmamın yokluğu halinde kılınmayacak olursa o takdirde bu hadisten, olsa olsa tehditlerin daha hafif olacağı sonucuna varılabilir O da en müsamahalı bir istidlâl olur İçtihada dayalı olarak ileri sürülmüş gerekçelerin dışında, Cum'a namazının kılınması için şart kabul edilen ve eda şartları arasında sayılan imamın varlığı şartının nakli bir delili yoktur Ayrıca bu şart, yalnızca Hanefî mezhebinde öngörülmüş bir şarttır Dolayısıyla terki halinde terettüp edeceği bildirilen bir takım tehditlere maruz kalmamak için, en azından ihtiyaten böyle bir şartı öngörmeyen diğer mezhep imamlarının görüşlerine uyularak kılınması gerekir Diğer taraftan kaynaklarda hadis diye belirtilen: "Dört şey vardır ki, veliyyul emirlere aittir: Cihad'tan elde edilen ganimetlerin paylaştırılması zekât'ın toplanması, hudut (şer'i cezaların tatbiki) ve Cum'a'ları kıldırmak" ifadeleri ise hadis değildir Fethu'l-Kadir'de (II, 412) bunun İmam Hasan el-Basrî'ye ait bir söz olduğu belirtilmiştir Son asır alimlerinden Seyyid Sâbık da "Fıkhu's-Sünne" adlı esrinde (1, 306) bunun aynı şekilde Hasan'ü'l Basrî'ye ait bir söz olduğunu kaydetmektedir O halde böyle bir şartın öngörülmesi için dayanak teşkil edebilecek nakli bir detil elde mevcut değildir Bu konuda ileri sürülen bu şartın sebebi, yalnızca karışıklık çıkma ihtimaline dayalı bulunmaktadır Veliyyü'l-Emr yoksa Veliyyü'l-Emr ve izn-i sultânî diye belirtilen hususun gerçekleşebilmesi için, müslümanların başında en azından zâlim de olsa- bir yöneticinin bulunması zorunludur Başa geçmiş bulunan yöneticinin, İslâm'ı kabul etmesi ise onun, müslümanların veliyyü'l-emr'i olarak görülmesinin asgarî şartıdır Şunu da belirtelim ki, bu durumu şu anda bir vakıa olarak yaşıyan bizleri, İslâm fakihleri de düşünmüş ve böyle bir durum halinde müslümanların ne şekilde davranabileceklerini, daha doğrusu davranması gerektiğini belirtmişlerdir Şimdi bu konuda onların neler söylediklerine kısaca bir göz atalım: Bu konuda İbn Nüceym der ki: "Şayet hiç bir şekilde kadı veya ölmüş olan halifenin (yerine geçmiş) halifesi yoksa, âmme de bir kişinin (Cumu'a namazını kıldırmak üzere) öne geçirilmesi üzerinde ictimâ edecek olsalar, zaruret dolayısıyla caizdir" (İbn Nuceym, el-Bahrü'r-Râik, II, I55) Buradaki: "zaruret dolayısıyla caizdir" ifadesi üzerinde kısaca duralım: Anlaşılıyor ki, Cum'a namazı, herhangi bir şartının eksik olması dolayısıyla terk edilmesi tavsiye edilen bir durum değildir Aksine bu gibi durumlarda -bu şartların gerçekleşme imkânı bulunmadığından- zaruret hükümleri ile amel etmek söz konusudur Buna göre her halükarda cuma namzı kılmak gerekir Eğer bazı şartlar eksik olursa kılınmasa da dememiş Nüceym gibi eşsiz fıkıh çalışmaları olan bir âlim: "Zaruret dolayısıyla caizdir" gibi bir ifade kullanmaz, "Cum'a namazı sâkıt olur" demesi gerekirdi |
İslami Sözlük C
CUM'A SÛRESİ
Kur'an'ın altmış ikinci suresidir Medîne'de nazil olmuştur On bir âyet, yüzseksen ketime, yediyüz harften ibarettir Fâsılası "mîm" ve "nûn" harfleridir Sure, adını dokuzuncu ayetinden almıştır Saff suresinden sonra nazil olmuştur Aynı surenin ele aldığı konulara temas etmekle beraber, çok değişik konulara da değinmekte; başka bir üslûp kullanmakta ve yepyeni bir tesir meydana getirmektedir Sureyi üç ana bölümde incelemek mümkündür: Birinci bölüm; kâinatta bulunan her şeyin durmadan Allahu tesbih ettiği gerçeğini ifade ederek ve Allah Teâlâ'yı, surenin konusuyla derin alâkası bulunan sıfatlarla niteleyerek başlıyor: "Göklerde ve yerde ne varsa hepsi; Melik, Kuddûs, Azîz, Hakîm olan Allah'ı tesbih eder " (1) Burada; "Melik" sıfatından sözedilmekle, Allah'ın, her şeyin mâliki olduğu, O'nun mülkünün dışında hiç bir şeyin olamıyacağı vurgulanmakta; aynı zamanda yahudilerin, yalnızca kendilerinin Allah katında makbul insanlar olduğu yolundaki iddiaları reddedilmektedir Rasûlullah (sas), cuma günü hutbe okurken, bazı müslümanların Allah'ı anmayı bırakarak ticaret kervanını karşılamaya gitmeleri, "Kuddûs" sıfatı zikredilerek kınanmakta; "Azîz" sıfatı zikredilmekle de hiçbir kimsenin O'nu mağlup edemiyeceği hatırlatılmaktadır "Hakîm" sıfatı ise, ümmîler arasından kendilerine Allah'ın âyetlerini okuyan, onları temizleyen kitabı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderilmesi münasebeti ile zikredilmektedir "O'dur ümmîler arasından kendilerine âyetlerini okuyan, onları temizleyen ve onlara kitabı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderen Halbuki onlar daha önceleri gerçekten apaçık bir sapıklık içindeydilerOnlardan başkalarına da ki, henüz onlara katılmamışlardır Ve O, Azîz'dir, Hakîm'dir " (2, 3) Müslümanların Medine'ye hicretlerinden sonra karşılaştıkları problemlerden biri de yahudiler idi Yahudiler, kendilerinin Allah'ın seçkin kulları olduklarını, olsa olsa peygamberliğin yahudilerden birine verilmesi gerektiğini söylüyorlardı Ayrıca Arapları küçümsüyor, onları okuma yazma bilmez cahiller (ümmîler) olarak tavsif ediyorlardı Nitekim aynı şeyleri hakaret maksadıyla Hz Peygamber için de söylüyorlardı Sure, yahudilerin bu tür itirazlarna cevap vermeyi hedef edinmiştir Aslında peygamber hangi kavimden çıkarsa çıksın, din düşmanları onu ve ondan dolayı aralarından çıktığı kavmi karalayacaklardı Yahudiler son peygamberin aralarından çıkmasını ve bütün ayrılıkları gidererek kendilerini birleştirmesini, zilletten sonra yükseltmesini bekliyorlardı Bunun için de Araplar'a galip geleceklerini iddia ediyorlardı Ama Allah'ın hikmeti, bu son peygamberin, yahudilerin dışında, ümmî bir kavim olan Araplar'dan gelmesini gerekli kıldı Çünkü, surenin ikinci bölûmünde geleceği gibi Allah; yahudi ırkının özelliğini kaybettiğini ve beşeriyeti yönetecek kabiliyetini yitirdiğini, artık bu kutsal emaneti taşıyamayacak hale geldiğini ezelî ilmiyle biliyordu Sıra bu davayı üstlenebilecek başka bir kavme gelmişti Yahudilerin ümmî' diyerek küçümsedikleri bu milletin "ümmî" bir ferdi, risalet görevini üstlenecekti Nitekim bu mübarek zatın atası İbrahim (as) de aynı bölgede, Kâbe çevresinde ilâhî daveti, oğlu İsmail (as) ile birlikte yapmış ve: "Rabbimiz! Yaptığımızı kabul buyur Rabbimiz! İkimizi sana teslim olanlar kıl! Soyumuzdan da sana teslim olanlardan bir ümmet yetiştir Bize ibadet yollarımızı göster; tövbemizi kabul buyur Çünkü tövbeleri daima kabul eden, merhametli olan ancak sensin" (el-Bakara, 2/127,128) "Rabbimiz! İçlerinden onlara Senin âyetlerini okuyan, kitabı ve hikmeti öğreten, onları her kötülükten arıtan bir peygamber gönder Doğrusu Azîz ve Hakîm olan ancak Sensin " (el-Bakara, 2/129) Burada sûredeki, İbrahim Peygamber'in sözlerini hikaye ederek belirttiği: "İçlerinden onlara Senin âyetlerini okuyan, kitabı ve hikmeti öğreten, onları her kötülükten arıtan bir Peygamber gönder " ifadeleriyle, ilâhî takdir ve tedbir uyarınca, bu davet de yeryüzünde gerçekleşme imkânı bulmuştur Allah'ın; bu apaçık gerçekleri ihtivâ eden kitaba ehil olmak üzere "ümmî"leri seçmesinde; aralarından bir peygamberi göndermesinde ve böylece o peygamberin kendilerini "ümmî''likten çıkarıp Allah'ın âyetlerini okur ve yazar hale getirmesinde; durumlarını değiştirip bütün yeryüzünde ayrı bir hüviyete sahip kılmasında insanlara lütfu ve ihsanı açıktır "Onları temizleyen " Gerçekten peygamberin yaptığı şey, tam anlamıyla onları temizlemekti Onları şirkten çıkarıp tevhîde; batıl düşüncelerden sıyırıp sağlam bir akideye; faizin ve haram kazancın pisliğinden arındırıp helâl kazanca eriştiriyordu "Kitabı ve hikmeti " öğretmekle onları "ehl-i kitab" yapıyor; böylece onlar güzel ölçülere sahip oluyorlar, yaptıkları şeylerde en doğru işi yapıyor, en doğru hükmü veriyorlardı "Halbuki onlar daha önceleri apaçık bir sapıklık içerisindeydiler " Putlara tapar, ölü eti yer, her türlü hayasızlığı yaparlardı Güçlü olan zayıfı ezer, hak hukuk gözetmezlerdi Bu cahilî yaşantılarına rağmen, yüce Allah, bu davanın en güvenilir taşıyıcılarının onlar olacağını biliyor ve aralarından "ümmî" bir peygambere bu akîdenin tebliği görevini veriyordu "Onlardan başkalarına da ki, henüz onlara katılmamışlardır Ve O, Azîz'dir Hakîm'dir " (3) "Bu, Allah'ın lütfudur Onu dilediğine verir Ve Allah büyük lütuf sahibidir " (4) Rasûlullah (sas)'ın bu kutsal görevi, yalnız kendi çağı ve kendi çevresi içinde sıkışıp kalmaz O'nun çağrısı evrenseldir; zaman bakımından da kıyamete kadar sürecektir Ve kendisinin vefatından asırlar sonra da nice insanlar O'nun bu Çağrısıyla temizleneceklerdir Şüphesiz bu, Allah'ın bir lûtfudur Allahu Teâlâ, Medine'deki İslâm cemâatına ve onlara bağlı olarak daha sonra yetişecek müslümanlara bu lütfu hatırlatmakta, bu emanete seçilişlerindeki ihsanı bildirmekte, kendilerine kitabı okuyan, onları temizleyen bir peygamberin gönderilişindeki nimeti bildirmektedir Surenin ikinci bölümü, yahudilerin Allah emanetini taşımak hususundaki vazifelerinin son bulduğunu; çünkü bu emaneti ancak canlı, uyanık, şuurlu ve her şeyi ile kendini ona adayan kalblerin taşıyabileceğini ifade eden âyetle başlıyor: "Kendilerine Tevrat yükletildiği halde onun gereğini yapmayanların durumu, koca koca kitaplar taşıyan eşeğin durumu gibidir Allah'ın âyetlerini yalanlamış olan kavmin durumu ne kötüdür Ve Allah, zalimler güruhunu doğru yola eriştirmez " (5) Tevrat'ı yüklenip de gereğini yapmayanlar aynen akîde emanetini omuzlayıp sonra da onu yerine getirmeyenlere benzer Bugün müslüman adını taşıyan fakat müslümanların yapması gerekeni yapmayan bir çok kimse aynı durumdadır "De ki; Ey yahudiler! Bütün insanları bir yana bırakarak yalnız kendinizin mi Allah'ın dostları olduğunuzu iddia ediyorsunuz? Bunda samimi iseniz, ölümü temenni ediniz " (6) "Yaptıklarından dolayı ölümü katiyyen temenni edemezler Ve Allah, zalimleri çok iyi bilendir " (7) "De ki; Gerçekten sizin kaçıp durduğunuz ölüme mutlaka yakalanacaksınız Sonra da görüleni ve görülmeyeni bilen Allah â döndürüleceksiniz O size neler yaptığınızı haber verecektir " (8) Allah'ın dostları olduklarını iddia etmelerine rağmen, bu meydan okuma karşısında sessiz kalmayı tercih edecekler Çünkü Peygamber'in ve getirdiklerinin doğruluğunu bilmektedirler Dua edecek olsalar, akibetlerinin Cehennem olacağından çekinmektedirler (Ahmed b Hanbel, I, 248) Yahudiler hakkında bu söylenenler, hiç şüphesiz onların durumuna düşen Müslümanlar için de geçerlidir Bu sebeple surenin sonlarına doğru hitap Müslümanlar'a yönlendiriliyor ve Cum'a namazına çağırıldıklarında namaza koşmaları, o sırada alış-verişi terketmeleri, ancak namaz bittikten sonra tekrar ticarete dönmeleri isteniyor Çünkü yahudilerin haktan uzaklaşmalarında en büyük âmil, maddî menfaatlerini her şeyin üstünde tutmalarıdır O halde Müslümanlar bu noktada dikkat etmeli ve yahudilerin düştüğü akibete düşmemeli; Allah'ın emirleriyle maddî kazançları karşı karşıya geldiğinde, Allah'ın emirlerini yerine getirmeyi öne almalıdırlar İşte surenin üçüncü ve son bölümü de cum'a günü ve namazı ile ilgilidir: "Ey iman edenler! Cum'a günü namaz için çağrıldığınızda hemen Allah'ı zikre koşun ve alışverişi bırakın Bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır " (9) Burada, müslümanlara, Cuma ezanını duyar duymaz her türlü çalışmayı ve alış verişi bırakmaları emredilmektedir" Bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır" denilmekle, Müslümanlar'ı, cazip olan alış veriş meşgalesinden daha kârlı olan Allah zikrine teşvik etmekte; böylece onları terbiye ve disipline etmektedir "Namaz bitince yeryüzüne dağılın Ve Allah'ın fazlından isteyin Ve Allah'ı çok zikredin ki,felaha eresiniz " (10) Bu âyet de, İslâm dininin tek tarafa ağırlık verip dengeyi bozmadığı, aksine muvazeneyi her iki dünya için dengelemeyi amaçladığını ispat etmektedir Gerçi insan geçim peşinde koşarken de Allah'ı anabilir, hatta geçim için yaptığı faaliyeti ibadet haline getirebilir Bununla beraber tam anlamıyla samimi bir zikir, mükemmel bir feragat ister Bu da, kısa bir müddet de olsa, dünya meşgalesini zihinden atmakla olur "Onlar bir ticaret veya bir oyun ve eğlence gördükleri zaman seni ayakta bırakarak oraya yöneldiler De ki; Allah'ın katında olan, oyun ve eğlenceden de ticaretten de daha hayırlıdır Ve Allah, rızık verenlerin en hayırlısıdır " (11) Cabir (ra) der ki: "Biz Rasûlullah (sas) ile namazımızı kılarken birden yiyecek mal taşıyan bir kervan çıkageldi Herkes ona koştu Peygamberin yanında, aralarında Hz Ebu Bekir ve Ömer (ra)'in bulunduğu oniki kişiden başka kimse kalmadı Bunun üzerine yukardaki âyet nazil oldu" (Buhari, Tefsîr Sûretü'l-Cum'a; Müslim, Tefsîr) Âyet-i Kerîme bize; Rasûlullah (sas)'ın işinin ne kadar zor olduğunu ve ashabın hangi terbiye aşamasında bulunduklarını beyan etmekte, dolayısıyla Allah yolunda çaba harcayanların, çalıştıkları kimselerde bu tür eksiklikleri gördükleri zaman, bunları nasıl gidereceklerini öğretmektedir |
İslami Sözlük C
CUMHÛR-U FUKAHÂ
Fakîhlerin çoğunluğu Fıkıh, lügatte; bilmek, anlamak bir şeyi şuurlu bir şekilde kavramak, kendisine hüküm taalluk eden gizli bir manaya vakıf olmak (el-İsra, 17/44) ve bir şeyin künhüne muttali bulunmak mânâlarında kullanılır Istılahta ise; "insanın amel cihetiyle lehine ve aleyhine olan şer'î hükümleri bir meleke halinde bilmesi", yani, kişinin ibadet, ceza ve muamelelere dâir leh ve aleyhinde olan şer'î hükümleri, delillerinin tafsilatıyla birlikte tanımasıdır İmam Ebu Hanife, fıkhı, "İnsanın, lehine ve aleyhine olan şeyleri bilmesidir" şeklinde tarif eder Şer'î hükümleri bu şartlarla bilen şahsa "fakîh"* denir Çoğulu fukahâ'dır Fakîh'in, meşgul olduğu ibadet, muamelât ve ukubâta dâir şer'î meselelerin tümüne "Fıkıh* ilmi" adı verilir (Ö N Bilmen, Hukuku İslâmiye ve Istılahat-ı Fıkhiye Kamusu, I, 13) "Fakihlerin çoğunluğu" manasına gelen "Cumhur-ı fukaha, bir asırda ve aynı bölgede mezhep farkı gözetmeksizin mevcut olan fıkıh âlimlerinin çoğunluğu demektir" Şer'î delillerden olan "icmâ-i ümmet (bir asırda yaşamış bütün İslâm müctehidlerinin bir mesele hakkında aynı görüşte bulunmaları) teriminde geçen "ümmet" ifadesi, bütün müctehid ve fakihleri içine alır Cumhûr-ı fukahâ'nın görüşü ise belli bir muhitte tanınmış fakihlerin ekserisinin görüşünü yansıttığından, icma gibi delil sayılmaz Zira az da olsa çoğunluğun dışında kalan fakihlerin muhalefeti söz konusudur Sahabe devrini takib eden Tâbiûn ve onları takip eden Tebe-i tâbiîn* döneminde yaşayan fakihler, İslâm devletinin değişik bölgelerinde toplanmışlardır İctihada dayanan bir çok meselelerde aynı bölgede yaşayan bir çok fakih aynı görüşü paylaştığı gibi, bu görüşe bir diğer bölgede yaşayan fakihlerden bir kısmı da katılabilir Böylece fakihlerden çoğunun kabul ettiği görüşü dile getirmek için "cumhur-ı fukahanın görüşü budur" denir Mezhep imamları ve ekollerinde bulunan fakihler aynı tabirin içinde yer alırlar Dört mezhepten üçü bir mesele hakkında aynı görüşte olduğu zaman bunlar için "cumhûr-ı fukaha" veya "cumhur" adı verilir Hanefi mezhebinde imam Ebu Hanife, Ebû Yusuf, Muhammed eş-Şeybani, Züfer ve Hasan'dan dördü veya üçü aynı kanaati paylaştıklarında bunlara mezhebin cumhuru, görüşlerine de "Müîtâbih" denir Çeşitli bölgelerde ün yapmış fakihler şunlardır: Medîne'de: Sa'îd b el-Müseyyeb, Urve b ez-Zübeyr (ö h 94), Kasım B Muhammed (ö 102 h), Harice b Zeyd (ö 100 h), Ebu Bekir b Abdurrahman b Haris (ö 94 h), Süleyman b Yesar (ö 107 h), Ubeydullah b Abdullah b Utbe (ö 98 h), Bunlara "el-Fukahâ us-Seb'a"*da denir Ebu Bekir b Muhammed b Amr b Hazm (ö 120 h); bu zatın oğulları Muhammed ve Abdullah, Ebu Cafer b Muhammed b Ali (ö 117 h), Rabî'atu'r-ra'y (ö 136 h), Muhammed b Şihabu'z-Zuhrî (ö 124 h) Mekke'de: Ata b Ebî Rebah, Tavus b Keysan, Mücahid b Cebr (ö 100 h), Ubeyd b Umeyr (ö 68 h), Amr b Dînar (ö 126 h), Abdullah b Ebî Müleyke (ö 119 h), İkrime, İbn Cüreyc (ö 150 h), Süfyan b Uyeyne (ö 198 h), Basra'da: Hasan el-Basrî, Câbir b Zeyd (ö 103 h), Muhammed b Sîrîn, Müslim b Yesar (ö 100 h), Ebu'l-Âliye (ö 106 h), Humeyd b Abdurrahman (ö 95 h), Mutarrif b Abdullah eş-Şihhîr (ö 87 h), Zürare b Evfa (ö 93 h), Eyyub es-Sahtiyanî (ö 131 h), Katade (ö 117 h) Kûfe'de: Alkame b Kays en-Nehâî (ö 62 h), Esved b Yezîd (ö 75 h), Ebû Amr Ubeyd b Amr el-Hamedanî (ö 72 h), Şureyh b el-Haris (ö 82 h), Mesruk b el-Ecda (ö 63 h), Abdurrahman b Yezid en-Nehâi, Abdullah b Utbe, Hayseme b Abdurrahman Şerîk b Abdullah (ö 177 h) Ebu Vâil, Abdurrahman b Ebî Leyla (ö 148 h), Meysere, ed-Dahhak (ö 105 h), İbrahim en-Nehaî (ö 96 h), Amiru'ş-Şa'bî (ö 103 h), Saîd b Cübeyr (ö 95 h), Hammâd b Ebî Süleyman (ö 120 h), Şam'da: Ebu İdris el-Havlanî, Şurahbil b es-Simt, Ebu Zekeriyya el-Huzaî, Kabîsa b Züeybi'l-Huzâî (ö 86 h) Süleyman b Habîbi'l-Muharibî, el-Haris b Umeyr, Hâlid b Ma'dân, Mekhûl (ö 116 h), Ömer b Abdu'l-Aziz (ö 101 h) Mısır'da: Leys b Sa'd (ö 175 h); Yemen'de: Mutarrif b Mâzin (ö 219 h), Abdurrezzak b Hümam (ö 211 h); Bağdat'ta: Ebu Ubeyd el-Kasım b Sellâm (ö 224 h), Dâvûd b Ali (ö 270 h) |
İslami Sözlük C
CÛVEYRİYE BİNTÜ'L-HÂRİS
Hz Peygamber'in zevcesi ve müminlerin annesi Hz Cüveyriye, Mustalikoğulları kabilesinin başkanı Hâris b Ebî Dırar'ın kızıdır Aynı kabileden Safvân oğlu Musâfi'den dul kalmıştı Mustalikoğulları, Hicret'in altıncı yılında Medîne'ye saldırı için hazırlık yapmaya başladılar Durumu öğrenen Hz Peygamber (sas), yediyüz kişilik bir askerî kuvvetle, onlardan önce davranarak Müreysi' suyu başında saldırdı On kişi öldürüldü Müslümanlar bu gazvede bir şehit vermişti Mustalikoğulları'nın bütün erkekleri, kadınları ve çocukları esir alındı Deve, sığır ve davarlarına da ganimet olarak el konuldu Esirler arasında bulunan, kabile başkanı Hâris'in kızı Cüveyriye için, dokuz okıyye altın, kurtuluş fidyesi olarak tespit edilmişti Cüveyriye yirmi yaşlarında bir kadındı Kurtuluş fidyesini temin edemeyince Hz Peygamber'den yardım istedi Hz Âişe bu olayı şöyle rivayet eder: "Mustalikoğulları kabilesinin kadınları esir düştüklerinde ganimet olarak gaziler arasında paylaşıldı Önce beytülmâle beşte bir ayrıldı Sonra her atlıya iki pay, her yaya savaşçıya ise birer pay verildi Hâris'in kızı Cüveyriye, Kays oğlu Sâbit'e düşmüştü Cüveyriye Rasûlullah (sas)'a geldi; dedi ki: Ey Allah'ın Peygamberi, ben Hâris'in kızı Cüveyriye'yim Babam Benî Müstalik kabilesinin başkanıdır Benim başıma gelen felâketi biliyorsun Sâbit beni dokuz okiyye kurtuluş fidyesi ile serbest bırakacak Beni kurtar" Rasûlullah cevap olarak buyurdular ki: "Ondan daha hayırlı bir teklifim var, kabul eder misin? Teklifiniz nedir ya Rasûlallah? "Hem o parayı verip seni azat edeceğim, hem de seninle evlenmek istiyorum" Cüveyriye: "Memnuniyetle kabul ederim" dedi Rasûlullah (sas) da: "Ben de kabul ettim " buyurdular (Ahmed b Hanbel, Müsned VI, 277; Ebû Dâvud, Sünen, IV, 22; İbn Hişâm, Sîre, III, 307; İbn Sa'd, Tabakat, VIII,116,117) Bu haber hemen etrafa yayıldı Esirleri ellerinde tutan sahabîler; "Biz Allah elçisinin sıhrî hısımlarını nasıl esir olarak tutabiliriz!" diyerek, hepsini serbest bıraktılar Bu manzara karşısında Müstalikoğulları İslâm'a girdiler Bu yüzden Hz Âişe O'nun hakkında; "Ben kavmi için Cüveyriye'den daha hayırlı ve daha bereketli bir kadın bilmiyorum" demiştir" (Ahmed b Hanbel, VI, 277; İbn Hişâm, Sîre, III, 307, 308; Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm Hukuku, İstanbul 1983, s 238; Mahmud es-Savvâf, Rasûlullah'ın Pak Zevceleri, Terceme, Ali Aslan, Ankara (ts), s 68-71) Hz Peygamber Cüveyriye'yi babasına teslim edip; ondan istedi Cüveyriye müslüman olmuştu Rasûlullah (sas) kendisine mehir olarak dört yüz dirhem gümüş verdi ve O'nunla evlendi (M Âsım Köksal, İslâm Tarihi, XII, 55, 56) Daha önceki adı "Berre" iken, Hz Peygamber tarafından, kadıncık, kızcağız anlamında "Cüveyriye" ismi verildi Hz Cüveyriye çok oruç tutar ve çok namaz kılardı Hayır severdi Kendisi aç durur, yoksulları doyururdu Bir gün Allah Rasûlü Cüveyriye'yi sabah namazını kıldıktan sonra, kuşluk vaktine kadar dua ve zikirle uzunca zaman meşgul olurken görmüş ve kendisine şöyle buyurmuştur: "Ben senden sonra, üç kerre, dört kelime söyledim ki, bugün sabahtan beri senin söylediklerinle tartılsa, onlardan daha ağır gelir Dikkat et, o kelimeleri sana da öğreteyim: Sübhânallâhi adede halkıhî; (Allah'ı yaratıklarının sayısınca tesbih ederim) Sübhânallâhi rıza nefsihî (Allah'ı razı olacağı Şekilde tesbih ederim) Sübhânallâhi zinete arşihi (Allah'ı Arşı'nın ağırlığınca tesbih ederim Sübhânallâhi midâde kelimâtihi (Allah'ı kelimelerinin miktarınca tesbih ederim) " (Ahmed b Hanbel, VI, 430; Ebû Dâvud, II, 81; Tirmizî, V, 556; İbn Sa'd, Tabakât, VIII, 119; Âsım Köksal, age, XII 57-58) Hz Cüveyriye'den altmışbeş hadis rivâyet edilmiştir Hicrî 56 tarihinde vefat etmiştir (Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarih Tercemesi, Ankara 1983, VII, 454) |
İslami Sözlük C
CÜRÜM
Ceza gerektiren, suç hata günah, kabahat, isyan Cerîme de aynı anlamdadır Cürüm sayılan her hangi bir işi işleyene "mücrim" denir Mücrim kelimesi Kur'ân'da bir çok âyette geçmekte olup (el-En'âm, 6/124, Yunus, 10/17, Tâhâ, 20/77, el-Meâric, 70/11), hemen hepsinde hukukî anlamda bir suç olmaktan ziyade; inançsızlık, isyan vb gibi cezası uhrevî muhtevadaki suç anlamında kullanılmıştır Nitekim bir âyette, "Biz, sizden önce, kendilerine peygamberler açık delillerle geldikleri halde inançsızlık karanlığında kalan (zâlim) nice nesilleri helâk ettik Onlar, zaten inanacak değillerdi Biz, mücrim kavmi böyle cezalandırırız" (Yunus, 10/13), şeklinde; bir diğer âyette de, "Kâfirlere ise (şöyle denilecektir), âyetlerimiz size okunmuyor muydu? (elbette okunuyordu) Siz büyüklendiniz ve mücrim bir kavim oldunuz" (el-Câsiye, 45/31), buyurulmuştur Bazı hadîslerde ise, cürünî kelimesi, günah, hata vb anlamlarda kullanılmıştır Nitekim bir hadiste "Müslümanların cürüm bakımından en büyüğü, hakkında yasak bulunmayan bir şeyin hükmünü sorup da, bu sorusuyla o şeyin haram kılınmasına sebep olan kimsedir" (Buhârî, 96, İ'tisam, 3) denilmektedir İslâm hukuk terminolojisinde ise, cürüm kelimesi hukuki anlamdaki suçları ifadede pek kullanılmamış; bunun yerine daha ziyade "cinayet" tabiri tercih edilmiştir Ancak, cinayet terimi de, İslâm hukukçularının dilinde özellikle, şahsın öldürme gibi canına; yaralama, dövme vb gibi vücut bütünlüğüne yönelen ve onları tehlikeye sokan suçları ifadede kullanılmış; şahsın mülkiyet dokunulmazlığına (mal) karşı işlenen suçlar ise gasp, hırsızlık (serika) gibi özel isimlerle ifade edilmiştir (Molla Hüsrev, Muhammed b Ferâmûz, Düreru'l-Hukkâm Şerhu Gureri'l-Ahkâm, İstanbul 1317, II, 88) Bunun yanında, ihramlının hac esnasında, kurban kesmesini veya sadaka vermesini gerektirecek şer'î bir muhalefette bulunması da genel olarak cürüm ya da cinayet olarak adlandırılmıştır Bütün bunlara rağmen, cürüm kelimesinin, mahiyeti ve cezası ne olursa olsun, genel anlamda suç terimini ifade edecek tarzda ele alınması mümkündür Nitekim, çağdaş hukuk yazarları, suç anlamında çoğunlukla, "cürüm" kelimesi ile aynı anlamda olan "cerîme" tabirini kullanmaktadırlar Cürüm, en özel anlamını İslâm ceza hukukunda kazanmıştır Buna göre cürüm, şâri'nin (kanun koyucunun), had* veya ta'zir* cezalarıyla müeyyidelendirdiği yasak (mahzûr) işlerdir Burada, suçun teşekkül edebilmesi için gerekli üç unsurdan ikisine işaret edilmektedir Şöyle ki; bir fiilin suç olabilmesi için her şeyden önce, onun suç olduğunun belirtilmesi ve ona bir ceza takdir edilmesi gerekir Bu, suçun "kanunî unsur"udur Buradan hareketle, İslâm ceza hukukunun temel prensiplerinden biri, "kanunsuz suç ve ceza olmaz" şeklinde ifade edilebilir Diğer taraftan, yine bir suçtan bahsedilebilmesi için, bir şeyi yapma (icra) veya yapmama (ihmal) şeklinde bir fiilin bulunması gerekir Bu da suçun "maddî unsur"udur Suçun tam anlamıyla teşekkül edebilmesi için bunlara bir de, failin kusurlu olması eklenir ki; bu da suçun "manevî unsur"udur İslâm hukukunda, bir fiilin suç sayılmasındaki esas; onun toplum düzenini, toplumun huzur ve istikrarını, inançlarını sarsması ve ferdin can, mal, namus güvenliğini tehlikeye sokmak suretiyle onlara zarar vermesidir Beşerî hukuk sistemlerinin bir çoğu, ferde ve topluma zarar veren fiillerin tespit ve vasıflamasında ve suçun belirlenip cezanın takdir edilmesinde güdülen gayelerde, İslâm hukukundan büyük ölçüde ayrılırlar Nitekim, İslâm hukukunda din, akıl, can, mal ve namusun korunması temel gayeler olarak değerlendirildiği için; meselâ, dinden çıkma demek olan irtidad* zina ve içki içme suçuna ağır cezalar konulmuştur İslâm hukukunda ağır bir şekilde cezalandırılan bu suçların bir kısmı, diğer bazı hukuk sistemlerinde suç sayılmayabilmektedir Bazı fiillere suç vasfı kazandırılması konusunda İslâm hukuku ile diğer hukuk sistemleri arasındaki farklılık, genelde, kaynaklarının ve değer ölçülerinin farklı oluşu ile izah edilebilir İslâm hukukunda suç, değişik yönlerden kısımlara ayrılabilir Ancak, cezanın mahiyetine ve ağırlığına göre yapılan suç taksimi, daha yaygındır Buna göre suçlar üç kısma ayrılır: 1) Had gerektiren suçlar, 2) Kısas* veya diyet* gerektiren suçlar, 3) Ta'zîr* gerektiren suçlar Had gerektiren suçlar: Bunlar zina*, kazf*, şarap içme, hırsızlık* (serika), dinden dönme (irtidat), silâhlı gasp*, soygun, eşkiyalık (hırâbe), ve isyan-ihtilal (bağy)*den ibarettir Bu suçlara had cezası uygulanır Hadler (hudûd), Allah hakkı (kamu yararı) için takdir edilmiş cezalardır Had cezasına tabi olan suçlar ve bunlara uygulanacak cezaların ölçüleri kesin olarak bellidir Bu cezalar, kamu yararı ve toplum düzeni mülâhazalarıyla konulmuş olduğu için, fert veya toplumun affetmesi veya vazgeçmesiyle düşmez Kısas veya diyet gerektiren suçlar: Bu suçlar, şahsın canına veya vücut bütünlüğüne karşı işlenen suçlardır Bu suçlar, kasden adam öldürme, kasıt benzeri ile adam öldürme, hata ile öldürme ve yaralama-sakatlama fiilleridir Bunların cezaları, kısas veya diyettir Bu cezalar, özellikle ferdin haklarını koruma amacıyla konulduğu için; kendisine karşı suç işlenen şahsın suçluyu affetmesi mümkün görülmüştür Ancak, bu affetme ile cezanın düşeceği genelde kabul edilmekle beraber, karşı görüşte olan âlimler de vardır Ta'zir gerektiren suçlar: Bu suçlara İslâm hukukunda belli bir ceza takdir edilmemiş, bunun yerine hâkime, suçun ve suçlunun durumuna uygun bir cezayı belirleme yetkisi verilmiştir Ancak bu belirleme yetkisi mutlak olmayıp, İslâm'ın genel prensipleriyle mevcut nasslara aykırı olmama ve genel yararın gerektirdiği şekilde davranma gibi ölçülerle sınırlandırılmıştır Bununla birlikte, siyaset gereği verilecek cezalar hariç, ta'zir suç ve cezalarının kanun koyucu tarafından önceden belirlenmesi gerekmektedir Had ve kısası gerektiren suçlar ile taziri gerektiren suçlar arasında en belirgin fark şudur: Had suçlarının suç olmaktan çıkarılması veya değiştirilmesi ve cezalarının değiştirilmesi mümkün görülmezken, diğer suçların bir çoğunda, gözetilmek istenen maslahata göre, zamanla değişiklikler yapmak mümkün görülmüştür |
İslami Sözlük C
CÜZ
Bir bütünün parçalarından her biri İslâmî tabir olarak da, Kur'ân'ın okuma ve hıfzını pratik olarak kolaylaştırmak gayesiyle ayrıldığı otuz parçadan her birine verilen isimdir Hz Peygamber (sas) döneminde Kur'ân'ın bölümleri sûrelerden ibaretti Kur'ân'ın sûrelere bölünmesi tevkîfîdir, yani vahye dayalıdır İlk dönemlerde Kur'an yazısında bugünkü noktalama işâretleri ve harekeler mevcut değildi Ancak özellikle Arap olmayanların İslâm'a girmesiyle beraber gündeme gelen noktasız ve harekesiz yazının doğru olarak okunması problemi, kolay aşılacak bir engel değildi Kur'ân'ın doğru okunmasını sağlamak amacıyla önce harekeleme ve noktalama işaretleri yapıldı Bunun kolaylık sağladığı görülünce bu amaca yönelik yeni adımlar atıldı Bilindiği gibi Kur'ân-ı Kerîm henüz Peygamber (sas)'e indirilirken sahabelerin bazısı tarafından ezberleniyordu Kur'ân'ı ezberleme geleneği günümüze kadar kesintisiz olarak devam etmiştir Ayrıca Kur'an okumak bir ibâdet olduğundan, gerek Kur'ân'ı okuyanlar, gerek ezberlemiş olanlar baştan sona Kur'ân'ı okuyor, onu hatmediyorlardı Kur'ân'ın belli uzunluklarda bölümlere yani cüzlere ayrılması, pratikte hem ezberlenmesine hem de hatm edilmesine kolaylıklar sağlayacaktı Özellikle belli aralıklarla onu hatm edenler için bu bir ihtiyaçtı Önceleri birbirinden farklı bölümlendirmeler olduysa da, Kur'ân'ın tedris edildiği medreselerde otuz cüze bölünmesi yaygınlaşıp kabul gördü (ez-Zerkeşî, el-Burhân fi Ulûmi'l-Kur'ân, I, 250) Bilahare cüzlerin hiziplere bölünmesi de gerçekleşti ve her cüz' dört ayrı hizb'e bölündü Böylece Kur'ân-ı Kerîm otuz cüz' ve yüz yirmi hizb'e ayrılmış oldu |
İslami Sözlük C
CÜZ'İ İRÂDE
İstemek, arzu etmek, tercih etmek, insanın Allah'a itaat veya ona isyan etmesi ile ilgili olan sınırlı iradesi Alternatiflerden birine meyletme kabiliyeti bulunanın, iradesi vardır demektir Yaptığı işlerde insanın böyle bir tercih kabiliyeti var mıdır? Varsa, sınırları nelerdir? İslâm düşünürleri bu sorulara ne cevap vermişlerdir? İslâm düşünürlerini meşgul eden ve hakkında farklı görüşler ileri sürülen en önemli konulardan biri de, insanın iradesi konusudur Mesele, kaderle yakından ilgilidir Her şeyin yaratıcısının Allah olduğu, O'nun irade ve meşietinin mutlaka olup bunun hilâfına bir şeyin vuku bulmasının mümkün olmadığı, Kur'ân'da açık açık ifade edilmektedir Buna rağmen kul, yaptıklarından dolayı hesaba çekilecek; mükâfat ya da ceza görecektir Kulun sorumluluğunun gerekçe ve dayanağı nedir? Kulun davranış hürriyeti var mıdır ki sorumlu tutulmaktadır? Bu konuda üç temel görüş ileri sürülmüştür Bu görüşlerden birini, kader konusuyla çok meşgul olmaları sebebiyle olacak ki, Kaderiyye diye isimlendirilen Mutezile; diğerini Cebriyye; üçüncüsünü de Ehl-i Sünnet temsil etmektedir Bu mezhepler, ileri sürülen görüşlerin odak noktalarıdır Çünkü bu görüşler arasında, şuna ya da buna yakın görüşler ileri süren kişi ya da fırkalar varolagelmiştir Biz burada olanlardan sarfı nazar ederek bu üç mezhebin temel görüşlerini ve dayandıkları delilleri özet olarak incelemeğe çalışacağız Kaderiyye (Mutezile) mezhebinin görüşü Kullar, iradelerinde tamamen hür ve bağımsızdır Zira Mutezileye göre irade fiildir Bunda Allah'ın bir rolü yoktur Bir bakıma insan, fiillerinin yaratıcısıdır; onları işleyip işlememekte tamamen serbesttir Özellikle kötü fiiller açısından bu böyledir "Allah'ın iradesi kötü fiillere taalluk etmez O sadece iyiyi diler" (Kâdî Abdülcebbâr, Şerhu Usüli'l-Hamse, Kahire 1965, 431) Kaderiyyeyi bu görüşe sevk eden âmil, beş temel prensiplerinden biri olan "Allah'ın adaleti" ne bakış açılarıdır Onlara göre, Allah'ın kullarının fiillerinde bir etkisinin olmaması, adaletinin ve kullara zulm etmemesinin bir gereğidir Eğer Allah, kulun kötü bir fiilî yapmasında bir katkısı varsa, sonra da kulu bu kötü fiilinden dolayı cezalandırıyorsa, bu, O'nun adaletiyle bağdaşmaz O halde kul, tamamen bağımsız olmalı ki, yaptıklarından dolayı hesaba çekilebilsin Bu görüşleri için ileri sürdükleri delillerden birkaçı şöyledir: "Bu bir öğüttür Dileyen, Rabbine varan bir yol tutar" (el-Kehf 18/29) " Eğer (o süre) içinde dönerlerse Allah bağışlayan, merhamet edendir" (el-Bakara, 2/226) "İşte bu ellerinizin yapıp öne sürdüğü işler yüzündendir Yoksa Allah, kullara zulm edici değildir " (Enfal 8/51) "Bir millet, kendi durumlarını değiştirmedikçe Allah onların durumlarını değiştirmez" (Ra'd 13/11) Görüldüğü gibi bu âyetlerde kulların fiilleri kendilerine isnad edilmektedir Hz Peygamber (sas) de bir hadiste şöyle buyurmaktadır: "Her doğan çocuk İslâm fıtratı üzere doğar Sonra ana-babası onu ya yahudileştirir, ya Mecusileştirir, yahut hristiyanlaştırır " (Müslim, Kader 25) Hatta kaderi mazeret olarak ileri sürenlere karşı Allah, bu mazeretlerinin doğru olmadığını, yaptıklarının kendilerine ait olduğunu söylemektedir: "(Allah'a) ortak koşanlar: Allah dileseydi ne biz, ne de atalarımız O'ndan başka hiç bir şeye tapmazdık ve O'nsuz hiç bir şeyi haram kılmazdık dediler Onlardan öncekiler de böyle yapmıştı Peygamberlere düşen yalnız açıkça tebliğ etmek değil mi" (en-Nahl, 16/35) Mûtezile içerisinde kaderi inkâr etmekte o kadar aşırı gidenler vardır ki, bunlar, insanların ne yapacakları konusunda Allah'ın önceden bir bilgisinin bulunduğunu dahi inkâr ederler ve kul, kendi iradesiyle karar verip o fiili işledikten sonra ancak Allah'ın o şeyden haberdar olduğunu söylerler Cebriyye mezhebinin görüşü Kaderiyye mezhebine reaksiyon olarak ortaya çıkan Cebriyye mezhebine göre, insanın hiçbir irâdî hürriyeti yoktur Allah önceden her şeyi takdir etmiştir Kul, bu takdir edilmiş şeyleri yapmak zorundadır Yukarıdan gelen su nasıl aşağıya doğru akmağa, yukarıya fırlatılan taş nasıl geri dönmeğe mahkûm ise, insan da kaderinde yazılı olan şeyleri yapmağa mahkûmdur İnsan âdeta önceden programlanmış bir robot gibidir Nasıl programlanmışsa, onu yapar Cebriyye'nin bu görüşlerine dayanak olarak ileri sürdükleri naslardan bir kısmı şöyledir: "Allah birini şaşırtmak isterse, sen onun için Allah'a karşı hiç bir şey yapamazsın Onlar öyle kimselerdir ki Allah, onların kalblerini temizlemek istememiştir" (el-Mâide, 5/41) "Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun göğsünü İslâm'a açar; kimi de saptırmak isterse onun göğsünü, (o kimse) göğe çıkıyormuş gibi dar ve tıkanık yapar" (el-En'am 6/125) De ki: " Size bir kötülük istese veya size rahmet dilese sizi Allah'tan kim korur?" (el-Ahzâb,33/17) "Alemlerin Rabbi Allah dilemedikçe siz bir şey dileyemezsiniz" (Tekvir 81/29) Kulun iradesizliği yanında, sorumluluğunu hangi temele dayandıracağını izah etmekten aciz kalan Cebriyye, zamanla bilgin ve düşünürler arasında yok olup gitmeğe mahkûm oldu Ancak zaman zaman ümmetin bu düşüncenin etkilerinden kurtulduğu söylenemez Ehl-i sünnet mezhebinin görüşlerini incelenirken görüleceği gibi, bu fırkaların her ikisi de nassları tek yönlü almış; karşı tarafın ileri sürdüğü delilleri görmezlikten gelmiştir Ayrıca iki fırkanın da Emevîler döneminde ortaya çıkmış olması dikkat çekicidir Belki o dönemde İslâm ümmeti yabancı kültürlerle karşılaşmaya başlamış ve bu durum fırkaların ortaya çıkmasında etkenlerden birini teşkil etmiştir Ama hiç şüphe yok ki Râşid Halîfelerin adil idaresinden sonra İslâm ümmetine hâkim olan zorba Emevî idaresinin de etkisi az değildir Baskı ve zulme dayalı idareler, birbirine zıt olan bu iki görüşün de toplumda yayılmasına zemin hazırlar O günkü toplum içinde bir tarafta kural-kaide tanımayan ve işi anarşizme kadar götüren insanlar; diğer tarafta da köşesine sinmiş, iradesini yitirmiş, olayların akıntısına kendisini salıvermiş bedbin miskinler vardı Nitekim günümüzde de her zaman bu gibi zorba yönetimlerin egemen olduğu toplumlarda bu iki sınıf insanla karşılaşıyoruz Ehl-i sünnetin görüşü Ehl-i sünnetin ilk dönemlerini temsil eden selef âlimleri, başlangıçta böyle bir problem üzerinde detaylı bir şekilde durmamışlardır Belki de böyle bir konu üzerinde durma ihtiyacını duymamışlardı Onların mesele üzerinde durmaları, Kaderiyye ve Cebriyye'nin görüşlerini reddetmekle başlar Selef, hem Kaderiyye'nin, hem de Cebriyye'nin görüşlerini naslara uygun görmemişlerdir Onlar, bu konudaki nassların hepsini bir bütün olarak değerlendirmişlerdir Böylece ileri sürdükleri görüş de, her iki fırka arasında orta yolu takip eden bir görüş olmuştur Buna göre Allah'ın iradesi mutlak ve küllî bir iradedir İradesinin hilâfına hiçbir şey meydana gelmez O'nun saltanatında irade etmediğinin vuku bulması, ya unutma ve gafletinden, ya da acizlik ve zaafından kaynaklanır ki; haşa Allah hakkında böyle bir şey sözkonusu olamaz Kula irade ve seçme hürriyetini veren, bizzat Allah'ın kendisidir İnsana iyi ya da kötüyü seçme kabiliyetini O vermiştir O halde insan, iradesini kullanırken Allah'ın iradesinin dışına çıkmamaktadır Kul, kendisine verilen irade ile seçimini yapar Allah Teâlâ, kulların kendi fiillerini yapma ve kesb etme hürriyetine sahip olduklarını açıkça ifade etmektedir: "Dilediğinizi işleyin, doğrusu O, yaptıklarınızı görendir " (Fussilet 41/41) "Kim yararlı bir iş işlerse kendi lehinedir, kim de kötülük işlerse kendi aleyhinedir Rabbin kullara karşı zalim değildir " (Fussilet 41/46) Ama kul bu hürriyeti kullanırken kesin olarak kendisine bu irade gücünü verenin Allah olduğunu bilmelidir O'nun iradesi dahilinde bunları yapmaktadır; Allah Teâlâ dilemezse, hiç bir şey yapamaz Kul seçimini yapar ama yaratma Allah'a aittir "O, herşeyin yaratıcısıdır" (el-En'am, 6/102) O halde yapılan iş, yaratma yönüyle yüce Allah'a; kesbedilmesi ve işlenmesi yönüyle kula aittir Bu sebeple de sonucundan sorumludur Kul, irade ve isteğinin dışında kalan durumlardan sorumlu tutulmayacaktır "Allah, kimseye gücünün üstünde bir şey yüklemez Herkesin kazandığı iyilik kendi yararına, kötülük de kendi zararınadır " (el-Bakara, 2/286) İrade problemini karmaşık hale getiren hususlardan birisi, aslında meydana gelmesi sözkonusu olmayan farazî sorulara cevap vermek isteğinden kaynaklanmaktadır Bunlardan en önemlisi şudur: Allah bir şeyi irade buyururken kul aksini irade eder ve bunun zıttını yapmayı arzu ederse ne olur? Elbette ki böyle bir soruya: "Allah'ın dilediği olur" karşılığı verilecektir Ancak dikkat edilirse bu soruda Allah ve kul, çekişen iki yarışmacı konumuna sokulmuştur Böyle bir şey sözkonusu olamaz ki buna cevap aransın En azından cevap aransa bile meselenin tamamen nazarî olduğu bilinmelidir Hâşâ Allah, kuluyla yarışa girmez Kula irade ve seçme yetkisini kendisi vermiştir onu burada özgür bırakmıştır O halde kul, şu veya bu seçimi yaparken Allah'ın iradesi sınırları çerçevesinde bu seçimi yapmaktadır Allah'ın iradesiyle kulun iradesinin karşı karşıya gelmesi diye bir durum söz konusu değildir Bu konuda ileri sürülen bir diğer farazî soru da sudur: Kul, daha önce belirlenmiş olan kaderinde yazılı olanın aksine bir şeyi yapmak isterse, bunu yapma yetkisi var mıdır? Eğer Allah Teâlâ, zamanla kayıtlı olmayan, yani geçmiş ve geleceği bütün teferruatiyle bilen bir bilgiye sahip bulunmasaydı, belki böyle bir soru sözkonusu olabilirdi Allah Tebârek ve Teâlâ, kulun bunu mu, yoksa şunu mu seçeceğini; niyyetinin nerede ve ne zaman değişeceğini bilir; kaderini de bu bilgisiyle tayin eder Daha açık bir ifadeyle; kul, yaptığı bir şeyi kaderinde yazılı olduğu için yapıyor değil; o şeyi yapacağı için Allah kaderine onu yazmıştır Bu sebepledir ki, yaptıkları kötü ameller konusunda kaderlerini gerekçe olarak ileri süren müşriklerin bu iddiaları Kur'an'da reddedilmektedir: "(Allah'a, ortak koşanlar Allah dileseydi ne biz, ne de atalarımız O'ndan başka hiç bir şeye tapmazdık ve O'nsuz hiç bir şeyi haram kılmazdık dediler Onlardan öncekiler de böyle yapmıştı Peygamberlere düşen yalnız açıkça tebliğ etmek değil mi?" (en-Nahl, 16/35) |
İslami Sözlük C
CİMÂ'
Kadınla erkeğin cinsi temasta bulunması İslâmiyet insan yaratılışına uygun en tabiî bir dindir Bu nedenle müminleri evlenmeye teşvik etmiştir Evlilik sayesinde cinsi arzular tatmin edilir, iffet ve namus korunur, neslin devamı mümkün olur İslâm'a göre cimâ'ın da bir takım adâbı vardır Bunlar; birleşmeden önce euzü-besmele çekmek; örtü altında olmak; kıbleye karşı olmamak; aybaşı halinde yapmamak, dübürden sakınmak, kadına yumuşak davranmak; o da ihtiyacını giderinceye kadar terketmemek; ikinci defa ilişkide bulunacaksa eteğini yıkamak; gecenin başlangıcında ilişkide bulunacaksa uyumadan önce yıkanmak, hiç değilse abdest alıp öyle uyumak; sevgi ve ilgiyi artırıcı hareketlerde bulunmak ve: "Allah'ım! Bizden ve bize vereceğin çocuktan şeytanı uzak kıl" diye dua etmek Kim bu duayı okur da çocuğu olursa şeytan onu saptıramaz (Tecrid-i Sarih Tercümesi, XI, 303; Mansur Ali Nasıf et-Tâc, II, 3082; Gazâli, İhya', Kahire 1967, II, 63-65) İslâm cinsi arzuların meşru yoldan giderilmesini ister Kadına dübürden yani anüsten yaklaşmayı yasaklaması Kur'anî nass ile belirlenmiştir "Allah'ın size emrettiği yerden onlara gidin" (el-Bakara, 2/222) buyrulur Bu bildiğimiz tenâsül yoludur Arka yoldan yaklaşmak doğru değildir Peygamber Efendimiz: "Hanımına dışkı yerinden yaklaşan kimse lanete uğramıştır" buyurur Başka bir hadîslerinde de: "Erkeğe veya kadına arka yoldan yaklaşan kimseye Allah, rahmet bakışıyla bakmaz" buyururlar (Mişkâtü'l-Mesâbih, II, 184) Böyle davranmak küçük livata olarak kabul edilmiştir Adet gören veya lohusalık halinde bulunan kadınlarla cinsi ilişkide bulunmak haramdır Nitekim: "Hayız zamanında kadınlarınızla cinsi münasebetten vazgeçin " (el-Bakara, 2/222) ayeti bunu açıkça ifade etmektedir Cinsi münasebetten sonra gusletmek farzdır |
İslami Sözlük C
CİLBÂB
Müslüman kadını baştan aşağı örten çarşaf, ferâce ve câr gibi dış kıyafet Gerek Medine döneminde gerek daha sonra ki dönemlerde mümin kadınların evden dışarıya çıktıkları vakit üstlerine giydikleri bol ve geniş bir örtü olup, onları tanınmayacak şekilde örten bir nevi çarşaf demektir Cilbab mümin kadınların Allah'ın tesettür emrine uymak için giydikleri dış örtünün Kur'an-ı Kerîm'deki adıdır Cilbab, mümin hanımların alâmetidir Bunu giyen bir hanımın tanınması ve hakkında su-i zanna düşülmesi mümkün değildir Zira cilbablı hanımların böyle bol ve geniş bir örtüye bürünerek saygıyı gerektiren bir dış kıyafetle tam tesettürlü olarak vakarla dolaşmaları, sokaktaki kadınlara sataşmayı huy edinen cahillere çekinme hissi verir Böyle bir İslâmî dış kıyafet bu gibi kimselerin yapacakları edepsizliğe engel olur (Ayrıca bk Tesettür) Cilbab tabiri Kur'an-ı Kerîm'in el-Ahzâb suresinde şöyle ifade buyrulur: "Ey Peygamber! hanımlarına, kızlarına ve müminlerin hanımlarına söyle, dışarı çıkarken üstlerine cilbablarını alsınlar Bu, onların tanınmasını ve bundan dolayı incitilmemelerini sağlar Allah, Gafûrdur, Rahîmdir " (el-Ahzab, 33/59) |
İslami Sözlük C
CİHÂD EMİRİ
Arapça'da "cihâd" kelimesi; bir amaca ulaşabilmek için, kişinin elinden gelen her türlü çabayı sarfetmesi anlamına gelir "Kutsal savaş" ile eş anlamlı değildir Bundan daha geniş bir anlamı vardır ve her türlü çabayı içerir Savaş, cihadın bir bölümü veya yerine göre bir safhasıdır Dille, kalemle, malla veya bizzat savaşa katılarak Allah yolunda yapılan tüm mücadeleler, hatta kişinin; Allah'ın emirlerini yerine getirme hususunda kendi nefsiyle mücadelesi, ıstılah olarak cihâd kavramına girer "Emîr" ise, bir kavmin veya memleketin başı, reisi, genel vali ve ordu komutanı gibi anlamlara gelir Buna göre "cihâd emîri"; cihâdı başlatmak veya yönetmekle görevli kimse dernektir Duruma göre, devlet reisi bu işi yürütebileceği gibi, kendi yerine bir başkasını görevlendirmesi de mümkündür Bu durumda "veliyyü'l-emr=(devlet reisi)"nin, savaşta askeri sevk ve idare etmesi için ordunun başına tayin ettiği kimseye "cihâd emîri" denir (Maverdî, el-Ahkâmü's-Sultâniyye, 37; Ö N Bilmen, "Istılahatı Fıkhiyye Kamusu ", III, 341) Savaş için tayin edilen kumandanın makamına "İmâre ale'l-Cihâd = Cihâd Emîrliği" denir Cihâd emîrliği iki kısımdır; Biri "imâret-i hâssa (özel anlamda emîrlik)"tir ki, yalnızca orduyu idareye ve harp işlerini yönetmeye mahsustur Diğeri, "imâret-i âmme (genel emîrlik)"tir Savaşı idare, ganimet mallarını taksim, barış sözleşmesi imzalama gibi bütün cihâd işlerini kapsayan emirliktir (Mâverdî, age, 37; Ö NB age, III, 341) Harbe lüzum görülüp de bir ordu veya bir seriyye gönderileceği zaman "veliyyü'l-emr"in ilk yapacağı iş, bunların başlarına bir "emîr (komutan)" tayin etmektir Çünkü askeri sevk ve idare etmek, yönetimindekileri gözetmek, orduda birlik ve beraberliği sağlamak, gerekli hükümleri uygulamak için bir "emîr"e ihtiyaç vardır Zira her hâdisede devlet başkanına müracaat edilmesi bir takım zorlukları doğurabilir (Ö N Bilmen, age, III, 361) Savaş; cesaret, iyi bir sevk ve idare, ganimetleri taksim hususunda hakkı koruma, güvenilir olma, hesap ve yazı bilme gibi hasletlere dayanır Bu yüzden devlet başkanı; bu iki görevi (savaşı yönetme, ganimetleri taksim) bir şahsa verebileceği gibi, ayrı ayrı kimselere de verebilir Bu konuda ehliyet ve ihtisas aranır Şayet "veliyyü'l-emr", ganimetlerin taksimini "emîr-i harb (savaş emîri)" ile "emîr-i kısmet (ganimeti paylaştırma emîri)" olmak üzere, tayin edeceği iki şahsa verirse, bu hususta bunlardan herhangi biri yalnız başına hareket edemez; taksimi birlikte yapmaları icabeder "Cihâd emîrliği"ne tayin edilecek zatın; adil, iyi bir yönetici, savaş siyasetini bilen, harb usulüne âşinâ, helâl ve haramı tanıyan, şefkat ve cesaretle muttasıf tehlikeleri umursamaz bir şekilde atılmaktan sakınan biri olması gerekir Zira bu özellikleri taşımayan bir kimsenin, "emîr" tayin edilmesiyle umulan faydalar sağlanamaz Harbe kumandan tayin edilen zat, ordu içinde bulunma ihtimali olan casusları ve askerin maneviyatını bozacak zararlı davranışlarda bulunabilecek şahısları temizlemesi, orduyu teftiş ve kontrol etmekle meşgul olması icabeder "Emîr"in soy ve fikir bakımından kendi soy ve fikrinde olanlara kendi mezhebinde bulunanlara meyletmemesi, soy, fikir ve mezhepte ayrı olanlara sırt çevirmemesi: ufak tefek bazı hâdiselere gereğinden fazla önem verip işi büyütmek suretiyle ihtilaf ve ayrılıklara yol açmaması gerekir" (Mâverdi, age, 39) "Cihâd emîri", devlet başkanının vekilidir İslâm'da devlet başkanına itaat bir görev olduğu gibi; onun vekiline de itaat bir görevdir Hatta fertler, emîrin emrettiği veya yasakladığı şeylerin faydalı olup olmadıklarına bakmaksızın ona itaat etmeleri gerekir Çünkü bu şekilde içtihada dayanan hususlarda devlet başkanı veya vekiline itaat gereklidir Meselâ: Emîr, orduyu teşkil eden su taşıyıcıları, sağ cenah temsilcileri, sol cenah temsilcileri vb gruplara "hiç birinin harp halinde diğerine yardım için bulunduğu noktayı terketmemesini" tenbih edecek olursa, bu grupların yerlerinden kımıldamamaları gerekir İsterse bu gruplardan birinin düşman tarafından yenilgiye uğratılmasından endişe duyulsun (Ö N Bilmen, age, III, 362) "Emîr"in emrettiği veya yasakladığı şeylerin Allah'a karşı bir masiyet yahut helâk olmayı gerektiren, uygun olmayan bir davranış olduğu herkes tarafından kabul edilirse, bu takdirde kendisine itaat gerekmez Çünkü Yaratan'a karşı gelmeyi gerektiren hususlarda, yaratılana itaat edilmesi caiz değildir "Üstün, kanuna aykırı emirlerine uyulmaz" kuralı mâlûmdur Buna rağmen böyle masiyeti gerektiren bir emir veya yasaklama durumunda sabır ve tahammül gösterilir, isyandan kaçınılır Cihadı terketmek Allah'ın emirlerine karşı gelmek demektir Bu cihadın mutlaka silâhla yapılması da şart değildir İslam diyarında dille, kalemle, malla, ve akla gelebilen her türlü helal yollarla yapılabilir |
İslami Sözlük C
CEMİL
Güzel olan anlamında Allah'ın isimlerinden biri Hüsn ile aynı manaya gelir Allah, bütün güzellikleri yaratmıştır, O, güzeller güzelidir Güzelleştiren Allah, güzeldir ve güzellikler O'nun Cemal'inin vasfıdır O, kusurdan münezehtir ve O'nun güzelliği yaratıklara benzemez Esma-i Hüsna'nın her birisinin hayret verici güzelliği, en küçük olgularda bile kendini göstermektedir İnsanları etkileyen sanat eserleri, mucizelerin gücü, harika ve fevkalâde olayları yaratan Cemil-i Zülcelal'dir O, hayatı ve insanı en güzel bir şekilde yaratmıştır "Ki, yarattığı her şeyi güzel yapan, insanı yaratmaya da çamurdan başlayan O'dur " (es-Secde, 32/7) Ancak, Rabbine âsî olan ve kıyamete kadar insanları saptıracak olan şeytan, bütün çirkinlikleri işte o çıkarır Kainattaki her şeyde güzellikler açık veya kapalı bir şekilde görülmektedir Şeyler ya bizzat güzeldirler yahut neticeleri cihetiyle güzeldirler Eşyanın bir güzel, bir de kötü tarafı vardır Allah, yeryüzünde şeytanın adımlarının izlenmemesini, tayyip (güzel ve hoş) şeylerden faydalanılmasını (yenilmesi, içilmesi, vb) emreder (el-Bakara, 2/168-172) Şeytan ve dostları, Allah'ın yarattığı güzellikleri değiştirip bozarlar, helâli haram kılarlar Dolayısıyla kötüler kötü için, güzellikler de güzel olan için olur İyiler, ecir; kötüler ve çirkinler günah kazanacaklardır Allah'ın fazlı ve keremi, rahmeti olmasaydı, ebedi olarak insanlar temize çıkamayacaklardı (en-Nur, 24/21) ve Allah geceye ve gündüze yemin ettikten sonra " kim o en güzeli tasdik ederse" onu en kolaya hazırlayacağını müjdeler (el-Leyl, 92/1-7) |
İslami Sözlük C
CEMİYET
Topluluk, kalabalık, heyet, komisyon, meclis, cemaat Cemiyet veya toplum; başta kendi kendini koruma ve varlığını sürdürme olmak üzere bir çok temel çıkarlarını gerçekleştirmek için işbirliği yapan, arada sırada çatışmakla birlikte, belirli bir sürekliliği olup, belirli bir coğrafyada bulunan ve ortak kültüre sahip, az ya da çok müesseseleşmiş karmaşık bir münasebetler bütünüdür Toplumu gelişigüzel ya da geçici olarak teşekkül etmiş insan yığınlarından ayırdetmek gerekir Bir trendeki yolcular, bir spor oyunundaki seyirciler gelişigüzel bir şekilde biraraya gelmiş insan yığınlarıdır Gösterinin veya yolculuğun bitiminde bu yığınlar da ortadan kalkarlar Toplumun ise, teşkilâtlanmış belli bir düzeni, yapısı ve izafi de olsa bir sürekliliği vardır (Özer Ozankaya, Toplumbilim, Ankara 1979, s 3) Toplumun bir başka tarifinde ise; aralarında kurumlar halinde organlaşmış bağıntılarla karşılıklı yardımlaşma münasebetleri bulunan fertlerin bütünüdür, denilmektedir Cemiyet, teşkilâtlanmış bir insan topluluğudur Bazıları cemiyeti canlı bir vücuda benzetmişlerdir Ondokuzuncu yüzyıl İngiliz filozoflarından Spencer'e göre cemiyet, uzvî evrimin bir sonucu, canlılar dünyasının bir nevi devamıdır Cemiyet, tıpkı uzvî yapıyı andırır: İkisinde de bölümler, bütünlük, çokluk ve birlik vardır Fransa sosyologlarından Espinas'a göre cemiyet, yaşayan bir şuurdur XVII yüzyıl İngiliz filozoflarından Hobbes ve XVIII Yüzyılda Jean Jacques Rousseau, cemiyetin sözleşme ile kurulduğunu ileri sürmüşlerdir Hobbes'e göre ilk insanlar aralarında sürekli olan ve aynı şeyi iki kişinin elde etmek istemesinden doğan harbe son vermek için sözleşme yaptılar ve cemiyet kurdular Rousseau'ya göre, insan zekâsının kendiliğinden inkişâfı insanları birlikte çalışmaya sürükledi Aralarında sözleşme yaparak tabiat halinden cemiyet haline geçtiler Tabiat halinde saf kalpli, mesut ve samimi olan insan, cemiyet hayatında hem saadetini, hem de faziletini kaybetti Cemiyet, ferdi çürüttü, hürriyetini öldürdü, onu zincirledi İnsanın tabiat halindeki dostluk ve merhamet duygularına karşılık, cemiyette harp ve huzursuzluk doğdu Alicenaplık, yerini hîle ve hasede bıraktı Rousseau'ya göre cemiyet hayatında bedbaht olan insan için yalnız bir kurtuluş yolu vardır O da yeniden tabiata dönmektir (Nurettin Topçu, Sosyoloji, İstanbul 1982, s 9) Bazı Batılı sosyal bilimcilerin cemiyet kavramıyla toplumda meydana gelen değişmeleri izah etmeye çalışmaları, yeterli bir açıklama olamamaktadır Özellikle insan faktöründe meydana gelen değişmelerin; bizzat insan yetiştirme ve eğitme ile ilgili temel dünya görüşü, eğitim metodu ve sosyal çevreden kaynaklandığı açıktır Birçok sosyolog cemiyeti bir "sosyal münâsebetler ve teşkilatlar ağı" olarak tarif etmektedir Bu tarif, soyut bir durumu belirlemekte ve bu yönüyle insan topluluğu kavramını aşan bir muhtevaya sahip olmaktadır Kavramın içinde elbette insan topluluğu vardır Ama cemiyete esas varlığını veren, bu insanların meydana getirdiği sosyal münâsebetler ve teşkilatlar ağıdır Fert, ancak bu münâsebetler ve teşkilatların çerçevesindeki davranışlarıyla bir cemiyetin üyesi vasfını kazanmaktadır İnsan ömrünü doğumundan ölümüne kadar bir cemiyetin azası olarak geçirmektedir Bir cemiyette yaşamak demek, devamlı ve yaygın bir şekilde sosyal tesirin altında kalmak demektir Zira bir cemiyetin esas özelliği; birbiriyle karşılıklı tesir ve münasebetlerde bulunan insanların teşkilatlı bir tarzda birarada toplanmış olmasıdır Müşterek inançlara, tutumlara ve hareket tarzlarına sahip olan bu insanların faaliyetleri, birtakım umumi ve müşterek hedeflerin etrafında toplanmıştır (Kerch-Crutchfield Ballachey, Cemiyet İçinde Fert, İstanbul 1971, Trc Mümtaz Turhan, s 55) Tarihte ve insan tarihi öncesinde ne kadar eskilere gidilirse gidilsin, ulaşılan sonuçlar insanın grup ya da gruplar içinde yaşadığını göstermiştir Ve bu grupların az çok teşkilatlanmış oldukları, alışkanlıklara, geleneklere, toplumsal inançlara sahip oldukları anlaşılmıştır Bugünkü sosyoloji, toplumu insanların tabiat ile ilişkilerinin ve kendi aralarındaki ilişkilerin bir bütünü olarak tarif etmektedir Ve bu münâsebetler bütünü, bir yapıda biçimlenmiştir ki, bu biçime toplumsal yapı denir (Doğan Ergun,100 Soruda Sosyoloji el kitabı, İstanbul 1973, s 120) Büyük Osmanlı tarihçi ve hukukçusu Ahmed Cevdet Paşa'ya göre, cemiyeti kan değil, inanç birliği tek vücut haline getiren kuvvettir O bu düşüncesini İslâmiyetten alır Cemiyetlerin de fertler gibi belirli merhalelerden geçtiğini söyler Bu görüş, İbn Haldun ve Nâima gibi müslüman tarihçilerde de vardır Cemiyetler de doğar, büyür, gelişir, duraklar ve ölürler Devletler bir tavırdan bir tavıra geçerler Her tavrın kendine göre kanunları, ve icabları vardır Bu geçiş dönemleri, cemiyetler için tehlikeli çağlardır Cevdet Paşa, cemiyet hayatının ulaştığı en yüksek mertebeye devlet demekte, insan cemiyetlerinin devlet sayesinde; a Birbirlerinin gadrine uğramaktan, düşman ve yabancı endişesinden kurtulduklarını, b Beşeri ihtiyaçlarını tatmin ettiklerini, c Kemâlât-ı insaniyelerini tamamladıklarını, söyler (Ümid Meriç, A Cevdet Paşa'nın Devlet ve Cemiyet Görüşü, İstanbul 1975 s 24-25) Müslüman Sosyolog Ali Şerîati'ye göre: ideal İslâm toplumuna "ümmet*" denir Değişik dil ve kültürlerde insan topluluklarını gösteren toplum, ulus, ırk, halk, kabile, kılan vs gibi kelimelerin yerini alan ümmet, ilerici bir ruhla doludur ve dinamik, inançlı, ideolojik, bir toplumsal görünüş arzeder Ümmet kelimesi "ümm" kökünden gelir ve yol, niyet gibi manaları vardır Bu yüzden ümmet; ortak bir inancı, ortak bir amacı paylaşan insanların ortak amaçlarına doğru birlikte yürümek niyetiyle, ahenkli bir biçimde meydana getirdikleri toplum demektir Diğer anlayışlar, kan ve toprak birliğini ve ortak maddi çıkarları toplumun temel ölçütü olarak aldıkları halde, İslâm; ümmet kelimesini seçerek, fikrî sorumluluğu ve ortak bir hedefe doğru yürümeyi toplumsal felsefesinin temeli yapmıştır İslâm, bünyesindeki sınıf ve tabakaların birbirlerini istismar etmiyeceği, bilâkis insanlar arasında karşılıklı anlayış ve yardımlaşma duygularının hakim olacağı faziletli bir cemiyet ortaya koymak için vaz olunmuştur Bu esasa göre İslâm'da fazîletli bir cemiyetin ilk işareti, kötülükleri terk edip hayra yönelmiş faziletli bir kamuoyunun mevcut olmasıdır Çünkü cemiyet, umumî durumu itibariyle sulhçu bir birliktir Bu birliğin gölgesinde fazilet büyüyüp gelişirken, nuruyla da kötülükler yok olur İslâm, faziletli kamuoyunun doğması için: "kötülüklerden nehyedip, iyilikle emretmeyi" teşvik etmiştir Buna dayanarak kötülerin, sapıklıklarına son vermeleri; iyilerin de doğru yollarında yürümelerine devam etmeleri için umumî irşâdı gerekli kılmıştır Zira faziletli insanlar irşâdı cemiyeti faziletli kılar; ferdleri iyi işlerde yardımlaşan, kötü şeyleri de külliyen terkeden insanlar haline getirir Cenab-ı Hak bu konuda şöyle buyurur: "Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz İyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız (Çünkü) Allah'a inanıyorsunuz" (Âli İmran, 3/110) İslâm, faziletli bir cemiyeti meydana getirme yolunda, her türlü bayağılık ve kötülükleri gizler ve örter Faziletli şeyleri ise, bütün güzelliğiyle meydana çıkarır İslâm'da sosyal dayanışmanın aslı ve esası; bünyesinde yalnızca hayırların ortaya çıkacağı faziletli bir cemiyetin meydana gelmesi için yardımlaşma ve dayanışmadır |
İslami Sözlük C
CEMRE
Kor ateş, şubat ayı sonu ile mart ayı başında önce havaya sonra suya en sonunda toprağa düştüğü kabul edilen ısıtıcı şey Tıpta, çok iltihaplı bir çıban Istılah olarak; hacıların, Mina'da şeytan taşladıkları üç yer Bu taşlamada kullanılan taşlara verilen isim Şeytan taşlama, Hz İbrahim (as) ile başlar İbn Abbâs; Peygamber (sas)'in şöyle dediğini rivayet eder: "İbrahim (as) hac menâsiki için geldiğinde, Akabe cemresi yanında şeytan O'na gözüktü, İbrahim (as) ona yedi taş atarak yere geçirdi İkinci cemre yanında tekrar Hz İbrahim'e gözüktü Aynı şekilde ona yedi taş atarak yere geçirdi Üçüncü cemre yanında yine gözükünce, aynı şekilde yedi taş attı, nihayet şeytan yerin dibine geçti " İbn Abbâs: "Şeytanı taşlıyorsunuz ve babanız (İbrahim)'in sünnetine tâbi oluyorsunuz" dedi (Ahmed b Hanbel, I, 297) Hanefî Mezhebine göre, şeytan taşlama vaciptir Bunu terkedenin kurban kesmesi gerekir Vacip oluşunun delili, Rasûlullah (sas)'in sünnetine dayanan ümmetin icmaıdır (el-Kâsânî, Bedâiü's-Sanâyi, II, 136) Nitekim Câbir (ra), Peygamber (sas)'in kurban günü bineğinin üzerinde olduğu halde cemrelere taş atarken şöyle dediğini rivayet eder: "Menâsikinizi benden almanız için böyle yapıyorum Çünkü bu haccımdan sonra tekrar hacredeceğimi bilmiyorum " (Müslim, Hac, 310) Cemreler, Akabe cemresi, ortanca cemre ve küçük cemre olmak üzere üç tanedir Akabe cemresi, Mina'ya girişte sol taraftadır Ortanca cemre, Akabe cemresinden sonra gelir ve aralarında 11677 mt mesafe vardır Küçük cemre, Huleyf mescidinden sonradır Ortanca cemreyle aralarında 1564 mt vardır (es-Seyyid Sabık, Fıkhü's-Sünne, I, 729) Süleyman b Amr b el-Ahvas'ın anası: "Peygamber (sas)'i vadinin ortasında gördüm şöyle diyordu: Ey insanlar! birbirinizi öldürmeyin Cemreleri attığınız zaman nohut tanesi büyüklüğünde taşlar atınız " (Ebu Davud, Menâsik, 77) demiştir İbn Abbas ise şöyle diyor "Hz Peygamber (sas); Gel benim için taş topla, dedi Ben de fiske taşı büyüklüğünde çakıl taşları topladım" Taşları avucuna koyunca şöyle dedi: "İşte bunun gibi taş atınız! Dinde aşırı gitmekten sakınınız Şüphesiz sizden öncekileri, dinde aşırı gitmek helâk etmiştir " (Nesâî, Menâsik, 217) Âlimlerin çoğu bu hadislere dayanarak bu büyüklükte taş atmanın evlâ olduğunu söylemişlerdir (es-Seyyid Sâbık, age I, 727) Atılan cemrelerin mutlaka taş olmalar: gerekmez Yeryüzü cinsinden toprak, çamur, kiremit ve tuğla gibi şeylerle de şeytanı taşlamak caizdir Ancak demir, kurşun, cam ayakkabı, terlik ve benzeri şeyleri atmak caiz değildir (es-Seyyid Sâbık, age, I, 729) Atılacak taşların sayısı kırk dokuz veya yetmiştir Buna göre, yedi tanesi bayram günü Akabe cemresine atılır Yirmibir tanesi onbirinci gün her cemreye yedişer taş olmak üzere atılır Yirmibir tanesi de onikinci gün aynı şekilde atılır Kalan yirmibir tane onüçüncü gün atılır Yalnızca üç gün taş atmak da caizdir (es-Seyyid Sâbık, age, I, 731) Cenâb-ı Allah: " Allah'ı sayılı günlerde anın Günahtan sakınan kimseye, acele edip Mina'daki ibadeti iki günde bitirse günah yoktur Geri kalsa da günah yoktur " (el-Bakara, 2/203) Taşları atarken tekbir getirmek müstahabdır Süleyman b Amr b El Ahvas'ın anası şöyle diyor: "Ben Rasûlullah (sas)'ın Kurban Bayramı günü Akabe cemresi yanında vadinin ortasında durup cemreye yedi taş attığını, her taşla birlikte tekbir getirdiğini ve taşları attıktan sonra oradan ayrıldığını gördüm" (İbn Mâce, Menâsik, 64) Gündüz taş atmaya bir engel varsa, geceye tehir edilebilir Özürsüz tehir mekruhtur Son gece yarısından önce taş atmak da caiz değildir Ancak kadınlar, çocuklar ve özürlülerin Akabe cemresini kurban gecesinin ikinci yarısında atmalarına ruhsat verilmiştir Hastalık ve benzeri sebeplerden dolayı taş atamayanlar yerlerine vekil tayin edebilirler |
İslami Sözlük C
CENÂBET
Boy abdesti (gusül) almayı gerektiren durum; büyük abdestsizlik hâli; bu durumda olup da henüz gusletmemiş olan kimse Cenâbet olan, yani cinsî münasebette bulunmuş yahut rüyada ihtilâm olmuş veya birine bakmakla ya da dokunmakla kendisinden şehvetle inzal vaki olmuş kimseye cünüp bu durumuna da cenâbet denir Cinsî münasebetle meni gelmese de kişi cünüp sayılır Bunun için sünnet mahallinin kadının cinsel organında kaybolması gerekir Übey b Ka'b'tan rivayete göre, Rasûlullah (sas), İslâm'ın ilk yıllarında elbisenin azlığından dolayı, inzalsiz cima hâlinde yıkanmamayı bir ruhsat kıldı Daha sonra ise guslü emretti: Ruhsatı kaldırdı Ebû Dâvud şöyle der: "Übey bununla sudan dolayı suyu kasdetmiştir Bu da meninin gelmesinden dolayı guslün gerektiğini ifade etmektedir" (Ebû Dâvud, Tahare, 381; İbn Mâce, Tahare, 111; Ahmed b Hanbel, V, 115-116) Bu hadisten anladığımıza göre inzalsiz cima'ın hükmü cünüplüktür ve guslü gerektirir Bu durumda olan kişi için Hanefiler: "Meni gelse de gelmese de bu durumda kişi cünüptür Yani kadın ve erkek her ikisi de cünüp olur" demişlerdir Ölü veya diri bir hayvanın dübürüne haşefenin (cinsel organın ucu) girmesi ise, guslü icap ettirmez ve kişi cünüp olmaz Fakat bu durumda meni gelirse cünüplük vaki olur Bu tür yönelişler her devirde görülebildiği ve cinsel bir sapma olduğu için İslâm' da yasaktır ve cezası vardır Şâfiîler, inzalsiz cima'ın hükmü konusunda Hanefilerle aynı görüşü paylaşıyorlar Bu konuda İmam Şâfiî (rha) şöyle demiştir: "Arap dili, cenabet kelimesinin cinsî münasebet manasına gelmesini gerektirir, isterse meni çıkmasın Çünkü birisine filanca falan kadından cünüp oldu deseler, meni inmese bile hemen o kadınla cinsî münasebette bulunduğunu anlar Böylece, sadece içeriye girmenin guslü icap ettirmesi konusunda kitap ile sünnet birbirini desteklemiş oluyor" (İbn Hacer el-Askalanî, Buluğü'l Meram, Trc ve Şerh A Davudoğlu, I, 145-146) Şâfiîler, Hanefîlerden farklı olarak "Kişi baliğ olmasa bile cünüp olur" demişlerdir (Dört Mezhebin Fıkıh Kitabı, I, 94-95) İslâm alimlerinin çoğunluğunun bu konuda ittifak etmelerine sebep teşkil eden bir hadis-i şerifte de Allah Rasûlü (sas) şöyle buyurmuştur: "Erkek, kadının dört dalı (kolları ve bacakları) arasına oturur, (erkek) sünnet mahallini (kadının) sünnet mahalline bitiştirirse, (inzal vuku bulsun bulmasın) guslü gerektirir" (Buharî, Gusl, 28; Müslim, Hayz 28; Ebû Dâvud, Terceme ve Şerhi, 1, 384) Erkek veya kadından ihtilâm, oynaşma, bakma, düşünme veya benzeri sebeplerle meninin gelmesiyle kişi cünüp olur Bir kimse uykuda iken rüya görme yoluyla boşalırsa cünüp sayılır Böyle bir durumla karşı karşıya kalan kişi uyandığında, elbiselerinde veya yatağında herhangi bir ıslaklık ile karsılaşmazsa, Hz Peygamber (sas)'in şu emirlerine göre hareket eder: "Rasulullah (sas)'a ihtilâm olduğunu hatırlamadığı halde (çamaşırında) ıslaklık bulan adam(ın) durumu soruldu Efendimiz, Gusletsin buyurdular İhtilâm olduğunu gören, fakat ıslaklık görmeyen kişinin durumu sorulduğunda, Gusûl gerekmez buyurdular Ümmü Süleym, (ihtilâm olan kadın için; Bunu gören kadına da gusül icap eder mi? diye sordu Rasûlullah Evet, çünkü kadınlar erkeklerin benzeridirler şeklinde cevap verdi" (Ebû Davud Terceme ve Şerhi, Tahare, I, 423; Tirmizî, Tahâre 82) Sarhoş ve baygın kimseler de aynı durumdadır Cünüp olan kimse idrarını yapmadan veya çokça yürümeden yıkanıp da bilâhare kendisinden nutfenin geri kalanı çıkacak olsa tekrar yıkanması gerekir Kadınlarda meninin dışarıya çıkması çok az vaki olduğu için, rüyada ihtilam olan bir kadın ihtiyaten yıkanmalıdır Kişi karısı ile oynaşır veya bakar yahut da cinsî tahrike sürükleyen şey hakkında düşünür de bu yünden cinsel organından lezzet duymak şartıyla meni gelirse cünüp olur Oynaşma veya öpüşme anında erkekten de kadından da mezi gelebilir Mezi, beyaza çalan yapışkan bir sıvıdır Mezinin gelmesi cünüplüğü gerektirmez, fakat meni ile meziyi iyi ayırdetmek lâzımdır Bu konuda Ali (ra) "Ben, mezisi çok gelen biriydim (Meniye kıyas ederek) yıkanmaya başladım Öyle ki, sırtım çatladı Bunun üzerine durumu Rasûlullah (sas)'a anlattım -veya anlatıldı- Rasûlullah: Böyle yapma Meziyi gördüğünde tenasül organını yıka ve namaz için abdest aldığın gibi abdest al Meni çıktığında ise guslet buyurdu" (Ebû Dâvud Terceme ve Şerhi, I, 371; Nesâî, Tehare, 179) Hanefî ve Mâlikîlere göre meni pistir Şâfiî ve Hanbelilere göre ise temizdir Elle tatmin yolu (mastürbasyon) da cünüplüğü gerektiren fiillerdendir Mastürbasyon için açık bir nâs, emir veya yasak yoktur, fakat zina tehlikesini önlemek için bu yola başvurulabilir Yüksek bir yerden atlamak veya idrardan sonra yahut kişinin beline vurulması sonucu meninin gelmesi kişiyi cünüp etmez Abdest almak yeterlidir (Dört Mezhebin Fıkıh Kitabı, I, 94) Cenâb-ı Allah, cünüp olan kişinin cünüplükten kurtulması için "eğer cünüp olursanız, yıkanıp temizlenin Yahut da kadınlara dokunmuşsanız, su bulamazsanız o vakit tertemiz toprakla teyemmüm edin " (el-Maide, 5/6) buyurarak yol göstermiştir Yüce Allah, cünüp olan kişinin suyla gusletmesi gerektiğini, eğer su bulamazsa, yahut yıkanması hâlinde hastalıktan korkarsa, teyemmüm ederek bu durumdan kurtulması gerektiğini bildiriyor (Geniş bilgi için bk Gusl ve Teyemmüm) Cünüp olan kişi ikinci defa cinsi temasta bulunmak isterse, gusletmeden kadına yaklaşabilir Nitekim, Rasûlullah da böyle yapmıştır Enes b Malik (ra'den rivayet edilmiştir: "Rasûlullah bir gün (bütün) hanımlarıyla (cinsî) temasta bulundu ve en sonunda bir kere gusül abdesti aldı" (Buhârî, Nikâh,102; Nesâî, Tahare 169; İbn Mâce, Tahare, 102) İki temas arasında gusletmek sadece müstehaptır Bir kimse cünüp olduğu halde uyumak istiyorsa, Rasûlullah'ın Hz Ömer'e "Abdest al, zekerini yıka, sonra uyu" (Buharî, Gusl, 3, 27) buyurduğu gibi, abdest alıp cinsel organını da yıkayarak uyuyabilir Cünüp iken yemek yeme, su içmek, yatmak ve Allah'a zikretme gibi eylemlerde bulunmak caizdir Hz Âişe (ran), "Rasûlullah (sas) cünüp olarak yatmak istediği zaman namaz abdesti gibi bir abdest alırdı" demektedir (İbn Mâce, Tahare, 99) Ebû Hüreyre'den rivayet olunduğuna göre, cünüp iken, Rasûlullah (sas) ona rastlamış Ebu Hüreyre gizlice oradan sıvışıp gitmiş Bunun üzerine Peygamber (sas) onu araştırmış Geldiği zaman ona neredeydin ey Ebu Hüreyre! diye sormuş; kendisi de, " Ya Rasûlallah, ben cünüp iken bana rastladınız Gusletmedikçe huzurunuzda oturmayı uygun görmedim diye cevap vermiş Hz Peygamber (sas) "Mümin necis olmaz" buyurmuştur" (Buharî, Gusl, 23; İbn Mâce, Tahare, 80) Rasûlullah (sas), cünüplükten yıkanmak istediği zaman ilk önce namaz abdesti gibi bir abdest alır, bilâhare yıkanırmış Nitekim Hz Âişe (ra), Peygamberimizin boy abdesti alışını şöyle anlatıyor: "Peygamber (sas) cenabetten yıkanmak istediği zaman, ellerini yıkamayla başlardı Sonra namaz için abdest alır gibi bir abdest alırdı Sonra ellerini suya sokup, saç diplerini oğuştururdu, bilâhare avuçları ile üç defa başına su dökerdi En sonunda suyu tüm vücuduna dökerdi" (Buharî, Gusül, 1) Cünüplükte fazla beklememek ve ilk namaz vaktinden önce gusül abdesti almak gerekmektedir Bir namaz vaktini hiçbir özür yokken cünüp geçiren kimse sorumlu duruma düşer Ali (ra), Rasûlullah'ın şöyle buyurduğunu haber vermiştir: "İçinde resim, köpek ve cünüp bulunan eve melekler girmez " (Ebû Dâvud Libas,129; Nesâî, Tahare,167) Hadisten de anlaşıldığına göre guslü geciktirerek cünüp kalmaya devam etmek ve namaz vaktini geciktirmek tehlikelidir Hadiste kastedilen cünüplük, namaz vaktini geçirmeye sebep olan cünüplüktür Cünüplük insanı yaşanan faal hayatın dışında tutar Cünüp dolaşmak bir mümini rahatsız eder Çünkü nafile namaz bile kılmak istese bunu yapamaz Oruç tutamaz Cünüp olana haram olan şeyler: 1 Namaz kılamaz Allah (cc), cünüp olan kişinin temizleninceye kadar namaza yaklaşmasını, yasaklamıştır: "Ey iman edenler Cünüp iken de gusledinceye kadar namaza durmayın " (en-Nisa, 4/43) 2 Kadın hayız olursa orucunu bozar ve daha sonra kaza eder Adet ve lohusa dışındaki cünüplük hali, oruca mani değildir Fakihler, cünüplükten temizlenmenin orucun sıhhatinin şartı olmadığı üzerinde ittifak etmişlerdir Çünkü cünüplüğün giderilmesi mümkündür, cünüp olarak sabahlayıp temizlenmeyen kimse yahut sabah vaktinden önce temizlenen hayızlı kadın, sabah vakti girdikten sonra yıkanırsa o günün orucu geçerlidir 3 Cünüp olan kişi Kur'an okuyamaz Cumhûr'a göre cünüp olan kişinin Kur'an okuması haramdır Hz Ali, "Cünüplükten başka hiçbir şey O'nu (Rasülullah'ı) Kur'an okumaktan alıkoyamazdı" (Ebu Dâvud Terceme Şerhi, I, 405; Nesâî, Tahare, 170) demiştir 4 Kur'an'a el süremez, kendisine Kur'an okunmaz "Şüphesiz bu, korunmuş bir kitapta bulunan değerli bir Kur'an'dır Ona ancak temizlenenler dokunabilir " (el- Vâkıa, 56/77-79) 5 Kâbe'yi tavaf edemez 6 Mescide giremez Camide iken ihtilâm olan kişi, hemen mescidi terketmelidir Kapıların kapalı olması halinde zarurete binaen caizdir Rasûlullah, "Şu evlerin (kapılarını) çeviriniz Çünkü ben mescidi hayız ve cünüplere helâl görmüyorum" buyurdular (İbn Mâce Tahare, 126) 7 Namaz kıldıramaz Cünüp olduğu halde unutarak cemaate namaz kıldıran kişi, hatırlar hatırlamaz namazı terk etmeli ve guslederek namazına devam etmelidir |
İslami Sözlük C
CENÂZE
Gömülmemiş ve gömülmeye hazırlanmış insan ölüsü Ölüyü gömmek için yapılan tören ve işlemler İslâm bu tören ve işlemler ile ilgili olarak bazı emir ve nehiyler getirmiştir Genellikle bunlar sünnet ile sabit olan ve Hz Peygamber (sas) tarafından bizzat uygulanan ve bize kadar intikal eden hususlardır Ölüm döşeğinde can çekişme durumunda olan kimseyi -kendine zorluk olmazsa- yüzü Kıbleye karşı gelmek üzere sağ tarafa çevirmek sünnettir Başını biraz yükselterek sırtı üstüne yatırmak da caizdir Hasta can çekişiyorken ve gerçekten mümin birisi ise ona yardımcı olmak, yakınları için bir gereklilik ve ayrıca da sevaptır Onun için yanında "kelime-i şehadet" getirmek ve söylemesine yardımcı olmak sünnettir Çünkü Rasûlullah (sas) şöyle buyurmuşlardır: "-Ölülerinize, Lâ ilâhe illallah "ı telkin ediniz Zira ölüm halinde onu söyleyen (bir mümin)'i bu kelime Cehennem'den kurtarır " "Son sözü Lâ ilâhe illallah olan kimse Cennet'e girer " (Müslim, Cenâiz, 1-2; Ebû Davud, Cenâiz, 16) Hastanın yanında şehadet getirilir ki o da hatırlayıp şehadet getirsin Yoksa ısrar ile sen de yap denilmez Zira o anda zor bir durumdadır Ona zorluk çıkarmamalıdır Bir defa da söylese yeter Bu telkini, hastayı sevenlerden biri yapmalıdır Maksat hastada isteksizlik uyandırmamaktır Hasta vefat edince ağzı kapatılır Bir bez ile çenesi başından bağlanır Gözleri yumulur Eller yanlarına getirilir Bunu yaparken şu dua okunabilir: "Bismillâhi ve alâ milleti rasülillâh Allahümme yessir aleyhi emrahu ve sehhil aleyhi mâ ba'dehû ve es'id bi likaike vec'al mâ harace ileyhi hayran mimâ harace anhu " Manası: "Allah'ın ismiyle ve Rasûlullah'ın milleti (dini) üzerinde olsun Allah'ım, onun işini kolaylaştır, bundan sonrasını ona kolay eyle, onu seni görmekle mutlu eyle Dünyadan kendisi için çıkanı, kendisinin çıktığı şeylerden hayırlı eyle" Sonra ölünün üstüne bir örtü çekilir Öldükten sonra yıkanıncaya kadar yanında Kur'an okumak mekruhtur Öldüğü iyice anlaşılınca hemen yıkanır Cenaze'nin Yıkanması Cenazenin yıkanmasından gömülmesine kadar, yapılan işlemlere "teçhiz" (hazırlamak) denir İslâm'da, ölen kimsenin en kısa zamanda yıkanması, kefenlenmesi ve cenaze namazının kılınarak toprağa verilmesi gerekir Bu konuda acele davranmak müstehabtır Ölü şöyle yıkanır: Yıkanacak ölü teneşir veya yüksekçe bir yere sırt üstü konur ve diziyle göbek arası bir örtü ile örtülür Teneşir, ölülerin yıkanması için yapılmış, sedire benzer yüksekçe bir tahta masadır: Erkek ölüleri erkekler, kadın ölüleri de kadınlar yıkar Ölüyü yıkayan kişiye birisi su dökerek yardımcı olur Ölüyü yıkamak, ona gusül abdesti aldırmaktır Boy abdesti* almasını bilen herkes ölüyü yıkayabilir; ölü yıkamanın gerektirdiği ayrı bir bilgi ve dua yoktur Yıkayacak kişi eline bir bez sardıktan sonra, ölünün avret yerini yıkayıp temizler Bundan sonra ölüye bir abdest aldırır Abdest aldırırken ağzına, burnuna su vermez, parmaklarıyla mesheder Yüzünü, kollarını yıkar, başını mesheder ve ayaklarını yıkar Bundan sonra ölünün üzerine su dökülür, başı ile bedeni sabunlu su ile temizce yıkanır, sonra sol tarafına çevrilerek sağ tarafı yıkanır Bundan sonra sağ tarafına çevrilerek,sol tarafı iyice yıkanır Her âzâyı yıkarken üç defadan az yıkamamak sünnettir Suyun zor ulaşacağı organlar yıkanırken ovularak yıkanmalıdır Bundan sonra yıkayan kimse cenazeyi oturtur gibi kaldırıp, kendisine doğru yaslayarak karnını ovalar; altından bir şey çıkarsa, sadece orasını yıkayıp temizler, tekrar abdest aldırmaz ve yeniden bütün vücudu yıkamaz Böylece yıkama işlemi biten bir ölü havlu veya benzeri şeylerle kurulanır ve kefenlenir Sonra başına, yüzüne ve sakalına güzel kokular sürülür, secde yerlerine kâfûr dökülür Yıkanırken ölünün saç ve tırnakları kesilmez Ölünün kapalı bir yerde yıkanması daha iyidir Ölüyü, kendisine en yakın bir kimse veya ahlâki iyi olan ve cenaze yıkamasını iyi bilen birinin yıkaması gerekir Kadın kocasını yıkayabilir Fakat, yıkayacak hiçbir kadın bulunmamak gibi bir mecburiyet olmadıkça erkek, ölmüş karısını yıkayamaz Şişmiş olup dağılmak üzere bulunan ve dokunulması mümkün olmayan bir ölünün üzerine sadece su dökülmesi yeterlidir Yıkayan, cenazeyi yıkamaya niyet ederek besmele çeker Yıkama bitince: "Gufrâneke yâ Rahmân" yani, "Ey merhametli Allah'ım bağışlamanı dilerim" der Müslüman ölünün vücudunun bir parçası bulunması halinde, onu yıkamak konusunda âlimler arasında görüş ayrılıkları vardır İmam Şâfiî, Ahmed b Hanbel ve İbn Hazm, "yıkanır, kefenlenir ve üzerine namaz kılınır" demişlerdir İmam Şâfiî: "Bir kuş, Cemel vakasında Mekke'ye bir el getirip attı Parmağındaki yüzüğünden Mekkeliler onu tanıdılar Bu eti yıkayarak namaz kıldılar Olay sahabenin huzurunda olmuştur" demektedir Ahmed İbn Hanbel der ki: "Ebû Eyyûb, vücudun bir ayağı varken, Ömer ise bir kemiği varken üzerlerine namaz kılmışlardır" İbn Hazm: "Müslüman ölüsünden bulunan her şey üzerine namaz kılınır; şehit değilse yıkanır, kefenlenir" demiştir Bulunan parça üzerine namaz kılmaya niyet edilir Namaz ise hepsine, yani ceset ve ruhu üzerine kılınır İmam Ebû Hanife ve İmam Mâlik'e göre; "Eğer yarıdan çoğu bulunursa yıkanır ve namazı kılınır; eğer bulunmazsa yıkanmaz ve namazı kılınmaz" Şehid'in Yıkanması Savaş alanında kâfirler tarafından öldürülen şehitler cünüp bile olsalar yıkanmaz, sadece kefen olmayan uygun bir elbiseyle kefenlenir Elbise eksik gelirse tamamlanır Sünnet kefeni üzere fazla gelen elbise ise çıkarılır Kanları ile gömülür Kanlardan hiç bir şey yıkanmaz Zira Rasûlullah (sas) şöyle buyurmuştur: "Şehitleri yıkamayınız Çünkü her yara ve her kan damlası kıyamet günü etrafa misk kokusu yayar " Rasûlullah (sas), Uhud şehitlerini kanlarıyla defnetmeyi emretti Onları yıkamadılar ve namaz kılmadılar İmam Şâfiî şöyle demiştir: "Şehitleri yıkamamanın ve namazlarını kılmamanın nedeni, yaraları ile Allah'a kavuşmaları içindir" Kanlarının kokusu, misk kokusu olunca Allah'ın onlara olan bu ikramı, onları bu namazdan müstağni kılmıştır Bu durum, yaralar içinde savaşan ve düşmanın geri dönmesinden korkan, bir an önce ailelerine kavuşmayı, ailelerinin de onlara kavuşmasını arzulayan müslümanlara kolaylık sağlamıştır Şehitlerin namazlarını kılmamaktaki hikmet şudur: Namaz ölülere kılınır Şehitler ise diridir Veya namaz bir şefaattir Şehitlerin de buna ihtiyacı yoktur Kâfirler tarafından öldürülmeyen fakat cihat sırasında vefat edenler hakkında şehit* sözü kullanılmıştır Ancak bunlar yıkanır ve namazları kılınır Rasûlullah (sas), hayatta iken, bunlardan ölenleri yıkamış; müslümanlar da daha sonra şehid düşen Hz Ömer, Hz Osman ve Hz Ali (r anhum)'yi yıkamışlardır Eğer su bulunmazsa ölüye teyemmüm verdirilir Allah'û Teâlâ şöyle buyuruyor: " Eğer su bulamazsanız teyemmüm ediniz" (en-Nisâ, 4/43; el-Mâide, 5/6) Rasûlullah (sas) "Yeryüzü bana mescid ve temiz kılındı" (Buhârî, Teyemmüm 1, Salat 56; Müslim, Mesâcid, 3; Ebû Dâvud Salat, 24) buyurmuştur Eğer ölü yıkandığı zaman dağılma tehlikesi varsa yine teyemmüm verdirilir Yabancı erkekler arasında ölen kadın ile yabancı kadınlar arasında ölen erkeğe de teyemmüm verdirilir Ebû Dâvud ve Beyhâki'nin de Mekhûl'den rivayet ettiği hadise göre; Rasûlullah (sas) şöyle buyurmuştur: "Kadın, kendisi ile beraber başka kadın olmadığı halde erkekler arasında ölürse; erkek de kendisi ile beraber başka erkek olmadığı halde, kadınlar arasında ölürse, her ikisine de teyemmüm ettirilir ve gömülürler Her iki durumda da su bulunmamış sayılır " Cenazenin Kefenlenmesi Ölü, yıkandıktan sonra, kefenin ıslanmaması için kurulanır Kefen üç çeşittir: 1- Erkeğe göre, "kamis", boyun kökünden ayaklara kadar olur Yen ve yakası olmaz Etrafı uygulanmaz 2- "İzar" ile "Lifâfe", baştan ayağa kadar uzun olur Lifâfe en üste geleceği ve baş ve ayak uçlarından düğümleneceği için izardan daha uzun tutulur Kadında baş örtüsü ile göğüs örtüsü fazla olacağından kadında sünnet olan kefen beş kattır 3-Yeterli sayılan kefendir ki erkeğe göre izar ile lifâfe'den ibaret olmak üzere iki kat, kadına göre ise bir de baş örtüsü ile üç kattır Ancak zarurete binaen kadın ve erkek için "setre"; yeterli ne bulunursa ona sarılacak şeydir Nitekim sahabeden bir kısmı zarûretden dolayı sahip oldukları elbiseleriyle kefenlenip defnolunmuşlardır Malın azlığı ve varislerin çokluğu söz konusu olunca ikinci kefenleme; mal çok varisler az ise birinci tür kefenleme yapmak sünnettir Kefen-i zarûret ise hiçbir malı olmayan için düşünülebilir Zarûret olmadıkça tek kefene sarılmaz Kefenin beyaz pamuklu bezden olması daha faziletlidir Yenisi veya yıkanmış olmasında fark yoktur Kefenler, içine ölü sarılmadan önce tütsülenir Ancak beşten fazla tütsülenmez Kadının saçları örgü edilerek göğsü üstünde toplanır Onun üzerine başörtüsü yüzüyle beraber örtülür Cenaze Namazı Gusledilmiş, yıkanmış, temizlenmiş, musalla taşına konulmuş müslüman bir ölü için müslümanların, abdestli ve Kıble tarafına yönelerek kıldıkları bir namaz ve ölü için yapılan bir duadır Cenaze namazı farz-ı kifâyedir Yani bir beldede bir kısım müslümanların bu namazı kılmalarıyla, diğerlerinin üzerinden yükümlülük kalkar Cenaze namazı hiç kılınmazsa, o beldedeki bütün müslümanlar sorumlu ve günahkâr olur Cenaze namazının şartı niyettir Bu niyette, ölünün erkek veya kadın, küçük erkek veya kız çocuğu olduğu belirtilir İmam olan kimse; Allah Teâlâ'nın rızası için hazır olan cenaze namazını kılmaya ve o cenaze için dua etmeye niyet ederek, namaza başlar Ayrıca imamlığa niyet etmesi gerekmez Cemaatten her biri de Allah rızası için o cenaze namazını kılmaya ve onun için duaya ve imama uymaya niyet eder Ölü, erkek ise: "şu hazır erkek için", kadın ise; "şu hazır kadın için" diye niyet edilir Çocuklar için de bu şekilde niyet edilir Cemaatten biri, cenazenin erkek mi, kadın mı olduğunu bilmezse, "üzerine imamın namaz kılacağı ölüye, imam ile beraber namaz kılmaya ve dua etmeye" niyet eder Cenaze namazının rüknü tekbirler ve kıyâm'dır Bu namazda rukû ve secdeler bulunmadığı gibi Kur'an okumak ve teşehhüd de yoktur Şartları altıdır: Ölünün müslüman olması, kendisinin ve konulduğu yerin temiz olması, cemaatin önünde bulunması, vücut azalarının çoğunun veya başıyla beraber yarısının mevcut olması, arz üzerine konulmuş olması, namaz kılacak kimsenin özürsüz olarak bir şeye binmiş veya oturmuş olmaması Cenaze namazında cemaat şart değildir Yalnız bir müslüman erkek yahut bir müslüman kadının kılması ile farz yerine getirilmiş olur Cenaze namazının sünnetleri dörttür 1-İmam cenazenin göğsü hizasına durur Bu namazda erkek, kadın, büyük ve küçük arasında fark yoktur 2-Birinci tekbirden sonra "sübhâneke allâhümme" duasının "ve celle senâüke" kısmı ile birlikte okunması lâzımdır Dua kasdıyla fatiha okunması da caizdir İbn Abbâs cenaze namazında Fâtiha okumuş ve "bunun sünnet olduğunu" bildirmiştir (Buhârî, Cenâiz, Kıraetu Fâtihati'l-Kitab) İmam Şâfiî'ye göre Fâtiha okumak farzdır 3- İkinci tekbirden sonra, Peygamber (sas)'e salât getirmek: "Allâhümme salli alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed, Kemâ salleyte alâ İbrâhîme ve alâ âli İbrâhîme inneke hamîdun mecîd" Sonra "bârik" duâsı okunur 4- Üçüncü tekbirden sonra ölüye, kendi nefsine ve müslümanlara dua etmek Duânın ahirete ait olmasından başka bir şart yoktur Fakat Hz Peygamber'den nakledilen duâları yapmak daha güzeldir Bu duâ da şudur: "Allâhumma'ğfirlî hayyina ve meyyitinâ veşâhidinâ ve gâibinâ ve zekerinâ ve unsânâ ve sağîrinâ ve kebîrinâ Allâhumme men ahyeytehû minnâ fe ahyihî ale'lislâm ve men tevef feytehü minnâ feteveffehû ale'l-imân ve hussa hâza'l-meyyite birravhi ve'rrâhati ve'f-mağfireti ve'r-rıdvân Allâhümme in kâne muhsinen fezid fî ihsânihî ve in kâne musîen fetecâvez anhu ve lakkıhi'l-emne ve'l-büşrâ ve'lkerâmete ve'z-zülfâ bi rahmetike yâ erhame'r-râhimîn" Manası: "Allah'ım, dirimizi, ölümüzü, burada olanımızı, olmayanımızı, erkeğimizi, kadınımızı, küçüğümüzü, büyüğümüzü bağışla Allah'ım, bizden yaşattığını İslâm üzerine yaşat; öldürdüğünü iman üzerine öldür Bu ölüye de sevinç, rahat, mağfiret ve rıza ihsan eyle Allah'ım, eğer (bu kimse) iyi idiyse iyiliğini artır, eğer kötü idiyse kötülüklerinden geç Onu güven, müjde, ikram ve rahmetine yaklaştır Ey merhametlilerin en merhametlisi" Eğer cenaze kadınsa, "ve hussa dan sonraki zamirler müennes okunur" Hâzihi'l-meyite in kânet muhsineten fe-zid fr-ihsânihâ ve in kânet musîeten fe-tecâvez an seyyiâtihâ ve lakkîhâ'l-emne " gibi Duâyı bilmeyen kimse, sadece "Allâhümmağfirlî ve lehû ve li'lmü'minîne ve'l-mü'minât (Allâhım, beni, onu ve bütün inananları bağışla" der Akıl hastası ve küçük çocuklar için istiğfar edilmez Çünkü onların günahı yoktur Onlara Feteveffehû ale'l-imân "dan sonra şu duâ ilâve edilir "Allâhümme'c'alhu lenâ feratan ve'c'alhulenâ ecran ve zuhran ve'c'alhu lenâ şâfian müşeffean" Manası: "Allah'ım, onu bize ecir; mükâfat, ahiretimiz için yararlı kıl, onu bize âhirette sözü geçen bir şefaatçı eyle" Bu duâlardan sonra imam dördüncü tekbiri alır, sonra önce sağ tarafa, sonra da sol tarafa sesli olarak, cemaat ise gizlice selâm vererek namaza son vermiş olurlar Bu vacip olan selâm ile ölüye, cemaate ve imama selâm verilmesine niyet edilir Cenaze namazının başına yetişmeyen kimse hemen iftitah tekbirini alıp imama uyar ve diğer tekbirleri imamla beraber almaya devam eder İmam selâm verdikten sonra geçirdiği tekbirleri birbiri ardınca kaza eder, bu tekbirler esnasında herhangi bir dua okunmaz Birkaç cenaze varsa hepsine ayrı ayrı namaz kılma daha iyidir En erken getirilenin namazı önce kılınır Hepsi birlikte gelmiş ise halk nazarında daha faziletli olanın ki önce kılınır Hepsine bir tek namaz kılmak da yeterli olur Bu takdirde cenazeler, geniş bir sıra halinde dizilir ve imam bunlardan birisinin göğsü karşısında durarak namaz kıldırır Yahut cenazeler tek sıra hâlinde kıbleye doğru uzunlamasına da konulabilir Namaz kılmak mekruh olan üç vakitte, yani; güneş doğarken, tam tepedeyken ve batarken cenaze namazı kılınmaz Ancak, bu vakitlerde kılınmışsa kazası da gerekmez Kabristanda ve cami içinde cenaze namazı kılınmaz, ancak; imam ve cemaatin bir kısmı cami dışında, bir kısmı da cami içinde olarak kılmalarında bir mahzur yoktur Namazı bozan şeyler cenaze namazını da bozar Sağ doğup ölen çocuğun adı konulur, yıkanıp kefenlenir ve namazı kılınır Ölü doğan çocuğun adı konulur, yıkanıp bir bezle sarılır ve cenaze namazı kılınmadan defnedilir Ölen gebe kadının karnındaki çocuk hareket ederse, kadının karnı yarılarak çocuk alınır Kasden ve zulmen ana veya babasını öldürenlerin, öldürülmüş eşkıya ve yol kesicilerin namazları kılınmaz Cenazede cemaat şartı olmamakla birlikte, cemaat sayısı ne kadar çok olursa, sevap da çoğalır Hz Âişe, Rasûlullah (sas)'ın şöyle dediğini nakletmiştir: "Bir cenazenin namazını yüz müslüman kılarak hepsi ona şefaat dilerse, kendilerine o kimse hakkında şefaate izin verilir " (Müslim Cenâiz, 58) İbn Abbas (ra), Rasûlullah'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Bir müslüman öldüğü zaman, cenazesini, Allah'a hiç bir şeyi ortak koşmayan kırk kişi tutup kaparsa, Allah kendilerine o kimse hakkında şefaate izin verir " (Müslim, Cenâiz, 59) Namaz kılınıncaya kadar cenazede hazır olan kimseye bir kırat, gömülünceye kadar hazır bulunana da iki kırat sevap vardır " İki kırat nedir?" diye sorulunca, Hz Peygamber (sas) "İki büyük dağ gibi" diye cevap verir, yani iki büyük dağ kadar sevap verilir (Müslim, Cenâiz, 52) "Cenaze defninde acele ediniz Eğer bu ölü iyi bir kişi ise, bu bir iyiliktir Onu (bir an evvel kabirdeki) hayır ve sevabına ulaştırmış olursunuz Eğer bu cenaze iyi bir kişi değilse, bu da bir ferdir Bir an evvel omuzlarınızdan atmış olursunuz " (Buhârî, Cenâiz, 52) "Ey mü'minler! Siz ölüyü teşyî ediyorsunuz Onun önünde, arkasında sağında, solunda yürüyünüz " Yukarıda naklettiğimiz hadislerden de anlaşılacağı gibi, cenazeyi bekletmeden en kısa zamanda toprağa vermek gerekir Ölü hakkında iyi ve kötü şahitliği Cenâb-ı Allah kabul eder Bu münasebetle ölüleri hayırla anmak sünnettir Bir müslümanın cenazesinde bulunmak herkese farz-ı ayın değilse de; mümkün mertebe çok sayıda cemaatin bulunması ölü için rahmet ve bağışlanma vesilesidir Ayrıca cenazeye katılan müslümana da çok büyük bir sevap vardır Ebû Hüreyre'den rivayet edildiğine göre, "Peygamber (sas), Necâşî'nin vefat haberini öldüğü gün vermiş, ashabını namazgâha çıkartarak saf bağlatmış ve dört defa tekbir almıştır" (Buhârî, Müslim), Burada Necaşi, Habeş imparatoru Ashama olup, Hicret'in dokuzuncu yılında vefat etmiş ve Allah Rasûlü Medine-i Münevvere'de onun için ashabıyla, gıyabında cenaze namazı kılmıştır Bu uygulama, zaruret sebebiyle vukû bulmuştur Hanefî ve Mâlikilere göre gâibin cenaze namazını kılmak mutlak olarak caiz değildir Hanefilere ve bazı fâkîhlere göre ölüm haberini hısım ve akrabaya, eşe dosta bildirmek caizdir Günümüzde bu duyuru, müezzinlerin "salâh" okuyuşları ile yapılmaktadır Cenazenin Taşınması ve Defni Cenazeyi kabre kadar taşımak bir mümine yapılacak en son hizmetlerdendir Bu taşıma aynı zamanda bir ibadettir Bilhassa namaz kılınan yerlerde, mezarlıkla namaz kılınan yerin yakınlığı durumlarında cenazeyi vasıta ile taşımak bu ibadeti terk etmek olur Sünnet üzere, cenazeyi tabutun dört tarafından dört kişi tutarak taşır Tabutun dört tarafından onar adım taşımak müstehaptır Daha çok taşımanın sevabı da çoktur Önce cenaze sağ ön tarafından, sonra sağ arka tarafından taşınır Sonra sol tarafına geçilerek sol ön ve sol arka tarafından omuzlanır Böylece her tarafından onar adım olmak üzere kırk adım taşınmış olur cenazeyi acele götürmek de müstehaptır Zira o iyi bir kişi ise kabirde karşılaşacağı iyi hâle bir an önce kavuşturulmuş olur Kötü bir kişi ise bir an önce şerrinden ve yükünden kurtulmuş olunur Cenazeyi takip edenler, yolda lüzumsuz lâkırdı etmezler Yüksek sesle konuşmazlar Hatta yüksek sesle zikretmez ve Kur'an okumazlar Ölümü ve ahireti düşünürler Cenaze kabre konacağında, kabre inen bir kaç kişi cenazeyi alarak yüzü kıbleye karşı, başı batıya gelmek üzere sağ yanına yatırırlar Bu esnada: "Bismillahi ve ala milleti Rasûlillahi" (Allah'ın adı ile ve Rasûlullah'ın milleti (dini) üzere derler Kefenin bürgüsünün baş ve ayak tarafındaki bağları çözerler Kadını kabre mahreminin indirmesi evlâdır Cenazenin arkasına, cesedi toprağın sıkıştırmasından koruyacak taş, tahta gibi şeyler dizilir Sonra kabir, toprakla doldurulup örtülür Bu arada kabir başında Kur'an'dan bazı sûrelerin okunması mümkündür Bu arada salih bir kişi kalkıp ölünün baş tarafında ve yüzü hizasında durup ölünün anasının adı ve ölünün adı ile üç defa "Yâ filan oğlu -kızı- filân" der ve aşağıdaki telkinatı yapar: "Ey filân oğlu -kızı- filân Dünyada iken Allah'tan başka ilâh yoktur, Muhammed Allah'ın elçisidir, Cennet haktır, Cehennem de haktır, öldükten sonra dirilmek de haktır Şüphesiz kıyamet günü gelecektir Allah, kabirde olanları diriltecektir" diye yaptığın şahitliği hatırla Sen, Rab olarak Allah'a din olarak İslâm'a, Rasûl olarak Muhammed'e önder olarak Kur'an'a, kıble olarak Kâbe'ye, kardeşlerin olarak müminlere razı olmuştun De ki: "Allah'tan başka ilâh yoktur, ona dayandım O, ulu arşın sahibidir" Ey Allah'ın kulu de ki, "Allah'tan başka ilâh yoktur De ki, Rabbim Allah'tır, dinim İslâm'dır, Rasûlüm Muhammed (sas)'dir Yâ Rabbi onu yalnız bırakma Sen, mülk verenlerin en hayırlısısın" Ölünün evinde yemek vermek, ölü sahibine başsağlığı dilemek, kabirleri zaman zaman ziyaret etmek sünnettir Başsağlığı dilemek üç gün içinde müstehaptır, sonrası sünnete aykırıdır |
İslami Sözlük C
CENİN
Ana karnındaki çocuk hakkında kullanılan bir ıstılah Bu devre, çocuğun ana karnına düştüğü andan itibaren doğuma kadar devam eder Bir damla kan pıhtısından, giderek insan şeklini alan ve canlanarak dünyaya gelen cenin, bir yönüyle müstakil bir varlıktır Çünkü sağ olarak doğması muhtemeldir Bir yönüyle de anaya tabi bir varlıktır Ana hareket edince hareket eder, ana istikrar bulunca, o da sükûnet bulur Bu yüzden İslâm, anaya ait bazı hükümleri cenine de teşmil etmiştir Kur'an-ı Kerîm'de ceninin oluşum devreleri şöyle ifade edilir: "Biz sizi topraktan, sonra spermadan, sonra pıhtılaşmış kandan, sonra da hilkati belli belirsiz bir çiğnem etten yaratmışızdır Dilediğimizi belli bir süreye kadar ana karnında tutarız sonra sizi çocuk olarak çıkartırız, böylece yetişip erginlik çağına varırsınız Kiminiz öldürülür, kiminiz de çok ileri yaşlara ulaştırılır ki, bilirken bir Şey bilmez olur" (el-Hac, 22/5) Hz Peygamber'in çeşitli hadisleri ceninin oluşması devresine ışık tutar Bir hadis şöyledir: "Şüphesiz sizden her birinizin ana karnında, yaratılışı kırk günde toplanır Sonra bu kadar günde kan pıhtısı, sonra bu kadar günde et parçası olur Sonra Allah bir melek göndererek bu dört kader programını yazması emredilir: İşleyeceği ameller, rızkı, eceli ve bedbaht veya mesud olacağı Sonra ona ruh üflenir" (Buhârî, Bed'ü'l-Halk, 6; Müslim, Kader 1) Başka rivayetlerde, yine cenin devresinde çocuğun kız veya erkek, uzun veya kısa, sıhhatli veya hastalıklı ve benzeri olacağının da yazıldığı belirtilir (Müslim, Kader 2; Ahmed b Hanbel, Müsned, I, 374-375) Müslim'in bir rivayetinde, meleğin cenine kırkikinci gününde uğradığı ve çocuğun sûretini, kulağını, gözünü, derisini, etini, kemiğini tayin ettiği ifade edilir (Müslim, Kader 3) Bu nedenle bir önceki Hadis-i Şerifi aynı kırk gün içinde diye tercüme etmek daha uygun olacaktır Vahiy ve sünnette yer alan bu bilgiler çocuğun cenin devresinde anneden, onun yaşayış halinden, biyolojik, psikolojik, aklî ve benzeri özelliklerinden birtakım tesirler alacağına işaret olabilir Nitekim tıp otoritelerinin çalışmaları, çocuğa irsiyet yoluyla ana-babanın pek çok özelliklerinin geçtiğini ortaya koymuştur Meselâ Newman'ın yaptığı klasik araştırmalarda, zekâ seviyesindeki değişikliklerin % 68'inin irsiyete, geri kalan %32'sinin de çevre şartlarına bağlı olduğu anlaşılmıştır (J-C Filloux, La Personnalité, P UF Paris 1957, S 18, 22) Ceninin sağ olarak doğma ihtimali bulunduğu için, onun anne karnındaki varlığı korunmuş; lehine bir takım haklardan yararlanması esası getirilirken düşmesine sebep olana bazı cezalar öngörülmüştür Cenin sağ doğmak şartiyle, daha ana karnında iken şu haklardan yararlanır: 1) Mirasçı olur Erkek veya kız olacağı henüz belli olmadığından, miras payındaki hissesi ona göre ayrılarak bekletilir 2) Lehine vasiyet ve vakıf geçerlidir Ancak bu tasarruflar yapılırken çocuğun anne karnında olduğu bilinmeli ve tasarruftan en az altı ay sonra çocuk doğmuş olmalıdır 3) Ceninin nesebini ikrarda bulunmak da geçerlidir Ayrıca babası cihetinden nesebi sabit olur Hanefilere göre cenine intikal eden mallar yed-i emîne teslim edilir Yedi emin bunları artırmaya çalışmaz, yalnız muhafaza eder Çünkü onun ölü doğma ihtimali de vardır Çoğunluk İslâm hukukçularına göre ise cenin için bir vasî veya velî tayin edilir ve bu kimse onun malını korur (İbn Abidîn, Reddü'l-Muhtar, Emîriyye, 1272, 455; es-Serahsî, el-Mebsût, XXVI, 86-87; Muhammed Ebû Zehrâ, Usulü'l-Fıkıh, s 331 vd) İslâm'da cenini koruyucu hükümleri şöylece özetleyebiliriz a) Hz Peygamber, çocuk doğumunu arzu etmeyen eşler için azle, yani meninin dışarı akıtılmasına izin vermiştir Buna kadının da rıza göstermesi gerekir Aksi halde azil* mekruh olur (el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', II, 334, 335) b) Cenin anne karnında uzuvları teşekkül edinceye kadar (müstebinü'l-hilka) bir kan pıhtısı hükmündedir Gelecek bir insan varlığını temsil ettiği için ona sebepsiz yere müdahale edilemez Hz Peygamber hac sırasında ihramlı kişiye kuş yumurtalarına zarar vermeyi yasaklamıştır İnsan sperması, hayvanlardan daha fazla korunmaya lâyıktır Ancak annenin sıhhati veya süt emen başka bir çocuğun korunması gibi sebeplerle düşürülebilir Özürsüz düşürme haram sayılmıştır c) Uzuvların teşekkül etmesinden, ruh üfleninceye kadar düşürülürse, düşmeye sebep olana "gurre" denilen bir tazminat cezası gerekir Gurre Hanefî'lere göre, diyetin yirmide biri, yani beş yüz dirhem (1400 gram gümüş' den ibaret bir tazminattır) Hz Peygamber devrinde on dirhem gümüş; bir dinar (dört gram) altın değerinde idi Gurre, ceninin düşmesine sebep olan kimse tarafından, bir yıl içinde mirasçılarına ödenir Hz Ömer'in uygulaması da bu şekilde olmuştur d) Cenin canlı olarak düşer de, doğumdan sonra ölürse, suçlunun tam diyet ödemesi gerekir Burada diyet üç yıl süreyle taksitlere bağlanır Katil önce anneyi öldürür, daha sonra çocuk ölü olarak anne karnından çıkarsa anne için diyet ödemesi gerekir Çocuk için bir şey gerekmez (es-Serahsî, el-Mebsût, XXV, 87-90; İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, VIII, 324 vd; İbn Abidîn, age, diyetler bahsi; Bilmen, Istilahât-ı Fıkhıyye Kamusu, III, 803) |
İslami Sözlük C
CENNET
Ağaçlı bahçe; yeşillikleri bol bostan; sık dal ve yaprakları ile yeri gölgelendiren hurmalık ve bağlık Peygamberlerin davetine uyarak iman edip, dünya ve ahirete ait işleri, kulluk vazifelerini elden geldiği kadar güzel bir şekilde yapan temiz ve müttakî kişiler için hazırlanmış bir huzur ve saadet yurdudur Kısaca ahiretteki nimetler yurdunun adıdır Çoğulu Cinân ve Cennât'tır Kur'an-ı Kerîm ve hadis-i şeriflerde Cennet, çeşitli şekillerde tasvir edilmiştir Bilhassa Kur'an-ı Kerîm'de ağaçları altından ırmaklar akan Cennetler şeklinde anlatılmaktadır: "Cennet takva sahiplerine, uzak olmayarak yaklaştırılmıştır İşte size va'dolunan, gördüğünüz şu Cennet'tir ki, O, Allah'ın taatına dönen onun (hudud ve ahkâmına) riayet eden çok esirgeyici Allah'a bütün samimiyetiyle gıyâben saygı gösteren, hakkın taatına yönelmiş bir kalble gelen kimselere aittir " (Kâf, 50/31-33) "Tövbe edenler, iyi amel ve harekette bulunanlar öyle değil Çünkü bunlar hiç bir şeyle haksızlığa uğratılmayarak Cennet'e, çok esirgeyici Allah'ın kullarına gıyâben va'd buyurduğu Adn Cennet'lerine gireceklerdir Onun vadi şüphesiz yerini bulacaktır Orada selâmdan başka boş bir söz işitmeyeceklerdir Orada sabah, akşam rızıkları da ayaklarına gelecektir O, öyle Cennet'tir ki biz ona kullarımızdan gerçekten müttakî olanları vâris kılacağız " (Meryem, 18/60-63) Cennet, bu dünyada yapılan iyiliklerin ahirette Allah tarafından verilen karşılığıdır Kur'an'da Cenâb-ı Allah şöyle buyurmaktadır: "Adn Cennetleri vardır ki altlarından ırmaklar akar Onlar orada ebedî kalıcıdırlar İşte günahlardan temizlenenlerin mükâfatı" (Tâhâ, 20/76) Kur'an'da Cennet'in niteliklerinden bazılarına şu şekilde değinilir: 1- Altlarından ırmaklar akan, birbiri üzerine bina edilmiş yüksek köşkler (ez-Zümer, 39/20), güzel meskenler (et-Tevbe, 9/72) 2- Türlü ağaç ve meyvalara, akar kaynaklara, görünüş ve kokusu güzel, isteyenlerin yanına kadar sarktığından koparılması kolay, türlü bol meyvelere sahip (er-Rahmân, 55/58-54) 3- Gönlün çekeceği her türlü yemek ve etler, türlü kokulu içecekler, temiz şaraplar ve çeşit çeşit tükenmez nimetleri içeren bir mekân "Onlara Cennet'te bir meyve, içlerinin çekeceği bir et verdik (vereceğiz)" (et-Tûr, 52/21) "Canların isteyeceği ve gözlerin hoşlanacağı ne varsa, hepsi oradadır Siz de orada devamlı olarak kalacaksınız İşte bu, sizin çalıştığınız ameller sebebiyle mirasçı kılındığınız Cennet'tir Sizin için orada çok meyveler vardır, onlardan yiyeceksiniz" (ez-Zuhruf 43/71-73) "Cennet şarabından (dünya Şarabı gibi) mide ızdırabı yoktur" (Saffât, 37/47) 4- Cennet'te hayat sonsuzdur, kin yoktur, boş lâf ve günah'a sokacak söz işitilmiş "Biz o Cennetliklerin kalblerindeki kinleri çıkarır atarız Hepsi kardeşler olarak tahtlar üzerinde karşı karşıya otururlar Orada kendilerine hiç bir zahmet dokunmaz ve onlar oradan çıkarılacak da değillerdir" (el-Hicr, 15/47-48) "Onlar Cennet'te ne bir boş laf işitirler ne de bir hezeyan Ancak bir söz işitirler: Selâm (birbirleriyle selâmlaşır dururlar)" (el-Vâkıa, 56/25-26) 5- Cennet nimetleri insan hayalinin erişemeyeceği güzelliktedir Cennet'i aslında dünya ölçüleriyle tarif etmek mümkün değildir Bununla beraber Cennet'teki eşsiz nimet ve saltanatı anlayabilmemiz için Allah Teâlâ onu bize şu şekilde tasvir etmiştir: "İşte bu yüzden Allah onları o günün fenâlığından esirger (Yüzlerine) parlaklık, (gönüllerine) sevinç verir Sabretmelerine karşılık onlara Cennet'i ve oradaki ipekleri lütfeder Orada koltuklara kurulmuş olarak bulunurlar Ne yakıcı sıcak görürler orada, ne de dondurucu soğuk Ağaçlarının gölgeleri üzerlerine sarkar; kolayca koparılabilen meyveleri istifadelerine sunulur Yanlarında gümüş kaplar ve billür kaselerle, gümüşî beyazlıkta (billûr gibi) şeffâf kupalarla dolaşılır ki (Cennet sakinleri bunlara dolduracakları Cennet şarabını Cennet'teki insanların iştahları) ölçüsünde tavin ve takdir ederler Onlara orada bir kâseden içirilir ki karışımında zencefil vardır (Bu şarap) orada bir pınardandır ki adına Selsebil denir Cennettekilerin etrafında öyle ölümsüz genç nedenler dolaşır ki, onları gördüğünde kendilerini etrafa saçılıp dağılmış inciler sanırsın Ne yana bakarsan bak, (yığınla) nimet ve ulu bir saltanat görürsün Üzerlerinde ince yeşil ipekli, parlak atlastan elbiseler vardır Gümüş bilezikler takınmışlardır Rableri onlara tertemiz içecekler içirir Onlara: "İşte bu sizin işlediklerinizin karşılığıdır, çalışmalarınız şükre değer" denir " (el-İnsan, 76/11-22) Cennet'in tasviri konusunda söylenecek son söz şu kudsî hadis*in ifade ettiği durumdur: Hz Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur: Cenâb-ı Hak buyuruyor ki: "Salih kullanım için ben, Cennet'te hiç bir gözün görmediği hiç bir kulağın işitmediği ve hiç bir insan gönlünün hatırlamadığı bir takım nimetler hazırladım" (et-Tâc, el-Câmiu li'l-Usül, fî ahâdisi'r-Rasul, V, 402) Başka bir hadislerinde de, Rasûlullah (sas) Cennet'in gümüş ve âltın kerpiçten yapıldığını, harcının misk, taşlarının inci ve yakut olduğunu, oraya girenlerin bolluk ve refâh içinde, üzüntüsüz ve kedersiz yaşayacağını ebedî kalacaklarını, ölmeyeceklerini, elbiselerinin eskimeyeceğini ve gençliklerinin yok olmayacağını ifade eder (et-Tâc, aynı yer) Ehl-i Sünnet inancına göre mü'minler Cennet'te Allah'ı görecekler, bu onlar için en büyük nimet olacaktır Buna "Rü'yetullah*" denir Bu hususta Kur'ân-ı Kerîm'de: "O gün Rablerine bakan ter-ü tâze (ışık saçan) yüzler vardır " (el-Kryame, 75/22-23) buyrulur Rasûlullah da bir hadislerinde şöyle buyurur: "Siz gerçekten tıpkı şu ayı gördüğünüz gibi, Rabbinizi gözle (açıkça) göreceksiniz Onu görmekte haksızlığa uğramıyacak, izdihâma düşmeyeceksiniz " (Buhârî, Mevâkıt 16, 26) Suheyb (ra)'ın rivayetine göre Peygamber (sas): "iyi iş ve güzel amel işleyenlere daha güzel karşılık ve bir de ziyâde (Allah'ı görmek) vardır " (Yunus, 10/26), ayetini okuduktan sonra şöyle buyurdu: "Cennetlikler Cennet'e girdiği zaman Allah (c c) şöyle buyuracak: " Size daha da vermemi istediğiniz bir şey var mı?" Cennetlikler de Şöyle derler: "Yüzlerimizi ak çıkarmadın mı, bizi Cennet'e koymadın mı, bizi Cehennem'den kurtarmadın mı? (o yeter)" Rasûlullah sözlerine devam buyurarak: "Cenâb-ı Hak perdeyi kaldırır, Cennetliklere artık Rablerine bakmaktan daha sevimli gelecek hiç bir şey verilmiş olmaz " (Müslim'in rivayeti, et-Tâc, V, 423) Müminlerin Allah'ü Teâlâ'yı Cennet'te görmeleri, herhangi bir yön, yer ve şekilden uzak olarak vukû bulacaktır Bunun keyfiyeti bizce meçhuldür "Allah bilir" deriz Kur'an ve Sünnet'te bildirildiği için kesinlikle böyle inanırız Ehl-i Sünnet inancına göre, Cennet halen vardır, yaratılmıştır, hazırlanmıştır Nitekim şu ayet bunu açıkça ifade eder: "Rabbinizin mağfiretine ve eni göklerle yer kadar olan Cennet'e koşun O Cennet takva sâhipleri için hazırlanmıştır " (Âli İmrân, 3/133) Enes b Mâlik (ra)'den rivayet olunan bir hadiste de Peygamber Efendimiz (sas) şöyle buyurmuşlardır: "Demincek Cennet ile Cehennem şu duvarın yüzünde bana arz olundu " (Tecrid-i Sarih Terceme ve Şerhi, II, 483) Başka bir hadislerinde şöyle buyururlar: "Cennet bana yaklaştı, (yaklaştı), o kadar ki, eğer cür'et edeydim salkımlarından bir tânesini (alıp) size getirebilecektim " (Aynı eser, II, 713) Bu hadislerden de anlaşılacağı gibi, Cennet yaratılmış olup hâlen mevcuttur Cennetlikler: Kur'an ve Sünnet'te ifade buyrulduğuna göre, peygamberlerin davetine uyup iman eden ve amel-i sâlih işleyen kimseler Cennet'e gireceklerdir Bu kimseler Cennetliktir Esasen Allah'a ve insanlara karşı görevlerini yerine getirmekle insan daha dünyada iken manevî bir huzura kavuşur, maddî refah sağlanır ama tam manasıyla huzur ve kardeşlik Cennet'te gerçekleşir: "Takva sahipleri, elbette Cennet'lerde ve pınarlardadırlar Girin oraya selâmetle, emin olarak Biz, O Cennetliklerin kalblerindeki kinleri çıkarır atarız Hepsi kardeşler olarak tahtlar üzerinde karşı karşıya otururlar Orada kendilerine hiç bir zahmet dokunmaz ve onlar oradan çıkarılacak da değiller " (el-Hicr, 15/45-48) Kur'an-ı Kerîm namazını eksiksiz kılanların, malından bir kısmını yoksullara ayıranların, ceza-hüküm gününe inananların, Allah'ın gazabından korkanların, ırzlarına sahip olanların, sözlerine ve emânete sadık kalanların, doğru şahitlikte bulunanların Cennete gireceklerini bildirmektedir (el-Meâric, 70/23, 24, 25, 26, 27, 29, 33) Ayrıca Cenâb-ı Hakk'ın rızasını dileyerek sabredenlere (er-Ra'd, 13/20, 21, 22, 23); şükredenlere (el-Ahkâf, 35/15-16) yürekten tövbe edenlere (et-Tahrim, 66/8); Allah yolunda canını feda eden şehitler (el-Bakara, 2/154) ve Allah'a yönelmiş bir kalble idealize olmuş müslümanlara "Allah'ın ölçüsünde Allah'a yönelenlere" (Kaf, 50/31-34) içinde ebedî kalınacak Cennet'e girecekleri yüce Rabbimiz tarafından müjdelenmiştir Cennetliklerin hallerini dile getiren Kur'an ayetlerinden bazılarında şöyle buyrulur: "İman edip sâlih amel işleyen kimseleri, Rableri, imanları sebebiyle, ağaçları altından ırmaklar akan, nimeti bol Cennetler'e hidâyet buyurur Bunların, Cennet'te duâları: Allah'ım, seni tesbih ve tenzih ederiz sözüdür ve aralarındaki dilekleri de hep selâmdır Duâlarının sonu ise; "Bütün hamdler, âlemlerin Rabbine mahsustur" gerçeğidir" (Yunus, 10/9-10) "Kim de O'na bir mümin olarak sâlih ameller işlemiş olduğu halde varırsa, işte onlara en yüksek dereceler var " " Adn Cennetleri vardır ki, (ağaçları) altından nehirler akar, orada ebedî kalacaklar İşte böyle Cennetler' de ebedî kalış, küfür ve isyandan temizlenenlerin mükâfatıdır" (Tâhâ, 20/75-76) "İmran b Husayn (ra)'dan rivayete göre Hz Peygamber (sas) Cennet ehlinin çoğunun fakirler olduğunu ifade buyurmuşlardır (Tecrid-i Sarih Tercemesi, IX, 40) Hadis yorumcuları bunu şöyle açıklarlar Bir çok kötülükleri insana mal işletir Çoğu insan mal yüzünden azar Onun için maldan mahrum fakirler çoğunluğu oluşturduğundan bunların Cennet ehlinin çoğunluğunu teşkil etmesi de olağandır Cennet'e ilk giren bir cemâatin yüzleri ayın ondördüncü gecesindeki gibi berraktır Onlardan sonra girenler de en keskin ışık yayan yıldızlar gibidir Hz Muhammed (sas)'in ümmetinden yetmiş bin, yahut yediyüz bin kişi hesap ve ikap görmeksizin ilk olarak Cennet'e girecektir (Tecrid-i Sarih Tercemesi, IV, 41-43) Hadislerden öğrendiğimize göre (Tecrid-i Sarih Tercemesi, II, 845) Cennete en son girecek kimseye, bu dünya kadar, bu dünyanın on misli kadar Cennet verilecektir Çeşitli rivayetlerle sabittir ki, son sözü Kelimei Tevhîd olan kimsenin mükâfatı Cennet'tir (Tecrid-i Sarih Tercemesi, IV, 264-275) Bu durumu hadisçiler şöyle yorumlarlar: Lâ ilâhe illallah, Cennet'in anahtarıdır, ancak bu anahtarın dişleri vardır, onlarda ilâhi emirlere bağlı olmak itaat ve ibadet etmektir Bir de "Lâ ilâhe illallah" demekle, birinin müslümanlığına hükmedilmez, "Muhammedün Rasûlullah" (Muhammed Allah'ın peygamberidir) sözünü de eklemesi gerekir Hatta İslâm dininden başka bütün dinlerden uzak olması icab eder Bu inançta olan kimse, ehl-i kebâir (büyük günah işleyen) de olsa, günahı kadar Cehennem'de ceza gördükten sonra Cennet'e girecektir Nitekim Muaz b Cebel (ra)'ın Hz Peygamber (sas)'den rivayet ettiği şu hadis meseleyi açıklığa kavuşturur: "-Hiç bir kimse yoktur ki, kalben tasdik ederek Allah'dan başka ilâh olmadığına ve Muhammed (sas)'in, Allah'ın kulu ve resûlü olduğuna Şehadet etsin de, Allah ona Cehennem'i haram etmiş olmasın (herhalde harâm eder)" (Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, IV 271) Ehl-i Sünnet ve'l-Cemâat inancına göre, "Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Rasûlullah" diyen ve bunun gereğince iman edip salih amel işleyen her kimse Allah'ın izniyle mutlaka Cennet'e girecektir Cennetlikler, hastalık, sakatlık, ihtiyarlık, huysuzluk vs hallerden uzak olarak yaşayacaklardır Cennet Tabakaları: İbn Abbâs (ra)'dan gelen bir rivayette, Cennetin yedi tabakası olduğu haber verilmektedir Bunlar, Firdevs, Adn Cennet'i, Nâim Cennet'i, Daru'l-Huld, Me'va Cennet'i, Daru's-Selâm ve İlliyyûn'dur Bu tabakalardan her birinde, müminlerin yaptıkları iyi işler karşılığında girecekleri veya yükselecekleri derece veya mertebeler vardır (el-Beydâvî, Envâru't-Tenzîl, Beyrut (ty), I, 119) Bunlar: 1-Cennetü'n-Nâim: "Beni Cennetü'n-Nâim'in varislerinden kıl " (Şuârâ, 26/85) Ayrıca (bk el-Mâide, 5/65; et-Tevbe, 9/21; Yunus, 10/9) 2-Cennetü'l-Adn: "Şüphesiz ki, iman edenler ve güzel amel işleyenler yok mu, işte onlar mahlûkatın en hayırlısıdırlar Onların mükâfâtı Rableri katında And Cennetleridir ki onların altlarından nehirler akar, orada onlar ebedî kalıcıdırlar, Allah onlardan razı olmuştur, onlar da ondan razı olmuşlardır Bu Rabb'inden korkanlar içindir " (Beyyine, 98/8, Ayrıca bk et-Tevbe, 9/72; er-Ra'd, 13/23; en-Nahl, 16/31) 3-Cennetü'l-Firdevs: "Şüphesiz, iman edip güzel amel işleyenler için barınak olarak Firdevs Cennetleri vardır " (el-Kehf,18/107 ve el-Mü'minun, 23/11) 4-Cennetü'l-Me'vâ: "İman edip güzel amel işleyenlere gelince, onlar için Me'vâ Cennetleri vardır " (Secde, 32/19 ve En-Necm, 53/15) 5-Dârü's-Selâm: "Halbuki Allah Dârü's-Selâm'a çağırıyor ve O, dilediği kimseleri dosdoğru bir yola hidâyet buyurur " (Yunus, 10/25 ve el-En'âm, 6/127) 6-Dârü'l-Huld: "O Rab ki, fazlından bizi durulacak yurda (Cennet'e) kondurdu" (Fâtır, 35/35) Her ne kadar İbn Abbâs Cennet'in tabakalarını yedi ile sınırlandırmışsa da, ayetlerden anlaşıldığına göre, Cennet'in bir çok tabakası vardır Burada İbn Abbâs'ın haber verdiği ve ayetlerde adları geçen Cennet tabakaları, Cennet'in en yüksek tabakalarıdır Çünkü bu tabakalarda da bir çok tabaka vardır Nitekim Allah Teâlâ'nın Nâim Cennetleri veya "Firdevs Cennetleri" şeklindeki çoğul ifade eden ayetleri buna delildir Ayrıca Ümmü Hârise Hadisinde bu gerçek Hz Peygamberin dilinden ifade olunmuştur Ümmü Harise Bedir'de şehit olan çocuğu hakkında Hz Peygamber'den bilgi almak üzere gelmiş ve ona Rasûlullah bir çok Cennet olduğunu belirterek, çocuğunun da "Firdevs-i Â'lâ'da" olduğunu söylemek suretiyle teselli etmiştir (Mansur Ali Nâsıf, et-Tâcü' el-Câmi' li'l-Usul, fi Ahadisi'r-Rasûl, İstanbul (ty), V, 4033) Nitekim Müslim'in Ebû Sâid el-Hudrî'den rivayet ettiği hadiste de, Allah yolunda cihat edenlerin, cihatları sebebiyle Cennet'te yüz derece yükselecekleri, her derecenin arasının ise, yer ile gök arasındaki mesâfe kadar olduğu, Hz Peygamber tarafından haber verilmektedir (Müslim, İmâre, 116) Hadiste sözü edilen dereceler konusunda ise şu ihtimaller öne sürülmüştür Bu dereceleri zahiriyle anlamak mümkündür Gerçekten söz konusu derecelerin, zahirinden anlaşıldığı üzere, birbirinden daha yüksek menziller (tabakalar) olması muhtemeldir Buna karşılık, yükseklikten kasdın, Cennet'teki nimetlerin çokluğu, insanın veya bir başka yaratığın hiç aklına bile gelmemiş, gönlünden dahi geçmemiş iyiliklerin büyüklüğü veya çokluğu anlamında olması muhtemeldir Zira Allah Teâlâ'nın mücâhide lutfettiği iyilik veya cömertlik türleri birbirinden çok farklıdır, birbirinden üstündür Buna göre, nimetlerin fazilet (üstünlük) konusundaki farklılıkları uzaklık açısından yer ile gök arasındaki mesafe gibidir Fakat el-Kadî Iyad (544/1149) birinci görüşü tercih etmiştir (en-Nevevi, Şerhu Müslim, Kahire (ty), XIII 28) Yine Buhârî'nin bir rivayetinde Hz Peygamber, Allah yolunda savaşan mücâhidler için Cennet'te yüz derece (tabaka) hazırlandığını ve iki derecenin arasının yerle gök arası gibi olduğunu haber vermekte ve sözlerine devamla "Allah'dan istediğiniz zaman Firdevs'i isteyin Çünkü Firdevs, Cennet'in ortası ve Cennet'in en yükseğidir () Firdevs'ten Cennet nehirleri doğar" buyurmaktadır (Buhârî, Cihad 4) Aynî, "Firdevs, Cennetin ortasıdır (vasatıdır)" cümlesini, Cennet'in en iyi yeri veya üstünü (efdali) olarak yorumlar ve bu görüşüne "Böylece sizi en hayırlı bir ümmet kıldık" (el-Bakara, 2/143) ayetinde geçen "vesetan" kelimesini delil getirir (el-Aynî, Umdetü'l-Kârî fî Şerhi Sahihi'l-Buhârî, İstanbul 1309, VI, 539) Çeşitli rivayetlerde Firdevs Cenneti'nin güzellikleri dile getirilmiştir Diğer taraftan hadiste söz konusu edilen Cennet dereceleri arasındaki mesafelerin çeşitli rivayetlere göre "yüz senelik mesafe", "Beş yüz senelik mesafe" şeklinde değiştiğine işaret edelim (el-Aynî, aynı yer) Bütün bu ayet, hadis ve âlimlerin yorumlarından Cennet'in birçok tabakası olduğu anlaşılmaktadır Bu tabakalardan bazılarının daha yüce ve nimetlerinin daha güzel veya daha efdal olması sebebiyle isimleri bize bildirilmiştir Firdevs Cenneti mertebece en yüksek olan Cennet tabakasıdır (Ayrıca bkz et-Taberi, Tefsir, Mısır 1954, XVI 37-8) |
İslami Sözlük C
CERÎB
Osmanlı İmparatorluğu döneminde Arap ülkelerinde kullanılan bir ölçü Cerîb, daha çok hububat için kullanılan bir ölçüdür Osmanlı İmparatorluğu devrinde Arap ülkelerinde kullanımı yaygın olan ve takribî 216 litrelik bir ölçüdür Bu ölçü genellikle buğday için kullanılır Öte yandan bu isim, aynı zamanda mesâha ölçüsü (yüzölçümü) olarak da kullanılır Bu manada ölçü, bir cerîb dolusu tohum ekilebilen arazinin mesâhasına delâlet eder Cerîbin miktarı konusunda değişik rakamlar verilmektedir Bu ölçünün, bin arşın kare (yaklaşık 469 m2) veya altmış kadem (ayak) karelik bir yüzey ölçüsü olduğunu bildiren kaynakların yanında; kenarları altmış arşın olan bir kareye (yaklaşık 246 m2) verilen ad olduğunu belirten kaynaklar da vardır Meselâ; Şemseddin Sâmî (Kâmûs-i Türkî) cerîbin, kenarları altmış arşın olan kare bir yüzey ölçüsü olduğunu kaydeder Bir arşının yaklaşık 68,5 cm olduğu düşünülürse, cerîbin 246 m2 civarında bir yüzey ölçüsü olduğu ortaya çıkar Ancak hemen eklemek gerekir ki, arşının değişik yer ve zamanlarda farklı rakamlarla ifade edilmesi, yukarıda yaklaşık olarak verilen rakamları da etkileyecektir Bu ölçü birimi yerine günümüzde daha değişik ölçüler kullanılmaktadır |
İslami Sözlük C
CEVÂMİÜ'L-KELİM
Az söz ile çok manayı ifade eden edebî vecizeler Bu tariften hareketle, Kur'an-ı Kerîm'in tamamı bir cevâmiu'l-Kelim olduğu gibi, Hz Peygamber'in bir çok hadisleri de birer cevâmiü'l-kelimdir: Hz Peygamber'in bizzat kendi ifadelerine göre, Yüce Allah O'nu cevâmiü'l-kelim ile göndermiştir Buharî'nin bir rivayetinde şöyle buyrulmaktadır: "Ben cevâmiü'l-Kelim ile gönderildim Ben (bir aylık mesafedeki düşmanların gönüllerine) korku salmak sûretiyle yardım olundum Bir de ben bir defasında uyuduğumda, bana yerdeki hazinelerin anahtarları getirilerek, iki avucumun içine konuldu " (Buhârî, Ta'bîr 22, İ'tisâm 1) Hz Peygamber'e mahsus kılınan bu özelliklerden biri olan cevâmiü'l-kelim'in Kur'an-ı Kerîm olarak da tefsir edildiğini yukarıda kaydettik Çünkü Kur'an'ın her ayeti, her cümlesi müstesna bir uslûba sahip olduğundan, Peygamberimiz tarafından tebliğ edildiğinde onu duyan cahiliye şairleri nazmının güzelliği ve icazı karşısında hayran kalmaktan başka bir şey yapamamışlardır İmam Nevevî cevâmiü'l-kelim'i şöyle açıklar: "Bize nakledildiğine göre cevâmiü'l-kelim Allah Teâlâ'nın daha önceki kitaplarında yazılmış bulunan bir çok emrinin, Hz Peygamber'e sadece bir, iki veya bu kadar az bir emir içinde toplaması veya özetlemesidir" (İbn Recep el-Hanbelî, Cevâmiü'l-Hıkem fi Şerhi Hamsıne Hadîsen min Cevâmiü'l-Kelim, Dârü't-Türâs, (ty) s 2) Kur'an-ı Kerîm bu kadar cevâmiü'l-kelim ifadelerle bir çok hikmetleri anlatmaktadır Meselâ "O halde sen emrolunduğun şeyi açıkça söyle ve müşriklerden yüz çevir" (el-Hıcr, 15/94) âyet-i kerimesini duyan bir müşrik, böyle kısa bir ifade ile bu kadar büyük bir hikmeti ifade etmesi karşısında secde etmekten kendini alıkoyamamıştır Hz Peygamber'in hadislerinde de cevâmiü'l-kelim olanlar az değildir Yine O'nun (sas) bizzat ifade ettiği gibi, zaten kendisi "Arab'ın en fasîhi idi" (Tecrid-i Sarih Tercümesi, I, 455) Bu durumda "Hz Peygamber'e mahsus olan cevâmiü'l-kelim iki tür hâlinde karşımıza çıkmaktadır" Birincisi Kur'an'dır; yani O'na Allah tarafından indirilen ilahî ayetlerdir İkincisi ise Hz Peygamber'in hadisleridir Meselâ "Allah, adaleti, ihsanı ve akrabaya vermeyi emreder; edebsizlikten (fahşâdan), fenalıktan (münkerden) ve azgınlıktan (bağyden) de meneder Öğüt almanız için size böyle nasihatte bulunur" (en-Nahl, 16/90) ayeti, Hasan-ı Basrî'nin de söylediği gibi, hayır ve iyilik sayılan her şeyi emretmiş, kötü veya şer namına ne varsa onların hepsini de yasaklamıştır Bir tek âyet böylesine şumullü ve sayısız hikmetleri içine almaktadır Cevâmiü'l-kelim'in ikinci nevi olan, Hz Peygamber'in sünnetlerinde yer almış olan bir çok haber de bugün elimize ulaşmış bulunmaktadır (İbn Recep el-Hanbelî, age, s 3) Bazı âlimler cevâmiü'l-kelim niteliğinde olan kısa, veciz, fakat oldukça geniş hikmetleri ihtiva eden hadisleri bir araya getirerek, "Erbaîn"ler yazmışlardır Nevevî'nin meşhur "Erbain'i" bunların başında yer alır Bundan başka el-Hafız Ebu Bekr b es-Sinnî'nin, el-İcâz ve Cevâmiü'l-Kelim Mine's-Süneni'l-Me'sûra'sı da aynı türden hadis mecmualarındandır Hz Peygamber'in cevâmiü'l-kelim niteliğindeki hadislerinden bazıları: "Ameller niyetlere göredir " (Buharî, Bed'ü'l-vahy 1) "Sizi neden men ettiysem ondan kaçınınız, neyi de emrettiysem, gücünüzün yettiği oranda onu yerine getiriniz " (Buharî, İ'tisam, 3) "Her sarhoşluk veren şey haramdır " (Buhârî, Vudû' 71; Eşribe 4, 10; Müslim, Eşribe 67-69) "Bevyine (delil) davacı üzerine, yemin de inkâr edenedir" (Buharî, Rehn 6; Tirmizî, Ahkâm,12) Bu misalleri daha çoğaltmak mümkündür Türkçe'ye bile açıklayarak tercüme etmek zorunda olduğumuz bu tür hadislerin Arapça ifadeleri oldukça beliğ ve vecizdir |
İslami Sözlük C
CEZBE
Sürüklemek, kendisine çekmek Sâlikin beşerî vasıflarından soyutlanma ile ilâhî sıfatları kazanma ve tecellileri müşahede etmesi anlamında bir tasavvuf terimidir Cezbe; Hakk'ın, kulunu kendisine çekmesinden hasıl olan istiğrak, derin şaşkınlık ve hayret sûretlerinde görünen manevî bir haldir Cezbe, kulun Hakk'a külfetsiz yaklaşması ve ilâhî inayetler ve lütuflar gereği hareket etmesidir Aynı zamanda o, riyazet ve ibadete devamla duyguların yok edilmesidir Cezbe, Allah'ın kulunu kendisine çekmesi, kulun Allah'a kavuşmasıdır Cezbe iki türlü olur Bunlar da: 1-Hafî (gizli) cezbe, (kulun Hakk'ı sevmesi) 2-Celî (açık) cezbe; (Hakk'ın kulu sevmesi)dir Cezbeye tutulanlara meczûb denilir Meczub; Hakk'ın rızasını kazanan, Hak tarafından yakınlığına lâyık görülen, her türlü hevâ ve heves lekesinden temizlenen ve bu sayede sülûk makam ve mertebelerine çalışmadan ve yorulmadan erişen ergin kimsedir Bunlar, gayb esrârına vâkıf velîler olarak telâkki edilir Bundan dolayı meczûb olanlardan çekinilir, gönülleri kırılmaktan sakınılır Şathiyyat denilen sözleri hakkında sükût tercih edilir Cezbede şart olan, istidattır Bu istidat, Allah vergisidir Kazanmakla elde edilmez Sâlikte istidât ve kâbiliyet olmazsa, sadece riyâzet ve tasiye ile Hakk'a kavuşmak nasip olmaz Cezbeyi akıl hastalıklarından biri diye gösterirlerse de, cezbe cinnet değildir Meczub da mecnun olamaz Çünkü cezbe, hali değişken bir kimsenin idrakinin mutad beşer idrakinden daha da yükselerek, keşf-i hakâyıka doğru gitmesidir Cinnet ise, beşer idrakinin manasız ve düzensiz bir şekilde aşağılara düşmesidir Cezbede yükselme, cinnette alçalma vardır (Osman Ergin, Balıkesirli Abdülaziz Mecdî Tolun, İstanbul 1942, s 31-35) Tasavvuf erbabınca manevî yolculuğa seyr-i sülûkla çıkılır Burası, fena mertebelerinin (Tevhid-i Ef'âl, Tevhîd-i Sıfat ve Tevhîd-i Zât) kazanılıp tadına varıldığı kısımdır Cezbe ise, Bekâ makamlarının (Cem', Hazretü'l-cem ve Cemü'l-cem') tadına varıldığı bölümdür Sülûk mertebelerinde urûc; cezbe makamlarında da tedellî (nüzul) müşahede edilir Sülûkun başlangıcı cezbenin nihayetidir (H Fehmi Kumanlıoğlu, Muhammed Nürü'l-Arabî, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, İzmir 1988, s 60) Bekâ billâh ismi verilen seyr-i fillâh, Cezbe makamıdır Burada, Hakk'ın sıfatlan ve ahlâkıyla süslenip ufuk-'ul a'lâ'ya ulaşılır (Selçuk, Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatler, İstanbul 1984, s 174) Cezbeye tutulanlara Üveysi-meşrep de denilir Şurasını ifade etmek gerekirse; mutasavvıflar, teklifi düşüren cezbe halini ve bir kimsenin bu mânâda cezbeye tutulmasını hoş görmezler, hatta tutulmuş olanları da kurtarmaya çalışırlar Onlar, cazib olmayı meczup olmaya tercih ederler |
İslami Sözlük C
CİBRİL HADÎSİ
Cebrail aleyhisselâm, Hz Peygamber'in de aralarında bulunduğu bir sahabe' topluluğuna insan suretinde gelmiş, iman, İslâm, ihsan ve kıyamet alâmetleri gibi bazı soruları Allah Rasûlüne sorarak cevaplarını almıştır İşte Cebrail (as)'in bizzat soru sorarak ve cevaplarını tasdik ederek telkin ettiği bu hadise "Cibril hadîsi" adı verilmiştir Abdullah b Ömer'in, babası Hz Ömer'den naklettiği bu hadis şöyledir: "Bir gün Rasûlullah (sas)'in yanında bulunduğumuz sırada âniden yanımıza, elbisesi bembeyaz, saçı simsiyah bir zat çıkageldi Üzerinde yolculuk eseri görülmüyor, bizden de kendisini kimse tanımıyordu Doğru peygamber (sas)'in yanına oturdu ve dizlerini onun dizlerine dayadı Ellerini de uylukları üzerine koydu Ve: "Ya Muhammed! Bana İslâm'ın ne olduğunu söyle" dedi Rasûlullah (sas): "İslâm; Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in de Allah'ın Rasulü olduğuna şehadet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman ve gücün yeterse Beyt'i hac etmendir" buyurdu O zat: "Doğru söyledin" dedi Babam dedi ki: "Biz buna hayret ettik Zira hem soruyor, hem de tasdik ediyordu" "Bana imandan haber ver" dedi Rasûlullah (sas): Âllah a, Allah'ın meleklerine kitaplarına, peygamberlerine ve ahiret gününe inanman, bir de kadere, hayrına şerrine inanmandır" buyurdu O zât yine: "Doğru söyledin" dedi Bu sefer: "Bana ihsandan haber ver" dedi Rasûlullah (sas): " Allah'a O'nu görüyormuşsun gibi ibadet etmendir Çünkü her ne kadar sen onu görmüyorsan da, o seni muhakkak görür" buyurdu O zat: "Bana kıyametten haber ver" dedi Rasûlullah (sas) "Bu meselede kendisine sorulan, sorandan daha çok bilgi sahibi değildir" buyurdular "O halde bana alâmetlerinden haber ver" dedi Peygamber (sas): "Câriyenin kendi sahibesini doğurması ve yalın ayak, çıplak, yoksul koyun çobanlarının bina yapmakta birbirleriyle yarış ettiklerini görmendir" buyurdu Babam dedi ki: Bundan sonra o zat gitti Ben bir süre bekledim Sonunda Allah Rasûlü bana: "Ya Ömer! O soru soran zatın kim olduğunu biliyor musun?"dedi "Allah ve Rasûlü bilir" dedim "O Cibrîl'di Size dininizi öğretmeye gelmişti" buyurdular (Buhârî, İman 1; Müslim, İman 1) Abdullah b Ömer bu hadîsi Basra' dan Hacc veya Umre için Hicaz'a gelen Yahya b Yamer ve Humeyd b Abdirrahmân el-Himyerî'nin kader hakkında soru sormaları üzerine rivayet etmiştir Basra'da ilk olarak Ma'bed el-Cühenî ve ona tabi olanlar kaderi inkâr etmişler; hâdiselerin, Allâh'ın hiç bir takdir ve bilgisi olmaksızın yeni yeni husûle geleceğini ileri sürmüşlerdir Abdullah b Ömer onları dinledikten sonra şöyle demiştir: "Sen Basra'da onlarla görüştüğün zaman kendilerine söyle ki, ben onlardan uzağım Onlar da benden uzaktır Allah'a yemin olsun ki onlardan birinin Uhud dağı kadar altını olsa da onu hayra harcasa, kadere inanmadıkça Allâh onun hayrını kabul etmez" Sonra Abdullah (ra) yukarıdaki hadisi nakletmiştir (Ahmed Davudoğlu, Sahîh-i Müslim Tercüme ve Şerhi, İstanbul 1977, I, 106) Kader, sözlükte; miktar, meblağ, büyük sayma, güç, kudret ve bir şeyi kısmak anlamlarına gelir Şer'î bir terim olarak; meydana gelecek şeyleri ve o şeylerin ne zaman nerede, ne gibi nitelik ve özelliklerle meydana geleceğini Allâhü Teâlâ'nın takdir ve tahdîd etmesi demektir Takdir buyurduğu şeyleri, zamanı gelince birer birer icad etmesine de "kazâ" denir Bu duruma göre, kader ilim ve irade sıfatına; kaza da tekvin (yaratma) sıfatına döndüğü için kaza ve kadere inanmak, temelde Allâhü Teâlâ'ya imanla eş değerdedir Bütün sıfatlariyle Allah'a iman eden, bunlara da inanmış olursa da, önemine binâen kaza kader meselesi kelâm ilminde ayrıca ele alınmıştır Kader konusunu daha önce Mekke'de öne sürüp, bunu inkâr edenlerin bulunduğu da nakledilir Abdullah b Zübeyr'in ordusu Mekke'de Haccac-ı Zâlim, tarafından muhasara edildiği zaman Kâbe-i Muazzama yanmıştı O zaman bazıları bunun bir ilâhi takdir (kader konusu) olduğuna inanmış, bazıları da Kâbe'nin takdirle yanmadığını söyleyerek kaderi inkâr etmişlerdir (A Davudoğlu, age, I, 106-108) Cibril hadisinde ikinci soru ve cevabı, iman esaslarını bildirir Bunlar altı tanedir: 1) Allah'a iman: Bu iman, Allah'ın varlığını ve hakkında vacip, mümteni; (imkânsız) ve caiz olan bütün sıfatları bilerek tasdik etmekle meydana gelir Bazı kelâm bilginleri Allahu Teâlâ'nın sıfatlarını selbiyye ve sübütiyye olmak üzere ikiye ayırırlar: Selbî sıfatlar altı tane olup şunlardır: a) Vücud: Allah'ın varlığı, b) Kıdem: Ezelî olması, yani varlığının evveli olmaması, c) Bekâ: Ebedî olması, yani varlığının sonu bulunmaması, d) Muhâlefetün li'l-havâdis: Allah'ın varlıklardan hiçbir şeye benzememesi, e) Kıyam bi zâtihi: Varlığının kendisinden olması, f) Vahdaniyet: Allah'ın bir olmasıdır Sübûtî sıfatlar sekizdir: a) Hayat: Allahu Teâlâ'nın diri olması, b) İlim: Her şeyi bilmesi, c) İrade: Her mümkünü caiz olan bir şekle ve vakte tahsis etmesi, d) Kudret: Her şeye gücünün yetmesi, e) Semî': Her şeyi işitmesi, f) Basar: Her şeyi görmesi, g) Kelâm: Ses ve harfe muhtaç olmadan konuşması, h) Tekvin: Var etme, yok etme, yaşatma ve öldürme gibi fiillerin başlangıcı olan bir sıfattır 2) Meleklere iman: Bu, Allah'ın melek denilen, nurdan yaratılmış ve istediği şekle girebilen bir takım masum kulları olduğuna inanmaktır Ban bakımlardan meleklere benzeyen, diğer bir takım görünmez yaratıklar vardır ki, bunlara da "cin" denir Cinler saf ateş alevinden yaratılmış olup, melekler gibi onlar da ağır işleri yapabilir ve istedikleri şekillere girebilirler Yalnız bunlar melekler gibi masum (günah işlemez) değildir Mümini, kâfiri vardır, "yer, içer, ürer ve ölürler " (en-Neml, 27/87; ez-Zümer, 39/68; İnfitar, 82/10-12; el-Kehf, 18/50; er-Rahmân, 55/31; Müslim, Zühd, 10; Ahmed b Hanbel, Müsned, VI, 153, 168; Taberi, XX, 29; İbnü'l-Kayyim el-Cevziyye, Kitâbu'r-Ruh, Haydarâbâd 1357, s 41; İbn Nüceym, el-Eşbâh ve'n-Nezâir, cin bahsi) 3) Kitaplara iman: Allahu Teâlâ, bazı peygamberlerine gerçek ve hükümleri bildiren bir takım ibareye lafızlar indirmiştir ki; bunlara "kitap" denir Büyük kitaplardan Tevrat Hz Musa'ya, Zebur Hz Dâvud'a, İncil Hz İsa'ya, Kur'an-ı Kerîm de Hz Muhammed (sas)'e indirilmiştir Bunlardan başka çeşitli peygamberlere yüz adet suhuf (sahifeler) verilmiştir İşte bütün bu kitaplara iman etmek farzdır (eş-Şûrâ, 42/51; el-A'lâ, 87/67; el-Hıcr, 15/9; Hud 11/49; İsrâ, 17/88) 4) Peygamberlere iman: Allâh'u Teâlâ hazretleri kullarına doğru yolu göstermek için bir takım peygamberler göndermiştir Bunlardan kendilerine kitap ve şerîat verilenlere "Rasul" denir Başka bir peygamberin şeriatiyle amel ve onun getirdiği hükümlerini insanlara bildirmeye memur olanlara ise "nebî" adı verilir İlk peygamber Hz Âdem, son peygamber Hz Muhammed (sas)'dir (en-Nahl, 16/36; en-Nisâ, 4/164; el-Ahzâb, 33/40) 5) Âhiret gününe iman: Âhiret günü haşirden, bütün ölenlerin diriltilmesinden başlayan sonsuz bir gündür Kıyametin kopması, sûrun üfürülmesi, ölülerin diriltilmesi, kitapların verilmesi, mîzanın kurulması, kulların sorguya çekilmesi, havz-ı kevser, şefâat, sırat, Cennet ve Cehennem ahiret gününün muhtevasına dahil olduğundan bütün bunlara inanmak farzdır (Âli İmrân 3/185: Duhân, 44/56; Mü'min, 40/11; Tâhâ, 20/74; el-Bakara, 2/28; et-Tür, 52/45; el-En'âm,6/93; el-Fecr, 89/27-30; eş_Şems, 91/97; ez-Zümer, 39/42; Buhârî, Husûmât, Müslim, Fezâil,10,161, 162; Tirmizî, Kıyâme, 26; Kurtubî Tefsiri, Tûr Sûresi 45 ayetin tefsiri) 6) Kadere İman: Yukarıda kadere imandan söz etmiş, Cibril hadisinin kaderi inkâr edenlerle ilgili bir soru üzerine nakledildiğini belirtmiştik Hadis-i şerifte kadere imana özellikle yer verilmesi, bu konuda ümmetin ileride görüş ayrılıklarına düşeceğini Hz Muhammed (sas)'in bildiğini gösterir (et-Talâk, 65/3; Buhârî, Cenâiz, 83; Tefsîru Sûre, 92/6; Müslim, Kader, 1,8; İbn Mâce, Mukaddime, 10) Hadîs-i şerifte ilk soru İslâm'ın şartlarını telkin için sorulmuştur Bunlar; Allah'tan başka ilâh olmadığına şehadet etmek, namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek ve gücü yeterse hacc etmektir Bu şartlar Kur'an-ı Kerîm'in çeşitli ayetlerinde yer almış ve tekrarlanmıştır (el-Bakara, 2/238; Buhârî, İman 1, 2; Zekât, 41, 63; Meğâzî, 60, Tevhîd, 1 ; Müslim, İman, 19-22; Nesâî, Zekât,1; İbn Mâce İkâme,193; Ahmed b Hanbel, I, 72; Dârimî, Zekât 1) Üçüncü soru "ihsân nedir?" sorusu ve Hz Peygamberin "İhsan, Allah'ı görüyormuşsun gibi Allah'a ibadet etmendir" cevabı, mümini ibadet sırasında manevî âlemlere yüceltmek içindir Her şeklin bir de gerçeği vardır Namaz da bir şekildir O şeklin içindeki gerçek ihsandır Meselâ İslâm'da fıkıh ilmi namazın dış şekli ile uğraşır; tasavvuf ise bu şeklin içindeki gerçeği yani ihsan derecesini bulmaya çalışır İbadeti kuru bir şekil ve beden hareketleri olarak değil, Allah'ın huzurunda bulunduğunu bilerek ve düşünerek yapmak gerekir İbadetin asıl hedefi Allah'u Teâlâ ile bu mânevi diyalogu kurmak ve bunu ibadet süresince devam ettirmektir Hadisteki diğer bir soru kıyamet zamanı ile ilgilidir Hz Peygamber bu konuda soru sorandan daha fazla bilgi sahibi olmadığını bildirmiştir Cenâb-ı Hak kıyametin kopma zamanını gizli tutmuştur İnsanların ileride meydana gelecek bir takım olayları önceden bilmemesi çoğu zaman bir nimettir Müminin önceki tecrübelerine ve bilimin kurallarına göre gerekli önlemleri aldıktan sonra, sonucu Allahu Teâlâ'dan beklemek gerekir Bütün önlemler alınmasına rağmen doğacak olumsuz sonuçlardan insanın sorumluluğu bulunmaz Zaten böyle bir sonucu önleme gücü de insanoğluna verilmemiştir Çünkü o, ancak gücünün yeteceğinden sorumludur Kur'an-ı Kerîm'de beş şeyin insanlardan gizlendiği bildirilir ki, bunlara "muğayyebât-ı hamse*" denir Bunlardan ilki kıyametin kopma zamanıdır "Kıyametin ne zaman kopacağına dair bilgi, ancak Allah katındadır Yağmuru o indirir Rahimlerde olanı o bilir Hiç bir kimse yarın ne kazanacağını bilmez Hiç bir kimse nerede öleceğini de bilmez Şüphesiz Allah "Âlîm'dir, Nabîr'dir" herşeyi çok iyi bilir, her şeyden haberdardır" (Lokman, 31/ 34) Hamdi DÖNDÜREN Cebrail aleyhisselâm, Hz Peygamber'in de aralarında bulunduğu bir sahabe' topluluğuna insan suretinde gelmiş, iman, İslâm, ihsan ve kıyamet alâmetleri gibi bazı soruları Allah Rasûlüne sorarak cevaplarını almıştır İşte Cebrail (as)'in bizzat soru sorarak ve cevaplarını tasdik ederek telkin ettiği bu hadise "Cibril hadîsi" adı verilmiştir Abdullah b Ömer'in, babası Hz Ömer'den naklettiği bu hadis şöyledir: "Bir gün Rasûlullah (sas)'in yanında bulunduğumuz sırada âniden yanımıza, elbisesi bembeyaz, saçı simsiyah bir zat çıkageldi Üzerinde yolculuk eseri görülmüyor, bizden de kendisini kimse tanımıyordu Doğru peygamber (sas)'in yanına oturdu ve dizlerini onun dizlerine dayadı Ellerini de uylukları üzerine koydu Ve: "Ya Muhammed! Bana İslâm'ın ne olduğunu söyle" dedi Rasûlullah (sas): "İslâm; Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in de Allah'ın Rasulü olduğuna şehadet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman ve gücün yeterse Beyt'i hac etmendir" buyurdu O zat: "Doğru söyledin" dedi Babam dedi ki: "Biz buna hayret ettik Zira hem soruyor, hem de tasdik ediyordu" "Bana imandan haber ver" dedi Rasûlullah (sas): Âllah a, Allah'ın meleklerine kitaplarına, peygamberlerine ve ahiret gününe inanman, bir de kadere, hayrına şerrine inanmandır" buyurdu O zât yine: "Doğru söyledin" dedi Bu sefer: "Bana ihsandan haber ver" dedi Rasûlullah (sas): " Allah'a O'nu görüyormuşsun gibi ibadet etmendir Çünkü her ne kadar sen onu görmüyorsan da, o seni muhakkak görür" buyurdu O zat: "Bana kıyametten haber ver" dedi Rasûlullah (sas) "Bu meselede kendisine sorulan, sorandan daha çok bilgi sahibi değildir" buyurdular "O halde bana alâmetlerinden haber ver" dedi Peygamber (sas): "Câriyenin kendi sahibesini doğurması ve yalın ayak, çıplak, yoksul koyun çobanlarının bina yapmakta birbirleriyle yarış ettiklerini görmendir" buyurdu Babam dedi ki: Bundan sonra o zat gitti Ben bir süre bekledim Sonunda Allah Rasûlü bana: "Ya Ömer! O soru soran zatın kim olduğunu biliyor musun?"dedi "Allah ve Rasûlü bilir" dedim "O Cibrîl'di Size dininizi öğretmeye gelmişti" buyurdular (Buhârî, İman 1; Müslim, İman 1) Abdullah b Ömer bu hadîsi Basra' dan Hacc veya Umre için Hicaz'a gelen Yahya b Yamer ve Humeyd b Abdirrahmân el-Himyerî'nin kader hakkında soru sormaları üzerine rivayet etmiştir Basra'da ilk olarak Ma'bed el-Cühenî ve ona tabi olanlar kaderi inkâr etmişler; hâdiselerin, Allâh'ın hiç bir takdir ve bilgisi olmaksızın yeni yeni husûle geleceğini ileri sürmüşlerdir Abdullah b Ömer onları dinledikten sonra şöyle demiştir: "Sen Basra'da onlarla görüştüğün zaman kendilerine söyle ki, ben onlardan uzağım Onlar da benden uzaktır Allah'a yemin olsun ki onlardan birinin Uhud dağı kadar altını olsa da onu hayra harcasa, kadere inanmadıkça Allâh onun hayrını kabul etmez" Sonra Abdullah (ra) yukarıdaki hadisi nakletmiştir (Ahmed Davudoğlu, Sahîh-i Müslim Tercüme ve Şerhi, İstanbul 1977, I, 106) Kader, sözlükte; miktar, meblağ, büyük sayma, güç, kudret ve bir şeyi kısmak anlamlarına gelir Şer'î bir terim olarak; meydana gelecek şeyleri ve o şeylerin ne zaman nerede, ne gibi nitelik ve özelliklerle meydana geleceğini Allâhü Teâlâ'nın takdir ve tahdîd etmesi demektir Takdir buyurduğu şeyleri, zamanı gelince birer birer icad etmesine de "kazâ" denir Bu duruma göre, kader ilim ve irade sıfatına; kaza da tekvin (yaratma) sıfatına döndüğü için kaza ve kadere inanmak, temelde Allâhü Teâlâ'ya imanla eş değerdedir Bütün sıfatlariyle Allah'a iman eden, bunlara da inanmış olursa da, önemine binâen kaza kader meselesi kelâm ilminde ayrıca ele alınmıştır Kader konusunu daha önce Mekke'de öne sürüp, bunu inkâr edenlerin bulunduğu da nakledilir Abdullah b Zübeyr'in ordusu Mekke'de Haccac-ı Zâlim, tarafından muhasara edildiği zaman Kâbe-i Muazzama yanmıştı O zaman bazıları bunun bir ilâhi takdir (kader konusu) olduğuna inanmış, bazıları da Kâbe'nin takdirle yanmadığını söyleyerek kaderi inkâr etmişlerdir (A Davudoğlu, age, I, 106-108) Cibril hadisinde ikinci soru ve cevabı, iman esaslarını bildirir Bunlar altı tanedir: 1) Allah'a iman: Bu iman, Allah'ın varlığını ve hakkında vacip, mümteni; (imkânsız) ve caiz olan bütün sıfatları bilerek tasdik etmekle meydana gelir Bazı kelâm bilginleri Allahu Teâlâ'nın sıfatlarını selbiyye ve sübütiyye olmak üzere ikiye ayırırlar: Selbî sıfatlar altı tane olup şunlardır: a) Vücud: Allah'ın varlığı, b) Kıdem: Ezelî olması, yani varlığının evveli olmaması, c) Bekâ: Ebedî olması, yani varlığının sonu bulunmaması, d) Muhâlefetün li'l-havâdis: Allah'ın varlıklardan hiçbir şeye benzememesi, e) Kıyam bi zâtihi: Varlığının kendisinden olması, f) Vahdaniyet: Allah'ın bir olmasıdır Sübûtî sıfatlar sekizdir: a) Hayat: Allahu Teâlâ'nın diri olması, b) İlim: Her şeyi bilmesi, c) İrade: Her mümkünü caiz olan bir şekle ve vakte tahsis etmesi, d) Kudret: Her şeye gücünün yetmesi, e) Semî': Her şeyi işitmesi, f) Basar: Her şeyi görmesi, g) Kelâm: Ses ve harfe muhtaç olmadan konuşması, h) Tekvin: Var etme, yok etme, yaşatma ve öldürme gibi fiillerin başlangıcı olan bir sıfattır 2) Meleklere iman: Bu, Allah'ın melek denilen, nurdan yaratılmış ve istediği şekle girebilen bir takım masum kulları olduğuna inanmaktır Ban bakımlardan meleklere benzeyen, diğer bir takım görünmez yaratıklar vardır ki, bunlara da "cin" denir Cinler saf ateş alevinden yaratılmış olup, melekler gibi onlar da ağır işleri yapabilir ve istedikleri şekillere girebilirler Yalnız bunlar melekler gibi masum (günah işlemez) değildir Mümini, kâfiri vardır, "yer, içer, ürer ve ölürler " (en-Neml, 27/87; ez-Zümer, 39/68; İnfitar, 82/10-12; el-Kehf, 18/50; er-Rahmân, 55/31; Müslim, Zühd, 10; Ahmed b Hanbel, Müsned, VI, 153, 168; Taberi, XX, 29; İbnü'l-Kayyim el-Cevziyye, Kitâbu'r-Ruh, Haydarâbâd 1357, s 41; İbn Nüceym, el-Eşbâh ve'n-Nezâir, cin bahsi) 3) Kitaplara iman: Allahu Teâlâ, bazı peygamberlerine gerçek ve hükümleri bildiren bir takım ibareye lafızlar indirmiştir ki; bunlara "kitap" denir Büyük kitaplardan Tevrat Hz Musa'ya, Zebur Hz Dâvud'a, İncil Hz İsa'ya, Kur'an-ı Kerîm de Hz Muhammed (sas)'e indirilmiştir Bunlardan başka çeşitli peygamberlere yüz adet suhuf (sahifeler) verilmiştir İşte bütün bu kitaplara iman etmek farzdır (eş-Şûrâ, 42/51; el-A'lâ, 87/67; el-Hıcr, 15/9; Hud 11/49; İsrâ, 17/88) 4) Peygamberlere iman: Allâh'u Teâlâ hazretleri kullarına doğru yolu göstermek için bir takım peygamberler göndermiştir Bunlardan kendilerine kitap ve şerîat verilenlere "Rasul" denir Başka bir peygamberin şeriatiyle amel ve onun getirdiği hükümlerini insanlara bildirmeye memur olanlara ise "nebî" adı verilir İlk peygamber Hz Âdem, son peygamber Hz Muhammed (sas)'dir (en-Nahl, 16/36; en-Nisâ, 4/164; el-Ahzâb, 33/40) 5) Âhiret gününe iman: Âhiret günü haşirden, bütün ölenlerin diriltilmesinden başlayan sonsuz bir gündür Kıyametin kopması, sûrun üfürülmesi, ölülerin diriltilmesi, kitapların verilmesi, mîzanın kurulması, kulların sorguya çekilmesi, havz-ı kevser, şefâat, sırat, Cennet ve Cehennem ahiret gününün muhtevasına dahil olduğundan bütün bunlara inanmak farzdır (Âli İmrân 3/185: Duhân, 44/56; Mü'min, 40/11; Tâhâ, 20/74; el-Bakara, 2/28; et-Tür, 52/45; el-En'âm,6/93; el-Fecr, 89/27-30; eş_Şems, 91/97; ez-Zümer, 39/42; Buhârî, Husûmât, Müslim, Fezâil,10,161, 162; Tirmizî, Kıyâme, 26; Kurtubî Tefsiri, Tûr Sûresi 45 ayetin tefsiri) 6) Kadere İman: Yukarıda kadere imandan söz etmiş, Cibril hadisinin kaderi inkâr edenlerle ilgili bir soru üzerine nakledildiğini belirtmiştik Hadis-i şerifte kadere imana özellikle yer verilmesi, bu konuda ümmetin ileride görüş ayrılıklarına düşeceğini Hz Muhammed (sas)'in bildiğini gösterir (et-Talâk, 65/3; Buhârî, Cenâiz, 83; Tefsîru Sûre, 92/6; Müslim, Kader, 1,8; İbn Mâce, Mukaddime, 10) Hadîs-i şerifte ilk soru İslâm'ın şartlarını telkin için sorulmuştur Bunlar; Allah'tan başka ilâh olmadığına şehadet etmek, namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek ve gücü yeterse hacc etmektir Bu şartlar Kur'an-ı Kerîm'in çeşitli ayetlerinde yer almış ve tekrarlanmıştır (el-Bakara, 2/238; Buhârî, İman 1, 2; Zekât, 41, 63; Meğâzî, 60, Tevhîd, 1 ; Müslim, İman, 19-22; Nesâî, Zekât,1; İbn Mâce İkâme,193; Ahmed b Hanbel, I, 72; Dârimî, Zekât 1) Üçüncü soru "ihsân nedir?" sorusu ve Hz Peygamberin "İhsan, Allah'ı görüyormuşsun gibi Allah'a ibadet etmendir" cevabı, mümini ibadet sırasında manevî âlemlere yüceltmek içindir Her şeklin bir de gerçeği vardır Namaz da bir şekildir O şeklin içindeki gerçek ihsandır Meselâ İslâm'da fıkıh ilmi namazın dış şekli ile uğraşır; tasavvuf ise bu şeklin içindeki gerçeği yani ihsan derecesini bulmaya çalışır İbadeti kuru bir şekil ve beden hareketleri olarak değil, Allah'ın huzurunda bulunduğunu bilerek ve düşünerek yapmak gerekir İbadetin asıl hedefi Allah'u Teâlâ ile bu mânevi diyalogu kurmak ve bunu ibadet süresince devam ettirmektir Hadisteki diğer bir soru kıyamet zamanı ile ilgilidir Hz Peygamber bu konuda soru sorandan daha fazla bilgi sahibi olmadığını bildirmiştir Cenâb-ı Hak kıyametin kopma zamanını gizli tutmuştur İnsanların ileride meydana gelecek bir takım olayları önceden bilmemesi çoğu zaman bir nimettir Müminin önceki tecrübelerine ve bilimin kurallarına göre gerekli önlemleri aldıktan sonra, sonucu Allahu Teâlâ'dan beklemek gerekir Bütün önlemler alınmasına rağmen doğacak olumsuz sonuçlardan insanın sorumluluğu bulunmaz Zaten böyle bir sonucu önleme gücü de insanoğluna verilmemiştir Çünkü o, ancak gücünün yeteceğinden sorumludur Kur'an-ı Kerîm'de beş şeyin insanlardan gizlendiği bildirilir ki, bunlara "muğayyebât-ı hamse*" denir Bunlardan ilki kıyametin kopma zamanıdır "Kıyametin ne zaman kopacağına dair bilgi, ancak Allah katındadır Yağmuru o indirir Rahimlerde olanı o bilir Hiç bir kimse yarın ne kazanacağını bilmez Hiç bir kimse nerede öleceğini de bilmez Şüphesiz Allah "Âlîm'dir, Nabîr'dir" herşeyi çok iyi bilir, her şeyden haberdardır" (Lokman, 31/ 34) |
İslami Sözlük C
CİBT
Cibt'in ne anlama geldiği konusunda çok çeşitli görüşler ileri sürülmüştür "Müfredât" sahibi Râğıb el-İsfahânî'ye göre, "kendisinde hayır bulunmayan her bayağı şeye cibt" denir (el-Müfredât fî Garîbi'l-Kur'an, 85) Buradan hareketle Allah'tan başka ibadet edilen her şeye bu isim verilebilir İmam Suyûtî'ye göre görüşlerin en doğrusu da budur (Mu'terekü'l-Akran fî i'câzi'l-Kur'an, Mısır 1970, II/60) Bazılarına göre Habeşistan dilinde sihirbaz ve şeytan'a "cibt" denilir ve Kur'an'da da bu anlamda kullanılmıştır Kur'an-ı Kerim'in sadece bir yerinde (Nisâ 4/51) geçen bu sözcük "tâğût"la birlikte zikredilmektedir İbn Abbâs'tan nakledilen bir rivayete göre, adı geçen ayette bu sözcükle putlar sözkonusu edilmiştir "Tâğût" sözcüğüyle de, insanları saptırmak için bu putlar hakkında yalan yorumlarda bulunanlar kastedilmektedir (Taberî, Câmiu'l-Beyân, Kahire 1968, V, 131 vd; İbn Kesir, Tefsir, İstanbul 1985, II, 293) Bu konuda daha başka görüşler ileri sürülmüşse de, hepsindeki ortak nokta; cibt'in son derece kötü ve çirkin şeylere bir isim olduğu gibi: Allah'ın vahdaniyyet ve hâkimiyetine karşı çıkan her türlü gayr-i İslâmî şahsiyet, düşünce, hukuk, devlet ve hâkimiyet anlayışını ifade ettiğidir Tâğûtla birlikte aynı ayette zikredilmesi ona bu anlamı kazandırmıştır Ayrıca tefsirlerde cibt'in sihir veya sihirbaz, put veya yönetici anlamına geldiği de ifade edilmektedir |
İslami Sözlük C
CİHÂD
Çalışmak, uğraşmak, çabalamak, gayret sarfetmek İslâm'ın yükselmesi, korunması ve yayılması için her türlü çalışmada bulunmak, uğraşmak, gayret sarfetmek ve bu yolda sıcak ve soğuk savaşa girmektir Daha açık bir ifade ile Allah (cc) tarafından kullarına verilmiş olan bedenî, malî ve zihnî kuvvetleri Allah yolunda kullanmak, o yolda feda etmektir İnsanın maddî-manevî bütün varlığını Allah yolunda ortaya koyarak Hakk'ın düşmanlarını ortadan kaldırmak için savaşması "cihad"dır İslâm'da cihad farzdır Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyuruyor: "Hoşunuza gitmese de düşmanla savaşmak üzerinize farz kılındı" (el-Bakara, 2/216) "Herhangi bir fitne kalmayıncaya ve din yalnız Allah'ın oluncaya kadar onlarla çarpışın " (el-Bakara, 2/193) "Allah'a ve ahiret gününe inanmayan kişilerle savaşınız" (et-Tevbe, 9/29); "Sizinle toptan savaştıkları gibi siz de müşriklerle savaşınız " (et-Tevbe, 9/36) Hz Peygamber (sas)'de "Cihad kıyamete kadar devam edecek bir farzdır" (Ebû Davûd, el-Cihad, 33) buyurmuştur Yalnız, bu farz bazı hallerde farz-ı ayın; bazı hallerde ise farz-ı kifayedir Müslümanlar içinden sadece bir grup cihadın gayesini gerçekleştirebiliyor, müslümanların yurt, mal, ırz, namus ve haysiyetlerini düşmanlara karşı koruyabiliyorsa o taktirde cihad farz-ı kifaye olmuş olur ve diğer müslümanların üzerinden sorumluluk kalkar Şayet fert fert gücü yeten her müslümanın düşmana karşı koyma gereği varsa o zaman farz-ı ayın olur; herkesin bizzat cihâd etmesi icab eder Cihâdın gayesi, yeryüzünden fitneyi kaldırmak ve hakkı yüceltmektir İslâm'da savaş, intikam, öldürme yağma, baskı ve zulüm yapmak için değil: bunları ortadan kaldırmak için yapılır Müslüman olmayanları zorla İslâm'a sokmak yoktur Cihad'dan maksat, insanları baskılardan kurtarmak, İslâm'ın yüce gerçeklerini onlara duyurmak ve kendi rızalarıyla müslüman olabilecekleri onamları hazırlamaktır İslâm'ın gayesi toprak ele geçirmek değildir O yalnız bir bölge ve kıta ile yetinmez İslâm bütün dünyanın saadet ve refahını düşünür Bütün insanlığa, kendisinin beşeri sistemlerden ve diğer dinlerden daha üstün âlemşumül bir din olduğunu göstermek ister Bu yüce maksadı gerçekleştirmek için müslümanların bütün güçlerini seferber eder İşte bu bitmeyen cehd ve uğraşmaya, büyük bir enerji ile çalışma işine ve meşrû bütün yollara başvurma gayretine cihad denir Yeryüzünde zorbalar, batılın ve fitnenin devamını isteyenler, şirk ve müşrikler ile küfür sistemleri var oldukça, onların yeryüzünde yayacakları kötülüklerine karşı bir emniyet olan cihad da devam edecektir Bu bakımdan cihadın İslâm'da önemli bir yeri vardır Hz Peygamber'e, hangi amelin daha faziletli olduğu sorulduğunda, "İman ve Allah yolunda cihad'dır" (Tecrîd-î Sarîh Tercümesi, VII, 445), buyurarak cihadın imandan hemen sonra geldiğine, imanın cihadla varlığını sürdüreceğine işaret etmişlerdir Ayrıca Allah yolunda savaşanları, gazilik ve şehitlik rütbesine erenleri öven ve onlar için büyük nimetler ve dereceler bulunduğunu haber veren birçok ayet ve hadis vardır Müslümanlar savaşı istemezler Ama savaş vukû bulunca sabır ve metanetle savaşırlar Zira Hz Peygamber (sas): "Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyiniz Fakat düşmanla karşı karşıya gelirseniz sabrediniz, direniniz " (Buharî, Cihad, 112, 156, Müslim, Cihad 19, 20; Ebû Davud, Cihad, 89) buyurmuştur Müslümanlar savaş anında Allah'a güvenir ve Allah'ın kendileriyle beraber olduğunu bilirler Onun şu buyruğunu hiç akıllarından çıkarmazlar "Ey peygamber; sana da sana tâbi olan müminlere de Allah yeter " (el-Enfâl, 8/64) İslâmiyet'e göre cihad, bize harp açanlara (el-Bakara, 2/190) verdikleri sözü tutmayıp tekrar dinimize saldıranlara (et-Tevbe, 9/12-13), Allah'a ve ahiret gününe inanmayarak, Allah ve Peygamberin haram kıldığı şeyleri haram kabul etmeyenlere karşı (et-Tevbe, 9/29), yeryüzünde fitneyi söküp atmak ve Allah'ın dinini hâkim kılmak (el-Bakara 2/19) gayesi ile meşrû kılınmıştır Müslümanlar savaş için düşman memleketine girip bir şehri veya bir kaleyi muhasara ettikleri zaman, önce onları İslâm'a davet ederler Kabul ederlerse kendileriyle savaşmazlar Şayet İslâm'ı kabul etmezlerse İslâm devletine cizye vergisi vermesini isterler Verirlerse mal ve can güvenliğini elde ederler Bunu da kabul etmezlerse geriye savaşmak kalır Bu durumda cihad için şu şartlar gerekir: a- Düşman, İslam'a girmeleri için yapılan çağrıyı yahut cizye vermeyi reddetmiş olmalıdır b- Müslümanlarla düşman arasında herhangi bir anlaşma sözkonusu olmamaktır c- Müslümanlarda cihad için gerekli askerî güç siyasî otorite bulunmalıdır Bütün bu hususlar bir araya geldiğinde cihadın farziyeti gerçekleşir O zaman düşmanla yapılacak savaşta şehirler yakılabilir, insanlar öldürülebilir ve düşmanın savaş gücü her şekilde zayıflatılmaya çalışılır Yalnız kadın, çocuk, kötürüm, yaşlı ve körler öldürülmez Barış, İslam devleti için uygun olduğu zaman yapılabilir Düşmana hiç bir şekilde silâh vb savunma vasıtası satılamaz Bir müslüman topluluğu kâfirlere emân verirse, bunlarla, yeryüzünde fesat çıkarma ve İslâm'a saldırma durumu hariç, savaşılmaz Cihad, bizzat sıcak bir savaş olacağı gibi normal şartlarda mal, dil ve kalple de yapılabilir Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: Müminler Allah ve Rasûlüne iman ederler, sonra da şüpheye düşmezler Hak yolunda malları ve canları ile cihad ederler İşte sadakat sahibi kimseler bunlardır" (el-Hucûrât, 49/15) Hz Peygamber (sas) ise: "Müşriklerle mallarınızla, canlarınızla ve dillerinizle cihad ediniz" Allah benden evvel hiç bir ümmete bir nebi göndermemiştir ki, ümmet içinde kendisine yardımcı olan havârîlere, yerleştirdiği geleneklere göre hareket eden arkadaşlara ve emirlerine itaat eden dostlara sahip olmamış olsun Sonra bunları bir nesil takip eder Onlar yapmadıklarını söyler, emredilmeyen işleri yaparlar Bunlarla eli ile fiilen mücadele eden mümindir, dili ile mücadele eden mümindir kalbi ile mücahede eden mümindir Bunun dışında kalanların hardal tanesi kadar da olsa imanları yoktur" (Müslim, İman 20); "Şüphesiz ki mümin kılıcı ve dili ile cihad eder" (İbn Hanbel, VI, 387), buyurmuşlardır İslâmiyet'in ilk devrelerinde müminlere İslâm düşmanlarına karşı yumuşak davranmaları, eziyetlerine katlanmaları müdafaa kasdıyla da olsa karşılık vermemeleri; sadece öğüt vererek İslâm'a davet yolunu takip etmeleri emredilmiştir Bir ayet-i kerimede, "Siz, şimdilik, Allah onlar hakkındaki emrini getirinceye kadar affedin, hoş görün Şüphesiz ki Allah her şeye kâdirdir" (el-Bakara, 2/109) buyurulmuştur Çünkü o zaman müslümanlar sayı ve imkân bakımından son derece zayıftı Düşmana karşı koyacak güçleri yoktu Müslümanların adedi ve kuvveti biraz daha çoğalınca kendilerine ve akidelerine karşı direnenlerle savaşmalarına izin verildi Müslümanlar büsbütün güçlenip düşmanları mağlup edecek seviyeye gelince de cihad müsaadesi verildi " Artık saldırıya uğrayan müminlere zulme uğratıldıkları için cihad etme izni verildi " (el-Hacc, 22/39) Bu izin Medine döneminde olmuştur Ayrıca Allah Teâlâ'nın " Allah uğrunda gereği gibi cihad edin" (el-Hacc, 22/79), buyruğuyla, müslümanların nasıl davranması gerektiği belirlenmiştir " Müminler ancak Allah'a ve Peygamberine iman eden, sonra şüpheye düşmeyen; Allah uğrunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenlerdir İşte onlar doğru olanlardır " (el Hucurât, 49/15) ayetinden de cihadın mal ve canla yapılacağını öğreniyoruz Cihad konusundaki diğer ayet ve hadisler de göz önüne alındığında, cihadın başlıca şu çeşitlere ayrıldığını görürüz: 1- Nefs'e Karşı Cihad Şüphesiz en güç cihad, insanın nefsiyle ve nefsinin arzularına karşı yaptığı cihaddır Müslüman, gerçek cihadı nefsine karşı verir Nefsine karşı cihadı kazanamayan, düşmanın karşısına çıkmak için kendisinde güç ve cesaret bulamaz Hz Peygamber Tebük seferinden dönüşte ashabına şöyle buyurmuştu: " Küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz" (Adûnî, Keşfu'l-Hafâ', I, 425) Bu hadisinde Hz Peygamber, en kalabalık bir ordu ile katıldığı Tebük seferini "küçük cihad" olarak vasıflandırırken; nefse karşı verilecek mücadeleyi "büyük cihad" olarak nitelendirmektedir " Hakiki mücahid nefsine karşı cihad açan kimsedir" (Tirmizî, Cihad, 2) hadîsi de aynı manayı ifade etmektedir Aynı meâlde başka hadis-i şerifler de vardır Bütün bunlar bize, insanın nefsi ile, nefsinin boş ve mânâsız, hatta gayr-ı meşrû istekleri ile mücadele etmesinin cihad olarak değerlendirildiğini göstermektedir 2- İlim İle Cihad Cihad'ın başka bir çeşidi de ilim ile yapılan cihaddır Dünyadaki bütün kötülüklerin sebebi cehalettir Hakk'a ulaşmak isteyen herkesin cehaletten kurtulması, ondan uzaklaşması gerekir Bilginin ortaya koyduğu delillerin gönüller üzerinde icra ettiği tesiri silâh gücü ile temin etmek mümkün değildir Onun için şöyle buyurulmuştur: "Ey Muhammed! İnsanları Rabbi'nin yoluna, hikmetle, güzel öğütle çağır; onlarla en güzel şekilde tartış Doğrusu Rabbin, kendi yolundan sapanları daha iyi bilir O, doğru yolda olanları da en iyi bilir " (en-Nahl 16/125) Temeli ilim yoluyla tebliğ ve davete dayanan İslâmiyette, bu tebliğ faaliyetinin adı "ilim ile cihad"dır Bu usûle "Kur'an ile cihad" da denilir En güzel mücadele şekli Kur'an'ın mücadele şeklidir Bunun için Cenâb-ı Hak: "Sen kâfirlere uyma, uyanlara karşı Kur'an ile büyük bir cihadla cihad et" (el-Furkan, 25/52) buyurmuştur Ayet-i kerimede Kur'an ile cihadın "büyük cihad" olarak belirtilmesi, Kur'an'ın ilim ile cihad konusuna ne kadar önem verdiğini göstermektedir Hak ve hakikatı, en tehlikeli zamanda bile, hiç bir şeyden korkmadan ve çekinmeden olduğu gibi söylemek de bir çeşit cihaddır Rasûlullah (sas) bu konuda şöyle buyurmuştur: "Zalim bir hükümdar karşısında hak ve adaleti açıkça söylemek, büyük bir cihaddır " (İbn Mâce, Fiten, 4011) 3- Mal İle Cihad Mal ile cihad, Allah Teâla'nın insana ihsan etmiş bulunduğu mal ve servetin yine Allah (cc) yolunda harcanması demektir Bilindiği gibi dünyada her iş para ile yapılmaktadır Hakkın korunması ve zafere ulaşılması da yine paraya bağlıdır Bunun için mal ile cihadın önemi büyüktür Müslümanların, İslâm'ın yücelmesi hakkın muzaffer olması için her türlü mal, servet ve paralarını bu yolda fedâ etmeleri mal ile cihaddır Hz Peygamber'in, mal ile cihad hususundaki teşvik edici sözleri ashabı kiramı harekete geçirmiş ve kendileri yoksulluk içinde sıkıntılı bir hayat geçirirken, mal ile cihad farizasını edâ edebilmek için elde avuçta ne varsa getirip Rasûlullah'a vermişlerdir Bu konuda Kur'an-ı Kerîm'de de pek çok ayeti kerîme vardır Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur: "İman edip hicret eden, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad eden, (mücâhidlere) yer veren ve yardım edenlerin hepsi birbirinin vekilidir " (el-Enfal, 8/72) "Allah yolunda mallarınızla, canlarınızla savaşın Bilseniz bu sizin hakkınızda ne kadar hayırlıdır " (et-Tevbe, 9/41) "Allah, mallarıyla, canlarıyla mücadele edenleri derece bakımından oturanlardan üstün kılmıştır " (en-Nisâ, 4/95) 4- Savaşarak Cihad Yapmak Cihad, müslümanlara farıdır Her müslümanın nefsi ile, ilim ve malı ile sürekli cihad yapması, böylece dinin korunması, Hakk'ın galip kılınması için çalışması gerekir Bazen "İ'lây-ı kelimetullah" yani Allah adının yüceltilmesi dinin korunup yayılması içinde elde silâh düşmanla savaşmak icab edebilir Bu en büyük cihaddır ve müslümanlara farzdır Hattâ cihad denildiği zaman ilk akla gelen husus, düşmanla sıcak savaşa girmektir Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Sizinle savaşanlarla; Allah yolunda siz de savaşın Fakat haksız yere saldırmayın" (el-Bakara, 2/190) Bu ilâhi emir Allah yolunda, İslâm uğrunda savaşmanın ve İslâm yurdunu düşmana karşı korumanın cihad olduğunu bize ifade etmektedir Hz Peygamber (sas) de bir hadis-i şeriflerinde; ganimet elde etmek, şan ve şöhrete ulaşmak, mevki ve makam elde etmek için yapılan savaşın cihad olmadığını, cihadın, Allah (cc)'ın adının yüceltilmesi (İ'lây-ı kelimetullah) için yapılan savaş olduğunu haber vermiştir Çağımızda bir takım gruplar her ne kadar savaşsız bir dünyanın özlemini dile getirmekte ve bunun için açık veya gizli savaş aleyhtarı faaliyetler sürdürmekte iseler de, bu hiç bir zaman, binlerce yıldan beri devam eden gerçeği değiştirmeyecek ve savaşlar sürüp gidecektir Cenâb-ı Hak bu değişmez gerçeği aşağıdaki ayet-i kerîmede bize haber vermiştir: "Hoşunuza gitmediği halde, savaş size farz kılındı Hoşunuza gitmeyen bir Şey, hakkınızda hayırlı olabilir Hoşunuza giden bir şey de, hakkınızda kötü olabilir Bunları Allah bilir, siz bilemezsiniz " (el-Bakara, 2/216) "Savaşan, ancak kendi öz canı için savaşmış olur Allah hiç bir şeye muhtaç değildir " (el-Ankebut, 29/6) İslâm dini müslümanlara şerefli bir hayat yaşatmayı hedef edinmiştir Bu sebeple bu dinin emrettiği savaş, savunma savaşı, zâlimlerden mazlumları kurtarma savaşı, her yere adalet götürme savaşı ve müslümanların haysiyetini koruma savaşıdır Kur'an-ı Kerîm'de: "Kendilerine karşı savaş ilân olunduğunda zulme uğrayanlara cihad etmeleri için izin verildi Hak Teâlâ onlara yardıma hakkıyla kadirdir" (el-Hac, 22/39) buyurulup meşrû savunma savaşına izin verilirken her an savaşa hazır olmak da emredilmiştir Savaşın önemini ısrarla belirten İslâm dini ve onun yüce kitabı, barışın da gereğine işaret etmekte, barış teklifi düşmandan geldiği takdirde taviz vermeden teklifin yerine getirilmesini istemektedir: " Eğer onlar barış isterlerse sen de onu kabul et Allah'a güven ve dayan" "Her şeyi işiten, herşeyi hakkıyla gören O'dur Onlar seni aldatmak isterlerse, şunu kesin olarak bil ki, Allah sana yeter Seni,yardımlarıyla ve müminlerle destekleyen O'dur" (el-Enfâl, 8/63) İslâm, müslümanlara yapılan tecavüzlerin hiç birinin karşılıksız bırakılmamasını istemektedir: "O halde, size karşı tecavüz edenlere siz de aynıyla mukabele edin " (el-Bakara, 2/194) Yeryüzünde fitne kalmayıncaya kadar müslümanların cihada devam etmelerini isteyen İslâm, savaş hukukunu da en güzel şekilde tanzim etmiştir Allah Teâlâ'nın: " Andlaşma yaptığınızda Allah'ın ahdini (andlaşma hükümlerini) yerine getirin" (en-Nahl, 16/91) "Haddi aşmayın, Allah haddi aşanları sevmez" (el-Bakara, 2/190) buyurması; Peygamber Efendimiz'in cephe gerisinde bulunan kadın, çocuk, ihtiyar ve din adamlarının öldürülmemesini, savaşçılara işkence edilmemesini çapulculuk yapılmamasını istemesi, İslâm savaş hukukunun temel kuralları olmuştur Dinimizin müslümanlara farz kıldığı cihadın fazileti ve bu emri yerine getirenlerin Allah katında ulaşacakları yücelikler Kur'an-ı Kerim'de şöyle haber verilmektedir: "Allah Teâlâ, Cennet'e karşılık müminlerin canlarını ve mallarını satın aldı Onlar Allah yolunda savaşırlar Savaş meydanında şehît ve gazi olurlar Allah'ın bu öyle bir vâdidir ki, Tevrat'ta da, İncil'de de, Kur'an'da da sabittir Kim Allah'tan daha çok vadini yerine getirir? Yaptığınız bu hayırlı alış verişten dolayı sevinin İşte büyük kurtuluş budur" (et-Tevbe, 9/111) "Ey mü'minler! Sizi çetin bir azabdan kurtaracak bir ticaret yolu göstereyim mi? O da şudur: Allah'a ve Rasûlüne iman eder ve Allah yolunda mallarınızla, canlarınızla savaşırsınız Bir bilseniz bu iş sizin için ne kadar hayırlıdır Bu takdirde Allah sizin günahlarınızı mağfiret eder, altlarından ırmaklar akan cennetlere ve Adn Cennetlerindeki hoş konutlara koyar İşte büyük kurtuluş budur" (es-Saf, 6/10-12) Cihadın fazileti hakkında Hz Peygamber (sas) de şöyle buyurur: "Rasûlullah'a: "-hangi iş daha hayırlıdır?" diye soruldu " Allah'a ve Peygamberine iman etmektir " dedi "-Sonra hangisi faziletlidir, denildi: Allah yolunda cihaddır" cevabım verdi sonra "hangisidir?" sorusuna karşı da: "-Makbûl olan hac'dır, " buyurdu" (Buhâri, İman, 18) Abdullah b Mes'ud şöyle anlatıyor: "Rasûlullah'a: -Yâ Rasûlallah, Allah katında hangi iş daha sevimlidir? diye sordum -Vaktinde kılınan namazdır, dedi -Sonra hangisidir? dedim -Anne ve babana iyilik etmendir, buyurdu Sonra hangisidir? sorusuna da: -Allah yolunda cihaddır, cevabını verdi" (Buhârî, Cihad, 1) Ebû Zerr (ra)'den şöyle rivayet edilmiştir: "-Ya Rasûlallah, hangi amel daha faziletlidir?" dedim "Allah'a iman etmek ve onun yolunda savaşmaktır" buyurdu (Riyâzü's-Sâlihîn, II, 531) Bir adam Peygamberimiz (sas)'e geldi ve: "-İnsanların hangisi efdaldir?" diye sordu Rasûlullah: "-Allah yolunda malı ve canı ile cihad eden mümin kişidir" buyurdu (Buhârî, Cihad, 2) Elde silâh, din ve İslâm diyarı uğrunda hudut boylarında nöbet beklemenin asil bir görev olduğunu ve bunun Allah Teâlâ'yı ziyadesiyle memnun ettiğini bildiren Peygamberimiz (sas) şöyle buyurmuştur: "Hudut ve İslâm diyarının muhafazası için bir gün, bir gece nöbet beklemek, bir ay (nafile olarak) gündüz oruç tutup gece namaz kılmaktan daha hayırlıdır" (Müslim, İmâre,163; Tirmizî, Cihad 2) "İki çeşit gözü, Cehennem ateşi yakmaz: Biri Allah korkusundan ağlayan göz; diğeri Allah yolunda nöbet beklerken uyumayan göz " (Tirmizî, Fezâilü'l-Cihad, 12) Görüldüğü gibi cihad ilâhi bir emir olup kadın erkek bütün müslümanlara farzdır Bu farzı yerine getirenler Cenâb-ı Hakk'ın hoşnutluğunu kazanacak ve ahirette yüce mertebelere ulaşacaklardır Cenâb-ı Hak: "Siz de düşmanlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve (cihad için) başlanıp beslenen atlar hazırlayın" (el-Enfâl, 8/60) buyurarak müslümanlara her zaman cihad için hazırlıklı olmalarını emretmiştir İşte bütün bu ayet ve hadislerin ışığında cihad, dünya ve dünya malı için olmayan, Kelîme-i Tevhîd'in kabulü ve gönüllere yerleşmesi için gösterilen cehd ile bunun neticesinde kazanılan kardeşliğin adıdır Cihad; insanları, kula kul olmaktan kurtarıp Allah'a kul etmeğe davet edişin ve bu uğurda çekilen sıkıntıların adıdır Cihad, insanları, sınıf, zümre, parti ve bütün beşeri hegemonyalardan kurtarıp Allah'ın hâkimiyeti altına gönül rızası ile davet etmenin adıdır Kinsiz, kansız ve mutlu bir İslâm toplumu oluşturmak için gösterilen ihlaslı hareketin adıdır Cihad, her ferdin, kendisini günahlardan arındırıp Allah'a istiğfar etmesi, Allah'a yönelmesi, Allah'a yönelen insanlardan oluşan bir dünya kurması ve bu dünyada kendisi ve insanlar için yalnız Allah'ın hâkimiyetini istemesi ve bunun için devamlı hareket halinde olmasıdır Cihad, eskiden yapılan ve pişmanlık duyulan bütün yanlış işlerin aksini yapma gücüdür Cihad, zimmete geçirilen bütün hakları geri iade edebilmektir Cihad, terkedilen hukukullahı telâfi etmektir Cihad, nefis ve bedendeki her türlü taklidi terk etmektir Rasûlullah (sas)'ın torunu Hz Hasan der ki: "Adam Allah uğrunda cihad eder Halbuki bir kılıç vurmamış bulunur Sonra Allah uğrunda cihadın hakkı da; hak ve ihlâsa yakın bulunması, haksızlıktan ve kötü niyetlerden gücü yettiği oranda kusur ve ilgisizlikten uzak bulunmasıdır" Cihad, insanları baskı ve zorlamadan korumak ve kurtarmaktır Zorlama ve baskı olmayan İslâm'a, insanları davet ederek Allah'ın adını yüceltmektir Cihad, herkesi, mensubu olduğu akîdeden zorla çıkarmaya çalışmayıp, hakkın kabulü ve yayılışına engel olmak isteyen ve gücünün yettiğine baskı yapan hak düşmanlarının kovulması ve her türlü engelin kaldırılması ile, sağlam kalp ve dosdoğru düşünen bir akıl için belirlenmiş en güzel nizamı, yani İslâm'ı hâkim kılmaktır Cihad, Hz Peygamber (sas)'in yaşayıp tebliğ ettiği İslâm'a yapışarak Allah yolunda kendini ve malını feda etmiş, orta yolu seçmiş, aşırılıktan sakınmış ilâh olarak Allah'ı ve onun hâkimiyetini tanımış, İslâm'ı bütün dinlerin üstünde ve tamamlanmış tek din kabul ederek bu dini müdafaa ve yaşanılır kılmak için çalışmak demektir Bunun için İslâm'da mutlak surette, öldürme, intikam, din değiştirmeye zorlama yoktur Düşmanı yenmek, onun kuvvet ve gücünü bertaraf edip, dinde serbest olarak Allah'ın hükmüne tabi tutmaktır ki, işte Allah'ın adını yüceltmek için yapılan cihad şekillerinden birisi de budur Cihad, ne bir savunma savaşı ne düşmana saldırıda bulunup onu imha etme savaşıdır Kıtal ve kan dökme değildir Yahut bir üstünlük ve egemenlik kurarak insanları boyunduruk altına alma savaşı da değildir İnsanlarla mücadele ve insanlar arası savaş ilişkilerini anlatan pek çok kelime varken, İslâm bu kelimeleri cihad kavramı yerine kullanmadı Meselâ, harp, kıtal, ezâ kelimeleri cihad kelimesinin yerini tutmamaktadır İslâm niçin eskiden Araplar'ın kullandığı harp vb gibi kelimeleri almadı da yepyeni bir ifade olan cihad tabirini aldı Bunun birinci sebebi, harp tabiri şahsi menfaatler, polemik oyunlar için ateşi sönmeyen, yangını çağlar boyu milletlerin, kabilelerin içinden çıkmayan kıtal anlamında kullanılmıştır Harplerde genellikle, kişisel ve toplumsal kinler hâkim olmuştur Harplerde fikir endişesi, bir akîdeyi galip kılma çabası göze çarpmaz Cihad Allah İçindir ve Allah Yolundadır İslâm'da cihad, hedefsiz, gayesiz bir savaş değildir İslâm'da cihad yalnız Allah yolunda olur Bu şart, cihaddan ayrılmaz İslâm'ın kendi hedeflerine varmak için niçin harp veya başka bir kelimeyi değil de; "cihad" kelimesini seçtiğini belirtirken, cihadın diğer kelimelerden farklı olduğunu ifade ettik Bu farklılığı sağlayan bir hususiyet de "Allah yolunda" ifadesinin ve kavramının cihad kelimesinin içinde bulunmasındandır "Allah yolunda" tabiri de İslâm'ın kendi mefkûresi için kullandığı terimler sözlüğünden bir terimdir Bu terimi de bir çok kişi yanlış anlamış, halkı İslâm inancına boyun eğdirip, İslâm'ı kabul ettirip bunun için zorlamak olduğu düşüncesini "Allah yolunda cihad" olarak düşünmüşlerdir Gerçekte, "Allah yolunda" terimi, İslâm kavramları içinde onların düşündüğünden çok geniş bir anlam belirtir "Allah yolunda cihad" batılıların anladığı manada kutsal bir savaş değildir İslâm nazarında, toplumun fayda ve mutluluğu için, geçici dünya arzusunda bulunmadan yapılan her hareket "Allah yolunda"dır Allah'ın sana verdiği malları geçici dünyalık faydalar umarak sarfedersen bu "Allah yolunda" olmak değildir Ama sırf Allah rızası için, bildiğin muhtaçlara yardım edersen şüphesiz ki bu "Allah yolunda" bir iştir İşte bu "Allah yolunda" terimi, yalnız İslâm'a mahsus; maddi menfaat ve arzulardan uzak, sırf Allah rızası umulan davranışlar için kullanılır Bunu yapan kimse bilir ki mümin kardeşlerinin saadeti için yaptığı her iş Allah rızası içindir Müminin geçici dünya hayatında istediği tek husus Allah Teâlâ'nın rızasını kazanmaktan başka bir şey değildir İşte yüce Allah, bu anlama işaret etmek için cihadı, "Allah yolunda" kaydıyla sınırlamıştır İslâm'ın istediği de budur Müslüman topluluk veya fert, batıl ve beşerî sistemleri yıkıp, yerine İslâm akîdesine dayalı bir sistemi getirirken, harcayacakları çabaları ve yapacakları her türlü fedakârlıkları, kişisel çıkarlardan, nefsânî arzulardan uzak tutmalıdır Bütün çırpınmalarının karşılığı olarak, hak ölçülerine uygun, adaleti istemekten başka bir şey gözetmemelidirler Mümin, yaptığı şeylerin karşılığını bu dünyada beklemez Allah'ın kelâmını yüceltmek için, bu bitmeyen mücadelenin, dinmeyen savaşın karşılığında; mal, mülk, şan, şeref, rütbe, geçici dünyalık elde etme düşüncesi aklından geçmez "İnananlar Allah yolunda savaşırlar, küfredenler ise tâğût yolunda savaşırlar" (en-Nisâ, 4/76) Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, Allah, ancak kendi rızası için olan cihadı kabul eder Nefsânî arzulardan, kavmiyetçi kinlerden, kabilecilik taassubundan kopan savaşı değil Yeryüzündeki her canlı, hayatını devam ettirmek için çırpınıp durur Fıtrî gayesine ulaşmak için gece gündüz demeyip çalışır fakat müslümanın çırpınış ve çalışması başka gayelere yöneliktir İşte İslâmî cihad budur |
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.