ForumSinsi - 2006 Yılından Beri

ForumSinsi - 2006 Yılından Beri (http://forumsinsi.com/index.php)
-   Tarih / Coğrafya (http://forumsinsi.com/forumdisplay.php?f=656)
-   -   Türkiye Tarihi (http://forumsinsi.com/showthread.php?t=1029656)

Prof. Dr. Sinsi 11-04-2012 12:30 AM

Türkiye Tarihi
 
27 Mayıs Devrimi « Türkiye Tarihi
Türk Silâhlı Kuvvetleri'nin 27 Mayıs 1960'la siyasî iktidara elkoyması olayı ve bunun sonucunda gerçekleşen siyasî ve sosyal değişiklikler.

İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra, değişen dünya koşullarının da etkisiyle, Türkiye'de çok partili demokratik düzene geçildi (1946). Siyasette demokratik özgürlüklerin, ekonomide liberal görüşün savunucusu olan Demokrat Parti 1950 seçimlerini kazanarak iktidara geldi; 1954 seçimlerinde daha büyük bir çoğunluk kazandı. Türkiye'de demokrasi işlemeğe başlamış, ne var ki gerekli kanun değişiklikleri yapılmamıştı. Vaat etmiş olmasına rağmen Demokrat Parti de antidemokratik kanunları kaldırmağa, yeni rejimin gereği olan kurumları ve özgürlükleri yerleştirmeğe yanaşmıyordu.

İktidarın, 1954 ertesi T.B.M.M.'de ezici bir üstünlük sağlamış ve bu üstünlüğünü antidemokratik bir yönde kullanmağa başlamış olması (özgürlüklerin kısıtlanması, devlet radyosunun parti organı gibi kullanılması, muhalefete, basına ve aydınlara karşı baskı uygulanması), 1957'de ağırlaşan ekonomik bunalımın da etkisiyle, ülkede siyasî havayı giderek elektriklendirmişti. 1957 seçimlerinden hemen sonra başlayan olaylar, muhalefet partilerinin de katkısıyla, ulusal birliği tehdit eder duruma gelmişti.

Türk ulusunun birliğini, ülke bütünlüğünü ve cumhuriyeti korumakla görevli olan Türk Silâhlı Kuvvetleri, «kardeş kavgasına son vermek» sloganıyla 27 Mayıs 1960 günü, kansız bir hükümet darbesi yaparak, Demokrat Parti iktidarını devirdi, cumhurbaşkanını, başbakan ve bakanları, D.P. milletvekilleriyle parti yöneticilerini ve diğerlerini tutukladı, iktidara fiilen elkoydu.

MİLLİ BİRLİK İKTİDARI

Devrimin amacı kötü gidişi durdurarak demokratik -özgürlükçü bir düzen kurmaktı. Bunun için «insan hak ve özgürlüklerini, ulusal dayanışmayı, sosyal adaleti, bireyin ve toplumun hu/.ur ve refahını gerçekleştirmeyi» öngören bir Anayasa yapmak gerekiyordu. Devrim hareketi sonucunda iktidara gelen ve subaylardan oluşan Millî Birlik Komitesi gerekli hazırlıklara girişti. Bir Kurucu Meclis toplandı. Bu meclis yeni bir Anayasa hazırladı ve kabul etti. Kabul edilen Anayasa halkoyuna sunuldu ve halk tarafından da onaylandı (1961). Aynı yıl seçimler yapıldı ve Silâhlı Kuvvetler iktidarı sivil yönetime devretti.

Özgürlükçü demokratik düzenin temel öğeleri olarak, yasaların Anayasa'ya uygunluğunu denetleyen Anayasa Mahkemesi ve çift meclis sistemi bu dönemde kuruldu; çalışanların haklarını savunan sendikalar, grev ve toplu sözleşme haklarını daha etkili olarak kullanmağa başladılar; basın özgürlüğü gerçekleşti, üniversitelerin özerkliği, hâkimlerin güvencesi sağlandı.

Bu arada, Yassıada duruşmalarında, özel bir kanunla kurulmuş Yüksek Adalet Divanı'nca ve topluca yargılanan D.P. sorumluları, çeşitli cezalara çarptırıldılar: içlerinden üçü (başbakan Adnan Menderes, dışişleri bakanı Fatih Rüştü Zorlu ve maliye bakanı Hasan Polatkan) idam edildiler; çeşitli hapis cezalarına mahkûm edilenler, ülkede sivil iktidarın yeniden kurulmasından sonra çıkarılan bir af kanunundan yararlandılar ve siyasî haklarını da elde ettiler.

MİLLİ BİRLİK KOMİTESİ

27 Mayıs 1960'la Türk Silâhlı Kuvvetleri adına ülkeyi yönetmek ve yasama görevini yapmak üzere kuruldu. Devrim hareketine katılan her sınıftan çeşitli rütbede 37 subaydan oluşan komitenin başkanı orgeneral Cemal Gürsel, aynı zamanda devlet başkanı ve Silâhlı Kuvvetler başkomutanıydı. Komite üyelerinin 14'ler dışında kalan kısmına yeni Anayasa ile süresiz olarak Cumhuriyet Senatosu üyeliği hakkı verildi. Bunlara tabii ve temelli senatör de denir.

14'LER OLAYI

Millî Birlik Komitesi üyelerinden bir kısmı iktidarın kısa sürede sivil yönetime devredilmesine karşıydı Bunlara göre devrim yönetimi birkaç yıl daha iktidarda kalmalı, temel reformların hepsini yapmalı, ondan sonra iktidarı sivil yönetime bırakmalıydı. Komitenin çoğunluğu ana amacı göz önüne alarak bunu kabul etmedi ve azınlıkta kalan 14 üye 13 kasım 1960 gecesi tutuklanarak yurt dışına gönderildi; ondörtler elçilik danışmanı olarak görevlendirildikleri ülkelerde bir süre kaldıktan sonra yurda dönmelerine izin verildi.

Prof. Dr. Sinsi 11-04-2012 12:30 AM

Türkiye Tarihi
 
Ali Fuat Cebesoy « Türkiye Tarihi
1882 yılında İstanbul'da doğdu. Babası İsmail Fazıl Paşa'nın gönülsüzlüğüne rağmen, girdiği Harp Okulu'nda Mustafa Kemal ile aynı sınıfa düşmesi bir bakıma gelecekteki kaderini çizmiş oldu.

Cebesoy'un Beyrut'ta başlayan kıta hizmetleri, 1908'deki Roma Askeri Ateşeliği dışında, çok hareketli geçti. Trablus'ta savaş başlar başlamaz (1911) oraya ilk gidenler arasındaydı. Balkan Savaşı sırasında Karadağ'da, Yanya Kalesi'nde, Pista ve Pisani Savaşlarında, 1. Dünya Savaşı'nın başında tümen komutanı olarak katıldığı Kanal Hareketi'nde, büyük başarılar gösterdi.

İstanbul Hükümeti'nin İçişleri Bakanı, Mustafa Kemal'in görevsizliğini bir genelgeyle açıklayınca, Ali Fuat Paşa da kendi bölgesindeki valilere ve mutasarrıflara kendisinden gelecek emirlere göre hareket edilmesini bildirdi (1919). Ayrıca, her tarafta Müdafaa-i Hukuk ve Reddi İlhak Cemiyetlerinin kurulacağını ilgililere hatırlattı. Bu çabaları takdirle karşılandığı için, Sivas Kongresi sonrasında Cebesoy, Umum Kuvay-ı Milliye Komutanı olarak görevlendirildi.

Kendisini çekemeyenlerce Çerkes Ethem taraftarlığıyla suçlandı. Doğru olmadığı sonradan belgelerle ortaya konan bu suçlama üzerine, ayaklanmaların bastırılmasından sonra, Ankara'ya çağrılarak Moskova Büyükelçiliği'ne atandı. Mustafa Kemal'in talimatını yerine getirmekle yükümlü olduğu bu zor görevi başarıyla yürüttü ve 10 Mayıs 1921'de Ankara'ya dönerek Meclis'te siyasi çalışmalarına başladı.

Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Başkanlığı'nı yaptı. 1925'te Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın kurucuları arasında yer aldı. Ertesi yıl (1926) İzmir Suikasti dolayısıyla Ali Fuat Paşa da tutuklandı, yargılandı ve beraat etti.

Cebesoy'un ikinci dönem siyasi hayatı, İnönü'nün cumhurbaşkanlığı yıllarında başladı. Milletvekili olarak tekrar Meclis'e girdikten sonra Bayındırlık Bakanlığı (1939-1943) ve bir ara TBMM Başkanlığı da (1947-1950) yaptı. 1968 yılında öldü.

Prof. Dr. Sinsi 11-04-2012 12:30 AM

Türkiye Tarihi
 
Anıtkabir « Türkiye Tarihi
20. yüzyılın en büyük dehalarından biri olan, ulu önder Mustafa Kemal Atatürk�ü 10 Kasım 1938 tarihinde kaybettiğimizde bütün ülke yas içindeydi. Bu yüce insana yakışır bir anıt mezarın yapımı, her büyük anıt gibi yıllar alacağı için Ankara Etnografya Müzesi, Atamıza geçici bir istirahatgâh oldu.

Anıt mezar için, öncelikle bir yer seçimi gerekmekteydi. 6 Aralık 1938�de oluşturulan bir ön komisyon Ankara�da sekiz ayrı noktayı inşaat yeri olarak belirledi. Üzerinde en çok durulan yer, Atatürk�ün çok sevdiği Çankaya idi. TBMM tarafından kurulan ve kesin yer tespitini yapacak olan büyük komisyon, Trabzon Milletvekili Mithat Aydın�ın önerisiyle, o yıllarda üzerinde meteoroloji istasyonu olduğu için Rasattepe olarak adlandırılan alanı mezar yeri için uygun gördü. Rasattepe, topografik konumu sayesinde, kentin uç noktaları olan Dikmen�den Etlik�e kadar geniş bir alan içerisinde görülebiliyordu.

Yer seçiminin kesinleşmesinin ardından, Anıtkabir�in projelendirilmesi için Başbakanlık Müsteşarı'nın başkanlığında yeni bir komisyon kuruldu ve 31 Ekim 1941�de uluslararası bir yarışma açıldı. İlke olarak, projelerin "Atatürk�ün adı ve kişiliği altında Türk Ulusu'nu sembolize etmesi" isteniyordu. Bir yıllık sürenin sonunda yarışmaya 49 proje katıldı. Sonuçta, bilimsel kurul, Alman Prof. Johannes Kruger, İtalyan Prof. Arnoldo Foschini ve Türk mimarlar Prof. Emin Onat ile Doç. Dr. Orhan Arda�ya ait üç projeyi seçti.

Uygulama kararı, Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti�ne aitti. Hükümet tarafından, Prof. Dr. Emin Onat ve Doç. Dr. Orhan Arda ikilisinin projelerinin uygulanmasına karar verildi.

Bu büyük yapının inşaasında en önemli malzeme olan travertenler, Ankara�nın Haymana, Mahköy ve Papazderesi, Çankırı�nın Eskipazar, Kayseri�nin Pınarbaşı Yörelerinden; mermerler ise Afyon, Çanakkale, Bilecik, Adana ve Hatay�dan getirtildi.

Yapı işleri belli bir aşamaya geldikten sonra, Anıtkabir�de yapılacak heykel, kabartma, yazı ve kitabeler için yeni bir yarışma açıldı. Sözkonusu eserlerde, Kurtuluş Savaşı ve Atatürk Devrimleri konu alınacaktı.

Bütün bu çalışmalar, 9 Kasım 1953 tarihinde bitirildi. Atamız, tam 15 yıl sonra, 10 Kasım 1953 tarihinde, Ankara Etnografya Müzesi�nden ebedî istirahatgâhına taşındı.

Bu yüce insanın ziyaretçileri, ona yakışır bu yapıya, ormanlık bir alanın içinden çiçeklerle bezeli bir yoldan geçerek girerler. 26 basamaklı geniş merdivenleri çıkarken Hürriyet ve İstiklal Kulelerinin önündeki, Hüseyin Özkan tarafından yapılmış heykel grupları görünmeye başlar.

Kuleler ve heykellerin bitiminde beliren 262 metre uzunluğundaki traverten döşeli Aslanlı Yol, ziyaretçileri Ata�nın yüce katına hazırlar. Anadolu�da kurulmuş en eski devlet olan Hitit heykel sanatı üslubundaki aslanlar, yolun her iki tarafında altışar çift olarak (24 tane) sıralanmıştır.

Hüseyin Özkan tarafından hazırlanan aslanlar, sükûneti, kuvveti ve koruyuculuğu simgeler. Aslanli Yol�un sonunda 80x130 m�lik dikdörtgen meydan, tören alanı olarak hazırlanmıştır. Bu alan, 40 bin kişi kapasitelidir. Tören alanındaki sağlı sollu merdivenlerle, mozolenin bulunduğu Şeref Holü�ne ulaşılır.

Anıtkabir�in bütün olarak en önemli bölümü, mozolenin bulunduğu 20 metrelik dev sütunlar (önde ve arkada 8, yanlarda 14�er tane) üzerine kurulmuş olan anıtsal Şeref Holü kısmıdır. Buraya 42 basamaklı, 44 metre enindeki merdivenlerle çıkılır. Merdivenlerin orta noktasında Atamızın "Hakimiyet Kayıtsız Şartsız Milletindir" sözlerinin yeraldığı, Hitabet Kürsüsü bulunur. Merdivenlerin bitiminde Şeref Holü�ne ulaşılır.

Atatürk, Şeref Holü�nün altındaki bölümde, yeşil ve altın renkli mozaiklerle kaplı sekizgen odada, doğrudan toprağa kazılmış bir mezarda yatmaktadır. Burada, yurdun bütün illerinden getirtilen topraklar aynı tür kaplar içerisinde mezarın etrafına yerleştirilmiştir.

Resmi törenlerin yapıldığı Şeref Holü�nde sembolik bir mermer mezar yeralmakta ve törenlerde bu mezar önünde saygı duruşunda bulunulmaktadır.

Gümüşhane�den getirtilen 32 ton ağırlığındaki kırmızı, siyah ve beyaz renkleri içeren tek parça mermerden yapılma Atatürk�ün sembolik lahitinin arkasındaki tüm cepheye, devasa bir pencere açılmış, böylece dışarıdan vuran ışıkla ziyaretçinin dikkati ilk önce lahit etrafına toplanmıştır. Pencereden, Ankara Kalesi görünmektedir. Lahit bölümünün basık tonozlu örtüsü,altın yaldız mozaikle işlenmiş kilim motifli bezemeyi içerir.

Şeref Holü�nün yan galerileri ve zemini, 15-16. yüzyıl halı ve kilimleri üzerine araştırma yapan Nezih Eldem�in tasarladığı motiflerden oluşan renkli mozaiklerle süslüdür. Mozole kolonatlarında ve kuleler arasında kalan tavanlarda, Tarık Levendoğlu tarafından yapılmış freskler bulunmaktadır.

Şeref Holü�nün sol dış duvarında, Atatürk�ün Gençliğe Hitabesi ile sağda, Onuncu Yıl Nutku�ndan alınan ve "Ne Mutlu Türk�üm Diyene" sözleriyle biten konuşmasından alıntılar, Emin Barın tarafından hazırlanmıştır.

1981 yılında Atatürk�ün 100. doğum yıldönümü dolayısıyla, "Ata�nın Türk Ordusu'na Mesajı" Şeref Holü�nün girişinin sağ tarafındaki duvara; İsmet İnönü�nün Atatürk�ün ölümünün ardından yaptığı taziye konuşmaları ise onun karşısına ilave edilmiştir.

Mozolenin içinde bulunduğu Şeref Holü�nden çıkışta, Amerika�da yaşayan bir vatandaşımız tarafından gönderilen 33,5 metre boyundaki tek parça çelikten bayrak direği ile Anıtkabir�in görkemli kuleleri belirir. Ulusumuzun ve devletimizin varoluşunda büyük etkileri olan kavramları temsil eden kuleler; Mehmetçik, Müdafaa-i Hukuk, Zafer, Barış, 23 Nisan, Misak-ı Milli, İnkilap ve Cumhuriyet Kuleleri olarak adlandırılmışlardır.

Anıtkabir�in en geniş alanını oluşturan, tören alanının etrafı revaklarla çevrilidir. Revakların arkasındaki bölümler, Atatürk�ün özel eşyalarının sergilendiği müze ve sergi salonu ile idari kısımlar olarak düzenlenmiştir.

Anıtkabir, Cumhuriyet tarihimiz içinde 1940-1950�li yılları kapsayan, yabancı mimari akımlara karşı gelişen anlayışın zarif, yalın ve estetik bir örneğidir. Türk mimar ve heykeltraşları, yarattıkları modern çizgilerle Anadolu�nun tüm geçmiş kültürlerine sahip çıkarak, Atamıza yakışan bu yapıyı ulusumuza kazandırmış, onun kaybından duyulan üzüntüyü Anıt�a gelenlerin hissedebildikleri yoğun bir sevgiye dönüştürebilmişlerdir.

Prof. Dr. Sinsi 11-04-2012 12:31 AM

Türkiye Tarihi
 
Atatürk'ün Anısına Söylenenler « Türkiye Tarihi
Atatürk, bu yüzyılın büyük insanlarından birinin tarihi başarılarını, Türk halkına ilham veren liderliğini, modern dünyanın ileri görüşlü anlayışını ve bir askeri lider olarak kudret ve yüksek cesaretini hatırlatmaktadır. Çöküntü halinde bulunan bir imparatorluktan özgür Türkiye'nin doğması, yeni Türkiye'nin özgürlük ve bağımsızlığını şerefli bir şekilde ilan ve o zamandan beri koruması, Atatürk'ün ve Türk halkının işidir. Şüphesiz ki, Türkiye'de giriştiği derin ve geniş inkılaplar kadar, bir kitlenin kendisine olan güvenini daha başarı ile gösteren bir örnek yoktur. John F.KENNEDY (A.B.D. Başkanı, 10 Kasım 1963)

O, Türkiye'nin önceki kuşaklarından hiç birine nasip olmayan özgürlük ve güven dolu bir hayat sağladı. Başarıları, Türkiye'nin Avrupa devleti olmasını sağladı, Yakın Doğu'nun tarihini değiştirdi. The Times Gazetesi-Ingiltere

İngiltere önce, cesur ve asil bir düşman, sonra da sadık bir dost olarak tanıdığı büyük adamı selamlamaktadır. Sunday Times-İngiltere

Savaşta Türkiye'yi kurtaran, savaştan sonra da Türk Milleti'ni yeniden dirilten Atatürk'un ölümü, yalnız yurdu için değil, Avrupa için de büyük bir kayıptır. Her sınıf halkın O'nun ardından döktüğü içten gözyaşları, bu büyük kahraman ve modern Türkiye'nin Ata'sına değer bir görünümden başka bir şey değildir. Winston CHURCHILL İngiltere Başbakanı

Atatürk gibi insanlar, bir nesil için doğmadıkları gibi belli bir devre için de doğmazlar. Onlar, önderlikleriyle yüzyıllarca milletlerin tarihinde hüküm sürecek insanlardır. Tahran Gazetesi-İran

Mustafa Kemal Atatürk, kuşkusuz 20. yüzyılda Dünya Savaşı'ndan önce yetişen en büyük devlet adamlarından biri, hiç bir millete nasip olmayan cesur ve büyük bir inkılapçı olmuştur. Ben Gurion-Israil Başbakanı (1963)

Atatürk'ün ölümü ile Yakın Doğu'nun gelişmesine birinci derecede etken olan son derece kuvvetli bir şahsiyet kaybolmuştur. Tribuna Gazetesi-Italya

Kemal Atatürk, yalnız bu yüzyılın en büyük adamlarından biri değildir. Biz Pakistan'da, O'nu geçmiş bütün çağların en büyük adamlarından biri olarak görüyoruz. Askeri bir deha, doğuştan bir lider ve büyük bir yurtsever. Eyüp Han-Pakistan Cumhurbaskanı

Şöhreti bütün cihana yayılmış olan tecrübeli Başkan'ın yönetimi, herkesin sevgi ve saygısını çeken büyük Türk Milleti'nin milli bağımsızlığını devamlı bir başarı ile kuvvetlendirmiş ve yeni milli yapısını yaratmıştır. Sovyet Başbakanı Kalinin

Prof. Dr. Sinsi 11-04-2012 12:31 AM

Türkiye Tarihi
 
Atatürk Devrimleri « Türkiye Tarihi
I. Siyasal Devrimler:

Saltanatın kaldırılması (1 Kasım 1922)
Cumhuriyet'in ilanı (29 Ekim 1923)
Halifeliğin kaldırılması (3 Mart 1924)
II- Toplumsal Yaşayışın Düzenlenmesi:

Şapka iktisası (giyilmesi) Hakkında Kanun (25 Kasım 1925)

Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Seddine (kapatılmasına) ve Türbedarlıklar ile birtakım unvanların men ve ilgasına dair kanun (30 Kasım 1925)

Beynelmilel (uluslararası) Saat ve Takvim Hakkındaki Kanunların Kabulü (26 Aralık 1925). Kabul edilen bu kanunlarla Hicri ve Rumi Takvim uygulaması kaldırarak yerine Miladi Takvim, alaturka saat yerine de uluslararası saat sistemi uygulaması benimsenmiştir.

Beynelmilel (uluslararası) Erkamın (Rakamların) Kabulü Hakkındaki Kanun (20 Mayıs 1928)

Ölçüler Kanunu (1 Nisan 1931). Bu kanunla ölçü birimi olarak uygar ulusların kullandıkları metre, kilogram ve litre kabul edilmiştir.

Lakap ve Unvanların Kaldırıldığına Dair Kanun (26 Kasım 1934)

Bazı Kisvelerin Giyilemeyeceğine Dair Kanun (3 Aralık 1934). Bu kanunla din adamlarının, hangi dine mensup olurlarsa olsun, mabet ve ayinler dışında ruhani kisve (giysi) taşımaları yasaklanmıştır.

Soyadı Kanunu (21 Haziran 1934)

Kemal Öz Adli Cumhurreisimize Atatürk Soyadı Verilmesi Hakkında Kanun (24 Kasım 1934)

Kadınların medeni ve siyasi haklara kavuşması:

Medeni Kanun'la sağlanan haklar (17 Şubat 1926)

Belediye seçimlerinde kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanıyan kanunun kabulü (3 Nisan 1930)

Anayasa'da yapılan değişikliklerle kadınlara milletvekili seçme ve seçilme hakkının tanınması (5 Aralık 1934)

III- Hukuk Alaninda Yapılan Devrimler:

Seriye Mahkemelerinin Kaldırılması ve Yeni Mahkemeler Teşkilatının Kurulması Kanunu (8 Nisan 1924)
Türk Medeni ve Borçlar Kanunu (17 Şubat 1926)
Ceza Kanunu (1926)
Hukuk Muhakemeleri Usulü Kanunu (1927)
Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu (1929)
İcra ve Iflas Kanunu (1923)
Kara ve Deniz Ticareti Kanunu (1926, 1929)
Dini hukuk sisteminden ayrılarak laik çağdaş hukuk sisteminin uygulanmasına başlanmıştır.
IV. Eğitim ve Kültür Alanında Yapılan Devrimler:

Tevhid - i Tedrisat (Öğretimin Birleştirilmesi) Kanunu (3 Mart 1924). Bu kanunla Türkiye dahilindeki bütün bilim ve ögretim kurumları Milli Eğitim Bakanlığı'na bağlanmıştır.

Yeni Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun (1 Kasım 1928)

Türk Tarihi tetkik Cemiyeti'nin Kuruluşu (12 Nisan 1931). Cemiyet daha sonra Türk Tarih Kurumu adını almıştır (3 Ekim 1935). Kültür alanında yeni bir tarih görüşünü ifade eden kurumun kuruluşu ile ümmet tarihi anlayışından millet tarihi anlayışına geçilmiştir.

Türk Dili Tetkik Cemiyeti'nin Kuruluşu (12 Temmuz 1932). Cemiyet daha sonra Türk Dil Kurumu adını almıştır (24 Ağustos 1936). Kurumun amacı, Türk dilinin öz güzelliğini ve zenginliğini meydana çıkarmak, onu dünya dilleri arasında değerine yaraşır yüksekliğe eriştirmektir.

İstanbul Darülfünunu'nun kapatılmasına, Milli Eğitim Bakanlığıi'nca yeni bir üniversite kurulmasına dair kanun (31 Mayıs 1933). İstanbul Üniversitesi 18 Kasım 1933 günü öğretime açılmıştır.

V. Ekonomi Alanında Devrimler:

Aşarın kaldırılması, çiftçinin özendirilmesi, örnek çiftliklerin kurulması
Sanayiyi Teşvik Kanunu'nun çıkarılarak sanayi kuruluşlarının kurulması
I. ve II. Kalkınma Planları'nın (1933, 1937) uygulamaya konulması
Yurdun yeni yollarla donatılması

Prof. Dr. Sinsi 11-04-2012 12:31 AM

Türkiye Tarihi
 
Atatürk İlkeleri « Türkiye Tarihi

Cumhuriyetçilik İlkesi

Bir ülkede en üst otorite, kuvvet ve kudret devlete aittir. Her türlü yaptırım devlet tarafından kullanılır. Egemenliğe dayanarak kullanılan hak ve yetkiler kime ait olacaktır. Bu soruya karşılık Atatürk "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir" cevabını vermiştir.

Cumhuriyeti ilan eden Atatürk; demokratik cumhuriyetin ilkeleri olan tüm devrimleri gerçekleştirerek sistemi oturtmuştur. Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin sonsuza dek, çağdaş uygar devletler arasındaki yerini her zaman koruyacağım şu tarihi sözleriyle belirtmiştir: "Türkiye Cumhuriyeti, cihanda işgal ettiği mevkie layık olduğunu eserleri ile ispat edecektir. Türkiye Cumhuriyeti mesut, muvaffak ve muzaffer olacaktır. Benim fani vücudum elbet bir gün toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar ve muzaffer olacaktır."

Milliyetçilik İlkesi

Atatürk Milliyetçiliği; eskinin Ümmetçilik ve Osmanlıcılık akımının yerine, Türklük milli bilincine varmış, yurttaşlık bağlarıyla Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan, vatanın ve milletin birlik ve bütünlüğünü kavramış; ırkçılığı, zümreciliği ve bölgeciliği reddeden bir milliyetçiliktir. Türk milletini bir araya getiren etmenler ve tarihi gerçekler şunlardır,

a) Siyasal varlıkta birlik,
b) Dil birliği,
c) Yurt birliği,
d) Köken ve soy birliği,
e) Tarihi yakınlık,
f) Ahlaki yakınlık.

Halkçılık İlkesi

Atatürk halkçılığın esasım şöyle belirtiyor: "Bizim görüşlerimiz halkçılıktır; kuvvetin, kudretin, egemenliğin, yönetimin doğrudan doğruya halka verilmesidir. Hiç şüphe yok ki, bu dünyanın en kuvvetli bir esas prensibidir." Halkçılık ilkesi şu temel esasları ifade etmektedir:

a) Her türlü hakimiyetin kişi, zümre, sınıf farkı gözetilmeden Türk halkına ait olduğu; halkın halk tarafından halk için idaresi,
b) Her türlü doktrine ve dogmatik düşüncelerden temizlenmiş bir halkçılık... Herhangi bir sınıf değil, halk egemendir.
c) Halk, millet demektir. Millet de ayrıcalıksız, sınıfsız bir toplum olan Türk Milletidir,
d) Halkı sevmek, halka inanmak, halk ile kaygılanmak, halk ile gururlanmak, halk uğruna feda olmak.

Devletçilik İlkesi

Atatürk devletçiliği Türkiye'ye özgü bir kalkınma modelidir. Planlı ekonomik kalkınmaya dayalı bu sistemde, üretim ve dağıtım araçları özel ve devlet sektöründe olmasına karşın yönlendirici devlet olur. Atatürk döneminde planlı kalkınmaya gereken önem verilerek 1933-1937 yıllarını kapsayan "Birinci Sanayi Planı" yapılmış ve pek çok alanda üretim seferberliği başlatılmıştır.

1929-1939 yılları arasında: demir yolu uzunluğunda %42, elektrik üretiminde %233, taşkömürü üretiminde %86, kromda %1044, çimentoda %337 ve şekerde %1088'lik artışlar sağlanarak büyük başarılar elde edilmiştir. Özet olarak devletçilik ilkesinin esasları şunlardır:

a) Ulusal ihtiyaç ve gerekler dolayısıyla, Devlet ekonomik alanda görev ve sorumluluk yüklenecektir.
b) Devlet ve milletin ihtiyacı olan büyük işler ve yatırımlar, Devlet tarafından ele alınacaktır.
c) Karma ekonomi sistemi izlenerek, Devlet girişimleri yanında özel teşebbüse de yer verilecektir,
d) Ekonomik kalkınma plana uygun yürütülecektir.

Laiklik İlkesi

Atatürk Devrimi'nin en büyük ilkesi Devlet ve toplum yapışını baştan aşağı yenileştirme, modernleştirme hareketlerini bir bütün alarak ifade eden laiklik ilkesidir. Din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasını ifade eden laiklik ilkesi daha geniş olarak; din ve dünya otoritelerinin ayrılması, dinin bir vicdan işi sayılması, Devletin dinler ve inançlar karşısında tarafsız kalması, muhtelif dinlere ve mezheplere bağlı olanlar arasında bir ayrım yapmaması anlamına gelir.

Devrimcilik (İnkılapçılık) İlkesi

Atatürk şu sözlerle Türk Devrimi'ni tarif eder: "Uçurumun kenarında yıkık bir ülke... Türlü düşmanlarla kanlı boğuş malar... Yıllarca süren savaş... Ondan sonra, içeride ve dışarıda saygı ile tanınan yeni vatan, yeni millet, yeni devlet ve bunları başarmak için aralık siz devrimler..."

Atatürk Devrimciliğinin kılavuzu bilimdir. O'na göre: "Dünyada her şey için, medeniyet için, başarı için en hakiki mürşit bilimdir, fendir. Bilim ve fennin dışında mürşit aramak gaflet, cehalet, delalet tir." Atatürk devrimleri devamlıdır. Atılan her adım, bundan sonra atılması gereken adımların başlangıcıdır.

Yaşam bir ilerleme, bir dinamizm kaynağı olduğundan, insan kendini ona uydurmak zorundadır. Bu nedenle Atatürk Türk toplumunun ve insaninin devamlı ileriye yönelik hamle yapmasını istemiştir. "Türk milletinin istidadı ve kafi kararı uygarlık yolunda durmadan, yılmadan ilerlemektir. Çünkü, medeni olmayan insanlar, medeni olanların ayakları altında kalmaya mahkumdurlar" diyen Atatürk, ulusça takip etmemiz gereken yolu apaçık göstermiştir.

Prof. Dr. Sinsi 11-04-2012 12:31 AM

Türkiye Tarihi
 
Atatürk'e Göre Küreselleşme « Türkiye Tarihi

Halifelik konusunda halkın kuşku ve kaygısını gidermek için her yerde gereği kadar konuştum ve açıklamalarda bulundum. Kesin olarak dedim ki: "Ulusumuzun kurduğu yeni devletin yazgısına, işlerine, bağımsızlığına, sanı ne olursa olsun hiç kimseyi karıştırmayız! Ulusun kendisi, kurduğu devleti ve onun bağımsızlığını koruyor ve sonsuza değin koruyacaktır!" Ulusa anlattım ki, bütün Müslümanları içine alan bir devlet kurmak göreviyle yükümlü imiş gibi görülen bir halifenin, görevini yapabilmesi için, Türkiye Devleti ve onun bir avuç insanı halifenin buyruğuna verilemez.

Ulus, bunu kabul edemez! Türkiye halkı bu denli büyük bir sorumluluğu, bu denli akıl almaz bir görevi üstüne alamaz. Ulusumuz, yüzyıllarca bu boş görüşlere dayanılarak, sağa sola koşturuldu. Ama ne oldu? Her gittiği yerde milyonlarca insan bıraktı. Yemen çöllerinde kavrulup yok olan Anadolu çocuklarının sayısını biliyor musunuz? dedim. Suriye'yi, Irak'ı korumak için, Mısır'da barınabilmek için, Afrika'da tutunabilmek için kaç insan şehit oldu, bunu biliyor musunuz? Sonuç ne oldu görüyor musunuz?! dedim.

Halifeye, dünyaya meydan okutmak ve onu bütün Müslümanların işlerine etkili kılmak düşüncesinde olanlar, bu görevi yalnız Anadolu halkından değil, onun sekiz on katı insandan meydana gelen büyük Müslüman topluluklarından istemelidirler! Yeni Türkiye'nin ve yeni Türkiye halkının artık kendi yaşam ve mutluluğundan başka düşünecek bir şeyi yoktur; başkalarına verilecek en küçük bir şeyi kalmamıştır! dedim. Başka bir noktayı da halkın gözünde iyice canlandırmak için şunları söyledim: Tutalım ki, Türkiye bir zaman için söz konusu görevi kabul etsin.

Bütün Müslümanları bir noktada birleştirerek yönetmek ülküsüne ulaşmaya çalışsın, başarı da sağlasın! pek güzel ama, uyruğumuz ve yönetimimiz altına almak istediğimiz uluslar: "Bize büyük hizmetler ve yardımlar yaptınız, sağ olunuz ama biz bağımsız kalmak istiyoruz, bağımsızlığımıza ve egemenliğimize kimsenin karışmasını uygun görmeyiz, biz kendi kendimizi yönetebiliriz." Derlerse ne olacak? Öyleyse, Türkiye halkının bütün çalışmaları ve özverileri yalnız "sağ olunuz!" denilmesi için mi göze alınacaktır? Görülüyordu ki, boş bir istek için, bir kuruntu ve bir düş için Türkiye halkını yok etmek istiyorlardı.

Halifeliğe ve halifeye görev ve yetki vermek düşüncesinin niteliği bundan başka bir şey değildi. Baylar, halka sordum: Bir Müslüman devleti olan İran, yada Afganistan halifenin herhangi bir yetkisini tanır mı, tanıyabilir mi? Haklı olarak tanıyamaz çünkü böyle bir şey, devletinin bağımsızlığını, ulusunun egemenliğini ortadan kaldırır. Ulusa şunuda anımsattım, kendimizi dünyanın egemeni sanmak aymazlığı artık sürüp gitmemelidir.

Dünyanın durumunu, dünyadaki gerçek yerimizi tanımamak aymazlığı ile ve bilgisizlere uymakla ulusumuzu sürüklediğimiz yıkımlar yetişir! Bile bile bu acıklı durumu sürdüremeyiz! Baylar, İngiliz tarihçilerinden Wells iki yıl önce bir tarih kitabı yayımladı. Bu kitabın son sayfalarında, "Dünya Tarihinin Gelecek Evresi" başlığı altında bir takım düşünceler vardır. Bunlar birleşik bir dünya devleti (Ungouvernement Federal Mondial) kurmak konusu ile ilgilidir. Wells, bu bölümde, birleşik bir dünya devletinin nasıl kurulabileceği ve böyle bir devletin önemli ayırıcı niteliklerinin neler olacağı üzerindeki düşüncelerini ortaya atıyor; adaletin ve tek bir yasanın buyruğu altında dünyamızın alacağı durumu canlandırmaya çalışıyor.

Wells: "Bütün egemenlikler tek bir egemenlik içinde eritilmezse ulusların üstünde bir erk yaratılmazsa dünya yok olacaktır." Diyor ve şu düşünceleri ileri sürüyor: "Gerçek devlet, çağımız ileri yaşama koşullarının zorunlu kıldığı birleşik dünya devletinden başka bir şey olamaz. Kuşku yoktur ki, insanlar kendi yarattıkları şeylerin altında ezilmek istemezlerse ergeç birleşmek zorunda kalacaklardır." diyor. Ayrıca: "İnsanlığın dayanışması ile ilgili büyük düşün gerçekleşebilmesi için ne yapmak ve neyin önüne geçmek gerekeceğinin doğru olarak bilinmediğini; saldırgan bir dış siyasa geleneği olan devletleri, bir dünya birleşik devletinin güçlüklerle temsil edebileceğini" ileri sürüyor.

Wells'in şu düşüncelerini de burada anmak isterim: "Avrupa ve Asya'nın ortak gereksemeleri ve uğradıkları yıkımlar, belki dünyanın bu iki parçasındaki ulusların bir ölçüde birleşmesine yarayacaktır. Olabilir ki, dünya ölçüsünde bir birleşmeye gidilmeden önce, bir sıra birleşmeler yapılır." Baylar, bütün insanlığın görgü, bilgi ve düşünüşte yükselip olgunlaşması, Hristiyanlıktan, Müslümanlıktan, Budizmden vazgeçerek yalınlaştırılmış ve herkes için anlaşılacak bir duruma getirilmiş katkısız ve lekesiz bir dünya dinin kurulması ve insanların, şimdiye değin, kavgalar, pislikler, kaba istek ve eğilimler arasında bir bataklıkta yaşadıklarını kabul ederek, bütün gövdeleri ve usları ağılayan kötülük etmelerini ortadan kaldırmaya karar vermesi gibi koşulların gerçekleşmesini gerektiren "Birleşik Dünya Devleti" kurma düşünün tatlı bir düş olduğunu yadsıyacak değiliz.

Türkiye'ye tebelleş olmamaları koşuluyla halifecilerin ve müslüman birliği kurmak isteyenlerin gönüllerini hoş etmek için bizde de az çok buna yakın bir kuram ortaya atılmıştı. Ortaya atılan kuram şuydu: Avrupa'da, Asya'da, Afrika'da ve dünyanın başka yerlerinde yaşayan Müslüman toplulukları, gelecekte herhangi bir gün, kendi başlarına buyruk bir duruma gelebilirlerse ve o zaman gerekli ve yararlı görürlerse, çağın koşullarına uygun nitelikte birtakım uzlaşma ve birleşme ilkeleri bulabilirler.

Elbette her devletin, her topluluğun birbirinden alacağı ve sağlayacağı şeyler bulunacaktır. Karşılıklı çıkarları olacaktır. Tasarlanan bu bağımsız Müslüman devletlerin yetkili delegeleri bir araya gelip bir kongre yapacaklar; böylece falan, falan Müslüman devletler arasında şu, ya da bu ilişkiler kurulacaktır. Bu ortak ilişkileri korumak ve bu ilişkilerin gerektirdiği koşullar içinde birlikte iş görmeyi sağlamak için, ilgili Müslüman devletlerin delegelerinden bir meclis kurulacaktır.

"Bu Meclisin başkanı, birleşmiş Müslüman devletleri temsil decektir." diye bir karar alınırsa, işte o zaman istenirse, o Birleşik Müslüman Devletine "Halifelik", başkanlığına seçilecek kişiye de "Halife" adı verilir. Yoksa, herhangi bir Müslüman devletin bir kişiye bütün Müslümanlık dünyası işlerini yönetip yürütme yetkisini vermesi, us ve mantığın hiç bir zaman kabul edemeyeceği bir şeydir.

Prof. Dr. Sinsi 11-04-2012 12:31 AM

Türkiye Tarihi
 
Atatürk'ün Hayatı « Türkiye Tarihi

Gümrük memuru Ali Rıza Bey ile Zübeyde Hanım'ın oğlu olan Mustafa Kemal, ilköğrenimine Selanik'te başlayıp, babasının ölümü (1893) üzerine annesi ve kızkardeşiyle bir süre dayısının kâhyalık yaptığı Çalı Çiftliği'nde (Langaza, Selanik yakını) yaşadı.

Öğrenimini sürdürebilmek için yeniden Selanik'e anneannesi ve teyzesinin yanına gönderilip, askeri rüştiyeyi (1895), Manastır Askeri İdadisi'ni (1898) bitirdi. İstanbul'a gelerek, Harbiye'ye girdi (1899). Bu arada Harbiye'den tanıdığı Ali Fuat Cebesoy ve iki subay arkadaşıyla birlikte Padişah'ı eleştirdikleri ve yasak kitapları okudukları gerekçesiyle tutuklanıp, Yıldız Sarayı'nda bir süre sorguya çekildiyse de, bağışlandı.

Harbiye'yi, kurmay yüzbaşı rütbesiyle bitirip (1905), Şam'daki 5. Ordu'ya atandı (1905 Şubatı). Şam'da tanıştığı Mustafa Cantekin ve Müfit Özdeş adlı arkadaşlarıyla birlikte, Vatan ve Hürriyet Cemiyeti'ni kurup (1906), Cemiyet'in Yafa, Kudüs ve Beyrut şubelerinin örgütlenmesinde rol oynadı. Cemiyetin şubesini kurmak için Selanik'e gidip, yeniden Şam'a dönerek, Vatan ve Hürriyet Cemiyeti'nin, İttihat ve Terakki ile birleşmesinin (1907) ardından, Manastır'daki 3. Ordu'ya atandı.

İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne girdiyse de, Cemiyet'in kurucularıyla pek anlaşamadı. Bu arada İttihat ve Terakki, 1786 Anayasası'nın geri getirilmesini isteyen bir bildiri yayınladı ve İstanbul Hükümeti'nin Rumeli'ye yolladığı birliklerin İttihatçılarla birleşmesi üzerine, İkinci Meşrutiyet ilan edildi (1908).

Meşrutiyet'in ilanını, köklü reformların izlemesi ve ordunun siyaset dışı kalması gerektiğini öne sürdüğü için İttihat ve Terakki'yle arası açılan Mustafa Kemal, Rauf (Orbay), Kâzım Karabekir, Fethi (Okyar), İsmet (İnönü), Refet (Bele), Ali Fuat (Cebesoy) Beyler gibi subaylarla muhalif bir grup oluşturdu. Bu arada Bingazi ve Trablusgarp'ta patlak veren ayaklanmaları bastırmakla görevlendirilip, görevini kan dökmeden tamamlayarak, Selanik'e döndü.

31 Mart Olayı patlak verince İstanbul'a yürüyen Hareket Ordusu'nun (bu adı kendisi vermiştir) Yeşilköy'e kadar kurmay başkanlığını yapıp, Selanik'e dönerek, İttihat ve Terakki Büyük Kongresi'ne, Trablus delegesi olarak katıldı (22 Eylül 1909).

1911'de İstanbul'da Erkânı Harbiye-i Umumiye Nezareti'nde görevlendirilip, aynı yıl başlayan Trablusgarp Savaşı'na gönüllü olarak katılarak, Tobruk ve Derne'de başarıyla savaştı; binbaşılığa yükseltilip, ertesi yıl (1912) Balkan Savaşı başlayınca, Bolayır'daki kolorduya atandı ve Edirne'nin geri alınması harekâtına katıldı. Sofya Askeri Ateşeliği'ne getirilip (1913), bir yıl sonra yarbaylığa yükseldi.

Birinci Dünya Savaşı başlayınca, İttihat ve Terakki Hükümeti'nin, yazılı uyarılarına karşın Almanya'nın yanında savaşa girmesinden sonra, Çanakkale Cephesi'nde görev verilerek, Tekirdağ'daki 19. Tümen Komutanlığı'na getirildi.

Gelibolu Yarımadası'na çıkmaya başlayan İtilâf Devletleri birliklerine karşı Anafartalar, Conkbayırı ve diğer cephelerde önemli savaşlar verdi. Hastalandığı için İstanbul'a dönüp, rütbesi albaylığa yükseltildi (1915).

1916'da Edirne'de 16. Kolordu Komutanlığı'na, hemen ardındanda livalığa yükseltilerek, Doğu'da bir başka kolorduya atandı; Diyarbakır'da Kâzım Karabekir Paşa'yla birlikte, yeni kurulmakta olan 2. Ordu'yla Muş ve Bitlis'i düşman işgalinden kurtarıp (6-7 Ağustos 1916), ertesi yıl 2. Ordu'nun komutanlığına getirildi (18 Mart 1917).

Falkenhayn komutasında kurulan Yıldırım Orduları grubu içindeki 7. Ordu Komutanlığı'na atandıysa da, askeri stratejiyle ilişkin görüş ayrılıkları nedeniyle istifa ederek İstanbul'a döndü (Ekim 1917) ve genel karargâh emrine alındı.

Alman İmparatoru'nun davet ettiği Veliaht Vahdettin'le birlikte Almanya'ya gidip, yolculuk boyunca Veliaht'a savaşın kaçınılmaz sonuçlarını anlattı. Vahdettin tahta çıkınca, 7. Ordu Komutanlığı'na ve Padişah'ın fahri yaverliğine getirilip (1918), cephenin İngiliz saldırısı karşısında çökmesi ve Almanya'nın ateşkes istemesi üstüne, Padişah'a bir telgraf çekerek, Talat Paşa Hükümeti'nin yerine kurulan yeni hükümetin, hemen Osmanlı Devleti'nin müttefiklerinden ayrı bir barış antlaşması imzalamasını, elde kalan kuvvetlerin Anadolu'ya çekilerek ulusal direnişe geçilmesini istedi.

Ahmet İzzet Paşa'nın sadrazamlığa getirilmesi ve Rauf Bey ile Fethi Bey'in de görev aldığı yeni hükümetin Mondros Ateşkesi'ni imzalamasından (30 Ekim 1918) sonra, Liman Von Sanders'in ayrılmasıyla Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığı'na getirildi.
İngilizlerin müdahalesiyle Yıldırım Orduları Grubu dağıtılınca, İtilâf Devletleri birliklerinin İstanbul'u işgal ettikleri (13 Kasım 1918) günlerde İstanbul'a dönüp, Anadolu'ya geçme olanaklarını araştırmaya başladı.

İngilizlerin Samsun dolaylarındaki Rum çeteleri ile Türkler arasındaki çatışmaların önüne geçilmesini istemeleri üstüne, çok geniş yetkilerle 9. Ordu Müfettişliği'ne atanmasıyla beklediği fırsatı bulup (o sırada Yunanlılar İzmir'e asker çıkardılar), 19 Mayıs 1919'da Samsun'a ayak bastı. İlk iş olarak askeri alanda, Anadolu ve Trakya'da ayakta kalmış birliklerle, siyasal alandaysa Müdafaa-i Hukuk ve Reddi İlhak Gruplarıyla ilişki kurdu; İstanbul'un kendisine verdiği görev, bu grupları dağıtmak olduğu halde, aralarındaki bağları pekiştirmek ve Kuvay-i Milliye adı altında kurulmakta olan silahlı halk kuvvetleriyle ilişkiye geçmek için çaba gösterdi.

Havza'ya, ardından da Amasya'ya geçerek çalışmalarını sürdürdü. 3 Temmuz'da Vilayat-i Şarkiye Müdafaa-i Hukuki Milliye Cemiyeti'nin kongresine katılmak için Erzurum'a gidip, İstanbul Hükümeti'nin durumdan kuşkulanarak geri dönmesini bir telgrafla bildirmesi (7 Temmuz 1919) üstüne, görevinden ve askerlikten istifa ettiğini bildirdi.

23 Temmuz-7 Ağustos arasındaki Erzurum Kongresi'nde seçilen temsilciler kurulunun başkanlığına getirildi ve alınan kararları bir bildiriyle açıkladı. Sivas Kongresi'nde (4 Eylül 1919), Erzurum Kongresi'nin kararlarının onaylanmasından sonra, istifa etmek zorunda kalan Damat Ferit Hükümeti'nin yerine kurulan Ali Rıza Paşa Hükümeti'nin temsilciler kuruluyla (Heyet-i Temsiliye) görüşmeler yapmak için gönderdiği Salih Paşa'yla Amasya'da görüşerek (20-22 Ekim 1919), Amasya Protokollerini imzaladı.

Erzurum Milletvekilliği'ne seçildiği (7 Kasım 1919) halde, 12 Ocak'ta İstanbul'da toplanan Mebusan Meclisi'ne katılmadı (Mustafa Kemal'in katılmadığı bu son Osmanlı Meclisi, Misak-ı Milli İlkeleri'ni kabul etti.17 Şubat 1920).

Bu arada Damat Ferit Paşa, yeniden sadrazamlığa getirilip, Anadolu'daki ulusal hareketi "isyan", bu hareketi yönetenleri de "eşkıya" diye niteleyerek, "hilafet ordusu" adı altında toplanan birlikleri, Mustafa Kemal Paşa'ya bağlı kuvvetlerle savaşmak için Anadolu'ya gönderdi. Bu durum karşısında Mustafa Kemal, 23 Nisan 1920'de Ankara'da ilk Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni toplayıp, Meclis'in seçtiği 11 kişilik icra vekilleri heyetinin başkanlığına getirildi (24 Nisan 1920).

Birinci Büyük Millet Meclisi döneminde, Mustafa Kemal en çok, savaşın yönetimine ilişkin sorunlarla ilgilendi. Bir yandan düşmana karşı çarpışılırken, öte yandan Çerkes Ethem gibi çetecilerin disiplin dışı davranışlarıyla uğraşmak zorunda kaldı. Doğu Cephesi'ndeki savaşlar, Kâzım Karabekir Paşa tarafından yürütülürken, Batı Anadolu'da verilen savaşların yönetimini Mustafa Kemal Paşa üzerine aldı.

Bir yıldır İzmir ve çevresini ellerinde bulunduran Yunanlılar, 22 Haziran 1920'de, Osmanlı Hükümeti'ne, Müttefikler tarafından önerilen barış antlaşmasını kabul ettirmek amacıyla ileri harekâta geçmeleri üzerine, bu ilerleyişten ürken İstanbul Hükümeti, 10 Ağustos 1920'de Sevr Antlaşması'nı imzaladı.

Ankara Hükümeti'nin bu antlaşmayı tanımadığını açıklamasının ardından, Garp Cephesi Komutanlığı'na getirilen Albay İsmet (İnönü) Bey, Birinci İnönü Savaşı'nda (10 Ocak 1921), Yunanlıları geri çekilmek zorunda bıraktı. Savaş yeniden başladıysa da, İkinci İnönü Savaşı (1 Nisan 1921) da Yunanlıların yenilgisiyle sonuçlandı.

10 Temmuz'da Yunanlılar bir genel saldırıya geçince, Garp Cephesi Karargâhı'na giderek, İsmet Paşa'ya, orduyu Sakarya'nın doğusuna geçirme emrini verdi ve komutayı üstüne aldı. Ardından, olağanüstü yetkilerle, Büyük Millet Meclisi Orduları Başkomutanlığı'na getirildi.

Yunan Ordusu'nun 23 Ağustos'ta yeniden başlattığı genel saldırıya karşı, aralıksız 22 gün 22 gece süren çetin savaşta (Sakarya Meydan Savaşı), cepheyi bizzat yönetip, Sakarya'nın doğusundaki bütün Yunan Birliklerinin yokedilmesini sağladı. 19 Eylül'de, Büyük Millet Meclisi tarafından mareşalliğe yükseltildi ve "gazi" unvanı verildi.

Sakarya Meydan Savaşı'ndan sonra Eskişehir-Kütahya-Afyon'un doğusundan geçen bir hatta güçlü biçimde mevzilenen Yunan Ordusu'nu kesin yenilgiye uğratmayı tasarlayan Mustafa Kemal, 26 Ağustos 1922 sabahı "Ordular ilk hedefiniz Akdeniz'dir ileri!" komutuyla Büyük Taarruz'u başlattı ve ilk Türk Birliklerinin 9 Eylül'de İzmir'e girmeleriyle, üç buçuk yıldır işgal altındaki Anadolu Toprağı0 düşmandan kurtulmuş oldu.

Bu arada Uşakizade Latife Hanım'la tanışarak evlenen (29 Ocak 1923; bu evlilik 6 Ağustos 1925'te anlaşmazlık nedeniyle boşanmayla sonuçlandı) Mustafa Kemal, Mudanya Mütarekesi'nin (11 Ekim 1922) imzalanması, Vahdettin'in Türkiye'den kaçması (17 Kasım 1922), Lozan Antlaşması'nın (24 Temmuz 1923) imzalanması, İtilâf Devletleri'nin İstanbul'u boşaltmaları (2 Ekim 1923), Ankara'nın başkent olması ve Halk Fırkası'nın kurulmasının ardından, 29 Ekim 1923'te Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin, cumhuriyeti ilan etmesiyle, cumhurbaşkanı seçildi.

Sonra toplumsal devrimlere girişip, ülkeyi çağdaş uygarlık düzeyine yaklaştırdı. 26 Kasım 1934'te TBMM, çıkardığı özel bir yasayla, Mustafa Kemal'e "Atatürk" soyadını verdi.

Dış siyasette "Yurtta sulh, cihanda sulh" ilkesini benimseyen Atatürk, Türkiye'nin bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü, dostluk antlaşmaları, bölgesel paktlarla güvence altına aldı (Balkan Paktı, 1934; Sadabat Paktı, 1937).

Montreux Antlaşması'yla (20 Temmuz 1936), Boğazların yeniden Türk savunma sistemi içine alınmasını, Fransızlara bırakılan Hatay'ın, Ankara Antlaşması'yla anavatana katılmasını (7 Temmuz 1939) sağlayıp, yakalandığı siroz hastalığının hızla ilerlemesiyle 10 Kasım 1938'de İstanbul'da Dolmabahçe Sarayı'nda öldü.

Naaşı, İstanbul'dan Ankara'ya taşınarak önce Etnografya Müzesi'ndeki geçici kabrine konuldu (21 Kasım 1938); ölümünün 15. yılında da, büyük bir törenle Anıtkabir'e aktarıldı (10 Kasım 1953).

Prof. Dr. Sinsi 11-04-2012 12:31 AM

Türkiye Tarihi
 
Atatürk'ün Vasiyetnamesi « Türkiye Tarihi

T.C. ANKARA 3. SULH HUKUK MAHKEMESİ
SAYI: 1938/95 T.
TERK-İ HAYAT EDEN CUMHURBAŞKANI ATATÜRK'ÜN 28.11.1938 TARİHİNDE MAHKEMEMİZDE AÇILAN VASİYETNAMENİN SURETİ AŞAĞIYA ÇIKARILMIŞTIR.
DOLMABAHÇE, 5.9.1938 PERŞEMBE

"MALİK OLDUĞUM BÜTÜN NÜKUT VE HİSSE SENETLERİYLE, ÇANKAYA'DAKİ MENKUL VE GAYRIMENKUL EMVALİMİ, CUMHURİYET HALK PARTİSİ'NE ATİDEKİ ŞARTLARLA TERK VE VASİYET EDİYORUM.

1- NÜKUT VE HİSSE SENETLERİ ŞİMDİKİ GİBİ İŞ BANKASI TARAFINDAN NEMALANDIRILACAKTIR.

2- HER SENEKİ NEMADAN BANA NİSPETLERİ ŞEREFİ MAHFUZ KALDIKÇA YAŞADIKLARI MÜDDETÇE MAKBULE'YE AYDA 1.000, AFET'E 800, SABİHA GÖKÇEN'E 600, ÜLKÜ'YE 200 LİRA VERUKİYE İLE NEBİLE'YE ŞİMDİLİK 100'ER LİRA VERİLECEKTİR.

3- SABİHA GÖKÇEN'E BİR EV ALINABİLECEK AYRICA PARA VERİLECEKTİR.

4- MAKBULE'NİN YAŞADIĞI MÜDDETÇE ÇANKAYA'DA OTURDUĞU EV DE EMRİNDE KALACAKTIR.

5- İSMET İNÖNÜ'NÜN ÇOCUKLARINA TAHSİLLERİNİ İKMAL İÇİN MUHTAÇ OLACAKLARI YARDIM YAPILACAKTIR.

6- HER SENE, NEMADAN MÜTEBAKİ MİKTARI YARI YARIYA TÜRK TARİH VE DİL KURUMLARINA TAHSİS EDİLECEKTİR.

K.ATATÜRK

Prof. Dr. Sinsi 11-04-2012 12:32 AM

Türkiye Tarihi
 
Büyük Taarruz « Türkiye Tarihi

Sevr Antlaşması'nı Türklere kabul ettirmeyi gaye edinen İngilizler, Sakarya'dan sonra başlattıkları diplomatik girişimleri bir süre daha devam ettirmişlerdir. Ancak TBMM Hükümeti Misak-ı Milli'den ödün vermek niyetinde değildirler. Sakarya yenilgisinden sonra müdafaa durumuna geçmek zorunda kalan Yunan ordusu, Eskişehir-Afyonkarahisar hattına geri çekilerek, gerekli korunma tedbirlerini alırken, Türk Genel Kurmayı Yunanlılar toparlanmadan taarruza geçilmesi düşüncesindedir.

14-15 Eylül 1921 tarihinden geçerli olmak üzere seferberlik ilan edilerek, 1899, 1900,1901 doğumlular silah altına alınmış, ordunun asker eksiği tamamlanmıştır. Türk kuvvetlerinin araç ve malzeme eksikleri de çeşitli kaynaklardan tamamlanmaya çalışılmıştır. Başta İstanbul'daki silah depolarından büyük fedakarlıklarla kaçırılan silahlar, İnebolu üzerinden Anadolu'ya nakledilmiştir.

İtilaf Devletlerinden kamaları alınarak işe yaramaz hale getirilen Türk topları, ilkel aletlerle kullanılır hale getirilmiştir. Sıkıntısı çekilen bazı silahlar da Ruslardan, İtalyanlardan ve Fransızlardan satın alınarak karşılanmaya çalışılmıştır. 6 Mayıs 1922'de başkomutanlık süresi uzatılan M. Kemal Paşa, artık taaruza geçilmesi düşüncesindedir. M. Kemal bu düşüncesini Haziran ortalarında Genel Kurmay Başkanı Fevzi Paşa, Savunma Bakanı Kazım Özalp ve Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşalara açmış ve 15 Ağustosa kadar hazırlıkların tamamlanması kararlaştırılmıştır.

TBMM bu hazırlıkları yürütürken, barışı engelleyen taraf durumuna düşmemek için, diplomatik çabaları sürdürmüş ve Fethi Okyar'ı Avrupa'ya göndermiştir. İngiltere'nin barış yolunu tamamen kapatması, şimdiye kadar ertelenen taarruz kararının uygulamaya konmasını kaçınılmaz kılmıştır. 26 Ağustosta Türk topçusunun başlattığı taarruzda Türk ordusu, Yunan kuvvetlerinin büyük bölümünü yok etmiş, kaçabilenler de 1 eylül 1922 günü Atatürk'ün verdiği "Ordular! İlk hedefiniz Akdeniz'dir, ileri!" emriyle, Türk kuvvetlerinin takibi altına alınmıştır.

9 Eylülde Yunanlılar İzmir'den çıkarılmış, 9 Eylülden 18 Eylüle kadar da Batı Anadolu'nun Yunan istilasından temizlenmesi işlemi gerçekleşmiştir. Böylece 26 Ağustosta başlayan Büyük Taarruz, 15-20 gün gibi kısa bir sürede 200.000 kişilik Yunan ordusunun yok edilmesi ile sonuçlanmıştır.

Bu zafer, İslam dünyasında Hıristiyanlığa karşı bir başarı olarak değerlendirilmiştir. Asırlardan beri Batılıların "Şark Meselesi" adı altında, Müslüman Türkleri Anadolu'dan atmaya yönelik hedefleri bu zaferle sonuçsuz bırakılmıştır.

Güney Cephesi ve Fransızlarla Savaşlar

Mütarekeden sonra İtilaf Devletleri, Güney Anadolu'da askeri harekatlarını durdurmamışlardır. İngilizler önce; Musul, İskenderun, Kilis ve Antep'i ardından da Maraş ve Urfa'yı işgal etmişlerdir. Fransızlar ise Adana, Mersin ve Osmaniye'yi işgal etmişlerdir.

Fransız işgali altında yaşayan Ermenilerin Türklere yönelik taşkınlıları bölge halkını derinden yaralamıştır. 15 eylül 1919'da İngiltere ve Fransa arasında Ortadoğu'nun paylaşımı konusunda yeni bir anlaşma yapılmış, bu anlaşma ile İngilizler daha önce işgal ettikleri Antep, Urfa ve Maraş'tan çekilerek, buraları da Fransız işgaline terk etmişlerdir. Antep, Urfa ve Maraş'ta da Fransızların Ermenileri Türklere karşı kullanma politikası uygulamaları, bu bölgelerde halkı galeyana itmiştir.

Bu gelişme Milli Mücadele'de Güney Cephesi'nin oluşmasına zemin oluşturmuştur. Maraş, Urfa, Antep ve Adana'da Kuva-yı Milliye, Fransızlara ağır darbe indirmiş ve Fransızlardan yüz bulan Ermenilerin bu darbelerle yöredeki hayalleri sonuçsuz kalmıştır.

Sakarya zaferinden sonra şanslarını fazla zorlamak istemeyen Fransızlar, Ankara Hükümeti ile anlaşmaya karar vermiştir. Bu doğrultuda Fransızlarla yapılan Ankara İtilafnamesi ile Fransızlar; İşgalleri altında bulundurdukları Türk topraklarından (Antakya hariç) çekileceklerdir. İkinci olarak da İskenderun ve Antakya'da özel bir idare kurulacak, buradaki Türkler, kültürlerini geliştirme konusunda serbest kalacaklar ve burada resmi dil Türkçe olacaktır.

Fransızlarla 30 Mayıs 1920'de yapılan 20 günlük ateşkes anlaşmasından sonra, 20 Ekim 1921'de imzalanan Ankara İtilafnamesi ile Fransızlar artık Misak-ı Milli'yi kabul etmişlerdir. Ankara İtilafnamesi'yle Türkler ve Fransızlar arasındaki savaşlar sona ermiş, Türkiye'nin Batı dünyası nazarında yeri daha da güçlenmiştir.

Bu antlaşmadan sonra Fransızlar gizlice Milli Mücadele'yi destekledikleri için, Türkiye'yi silah bulma bakımından Sovyetlerin tekelinden kurtarmıştır. Güneyde serbest kalan Türk ordularının Batı'ya kaydırılması ve özellikle Büyük Taarruz'da kullanılması, Anakara İtilafnamesi ile mümkün olmuştur.

Prof. Dr. Sinsi 11-04-2012 12:32 AM

Türkiye Tarihi
 
Çanakkale Savaşı « Türkiye Tarihi

Osmanlı Devleti 20. yüzyıla geçmişin ağır yükünün yorgunluğu altında girmiştir. Avrupa ise 1815�te tesis etmeye çalıştıkları "Avrupa Birliği�nin" sahte tebessümlerini yoketmeye başlayan korkunç bir silahlanma yarışının gölgesi altındadır.

Silahlanma yarışı, devletlerarası rekabet, ekonomik ve psikolojik üstünlük iddiaları, 1914 yılında, dünyanın o zamana kadar gördüğü en korkunç ve yıkıcı savaşı başlatmıştır. Savaş tüm dünyayı kapsamış, o zamana kadar bilinmeyen toplu imha silahları kullanılmış ve sonuçta milyonlarca insan ölmüştür.

Savaşa kim neden girdiğini bilmeden, bu kargaşaya sürüklenmiştir. Müslüman bir Hintli ya da bir Mısırlı, Osmanlı'ya karşı savaşırken; bir Osmanlı da daha beş yıl önce kendi toprağını işgal etmiş olan bir Avusturyalı askerle yan yana çarpışabilmiştir.

Osmanlı Devleti, başlangıçta tarafsız kalmayı başarabilmiştir. Ancak daha sonra Devlet'in, İtilaf Devletleri nezdinde yaptığı çabaların boşa çıkmasıyla, Alman yandaşlığına doğru bir gidişat başlamıştır. Buna bir de Enver Paşa�nın kaybedilen toprakları geri alma isteği ve Almanlara olan aşırı güveni eklenince, modern zamanların en yıkıcı savaşına Osmanlı Devleti de sürüklenmiştir.

Özellikle, Almanya�nın İstanbul Büyükelçisi Baron von Wangenheim�ın İttihat ve Terakki üyeleri üzerinde büyük nüfuzu vardı. Wangenheim, Osmanlıların 1. Dünya Savaşı'na girmeleri için aktif olarak çalışmış ve sonunda istediğini başarmıştır. 2 Ağustos 1914�te imzalanan Osmanlı-Almanya ittifakı, çok geçmeden sonuç vermiş, 29-30 Ekim 1914 tarihinde, Odesa ve Sivastopol�un bombalanmasıyla Osmanlı Devleti resmen savaşa girmiştir.

Ancak, Mustafa Kemal ve bazı aydınlar bu savaşın Osmanlı Devleti için iyi sonuç vereceğine inanmıyorlardı. O, müttefiklerimizin savaşı kazanacağına ihtimal vermediği gibi, Osmanlı Ordularının komuta zincirinin, Almanların eline teslim edilmesinden rahatsız olmuştur. Bu duruma, elinden geldiği kadar karşı çıkmış ancak O�nun düşünceleri Enver Paşa ve kurmayları tarafından dikkate alınmamıştır. Mustafa Kemal, tarihte eşine ve benzerine rastlanmayan bu savaşın büyük millet ve hükümetlerin kaderini tayin edeceğine inanmaktadır.

Savaşın sonunda Mustafa Kemal�in tahminleri tamamen doğru çıkmış; İttifak Devletleri yenilgiye uğramış, bu savaşa katılıp da eski düzenini muhafaza edebilen hiçbir devlet kalmamıştır.

Çanakkale Cephesi

Çanakkale Boğazı�nı ele geçirerek İstanbul�u işgale ve Osmanlı Devleti'ni ortadan kaldırmaya yönelik ilk teşebbüs, 1807�de Napolyon Savaşları sırasında Rusya�ya yardımın bir çabası olarak, Amiral Sir John Duckwort tarafından gerçekleştirilmeye çalışılmış ancak istenilen sonuç alınamamıştı.

Daha sonra 1904�te, İngiliz Donanma Amirali 1. Lord Fisher, Çanakkale Boğazı�nı zorla geçme meselesini incelemiş, sonunda bu işin çok tehlikeli olacağı sonucuna varmıştı. 1906�da İngilizler tarafından yeni bir araştırma yapılmış ve sonunda böyle bir saldırının yapılamayacağı kanaatine varılmıştı. 1911-12�de Yunanlılar da benzer bir proje üretmişlerse de onların planları, kara harekatını içermesi ve çok sayıda askere ihtiyaç olması sebebiyle uygulamaya konulamamıştı.

Çanakkale Boğazı�na karşı askeri bir operasyon teşebbüsü daha 1914 Ağustosu'nda düşünülmeye başlanmıştır. Ancak, Osmanlı Devleti tarafsız olduğu için bu harekât yapılamamıştır. Osmanlı Devleti�nin savaşa katılmasıyla, boğazların ele geçirilmesi konusu ciddiyetle ele alınmaya başlanmıştır. Bu defa da ilAn edilen saval çağrısının ne gibi sonuçlar ortaya çıkaracağı bilinmediğinden, Çanakkale�de bir cephe açılmasına tereddütle yaklaşılmıştır.

İngiliz Parlamentosu'nda, Çanakkale�de yeni bir cephe açılması konusunda sert tartışmalar olmuştur. Sonunda bu fikrin başlıca mimarı olan İngiliz Bahriye Bakanı Wiston Churchill�in önerisi kabul edilerek, cephenin açılmasına karar verilmiştir. Churchill�e göre; "Çanakkale�ye asker sevkedilirse İstanbul�u almak mümkün olabilecekti".

Çalışmalara başlayan Churchill, yeni açılacak cephe ile ilgili planları hazırlayan bölgedeki İngiliz Komutanı Amiral Carden�e fikrini sorduğunda Carden, 11 Ocak tarihli telgrafla, "düşmanın moral durumuna bağlı olarak harekâtın bir ay alabileceğini" bildirmiştir.

Başlangıçta Çanakkale�de bir cephe açılmasına taraftar gibi görünen Amiral Fisher, 25 Ocak 1915�te Churchill�e gönderdiği raporunda; bu harekâtın imkansız olduğunu ve başarı elde etmenin çok zor olacağını, cephenin açılmasının kuvvetleri dağıtmak demek olduğunu, donanmanın tehdit unsuru olarak kullanılmasının daha uygun olacağını belirtmiştir.

Fisher, bu düşüncesinde yalnız değildi, 12 Mart 1915�te Çanakkale Cephesi, İngiliz Kuvvetleri Komutanlığı'na atanan Hamilton, yolda, kurmayı Aspinal�e, "Şansız bir serüven olacak bu.. Karımı, şapkasının tülünün üstünden öptüm", demiştir.

İngiliz kamuoyu da bu hareketin sonuçlarını merak ediyordu. Dönemin tanınmış genç şairi Robert Brooke�ın düşünceleri sanki İngilizlerin hislerine tercüman oluyordu: "İnanılmayacak kadar güzel bir şey bu. Kaderimizin bize bu kadar yardımcı olacağını tasavvur edemezdim. Demek Galata Kulesi 15�lik toplarımızın altında paramparça olacak. Demek deniz, top gümbürtüleriyle kana boyanıp, leş gibi olacak. Demek Ayasofya�nın mozaiklerini, lokumları, halıları yağmalayacağım. Demek ki bizler, tarihte bir çağın dönüm noktası yaratacağız. Oh.. Tanrım! Hayatımda bu kadar mutlu olamamıştım! Hiç bu kadar tam bir mutluluk hissetmemiştim. Tamamen bir yöne akan bir ırmak gibi! Birden anladım ki, çocukluğumdan beri hayatımın tek arzusu İstanbul�a karşı askeri bir harekâta katılmakmış .."

Mehmetçik

Çanakkale Savaşı�nda Mehmetçik, insan üstü bir gayretle savaşmıştır. Mehmetçik, kendisine verilen görevleri eksiksiz yerine getirmiş, bu uğurda binlercesi şehit olmuştur. Mehmetçik, öyle insan üstü bir gayret sarfetmiştir ki, birçok başarı, insan üstü metafizik olaylarla açıklanmıştır.

Bu konuya ait anlatılan en ilginç olaylardan biri, bir İngiliz alayının kayboluşudur. İngiliz resmi kayıtlarına da geçmiş olan bu olayda; bir alay, Yeni Zellandalı asker, 21 Ağustos günü Korudağı üzerindeki bir bulut kümesi içine girip gözden kaybolur ve bulutların havaya yükselmesinin ardından bölgedeki askerlerin tamamının kaybolduğu görülmüştür.

İngilizler 1918�lere kadar bu alayın akıbeti hakkında Türk makamlarından bilgi istemişse de, Osmanlı Devleti, savaş kayıtlarında bu birliğe ait bir bilgiye rastlanmadığını ifade etmiştir. Çanakkale�de her taş, her ağaç, her dere, bir olağanüstülüğe sahne olmuştur. Her biri kutsallaşan; Derviş Ali, Ezineli Yahya Çavuş, Mehmet Çavuş, Bekir Çavuş, Asteğmen Muzaffer, Hacı Mesut, 276 kiloluk top mermisini topun namlusuna süren Seyyit, Çanakkale�de Mehmetçik'in kahramanlıklarının somut örnekleridir.

Çanakkale�de sadece adlarını bildiklerimiz değil, adlarını bilmediğimiz binlerce Mehmetçik de aynı kahramanlık ve fedakârlıkla savaşmıştır. Mehmetçik, bu savaşta şehit olacağını bilmektedir. Şehitliği en büyük mertebe kabul etmektedir. Boyabatlı Aşık Mustafa şehit olduğunda, üzerinden çıkan Çanakkale Destanı adlı eserinin şu dizeleri bu duyguyu en güzel şekilde açıklamıştır: "Bugün vatan, bizden razı olacak Nefer şehit, ordu gazi olacak".

Çanakkale Savaşı�nın büyüklüğünü ve Mehmetçik'in nasıl bir kahramanlık sergilediğini anlamak için istatistiklere bakmak yeterlidir. 18 Mart Savaşı'nda sadece Dardanos tabyasına, her birinde 10-15.000 şarapnel bulunan 4.000 gülle atılmıştır. Bu derece yoğun ateşe rağmen Mehmetçik hiçbir yılgınlık göstermeden cehennemi bir ateş altında dayanmayı bilmiş ve düşmana geçit vermemiştir.

Yalnızca Arıburnu Muharebelerinde, düşmanın ilerlemesini önlemek için 20.000 şehit verilmiştir. 6, 7, 9 Mayıs saldırılarında, İngiliz ve Fransız Kuvvetleri, 50.000 kişi ve 72 kara topuna sahipken, Türkler 30.000 kişi ve 56 topa sahip olmalarına rağmen düşman başarı sağlayamamıştır.

6 Ağustos 1915�te, İngilizler saldırıya geçtiklerinde Arıburnu�nda Türk Kuvvetleri 19.000, İngilizlerinki ise 37.000 kişi idi. Suvla-Anafartalar Bölgesi'nde ise 2.500 Türk�e karşı 26.000 İngiliz, yani 11 misli bir kuvvetle saldırılmıştır. Bu üstünlüklerine rağmen düşman, bir türlü istediği başarıyı elde edememiştir.

Çanakkale Muharebeleri�nde iki tarafta ağır kayıplar vermiştir. İngilizler, savaş alanına 459.000 insan getirmişler ve bundan 119.000 ölü ve yaralı verilmiştir. Ayrıca 100.000 hasta ve güçsüz insan geri gönderilmiştir. Fransızların kullandıkları insan sayısı toplam 80.000�e ulaşmıştır. Kayıpları 26.000�i bulmuştur. Türkler ise 66.000 ölü ve 152.000 yaralı vermişlerdir. Bu yaralıların 110.000�i ağır yaralı veya bir daha savaşmayacak durumda olanlardan oluşmaktadır.

Ve Sonuç

Çanakkale Savaşları sadece Dünya Savaşı'nda bir cephe olarak algılanmamalıdır. Çanakkale Savaşları, Türkiye Toprakları'nda cereyan etmişse de sonuçları itibariyle savaşa uzaktan yakından katılmış tüm ülkeleri ve geleceklerini etkilemiştir. Bu yönüyle dünya tarihi içinde önemli bir dönüm noktasıdır.

Büyük ümitlerle Çanakkale�ye saldıran ve kesin zafer kazanacaklarına inanan İngilizler, Gelibolu�yu boşaltmaya ancak iki ayda karar verebilmişlerdir. Çünkü, hiç kimse bu büyük yenilginin sorumluluğunu almak istememiştir. Yaşamında büyük başarılara imza atmış olan Churchill bu savaş için, "yegâne mağlup olduğum savaş" ifadesini kullanmıştır. Çünkü, Gelibolu�yu boşaltmak hem bu kararı veren siyasetçinin hem de İngiltere�nin şeref ve haysiyetine büyük bir darbe olmuştur.

Bu yenilgiden sonra özellikle İslam Ülkelerinde, İngiliz Hükümeti'ne karşı bir takım isyanlar başlamıştır. Çanakkale Savaşları�nda yenilgiye uğrayan İngiliz Hükümeti, İngiliz Meclisi'nde desteğini yitirmiş; bunun sonucunda Muhafazakâr Parti ile koalisyona girmek zorunda kalmış, İngiltere, siyasi istikrarsızlığa sürüklenmiştir.

Kurtuluş Savaşı sonrası yeni bir Türk-İngiliz çarpışması gündeme geldiğinde Çanakkale yenilgisi ve Mehmetçik'in savaş gücü akıllara gelmiş, başta Çanakkale�de savaşa katılanlar olmak üzere Türklerle yeni bir savaş istenmemiştir. Bu sebeple, İngiliz kamuoyunda yapılan savaş taraftarı kampanyalar başarısız olmuş ve bilindiği gibi Türk Kuvvetleri, İngiliz işgali altındaki bölgeleri savaş yapmadan devralmıştır.

Yıllarca sonra, sömürgecilere karşı bağımsızlık savaşı veren Cezayir ve Tunus�taki Müslümanların göğsünde çok defa Türk Bayrağı ile Atatürk�ün resimleri bulunmuştur. Bu durum Çanakkale Savaşları�nın ve bu savaşlarda Mustafa Kemal�in gösterdiği azim ve kararlılığın, dünyadaki diğer milletleri ne derece etkilediğinin ibret verici belgesidir.

Çanakkale Zaferi, bir bakıma Asya�da esaret altındaki ülkelerin, Batı zihniyetine karşı kazandığı bir zaferdir. Buradaki sınırsız vatan sevgisi ve milliyetçilik duyguları, teknik ve zenginliği yenmiştir.

Çanakkale�de Mustafa Kemal�in tarih sahnesine çıkışı başlamıştır. Türkiye Cumhuriyeti�nin kuruluşunu sağlayan milli mücadele ruhu, Çanakkale�den kaynaklanmıştır. Anadolu ve Trakya�nın, Türklerin vatanı olduğunu dünyaya kabul ettirilmiştir. Kurtuluş Savaşı�nın kazanılmasında bu inancın rolü olmuştur.

Millet-devlet-coğrafya arasındaki sıkı ittifakın, savaştaki önemi ortaya koyulmuştur. Emperyalist Hıristiyan güçlerin mağlup edilebileceği, dünyaya ispat edilmiştir. Çarlık Rusyası�nın desteklenmemesi sonucu zayıflaması ve daha sonra da çöküşü üzerinde etkili olmuştur.

Çanakkale Savaşları�nın Türk Tarihi açısından tek olumsuz yanı; Türk Ordusu'nun en seçkin, en iyi eğitilmiş okur yazar kesiminin elverişsiz şartlar altında savaşması ve şehit düşmesi ile devletin aydın kesimini bu savaşta yitirmiş olmasıdır. Özellikle, bu aydınların büyük bölümünü yetiştiren Türk Ocağı, İngilizlerin dikkatini çekmiştir.

İngilizler, İstanbul�u işgal ettikleri zaman İngiliz işgal komutanı, Çanakkale�de kendileriyle savaşan Osmanlı Ordularında milliyetçi bir ruh olduğu gerekçesiyle ilk olarak Türk Ocağı'nı işgal ettirmiş, ardından da askeri müesseseler işgal edilmiştir.

Çanakkale�de iki farklı dünya, iki kültür çarpışmış, bu farklı dünyaların insanları bir nebze olsun birbirini tanımış, İngilizlerin deyimiyle Johny Türk, kimin uygar ve daha medeni olduğunu tüm dünyaya göstermiştir. Çanakkale�de Türkler vatanlarını savunan mazlumlar olarak, dünyaya vatan sevgisinin ne demek olduğunu öğretmişlerdir.

Rakipleri onların mertliklerine ve cesaretlerine hayran kalmakla birlikte, vatanlarını savunan Mehmetçik'in iman ve vatan sevgisini anlayamamış; tarihten gelen önyargıları ile her biri bir destan yaratan Mehmetçik'i fanatiklik ve vahşilikle suçlamayı da ihmal etmemiştir. Çünkü, Hamilton ve düşman, Anadolu İnsanı'nın vatanına, dinine, namusuna yüklediği anlamdan habersizdi.

Prof. Dr. Sinsi 11-04-2012 12:32 AM

Türkiye Tarihi
 
Çerkes Ethem « Türkiye Tarihi

Kafkasya'nın Şapsığ Yöresi'nden göçederek Bandırma'ya yerleşen bir Adıge Ailesi'ndendir. 1886 yılında Emre Köyü'nde doğdu. Pşevu Ali Bey'in oğludur. Rüşdiyeyi ve Küçük Zabit Mektebi'ni bitirdi. Balkan Savaşları'na katılarak yaralandı. Birinci Dünya Savaşı'nda Sencer Eşref Bey'in yönetimindeki Teşkilat-ı Mahsusa'da çalıştı. Dr. Hanakhe Reşit Bey'in (Diyarbekir Valisi) ve Aşharuva Rauf (Orbay) Bey'in emrinde Irak ve İran'da görev yaptı. Bu arada yaralanarak Bandırma'ya döndü.

Mütareke döneminin başlangıcında İzmir'de bazı siyasi eşkıyalık olaylarına adı karıştı. Yunanlıların İzmir ve çevresini işgali üzerine Anadolu'ya geçen Aşharuva Rauf Bey'in ve Zaraho Bekir Sami Bey'in uyarılarıyla Yunanlılara karşı eyleme geçti. Ağabeyleri Reşit ve Yüzbaşı Tevfik Bey'lerle birlikte Bursa ve Balıkesir'deki Kafkas Göçmenleri arasından topladığı gönüllülerle önce Ayvalık, sonra da Akhisar ve Salihli'de Yunanlılara karşı savaştı.

Örgütçü yeteneğiyle diğer bazı Kuvay-ı Milliye çetelerini de tasfiye edip kendi güçlerine katarak Yunanlılara karşı sağlam bir cephe oluşturdu. Yunan ilerlemesinin "Milen Hattı" üzerinde durdurulmasında en büyük rolü aldı. Emrindeki atlı güçlere 14. Kolordu Komutanı Met İzzet Yusuf Paşa tarafından "Kuvay-ı Seyyare" adı verilmişti.

1920 yılı boyunca birlikleri, zaman zaman Yunan Cephesi'ne çekilerek Marmara ve İç Anadolu'daki karşı ihtilal hareketlerinin bastırılmasında vurucu güç olarak kullanıldı. Bu suretle TBMM'nin toplanarak ülkenin kaderini eline almasında önemli bir rol oynadı.

Düzce, Adapazarı, Çorum, Yozgat gibi ayaklanma bölgelerinden toplayarak güçlerine kattığı yeni gönüllülerle daha da güçlenerek TBMM Hükümeti'nin dayanağı, en güçlü Kuvay-ı Milliye Komutanı haline geldi. Kendisine resmen "Milli Kahraman" ünvanı verilerek TBMM'nde ayakta karşılandı. Fakat birliklerinin kendine özgü yapısı ve genellikle Kafkas Göçmenlerinden oluşması kuşkular yarattığı gibi, ayaklanma bölgelerinde verdiği yersiz idam kararları ve köyleri yaktırması hemşehrileri arasında da kendisine karşı antipati uyandırmaya başlamıştı.

İç Anadolu'da, Çapanoğulları'nın yönlendirdiği karşı ihtilal hareketini bastırmak için Yozgat'ta bulunduğu sırada, Yunanlıların iki koldan saldırıya geçerek Bursa, Balıkesir ve Uşak'ı işgal etmeleri üzerine tekrar bu cepheye çağrıldı. Düşman saldırısının durdurulmasında büyük başarısı görüldü ve Demirci'deki savaşlarda, üstün Yunan güçlerine karşı büyük bir başarı kazandı.

Batı Cephesi Komutanı Ali Fuat Paşa'nın Moskova Büyükelçiliği'ne atanarak yerine İsmet Bey'in getirilmesinden sonra Ethem Bey ve kardeşleri ile Mustafa Kemal Paşa ve Hükümet arasındaki anlaşmazlıklar belirginleşmeye başladı. Bir yandan Nizami Ordu'nun güçlendirilmesi için bir engel olarak görülen Kuvay-i Seyyare öte yandan da Anadolu ihtilaline el koymaya çalışan sol akımlar ve Enver Paşa taraftarları için hazır bir potansiyel olarak değerlendiriliyordu.

Ethem Bey'in Yozgat Ayaklanması'nın bastırılması sırasında, Hükümet üzerinde giriştiği bazı güç gösterilerinden de kuşkulanan Mustafa Kemal Paşa, sol eğimli Yeşilordu Cemiyeti gibi Kuvay-i Seyyare'yi de dağıtmaya karar vermişti. Durumu değerlendiremeyen Ethem Bey ve kardeşleri çeşitli olaylar karşısında yaptıkları hissi çıkışlarla siyasi hasımlarının eline yeni kozlar verdiler.

Met Yusuf İzzet Paşa, Hakkı Behiç Bey gibi hemşehrileri tarafından kendilerine yapılan bazı uyarıları da değerlendiremediler. Ethem'in TBMM'ye çektiği hakaret dolu bir telgraf, TBMM'nin bütünüyle aleyhine dönmesine neden oldu. Lozan Anlaşması'ndan sonra da 150'lik listeye dahil edildi. Bunun üzerine önce Mısır'a sonra da Ürdün'e giden Ethem Bey buradaki Kafkas Göçmenleri arasında sessizce yaşadı. Kardeşlerinin aksine, 150'liklerin affından sonra da Türkiye'ye dönmedi. 1948 yılında Amman'da öldü ve bir Çerkez mezarlığına gömüldü. Anılarım adlı bir kitabı vardır.

Prof. Dr. Sinsi 11-04-2012 12:32 AM

Türkiye Tarihi
 
Enver Paşa « Türkiye Tarihi

1821 yılında İstanbul'da doğdu. Soğukçeşme Askeri Rüştiyesi'nde öğrenim gördü. Harp Okulu'nu 1899'da piyade teğmeni olarak bitirdikten sonra, 1903'te kurmay yüzbaşı olarak Harp Akademisi'nden mezun oldu. Selanik'teki üçüncü ordunun emrine girdi. 1906'da binbaşı oldu. İttihat ve Terakki Cemiyeti kurucuları arasına katıldı. Bu topluluk içinde tutunup, kendini sevdirdi. II. Meşrutiyet'in ilan edilmesinde önemli rol oynadı.

Makedonya Genel Müfettişliği ve Berlin Ateşemiliterliği gibi görevlerde bulundu. 31 Mart Olayı'nda, Hareket Ordusu'na katıldı. İşkodra mutasarrıfı ve cephe komutanı olarak İtalyan saldırısına başarıyla karşı koyan Enver Paşa, 1912'de yarbay oldu. 23 Ocak 1913'te İttihat ve Terakki tarafından düzenlenen Babıali Baskını'na katıldı. Sadrazam Kamil Paşanın istifasını sağladı.

Böylece İttihat ve Terakki Cemiyetinin iktidarı ele geçirmesinden sonra, Edirne'nin kurtarılmasında önemli rol oynadı. Bu başarısından sonra albaylığa ardından da tuğgeneralliğe yükselen Enver Paşa, 1914'te de Sait Halim Paşa Hükümeti'nde Harbiye Nazırı oldu. Şehzade Süleyman'ın kızı ile evlendi. Orduda bazı düzenlemeler yapan Enver Paşa, Fransız modeli yerine Alman stilini uyguladı.

Birinci Dünya Savaşına Almanların yanında katılmamızda etkin rol oynayanlar arasındaydı. Dünya Savaşı'nın Osmanlı İmparatorluğu'nun yenilgisi ile sonuçlanmasından sonra İttihat ve Terakki Partili arkadaşlarıyla birlikte, önce Odessa'ya, oradan da Berlin'e gitti; daha sonra Rusya'ya geçti. Anadolu'daki Milli Mücadele Hareketi'ne katılmak istediyse de kabul edilmedi.

1920 Eylülünde Bakü'de Doğu Ulusları Toplantısı'na katıldı ve Batum'da Türkiye Şuraları Partisi'ni kurarak, Türkistan'ı kurtarma hareketini başlattı. Ancak Rus Kuvvetleri karşısında başarılı olamadı. 4 Ağustos 1922'de Tacikistan'da, Belcivan yakınlarında bir çarpışmada öldü ve Çeğen Köyü'ne defnedildi.

Prof. Dr. Sinsi 11-04-2012 12:32 AM

Türkiye Tarihi
 
Ermeni Sorunu « Türkiye Tarihi

1878 Berlin Antlaşması'ndan sonra İngiltere ve Rusya'nın çıkarları doğrultusunda, Ermeni ayaklanmaları başladı. Birinci Dünya Savaşı başlayınca Ruslar, ülkelerinden getirdikleri Ermeni birliklerini Doğu Anadolu'da kullandılar. Osmanlı Devleti'nde yaşayan Ermeniler de Rusların yanında yer almıştır.

Doğu Anadolu'nun savunmasını zorlaştırdıkları için hükümet 1915 Tehcir Yasası ile, orada yaşayan Ermenileri bir başka yere göç ettirdi. Ermeniler, Suriye ve Lübnan'a yerleştiler. Göç ettirilen Ermenilerin bir bölümü savaş hali, salgın hastalık ve asayişsizlik nedeniyle yaşamını yitirmiştir. Bu olay, Ermeniler tarafından günümüze kadar kullanılmıştır.

Wilson İlkeleri'nden hareketle Batılı devletler, ABD'nin mandasında Doğu Anadolu'da bir Ermenistan devletinin kurulmasını kararlaştırmışlardı. Amerikan Senatosu'nun Ermenilerin Doğu Anadolu'da çoğunlukta bulunup bulunmadığını incelemek üzere gönderdiği General Harbord'un araştırması sonucunda, Ermenilerin azınlıkta olduğu ortaya çıktı.

Birinci Dünya Savaşı sırasında yayınlanan Wilson İlkeleri'yle ilk defa bağımsız bir Ermeni devletinden söz ediliyordu. Sevr Antlaşması'nda Doğu Anadolu'da Ermeni devleti kurulması maddesi yer almıştır.

Ermenistan İle Savaş

TBMM açılmadan önce Mustafa Kemal ile Kâzım Karabekir, Ermeni saldırısını önlemek için gerekli tedbirleri alıyorlardı. TBMM açıldıktan sonra ise Ermenistan saldırıları arttı. 1920 Haziranı'nda TBMM doğu cephesini kurdu. Komutanlığına da Kâzım Karabekir getirildi. Böylece:

Ermeniler durdurularak Doğu Anadolu'dan atıldı.
Batı Kuvay-i Milliye birlikleri Yunanlıların önünden çekildi.
Ermeniler, 1920 Kasım ayı sonunda TBMM'ye barış için başvurdular.
2-3 Aralık 1920'de Ermenilerle Gümrü Barışı imzalanmıştır.
Barışa göre; Ermenistan bugünkü Doğu Anadolu sınırlarımızı tanıdı. Kars ve çevresi Türklere verildi. Ermenistan Cumhuriyeti, Sevr Barışı'nı geçersiz saydığını belirtiyordu. TBMM, Doğu Anadolu'da yaşayıp da oradan göç eden Ermenilerin diledikleri takdirde 3 yıl içinde geri gelip eski yerlerine yerleşebileceklerini kabul ediyordu. Ermeniler, Türkiye'ye karşı düşmanca davranamayacaklardı. Buna karşılık TBMM Hükümeti, Ermenistan'a diledikleri takdirde askeri ve siyasal yardım yapacaktı.

Ermenistan'a karşı kazanılan bu zafer, TBMM'nin hem askeri hem de siyasal ilk başarısıdır. Sonuçta:

TBMM Hükümeti, doğuda savaşı yürütmüş ve kazanmıştır. TBMM'nin varlığını kabul etmeyen Ermenistan, bu tutumunu değiştirmiştir.

Sevr Barışı'nı tanımadıklarını belirten Ermeniler, kendilerine verilmesini istedikleri Türk toprakları iddialarından vazgeçmişlerdir.

TBMM, içte ve dışta büyük saygınlık ve güç kazanmış, Doğu Cephesi kapanmış buradaki güçler Batı cephesine kaydırılmıştır.

TBMM, Gümrü Barışı ile uluslararası varlığını ilk kez kanıtlamış, TBMM ile kurulan devletin varlığını daha da pekiştirmiştir.

Anlaşma metninde "Osmanlı Devleti" adı hiç geçmemekte, TBMM'nin kurduğu devlet "Türkiye" adıyla belirtilmektedir.

Doğu Cephesi'nin kapanması, İç Anadolu'da ayaklanmalarla, Batı Anadolu'da Yunanlılarla, Güney'de Fransızlarla çarpışan birlikleri rahatlatmıştır.

Gümrü Barışı'ndan sonra Gürcistan ile de antlaşma yapıldı. Gürcistan'ın Mondros'tan sonra işgal ettiği Ardahan ve Artvin geri alındı. (23 Şubat 1921) Birkaç hafta sonra Batum da kazanıldı. Ancak Batum, sonradan Rusya'ya bırakılacaktır.

Prof. Dr. Sinsi 11-04-2012 12:32 AM

Türkiye Tarihi
 
Hatay Sorunu « Türkiye Tarihi

1936 yazından itibaren patlak veren Sancak (Hatay) Anlaşmazlığı, esasen bir türlü bir düzene girememiş olan Türk-Fransız ilişkilerinde yeni bir buhran doğurdu. Türkiye ile Fransa arasında 20 Ekim 1921'de imzalanan Ankara Antlaşması ile, Suriye sınırları içinde bırakılan İskenderun Sancağı'na özel bir idare şekli tanınmıştı. Türk parası resmi para birimi olacak ve Sancak halkı milli kültürlerinin korunmasında her türlü kolaylıktan yararlanacaktı.

Fransa'nın mandater devlet olarak Suriye'ye yerleşmesi kolay olmadı ve bir hayli uğraştı. Avrupa buhranlarının gidişatı karşısında Fransa, Suriye ve Lübnan ile ilişkilerini yeni bir düzene sokarak 1936 Eylülünde Suriye'ye ve 1936 Kasımında da Lübnan'a bağımsızlık verdi. Ancak Suriye'ye bağımsızlık veren ve Suriye ile Fransa arasında ittifak kuran 1936 Eylül Antlaşması'nda İskenderun Sancağı hakkında hiçbir hüküm yoktu. Yani Fransa Suriye'den çekilirken, Sancak üzerindeki yetkilerini Suriye'ye terketmekteydi.

Türk Hükümeti bu durumu kabul etmedi ve Milletler Cemiyeti Konseyi'nin toplantısı sırasında, Eylül ayında, Cenevre'de Fransa ile yapılan görüşmeler gelişme göstermeyince 9 Ekim 1936'da Fransa'ya verdiği resmi bir notada, Suriye'ye yapıldığı gibi, İskenderun Sancağı'na da bağımsızlık verilmesini istedi.

Atatürk de 1 Kasım günü Büyük Millet Meclisi'ni açış konuşmasında, "Bu sırada milletimizi gece-gündüz meşgul eden başlıca büyük mesele, hakiki sahibi öz Türk olan İskenderun, Antakya ve havalisinin mukadderatıdır. Bunun üzerinde, ciddiyet ve katiyetle durmaya mecburuz" diyordu.

Fransız Hükümeti 10 Kasımda verdiği cevapta, Sancak'a bağımsızlık vermenin Suriye'yi parçalamak demek olacağını ve mandater devlet olarak da buna yetkisi bulunmadığını bildirdi. Bundan sonra iki hükümet birbirilerine birer nota daha verdi ancak görüşlerde herhangi bir değişme olmadı.

Bu arada Fransa, meselenin Milletler Cemiyeti'ne havalesini teklif etti ve Türkiye de bu teklifi kabul etti. Türkiye ile Fransa arasında bu tartışmalar olurken, bir yandan Türk kamuoyu, öte yandan da İskenderun'daki halk heyecanlanmış ve İskenderun'da halk ile polis arasında çatışmalar olmuştu.

Atatürk, Ocak 1937'de Konya'ya ve oradan da Ulukışla'ya kadar bir seyahat yaptı. Ankara'ya döndüğü zaman kabinenin toplantısına başkanlık etti. Türk-Fransız ilişkileri gergin bir safhaya girmişti. Milletler Cemiyeti meseleye 14 Aralık 1936'dan itibaren el koydu ve yapılan tartışmalardan sonra ve özellikle İngiltere'nin de arabuluculuğu ile Konsey, 27 Ocak 1937'de Sancak için bir statü kabul etti. Bu statüye göre İskenderun Sancağı, içişlerinde tamamen bağımsız, dışişlerinde Suriye'ye bağlı, kendine özgü bir anayasa ile idare edilen "ayrı bir varlık" (entité distincte) olacaktı. Burası Milletler Cemiyeti'nin gözetimi altına konacak ve bu gözetim bir Fransız vasıtasıyla yürütülecekti. Fransa ile Türkiye bir anlaşma yaparak, Sancak'ın toprak bütünlüğünü birlikte garanti altına alacaklardı. Bundan sonra Sancak, Hatay adını alacaktır.

Milletler Cemiyeti, Hatay için bir anayasa hazırlamak üzere bir de komisyon kurmuştu. Bu komisyonun, Türkiye ile Fransa'nın da görüşlerini alarak hazırladığı anayasa, Milletler Cemiyeti Konseyi tarafından 29 Mayıs 1937'de kabul edildi. Aynı gün, Türkiye ile Fransa arasında da, Hatay'ın toprak bütünlüğünü ortak garanti altına alan anlaşma imzalandı.

Ancak bu anayasa ve anlaşmaları bağımsız Hatay'da uygulamak kolay olmadı. Hatay'daki Fransız temsilcisi, bunların uygulanmasını köstekleyici tedbirler alma yoluna gitti. Bağımsızlık dolayısıyla halk, gösterilerde bulunmak isteyince Fransa'nın sömürge memurları bunu da önlemek istediler ve polisle halk arasında yeniden çartışmalar oldu.

Öte yandan Fransızlar, Hatay'daki diğer azınlıkları Türklere karşı da kışkırtma yoluna gittiler. Türk kamuoyu yine galeyana geldi. Türkiye'de Fransa aleyhine kuvvetli bir eğilim belirdi ve Türk-Fransız ilişkileri yine bozuldu. Suriye halkı da Hatay'a bağımsızlık verilmesinden ötürü hükümeti eleştirdi ve Suriye'nin bazı şehirlerinde hükümet aleyhine gösteriler yapıldı.

Hatay Anayasası, 29 Kasım 1937'de yürürlüğe girecekti ve ilk iş olarak seçimlerin yapılması gerekiyordu. Ancak bu şartlar içinde seçimler yapılamadı. Diğer yandan seçim sistemi meselesinde Türkiye ile Fransa arasında görüş ayrılığı çıktı. Bunun üzerine Milletler Cemiyeti'nin kurduğu bir komite, Türkiye'nin de itirazlarını göz önünde tutarak bir seçim tüzüğü hazırladı ve seçimlerin 15 Temmuz 1938'e kadar tamamlanmasına karar verdi.

1938 Mayısı başından itibaren seçmen listelerinin hazırlanmasına başlandı. Ancak Fransız memurlarının davranışı, Hatay'da olayların yeniden şiddetlenmesine sebep oldu. Türkiye, Hatay sınırlarına 30,000 kişilik bir kuvvet gönderdi. Gerek bu durum karşısında, gerek Avrupa olaylarının gittikçe buhranlı bir hal alması dolayısıyla, Fransa, Hatay meselesinde Türkiye'ye karşı daha yumuşak bir tutum almayı tercih etti ve Hatay'ın Fransız valisini geri çekip yerine bir Türk vali tayin etti. Bunun üzerine durum biraz sakinleşti.

Almanya'nın 1938 Martında Avusturya'yı ilhakı, Fransa'nın Hatay meselesindeki politikasını da etkilemiştir. Berlin-Roma Mihverinin ağırlığını gittikçe artırmaya başladığı bir sırada, Fransa'nın Doğu Akdeniz'de stratejik önemi olan ve Boğazların kuvvetli bir bekçisi durumunda olan Türkiye'ye olan ihtiyacı da artmıştı. Bu sebeplerdir ki, 1938 yazından itibaren Hatay meselesindeki tutumunu da değiştirmiş ve gelişmeler Türkiye lehine bir yön göstermiştir.

13 Haziranda Antakya'da Türk ve Fransız askeri heyetleri arasında yapılan görüşmeler sonunda 3 Temmuz 1938'de imzalanan bir anlaşma ile, Hatay'ın toprak bütünlüğü ile siyasal statüsünün iki devlet tarafından korunması ve bu amaçla da her iki devletin de Hatay'a 2,500'er kişilik askeri kuvvet göndermesi esası kabul edilmiştir. Türk askeri 4 Temmuzdan itibaren Hatay'daki görevine başlamıştır.

Önce Paris'te başlayıp Ankara'da devam eden görüşmeler sonunda da, 4 Temmuz 1937'de Türkiye ile Fransa arasında bir dostluk anlaşması imzalanmıştır. Bu antlaşmaya göre taraflar, birbirleri aleyhine olan hiçbir politik veya ekonomik anlaşmaya ve birbirlerine yönelen herhangi bir harekete katılmayacaklar ve taraflardan biri, bir veya birkaç devlet tarafından saldırıya uğrarsa, diğeri, saldırganlara hiçbir şekilde yardım etmeyecekti.

Bu Türk-Fransız yakınlaşmasından sonra Ağustos ayında yapılan meclis seçimlerinde Türkler, 40 milletvekilliğinden 22'sini ka-zandılar. Meclis, 2 Eylül 1938'de ilk toplantısını yaptı ve bağımsız devlet için Hatay Cumhuriyeti adını kabul etti. Yeni devletin resmi dili Türkçe ve Arapça olduğu halde, bütün milletvekilleri Türkçe yemin etmişlerdir.

Hatay Devleti'yle Türkiye arasında gayet yakın temas ve bağlar kuruldu. Hatay Meclisi, 1939 Ocak ayında Türk Medeni Kanunu ile Türk Ceza Kanunu'nu kabul etti. Türkiye'den mali müşavirler getirtti.

Bunun yanında, Hatay idarecileri, devamlı olarak Türkiye'ye katılmak arzusunda bulundular. Türkiye de bu isteği sempati ile karşıladı. Fakat, 29 Mayıs 1937 Antlaşması ile Hatay, Türkiye ile Fransa'nın ortak garantisi altında bulunuyordu. Bu sebeple, Hataylıların anavatana katılma istekleri iki devlet arasında yeniden mesele oldu. Fakat 1939 Martından itibaren Avrupa'da yaşanan olayların savaşa doğru bir yön olması, Türk-İngiliz ittifakının ilk adımlarının atılması ve Batılıların Barış Cephesi çabaları dolayısıyla, Fransa, Türkiye'nin ve Hataylıların isteklerini kabul etmek zorunda kaldı.

23 Haziran 1939'da iki devlet arasında yapılan bir anlaşma ile Fransa, Hatay'ın Türkiye'ye katılmasını kabul etti. Buna karşılık Türkiye de Suriye'nin bağımsızlık ve toprak bütünlüğüne saygı gösterecekti. Temmuz ayında da Hatay, Türkiye sınırları içine katıldı.

Prof. Dr. Sinsi 11-04-2012 12:33 AM

Türkiye Tarihi
 
Hilafetin Kaldırılması « Türkiye Tarihi

1 Kasım 1922'de saltanatın kaldırılması ile, Sultan-Halife gibi, çifte görevi olan Osmanlı hükümdarının elinden egemenlik hakları, devlet yetkileri alınmıştı. Eski Osmanlı hükümdarına sadece, dini başkanlık yetkileri tanınmıştı. Hükümet, TBMM'nin seçtiği Halife Abdülmecid Efendi'den, sadece Müslümanların Halifesi ünvanını kullanmasını, gösterişli hareketlerde bulunmamasını istemişti. Abdülmecid, halife seçildikten sonra kendisine verilen talimata aykırı olarak, "Halife-i Müslimin" ünvanından başka sıfat ve ünvanlar taşıyarak, Cumhuriyet hükümetinin talimatı dışına çıkmıştır.

Bazı politikacılar ise; "Hilafet aynı hükümettir, hilafetin hukuk ve görevini iptal etmek hiç kimsenin hiç bir meclisin elinde değildir" diyerek, Halife'yi, Padişah gibi yaşatmak istiyorlardı. Bu durum, halifelik kurumu hakkında bir an önce önlem alınmasını gerektiriyordu. Fakat Mustafa Kemal Paşa'yı halifeliğin kaldırılması için zorlayan önemli sebep, Halife mevcut oldukça Türkiye'de yapılması zorunlu olan sosyal ve laik karakterdeki devrimlerin yapılamayacağı idi.

3 Mart 1924 tarihli, "Hilafetin ilgasına ve Hanedan-ı Osmaniye'nin Türkiye Cumhuriyeti memalik-i hariciyesine çıkarılmasına dair kanun"la hilafet kaldırılmıştır. Hilafetin kaldırılmasının Türkiye'de ve dünyada geniş yankıları olmuştur. Hilafetin kaldırıldığı 3 Mart 1924 günü, bir diğer kanunla da Şer'iye ve Evkaf Vekaleti (Bakanlığı) kaldırılmıştır.

Şer'iye ve Evkaf Vekaleti'nin kaldırılması sonucu, bu vekalet tarafından yönetilen okullar ve medreseler de kaldırılmıştır. Ayrıca aynı gün, Erkan-ı Harbiye-i Umumiye vekaleti de kaldırıldı. Böylece ordu siyaset çatışmasının da önüne geçilmiş oldu. Tevhid-i Tedrisat kanunu da o gün kabul edilmişti.

Prof. Dr. Sinsi 11-04-2012 12:33 AM

Türkiye Tarihi
 
Kazım Karabekir « Türkiye Tarihi

1882 yılında İstanbul'da doğdu. Mehmed Emin Paşa'nın oğludur. İlköğrenimini İstanbul, Van, Harput ve Mekke'de tamamladıktan sonra, 1896'da İstanbul Fatih Askeri Rüştiyesi'ni, 1899'da Kuleli Askeri İdadisi'ni, 1902'de Harbiye Mektebi'ni ve 1905'te de Erkân-ı Harbiye Mektebi'ni bitirerek yüzbaşı rütbesiyle orduya katıldı.

İki yıllık kıta stajını Manastır'da yaptı. İttihat ve Terakki'nin Manastır örgütünün kurulmasına katıldı. 1907'de kolağası (önyüzbaşı) rütbesi alarak, İstanbul Harbiye Mektebi tabiye öğretmen vekilliğine atandı. İttihat ve Terakki İstanbul Örgütü'nün kurulmasında görev aldı. II. Meşrutiyet'ten sonra Edirne'de 2. Ordu 3. Fırka (tümen) Erkân-ı Harfliği'ne (kurmaylığına) atandı.

31 Mart 1909 Ayaklanması'nda Hareket Ordusu'nda görev aldı. 1910 Arnavutluk Ayaklanması'nın bastırılması harekâtında çalıştı. 14 Nisan 1912'de binbaşılığa yükseldi. Balkan Savaşı'nda Trakya sınır komiseri olarak görev yaptı. 1914'te kaymakam (yarbay) rütbesiyle Birinci Kuvve-i Seferiye Komutanlığı sıfatıyla İran ve Ötesi Harekâtı'nda görevlendirildi. Bir süre sonra İstanbul Kartal'da 14. Fırka Komutanlığı'na atandı ve Çanakkale'ye gönderildi.

Kerevizdere'de Fransızlar'a karşı 3 ay savaştıktan sonra miralaylığa (albay) yükseldi. Buradan, İstanbul'da 1. Ordu Erkân-ı Harbiye Başkanlığı'na, sonra Galiçya'ya gidecek ordunun ve ardından Mareşal von der Goltz'un Erkân-ı Harbiye Başkanlığı'na atanarak Irak'a gitti.

1916'da Kutü'l-Amare'yi kuşatan 18. Kolordu Komutanlığı'na getirildi ve burayı aldıktan sonra Irak'ta İngilizler'le çarpıştı. 1917'de Diyarbakır'daki 2. Kolordu Komutanlığı'na getirildi ve Van, Bitlis, Elaziz (Elazığ) cephelerindeki II. Ordu Komutanlığı'na vekâlet etti.

1918'de Erzincan ve Erzurum'u, Ermeniler'den ve Ruslar'dan geri aldı. Ardından Sarıkamış, Kars ve Gümrü Kalelerini ve Karaköse�yi kurtardı. Aynı yıl mirliva (tümgeneral) oldu.

Mondros Mütarekesi sırasında sadrazam olan Ahmed İzzet Paşa'nın erkân-ı harbiye-i umumiye reisliği (genelkurmay başkanlığı) önerisini kabul etmeyerek, Anadolu'da görev almak istedi. Önce Tekirdağ'daki 14. Kolordu Komutanlığı'na, ardından da Erzurum'daki 15. Kolordu Komutanlığı'na atanmasını sağlayarak, Nisan 1919'da göreve başladı.

Hazırlıkları yapılan Erzurum Kongresi'nin toplanmasında önemli rol oynadı. Kurtuluş Savaşı'nda Edirne Milletvekilliği ve Doğu Cephesi Komutanlığı yaptı.

15 Kasım 1920'de Ermeni Ordusu'nu kesin olarak yendi. Ermeni Hükümeti'yle Ankara Hükümeti adına Gümrü Antlaşması'nı imzaladı. Kars'ın alınmasıyla ferikliğe (korgeneral) yükseldi. Rus Sovyet Sosyalist Federe Cumhuriyeti ve Kafkasya Hükümetleri'yle Kars Antlaşması görüşmelerini yürüttü. Halk Partisi�nden ayrıldı. Kurtuluş Savaşı'nın bitiminden sonra 1. Ordu Müfettişliği'ne atandı.

1923'te İstanbul Milletvekili oldu. 1924'te, TBMM'deki Dörtler Grubu'nu destekledi. Ardından askerlikten ayrılarak, Halk Fırkası'ndan istifa etti. 17 Kasım 1924'te kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın başkanlığına seçildi. Parti, 3 Haziran 1925'te Şeyh Sait Ayaklanması nedeniyle kapatıldı.

Karabekir, Mustafa Kemal Paşa'ya karşı yapılan İzmir Suikasti ile ilgili görülerek bazı partililerle birlikte yargılandıysa da beraat etti. Siyasi hayatına 12 yıllık aradan sonra, 6 Ocak 1939'da İstanbul Milletvekili olarak devam etti. 1946'da TBMM Başkanlığı'na seçildi ve bu görevde iken 26 Ocak 1948'de Ankara'da öldü.

Prof. Dr. Sinsi 11-04-2012 12:33 AM

Türkiye Tarihi
 
Kıbrıs Meselesi « Türkiye Tarihi

1571 yılında Osmanlı Devleti tarafından fethedilen Kıbrıs Adası, 93 Harbi'nde Osmanlıların Ruslara yenilmesi üzerine, Rus Çarlığı'nın ilerlemesine mani olmak ve İngilizlerin desteğini sağlamak amacıyla İngiltere'ye geçici olarak terk edilmiştir.

Osmanlıların I. Dünya Savaşı'na İttifak Devletleri yanında girmesini fırsat bilen İngiltere, Ada'yı 5 Kasım 1914'te ilhak ve Lozan'da Türkiye Cumhuriyeti tarafından bu ilhakın tanınmasından sonra, 1925 yılında Ada'nın statüsünü değiştirerek burayı sömürgesi ilan etmiştir. Bu gelişmeleri Kıbrıslı Rumlar Enosis yani Ada'nın Yunanistan'a katılması için bir merhale olarak değerlendirerek el altından faaliyetlere başladılar.

1950'de Kıbrıs Başpiskoposluğuna III. Makarios'un seçilmesi, Ada'da Enosis akımının gelişmesine ve bu yönde faaliyetlerin iyice artmasına yol açmıştır. Rumlar Enosis'i gerçekleştirebilmek için 1955 yılında EOKA tedhiş örgütünü kurarak, Kıbrıs Türklerine karşı faaliyetlere başladılar. Bu baskı karşısında Kıbrıs Türkleri 1957'de Türk Mukavemet Teşkilatını kurmak zorunda kalmışlardır.

Kıbrıs'ta yaşanan olayları yatıştırmak, Ada'da sükuneti sağlamak ve bölgenin statüsünü belirlemek amacı ile 1959 yılı içinde gerçekleştirilen Zürich ve Londra Andlaşmaları'ndan hemen sonra 16 Ağustos 1960 tarihinde Kıbrıs Cumhuriyeti ilan edilmiştir. Bunun yanısıra Türkiye, Yunanistan ve İngiltere'ye de Kıbrıs Cumhuriyeti üzerinde garantörlük hakkı verilmiştir. Fakat Kıbrıslı Rumlar bu gelişmeleri de hep Enosis'i gerçekleştirmek için birer aşama olarak değerlendirdiler.

1963-1964 ve 1967 yıllarında Ada'da kanlı olaylar yaşandı ve bir çok Türk acımasızca katledildi. Türkiye'nin faaliyetleri Rumları biraz frenledi ise de durduramadı. Bunun üzerine 28 Aralık 1967'de Kıbrıs Geçici Türk Yönetimi kuruldu. 1974'de Ada'da Makarios'a karşı gerçekleştirilen darbeden sonra EOKA'cı Nikos Sampson'un öncülüğünde Kıbrıs Helen Cumhuriyeti ilan edildi. Bölgede tekrar hareketlilik baş göstermesi üzerine Türkiye garantörlük hakkını kullanarak 20 Temmuz 1974 sabahı Kıbrıs Barış Harekâtı'na başladı.

Soruna diplomasi açısından çözüm getirmek amacı ile yapılan, bir anlamda barış görüşmeleri şeklinde tanımlayabileceğimiz girişimlerden olumlu sonuç çıkmaması üzerine 14 Ağustos 1974 tarihinde II. Barış Harekâtı gerçekleştirildi. Rumların uzlaşmaz tutumlarının devam etmesi karşısında Kıbrıs Türkleri 13 Şubat 1975'de Kıbrıs Türk Federe Devletini kurdular daha sonra ise 15 Kasım 1983 tarihinde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetini ilan ettiler.

Enosis'e kapalı önerilere yanaşmayan Rumların devamlı surette zorluk çıkarması ve her şeyden önemlisi geçmişte yaşanan olaylardan dolayı Türk kesiminin Rum toplumuna güvenmemesi,karşı tarafın geçmişteki suistimallerini de göz önüne alarak Türk tarafının en ufak bir tavize dahi yanaşmaması uzun bir süreden beri bir takım kesintilerle de olsa sürdürülen toplumlararası görüşmelerin sonuçsuz kalmasına yol açmaktadır.

Bu arabuluculuk girişimlerine Birleşmiş Milletler ön ayak olmakla birlikte, söz konusu girişimler çerçevesinde BM'in pek de tarafsız davranmadığı, 26 Kasım 1992'de Butros Gali'nin hazırladığı rapor doğrultusunda alınan 789 sayılı karar ile ortaya çıkmıştır. Bu kararla; Ada'da iki halkı eşit kabul etmeyen; Rum tarafının Ada'da hakimiyetine olanak sağlayan; Türk tarafının tek yanlı toprak vermesini isteyen; Ada'nın ve Kıbrıs Türklerinin güvenliğini 20 yıldır sağlayan TSK'nin Kıbrıs'tan çekilmesini öneren ve buna paralel olarak Türklerin güvenliğini ortadan kaldırmaya yönelik bir tutum sergilenmiştir.

Oysa ki Türk tarafı isteklerini oldukça açık, basit ve net bir şekilde ifade etmektedir. Türk tarafı iki toplumlu, iki kesimli federal çözüm; iki toplum arasında güven ortamını arttırmaya yönelik önlemlerin acele edilmeden, bir oldu-bittiye getirilmeden müzakere yolu ile belirlenmesini; iki taraf arasında itham edici ve siyasi havayı bozacak beyanlardan kaçınılmasını; federal cumhuriyetin askersizleştirilmesini; AB üyeliği konusunda iki tarafın ortak arzu ve iradesiyle hareket edilmesini istemektedir.

Prof. Dr. Sinsi 11-04-2012 12:33 AM

Türkiye Tarihi
 
Montreux Boğazlar Sözleşmesi « Türkiye Tarihi

Lozan Konferansı'nda imzalanmış olan Boğazlar Sözleşmesi'ne göre, Boğazlardan serbest geçişin güvenliğini sağlamak amacı ile, Çanakkale ve İstanbul Boğazlarının her iki kıyıları ile, Marmara Denizi'ndeki adalar gayri askeri hale getirilmiş ve bu bölgelerde tahkimat yapmak ve asker bulundurmak yasaklanmıştı. Buna karşılık, bu bölgelerin herhangi bir saldırıya karşı güvenliği de, sözleşmeyi imza eden devletlerle Milletler Cemiyeti'nin garantisi altına konulmuştu.

Türkiye, Boğazlar üzerindeki egemenliğinin sınırlandırılması demek olan bu hükümleri istemeyerek kabul etmekle beraber, bir ümidi de, kolektif güvenlik alanında Milletler Cemiyeti'nin etkili bir rol oynayacağı ve aynı zamanda da silahsızlanmanın gerçekleşeceği idi. Fakat her iki konudaki ümit de gerçekleşmedi. Ne silahsızlanma yolunda olumlu adımlar atılabildi ve ne de kolektif güvenlik konu-sunda Milletler Cemiyeti kendisinden bekleneni verebildi.

Japonya'nın Mançurya'ya saldırması karşısında Milletler Cemiyeti hiçbir şey yapamamıştı. Silahsızlanma çabaları ise tam anlamıyla sürüncemede idi. Bu durum karşısında Türkiye 1935 yılından itibaren Boğazlara ait demilitarizasyon hükümlerini kaldırmak için teşebbüse geçti. 1933'te Silahsızlanma Konferansı'nda ilk defa bu hükümlerin kaldırılmasını istedi. Fakat bu istek, silahsızlanma meselesiyle doğ-rudan doğruya ilgili görülmediğinden mesele geri kaldı.

1934'ten itibaren Almanya'nın silahsızlanmaya başlaması ve 1935 Martında da mecburi askerlik sistemini ihdas ile silahlanmasını açık bir hale getirmesi üzerine, Türkiye de bu meseleyi daha ısrarla ele aldı. Almanya'nın silahlanmasını görüşmek üzere olağanüstü toplanan Milletler Cemiyeti Konseyi'nde 17 Nisan 1935 günü yaptığı konuşmada, Türkiye Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, yine Boğazların silahsızlandırılmış olması konusunu ele alarak, bu meselenin Türkiye'nin güvenliği ile yakından ilgili bulunduğunu, Boğazların askerlikten tecridi ile gerçekte Türkiye'nin savunmasının zayıflatılmış olduğunu ve bu sebeple bu hükümlerin kaldırılmasını istedi. İngiltere, Fransa ve İtalya temsilcileri meselenin konu ile doğrudan doğruya ilgili olmadığını ileri sürdüler. Sovyet delegesi Litvinov ise Türkiye'nin görüşünü destekledi.

Türkiye, Boğazlar konusundaki bu isteğini, Mayıs ayında Bal-kan Antantı Konseyi'nin Bükreş toplantısında, Milletler Cemiyeti Asamblesi'nin Eylül ayındaki toplantısında ve nihayet, İtalya'nın Habeşistan'a saldırması dolayısıyla bu devlete uygulanacak zorlama tedbirleri konuşulurken yine Milletler Cemiyeti'nin kasım toplantısında tekrar söz konusu etti.

Bu şekilde olumlu bir diplomatik at-mosfer yaratmaya muvaffak olmuştu. Zorlama tedbirlerine rağmen İtalya Habeşistan'ı işgal edince ve bu arada Almanya da Versay'a aykırı olarak Ren bölgesini militarize edince, Türkiye de, 10 Nisan 1936'da, Boğazlar Sözleşmesi'ni imzalamış olan devletlere verdiği notada Avrupa'daki buhranların 1923 Boğazlar Sözleşmesi'yle Boğazların güvenliği için verilmiş olan kolektif garantiyi artık işlemez hale getirdiğini belirterek, kendi güvenliği, savunması ve egemenlik haklarının, korunması bakımından bu statünün değiştirilerek, Bo-ğazların askerileştirilmesini istedi.

Antlaşmaların hiçe sayıldığı veya kuvvet zoru ile değiştirildiği bir sırada Türkiye'nin bu barışçı ve samimi davranışı sempati ile karşılandı. İlk olumlu cevap İngiltere'den geldi. Türkiye'nin bu işi müzakere yolu ile, yapmak istemesi İngiltere'yi hoşnut bırakmıştı. Öte yandan, şimdi İngiltere Türkiye'ye karşı politikasını değiştirmiş ve bu devleti kendisine bağlamak istiyordu.

Akdeniz'de kuvvetli bir Türkiye, İngiltere için değerli bir dost olacaktı. İngilizler bu sayede Türkiye'yi, Sovyetler Birliği'nden ziyade kendilerine daha yakın geti-receklerdi. Sonraki olaylar bu ümitlerin boş olmadığını göstere-cektir.

Türkiye'yi destekleyen ikinci devlet Sovyet Rusya oldu. Sovyetler Boğazların gayri askeri hale getirilmesine ve Boğazlar üzerin-deki Türk egemenliğinin sınırlandırılmasına daha Lozan'da muhalefet etmişlerdi.

İtalya hariç, Fransa ve diğer devletler de Türkiye'nin isteğini kabul ettiler. İtalya, Avrupa'da kendisine karşı mevcut olan hava dolayısıyla şimdilik uzakta kalmayı tercih etti. Fakat Türk-İngiliz yakınlaşmasını da İtalya hoş karşılamıyordu.

1923 Boğazlar Sözleşmesi'ni değiştirecek konferans, 22 Haziran 1936'da İsviçre'de Montreux'de toplandı ve Montreux Sözleşmesi adını alan yeni Boğazlar Sözleşmesi 20 Temmuz 1936'da imzalandı. Sözleşme; Türkiye, İngiltere, Fransa, Sovyetler Birliği, Japonya, Romanya, Bulgaristan, Yunanistan ve Yugoslavya arasında imzalanmıştır.

Montreux Sözleşmesi ile Boğazlar hakkındaki silahsızlanma ka-yıtları kaldırılıyordu ve Türkiye'nin Boğazlar üzerindeki egemenliği tam olarak kuruluyordu. Öte yandan, 1923 Sözleşmesi'ne oranla, hem Türkiye ve hem de Karadeniz devletleri lehine bazı değişiklikler de getirmiştir. Özellikle savaş gemilerinin Boğazlardan geçmesi meselesinde, Türkiye tarafsız ve savaş dışı ise, savaşan tarafların savaş gemileri Boğazlardan geçemeyecekti.

Türkiye bir savaşa girerse veya kendisini yakın bir savaş tehlikesi karşısında görürse, diğer devletlerin savaş gemilerinin Boğazlardan geçmesi tamamıyla Türkiye'nin kendi takdirine kalacaktır. İsterse geçirecek, istemezse geçirmeyecektir.

Karadeniz devletleri lehine yapılan değişikliklere gelince: Karadeniz'de kıyısı olmayan devletlerin Karadeniz'e geçirebilecekleri ve bu denizde bulundurabilecekleri savaş gemilerinin cinsi, büyüklüğü ve toplam tonajı sınırlanıyordu ki, bu hüküm güvenlikleri bakımından Karadeniz devletlerinin lehine idi. Karadeniz devletlerinin savaş gemilerinin Boğazlardan geçişi için de bir hayli geniş bir serbesti tanınmıştı.

Sözleşme 20 yıl için imzalanmakla beraber, şimdiye kadar hiçbir imzacı devlet tarafından feshedilmemiş olduğundan, yürürlükte devam etmektedir. İtalya Montreux Sözleşmesi'ne 1938 Mayısında katılmıştır.

Montreux Konferansı Türk-İngiliz ve Türk-Sovyet münasebet-lerinde bir dönem noktası teşkil etmiştir. Türk-İngiliz yakınlaşması bu konferansta en önemli gelişmesini kaydetmiştir. Açıktır ki, eğer İngiltere'nin rızası ve anlayışı olmasaydı, Türkiye'nin Boğazlar, rejimini bu derece kendi lehine değiştirmesi mümkün olamazdı.

İngiltere'nin Türkiye'ye karşı bu sempatik davranışı ise, şimdi İtalya'nın Doğu Akdeniz bölgesinde ortaya çıkardığı tehditten doğmuştu. Böy-le bir tehdide karşı İngiltere Türkiye'de sağlam bir dayanak görmüş ve Türkiye'yi kendi tarafına çekmek istemişti. Aynı tehdit karşısında Türkiye'nin de, askeri güç bakımından zayıf bir Sovyetler Birliği yerine, denizlerde kuvvetli olan İngiltere'ye kayması tabii idi.

İşte bu şartlar Montreux'den sonra Türk-İngiliz münasebetlerini daha da geliştirdi. 1937 yılında Karabük Demir-Çelik fabrikası İngiltere'nin yardımı ile kuruldu. 1938 yılında İngiltere Türkiye'ye, 10 milyonu ticari kredi ve 6 milyonu da savaş gemisi ve savaş malzemesi satın, alınması için, 16 milyon İngiliz liralık bir kredi açtı. Türkiye ve İngiltere artık yollarını kesin olarak çizmişler ve barış yolunda bera-ber yürüyorlardı. Bunun içindir ki, 1939 ilkbaharında Avrupa tehlikeli buhranlar içine girmeye başlayınca, Türkiye tereddüt etmeksizin İngiltere'ye bağlanacak ve bir ittifakın ilk adımlarını atacaktır.

Türkiye, Akdeniz'deki İtalyan tehlikesi karşısında bu şekilde İngiltere'ye bağlanırken, Sovyetler Birliğini terketmek niyetinde değildi ve bu devlet Türk dış politikasının temel unsuru olmakta devam ediyordu. Lakin Türk-İngiliz' yakınlaşması Sovyetleri hoşnut bırakmadı.

Öte yandan, Türkiye'nin Almanya ile de sıkı ticaret münasebetlerinde bulunması, bu hoşnutsuzluğu daha da arttırmıştır. Bununla beraber iki devletin münasebetlerinde herhangi bir gerginlik almamıştır. Fakat gerçek şuydu ki, bu münasebetlerde bir takım soğukluk noktaları mevcuttu. 1939 yazında iki devletin yolları birbirinden kesin olarak ayrılacaktır.

Prof. Dr. Sinsi 11-04-2012 12:33 AM

Türkiye Tarihi
 
Moskova Antlaşması « Türkiye Tarihi

16 Mart 1921 tarihinde yapılan bu antlaşma ile:

- Osmanlı Devleti ve Çarlık Rusya'sının sona erdiği belgelenmiştir.
- Türkiye'nin Misak-ı Milli sınırları, Sovyet Rusya tarafından kabul edilmiştir.
- İlk kez büyük bir devlet TBMM'yi ve onun kurduğu düzeni tanımıştır.
- TBMM ile Sovyet Rusya, ilk siyasi ilişkilerini kurmuş ve İtilaf Devletleri'ne karşı güç birliği sağlanmıştır.

Prof. Dr. Sinsi 11-04-2012 12:33 AM

Türkiye Tarihi
 
Musul Sorunu « Türkiye Tarihi

I. Dünya Savaşı'ndan önce Musul bölgesi, petrolleri dolayısıyla, İngiltere, Fransa, Almanya ve hatta Birleşik Ame-rika arasında rekabet konusu olmuş, lakin 1916 Sykes-Picot anlaşması ile bu bölge Fransa'ya bırakılmıştı. 1920 Nisanındaki San Remo Konferansı'nda Fransa, kendisini Orta Doğu'da desteklemesine karşılık, burasını İngiltere'ye bırakmıştı.

Lozan Konferansı'nda Türk-Irak sınırının çizilmesi meselesi görüşme konusu olduğu zaman, Türkiye, Musul ve Süleymaniye bölgeleri halkının büyük çoğunluğunun Türk olması nedeniyle, buraların Türk sınırları içine katılması gerektiğini ileri sürmüş ve Irak adına, mandater devlet olarak, İngiltere de buna itiraz etmişti. Bunun üzerine Lozan Antlaşması'nın 3. maddesiyle, bu meselenin çözümü, dokuz ay içinde bir sonuca ulaştırılmak üzere, Türk-İngiliz ikili görüşmelerine bırakılmıştı. Bu görüşmeler 19 Mayıs 1924'de İstanbul Konferansı ile başladı ve 5 Hazirana kadar devam etti.

Taraflar, Lozan'daki tutumlarında bir değişiklik yapmadıkları için, bir uzlaşmaya varmak mümkün olmadı. Türkiye, yine Musul ve Süleymaniye'nin Türk sınırları içinde kalmasında ısrar etti. İngiltere ise bu fikre yanaşmadığı gibi, üstelik Hakkari ilinin dinsel çoğunluğunun Süryani olduğunu, Süryanilerin ise Irak'a göç etmeleri dolayısıyla, Hakkari'nin de Irak'a katılması gerektiğini ileri sürdü.

İstanbul Konferansı'nın sonuçsuz kalması ve özellikle Türkiye'nin tutumunu yumuşatmaması üzerine, İngiltere Türk-Irak sınırları bölgesinde sınır olaylarını kışkırtıp, burada karışıklıklar çıkarmaya başladı. Bu durum Türk-İngiliz münasebetlerinin gerginleşmesine sebep oldu.

Yine Lozan Antlaşması'na göre, ikili görüşmeler başarılı sonuç vermezse, mesele Milletler Cemiyetine havale edilecekti. Milletler Cemiyeti 1924 Eylülünde meseleyi ele aldı. Türkiye Musul ve Süleymaniye bölgelerinde plebisit/halk oylaması yapılmasını teklif ettiyse de, İngiltere buna yanaşmadı. Öte yandan, Milletler Cemiyeti Musul meselesi hakkında inceleme yapıp, rapor vermek üzere bir komisyon teşkil etti.

Komisyon raporunu Milletler Cemiyetine 1925 Eylülünde sundu. Rapor, Musul'un Irak'a katılması gerektiğini ve ayrıca Kürtlerin, haklarının da garanti altına alınmasını tavsiye ediyordu. Bu sırada İngiltere Milletler Cemiyetinde hakim durumda olduğu için, Milletler Cemiyeti Konseyi de bu tavsiyeyi aynen kabul etti. Komisyon raporu Hakkari'yi Türkiye'ye bırakmıştı.

Milletler Cemiyeti Konseyi'nin kararı Türkiye'de büyük bir tepki yarattı ve İngiliz aleyhtarlığının yeniden kuvvetlenmesine sebep oldu. Hatta Türk basını bir Türk-İngiliz savaşından bile söz etti. Lakin Türk Hükümeti daha ileriye gidemedi. Çünkü, yıllarca süren savaştan yeni çıkılmıştı ve tekrar savaşmak kolay değildi. Kaldı ki, içeride çözüm bekleyen bir sürü ekonomik ve sosyal meseleler vardı. Bu sebeple, 5 Haziran 1926'da İngiltere ile bir anlaşma imzalayarak Milletler Cemiyeti kararını kabul etti. Bu antlaşma, bugünkü Türk-Irak sınırını çizmiş ve Musul buhranını sona erdirmiştir.

Musul buhranı, Türkiye ile Sovyet Rusya'yı birbirine daha fazla yaklaştırmıştır. Çünkü Sovyetler, Locarno Anlaşmalarının imzasından hiç hoşnut kalmamışlardı. Bunun içindir ki, sınırlarını çevreleyen devletlerle saldırmazlık antlaşmaları imzalama yoluna gitmişlerdir.

Milletler Cemiyeti Konseyi'nin, komisyon raporunu kabul ettiğinin ertesi günü, 17 Aralık 1925'de Paris'te Türk-Sovyet Dostluk ve Saldırmazlık Paktı imza edilmiştir. Milli Mücadele sırasında olduğu gibi, İngiltere ile münasebetlerin gerginleşmesi, Türkiye'yi Sovyet Rusya'ya tekrar yaklaştırıyordu.

Prof. Dr. Sinsi 11-04-2012 12:34 AM

Türkiye Tarihi
 
Ali Fethi Okyar « Türkiye Tarihi

1880-1943 yılları arası yaşamış asker ve siyaset adamı. 1903'te Erkan-ı Harp Kolağası rütbesiyle Harbiye'yi bitirdi. İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne girdi. İtalyan işgali sırasında Trablusgarp savunmasına katıldı. 1912'de Manastır mebusu olarak Meclis-i Mebusan'a girdi. Meclisin dağıtılması üzerine orduya döndü. 1913'te ordudan ayrılarak Sofya elçiliğine atandı. Aynı yıl, Meclis-i Mebusan'da İstanbul mebusu ve 1917'de Ahmet İzzet Paşa kabinesinde dahiliye nazırı oldu.

1919'da İttihat ve Terakki yöneticileriyle birlikte Malta'ya sürüldü. 1921'de İstanbul mebusu olarak BMM'ye katıldı ve Fevzi Çakmak hükümetinde dahiliye vekilliği yaptı. Ağustos 1923'te başbakanlığa getirildi, ekimde istifa etti. Bir dönem BMM başkanlığı yaptı. 22 Kasım 1924'te yeniden başbakanlığa getirildi ve Mart 1925'te görevden ayrılarak beş yıl Paris Büyükelçiliği yaptı.

1930'da yurda dönen Okyar, yönetimdeki Cumhuriyet Halk Fırkası'na yönelik muhalefeti denetlemek amacıyla, Atatürk'ün önerisi ve onayıyla Ağustos 1930'da Serbest Cumhuriyet Fırkası'nı kurdu ve başkanlığa getirildi. Kısa zamanda yaygın bir yığın desteği kazandı. 5 Eylül İzmir Mitingi'nde çıkan olayların ardından başlayan grevler gibi emekçilerin siyasal etkinliklerinin artması, öte yandan kimi tutucu çevrelerinin eylemlerinin yoğunlaşması, meclis içinden ve dışından yoğun eleştirilere yol açtı.

Atatürk'ün de bu eleştirilere katılması üzerine Kasım 1930'da parti kendini feshetti. 1934'de Londra Büyükelçiliği'ne atanan Okyar, 1939'da yeniden milletvekili seçildi. Bir süre Adalet Bakanlığı yaptıktan sonra 1942'de siyasal yaşamdan çekildi.

Prof. Dr. Sinsi 11-04-2012 12:34 AM

Türkiye Tarihi
 
Saltanatın Kaldırılması « Türkiye Tarihi

Mudanya Mütarekesi'nden sonra, Lozan Barış Konferansı için hazırlıklar başlayınca, Osmanlı Hükümeti, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti yanında konferansa katılmak arzusunda olduğunu bildirdi. İtilaf Devletleri'nin, hala İstanbul'da bir hükümet tanımak ve onu da Türkiye ile birlikte konferansa çağırmak istemeleri ve bu hükümetin de, delegeleri beraberce seçmek için Büyük Millet Meclisi'ne başvurması, Mustafa Kemal Paşa'yı harekete geçirdi.

Sadrazamı Tevfik Paşa'nın barış konferansında görüş ve sözbirliği, Büyük Millet Meclisi Başkanlığı'na çektiği telgraf, Mecliste tepkiyle karşılandı. Gerek Mustafa Kemal Paşa'nın, 24 Nisan 1920 tarihli önergesinde ve gerekse 20 Ocak 1921 tarihli Anayasada egemenliğin millette olduğu ilan edilmişti.

Başkomutan Mustafa Kemal Paşa ve pek çok milletvekilinin ortak teklifi 30 Ekim 1922 günü TBMM'de görüşülmeye başlandı. Önergede Saltanatın kaldırıldığı belirtiliyordu. Saltanatla birleşmiş olan "halifelik" ise ondan ayrılacaktı. Ateşli görüşmeler sırasında şu düşüncelerin Meclis Genel Kuruluna hakim olduğu görüldü: Saltanat, Halifelikten ayrılsın ve kaldırılsın. Halifeyi biz seçelim; Saltanat ve Halifelik birbirinden ayrılamaz. Bu nedenle, eğer Saltanat kaldırılırsa Halifelik de kalkmış olur ki, böyle bir durum düşünülemez.

Görülen şuydu: Başta Hüseyin Rauf (Orbay) Bey ve Refet (Bele) Paşa gibi, Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın yakın arkadaşlarının bulunduğu bir grup, Halifeliğin Saltanattan ayrılamayacağını ileri sürüyorlardı. Saltanatın kaldırılması hakkında kanun tasarısı, Türkiye Büyük Millet Meclisi Karma Komisyonunda görüşülürken, hilafetle saltanatın ayrılamayacağı düşüncesi ileri sürüldü. İlk grubun içinde bulunanlar ise böyle bir ayrımın mümkün olduğunu belirtiyorlardı.

Mustafa Kemal Paşa söz alarak, tarihsel ve bilimsel açıklamalarda bulunarak, yüksek sesle şunları söyledi: "Hakimiyet ve saltanat hiç kimse tarafından hiç kimseye, ilim icabıdır diye müzakereyle, münakaşa ile verilemez. Hakimiyet, saltanat kuvvetle, kudretle ve zorla alınır. Osmanoğulları zorla Türk Milletinin hakimiyet ve saltanatına vaziülyed olmuşlardı (zorla el koymuşlardı). Bu tasallutlarını altı asırdan beri idame eylemişlerdir. Şimdi de, Türk milleti bu mütecavizlerin hadlerini ihtar ederek, hakimiyet ve saltanatını isyan ederek kendi eline bilfiil almış bulunuyor.

Bu bir emrivakidir. Mevzubahis olan, millete saltanatını, hakimiyetini bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız meselesi değildir. Mesele zaten emrivaki olmuş bir hakikati ifadeden ibarettir. Bu behemehal olacaktır. Burada içtima edenler (toplananlar) Meclis ve herkes meseleyi tabii görürse, fikrimce muvafık olur. Aksi takdirde, yine hakikat usulü dairesinde ifade olunacaktır. Fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir."

Mustafa Kemal Paşa'nın bu çok önemli ve tarihi konuşması sonunda, Karma Komisyon'da, görüşülen teklif hemen kabul edilmiş ve ivedilikle Genel Kurulda görüşülerek, 1 Kasım 1922'de 308 Numaralı karar olarak benimsenmiştir. Yeni Türkiye'nin yeni temellerinin de bir ifadesi olan bu karar ile, hilafet ve saltanat birbirinden ayrılmış, saltanat kaldırılmıştır. Ertesi gün, TBMM, Osmanlı veliahdı Abdülmecid Efendi'yi halife seçmiştir.

Böylece, çok önemli bir gelişme sağlanmıştır. TBMM'nin Saltanatı kaldırma kararı, İstanbul Hükümeti tarafından da benimsenmiştir. Hükümet istifa etmiştir. Devir ve teslim işlerine derhal başlanmıştır. Bu tutum, Saltanatın kaldırılmasının beklendiğini de gösterir. Saltanatın kaldırılma kararı üzerine, 17 Kasım 1922'de Sultan Vahdettin, İngiltere himayesine sığınarak Malaya zırhlısı ile yurdu terketmiş ve Malta'ya gitmiştir. Oysa Osmanlı tarihinde hiçbir padişahın düşmana sığınmak gibi bir tutum içine girdiği görülmemiştir.

Prof. Dr. Sinsi 11-04-2012 12:34 AM

Türkiye Tarihi
 
Serbest Cumhuriyet Fırkası « Türkiye Tarihi

12 Ağustos 1930'da İstanbul'da kurulan siyasi parti. Atatürk'ün istek ve onayıyla, dönemin Paris Büyükelçisi Fethi Okyar'ın başkanlığında Cumhuriyet Halk Fırkası'na karşı biriken hoşnutsuzluk ve tepkileri dağıtmak, hükümeti sarsmayacak bir muhalefet partisi oluşturmak amacıyla kuruldu. Cumhuriyetçilik, milliyetçilik ve laiklik ilkelerine bağlılığın vurgulandığı parti programında, Cumhuriyet Halk Fırkası'ndan farklı olarak, devletçi ekonomi yerine özel girişim savunuldu. Parti kısa zamanda, geniş bir yandaş kitlesi kazandı.

Fethi Okyar'ın İzmir gezisinde büyük sevgi gösterileriyle karşılanması sonucu çıkan olaylar ve belediye seçimlerinde hile yapıldığı iddiaları üzerine dönemin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya hakkında gensoru önergesi vermesi, Cumhuriyet Halk Fırkası'nda hoşnutsuzluk yarattı. Mecliste partinin, irtica ve komünizme destek vermekle suçlanması ve Atatürk'ün de yeni parti deneyiminden hoşnutsuzluğunu belirtmesi üzerine Fethi Okyar, 17 Kasım 1930'da İçişleri Bakanlığı'na başvurarak partinin kapatıldığını bildirdi.

Prof. Dr. Sinsi 11-04-2012 12:34 AM

Türkiye Tarihi
 
Mustafa Suphi « Türkiye Tarihi

1883-1921 yılları arası yaşamış siyaset adamı. İstanbul Hukuk Fakültesi�ni bitirdikten sonra, 1910�da Paris�e giderek iki yıl ekonomi eğitimi gördü. Yurda döndükten sonra, İstanbul Yüksek Ticaret Okulu�nda hukuk, Yüksek Öğretmen Okulu�nda ekonomi dersleri verdi. İfham Gazetesi ve yayınlarını yönetti. Tanin, Servet-i Fünun ve Hak gazetelerine yazılar yazdı.

İttihat ve Terakki�nin baskıcı yönetimine karşı olan Mustafa Suphi, sadrazam Mahmud Şevket Paşa�nın öldürülmesi olayı gerekçe gösterilerek 1913�te 15 yıl mahkumiyetle Sinop�a sürüldü. Bir grup arkadaşıyla küçük bir tekneye binerek siyasal mülteci olarak Çarlık Rusyası�na gitti (1914). I. Dünya Savaşı�nın çıkması üzerine Çar hükümetince önce Kaluga savaş tutsakları kampına, ardından Urallar�a gönderildi.

1915�te Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi�nin Bolşevik kanadına girdi. 1917 Ekim Sosyalist Devrimi�nden sonra, Moskova�ya gitti. Tatar-Başkırt devrimcileriyle birlikte Yeni Dünya gazetesini çıkarmaya başladı. 25 Temmuz 1918�de Moskova�da toplanan Türk Sol Sosyalistleri Birinci Kurultayı�nın örgütçülüğünü ve yöneticiliğini yaptı. Kurultaya katılan grupların birleşerek oluşturduğu örgütün başkanı seçildi.

Moskova�da düzenlenen Müslüman Komünistler I. Kongresi�nde Halk Komiserliği�ne bağlı olarak kurulan Doğu Halkları Merkezi Bürosu�nun Türk Seksiyonu Başkanı oldu. Aralık 1918�de Petrograd�da yapılan Uluslararası Devrimciler Toplantısı�na ve Mart 1919�da Moskova�da toplanan III. Enternasyonal�in birinci kongresine Türk delegesi olarak katıldı. I. Dünya Savaşı tutsaklarını Türk Kızılordu Birliği olarak örgütledi.

10 Eylül 1920�de Bakü�de toplanan Birinci ve Umumi Türk Komünistleri Kongresi�nde yapılan seçimlerde TKP�nin başkanı oldu. Mustafa Kemal�le birçok kez yazıştıktan sonra, aralarında TKP Genel Sekteri Ethem Nejat ve Merkez Komitesi üyelerinin bulunduğu bir grup arkadaşıyla beraber Ankara�ya gelmek üzere yola çıktı. Kars�ta gruptan iki kişi tutuklandı. Erzurum�da Muhafaza-i Mukaddesat Cemiyeti üyelerinin gösterileriyle karşılaştılar.

Mustafa Suphi, Kazım Karabekir�le görüştü. Buradan Trabzon�a gelen ve benzeri gösterilerle karşılanan Mustafa Suphi, karısı ve ondört arkadaşıyla, kayıkçılar kahyası Yahya�nın verdiği bir motorla denize açıldıktan bir süre sonra arkalarından gönderilen motordaki silahlı kişilerce Sürmene açıklarında öldürüldü.

Prof. Dr. Sinsi 11-04-2012 12:34 AM

Türkiye Tarihi
 
Topal Osman « Türkiye Tarihi

1883-1923 yılları arası yaşamış asker. Topal Osman Ağa olarak da anılır. Balkan Savaşı�nda gönüllü olarak savaştı ve sakatlandı. I. Dünya Savaşı�nda topladığı gönüllülerle Kafkas Cephesi�nde savaşa katıldı. Erzurum Kongresi�ni izleyen dönemde Mustafa Kemal�i desteklemek amacıyla Giresun�da büyük bir silahlı güç oluşturdu ve bütün bölgeyi denetimi altına aldı. 47. Alay ile Sakarya Savaşı�na katıldı.

27 Mart 1923�te, Çankaya Muhafız Komutanı iken, Mustafa Kemal�e muhalifliğiyle tanınan Trabzon milletvekili Ali Şükrü Bey�i öldürdü. Millet Meclisi�nde büyük tepkilere yol açan olay üzerine evinde yakalandı, ancak giriştiği silahlı çatışma sonucunda ölü olarak ele geçti. Bazı kaynaklara göre Topal Osman Ağa, Ocak 1921�de Mustafa Suphi ve 13 arkadaşının öldürülmesi olayına da karışmıştır.

Prof. Dr. Sinsi 11-04-2012 12:34 AM

Türkiye Tarihi
 
TRT'nin Tarihçesi « Türkiye Tarihi

6 Mayıs 1927

Yurdumuzda ilk radyo yayınları başladı.

18 Ocak 1937

Türkiye'de ilk dış yayın 5 kw. gücünde Ankara Radyosu'ndan yapıldı. Aynı yıl, sağlıklı bir radyo yayıncılığına geçilebilmesi için Atatürkün emirleriyle Ankara Radyosu'nun yapımına başlandı.

28 Ekim 1938

Ankara Radyosu, bir yıl gibi kısa sürede tamamlanarak hizmete girdi.

9 Kasım 1949

İstanbul Radyosu, yeni stüdyolarında düzenli yayına başladı.

24 Mart 1951

İzmir Radyosu kuruldu.

1 Ocak 1963

Yurtdışı yayınları "Türkiye'nin Sesi" adıyla yayınlanmaya başladı.

1 Mayıs 1964

TRT kuruldu ve 359 sayılı TRT Kanunu yürürlüğe girdi. Radyo'lar TRT yönetimine geçti.

31 Ocak 1968

TRT Ankara Televizyonu, deneme yayınlarına başladı.

7 Eylül 1970

İzmir Televizyonu, deneme yayınına başladı.

30 Ağustos 1971

İstanbul Televizyonu, deneme yayınına başladı.

9 Eylül 1974

Türkiye Radyoları, TRT-1 adıyla 24 saat kesintisiz yayına başladı.

17-27 Nisan 1979

TRT tarafından ilk kez düzenlenen "Uluslararası Çocuk Şenliği", Avrupa Ülkelerine naklen verildi.

31 Aralık 1981

Televizyon yayınları, yılbaşı gecesi, renkli olarak yapıldı.

2 Temmuz 1982

"Türkiye'nin Sesi Radyosu", Kuzey Doğu Amerika ve Avustralya'ya yönelik Türkçe yayınlara başladı.

1 Temmuz 1984

TRT televizyon programlarının tümü, renkli olarak yapılmaya başlandı.

17 Ekim 1984

TRT Radyolarında stereo yayınlara başlandı.

6 Ekim 1986

TV-2 kanalı yayına başladı.

2 Ekim 1989

TV-3 ve GAP Televizyonları yayına başladı.

30 Temmuz 1990

Eğitim ağırlıklı TV-4, İzmir'den deneme yayınlarına başladı.

3 Aralık 1990

TRT, "TELEGÜN" adını verdiği teletekst deneme yayınlarına başladı.

27 Nisan 1992

Türk Cumhuriyetlerine yönelik "Avrasya" yayınları başladı.

1 Temmuz 1992

TRT-İNT / Avrasya yayınları başladı.

13 Eylül 1993

TRT-1, 24 saat kesintisiz yayına başladı.

12 Nisan 1999

TRT internet sitesi trt.net, yayına başladı.

Prof. Dr. Sinsi 11-04-2012 12:35 AM

Türkiye Tarihi
 
12 Eylül Kronolojisi « Türkiye Tarihi

12 Eylül 1980: Beş general, 600 üyeli TBMM'nin yasama ve yürütme yetkisini kullanmaya başladılar. Ülkede her şey yasak.

16 Eylül 1980: Milli Güvenlik Konseyi, ikinci bir emre kadar bütün grev ve lokavtları erteledi. Aranan sendikacılardan 950'si teslim oldu. Grevdeki 51 bin işçi işbaşı yaptı. DİSK ve MİSK yöneticilerinin en geç akşam saat 18.00'de teslim olmaları çağrısı yapıldı.

17 Eylül 1980: Gözaltı süresi uzatıldı.

18 Eylül 1980: Milli Güvenlik Konseyi'nin başkan ve dört üyesi TBMM Onur Salonu'nda törenle yemin etti.

19 Eylül 1980: 1402 sayılı yasada yapılan değişiklikle sıkıyönetim komutanları, bütün kamu personelini gerekçesiz görevden alabilecek.

7 Ekim 1980: Necdet Adalı ve Mustafa Pehlivanoğlu sabaha karşı Ankara Merkez Kapalı Cezaevi'nde idam edildi.

11 Ekim 1980: Türkeş ve diğer milletvekilleri dahil 36 MHP'li hakkında gıyabi tutuklama kararı verildi.

15 Ekim 1980: Erbakan ve diğer MSP'liler 2 Numaralı Askeri Mahkeme tarafından tutuklandı.

30 Ekim 1980: Ecevit, CHP Genel Başkanlığı'ndan istifa etti.

10 Kasım 1980: Onur Yayınları Sahibi İlhan Erdost, Mamak Askeri Cezaevi'ne götürülürken, dövülerek öldürüldü.

3 Aralık 1980: 17 yaşındaki liseli Erdal Eren, 17 günlük yargılamadan sonra idam edildi.

19 Aralık 1980: DİSK davası başladı.

27 Aralık 1980: Toplu iş sözleşmesi dolan işyerlerinde, yeni toplu iş sözleşmesiyle ilgili yetkiler, kurulan yüksek hakem kuruluna verildi.

24 Nisan 1981: MSP'lilerin yargılanmasına başlandı. Erbakan için 14-36 yıl hapis isteniyor.

29 Nisan 1981: Toplam 587 sanıklı MHP ve ülkücü kuruluşlar davasında Türkeş dahil 220 sanık hakkında idam isteniyor.

2 Haziran 1981: MGK'nın meşhur 52 numaralı kararı çıktı. Bu karar, pek çok şeyi yasakladığı gibi, yasakların tartışılmasını ve eleştirilmesini de yasaklıyordu.

5 Haziran 1981: 21 yaşındaki Cevdet Karakaş sabaha karşı idam edildi.

6 Haziran 1981: TİP Başkanı Behice Boran ve TÖB-DER Başkanı Gültekin Gazioğlu Türk vatandaşlığından çıkarıldı.

10 Haziran 1981: 23 yaşındaki Veysel Gürsoy idam edildi.

13 Haziran 1981: Bülent Ersoy'a sahne yasağı kondu.

25 Haziran 1981: İki idam daha gerçekleştirildi.

26 Haziran 1981: Başkan Abdullah Baştürk ve 51 DİSK yöneticisi için askeri savcı idam istedi.

9 Temmuz 1981: Danışma Meclisi'ne aday adayı olma başvuruları başladı. İlk başvuruyu yapan emekli bir astsubay.

22 Temmuz 1981: Evren, Erzurum konuşmasında Artık yeni aldığımız bir kararla ilk ve orta okullarda, liselerde mecburi din dersi konacaktır dedi.

24 Temmuz 1981: Askeri mahkeme, Erbakan ve 9 MSP'li için tahliye kararı verdi.

12 Ağustos 1981: Takip edilecek şahıslar hakkında alt maddeleri de bulunan 35 maddelik bir belge yayınlandı.

14 Ağustos 1981: 2 Danışma Meclisi için aday adaylarının başvuru süresi sona erdi. MGK 6 bin kişi arasında seçim yapacak.

15 Ağustos 1981: Uluslararası Hür Sendikaları Konfederasyonu (ICFTU) Genel Sekreteri, Sadık Şide'yi 12 Eylül Hükümeti'ne Sosyal Güvenlik Bakanı olarak veren Türk-İş'in üyeliğini askıya aldı. Dev-Sol Davası başladı. Savcı, 141 idam istedi.

12 Ekim 1981: Ecevit, dört konuşma nedeniyle yargılandı. Danışma Meclisi üyeleri MGK tarafından açıklandı.

15 Ekim 1981: Ülkedeki bütün siyasi partiler kapatıldı.

23 Ekim 1981: Danışma Meclisi ilk toplantısını yaptı. Yeni meclis toplantı yaptığı sırada, eski meclisin 14'ü MSP'li, 11'i MHP'li, 4'ü CHP'li, 1'i AP'li 1'i bağımsız toplam 31 milletvekili tutuklu bulunuyordu.

26 Ekim 1981: Nazlı Ilıcak'ın siyasi partilerin kapatılmasını eleştiren iki yazısı üzerine Tercüman Gazetesi süresiz kapatıldı.

2 Kasım 1981: Ecevit MGK'nın 52 numaralı kararını ihlalden, 4 ay hapse mahkum oldu.

6 Kasım 1981: 2547 sayılı Yükseköğretim Yasası, Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe girdi.

3 Aralık 1981: Ecevit hapse girdi.

20 Aralık 1981: Bankerler birbiri ardına ortadan kaybolmaya başlıyor. Banker haberlerinin verilmesi yasaklanıyor.

25 Aralık 1981: TÖB-DER davasında 50 sanık, 1-9 yıl hapse mahkum oldu.

15 Mart 1982: Ulusu Hükümeti'nin Devlet Bakanı İlhan Öztrak resmen açıkladı: Uluslararası Af Örgütü'nün 60 işkenceyle ölüm iddiasından 15'i doğru.

24 Mart 1982: İçişleri Bakanlığı Mahalli İdareler Genel Müdürlüğü; cadde, sokak, meydan ve parklara 12 Eylül öncesinde verilmiş olan, 'milli birlik ve bütünlüğümüzle bağdaşmayan'isimlerin derhal değiştirilmesini isteyen bir genelge yayımladı.

10 Nisan 1982: Ecevit yine hapse girdi.

17 Mayıs 1982: Barış Derneği davası başladı. 30 sanık hakkında 8 yıldan 30 yıla kadar hapis istendi.

21 Haziran 1982: Banker Kastelli kaçtı.

1 Temmuz 1982: Sosyalist veya sosyal demokrat partilerin iktidarda olduğu beş Avrupa ülkesi, Türkiye'yi Avrupa İnsan Hakları Komisyonu'na şikayet etti.

13 Temmuz 1982: Geçici maddeler dışında 200 maddeden oluşan yeni anayasa tasarısı açıklandı.

4 Eylül 1982: Askeri savcı, 10 DİSK uzmanı için idam istedi.

19 Ekim 1982: 186 idam istemli Ana Dev-Yol davası başladı.

7 Kasım 1982: Yeni Anayasa için halk oylaması yapıldı. 16,945,545 'Evet', 1,584,661 'hayır'oyu çıktı. Bu arada Evren 7 yıllığına cumhurbaşkanı seçilirken, Milli Güvenlik Konseyi de 2 yıl 1 ay 24 gün sonra Cumhurbaşkanlığı Konseyi'ne dönüştü.

25 Kasım 1982: Muhbir güvenliği genelgesi yayımlandı. Ankara'da darbenin ilk yılında 20,921 ihbar yapıldı. Bu ihbarlar da 18,525 kamu görevlisi hakkında işlem yapıldı.

24 Nisan 1983: Siyasi Partiler Yasası çıktı.

20 Mayıs 1983: ANAP kuruldu.

1 Temmuz 1983: Evren, Genelkurmay Başkanlığını Kara Kuvvetleri Komutanı'na devretti.

6 Kasım 1983: Yasaklı, vetolu seçimler yapıldı. Seçime giren bütün partiler derece aldı. Çünkü üç partiye izin verildi. Seçime girmek isteyen 15 siyasi partiden 12'si, 750 kurucu adaydan 435'i, 1682 milletvekili adayının 672'si veto edildi.

13 Şubat 1985: MSP davasının sanıkları yargılandıkları askeri mahkeme tarafından aklandı.

26 Mayıs 1985: Ankara Sıkıyönetim Komutanı, Bilim ve Sosyalizm yayınlarına ait 133,607 kitabın imha edilmesini emretti.

11 Haziran 1985: Pişmanlık Yasası yürürlüğe girdi. 1,5 yıl içinde 497 başvuru oldu. Bunlardan 29'u geçerli itiraf sayıldı.

7 Nisan 1987: MHP ve Ülkücü Kuruluşlar davası bitti. Türkeş'e 5 yıl 11 ay 8 gün hapis cezası verildi.

6 Eylül 1987: Eski siyasi liderlerin siyaset yasaklarının kalkmaması için halkoylaması yapıldı. %49'luk 'hayır'oyuna karşılık, %51'lik 'evet'oyu çıkınca, Demirel, Ecevit, Erbakan, Türkeş ve diğer siyasi parti yöneticileri siyaset yapma hakkı kazandı.

9 Kasım 1989: Evren Cumhurbaşkalığını Özal'a devrederek Marmaris'e çekildi. Hala orada.

Prof. Dr. Sinsi 11-04-2012 12:35 AM

Türkiye Tarihi
 
Adnan Menderes « Türkiye Tarihi

1899 yılında Aydın�da doğdu. Babası İzmirli Katipzade İbrahim Ethem Bey, annesi Aydınlı Hacı Alipaşazadeler�den Tevfika Hanım�dır. Anne ve babasını küçük yaşta kaybetti. O'nu anneannesi büyüttü. Tahsil hayatına İzmir İttihat ve Terakki Mektebi�nde başlayan Adnan Menderes, Kızılçulu Amerikan Koleji�nde okurken misyonerlerle başı derde girdiği için, çeşitli makamlara müracaat etti. Müracaat ettiği makamların birinin başında Celal Bayar vardı. Bayar�la böyle tanışmış oldu.

Ankara Hukuk Fakültesi�ni bitiren Adnan Menderes, Birinci Dünya Savaşı sırasında yedeksubay olarak askerliğini yaptı. Aydın�da bazı arkadaşlarıyla birlikte Ayyıldız Çetesi�ni kurdu. Daha sonra Söke�de Piyade Alay Yaveri olarak savaşa katıldı. Savaştan sonra İstiklal Madalyası aldı.

Ali Fethi Okyar tarafından 1930 senesinde kurulan ancak kısa sürede kapatılan Serbest Fırka�nın Aydın Teşkilatı'nı kurarak başkanı oldu. Bu parti kapatılınca CHP�ye girdi ve 1931 yılında bu partiden Aydın Milletvekili seçildi.

1945 senesine kadar TBMM�de komisyon raportörlüğü yapan Adnan Menderes, o yıl Saracoğlu Hükümeti�nin getirdiği Toprak Kanunu Tasarısı'nı şiddetle reddederek, komisyondan istifa etti. Partide yaptıkları muhalefetten dolayı, Refik Koraltan ve Fuat Köprülü ile birlikte CHP Disiplin Kurulu tarafından 12 Haziran 1945�te ihraç edildiler.

Celal Bayar da hem partiden hem de milletvekilliğinden istifa etti. Bu hareketler Demokrat Parti�nin 7 Ocak 1946�da kurulmasına sebep oldu. 1946 seçimlerinde Demokrat Parti�den Kütahya Milletvekili olarak meclise girdi. Celal Bayar�dan sonra ikinci adam durumuna geldi.

14 mayıs 1950 seçimlerinde DP oyların 53,5�ini alarak iktidar oldu. 10 senelik DP iktidarının tek başbakanı oldu ve o döneme damgasını vurdu. İktidarı zamanında 5 hükümet kurdu. Bu 10 senelik zaman içinde Türkiye�nin iç ve dış siyasetinde büyük gelişmeler oldu. Sanayileşme ve şehirleşme hamlesi başladı, köye makine girdi, ulaşım, enerji, eğitim, sağlık, sigorta ve bankacılık yeniden başladı. Türkiye kalkınma kavramıyla tanıştı.

27 Mayıs 1960 tarihinde yapılan askeri darbeyle iktidardan indirildi. Yassıada�ya hapsedildi. Milli Birlik Komitesi tarafından kurulan Yüksek Adalet Divanı�nca idama mahkum edildi. Yassıada'da tutuklu bulunduğu sırada çeşitli işkencelere maruz kaldığı söylenir. 17 Eylül 1961 tarihinde İmralı Ada�da idam edildi.

Prof. Dr. Sinsi 11-04-2012 12:35 AM

Türkiye Tarihi
 
Alparslan Türkeş « Türkiye Tarihi

Alparslan Türkeş 25 Kasım 1917�de Lefkoşe�de doğmuştur. Babası Ahmet Hamdi Efendi, annesi Fatımatül Zehra Hanım�dır. Alparslan Türkeş; aslen Kayserilidir. Büyük dedesi Arif Ağa, Kayseri�nin Pınarbaşı İlçesi'nin Yukarı Köşgerli Köyü'nden Kıbrıs�a göçetmiş ve buraya yerleşmiştir. İlk ve orta eğitimini Lefkoşe�de tamamlamıştır. O yıllarda İngiliz işgal idaresi altında bulunan Kıbrıs�tan ailece Türkiye�ye göçetmişler ve İstanbul�a yerleşmişlerdir.

Askerlik mesleğine büyük sevgisi olan Alparslan Türkeş 1933 yılında Kuleli Askeri Lisesi�ne girmiş, 1939 yılında bu liseden mezun olmuş ve Harp Okulu�a geçmiştir.1939�da Harp Okulu�ndan mezun olarak orduya katılmıştır. Orduda muntazaman terfi etmiş ve harp akademisi imtihanını kazanarak akademiye geçmiştir. Başarılı bir eğitim dönemi sonrasında kurmay subay olarak mezun olmuştur.

1940 yılında Isparta'da Muzaffer Hanım�la evlenirler. Ayzit, Umay, Selcen, Sevenbige (Çağrı) ve Yıldırım Tuğrul adlı çocukları dünyaya gelir. Muzaffer Hanım 1974 yılında vefat eder. Alparslan Türkeş, 1976 yılında Sevâl Hanım'la ikinci evliliğini yapar. Bu evlilikten Ayyüce ve Ahmet Kutalmış adlı iki çocuğu olmuştur.

3 Mayıs1944'te, Ankara'da bir yürüyüş vardır. Türk Milleti'nin ve Devleti'nin bekası fikrine sahip aydınlar ve onların izindeki gençler, basın ve üniversite kadrolarına sızan ve kendilerini cumhuriyetin gerçek sahibi diye gösteren dönme-devşirme ittifakının oyunlarına karşı ideolojik tavrını koyar.

Yürüyüşten sonra bir grup milliyetçi aydın tutuklanır. Genç Üsteğmen Alparslan Türkeş de bu aydınlar arasındadır. 20 Ekim 1944'te kendisini "vatan hainliği" suçlamasıyla sorgulayan Savcı�ya "Diğer sanıklar gibi bana da vatan hainliği suçu isnad edilmiştir. Bunu şiddetle redderim. Ben yeryüzünde her şeyden çok milletimi ve vatanımı severim" cevabını verir. Ancak mahkeme tarafından, 9 ay 10 gün hapis cezasına çarptırılır ve mahkeme süresince bir yıl hücre hapsi yattığı için tahliye edilir. Kendisine verilen ceza daha sonra Askeri Yargıtay tarafından bozulur ve 2 numaralı mahkemede beraat eder.

1948 yılında Genel Kurmay tarafından açılan imtihanları kazanmış ve bütün eğitim dönemindeki başarıları da gözönüne alınarak Amerika�ya tahsile gönderilmiştir. Amerika�da piyade okulu ve Amerikan Harp Akademi�sinde tahsil görmüş, buralardan da iyi dereceler ile mezun olmuştur.

1955�de kurmay binbaşı olan Alparslan Türkeş (Amerika�da) Washıngton�da bulunan daimi gurup nezninde Türk Genelkurmayı�nın Temsil Heyeti Üyeliği'ne tayin edilmiştir. 1957 yılının sonuna kadar vazifesini sürdürmüştür. Bu süre içerisinde Üniversity of America (Amerika Üniversitesi)�ya devam etmiş, International Economics tahsili görmüştür. Daha sonra yurda dönen Alparslan Türkeş, 1959�da Almanya�ya Atom ve Nükleer Okulu�na gönderilmiş, bu okulu da başarı ile bitirmiştir.

İyi derecede Fransızca ve İngilizce bilen Alparslan Türkeş, 27 Mayıs 1960 yılına kadar Avrupa�da muhtelif Nato toplantılarında ve askeri mevzularda Türk Genel Kurmay Başkanlığı�nın temsilcisi olarak bulunmuştur.

27 Mayıs 1960 Askeri Darbesi'nin önde gelen simalarından olan Alparslan Türkeş, bu hareketi partilerüstü ve milli birliği sağlayacak bir reform hareketi olarak düşünmüştür. Müdahaleden sonra Milli Birlik Komitesi Üyesi olarak, Başbakanlık Müsteşarlığı yapmıştır. Görevde bulunduğu 27 Mayıs 1960 ile 25 Eylül 1960 tarihleri arasında, ülke ve kültür bütünlüğü kanun tasarısını ve Devlet Planlama Teşkilatı kanun tasarısını kanunlaştırmıştır.

CHP�li bazı politikacıların Milli Birlik Komitesi üyelerine yapmış oldukları bazı telkinler ile 13 Kasım 1960 tarihinde 13 arkadaşı ile Mili Birlik Komitesi�nden çıkarılmış ve Mürtet Hava Üssü'nde hapsedilmiş, daha sonra da, 19 Kasım 1960�ta Türkiye�den, hükümet müşaviri görevi ile Hindistan Yeni Delhi�ye mecburi ikâmetgah olarak gönderilmiştir. Alparslan Türkeş Hindistan�dayken hükümet yöneticilerine mektuplarla sürekli ikazlarda bulunmuştur.

23 Şubat 1963�ta yurda dönen Alparslan Türkeş, dava arkadaşlarıyla birlikte kadro oluşturup partileşmek amacıyla "Huzur ve Yükseliş Derneği" adlı bir dernek kurar.

Kısa bir süre sonra Talat Aydemir'in giriştiği darbe teşebbüsüne karıştığı iddiası ile 21 Mayıs 1963�te tutuklanır ve Mamak Askeri Cezaevi'nde dört ay hücre hapsinde yatar. Yargılama sonucunda beraat eder. 5 Eylül 1963�te tahliye olur.

31 Mart 1964�te Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (CKMP)�ne üye olmuş ve Parti Genel Müfettişliği görevini almıştır. 1 Ağustos 1965�de CKMP�nin kongresinde parti üyeleri tarafından genel başkanlığa seçilmiştir. 8 Şubat 1969'da CKMP�nin Adana�daki kongresinde Alparsalan Türkeş�in teklifiyle partinin ismi Milliyetçi Hareket Partisi olarak değiştirilmiştir.

65-69, 69-73, 73-77 ve 1977�den 12 Eylül 1980�e kadar dört dönem, Ankara ve Adana�dan milletvekilliği yapmıştır. 1975�den sonra kurulan 1. ve 2. Miliyetçi Cephe Hükümetleri'nde başbakan yardımcılığı görevlerinde bulunmuştur. 12 Eylül 1980 hareketinden sonra sıkıyönetim tarafından tevkif edilmiş ve 29 Nisan 1981 tarihinde, MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası adı ile sıkıyönetim mahkemelerinin karşısına çıkarılmıştır. Yargılandığı dava nedeni ile uzun süren tutukluluğu, 9 Nisan 1985�de tahliyeyle son bulmuştur.

Bu dava nedeniyle dört buçuk yıl tutuklu kalmıştır. 6 Eylül 1987�de siyasi yasakların referandum ile kalkmasından sonra 20 Eylül�de Alparslan Türkeş MÇP�ye törenle kaydolmuştur. 4 Ekim 1987 tarihinde yapılan olağanüstü 2.Kongre ile Milliyetçi Çalışma Partisi Genel Başkanlığı�na seçilmiştir.

24 Eylül 1991 tarihinde 19. Dönem Milletvekili seçimlerinde MÇP�nin, IDP ve RP ile üçlü ittifak yapmasıyla Yozgat�tan milletvekili seçilmiştir. 15 Kasım 1991 tarihinde 18 arkadaşı ile ittifaktan ayrılarak bağımsız milletvekili olmuştur. 25 Aralık 1991�de Demokratik Hareket Partisi'ni kurmuştur. Kurucular Kurulu Kararı ile parti kapatılarak, Milliyetçi Çalışma Partisi�nin 29 Aralık 1991 tarihinde yapılan 3. Olağan Genel Kongresi�nde MÇP�nin Genel Başkanlığı�na seçilmiştir.

12 Eylül 1980 hareketinin kapattığı siyasi partilerin isim ve amblemlerinin kullanılma yasağının kalkması ile, 27 Aralık 1992 tarihinde, kapatılan MHP�nin o günkü delegelerinin katıldığı kongrede, MHP�nin isim, amblem kullanma yetkisi tekrar kurucu Alparslan Türkeş�e devredilmiştir. 24 Ocak 1993 tarihinde yapılan kongrede, MÇP yerini MHP�ye bırakmış, genel başkanlığa da Alparslan Türkeş seçilmiştir.

Alparslan Türkeş, 24 Aralık 1995 tarihinde yapılan genel seçimlerde Adana�dan milletvekilliği adaylığını açıklamıştır. Milliyetçi Hareket Partisi, 24 Aralık 1995�te yapılan genel seçimlerde %10�luk ülke barajına takılarak meclise girememiştir. Alparslan Türkeş 4 Nisan 1997 tarihinde vefat etti. Ankara Beşevler�deki kabrinde yatmaktadır.

Prof. Dr. Sinsi 11-04-2012 12:35 AM

Türkiye Tarihi
 
Fahri Korutürk « Türkiye Tarihi

Türkiye'nin 6. Cumhurbaşkanı olan Korutürk, 6 Nisan 1973 ile 6 Nisan 1980 yılları arasında görev yaptı. 1903 yılında İstanbul'da doğdu. 1916 yılında Bahriye Mektebi'ne girdi. 1923 yılında Deniz Harp Okulu'nu, 1933 yılında Deniz Harp Akademisi'ni bitirdi. Deniz Kuvvetleri'nin çeşitli kademelerinde görev aldı.

Roma, Berlin ve Stokholm'de Deniz Ataşesi olarak hizmet verdi. 1936'da Montreux Boğazlar Konferansı'na askeri uzman olarak katıldı. 1950 yılında amiralliğe yükseldi. Oramiralliğe kadar çeşitli rütbelerde komuta görevleri yaptı.

Deniz Kuvvetleri Komutanlığı görevinden 1960 yılında emekli olduktan sonra, sırası ile Moskova ve Madrit Büyükelçisi olarak diplomatik görevler aldı.

1968 yılında Cumhuriyet Senatosu Üyesi oldu. 1973 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından Türkiye Cumhuriyeti'nin 6. Cumhurbaşkanı seçildi. 1980 yılında, yedi yıllık hizmet süresi tamamlandığından, cumhurbaşkanlığı görevinden ayrıldı. 12 Ekim 1987 tarihinde vefat etti.

Prof. Dr. Sinsi 11-04-2012 12:35 AM

Türkiye Tarihi
 
Turgut Özal « Türkiye Tarihi

Türkiye'nin 8. cumhurbaşkanıdır. 8 Kasım 1989 ile 17 Nisan 1993 yılları arasında görev yapmıştır. 1927 yılında Malatya'da doğdu. 1950 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi'nden Elektrik Mühendisi olarak mezun oldu. 1952 yılında A.B.D'ye giderek ekonomi tahsili gördü. Türkiye'ye döndükten sonra Elektrik İşleri Etüd İdaresi Genel Müdür Yardımcısı oldu ve Türkiye'nin elektrifikasyonu ile ilgili projelerde çalıştı.

1961-62 yılları arasında askerlik hizmetini Milli Savunma Bakanlığı Bilimsel Danışma Kurulu üyesi olarak ifa etti ve Devlet Planlama Teşkilatı'nın kurulmasına katkıda bulundu. Bu sırada, Ortadoğu Teknik Üniversitesi'nde ders de verdi.

Bir süre Başbakanlık Teknik Uzmanlar Kurulu Üyesi olarak çalıştı ve 1967-71 yılları arasında da Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarlığı görevini yürüttü. Ekonomik Koordinasyon Kurulu, Para ve Kredi Kurulu, RCD Koordinasyon Kurulu ve AET Koordinasyon Kurulu başkanlıklarında bulundu.

1971-1973 tarihleri arasında Dünya Bankası'nda danışman olarak çalıştı. Türkiye'ye döndükten sonra çeşitli sınai kuruluşlarda çalıştı ve 1979 yılı sonlarına doğru Başbakanlık Müsteşarı olarak atandı. Aynı dönemde Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarlığı görevini de vekaleten yürüttü.

12 Eylül 1980 müdahalesinden sonra kurulan hükümete Ekonomik İşlerden Sorumlu Başbakan Yardımcısı olarak atandı. 1982 yılında bu görevinden istifa etti. 1983 yılında Anavatan Partisi'ni kurdu ve aynı yıl yapılan genel seçimlerde partisinin başarılı olması üzerine hükümeti kurmakla görevlendirildi ve böylece Türkiye'nin 19. Başbakanı oldu. 1987 yılında yapılan seçimler sonrasında tekrar hükümet kurdu ve başbakan olarak görev yaptı.

31 Ekim 1989'da TBMM tarafından Türkiye Cumhuriyeti'nin 8. Cumhurbaşkanı olarak seçildi ve 9 Kasım 1989 tarihinde bu görevine başladı. 17 Nisan 1993 tarihinde geçirdiği bir rahatsızlık sebebiyle görevi sırasında vefat etti.

Prof. Dr. Sinsi 11-04-2012 12:35 AM

Türkiye Tarihi
 
Celal Bayar « Türkiye Tarihi

Türkiye'nin 3. cumhurbaşkanıdır. 22 Mayıs 1950 ile 27 Mayıs 1960 yılları arasında görev yapmıştır. 1883 yılında Bursa Gemlik ilçesinin Umurbey Köyü'nde doğdu. İlk ve orta öğreniminden sonra memuriyet hayatına atıldı. Adalet, reji ve bankacılık sahasında memuriyet görevlerinde bulundu. 1908 yılında İkinci Meşrutiyet'in ilanından sonra İttihat ve Terakki çalışmalarına katıldı. Bu cemiyetin İzmir Şubesi Genel Sekreterliğini yaptı.

12 Ocak 1920'de toplanan son Osmanlı Mebusan Meclisi'ne Saruhan Sancağı Milletvekili olarak katıldı. Türk Millî Mücadelesi'nin başlaması ile birlikte Anadolu'ya geçerek bu harekete fiilen katıldı. Bu mücadelenin kazanılması sırasında Batı Anadolu'da faaliyet gösterdi. Aynı zamanda Birinci Büyük Millet Meclisi'nde Bursa Milletvekili olarak görev aldı. 1921'de İktisat Vekili oldu.

Lozan Barış Konferansı'na müşavir göreviyle katıldı. 1923 seçimlerinden sonra İkinci Büyük Millet Meclisi'ne İzmir Milletvekili olarak girdi.

1924 yılında İş Bankası'nın kurulmasında önemli rol oynadı. İktisat Vekilliği görevinde bulundu. Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunda mücadele adamı, politikacı ve iktisatçı olarak rol aldı. 1937-1939 yılları arasında başbakanlık yaptı. 1943 yılına kadar İzmir Milletvekili olarak siyasi hayatını sürdürdü.

Çok partili siyasi hayata geçilmesi üzerine 1946 yılında arkadaşları ile birlikte Demokrat Parti'yi kurdu ve başkanlığına getirildi. Partisinin 1950 seçimlerini kazanmasından sonra aynı yıl Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından Türkiye'nin üçüncü Cumhurbaşkanı seçildi (22 Mayıs 1950). 10 yıl boyunca sürdürdüğü bu görevden 27 Mayıs harekâtı ile 1960 yılında ayrıldı.

Yassıada Mahkemesi tarafından idama mahkum edildi (15 Eylül 1961). Cezası daha sonra müebbet hapse çevrildi. Yassıada'dan Kayseri Bölge Cezaevi'ne nakledilen Bayar, 7 Kasım 1964 tarihinde rahatsızlığı nedeniyle serbest bırakıldı. 22 Ağustos 1986 tarihinde İstanbul'da vefat etti.

Prof. Dr. Sinsi 11-04-2012 12:36 AM

Türkiye Tarihi
 
Cevdet Sunay « Türkiye Tarihi

Türkiye'nin 5. Cumahurbaşkanı olan Sunay, 28 Mart 1966 ile 28 Mart 1973 tarihleri arasında görev yapmıştır. 1899 yılında Trabzon'da doğdu. İlk ve orta öğrenimini Erzurum, Kerkük, Edirne ve Kuleli Askeri Lisesi'nde yaptı.

Birinci Dünya Savaşı sırasında, 1917 yılında, subay adayı olarak eğitim kampına katıldı. Aynı yıl Filistin Cephesi'nde görev aldı. 1918 yılında Mısır'da İngilizlere esir düştü. Esaretten döndükten sonra, Kurtuluş Savaşı'na katılarak, Güney Cephesi'nde görev aldı. Sonradan Batı Cephesi'nde görevini sürdürdü.

1927 yılında Harp Okulu öğrenimini tamamladı. 1930 yılında Harp Akademisi'ni bitirdi. Silahlı Kuvvetler'de çeşitli görevler alarak 1949'dan itibaren generallik rütbelerinde hizmet verdi.

1960 yılında Genelkurmay Başkanlığı görevine atandı. 1966 yılında, bu görevinden ayrılarak, Cumhurbaşkanlığı Kontenjan Senatörlüğü'ne seçildi.

Cemal Gürsel'in rahatsızlığı sebebiyle görevden ayrılması üzerine, 28 Mart 1966'da Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından Türkiye'nin 5. Cumhurbaşkanı seçildi. 7 yıllık görev süresini tamamladıktan sonra, 1973 yılında cumhurbaşkanlığından ayrıldı. 22 Mayıs 1982 yılında vefat etti.

Prof. Dr. Sinsi 11-04-2012 12:36 AM

Türkiye Tarihi
 
Cemal Gürsel « Türkiye Tarihi

Türkiye'nin 4. Cumhurbaşkanı olan Gürsel, 27 Mayıs 1960 ile 28 Mart 1966 tarihleri arasında görev yaptı. 1895 yılında Erzurum'da doğdu. İlk öğrenimini Ordu'da yapan Gürsel, öğrenimini Erzincan ve İstanbul'da, askeri öğrenci olarak sürdürdü.

1915-1917 yıllarında, topçu subayı olarak Çanakkale Savaşlarına katıldı. Filistin ve Suriye Cephesi'nde bulundu. Kurtuluş Savaşı'nın Batı Cephesi'ndeki bütün savaşlarına katıldı.

1929 yılında Harp Akademisi'ni bitirdi. 1946 yılından itibaren orgenerallik rütbesi dahil, çeşitli general rütbelerinde hizmet yaptı. 1958 yılında Kara Kuvvetleri Komutanlığı'na atandı. Bütün bu görevleri sırasında, meslekî bilgi ve karakteri ile ordunun ve halkın sevgisini ve güvenini kazandı.

27 Mayıs 1960 Harekâtı'nın lideri olarak kabul edildi. Yeniden demokratik düzene dönülmesinde ve 1961 Anayasası'nın hazırlanmasında önemli rol oynadı. Kamuoyuna sunulan ve kabul edilen bu anayasa gereğince, 10 Ekim 1961 tarihinde yapılan seçimlerden sonra oluşturulan Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından, Türkiye'nin 4. Cumhurbaşkanı olarak seçildi.

1966 yılında başlayan rahatsızlığının devamı ve görevini engellemesi üzerine, Anayasa uyarınca, cumhurbaşkanlığı görevi sona erdi. 14 Eylül 1966 tarihinde vefat etti.

Prof. Dr. Sinsi 11-04-2012 12:36 AM

Türkiye Tarihi
 
İsmet İnönü « Türkiye Tarihi

Türkiye'nin ikinci cumhurbaşkanı (1884-1973).

İsmet İnönü ya da halk arasında yaygın adıyla İsmet Paşa, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Atatürk'ün en yakın çalışma arkadaşı ve onunla birlikte Atatürk devrimlerinin yapıcısıdır. 50 yıl boyunca Türkiye Cumhuriyeti'nin yazgısında büyük rol oynamış olan İsmet İnönü, Atatürk'ten sonra Türkiye Cumhuriyeti'nin «ikinci Adam»ıdır.

Yetenekli Bir Genç

Sorgu yargıcı Mehmet Reşit Bey'in beş çocuğundan ikincisi olan Mustafa İsmet, babasının görevli bulunduğu Sivas'ta ilkokula başladı. 1892'de Sivas Askerî Rüştiyesi'ne girdi. İdadî'yi (lise) ve Topçu Okulu'nu (Mühendishanei Berrii Hümayun) bitirince, yüksek askerî eğitime yetenekli görülerek Erkânıharbiye Mektebi'ne (Kurmaylar Akademisi) alındı (1903). 26 eylül 1906'da bu okulu da bitiren kurmay yüzbaşı Mustafa İsmet Bey, Edirne'deki İkinci Ordu'ya atandı.

İsmet Bey Edirne'de görevli iken devrimci İttihat ve Terakki Partisi'ne girdi ve oradaki gizli örgütün başına geçti. 1908 devrimi patlayınca Edirne'de orduya ve sivil yönetime elkoydu. 31 mart 1909'da Hareket Ordusu'na katıldı.

Birinci Dünya Savaşı'nda

1910'da Ahmet izzet Paşa ile birlikte Yemen'e gitti. Orada hayatındaki en büyük başarılarından birini göstererek devlete başkaldıran Yemen İmamı ile anlaşma sağladı, yüz yıldan beri süren Yemen isyanlarını sona erdirdi, iki yıl orada kaldıktan sonra Harbiye Bakanlığı'nda görevlendirildi. 1916'da cephelerde görev aldı, albay olarak aldığı bu görevlerin hepsi Doğu Cephesi'yle Suriye Cephesi'nde geçti. Savaş sona erince Harbiye Bakanlığı müsteşarlığına atandı.

Kurtuluş Savaşı'nda

İnönü, Atatürk'ün Millî Mücadele hazırlıklarına daha İstanbul'dayken katılmıştı. Ama ancak 9 nisan 1920'de Ankara'ya gidebildi. 23 Nisan'da Ankara'da açılan T.B.M.M.'ye katıldığı zaman ileride kavuşacağı ünün ve devletin kuruluşunda alacağı önemli görevlerin çok uzağındaydı. Ancak onun yeteneklerini Doğu Cephesi'nde birlikte çalıştığı zamandan bilen Mustafa Kemal, kurulan ilk hükümette onun Genelkurmay başkanlığına getirilmesini sağladı. Meclis'te de Edirne milletvekiliydi.

Albay İsmet Bey, Ocak 1920'de Garp Cephesi komutanlığına atanmıştı. Kurtuluş Savaşı'nın kazanılmasına kadar bu cephede geçen bütün savaşlarda (İnönü Savaşları, Çerkez Ethem Ayaklanması, Sakarya Meydan Savaşı, Büyük Taarruz) cephedeki birinci adam olarak yerini korudu. Bu arada Birinci İnönü Savaşı sonunda tuğgeneral, zaferden sonra da tümgeneral oldu.

Barış Kahramanı ve Başbakan

Artık İsmet Paşa'nın adı çoğu zaman Mustafa Kemal Paşa'nın adıyla birlikte anılıyordu. Kurtuluş Savaşı'nın bu iki kahramanı karakter bakımından birbirinden oldukça farklıydı, ama bu farklılık birçok yerde birbirini tamamlıyordu.

Mudanya Mütarekesi görüşmelerini yürütmekle görevlendirilen İsmet Paşa üstün bir komutan olduğu kadar, usta bir diplomat olduğunu da gösterdi. Lozan Konferansı'na gidecek heyetin başkanlığına da gene o getirildi. Bunun için de dışişleri bakanlığına atandı. Cephelerdeki başarılarını Lozan Barış Antlaşması ile taçlandırarak yurda döndü. Lozan dönüşünde başbakanlığa getirildi (29 Ekim 1923). Kısa bir süre ayrıldıktan sonra 1925'te yeniden atandığı başbakanlığı 1937'ye kadar sürdü. O yıl Atatürk ile görüş ayrılığına düşerek başbakanlıktan temelli ayrıldı.

Devlet Başkanı

Atatürk'ün ölümünden sonra Meclis'in oybirliğiyle cumhurbaşkanlığına seçilen İsmet İnönü çetin bir dönemde devlet başkanı oldu (11 Kasım 1938). Devlet adamlığındaki dirayeti, zamanında isabetli karar alma yeteneği sayesinde Türkiye'yi İkinci Dünya Savaşı'na karışmaktan koruduğu gibi, devrim ilkelerinde de ödün vermedi. Başlamış olan öğretim ve kültür seferberliğini hızlandırdı.

Muhalefette

İkinci Dünya Savaşı bütün dünyada olduğu gibi Türkiye'de de toplumsal ve siyasal ortamı derinden etkiledi ve toplumdan yeni isteklerin yükselmesine yol açtı. Türkiye'de bunun en önemli olanı çok partili hayata geçme özlemiydi. İsmet Paşa bu istekleri göz önüne alarak, dengeli bir ölçüde çok partili rejime yöneldi, partisindeki buna karşı olan akımı önlemeyi de başardı. Ama bu gidişin sonunda 1950 genel seçimlerinde İnönü'nün partisi iktidarı kaybederek muhalefete düştü. 1950-1960 arasında İnönü çok çetin yıllar geçirdi. Bir aralık Meclis'teki milletvekili sayısı otuza kadar indi. Ama o, geçmişte katlandığı zorluklara karşı edindiği alışkanlıkla bunlarla çarpışmağa devam etti. 1957 seçimlerinden sonra birçok yerde toplu tecavüzlere bile uğradı.

Son Hizmetleri

Millî Birlik dönemi kapanıp sivil yönetime geçilince İnönü ikinci kez iktidara geldi ve 1961-1965 arasında başbakan oldu. Bu dönemde karşıt partilerle işbirliği yapmak zorunda kaldığı gibi iki askerî ayaklanma girişimiyle de karşı karşıya kaldı. 1963'te bir suikasta hedef oldu, ama yara bile almadan atlattı. 1965 seçimleri sonucunda yeniden ana muhalefet partisi lideri durumuna geçti.

Daha yumuşak bir muhalefet yaptığı bu dönemde «ortanın solu» ilkesini öne sürdü. Bu politika partisinin de, onun da hayatında en önemli dönüm noktası oldu. Partide iki kez bölünme olduğu gibi, sonunda İnönü de parti başkanlığından çekilmek ve yerini Ecevit'e bırakmak zorunda kaldı. Öldüğü zaman (25 aralık 1973) Anıtkabir'de Atatürk'ün yakınına gömüldü.

İnönü'nün Büyük Özelliği

İnönü, ilk ve ortaöğrenim çağında olağanüstü bir öğrenci değildi; Rüştiye'nin son sınıfında bir yıl kaybettiğini kendisi söylemiştir. Ne var ki bu başarısızlık, onun gizli kalmış yeteneklerinin uyanmasına yaramıştır. Nitekim lisede ve Topçu Okulu'nda sınıf birincisi olduğunu görüyoruz. Erkânı Harbiye Mektebi'nde de başarılı öğrenciliği devam etmiş ve Mustafa Kemal, Kâzım Karabekir, Fethi Okyar, Ali Fuat Cebesoy gibi, ileride Kurtuluş Savaşı'nın ve Cumhuriyet'in öncüleri olacak gençlerle bu okulda tanışarak, yakın arkadaş olmuştur; kendi kendine ilerlettiği Fransızca'dan sonra Almanca'yı da bu okulda öğrenmeğe başlamış; daha sonra, cumhurbaşkanlığı sırasında bunlara İngilizce'yi de eklemiştir İnönü'nün büyük özelliği ve belki de başarılarının sırrı, çalkantılı hayatı boyunca ve her yaşta durmadan çalışma ve öğrenme alışkanlığını kaybetmemiş olmasıdır.

(Solda) İsmet Paşa (solda), Kurtuluş Savaşı'nın son yıllarında general üniformasıyla, iki İnönü Savaşı'nı zafere ulaştıran komutan, Türk Kurtuluş Savaşı'nın başlıca yöneticilerinden biri olarak başarı kazanmıştır.

(Sağda) İnönü'nün son fotoğraflarından biri. Cumhuriyet'in kuruluşunda Atatürk'ün en yakın yardımcısı olan İnönü, Türkiye'yi İkinci Dünya Savaşı'ndan uzak tutmayı başarmış ve 1950'den sonra, çeyrek yüzyıl boyunca kimi zaman muhalefet lideri, kimi zaman hükümet başkanı olarak siyaset hayatını sürdürmüş ve Türk demokrasisinin gerçekleşmesinde de önemli katkısı olmuştur.

(Solda) Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş günlerinde Atatürk ve İnönü. Zamanla, büyük devlet adamı nitelikleri de tarihe geçecek olan iki yetenekli komutanın işbirliği, Türkiye'nin temel harcını oluşturacak ve yeni kurulan devlet, karşılıklı anlayış ve saygıya dayanan bu ortak çalışmadan derin izler taşıyacaktır.

(Sağda) İkinci Dünya Savaşı yıllarında İnönü, Roosevelt ve Türkiye'yi savaşa sürüklemek isteyen Churchill ile buluştukları Kahire toplantısında da direnecek ve ülkesini savaş felâketinden sakınmayı başaracaktır.

Başarılı komutan, büyük devlet adamı, etkili siyasetçi İnönü'nün tabutu, Mehmetçik'lerin »muzundu ve generallerin eşliğinde, Ankara caddelerinden geçerek Anıtkabir'e doğru ilerliyor. 1972 yılında C.H.P. genel başkanlığından (4 kasım), sonra milletvekilliğinden (14 kasım) ayrılan İnönü, 25 aralık 1973 günü gözlerini yumduğu zaman 89 yaşında bir Senato üyesiydi. Büyük, heyecanlı ve millî bir törenle toprağa verildi.

Prof. Dr. Sinsi 11-04-2012 12:36 AM

Türkiye Tarihi
 
İstiklal Marşı « Türkiye Tarihi

Her ulusun bağımsızlığını simgeleyen bir millî marşı vardır. Türk millî marşının adı İstiklâl Marşı'dır. Marşın sözlerini Mehmet Akif Ersoy yazmış, bestesini Zeki Üngör yapmıştır.

Kurtuluş Savaşı'nın en çetin döneminde, bir millî marşa duyulan gereksinmeyi göz önüne alan Millî Eğitim Bakanlığı, 1921 yılında bunun için bir şiir yarışması düzenledi. Yarışmaya 724 şiir gönderildi. Kazanacak şiire para ödülü konduğu için başlangıçta Mehmet Akif katılmak istemedi. Ama millî eğitim bakanı Hamdullah Suphi'nin (Tanrıöver) ısrarı üzerine, ödülsüz olmak şartıyla o da şiirini gönderdi.

Yapılan seçim sonunda, Mehmet Akif'in «Kahraman Ordumuza» sungusunu taşıyan şiiri T.B.M.M.'ce «İstiklâl Marşı» kabul edildi. Aynı yıl bir de beste yarışması açıldı, ama kesin bir sonuç alınamadı. Bunun üzerine Millî Eğitim Bakanlığı'nca Ali Rıfat Çağatay'ın bestesi uygun görülerek okullara duyuruldu. 1930'a kadar marş bu beste ile çalındı. O yıl bunun yerini, Cumhurbaşkanlığı Orkestrası şefi Zeki Üngör'ün 1922'de hazırladığı bugünkü beste aldı.

Mehmet Akif Ersoy, istiklâl Marşı'nda, Kurtuluş Savaşı'nın kazanılacağına olan inancını, Türk askerinin yürekliliğine ve özverisine güvenini, Türk ulusunun bağımsızlığa, hakka, yurduna ve dinine bağlılığını dile getirir. Şiirin bütünü, dörtlükler halinde yazılmış kırk bir dizedir (sonuncu bölük beş dize).

Prof. Dr. Sinsi 11-04-2012 12:36 AM

Türkiye Tarihi
 
Lozan Antlaşması « Türkiye Tarihi

Kurtuluş Savaşı'nın sonunda Mudanya Mütarekesi imzalanmış, bundan az sonra, 22 Ekim 1922'de Türkiye barış görüşmelerine çağrılmıştı. Mudanya Mütarekesi'nde de Türk heyetine başkanlık etmiş olan ismet Paşa (İnönü), dışişleri bakanlığına getirilerek Lozan'a gidecek Türk heyetine başkan atandı. Lozan Konferansı'nda İngiltere'yi Lord Curzon, İtalya'yı Mussolini, Yunanistan'ı Venizelos, Fransa'yı Poincare temsil ediyordu.

Dikenli Sorunlar

Sevr Antlaşması'na göre Türkiye'nin doğusu Ermenilerle Kürtlere, güneydoğu illeri Fransızlarla İngilizlere, Antalya dolayları İtalyanlara, Batı Anadolu ve Trakya Yunanlılara veriliyor, Boğazlar barışta ve savaşta serbest olmak üzere Müttefikler'in yönetimine bırakılıyor, kapitülasyonlar bütün devletlere tanınıyor, Anadolu'nun yalnız orta ve orta-kuzey kesimi Türklere kalıyordu. Ankara Hükümeti bu antlaşmayı hiç bir zaman tanımadı ve bağımsızlık için sonuna kadar savaşılacağını bütün dünyaya ilân etti.

Savaşı kazanıp barış masasına oturduğu zaman başta kapitülasyonlar ve Osmanlı borçları olmak üzere Sevr Antlaşması'nda yer alan birçok hüküm yeniden Türkiye'nin önüne sürüldü. Türkiye'nin Birinci Dünya Savaşı'ndan önceki sınırlar üstünde bir iddiası yoktu, ama Misak-ı Milli'den de fedakarlık edemezdi. Yabancılara verilen eski ayrıcalıkların hepsi kalkmalıydı. Batılılar bu şartları kabul etmek istemediler ve 4 Şubat 1923'te görüşmeler kesildi.

Sonuç

23 Nisan 1923'te görüşmeler yeniden başladı. Sonunda Türkiye'nin istekleri kabul edilerek 24 Temmuz 1923'te antlaşma imzalandı. Başlıca hükümleri şöyle özetlenebilir: Türkiye'nin sınırları, Irak kesimi (Musul) dışında Misak-ı Milli'de çizildiği gibi olacak, Yunanistan savaş tazminatı olarak Edirne yakınındaki Karaağaç'ı Türkiye'ye bırakacaktı, fiğe Denizi'nde Bozcaada ile Gökçeada Türkiye'ye verilecek, Midilli, Sakız, Sisam gibi Anadolu'ya yakın adalar, askersizleştirilmek şartıyla Yunanistan'a bırakılacaktı.

Türkiye'deki Rumlarla, Yunanistan'daki Türkler yer değiştirecek, Batı Türkleriyle İstanbul Rumları bu değişimin dışında tutulacaktı. Kapitülasyonlar her yönüyle son bulacaktı. Musul ve Osmanlı borçları konusu barış antlaşmasından sonra taraflar arasında çözülecekti.

Çanakkale ve İstanbul boğazları silâhsız bölge olacak, ancak savaş halinde silahlandırılacaktı (Türkiye aleyhine olan bu madde 1936 Montrö Antlaşması'yla ortadan kalkarak, Boğazlar kayıtsız ve şartsız Türk egemenliğine geçmiştir). Türkiye'deki yabancılar ve yabancı kurumlar Türk yasalarına göre yönetilecekti.

Böylece Lozan Antlaşması, Osmanlı Devleti'nin kabullendiği Sevr Antlaşması'nın Türkiye'yi bölüp parçalayan, egemenliğinden eden ağır hükümlerini ortadan kaldırarak Kurtuluş Savaşı ile kurulan yeni Türk Devleti'nin egemenlik ve bağımsızlığını bütün dünyaya kabul ettirdi.

«Üstün asker, Üstün diplomat!»

Lozan Barış Konferansı'na Fransa adına katılan general Pelle, Türk başdelegesi general İsmet İnönü için şunları söylemişti: «Üstün bir asker olduğu kadarda üstün bir diplomat! Az söylüyor, öz söylüyor. Bir şeye olmaz! dediği zaman, biliyorsunuz ki o şey olmaz'dır; artık onu yaptırmamağa uğraşacaktır. Onun için görüşmelerde, peki kabul ediyorum dediği zaman rahatlık duyardım. Hayır! dediği zamansa büyük bir çekişmenin başlamak üzere olduğunu anlardık».

Altın Kalem

Lozan Barış Antlaşması Rumini Sarayı'nda yapılan büyük törende imzaya sunulduğu zaman önce Türkiye Cumhuriyeti'nin başdelegesi İsmet Paşa yerinden kalktı, masaya doğru yürüdü, tam ortasına gelince durdu. Sağ elini ceketinin iç cebine götürerek oradan renkli bir mahfaza çıkardı, açtı, içinden bir altın kalem aldı ve Gazi Mustafa Kemal'in antlaşmayı imzalamak üzere kendisine gönderdiği bu tarihi kalemle, ayakta, biraz eğilerek, genel sekreter Massigli'nin önüne koyduğu antlaşmaya, 24 Temmuz 1923, tam saat üçü dokuz geçe imzasını attı».Ali Naci Karacan, Lozan adlı kitaptan.

İsmet Paşa, Lozan dönüşü İstanbul'da general Refet Bele tarafından karşılanırken.


Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.