ForumSinsi - 2006 Yılından Beri

ForumSinsi - 2006 Yılından Beri (http://forumsinsi.com/index.php)
-   İslami Yazılar & Hikayeler (http://forumsinsi.com/forumdisplay.php?f=320)
-   -   =>İslami Sözlük (http://forumsinsi.com/showthread.php?t=35479)

gülgüzeli 01-02-2008 05:04 PM

=>İslami Sözlük
 
ZÜLKARNEYN ALEYHİSSELÂM:
Peygamber veya velî. Kur'ân-ı kerîmde kıssası, doğuya ve batıya düzenlediği seferleri zikr edilmiştir. Asıl ismi, İskender olup, doğuya ve batıya gittiği için İskender-i Zülkarneyn nâmıyla anılmıştır. Yemen'de yaşayan Münzir İskender ile, Aristo'nun talebesi olan Makedonyalı İskender'den daha önce yaşamıştır.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Senden Zülkarneyn'i sorarlar. Sen; "Ben size onun hâlinden haber vereyim" de. Biz onu yeryüzünde bir kudrete erdirdik ve ona her (istediği) şeyden bir sebeb verdik. O da (batıya doğru) bir yol tuttu. Nihâyet güneşin battığı yere ulaştı. Onu (güneşi) sanki kızgın, siyâh çamurlu bir pınar içinde batarken buldu. Ve onun yanında bir kavim buldu. Ey Zülkarneyn (o insanlar îmâna gelmezlerse dilersen öldürmek sûretiyle bu kavme) azâb et. Yâhut onların hakkında hüsn-i muâmele edersin dedik. ... Sonra o (Zülkarneyn aleyhisselâm) bir yol tuttu (doğuya gitti) . Nihâyet üstüne güneşin (ilk önce) doğduğu yere ulaştığı zaman onu bir kavmin üzerine doğuyor buldu ki, biz onlar için buna karşı (korunacak) hiçbir siper yapmamıştık. İşte (Zülkarneyn'in işi) böyle idi... (Kehf sûresi: 83...)
İsmini duyduğunuz kimselerden, yeryüzüne dört kişi mâlik oldu. İkisi mü'min, ikisi de kâfir idi. Mü'min olan ikisi, Zülkarneyn ile Süleymân (aleyhisselâm) idi. Kâfir olan ikisi de Nemrûd ile Buhtunnasar idi. Beşinci olarak yeryüzüne benim evlâdımdan biri yâni Mehdî mâlik olacaktır. (Hadîs-i şerîf-Alâmet-ül-Mehdî)
İbrâhim aleyhisselâm zamânında yaşayan Zülkarneyn aleyhisselâm, onunla birlikte haccetti ve elini öpüp duâsını aldı. Teyzesinin oğlu olan Hızır'ı aleyhisselâm ordusuna kumandan tâyin etti. Ye'cûc ve Me'cûc kavminin insanlara zarar vermelerine mâni ol mak için taş ve demirden bir set yaptı. Bu şimdiki Çin seddi değildir. Asya ve Avrupa kıtalarına hâkim oldu.
Her tarafa Allahü teâlânın emir ve yasaklarını yaydı. Kâfirlerle savaşıp, mü'minlere güzel muâmelede bulundu. Vazîfesini bitirip, ömrünü tamamlayınca, Medîne ile Şam arasında, Şam'a beş günlük mesâfedeki Dûmet-ül Cendel denilen yerde vefât etti. Mekk e'de veya yine o civârda Tehame dağlarında defn edildi. (Kurtubî-Taberî-İbn-ül-Esîr)



ZÜLKİFL ALEYHİSSELÂM:
İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. Asıl ismi Bişr'dir. Elyesâ aleyhisselâmdan sonra; kızmadan, sabır göstererek Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirmeyi üzerine aldığı, kefil olduğu için kefâlet sâhibi mânâsına Zülkifl denilmiştir.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
(Yâ Muhammed!) İsmâil'i, İdrîs ve Zülkifl'i de yâd et (onların yüksek ve pek mükemmel hâllerini hâtırla) . Hepsi de sabr edenlerden idiler. Ve onları da rahmetimiz içine (peygamberlik vermek, yâhut âhiret nîmetlerine kavuşturmak sûretiyle) aldık. Şüphe yok ki, onlar sâlihlerden idiler. (Enbiyâ sûresi: 85, 86)
(Yâ Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem!) İsmâil'i, Elyesâ'ı ve Zülkifl'i yâd et. (Onların pek mükemmel hâllerini kavmine anlat.) Ve (onların) hepsi de hayırlılardandı. (Sâd sûresi: 48)
Elyesâ aleyhisselâmın amcasının oğlu olan Zülkifl aleyhisselâm, İsrâiloğullarına Mûsâ aleyhisselâmın dîninin emir ve yasaklarını teblîğ etti. Tevrât-ı şerîfi okuyup insanlara onun hükümlerini bildirdi. Tebliğ vazîfesini hakkıyla yerine getirdi.Şam be ldelerinden bir beldede vefât ettiği rivâyet edilmiştir. (Râzî, Nişâbûrî, Kurtubî, Nişâncızâde)


ZÜMER SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin otuz dokuzuncu sûresi.
Zümer sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). Yetmiş beş âyettir. İsmini yetmiş bir ve yetmiş üçüncü âyetlerde geçen Zümre kelimesinin çoğulu olan zümer kelimesinden almıştır. Sûrede Kur'ân-ı kerîmin Allahü teâlâ tarafından indirildiği, zâlimlerin âhirett e cezâlarının sonsuz olduğu, kıyâmet ve âhiret hâlleri bildirilmektedir. (Kurtubî, Râzî, Senâullah Dehlevî)
Zümer sûresinde meâlen buyruldu ki:
Bilen ile bilmeyen hiç bir olur mu? Bilen elbette kıymetlidir. (Âyet: 9)
Resûl-i ekrem, Zümer ve İsrâ sûrelerini okumadan uyumazdı. (Hazret-i Âişe-Tirmizî)

ZÜNNÂR:
Papazların bellerine bağladıkları ipten veya kıldan örme kaba sert ve uçları öne sarkık kuşak.
Allahü teâlânın evliyâsını, enbiyâsını (peygamberlerini) ve ulemâsını (İslâm âlimlerini), bunların sözlerini ve fıkıh kitablarını ve fetvâları tâzim edecek (saygı gösterecek, hürmet edecek) yerde tahkîr etmek yâni aşağılamak küfürdür. Dinden çıkmaya sebebdir. Kâfirlerin âyinlerini beğenmek, zarûret yok iken zünnâr kuşanmak ve küfr (kâfirlik) alâmetlerini kullanmak küfürdür, îmânı giderir. (Kutbüddîn-i İznîkî) Sen dereyi geçmeden ummânı arzûlarsın, Zünnârını kesmeden îmânı arzûlarsın.
(Niyâzi Mısrî)


ZÜRRİYYET:
Soy, nesil.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Ey Rabbimiz! Bizi sana teslîmde, boyun eğmekte ve ihlâsta sâbit kıl. Zürriyyetimizden bir topluluğu da sana itâatkâr ve boyun eğici kıl. (Bekara sûresi: 128) Hudâ Rabbim, Nebîm hakka, Muhammeddir Resûlullah, Hem İslâm dînidir, dînim, kita bımdır kelâmullah. Akâidde, Ehl-i sünnet oldu mezhebim hamdolsun, Amelde Ebû Hanîfe mezhebi, mezhebim vallah. Dahî zürriyyetiyim Âdem aley hisselâmın hem, Halîl'in milletiyim, dahî, kıblem Kâbe, Beytullah. (M. Sıddîk Gümüş)

ZÜYÛF:
Altın ve gümüş oranı yarıdan az olan paralar.
Züyûf ile ödünç verdikten sonra, o züyûfun kıymeti kalmasa, İmâmeyne yâni İmâm-ı Ebû Yûsuf ve Muhammed'e göre teslim ettiği zamandaki kıymetinde altın veya bu kadar altın karşılığı geçer akçe ile ödenir. Kıymeti değişirse, Ebû Yûsuf'a göre yine böyle dir. (İbn-i Âbidîn)


ZÎ RAHM-İ MAHREM:
Bir erkeğin ve kadının nikâhlanıp hiç evlenmeyeceği, kan ile olan nesebten (soydan) akrabâsı.
Zî rahm-i mahrem şunlardır:
Erkekler: 1) Baba, 2) Baba ve annesinin babası, 3) Oğlu, oğlunun oğlu, 4) Erkek kardeşi, 5) Erkek kardeşinin oğlu, 6) Kız kardeşinin oğlu, 7) Amca, dayı.
Kadınlar: 1) Anne, 2) Anne ve babasının annesi, 3) Kızı, kızının kızı, 4) Kız kardeşi, 5) Kızkardeşinin kızı, 6) Erkek kardeşinin kızı, 7) Hala, teyze. (İbn-i Âbidîn)
Amca, dayı, hala ve teyze kızı ve yenge yâni kardeş zevcesi (hanımı) zî rahm-i mahrem değildir. Yâni bu beş kadın yabancı demek olup, bunların açık yerlerine bakmak, başı, kolu açık iken konuşmak, halvet etmek (yalnız bir arada kalmak) harâmdır. (M.Zihni Efendi)
Âkıl ve bâliğ olmayan (akıllı ve ergenlik çağına gelmemiş) oğlan ve her yaştaki evlenmemiş veya dul kız ve hasta veya kör adam fakîr olup, babaları yok ise, nafakalarını vermek zengin olan zî rahm-i mahremleri üzerine mîrâs miktârı ile farz olur. (Ubeydullah bin Mes'ûd)


ZİKR:
Anmak; gafleti gidermek için her işte Allahü teâlâyı hatırlamak. Yâd etmek.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
İyi biliniz ki, kalbler, Allahü teâlânın zikri ile itmînâna, râhata kavuşur. (Ra'd sûresi: 30)
(Kullarım!) Siz beni (tâat ile beğendiğim işleri yapmak sûretiyle) zikr ederseniz, ben de sizi (rahmet, mağfiret, ihsân ve tövbe kapılarını açmak sûretiyle) anarım. (Bekara sûresi: 152)
Derecesi en yüksek olanlar, Allah'ı zikr edenlerdir. (Hadîs-i şerîf-Beyhekî)
Allah'ı sevmenin alâmeti, O'nu zikr etmeği sevmektir. (Hadîs-i şerîf-Beyhekî)
Cennettekiler en çok dünyâda Allahü teâlâyı zikr etmeden geçirdikleri zamanlar için üzülürler. (Hadîs-i şerîf-Dürret-ül-Fâhire)
Zikr, yalnız, Kelime-i tevhîdi söylemek ve tekrar tekrar "Allah" demek değildir. Her ne şekilde olursa olsun, kendini gafletten kurtarmak zikr olur. Buna göre, dînin emirlerini yapmak, yasaklarından sakınmak hep zikrdir. Dînin emrettiği şekilde alış- veriş yapmak zikrdir.Dîne uygun olarak yapılan her iş zikrdir. Çünkü bunları yaparken, bu emir ve yasakların sâhibi hep hatırlanmakta ve gaflete yer verilmemektedir. Ancak Allahü teâlânın ism-i şerîfleri ve sıfatları ile yapılan zikr çabuk te'sirini gösterir ve Allahü teâlânın sevgisini hâsıl eder. Bu sebeble tasavvuf büyükleri, Kelime-i tevhîd ile zikrin pek kıymetli olduğunu bildirmişlerdir. Hadîs-i şerîfte; "Bir şeyi çok anan, onu çok sever" buyruldu. Dolayısıyle seven sevdiğini çok anar. Allahü teâlâyı çok anan, O'nu sever; Allahü teâlâyı sevince kalbe îmân yerleşip siner, böylece emir ve yasaklara uymak kolaylaşır. Allahü teâlâyı ve Resûlünü tam sevmedikçe, emirlerine uymak çok güç olur. (İmâm-ı Rabbânî)
Her vakit Allahü teâlâyı zikr etmek lâzımdır. Kalbde başka hiçbir şeye yer vermemelidir. Yerken, içerken, uyurken, gelirken, giderken hep zikr yapmalıdır. (İmâm-ı Rabbânî)
Zikr bir kazma gibidir ki, onunla gönülden yabancı duygu dikenleri temizlenir. (Ubeydullah-ı Ahrâr)
Her an dilleriyle Allahü teâlâyı zikr edip, O'nu bir an unutmayanlardan her biri, güler bir hâlde Cennet'e gireceklerdir. (Cübeyr bin Nufeyr)
Vaktini Allahü teâlâyı zikirle geçiren kimse, belâ ve sıkıntılara düşmez. (Ebû Abdullah Rodbârî) Zikr et zikr bedende iken cânın, Kalb temizliği zikr iledir Rahmânın.
(İmâm-ı Rabbânî)

Zikr-i Cehrî:
Allahü teâlâyı yüksek sesle anma.

Zikr-i Hafî:
Allahü teâlâyı gizli (sessiz) olarak ve kalb ile hatırlama.
Zikr-i hafî, zikr-i cehrîden yetmiş kat üstündür. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Seyfiyye)
Zikr-i hafî, zikr-i cehrîden daha efdâldir, üstündür. (İmâm-ı Rabbânî)

ZİLHİCCE:
Kamerî senenin ayları olan Arabî ayların sonuncusu.
Zilhicce ayının onuncu günü Kurban bayramı günüdür. Her kim o gün bayram namazından gelip kurbanını boğazlayıncaya kadar bir şey yemeyip kurbanının böbrekleri ile iftâr edip, iki rek'at namaz kılsa, o kimsenin kurbanının kanı yere düşmeden, kendi günâhı ve ana-babasının günâhları, ehl-ü evlâd ve akrabâlarının günahları sevâba çevrilir. (Hadîs-i şerîf-Riyâd-un-Nâsihîn)
Her kim Zilhicce-i şerîfin son on günü ve Muharrem ayının birinci günü oruç tutarsa, o senenin tamâmını oruç tutmuş gibi fazîlete mazhâr olur. Her kim, Zilhicce'nin on günü içinde fukarâya yardım etse, peygamberlere (aleyhimüsselâm) ta'zim etmiş olur . Bu on gün içinde, her kim bir hasta ziyâret eylerse, Hak teâlâ hazretlerinin dostları olan kullarının hâtırını sormuş ve ziyâret etmiş gibi olur. Bu on gün içinde yapılan her ibâdet, sâir günlerde edâ edilen ibâdetlerden çok daha üstün ve pek fazla sevâba vesîle olur. (Süleymân bin Cezâ)


ZİLLET:
Aşağılık, horluk, hakîrlik.
Zillete düşmeyecek şekilde tevâzu gösteren, meşrû kazancını meşrû yolda sarfeden, düşkünlere acıyan, fakîr ve hakîmler ile oturup kalkan kimseye müjdeler olsun. (Hadîs-i şerîf-Beydâvî Tefsîri)
Zillet on kısımdır. Dokuzu yahûdîlerdedir. (Fahrüddîn-i Râzî)

ZİLZÂL SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin doksan dokuzuncu sûresi.
Zilzâl sûresi Medîne'de nâzil oldu (indi). Sekiz âyet-i kerîmedir. İsmini ilk âyet-i kerîmede geçen ve zelzele demek olan Zilzâl kelimesinden almıştır. Sûrede; kıyâmetin kopması, insanların yeniden dirilip hesâb vermesi, herkesin ettiğini bulacağı bi ldirilmektedir. (İbn-i Abbâs, Kurtubî)
Zilzâl sûresinde meâlen buyruldu ki:
Zerre kadar iyilik yapan, onun mükâfâtına, zerre kadar kötülük yapan da, onun karşılığına kavuşur. (Âyet: 7, 8)
Kim Zilzâl sûresini dört defâ okursa, sanki Kur'ân-ı kerîmin tamâmını okumuş olur. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)

ZİNÂ:
1. Âkıl ve bâliğ olan (akıllı, ergenlik çağına ulaşmış) kadın ve erkeğin aralarında nikâh olmadan gayr-i meşrû münâsebette bulunmaları.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
De ki: Geliniz size Rabbiniz neleri harâm etmiştir, okuyayım. "O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın, anaya babaya iyilik edin, fakîrlik yüzünden çocuklarınızı öldürmeyin. Sizin de onların da rızkını biz veririz. Zinâ gibi kötülüklerin açığına da, gizlisine de yanaşmayınız. Allah'ın muhterem kıldığı canı haksız yere öldürmeyin." İşte bu yasaklara riâyet etmeyi (uymayı) Allahü teâlâ size tavsiye etti. Olur ki, düşünür ve akıl erdirirsiniz. (En'âm sûresi: 151)
Mü'minlere söyle, yabancı kadınlara bakmasınlar ve zinâ etmesinler. Mü'min kadınlara da söyle, onlar da yabancı erkeklere bakmasınlar ve zinâ etmesinler. (Nûr sûresi: 30, 31)
Zinânın dünyâda üç fenâlığı vardır: Biri, güzelliği ve parlaklığı giderir. İkincisi fakîrliğe sebeb olur. Üçüncüsü, ömrün kısalmasına sebeb olur. Zinânın âhiretteki üç zararına gelince; Allahü teâlânın gadabına sebeb olur. İkincisi suâlin, hesâbın fenâ geçmesine sebeb olur. Üçüncüsü, Cehennem ateşinde azâb çekmeye sebeb olur. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)
Kadınlardan istenen üçüncü şart zinâ etmemektir. Bu şartı, yalnız kadınlardan istemek, bu günâhın hâsıl olması, çok defâ onların râzı olmalarına bağlı olduğu içindir ve kendilerini gösterdikleri içindir. O hâlde bu günâhın ilk sebebi onlardır. Bu işt e, onların rızâları mûteberdir. Bunun için, bu amelden (işten), kadınların daha kuvvetli men edilmeleri îcâb etti. Bundan dolayı Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde bu günâhta kadını erkekten evvel söyledi ve "kadına ve erkeğe yüz sopa vurunuz" buyurdu. Bu günâh insana, dünyâda ve âhirette zarar verir ve bütün dinlerde yasak ve çirkin olmuştur. (Ahmed Fârûkî)
Zinâ, fâiz, yalan gibi her dinde harâm olan bir şey için, helâl olsaydı da ben dahi işleseydim diye temennî eder ise, bu dahi küfürdür, îmânı giderir. (Kutbüddîn-i İznikî)
2. Harâma bakmak.
Gözler de zinâ yapar. (Hadîs-i şerîf-Ebû Dâvûd)

ZÎNET:
Fâidesi, menfaati olmayıp, yalnız gösteriş için kullanılan şey, süs.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Dünyâ hayâtı elbette la'b, yâni oyun ve lehv yâni eğlence ve zînet (süslenmek) ve tefâhür yâni öğünme ve malı, parayı, evlâdı çoğaltmaktır. (Hadîd sûresi: 20)
Erkeğin tedâvî için sürme çekmesi câizdir, olabilir. Zînet için çekmesi câiz değildir. (İbn-i Nüceym)

ZİNNÛREYN:
İki nûr sâhibi. Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem iki kızıyla evlendiği için hazret-i Osman'a verilen lakab.
Eshâb-ı kirâmın (Peygamber efendimizin arkadaşlarının) en üstünü Ebû Bekr-is-Sıddîk, ondan sonra Ömer-ül-Fârûk'dur (radıyallahü anhümâ). Ondan sonra en yüksek kimse Osmân-ı Zinnûreyn'dir (radıyallahü anh). Ondan sonra Aliyyül Mürtezâ'dır. Hepsinin ha lîfeliği haktır, doğrudur. Ümmetin icmâı (sözbirliği) ile sâbittir.Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem ona birbiri ardınca iki kızını vermiştir. İki kızı da vefât edince; "Bir kızım daha olsaydı verirdim" buyurmuştur. (Mir'ât-ı Kâinât-Taftâzânî)



ZRÂ' (Zirâ):
Kırk sekiz santimetrelik bir ölçü birimi.
Misâfirin; bir milden yâni 1920 metreden az uzakta su bulacağını alâmetlerle veya âkıl bâliğ ve âdil bir müslümanın haber vermesi ile çok zannettiği zaman her tarafa doğru, dört bin zirâ'a (bir mil) giderek veya birini göndererek ve mümkün ise yalnız bakarak, suyu araması farz olur. (İbn-i Âbidîn)

ZUHRUF SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin kırk üçüncü sûresi.
Zuhrûf sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). Seksen dokuz âyet-i kerîmedir. Otuz beşinci âyet-i kerîmede geçen altın ve mücevher mânâsına gelen Zuhruf kelimesi sûreye isim olmuştur. Sûrede insanların rızıklarının farklı takdir edilmesinin ve milletlere ayrılmasının hikmetleri, inkarcıların cezâya çarptırılacağı, mü'minlere çeşitli nîmetler verileceği bildirilmektedir. (Râzî, Kurtubî)
Zuhrûf sûresinde meâlen buyruldu ki:
"Nefsine uyarak Allahü teâlânın dîninden yüz çevirenlere, dünyâda bir şeytan musallat ederiz. (Âyet: 36)

ZULM (Zulüm):
Adâletsizlik, adâletin sınırını aşmak, başkasının hakkına tecâvüz etmek. Bir şeyi kendi yerinden başka bir yere koymak, haksızlık.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Allahü teâlâ kullarına zulm etmez, haksızlık etmez. Onlar kendilerini azâba, acılara sürükleyen bozuk düşünceleri, çirkin işleri ile kendilerine zulm ve işkence ediyorlar. (Nahl sûresi: 33)
Zulme mâni olarak zâlime de, mazlûma da yardım ediniz. (Hadîs-i şerîf-Eşî'at-ül-Lemeât)
Allahü teâlâ buyurdu ki: "Ey kullarım! Ben kendi nefsime zulmü harâm ettim. Onu sizin aranızda da harâm kıldım, birbirinize zulüm yapmayınız..." (Hadîs-i kudsî-Nesâih-ul-İbâd)
Benden sonra ümmetim için üç şeyden korkarım. İmâmların (devlet adamlarının) zulmünden, nücûma (yıldız falına) inanmaktan, kaderi yalanlamaktan. (Hadîs-i şerîf-İhyâu-Ulûmiddîn)
Ey oğul! Şakîlerin (kötü kimselerin) alâmeti sende bulunmasın. Bu alâmetlerin evveli zulm etmektir. Zulüm üç kısımdır. Birincisi Allahü teâlâya âsî olmak, ikincisi zulmeden kimselere yardım etmek; üçüncüsü kendi emri altında bulunanlara ezâ-cefâ etme k, onların ibâdet yapmalarına mâni olmak. Bu üç çeşit zulmü işleyenlerin varacakları yer Cehennem'dir. (Süleymân bin Cezâ)
Her müslüman hem îmânını korumaya, kaptırmamaya çalışmalı, hem de Allahü teâlâya ve O'nun Peygamberine inanmayan kâfirleri sevmemelidir. Fakat sevmediklerine de kötülük ve zulüm yapmamalı, kâfirlere ve bid'at sâhiplerine tatlı dil ve güler yüz ile na sîhat etmelidir. Onların felâketten kurtulmalarına, seâdete kavuşmalarına çalışmalıdır. (Hâdimî)
Sana zulmedeni affet. Amelinle mağrur olmaktan sakındığın gibi, ilimle gururlanmaktan sakın. Yakınının, fakirin ve komşunun hakkını gözet. Konuşmadan hoşlanmayanın yanında konuşma. Mazlum kardeşine yardım et. Zamânını iyi değerlendir. (Harputlu Hacı Ömer Efendi)
Zımmîye yâni gayr-i müslim vatandaşa zulm etmek, müslümana zulm etmekten daha fenâdır. Hayvana zulm, işkence etmek, zımmîye etmekten daha fenâdır. (Alâüddîn Haskefî) Hâşâ zulm etmez kuluna Hüdâsı, Herkesin çektiği kendi cezâsı
(M. Sıddîk Gümüş)

ZULMET:
Karanlık, kalbin kararması.
Dört haslet kalbin zulmetindendir. Karnı tıka basa doyurmak, zâlimlerle sohbet etmek, geçen günâhları unutmak, uzun emel. (Abdullah bin Mes'ûd)
Hak teâlâ nûr ile zulmeti, aydınlık ile karanlığı zikrettiği yerde, aydınlıktan ilmi, karanlıktan câhilliği murâd etti. Nitekim Allahü teâlâ; "Onları karanlıktan aydınlığa çıkarırız" buyurdu. (İmâm-ı Gazâlî)
Günâh işleyen kimsenin kalbini zulmet kaplar. Kalbi karanlıklarla dolar. Gittikçe bid'at ve dalâlete (sapıklığa) düşer. Zulmeti şiddetlendikçe, yüzünde de belli olur. Herkes bunu görmeye başlar. Onun içindir ki, bid'at ehlinin ve bozuk fırkalara mens ûb kişilerin, zındıkların, kâfirlerin yüzünde aslâ nûr yoktur. (İmâm-ı Kastalânî)

ZÜHD:
1. Şüpheli olmak korkusu ile mübâh şeylerin çoğundan sakınmak.
Zühd, insanın kalbini dünyâ sıkıntılarından uzak tutar. Allahü teâlânın yüceliğini ve büyüklüğünü tanımayı, tövbe etmeği, te'min eder. (Hâris el-Muhâsibî)
2. Dünyâdan ve dünyâlık olan şeylerden uzak durmak.
Zühd, kalbe ve bedene rahatlık verir; dünyâya rağbet ise, düşünce ve hüzün verir. (Hadîs-i şerîf-Câmi-üs-Sagîr)

ZÜL-CELÂLİ VE'L-İKRÂM:
Esmâ-i hüsnâdan (Allahü teâlânın güzel isimlerinden). Kemâl mertebesinde (noksansız, kusursuz) şeref, kerem (ikrâm, ihsân, iyilik) celâl (büyüklük ve şeref) sâhibi olan, kereminden yarattıklarına ihsân eden.
Zülcelâli ve'l-ikrâm ism-i şerîfini söyliyenin kıymet ve şerefi artar. (Yûsuf Nebhânî)

ZÜLCENÂHAYN:
"İki kanatlı" mânâsına hem ilim hem de mârifette (tasavvufta) yüksek dereceye ulaşmış olan âlimlere verilen lakab (isim).
Mürşid-i kâmiller, ictihâd derecesinde yüksek âlim oldukları için, hem zâhirî ilimlerde ve hem de tasavvufta derin ilim sâhibidirler, yâni zülcenâhayndırlar. (İmâm-ı Rabbânî)

ZELÎL:
Aşağı, alçak, hor, hakîr.
Kıyâmet günü, dünyâdaki kibir sâhibleri, küçük karınca gibi zelîl ve hakîr olarak kabirden çıkarılacaktır. Karınca gibi fakat insan şeklinde olacaklardır. Herkes bunları hakîr görecektir. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Nefsini azîz eden dînini yıkar. Nefsini zelîl eden kimse, dînini azîz eder. (Mücâhid bin Cebr)
İlmi azîz ederseniz, azîz olursunuz, zelîl ederseniz zelîl olursunuz. İlim, bir kimsenin yanına gitmez, ilmin ayağına gidilir. (İmâm-ı Mâlik)
Biz zelîl bir kavim idik. Allahü teâlâ bizi İslâm ile azîz eyledi. (Hazret-i Ömer)

ZELLET-ÜL KÂRÎ:
Kırâat hatâsı. Namazın içindeki farzlardan kırâati yerine getirirken (Fâtiha ve zamm-ı sûreyi okurken) meydana gelen hatâ, yanlış okuma.
Zellet-ül kârî dört şekilde olabilir:Birincisi i'râbda hatâdır. Yâni harekelerde ve sükûnda olabilir. Meselâ şeddeyi hafif okur veya medleri (uzunları) kısa okur veya bunların aksini yapar. İkinci şekil hatâ, harflerde olur. Harfin yerini değiştirir veya harf ilâve eder, yahut azaltır veya harfi ileri geri alır. Üçüncü şekil hatâ, kelimelerde ve cümlelerde olur. Dördüncüsü ise, vakf ve vaslde hatâ olur. Yâni duracak yerde durmaz geçer. Geçecek yerde durur. Bu dördüncü şekil hatâda mânâ değişse de bozulmaz. İlk üç şekilde zellet-ül kârî mânâyı değiştirip, küfre sebeb olacak mânâ hâsıl olursa veya âyet-i kerîmede kastedilen mânâ tamâmen değişirse, namazı bozar. (İbrâhim Halebî)

ZEMHERİR:
Cehennem'deki soğuk yer, soğuk cehennem.
Zemheririn soğukluğu pek şiddetlidir. Bir an dayanılmaz. Kâfirlere, bir soğuk, bir sıcak, sonra soğuk sonra sıcak Cehennem'e atılarak azâb yapılacaktır. Cinler ateşten etkilenmezler. Cehennemlik olanları zemherirde azab göreceklerdir. (Kâdızâde Ahmed)

ZEMM:
Kötüleme, yerme, kınama.
İnsana yakışan; başkalarını zemmetmekten utanıp kendi kusurlarını düzeltmekle meşgûl olmasıdır. Bilmiş ol ki! İnsanların çoğu medhedilmeyi sevdiği ve zemmedilmekten korktukları için, helâk olmuşlardır. Çünkü medhedilmeyi sevmeleri ve zemden korkmalar ı sebebiyle bütün tavır ve davranışlarında insanların rızâlarını almayı ve gönüllerini hoş etmeyi istemektedirler. (İmâm-ı Gazâlî)

ZEMZEM:
Kâbe-i muazzamanın Hacer-ül-esved köşesi karşısındaki kuyudan çıkan mübârek su.
İbrâhim aleyhisselâmın zevcesi (hanımı) , İsmâil aleyhisselâmın annesi olan Hâcer, su aramak üzere Safâ ve Merve tepeleri arasında gidip gelirken, Zemzem kuyusunun bulunduğu yerde, Cibrîl (Cebrâil) aleyhisselâm göründü. Topuğu ile (veya kanadıyla) toprağı kazıp suyu (Zemzem'i) meydana çıkardı. Hâcer (bu durumu görünce) zâyi olmasın diye hemen suyun etrâfını çevirip, havuz hâline getirdi. Bir taraftan da testisini doldurmaya çalışıyordu. Su ise avuç avuç alındıkça tekrar fışkırıyordu. Allahü teâlâ İsmâil'in anasına rahmet etsin! O, Zemzem'i kendi hâline bırakmış olsaydı, yâhut suyu avuçlamasa idi, muhakkak Zemzem akar bir ırmak olurdu. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
Zemzem suyu ne için içilirse, ona şifâdır. (Hadîs-i şerîf-Mir'ât-ül-Haremeyn)
Kim hac niyeti ile Beyt-i şerîfe (Kâbe'ye) gelip, Kâbe-i şerîfin etrâfında yedi kere tavâf etse, dolaşsa sonra Makâm-ı İbrâhim'e gelip iki rek'at tavâf namazı kılsa, ondan sonra Zemzem kuyusuna gelip, suyundan içse, cenâb-ı Hak onu anasından doğduğu gün gibi günahından tertemiz yapar. (Hadîs-i şerîf-Ahbâru Mekke)
Zemzem içerken, Kıbleye karşı yönelmeli, ayakta ve üç yudumda içmelidir. Zemzem içmeden önce, şu duâyı okumalıdır: "Allahümme innî es'elüke ilmen nâfian ve rızkan vâsian ve şifâen min külli dâin ve sekamin birahmetike yâ Erhamerrâhimîn (Allah'ım send en faydalı ilim, bol rızık, her türlü hastalıktan şifâ istiyorum. Ey merhametlilerin en merhametlisi! Bunları senin rahmetine güvenerek istiyorum)" (Eyyûb Sabri Paşa)


Zemzem Kuyusu:
Kâbe-i muazzamanın Hacer-i esved köşesi karşısında bulunan, mübârek suyun çıktığı kuyu.
Yeryüzünde bulunan kuyuların en hayırlısı, Zemzem suyunun mübârek kuyusudur. (Hadîs-i şerîf-Ahbâru Mekke)
Allahü teâlânın İsmâil aleyhisselâma bir ihsânı olan Zemzem'in etrâfını ilk önce hazret-i Hâcer kum ile çevirdi. Sonradan hazret-i İbrâhim tarafından kazılarak kuyu hâline getirildi. İhmaller netîcesinde zamanla zemzem kuyusu kapanıp belirsiz hâle ge ldi. Resûlullah efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem dedesi Abdülmuttalib rüyâsındaki târife göre zemzem kuyusunu kazıp tekrar ortaya çıkardı. Kendisi ve oğulları hacılara zemzem suyu dağıttılar. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem zamânında Ab dülmuttalib'in oğlu Abbâs radıyallahü anh hacılara su dağıtmakla vazîfeli idi. (Eyyûb Sabri Paşa)
Zemzem kuyusu Mescid-i harâm içinde Hacer-i esved köşesi karşısında ve köşeden on dört buçuk metre uzakta bir odada olup, 1,9 metre yüsek olan taş bileziği vardır. İki buçuk metre çapında ve otuz metre derinliğindedir. Bu odayı İstanbul'daki Beylerbe yi Câmii'ni yaptırmış olan Birinci Sultân Abdülhamîd Han yaptırmış olup, zemîni mermer döşeli ve duvarlara doğru meyillidir. Kuyu ağzı bu hizâdan bir buçuk metre kadar yüksektir. Târihin kıymetli yâdigârı olan bu güzel san'at eseri 1963 (H.1383)'de yıktırıldı. Zemzem kuyusu ağzını ve birkaç metre çevresini, yeryüzünden birkaç metre aşağı indirdiler. (Eyyûb Sabri Paşa, M. Sıddîk Gümüş)

ZENGİN:
İhtiyaç eşyâsının ve borçlarının dışında nisâb miktârı malı, parası olan kimse. (Bkz. Nisâb)
Eshâbım için fakirlik seâdettir. Âhir zamandaki ümmetim için zengin olmak seâdettir. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Beş şey gelmeden evvel beş şeyin kıymetini biliniz. Ölmeden önce hayâtın, hastalıktan önce sıhhatin, dünyâda âhireti kazanmanın, ihtiyarlamadan gençliğin, fakirlikten evvel zenginliğin kıymetini bil. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
Ey malına, mülküne güvenen zengin! Dünyânın çabuk geçip gidici malı, parası, seni aldatmasın! Bunlar, senden önce başkalarının idi. Senden sonra da, başkasının olacak; Cehennem'in şiddetli azâbını düşün!.. (Muhammed Rebhâmî)

ZERDÜŞT:
Mecûsîliğin kurucusu.
Mecûsîliğin kurucusu olan Zerdüşt mîlâddan 600 sene önce, Hindistan'da doğdu. Hindistan ve İran taraflarında yaşadı. Brehmen din adamları tarafından kovuldu. Belh'te mecûsîlik dînini yaydı. İyilik tanrısı İzed veya Ormüzd (Hürmüz) ile kötülük tanrısı Ehrimen olmak üzere iki tanrı vardır dedi. Zend kitâbı ve Avestâ denilen şerhi (açıklaması) Avrupa'da basıldı. Hazret-i Ömer, İran'ı alınca, Acemler müslüman oldu. Zerdüşt'ün kurduğu mecûsîlik Hindistan'da kaldı. Bugün İranlılar eski millî âdetler diye mecûsî âyinlerini ve sayılı günlerini ortaya çıkarıyor ve yayılmasına çalışıyorlar. (M. Sıddîk Gümüş)

ZEVÂİD:
Fazla, ziyâde olan şeyler.

Zevâid Sünnet:
1. Farzla birlikte kılınması bildirilmeyen nâfile namazlar.
2. Peygamber efendimizin ibâdet olarak değil de, âdet olarak, devâmlı yaptığı şeyler.
Peygamber efendimizin elbiseleri, oturması, kalkması, iyi şeyleri yapmaya sağdan başlaması, sünnet-i zevâiddir. Bunlara sevâb verilmesi için niyet etmek lâzım değildir. Niyet edilirse ibâdet olurlar. Sevâbları çoğalır. Zevâid sünnetleri ve nâfile ibâ detleri terk etmek mekrûh olmaz. (İbn-i Âbidîn)

Zevâid Tekbirleri:
İkişer rek'at olan Ramazân ve Kurban bayramı namazlarının her rek'atinde alınan üçer tekbir.
Zevâid tekbirleri vâcibdir. (M. Zihni Efendi)

ZEVÂL:
Yok olma, sona erme. Ölmez imiş âşık cânı, Hiç çürümez imiş teni, Aşk her kimi kıldı fânî, Ona zevâl ermez imiş.
(Yûnus Emre)

Zevâl Vakti:
Güneşin tam tepeden ayrıldığı an.
Zuhr yâni öğle namazının evvel vakti, güneşin zevâlden ayrıldığı vakit başlar. (Kedûsî)

ZEVCÂT-I TÂHİRÂT:
Peygamber efendimizin iffetli, pâk, muhterem zevceleri. Mü'minlerin anneleri. (Bkz. Ezvâc-ı Tâhirât)
Peygamber efendimiz ikinci defâ olarak elli beş yaşında iken hazret-i Ebû Bekr'in kızı, hazret-i Âişe ile evlendi. Diğer Zevcât-ı Tâhirâtı bundan sonra dînî, siyâsî sebeplerle ve merhâmet ve ihsân ederek nikâh etti. (İmâm-ı Ahmed Kastalânî)

ZEVİL ERHÂM:
İslâm mîrâs hukûkunda, Eshâb-ı ferâiz (farz hisse sâhibi) ve asabe denilen kimseler dışındaki yakın akrabâ.
Eshâb-ı ferâizden ve asabeden kimse yoksa veya bunlardan yalnız zevc (koca) ve zevce (hanım) varsa, mîrâs zevil erham denilen en yakına verilir. (Muhammed Mevkûfâtî)


ZEYDİYYE FIRKASI:
Hazret-i Ali'yi sevdiğini söyleyip, diğer Eshâb-ı kirâma düşmanlık besleyen, onlar hakkında kötü sözler söyleyen şîanın kollarından. On iki imâmın dördüncüsü olan Zeynelâbidîn'in oğlu Zeyd'e tâbi olan ve hazret-i Ali, Eshâbın en efdalidir (üstünüdür) ; bununla berâber Ebû Bekr, Ömer, Osman'ın (r.anhüm) hilâfetleri (halîfelikleri) de câizdir diyen fırka. İmâmetin (halîfeliğin), Zeynelâbidîn'den sonra oğlu Zeyd'e ve onun soyundan gelen kimselere âit olduğunu söylemelerinden dolayı Zeydiyye adı verilmiştir.
Hazret-i Hüseyn'in oğlu İmâm-ı Zeynelâbidîn'in vefâtından sonra, hazret-i Ali taraftârı olduklarını söyleyip, diğer Eshâb-ı kirâma karşı kötü sözler söyleyenler, âlim ve fakîh bir zât olan oğlu Zeyd'in etrâfında toplandılar. Müslümanların parçalanmas ını isteyen münâfıklar, Zeyd bin Zeynelâbidîn'in ilim için çeşitli memleketlere yaptığı seyâhatleri bahâne ederek onun hilâfete geçmek için etrâfına adam topladığını söyleyerek halîfeyi aleyhine kışkırttılar. Zeyd bin Zeynelâbidîn Kûfe'ye gelince, Ehl-i beyt taraftârı gözüken ve Eshâb-ı kirâmın bâzılarına kötü sözler sarf eden kimseler onu halîfeye karşı kışkırtarak halîfe tarafından yakalattırılacağını söylediler. Zeyd bin Zeynelâbidîn bu endişeyle hazırlanmaya başladı. Kendisine taraftâr gözüken on beş bin kadar kimse bîat etti. Halîfe Hişam bin Abdülmelik de, Zeyd bin Zeynelâbidîn ve taraftârları üzerine kuvvet gönderdi. Halîfenin askerleri Kûfe'ye yaklaştıkları sırada, kendisine taraftâr gözüken Eshâb-ı kirâm düşmanları ona; "Ebû Bekr v e Ömer'e (r.anhümâ) düşman ol!" dediler. Zeyd bin Zeynelâbidîn; "Büyük dedem olan Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem sevdiği iyi kimselere düşmanlık edemem" cevâbını verdi. Onları bu tür sözler sarf etmekten men etti. Bunun üzerine dört yüz ki şi hâriç diğerleri savaş alanını terk ettiler. Bu kimselere ayrılanlar, terk edenler mânâsında Râfızîler denildi. Hazret-i Zeyd'in yanında kalanlara ve sonradan onların yolunda olduklarını söyleyip Ehl-i sünnetten (Peygamber efendimizin ve Eshâb-ı kirâmın yolundan) ayrılanlara Zeydî, bu fırkaya da Zeydiyye adı verildi. Zeyd (r.aleyh) bu savaşta şehîd edildi. (Abdülazîz Dehlevî-Şehristânî)
Zeydiyye fırkası mensubları 864 (H.250)'de Taberistan bölgesinde isyân ettiler. Bağımsızlıklarını îlân edip, Zeydiyye Devleti'ni kurdular. Daha sonraki asırlarda da fırka olarak devâm eden Zeydiyye fırkası mensûbları zamanla Yemen'de hâkimiyet kurdul ar. (Abdülazîz Dehlevî)
Zeydiyye fırkasının temel görüşleri şunlardır: Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem isim ve şahsını belirtmek sûretiyle yerine bir imâm (halîfe) vasiyet etmiş değildir. Onun için imâm, ancak vasıfları ile tanınabilir. Taşıdığı vasıflar îti bâriyle imâm, hazret-i Ali'dir. Hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer'in halîfeliklerini kabûl ederler. Büyük günâh işleyen kimse tam mânâsı ile tövbe etmedikçe temelli olarak Cehennem'de kalacaktır. (Abdülaziz Dehlevî, Abdülkâdir Bağdâdî)

ZIHÂR:
Erkeğin, hanımını veya onun yüz, baş, ferc gibi bir uzvunu, kendisine nikâhı ebedî haram olan bir kadına veya onun bakılması harâm yerine; "Sen anam gibisin" veya "Senin sırtın anamın sırtı gibidir" gibi sözlerle benzetmesi.
Hanımına "Senin başın anamın sırtı gibidir" diyen bir erkeğin, keffâret vermedikçe hanımına sarılması, öpmesi ve cimâ etmesi harâm olur. Zıhâr keffâreti, oruç keffâreti gibidir. (İbn-i Nüceym)

ZILL:
Gölge, görünüş,
Kâmil bir müslüman, namaza durunca, sanki dünyâdan çıkıp âhirete girer. Çünkü dünyâda Allahü teâlâya yaklaşmak çok az nasîb olur. Eğer nasîb olursa, o da zılle, sûrete yakınlıktır. Âhiret ise, asla yakınlık yeridir. (İmâm-ı Muhammed Ma'sûm)
Ulemâ-i râsihîn (yüksek ilim sâhibi âlimler), vilâyetin yâni evliyâlığın üstün derecelerinin hepsini geçip, peygamberlere mahsûs olan dâvet makâmına kavuşmuşlardır. Bunlar nihâyete (sona) kavuştuktan sonra anlarlar ki, müşâhede edilen ve tecellî olun an yâni görülen her şey, hakîkî varlık değildir. Ancak hakîkî varlık zıllerinden bir zıldir.

Zıll Makâmı:
Tasavvuf yolunda bir makâm, derece. Tasavvufta asla kavuşmadan önce, aslın görüntülerinin ele geçtiği makam.
Zıll makâmının üstünde abdiyyet, kulluk makâmı vardır. Abdiyyet makâmı (hakîkî kulluk) ise vilâyet (evliyâlık) kemâllerinin en üstünüdür. (İmâm-ı Rabbânî)

ZIMMÎ:
İslâm devletindeki gayr-i müslim vatandaş.
Zımmîlerden cizye alınmasından maksat, kâfirliğin aşağılığını, müslümanlığın ise, izzet ve şerefini göstermektir. Bu hakâret o derece te'sirlidir ki, cizye vermek korkusundan kıymetli elbise giyemezler, süslenemezler, hakîr, sefîl yaşarlar. Diğer tar aftan cizye ile zımmîlerin müslümanlar arasında bulunarak zamanla İslâm'ın güzelliğini, hak din olduğunu görerek müslüman olmaları ümidi ile onlara mühlet tanımaktır. Bu bakımdan cizye, güzel bir İslâm'a dâvet yoludur. (Râzî)
Zımmîler, cizye vermekle onlar için iki hak ortaya çıkar. Onlara dokunulmaz. Himâye edilirler. Dokunulmazlıkları ile emniyet ve güven içinde yaşarlar, himâye edilmeleri ile tehlike ve zarardan korunmuş olurlar. (İbn-i Hümâm)

ZINDIK:
Hiçbir dinde olmadığı ve Allahü teâlâya inanmadığı hâlde, müslüman görünüp müslümanlığı değiştirmeye, îmânı bozmaya, dinsizliği müslümanlık olarak yaymaya çalışan ve İslâmiyet'i içerden yıkmaya uğraşan sinsi İslâm düşmanı, azılı kâfir, münâfık. Kâdıy ânîler ve Behâîler böyledir.
Zındık, Allahü teâlâya ve Muhammed aleyhisselâmın peygamber olduğuna inandığını, Kur'ân'a ve hadîslere uyduğunu söyler. Fakat, Kur'ân-ı kerîmi ve hadîs-i şerîfleri kendi câhil kafasına ve kısa görüşüne göre mânâlandırır. Bu bozuk anladıklarını, sapık düşüncelerini, müslümanlık olarak yazmaya uğraşır. Ehl-i sünnet âlimlerinin doğru sözlerini beğenmez. İslâm âlimlerine câhil der. Kendilerini müctehîd, aydın din adamı olarak tanıtırlar. (İbn-i Âbidîn, Abdülhakîm Arvâsî)
Fıkıh öğrenmeyip tasavvufla uğraşan dinden çıkar, zındık olur. Fıkıh öğrenip tasavvuftan haberi olmayan ise, bid'at sâhibi yâni sapık olur. Her ikisini edinen hakîkate varır. (İmâm-ı Mâlik)

gülgüzeli 01-02-2008 05:11 PM

Cevap : =>İslami Sözlük
 
ZÂHİD:
1. Dünyâya düşkün olmayan kimse.
Allahü teâlâ bir kulunu severse, onu dünyâda zâhid, âhirete râgıb (isteyen) yapar. Ayıblarını ona bildirir. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Dünyâda zâhid olanı, Allah sever. İnsanlarda bulunanlarda zâhid olanı insanlar sever. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Dünyâyı sevmek, bütün hatâların başlangıç noktasıdır. Dünyâdan kendini sakınan kimseler, zâhid olanlardır. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Âlimler buyuruyor ki: "Bir kimse ölürken, malının, zamânın en akıllısına verilmesini vasiyyet etse, zâhide vermek lâzımdır." Çünkü zâhid, dünyâya rağbet etmez, özenmez, üzerine düşmez.Dünyâya düşkün olmaması aklının çok olduğunu gösterir. (İmâm-ı Rabbânî)
Zâhid, dünyâya gönül bağlamadığı için insanların en akıllısıdır. (İmâm-ı Rabbânî)
2. Şüpheli olur korkusu ile mübâhların (dînen izin verilenlerin) çoğunu terk eden.
Zâhid âlimin iki rek'at namazı, zâhid olmayanın ömrü boyunca kıldığı namazdan hayırlıdır. (Muhammed Hâdimî)
Ey oğlum! Yakîn ve sabrı san'at edin. Allahü teâlânın haram kıldığı şeylerden uzak olursan, dünyâda zâhid ve mücâhid olursun. (Lokman Hakîm)

ZÂHİR (Ez-Zâhir):
1. Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Varlığında şek ve şübhe olmayan, her eserinde varlığına deliller, işâretler bulunan yüce Allah.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Her şeyin başlangıcı ve sonu, Zâhir ve Bâtın O'dur. (Hadîd sûresi: 3)
Allahü teâlâ Zâhirdir. O'nun varlığı her şeyden âşikârdır. Gözümüzün gördüğü her manzara, kulağımızın işittiği her ses, elimizin tuttuğu, dilimizin tattığı her şey; gerek içimizde, gerek dışımızda şimdiye kadar anlayıp sezebildiğimiz her şey, O'nun v arlığına, birliğine delildir ve Zâhir ismini işâret etmektedir. (İmâm-ı Gazâlî)
İşrak vaktinde ez-Zâhir ism-i şerîfi söylendiğinde kalbde evliyâlık nûru meydana gelir. (Yûsuf Nebhânî)
2. Açık, görünen, dış görünüş, insanın dış görünüşü.
Bâzı kimseler, güzellikleriyle tekebbür ederler. Hâlbuki güzellik insanda kalıcı değildir. Çabuk gider. Âriyet, ödünç olan şeyle kibirlenmek ve öğünmek ahmaklıktır. Zâhirin güzelliği, kalbin güzelliği ile yâni iyi huyla birlikte olunca, kıymetlidir. Kalbin temizliği de Resûlullah'ın sünnetine uymakla belli olur. (Muhammed Hâdimî)
3. Fıkıh usûlü ilminde; sevk edilmediği, kendisi için buyrulmadığı mânâ, açıkça ve kolayca anlaşılan lafız (söz).
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Resûlümün size verdiğini alınız. Nehy, men' ettiği şeyden sakınınız. (Haşr sûresi: 7)
Bu âyet-i kerîme harbsiz ele geçen malların (fey'in) taksiminde (bölüştürülmesinde) Resûlullah'a sallallahü aleyhi ve sellem itâat edilmesi hakkında nâzil olmuştur. Ayrıca, bu âyet-i kerîme, her emrettiği ve her yasak ettiği şeyde Peygamberimize sall allahü aleyhi ve sellem itâat etmenin vâcib olduğuna delâlet etmesi bakımından da zâhirdir. Böyle sevk edildiği, buyrulduğu mânâya açıkça delâlet eden lafza nass denir.


Zâhir Haberler:
Hanefî mezhebinin, İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe ve talebelerinden gelen kuvvetli, güvenilir haberlerine verilen ad. Bu haberlere usûl haberleri de denir.
Hanefî mezhebinin bilgileri sonraki âlimlere üç yoldan gelmiştir. Bunlar; zâhir haberleri, nevâdir haberleri ve vâkıât haberleridir.
Zâhir haberler, İmâm-ı Muhammed'in altı kitâbı ile bildirilmektedir. Bu altı kitab; El-Mebsût, Ez-Ziyâdât, El-Câmi-us-sagîr, Es-Siyer-üs-sagîr, El-Câmi-ul-kebîr, Es-Siyer-ül-kebîr kitâblarıdır. Bu kitabları İmâm-ı Muhammed'den güvenilir kimseler geti rdiği için zâhir haberler denilmiştir. Zâhir haberlerini ilk toplayan, Hâkim Şehîd Muhammed'dir. Bunun Kâfi kitâbı meşhûrdur. (İbn-i Âbidîn)

Zâhir Mânâ:
Lafızdan (sözden) anlaşılan, açık, görünen mânâ.
Ehl-i sünnet âlimleri, nasslara (âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflere) zâhir mânâlarını vermişlerdir. Zarûret olmadıkça, nassları te'vîl etmemişler, bu mânâları değiştirmemişlerdir. Kendi bilgileri ve görüşleri ile bir değişiklik yapmamışlardır. Sapık fırkalardan olanlar ve mezhebsizler, Yunan felsefecilerinden ve din düşmanlarından işittiklerine uyarak nasslara yanlış mânâ vermişlerdir. (Seâdet-i Ebediyye)

Zâhirî İlimler:
Okuyarak, çalışarak ve araştırarak elde edilen, öğrenilen ilimler. Kelâm, tefsîr, fıkıh gibi din bilgileriyle; mantık, matematik, fizik, kimyâ, biyoloji, geometri gibi fen bilgileri.
Zâhirî ilimlerde mütehassıs, tasavvuf derecelerinde çok yüksek olan derin âlim, büyük velî Abdullah-ı Dehlevî buyurdu ki: "Hazîn ses ve Allah sevgisini anlatan şiirler ve evliyây-ı kirâmın hayâtını bildiren kasîdeler, kalbdeki bağlılığı harekete geti rir. Hafif sesle zikr etmek (Allahü teâlânın adını anmak) ve İslâmiyet'in yasak etmediği şiirleri dinlemek Çeştiyye yolunda olanların kalblerini inceltir."
Zâhirî ilimlerden olan tefsîr ilmini öğrenmek ve Kur'ân-ı kerîmin tefsîrini yapabilmek için şu on beş ilmi bilmek lâzımdır:Lügat, sarf, nahv, iştikak, meânî, beyân, bedî, kırâat, usûl-i din, fıkıh, esbâb-ı nüzûl, nâsih ve mensûh, usûl-i fıkh, hadîs, ilm-i kulûb. Bu ilimleri bilmeyen kimsenin tefsîr yapması câiz değildir. (Muhammed Hâdimî)

ZÂHİRİYYE:
Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerin zâhir, görünen mânâlarından başka hiçbir delîl ve kıyâsı kabûl etmeyen Dâvûd-i Zâhirî'nin kurduğu mezheb.
Zâhiriyye mezhebine mensûb kimseler, hükmü açık omayan âyet-i kerîmeleri ve hadîs-i şerîfleri te'vil ettiler, yâni yanlış mânâlar vererek Ehl-i sünnetten (Peygamber efendimizin ve Eshâbının yolundan) ayrıldılar. Hayırlı işlerin namaz yerine gececeği sapıklığını körüklediler. (İbrâhim Muhammed Neşât)
Zâhiriyye mezhebini 1184-1198 yıllarında iktidârda olan Muvahhidî hükümdârı Yâkub bin Yûsuf bin Abdülmü'min, Kuzey Afrika ve Endülüs'te yaymaya çalışmıştır. Bu hükümdâr halkın zâhiriyye mezhebine uymasını ve Mâlikî mezhebini bırakmasını istemiş, hatt â Mâlikî mezhebine göre yazılan fıkıh kitablarını toplatıp yaktırmıştır. Adı geçen hükümdârın ölümünden sonra, zâhiriyye mezhebi, yavaş yavaş sönmüştür. (Muhammed Ebû Zühre)

ZÂLİM:
1. Zulm eden, müslümanlara ve İslâmiyet'e; eli ile, dili ile ve kalemi ile zarar veren, başkalarının hakkına tecâvüz eden.
Zâlimin çok yaşamasına duâ etmek, Allahü teâlâya isyân olunmasını istemektir. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Zâlime yardım eden, ondan zarar görür. (Hadîs-i şerîf-Ahmed bin Abdülehad)
Bir zâlime yardım edene Allahü teâlâ o zâlimi musallat eder. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Ananın-babanın çocuğuna olan ve mazlûmun, zâlime olan bedduâları red olunmaz. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Sabah ve akşam tevbe etmeyen kimse zâlimlerdendir. (İmâm-ı Mücâhid)
Âsi ve fâsıklarla arkadaşlık etmemeli, fıskı çok olanlardan çok kaçınılmalıdır. Zâlimlerden, müslümanlara eziyyet edenlerden daha çok kaçmalıdır. (Abdülhakîm Arvâsî)
2. Allahü teâlâya inanmayan kâfir.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:
Allahü teâlâ zâlimleri sevmez. (Âl-i İmrân sûresi: 57 ve 140)


ZÂMİN:
Kefil, birisinden belli bir veya birkaç kimsenin istedikleri bir şeyi, kendisinin de ödeyeceğine söz veren kimse. Dâmin. (Bkz. Kefil)
Mübâşir (kişi, bizzat kendisi) müteammid (kasten) olmasa da zarar verdiği şeyi zâmin olur. Mübâşir, kasten yaparsa, hem zâmin hem günahkâr olur. (İbn-i Âbidîn)
Birinin hayvanı bir kimseden ürküp de kaçarken koybolsa, ürkmesine sebeb olan zâmin olmaz. (Mecelle)

ZAMM-I SÛRE:
Farz namazın ilk iki rek'atinde, sünnet namazların ve vitrin her rek'atinde ayakta Fâtiha'dan sonra okunan sûre veya en az üç kısa âyet.
Farzın ilk iki rek'atinde zamm-ı sûreyi unutan, üçüncü ve dördüncü rek'atlerde okuyup, sonra secde-i sehv yapar. Zamm-ı sûrenin bir parçasını rükûda okuyana, Ettehiyyâtüden sonra az bir şey okuyarak, üçüncü rek'ati geciktirene secde-i sehv lâzım gel ir. (Halebî)

ZAN:
Sanma ve düşünme.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Zanların çoğundan kaçının, zîrâ bâzı zanlar günâhtır. (Müslümanların ayıb ve kusurlarını) araştırmayın; bir kısmınız bir kısmınızı (arkasından hoşlanmayacağı sözle) çekiştirmesin... (Hucurât sûresi: 12)
Kulum beni nasıl zannederse, ona zannettiği gibi muâmele ederim. (Hadîs-i kudsî-Keşf-ül-Hafâ)
Şu kimselere şaşarım; zanla konuşurlar ve onunla amel ederler. (İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe)
Yolda rastlanan bir suyun temiz olduğu, iyi bilinir veya temiz olduğu çok zannedilirse, bununla abdest alınır. (Halebî)

Zann-ı Gâlib:
Çok kuvvetli zan.
Abdest aldım mı, almadım mı diye şüpheye düşüp, zann-ı gâlibi abdestsiz olduğu yönde olursa, abdesti bozulur. (Muhammed bin Kutbüddîn İznikî)

Zannî Delil:
Mânâsı açık anlaşılmayan âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfler ile bir sahâbî tarafından bildirilen mânâsı açık hadîs-i şerîf.
Zannî deliller, vâcibler ile tahrîmen (harama yakın) mekrûhları bildirir. Meselâ, kurban kesmek, vitir namazı kılmak zannî delil ile bildirilmiştir. Bunları yapmamak tahrîmen (harama yakın) mekrûhtur. (İbn-i Âbidîn, Molla Hüsrev)


ZÂRİYÂT SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin elli birinci sûresi.
Zâriyât sûresi, Mekke'de nâzil oldu (indi). Altmış âyettir. Zâriyât kelimesi ile başladığından, bu isim verilmiştir. Sûrenin başındaki âyet-i kerîmeler, öldükten sonra dirilmenin, âhiret hayâtının ve âhirette mükâfât ve cezânın vukû bulacağını, pek m uazzam kudret eserlerinin bir kısmına yeminle beyân edilmiştir. (İbn-i Abbâs, Râzî, Kurtubî)
Zâriyât sûresinde meâlen buyruldu ki:
Şüphesiz ki muttakîler (takvâ sâhipleri) , Cennetlerde pınar başlarındadır. Rablerinin kendilerine verdiğinden râzı oldukları hâlde. Doğrusu onlar bundan önce güzel amel işleyenlerdi. (Âyet: 15,16)
Kim Zâriyât sûresini okursa, Allahü teâlâ ona, dünyâda cereyân eden ve esen her bir rüzgârın adedi için on hasenât (sevâb) verir. (Hadîs-i şerîf-Envâr-ut-Tenzîl)

ZARÛRET:
Haram olan, yasaklanan bir işin yapılmasını mübâh (dînen serbest) kılan sebeb, özür.
Zarûretler, dînen haram, yasak olan şeyleri mübâh kılar. Yâni mübâhı (dînen yapılması serbest olan bir işi) yapan nasıl muâheze olunmazsa (cezâlandırılmazsa), zarûret olan bir işi yapan da muâheze olunmaz. Bir kimse, mûteber bir ikrah (zorlama, cebr) ile başkasının malını telef etse, ikrah zarûreti bu işin haramlığını, yasaklığını gidermez. O iş yine haramdır. Sâdece bu işi ikrah, zorlama, korkutma gibi zarûret sebebiyle yaptığı için, sorumlu olmaz. Zarûretlerin, yasakları mübâh kılmasına ruhsat denir. (Mecelle, Ali Haydar Efendi)
Zarûretler, kendi miktarlarınca takdîr olunurlar. Açlıktan helâk olacak, ölecek bir kimse, başkasının malından izni olmadan ancak ölmeyecek kadar alıp yiyebilir. Açlık bahânesiyle fazlasını yiyemez. Daha sonra ölmeyeceği miktarda yediğinin bedelini s âhibine verir, yâhut helâllaşır. (Mecelle, Ali Haydar Efendi)

ZARÛRİYYÂT-I DİN:
İnanılacak ve yapılacak işlerle ilgili, âlim ve câhil herkesin bilmesi lâzım olan din bilgileri.
Her şeyden önce zarûriyyât-ı dîni öğrenmek lâzımdır. Bunları bırakıp, başka şeylerle uğraşmak, kıymetli ömrü faydasız şeylere harcamak olur. Hadîs-i şerîfte; "Allahü teâlânın bir kulunu sevmemesinin alâmeti, onun mâlâyânî (kendisini ilgilendirmeyen, faydasız şeyler) ile vakit geçirmesidir." Zarûriyyât-ı dinden olan bilgiler o kadar çoktur ki, insan mâlâyânî ile uğraşmaya vakit bulamaz. (İmâm-ı Rabbânî)

ZÂT:
1. Kendi.
Allahü teâlâ zâtı ile vardır. Varlığı kendi kendiyledir. Şimdi var olduğu gibi, hep var idi ve hep var olacaktır. Varlığının önünde ve sonunda yokluk olamaz. Çünkü, O'nun varlığı lâzımdır. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
2. Kişi, şahıs.

ZÂVİYE:
1. Eskiden büyük kervanların geçtiği ıssız yollarda veya köy ve kasabalarda; dînî ilimlerin, İslâm ahlâkının ve fen ilimlerinin öğretilmesi, yolcuların barınması maksadıyla kurulan yer; küçük tekke. (Bkz. Hânekâh, Tekke)
Türkiye Selçuklu Devleti'nden sonra kurulan Osmanlı Devleti zamânında Anadolu'nun çeşitli yerlerinde zâviyeler kuruldu. Osman Bey, sık sık hocası Şeyh Edebâlî'nin zâviyesine gider, sohbetlerini dinlerdi. (Âşıkpaşazâde)
Zâviyeye devâm eden genç, orta yaşlı, ihtiyar her zümreden insan, gerekli dînî ilimleri okuyarak ve yaşayarak öğrenir, güzel ahlâk sâhibi ve herkes tarafından sevilen, topluma faydalı bir kişi olarak cemiyete katılırdı. (İslâm Târihi Ansiklopedisi)
... Zâviyeye bir yolcu geldiği zaman, eşyâ ve hayvanları yerleştirildikten sonra hamama sokuluyor, güzelce yıkanıyor,sonra bir odaya alınıp, yiyecek ve içecek ikrâm ediliyordu. Akşam namazından sonra zâviyede Kur'ân-ı kerîm okunuyor ve gece teheccüd namazına kalkılıyordu... (İbn-i Battûta)
2. Tasavvufta bulunan kimselerin, ibâdet için çekildiği tenhâ yer.

ZEÂMET:
Osmanlılar zamânında subaylara verilen ve geliri en az yirmi bin ve en çok 99.999 akçe olan toprak.

ZEBÂNÎ:
Cehennem meleği, azâb yapıcı melek.
Cehennem zebânîleri, günâh işleyen hâfızlara, puta tapanlardan daha önce azâb yapacaklardır. Çünkü bilerek yapılan günâh, bilmeyerek yapılandan daha kötüdür. (Hadîs-i şerîf-İhyâ-ul-Ulûm)
Zebânîlere Cehennem'deki vazîfeleri esnâsında, Cehennem ateşi zarar vermez. Denizin, balığa zararlı olmaması gibidir. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

ZEBÂYIH:
Kesilecek kurbanlık hayvanlar. Kurban edilmiş, kurban olarak kesilmiş hayvanlar. (Bkz. Zebh)

ZEBH:
Boğazlama, kesme. Hayvanın boğazındaki yemek borusu, hava borusu, iki yandaki kan damarından üçünü bir anda kesmek.
"Bismillâhi Allahü ekber" diyerek deveden başka hayvanın boğazının herhangi bir yerinden zebh edilir. Bismillâhi derken (h)yi belli etmek lâzımdır. Belli edince Allahü teâlânın ismi olduğunu düşünmek lâzım olmaz. (h)yi açıkça belli etmezse, Allahü te âlânın ismini söylediğini düşünmek lâzımdır. Bunu da düşünmezse, hayvan leş olur. Yemesi helâl olmaz. (İbn-i Âbidîn)
Deve kesmekte sünnet olan nahrdır (damarları boynun alt tarafından, göğsün bitim yerinden kesmek). Sığır cinsi, ganem (koyun) ve tavuk gibi zebh olunur. Deveyi zebh ve sığırı ve koyunu nahr etmek mekrûhtur. (Fetâvây-i Hindiyye)
Hayvanın boğazında merî denilen yemek borusu, hulkûm denilen hava borusu ve evdâc denilen iki yanda birer kan damarı vardır. Zebh ve nahrda bu dört borudan üçü bir anda kesilmelidir. Zâbihin (kesenin) kıbleye dönmesi sünnettir. (M. Zihni Efendi, İbn-i Âbidîn)
Eti helal olan hayvanlardan boynu uzun olanların hepsi nahr, boynu kısa olanların hepsi zebh edilir. (İbn-i Âbidîn)
Zebh edilmeksizin ölen hayvan, meyte (leş) olduğu gibi dînin bildirdiği şekilde zebh edilmeyip de boğulmak ve başı koparılmak yâhut beyni üzerinde tokmak vurulmak veya kulak tozuna şiş saplanmak şeklinde öldürülen hayvan dahi meyte (leş) demektir. (M. Zihni Efendi)



ZEBÛR:
Dört büyük kitabdan biri. Dâvûd aleyhisselâma indirilen mukaddes kitâb.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Dâvûd'a (aleyhisselâm) Zebûr'u verdiğimiz gibi, (Habîbim) şüphesiz sana da vahy ettik. (Nisâ sûresi: 163)
Tevrât'tan sonra Zebûr'da da yazmışızdır ki, arza (Cennet'e ancak) sâlih kullarım mîrâsçı olur. (Enbiyâ sûresi: 105)
Allahü teâlânın peygamberleri vâsıtasıyla kullarına gönderdiği dört büyük kitabdan biri olan Zebûr, manzûm (şiir hâlinde) olup, İbrânî dili üzere idi. Tevrât'tan sonra indirilmiştir. Vâz ve nasîhat şeklinde olup, Tevrât'ı kuvvetlendirir ve açıklar. Z ebûr, Tevrât'ın hükmünü nesh etmemiş (kaldırmamış)tır. İçinde haram ve helâle dâir hükümler yoktur. (Ahmed Nişâpûrî)
Allahü teâlâ Dâvûd aleyhisselâma güzel ve gür bir ses ihsân etmişti. O, Zebûr'u okurken bütün vahşî hayvanlar boyunlarını eğerek etrâfında toplanırlardı. Pek yanık ve tatlı sesiyle Zebûr'u okurken; insanlar, cinler, vahşî hayvanlar etrâfında halka ol ur, dinlerlerdi. Zebûr'u Dâvûd aleyhisselâmdan dinleyenler hayrân, şaşkın kalıp pekçok kimse kendinden geçip düşerdi. (Kâdı Beydâvî)
Allahü teâlânın kitâbları vardır. Kur'ân-ı kerîmde bildirilen, yüz dört kitabdır. Yüzü küçük kitabdır. Bunlara suhuf denir. Dördü büyük kitabdır. Tevrât Mûsâ aleyhisselâma, Zebûr Dâvûd aleyhisselâma, İncîl Îsâ aleyhisselâma, Kur'ân-ı kerîm bizim peyg amberimiz Muhammed aleyhisselâma nâzil olmuştur. (Kutbüddîn İznikî)

ZEKÂ:
Sebeb ile netîce arasındaki bağlılıkları bulmak, benzeyiş ve ayrılışları anlamak, yeni îcab ve vaziyetlere zihnin en iyi şekilde uyması.
Akıl başka, zekâ başkadır. Her akıllı zekî, her zekî de akıllı olmayabilir. (Abdülhakîm Arvâsî)
Akıl, iyiyi ve kötüyü, fâideliyi ve zararlıyı anlar, ayırır. Aklı az olanın zekâsı çok olabilir. Zekâsı çok olan kâfirleri, din düşmanlarını akıllı sanmak doğru değildir. (Abdülhakîm Arvâsî)
İlk insanların ve her asrın, geri kalmış kısımları, tabîate uymak, hayvanlar ve kendileri arasında münâsebet kurmak için âletler yapmışlardır. Bu âletler, zekâ ile yapılmıştır. (Bergson)
Bir arslanın zekâsı, insan zekâsı kadar kuvvetli olsaydı, bu arslan öteki arslanlardan, on bin kat daha çok korkunç olurdu. Akılsız, dinsiz kimse de, kuvvetinin ve zekâsının çokluğu kadar, cemiyetlere büyük tehlike olur. (Abdülhakîm Arvâsî)

ZEKÂT:
İslâm'ın beş şartından biri. Dînen zengin sayılan müslümanın nisab miktârındaki zekat malının belli zamanda belli miktârını zekat niyeti ile ayırıp emr edilen müslümanlara vermesi.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Allahü teâlânın ihsân ettiği malın zekâtını vermeyenler, iyi ettiklerini, zengin kalacaklarını sanıyorlar. Hâlbuki, kendilerine kötülük yapmış oluyorlar. O malları, Cehennem'de azâb âleti olacak, yılan şeklinde boyunlarına sarılıp, baştan ayağa kadar, onları sokacaktır. (Âl-i İmrân sûresi: 108)
Malı, parayı biriktirip, zekâtını, müslüman fakirlerine vermeyenlere çok acı azâbı müjdele! Zekâtı verilmeyen mallar, paralar, Cehennem ateşinde kızdırılıp, sâhiplerinin alınlarına, böğürlerine, sırtlarına mühür basar gibi bastırılacaktır. (Tövbe sûresi: 134, 135)
Akıllı olan ve büluğ çağına giren ve hür olan müslüman erkek ve kadının, zengin olup şartları bulununca, zekat vermeleri farzdır. (Halebî)
Zekâtın farzı birdir. Bu da niyet etmektir. Niyet kalb ile olur. Malın zekâtını ayırırken veya müslüman fakire verirken (Allah rızâsı için, zekat vereceğim) diye niyet etmek, kalbden geçirmektir. (Tahtâvî)
Dört çeşit malın zekatı vardır. Bu mallar altın ve gümüş, ticâret eşyâsı, hayvanlar ve toprak mahsulleridir. (İbn-i Âbidîn)
Zekat şu yedi sınıfa verilir: Fakir, miskîn (bir günlük nafakasından fazla bir şeyi olmayan müslüman), âmil (zekât toplayan memur), mükâtep (efendisinden kendisini satın alıp, borcunu ödeyince âzâd olacak köle), münkatı' (hac ve cihâd yolunda olup mu htaç kalanlar), medyûn (borcu olan ve ödeyemeyen müslüman), ibn-üs-sebîl (kendi memleketinde zengin ise de, bulunduğu yerde yanında mal kalmamış olan ve çok alacağı varsa da alamayıp muhtaç kalan). (İbn-i Hümâm)
Malı zarardan korumanın ilâcı, zekât vermektir. (İmâm-ı Rabbânî)
Zekât niyeti ile az bir miktar vermek, dağlar kadar altını sadaka vermekten kat kat daha sevâbdır. (Ahmed Fârûkî Serhendî)

ZEKERİYYÂ ALEYHİSSELÂM:
İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. Yahyâ aleyhisselâmın babasıdır. Soyu Süleymân aleyhisselâma ulaşır. Mûsâ aleyhisselâmın dîninin emir ve yasaklarını insanlara tebliğ etti. Yahûdîler tarafından şehîd edildi. Kabri Haleb'dedir.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Bunun üzerine Rabbi onu (Meryem'i) güzel bir kabûl ile kabûl etti. Onu güzel bir nebât (bitki) gibi büyüttü. Zekeriyyâ'yı da ona (bakmaya) kefîl kıldı. Zekeriyyâ ne zaman mihrâba (odaya) girse, onun yanında bol rızık (yiyecek) bulurdu. "Yâ Meryem! Bu (rızk) sana nerden geliyor?" dedi. O da; "Bu, Allahü teâlâ tarafındandır. Şüphe yoktur ki, Allahü teâlâ dilediği kimseyi hesâbsız olarak rızıklandırır" derdi. (Âl-i İmrân sûresi: 37)
Zekeriyyâ aleyhisselâm mihrâbında (odasında) namaz kılarken, melekler (Cebrâil aleyhisselâm) ona şöyle nidâ etti (seslendi : "Muhakkak Allahü teâlâ sana kendinden gelen kelimeyi (yâni Îsâ aleyhisselâmı) tasdîk edici ve kavminin seyyidi (efendisi) ve nefsine hâkim ve sâlihlerden bir peygamber olduğu hâlde Yahyâ'yı müjdeler. (Âl-i İmrân sûresi: 39)
Kudüs'teki Mescid-i Aksâ'da Tevrât yazan ve kurban kesme ibâdetini idâre eden Zekeriyyâ aleyhisselâm, İsrâiloğullarına peygamber gönderildi. Tevrât'ın emir ve yasaklarını insanlara anlattı. Duâsı bereketiyle Allahü teâlâ ona Yahyâ aleyhisselâmı ihsân etti. Zekeriyyâ aleyhisselâm, Hunne'nin kızı hazret-i Meryem'i alıp, evine götürdü. Onu Zekeriyyâ aleyhisselâmın hanımı ve hazret-i Meryem'in teyzesi Elisâ Hâtun büyüttü. Hazret-i Meryem beş yaşına girince, Zekeriyyâ aleyhisselâm ona Tevrât-ı şerîfi okuttu. İsrâiloğulları Zekeriyyâ aleyhisselâma iftirâda bulundular. Zekeriyyâ aleyhisselâmı şehîd etmek üzere aramaya başladılar. Yahûdîler onu yakalamak için peşine düştüler.Zekeriyyâ aleyhisselâm, Beyt-ül-makdîs yakınlarında ağaçlı bir bahçeye gir di. Mûcize olarak yarılan bir ağacın içine girdi. Ağaç kapandı ve onu gizledi. Yahûdîler o ağacı bıçkı ile biçtiler ve Zekeriyyâ aleyhisselâmı şehîd ettiler. Zekeriyyâ aleyhisselâm şehîd olduğu sırada yüz yaşında idi. (İbn-ül-Esîr, Nişâbûrî, Nişâncızâde)

gülgüzeli 01-02-2008 05:19 PM

Cevap : =>İslami Sözlük
 
YAKÎN:
1. Şek ve şüpheden uzak olan; kesin.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Biraz bekledi, çok geçmeden Hüdhüd gelip, şunları söyledi:"Ben senin bilmediğin bir şey öğrendim. Sana Sebe'den yakîn bir haber getirdim." (Neml sûresi: 22)
Îmân ağaç gibi olup; kökü yakîn, dalı takvâ, nûru hayâ, meyvesi cömertliktir. (Ali (r.anh))
2. Sağlam, sarsılmayan, şüphe ve tereddüt bulunmayan îtikâd, îmân.
Âgâh olunuz ki; insana dünyâda yakîn ve âfiyetten (günahlardan uzak olmaktan) daha hayırlı bir şey verilmemiştir. Öyle ise Allah'tan o ikisini isteyin. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Yakîn ihsân edilen birinin kerâmetlere, hârikalara, ihtiyâcı olmaz. Bütün bu kerâmetler, Zât-ı ilâhînin zikrinden ve kalbin bu zikr ile zînetlenmesinden aşağıda kalır. (İmâm-ı Rabbânî)
Kalb, bid'at pisliklerinden temizlenmedikçe ve Ehl-i sünnet îtikâdı ile süslenmedikçe, hakîkat güneşinin ışıkları oraya giremez. O kalb yakîn nûru ile aydınlanamaz. (Ahmed Raûf)
Her şeyi akıl ile isbât ederek inandırmak kolay değildir. Yakîn elde edebilmek için, isbât yoluna gitmektense, kalbi hastalıktan kurtarmak lâzımdır. (İmâm-ı Rabbânî)
3. Ölüm.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:
Sana yakîn gelinceye kadar da Rabbine ibâdet et. (Hicr sûresi: 99)
Mücrimlere, sizi Cehennem'e sokan nedir? derler. (Onlar da cevap verirler): Biz namaz kılanlardan değildik. Yoksulu doyurmazdık. (Bâtıla) dalanlarla berâber dalardık. Hesâb gününü de yalan sayardık. Nihâyet bize yakîn gelip çattı. (Müddessir sûresi: 41-47)

YÂKÛB ALEYHİSSELÂM:
Ken'an diyârındaki (Fenike denilen Sayda, Sur ve Beyrut ile Filistin ve Sûriye'nin bir kısmından ibâret olan eski bir memleket) insanlara gönderilmiş olan peygamber. İshâk aleyhisselâmın oğlu, Yûsuf aleyhisselâmın babasıdır. Yâkûb, İbrânice bir isim olup, "Allahü teâlânın saf ve temiz kıldığı kul" mânâsına gelmektedir. İkiz kardeşi Iys ondan önce doğduğu için Arabça "tâkib etmek" mânâsına Yâkûb denildiği de rivâyet edilir. Bir adı da İsrâil olup, onun on iki oğlunun neslinden gelenlere İsrâiloğu lları adı verilmiştir.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Kullarımız, İbrâhim, İshâk ve Yâkûb'u da hâtırla ki, onlar tâat ve ibâdette, kuvvet, kudret ve dinde basîret sâhibidir. (Sâd sûresi: 45)
Biz İbrâhim'e, isteği üzerine İshâk'ı ve isteğinden ziyâde olarak torunu Yâkûb'u ihsân ettik. Biz onların hepsini sâlihlerden kıldık. (Enbiyâ sûresi: 72)
Şam'da veya Medyen'de dünyâya gelen Yâkûb aleyhisselâmın çocukluğu, babasının; gençliği ise, Harran'da bulunan dayılarının yanında geçti. Kırk sene kadar dayılarının yanında kalan Yâkûb aleyhisselâmın on iki oğlu dünyâya geldi. Harran'da iken vahiy g elerek Ken'an diyârı ahâlisine peygamber gönderildiği bildirildi. Ken'an diyârına gidip insanları Allahü teâlânın emirlerine uymaya, yasaklarından kaçınmaya dâvet etti. En çok sevdiği oğlu Yûsuf aleyhisselâmı kıskanan kardeşleri, onu kuyuya attılar. Kuyunun yanından geçen bir kervancı onu kuyudan çıkararak Mısır'a götürdü ve köle diye sattı. Diğer oğulları Yâkûb aleyhisselâma gelerek kardeşimiz Yûsuf'u kurt yedi dediler.Yâkûb aleyhisselâm oğlu Yûsuf'a olan hasretliği sebebiyle üzüntüsünden ağlayarak gözleri görmez oldu. Yûsuf aleyhisselâm Mısır'a mâliye nâzırı (bakanı) olduktan sonra, babası Yâkûb aleyhisselâm ve kardeşlerini Mısır'a getirterek birlikte yaşadılar. Mısır'da oğullarıyla birlikte on seneden fazla yaşayan Yâkûb aleyhisselâm burada vefât etti. Oğulları cenâze namazını kıldılar. Vasiyyeti üzerine Kudüs yakınlarındaki Halîl-ür-rahmân'da bulunan babası İshâk aleyhisselâmın yanına defn edildi. (İbn-ül-Esîr, Nişâncızâde, Taberî)

YÂSÎN SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin otuz altıncı sûresi.
Yâsîn sûresi, Mekke-i mükerremede nâzil olmuştur (inmiştir). Seksen üç âyet-i kerîmedir. Yâsîn diye başladığı için,sûre bu ismi almıştır. Bâzı âlimler, Yâsîn ile murâdın; ey insan veya ey insanların efendisi mânâsına Peygamberimiz sallallahü aleyhi v e sellemin olduğunu bildirmişlerdir. İhlâs ile (Allah rızâsı için) okuyanların dünyâ ve âhiret nîmetlerine kavuşmalarına vesîle olacağı ve okunduğunda vefât etmiş olan müslümanların ruhlarına hediyye edildiği için bu sûreye Muammime; îmânın esasları (temelleri) ile ilgili hususları içerisinde bulundurduğu, okuyanların kalblerini tenvîr ettiği, aydınlattığı için, Kalb-ul-Kur'ân gibi isimler de verilmiştir. Bu sûrede, belli başlı konular olarak; Peygamberimizin sallallahü aleyhi ve sellem peygamberliği tasdîk edilmekte (doğrulanmakta), inkâr edenle kabûl etmeyenler tehdîd edilmekte, eski kavimlerin (milletlerin) inkarcı hâllerinden dolayı başlarına gelen azâb ve felâketler anlatılarak, insanlar gafletten uyanmaya dâvet edilmekte (çağrılmakta) , bu arada Peygamberimiz de sallallahü aleyhi ve sellem tesellî edilmektedir. Yine bu sûrede Allahü teâlânın kudretinin ve büyüklüğünün eserlerine dikkatler çekilmekte, âhirete inanmayanların ne kadar pişman olacakları, mü'minlerin, inananların ise, pek büyük mükâfâtlara nâil olacakları (kavuşacakları) bildirilmektedir. (Kurtubî, Râzî, Abdülhakîm Arvâsî)
Yâsîn, Kur'ân-ı kerîmin kalbidir. Muhakkak o, bütün dertlere şifâdır. (Hadîs-i şerîf-Hakîm, Tirmizî)
Her kim Cumâ günü annesinin, babasının veya bunlardan birinin kabrini ziyâret eder de baş ucunda Yâsîn sûresini okursa, okuduğu her harfi adedince onlar mağfiret edilir (bağışlanır) . (Hadîs-i şerîf-Sa'lebî)
Ölmek üzere bulunan bir hastanın yanında Yâsîn sûresi okunursa, okunan her harfi için, onar melek iner. Yâsîn sûresi üç bin harftir. İnen melekler, ölmek üzere olan kimsenin önünde sıra sıra dizilip onun için istiğfâr ederler (bağışlanmasını isterler) . Sekerattaki (ölüm ânındaki) bir mü'minin yanında Yâsîn sûresi okunursa, Cennet Rıdvan'ı ona Cennet şerâbı içirmedikçe Azrâil (aleyhisselâm) onun rûhunu almaz. (Hadîs-i şerîf-Sefer-i Âhiret Risâlesi)
Yâsîn sûre-i şerîfesini okumanın on faydası vardır.
1) Aç olan, tok olur yâni ummadığı yerden rızık gelir.
2) Susuz olan, kanıncaya dek su bulur.
3) Elbisesi olmayan elbise bulur.
4) Eceli gelmeyen hasta şifâ bulur.
5) Eceli gelen hasta ölüm acısı duymaz.
6) Ölürken, Cennet melekleri gelip görünür.
7) İnsan korktuğundan emîn olur.
8) Misâfir ve garîb yardımcı bulur.
9) Bekârların evlenmesi kolay olur.
10) Gayb olan şey bulunur.
Fakat bunları niyyet ederek ve inanarak okumak lâzımdır. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Yâsîn, Peygamber efendimizin ism-i şerîflerinden olup, "Ey benim bahr-i yakînimin sabbâhı (yakîn deryâmın dalgıcı) olan habîbim!" demektir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)


YE'CÛC VE ME'CÛC:
Kur'ân-ı kerîmde adı geçen ve kıyâmete yakın, yeryüzüne yayılacak olan zararlı ve bozguncu iki kötü kavim.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Nihâyet Ye'cûc ve Me'cûc'ün seddi açılıp da her tepeden saldırdıkları ve hak olan va'd (kıyâmet) yaklaştığı vakit, işte o zaman kâfir olanların gözleri hemen dikilecek: "Vah bizlere! Biz bundan gaflet ettik, doğrusu kendimize zulmetmiş olduk" diyecekler." (Enbiyâ sûresi: 96, 97)
Cenâb-ı Hak (kıyâmete yakın) Ye'cûc ve Me'cûc'ü gönderir. Bunlar, yüksek yerlerden akın edecekler, ilk kâfile Taberiyye gölüne uğrayıp oradan geçecektir. (Hadîs-i şerîf-Riyâz-üs-Sâlihîn)
Resûlullah efendimiz, Zülkarneyn'in inşâ ettiği sed hakkında buyurdular ki: "Ye'cûc ve Me'cûc, onu her gün oyuyorlar. Tam delecekleri sırada, başlarında bulunan reis; "Bırakın artık delme işini, yarına yaparsınız" der..." (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Resûlullah efendimiz, kıyâmet alâmetlerinden her ne haber verdi ise hepsi doğrudur. Yanlışlık olamaz. O zaman güneş, âdet dışı olarak garbdan (batıdan) doğacaktır. Hazret-i Mehdî çıkacak, Îsâ aleyhisselâm gökten inecek. Deccâl çıkacak. Ye'cûc ve me'c ûc denilen insanlar yeryüzüne yayılacaktır. (Ahmed Fârûkî)
Ye'cûc ve Me'cûc denilen kimseler, Nûh aleyhisselâmın oğlu Yâfes'in soyundandır. Yüzleri yassı, gözleri küçük, kulakları çok büyük, boyları kısadır. Herbirinin bin çocuğu olur. Arkasında kaldıkları seddi her gün oyarlar; sed, gece eskisi gibi olur. H epsi kâfirdirler. Sed arkasından çıkınca insanlara saldırırlar. (Yûsuf Nebhânî)
Zülkarneyn, Avrupa ve Asya kıt'alarına mâlik oldu. Asya'nın kuzey doğusundaki mü'min Türkler'in ricâsı üzerine, Ye'cûc ve Me'cûc kavminden korunmak için büyük duvar yaptırdı. Bu, şimdiki Çin seddi değildir. (Nişâncızâde)

YED:
Kelime mânâsı "el" demek olup, Allahü teâlâ hakkında kudret, gücü yetmek mânâsı verilen lafız, söz.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
(Habîbim) de ki: Ey mülkün sâhibi (olan) Allah'ım! Sen mülkü dilediğine verirsin. Dilediğinden mülkü alırsın. Dilediğini azîz, dilediğini zelîl edersin (alçaltırsın) . Hayır (ve şer) senin yed'indedir. Şüphesiz sen, her şeye kâdirsin (gücü yetensin) . (Âl-i İmrân sûresi: 26)

Yed-i Beydâ:
Parlak el. Mûsâ aleyhisselâmın mûcize olarak gösterdiği ve koynundan çıkardığında gözleri kamaştıran ve güneş ziyâsı saçan eli.

Yed-i Emîn:
Kânûnen güvenilir kimse olarak seçilen şahıs.Mahkemece kendisine bir şey emânet olunan kimse; güvenilir, emin el.


Yed-i Kudret:
Allahü teâlânın kudreti.
Nefsim yed-i kudretinde olan Allah'a yemîn ederim ki; mü'min olmadıkça Cennet'e giremezsiniz ve birbirinizi sevmedikçe mü'min olamazsınız. Size; birbirinizi seveceğiniz bir şeyi bildireyim mi?Selâmı aranızda yayın. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Nefsim yed-i kudretinde olana yemîn ederim ki, sizlerden biriniz beni evlâd ve babasından fazla sevmedikçe lâyıkı ile mü'min olamaz. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)

YEHOVA ŞÂHİDLERİ:
Amerika Birleşik Devletleri'nde Ch. Şarl Russel tarafından 1872'de kurulan, 1931 senesinden sonra kendilerini bu adla tanıtmaya çalışan mezheb ve misyoner teşkîlâtına verilen ad.
Yehova şâhidleri, Tevrât'ın, Yehova adını verdikleri tanrının kelâmı olduğunu, kendilerinin hazret-i Âdem'in oğlu olan Hâbil'den, hazret-i Îsâ'ya kadar süregelen uzun devredeki şâhidlerin son temsilcileri olduklarını, Îsâ krallığının 144.000 uyruklu yeni bir dünyâ olacağını ileri sürerler. Propagandalarını çeşitli yazılar, broşürler ve sloganlarla yaparlar. Asker olmayı ve bayrağı selâmlamayı reddederler. Bunların hahamları yoktur. Gezici vâizleri vardır. Toplanma yerleri New York'tadır. İstatistiklere göre özellikle anglosakson olmak üzere sayıları 900.000'e varmaktadır. Mezheb 1945'ten beri Batı Avrupa'da yayılmıştır. (Yeni Rehber Ansiklopedisi)
Yehova şâhidleri tatlı, okşayıcı dillerle müslüman yavrularını aldatmaya çalışıyorlar. Telefon rehberlerinden aldıkları adreslere, broşürler, risâleler gönderiyorlar. Şık, süslü giyinmiş güzel kızlar kapı kapı dolaşarak evlere bu risâlelerden bırakıy orlar. Çok şükür ki müslümanlar bu yaldızlı, hîleli yalanlara aldanmıyorlar. Çünkü müslümanlar onların zannettikleri gibi câhil insanlar değildir. (M. Sıddîk Gümüş)

YEMÎN:
Kuvvet. Bir haberi yâhut bir işi yapma veya yapmama husûsundaki azmi, iddiâyı (sözü); vallahi, tallahi şeklinde, Allahü teâlânın ism-i şerîfini anarak veya dînin izin verdiği sözlerle kuvvetlendirmek.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Yeminlerinizi koruyun. (Mâide sûresi: 89)
Alış-verişte vallahi böyledir, vallahi öyle değildir diye yemîn edenlere ve san'at sâhiplerinden, yarın gel, öbür gün gel diye sözünde durmayanlara yazıklar olsun. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)
Doğru olsa bile çok yemîn etmek, son nefeste îmânsız gitmeğe sebeb olur. Doğru olarak çok yemîn etmek Allahü teâlânın ism-i şerîfine ve yemîne kıymet vermemek olur. Bunlara kıymet vermeyerek yemîn etmek çok çirkin olur. Şarkılarda, temsillerde, eğlen celerde yemîn etmek böyledir. (A.Haskefî, İbn-i Âbidîn)

Yemîn Keffâreti:
Yapılan yemîne riâyet etmeyip, yemîni bozan bir müslümana lâzım gelen keffâret, cezâ.
Yemîni bozmadan keffâret verilmez. Yemîni bozduktan sonra keffâreti geciktirmek günâhtır.Yemîn keffâreti için bir köle âzâd edilir. Yâhut zekât alması câiz olan erkek veya kadın on fakîre bütün bedenini örtecek kadar bir kat çamaşır verilir. Veya aç olan on fakîr bir gün iki defâ (sabah-akşam) doyurulur. Bu üçünden birini yapamayan fakir, üç gün ard arda oruç tutar. Bu oruçlara geceden niyet edilir.Kadın üç günü tamamlamadan hayz başlarsa, hayz bittikten sonra yeniden üç gün tutar. (İbn-i Âbidîn)

Yemîn-i Gâmûs:
Günâha ve Cehennem'e sokan yemin. Geçmişteki bir şey için, bile bile yalan söyleyerek, yemin etmek.
Yemîn-i gâmûs eden kimse için peygamber efendimiz şöyle buyurmuştur:
Kim yalan yere yemîn ederse, Allahü teâlâ onu Cehennem'e koyar. (Merginânî)
Yemîn-i Gâmûs büyük günâhtır. Pişman olunca tövbe edilir. Keffâret verilmez. (İbn-i Âbidîn)

Yemîn-i Lağv:
Boş yere yemîn. Geçmiş bir şey için zan ile yanlış yemîn etmek. Bunda günah ve keffâret yoktur.

Yemîn-i Mün'akıde:
Geleceğe âit bir iş hakkında meselâ ilerde yapacağım veya yapmayacağım diyerek yapılan yemîn.
Mün'akıde yemin üç türlüdür: Birincisi zaman bildirmeden yapılır.Meselâ döğeceğim diye yemîn edince, ikisi de sağ kaldıkça, döğmezse yemîn bozulmaz.Biri ölünce bozulur. Döğmeyeceğim diye yemîn edince, ölünceye kadar döğmezse, sonsuz olarak bozulmaz. Bir kerre döğerse bozulur. Keffâret denilen cezâsını yerine getirir ve yemin biter. İkinci defâ döğerse, keffâret vermez. İkincisi, zaman bildirilerek yapılan yemindir. Zamânı gelmeden bozarsa, keffâret lâzım olur. Zamânı gelmeden önce ölürse yemin b ozulmaz. Üçüncüsü, şarta bağlı yemindir. Yemin ettiği şeyin yapılıp, yapılmamasını, kendinin veya başkasının bir şeyi yapıp yapmamasına bağlamaktır. Zaman söylenmedi ise, hemen yapmak, zaman söylendi ise, zamânın sonuna kadar yapmak lâzımdır. Kalkıp gelmezsen vallahi seni döğerim demek bu çeşit bir yemindir. (Merginânî, İbn-i Âbidîn)

YERHAMÜKALLAH:
Aksırıp, Elhamdülillah diyene, yanında bulunan kimsenin; "Allahü teâlâ sana merhamet etsin" mânâsına söylediği mübârek bir söz, teşmit. (Bkz. Teşmît)
Müslümanın müslüman üzerinde beş hakkı vardır. Selâmına cevâb vermek, hastasını yoklamak, cenâzesinde bulunmak, dâvetine gitmek ve aksırıp Elhamdülillah diyene yerhamükallah demek. (Hadîs-i şerîf-Buhârî-Müslim)
Aksırıp, Elhamdülillah diyene, namazda iken yerhamükallah demek namazı bozar. Namazın dışında hemen cevâb vermek üç kerreye kadar farz-ı kifâye, fazla aksırmalarda ise müstehabdır. (Riyâd-ün-Nâsihîn)

YE'S:
Ümitsizlik, ümîd kesmek.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Allah'ın rahmetinden (af ve lütfundan) ye'se düşmeyiniz. Doğrusu, kâfirlerden başkası Allah'ın rahmetinden ye'se düşmez. (Yûsuf sûresi: 87)
Ye's hâlinde tövbe makbûldür. Fakat ye's hâlindeki îmân makbûl değildir. (Mâtürîdî)
Ey insan!.. Etrâfın, arzû ve emellerine uyduğu zaman, her şeyi, aklınla, ilminle, fenninle, gücünle, kuvvetinle yaptığına, bütün başarıları îcâdettiğine inanıyorsun. Hakk'ın sana verdiği vazîfeyi unutuyor ve o yüksek me'mûrluktan istifâ ediyor ve emâ nete sâhib çıkmaya kalkıyorsun. Kendini mâlik ve hâkim tanımak ve tanıtmak istiyorsun. Öte taraftan, etrâfın arzûlarına uymaz, dış kuvvetler seni mağlûb etmeye başlarsa, o zaman da kendinde hasret, hüsran, acz ve ye'sten başka bir şey görmüyorsun. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

YESEVİYYE:
Evliyânın büyüklerinden Ahmed Yesevî hazretlerinin tasavvuftaki yolu.
Tarîkatler başlıca ikidir. Zikr-i hafî yâni sessiz zikir yapan ve zikr-i cehrî yâni yüksek sesle zikir yapan tarîkatler. Birincisi, hazret-i Ebû Bekr'den gelmiş olup, mürşidlerinin (kurucu hocalarının) adına göre Tayfûriyye, Yeseviyye, Medâriyye, hak îki olan Bektâşiyye, Ahrâriyye, Ahmediyye-i müceddidiyye ve Hâlidiyye gibi isimler almışlardır. (Abdullah-ı Dehlevî)
Yeseviyye yolunun kurucusu olan Ahmed Yesevî hazretleri, Buhârâ'da yetişen evliyâdan Yûsuf-i Hemedânî hazretlerinden tasavvuf ilmini tahsîl etti. Zâhirî ve bâtınî (mânevî) ilimlerde kısa müddet içinde yüksek derecelere ulaştı. Pek çok talebe yetiştir di. Onun kurduğu Yeseviyye kolu kısa zamanda Türkistan, Mâverâünnehr, Horasan ve Harezm'de yayıldı. Yeseviyye yolunun kurucusu olan Ahmed Yesevî hazretleri, vakitlerinin çoğunu Allahü teâlâya ibâdet etmekle ve talebelerine zâhirî ve bâtınî ilimleri ö ğretmekle geçirirdi. Devamlı olarak Hızır aleyhisselâmla görüşür, sohbet ederdi. Çocukluğundan îtibâren Resûlullah efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem sünnetine tam tâbi olmakta hiç gevşeklik göstermemişti. 63 yaşına geldiği zaman Resûlullah efendimiz o sene âhirete teşrîf ettiklerinden, 63 yaşından sonra yeryüzünde durmağı uygun görmemiş, kendisine yer altında bir hücre yaptırmış ve vefât edinceye kadar orada kalmıştı. (Molla Câmî)

YETÎM:
Ergenliğe ulaşmadan babası ölmüş çocuk.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Yetimlere bâliğ oldukları zaman mallarını verin. Helâli harâma değişmeyin. Kendi mallarınıza katarak yemeyin. Çünkü bu büyük bir günahtır. (Nisâ sûresi: 2)
Yetimlerin mallarını zulmen (haksız olarak) yiyenler, karınlarına ancak bir ateş yerler ve yakında alevli ateşe girecekler. (Nisâ sûresi: 10)
Yetimin malına da yaklaşmayın. Ancak büluğ (ergenlik) çağına ulaşıp rüşdü (malını dînin ve aklın uygun gördüğü yerlerde kullandığı) görülünceye kadar en güzel şekilde (malını koruyup çoğaltmak için) yaklaşabilirsiniz. Bir de ahdi (yapılan sözleşmeyi) yerine getirin. Çünkü verdiği sözden cayan (kıyâmet günü) sorumludur. (İsrâ sûresi: 34)
Kim şefkat ve merhametle bir yetimin başını okşarsa, elinin dokunduğu tüyler sayısınca sevâb alır. (Hadîs-i şerîf-Ahmed bin Hanbel ve Taberânî)
Müslüman evlerinin en hayırlısı içinde kendisine iyi muâmele yapılan yetimin bulunduğu evdir. Müslüman evlerinin en kötüsü de kendisine haksızlık yapılan yetimin bulunduğu evdir. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Mâce)
İlâhî! Ben iki zayıfın, yetim ile kadının haklarına tecâvüz etmeyi yasaklıyorum. (Hadîs-i şerîf-Nesâî))
Dul ve yetimlerin ihtiyâcına koşan, Allah yolunda cihâd edenlerle, gündüzün oruç tutup geceyi ibâdetle geçiren gibidir. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
Yetîmi kendine yakın tut. Başını elinle okşa ve onu sofrana oturt. Böyle yaparsan kalbin yumuşar ve hâcetin (ihtiyâcın) görülür. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Her kim kıymetli günlere hürmeten bir yetimin başını okşarsa, Hak teâlâ hazretleri, o yetimin başındaki kıl sayısınca o kimseye nîmet lutfeder. (Süleymân bin Cezâ)
Haksız yere yetîm malı yemek, büyük günâhlardandır. (Kutbüddîn-i İznikî)
İslâm dîninde yetîmlik, büluğa (ergenlik, evlenecek yaşa gelmekle) sona erer. (İbn-i Âbidîn)

YETMİŞ İKİ FIRKA:
Ehl-i sünnet yolundan (Peygamber efendimizin ve Eshâb-ı kirâmın bildirdiği doğru yoldan) ayrılan ve Cehennem'e gidecekleri hadîs-i şerîfte bildirilen bozuk fırkalar. Bunlara bid'at ehli veya dalâlet fırkaları da denir.
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki:
"Benî İsrâil (İsrâiloğulları) yetmiş bir fırkaya ayrılmıştı. Bunlardan yetmişi Cehennem'e gidip, ancak bir fırkası kurtulmuştur. Nasârâ (hıristiyanlar) da yetmiş iki fırkaya ayrılmıştı. Yetmiş biri Cehennem'e gitmiştir. Bir zaman sonra benim ümmetim de yetmiş üç kısma ayrılır. Bunlardan yetmiş ikisi Cehennem'e gidip, yalnız bir fırkası kurtulur." Eshâb-ı kirâm (Peygamber efendimizin arkadaşları) bu bir fırkanın kimler olduğunu sorunca; "Cehennem'den kurtulan fırka, benim ve Eshâbımın gittiği yolda gidenlerdir" buyurdu. (Hadîs-i şerîf-Milel ve Nihal, Ebû Dâvûd, Tirmizî, Nesâî, İbn-i Mâce)
Yetmiş iki sapık fırkaya mensub olanlar, Ehl-i sünnet âlimlerinin anladıkları gibi inanmıyanlar, mânâsı açık olmayan nassları (âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfleri) yanlış te'vil ettikleri (yorumladıkları) için kâfir olmuyorlar ise de, sapık inanışları yüzünden Cehennem'e gideceklerdir. Fakat müslüman oldukları için, azâbda sonsuz kalmayacak, îtikâdlarının (inanış) bozukluğu kadar yandıktan sonra tekrar çıkarılacak, Cennet'e sokulacaklardır. Yetmiş iki sapık fırka vardır. Bunların yaptıkları ibâdetlerin hiçbiri kabûl edilmez. (İmâm-ı Rabbânî)
Muhammed aleyhisselâmın ümmeti yetmiş üç fırkaya ayrıldı. Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmemiş olan ve açık olanların da mânâları icmâ ile zarûrî olarak anlaşılmamış olan inanılacak ve yapılacak bilgilerde ictihâd ederken yanıl mak küfür (îmânsızlık) olmaz ise de büyük günâh olur. Müslümanların yetmiş üç fırkasından yetmiş iki fırkası böyle yanılmış, doğru yoldan ayrılmış, bid'at sâhibi olmuşlardır.Bunlar sapık inançlarının cezâsı olarak Cehennem'e gireceklerdir. Fakat müslüman oldukları için Cehennem'de sonsuz kalmayacaklar, azâb gördükten sonra çıkarılacaklardır. (Abdülganî Nablüsî)
Yetmiş iki bid'at (sapıklık) yolunun esâsı dokuz fırkadır ki bunlar; hâricî, şiî, mûtezile, mürcie, müşebbihe, cehmiyye, dırâriyye, neccâriyye ve kilâbiyyedir. Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem ve dört halîfesinin zamânında bunların h içbiri yoktu. Bunların meydana çıkması ayrı ayrı yollara ayrılması, Eshâb-ı kirâmın (Peygamber efendimizin arkadaşları), Tâbiîn-i izâmın (Eshâbı gören büyükler) ve Fukahâ-i Seb'anın (yedi büyük fıkıh âliminin) ölümlerinden senelerce sonra idi. (Abdülkâdir-i Geylânî)
Eshâb-ı kirâmın hepsinin hakkında mümkün olduğu kadar iyi söyleyiniz. Onların hiçbirine sakın dil uzatmayınız. Yetmiş iki sapık fırkadan kimi ifrâta (aşırılığa) vararak taşkınlık yaptı, kimi tefrîte (aşırılığa) düşerek haklarını vermedi. Kimi akla gü vendi, kimi felsefeye ve eski Yunan felsefecilerine aldandı. Böylece İslâmiyet'te olmayan, hattâ yasak olan şeyleri yaptılar. Bid'atlere yâni sapıklığa sarıldılar. Sünneti yâni İslâmiyet'i bıraktılar. (Seyyid Alizâde)

YEVM-İ ÂHİR:
Âhiret günü. Îmân edilmesi lâzım olan altı şeyden beşincisi. Arkasından gece gelmeyen gün. Bu zamânın başlangıcı insanın öldüğü gündür. (Bkz. Âhiret, Kıyâmet)

YEVM-İ NAHR:
Kurban kesme günü. Zilhicce ayının onuncu yâni kurban bayramının birinci günü. On birinci ve on ikinci günleri de kurban kesme günü olduğundan hepsine birden eyyâm-ı nahr denildi.

YEVM-İ ŞEK:
Şüpheli gün. Havanın bulutlu olup, Ramazan ayı hilâlinin görülmemesi sebebiyle Şâbân ayının otuzuncu günü mü, yoksa Ramazân-ı şerîfin ilk günü mü olduğu bilinmeyen, Şâbân'ın yirmi dokuzundan sonra gelen gün.
Yevm-i şekte Ramazân-ı şerîf orucuna veya vâcib bir oruca niyet edilerek oruç tutulması tahrîmen (harama yakın) mekrûhtur. (M. Mevkûfâtî)
Yevm-i şek'te öğle namazı zamânına kadar oruç tutup, o gün Ramazan olduğu îlân edilmezse, orucu bozmak lâzım olur. Bozmayıp, oruca devâm etmek tahrîmen mekrûhtur. ( İbn-i Âbidîn)

YEZÎDÎLER:
Hazret-i Ali'ye düşman olan ve şeytana tapan kimselerin mensûb olduğu bozuk fırka. İbâdiyye fırkasının kurucusu Abdullah bin İbâd'ın adamlarından Yezîd bin Enîse'ye uydukları için bu adı almışlardır. Emevî halîfelerinden Yezîd'in bunlarla hiçbir ilgi si yoktur.
Hâricîler yedi fırkadır. Bunlardan İbâdiyye fırkası, Abdullah bin İbâd adındaki kimsenin adamlarıdır. İbâdiyye fırkası dörde ayrıldı. Bunlardan Yezîd bin Enîse'nin adamlarına Yezîdî denildi. Yezîdîlere göre; Acemden bir peygamber gelecek, kendisine g ökte yazılmış bir kitâb inecek, Muhammed aleyhisselâmın dîninden çıkacak, Sâbiiyye olacak yâni yıldızlara tapınacaktır. Küçük ve büyük her günâhı işleyen kimse kâfir olmaktadır. (Seyid Şerîf Cürcânî)
İleri sürdükleri bozuk fikirlerden dolayı tâkibe uğrayan Yezîdîler, on ikinci asırda Kuzey Irak'taki Lâdeş vâdisine sığındılar. Âdî adlı birinin etrâfında toplanıp inanışlarını bölgedeki halk arasında yaydılar. Âdî'nin ölümünden sonra yerine kardeşin in oğlu ikinci Âdî geçti ve daha sonra da oğlu Şeyh Hasan reis oldu. Gün geçtikçe sayıları artan Yezîdîler üzerine Musul emiri İmâdüddîn Zengî kuvvet göndererek onları dağıttı. Âdî ve Yezîd bin Enîse'nin insan üstü varlıklar olduğunu kabûl eden ve müslümanlıkla hıristiyanlık karışımı bir inanca sâhib olan Yezîdîler, Osmanlılar zamânında da tâkibâta uğradılar. Osmanlı şeyhülislâmları, kendilerine müslüman adı verdikleri hâlde, helâle haram diyen, güneşe tapınan, iblise (şeytana) tâzim gösteren ülü'l-emre yâni devlet başkanına karşı isyân eden Yezîdîlerin bulundukları yerin dâr-ül-harb olduğuna ve İslâm askerinin bunlarla harb edeceğine dâir fetvâ verdiler. Irak, Sûriye, Yemen, Âzerbaycan, Türkiye ve Hindistan gibi yerlere dağılmış olan Yezîd îler bugün de mevcûddurlar. (M. Sıddîk Gümüş, Abbâs Azzâvî)
Yezîdîler, Arabî ve kürtçe yazılmış olan Kitâb-ül-Celve adlı kitâba çok önem verirler. Bu kitap, Maksimilyan Bütner tarafından Almanca'ya tercüme edilmiştir. Yezîdîler, iblise melek ve tâvûs derler. Şeytana söğeni öldürürler. Derdleri, belâları iblis yaratır derler. Lâdeş vâdisindeki Baadır köyünde bulunan ölülerini gidip dolaşmaya hac derler. Her gün güneş doğarken ona karşı dururlar. Sabah ilk ışık gelen toprağı öperler. Güneş batarken de ona yalvarırlar. Bu yaptıklarına namaz kılmak, ibâdet etmek derler. Ocak ayında üç gün oruç tutan Yezîdîlerin okuma-yazma öğrenmesi ve sakal bırakması büyük günahtır. (M. Sıddîk Gümüş)

YILBAŞI:
Sene başı. Yeni bir senenin başlaması. Başlangıç zamânına göre iki çeşit sene vardır. Mîlâdî ve hicrî sene.
Mîlâdî sene Îsâ aleyhisselâmın doğum günü zannedilen târih ile başladığı kabûl edilir. Ancak Îsâ aleyhisselâmın doğum zamânı kesin olarak bilinmediği için, bu senenin başlangıcı tahmîne dayanmakta, ilmî ve târihî bir gerçek taşımamaktadır. Bir Ocak'ı n (Kânûn-i sânî) yılbaşı olarak kabûl edilmesi, Fransa kralı Dokuzuncu Şarl'ın 1563'de verdiği emirle benimsenmiştir. (Bkz. Noel) (Yeni Rehber Ansiklopedisi)
Hicrî sene, Peygamber efendimizin Mekke'den, Medîne'ye hicret ettiği seneden başlar. Hicrî senenin başı Muharrem ayının birinci Cumâ günüdür. Muharrem ayının birinci gecesi müslümanların kamerî yılbaşı gecesidir. (Yeni Rehber Ansiklopedisi)

YOLCU:
Yola çıkan, konuk, seferî kimse. (Bkz. Müsâfir)
Dünyâda sanki bir garîb gibi veya yola çıkacak bir yolcu gibi ol ve kendini kabir ehlinden bil. (Hadîs-i şerîf-Et-Tâc)

YUHANNA:
1. Îsâ aleyhisselâma îmân eden on iki havârîden biri. İbrânî dilinde Yahyâ demektir.Rumca'da Yohannes, İngilizce'de Can, Fransızca'da Jan denir. Dört İncîl'i yazanlardan biridir. Îsâ aleyhisselâmın teyzesinin oğlu idi. Yüz senesinde Efes'te öldü. Hır istiyanlar, on ikinci ayın yirmi yedisinde yortusunu yaparlar.
2. Dört İncîl'den biri.
Hıristiyanların dinlerinin esâsı olan ve İncîl dedikleri dört kitâb, Allahü teâlânın Cebrâil aleyhisselâm ile gönderdiği asıl İncîl-i şerîf değildir. Bu dört kitab, Îsâ aleyhisselâm semâya çıkarıldıktan sonra dört kimse tarafından yazılmış birer târi h kitabıdırlar. Bunlardan birincisi Matta olup, ahbablarının arzû ve ısrarları üzerine gördüklerini ve işittiklerini bildirmek için Îsâ aleyhisselâm semâya çıkarıldıktan on iki sene sonra yazmıştır. İkincisi Markos olup havârîlerden işittiklerini yirmi sekiz sene sonra yazmıştır. Üçüncüsü Luka olup, otuz iki sene sonra işittiklerini bildirmek için İskenderiyye'de bir târih yazmıştır. Dördüncüsü Yuhanna olup, Îsâ aleyhisselâm semâya çıkarıldıktan kırk beş sene sonra yazmıştır. Bu dört İncîl birbi rine uymayan ihtilaflarla doludur.Halbuki asıl İncîl, Îsâ aleyhisselâma indirilmiş olup, tek bir kitab idi. İçinde birbirlerine uymayan, hâdiselere ters düşen bir şey olmadığı muhakkak idi. Kur'ân-ı kerîmin bildirdiği Allah kelâmı olan bu İncîl'in bu dört târih kitabından başka olduğu anlaşılmaktadır. (Abdullah Abdi bin Destân Mustafa)

YÛNUS ALEYHİSSELÂM:
Musul yakınındaki Nineve (Ninova) ahâlisine gönderilen peygamber. Babasının ismi Metâ'dır. Yûnus aleyhisselâm Âsûr Devleti'nin başşehri ve önemli bir ticâret merkezi olan Nineve şehrinde doğdu.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Muhakkak Yûnus (bin Metâ aleyhisselâm) da peygamberlerdendir. (Sâffât sûresi: 139)
Biz Yûnus'un (aleyhisselâm) duâsına icâbet edip, onu gamdan (gecenin, denizin ve balığın karnındaki karanlıktan) halâs eyledik (kurtardık) . Bunun gibi biz mü'minleri halâs ederiz. (Enbiyâ sûresi: 88)
Balığın karnındayken Yûnus'un (aleyhisselâm) yaptığı duâ "Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke innî küntü minez-zâlimîn" idi. Müslüman kişi bu duâyı her ne şey için okursa, Allahü teâlâ elbette kabûl eder. (Hadîs-i şerîf-Rûh-ul-Beyân)
Yûnus aleyhisselâmın babası olan Metâ sâlih bir kimseydi. Allahü teâlâdan sâlih bir evlâd ihsân etmesi için duâ etti. Allahü teâlâ ona Yûnus'u (aleyhisselâm) ihsân etti. Kavmi içinde emîn, yalan söylemeyen, yardımsever bir kişi olarak meşhûr oldu. Ot uz yaşına gelince, Nineve ahâlisine peygamber olduğu bildirildi. Yûnus aleyhisselâm senelerce kavmini îmâna dâvet etti. Putlara, heykellere tapan Nineve ehli onu dinlemediler. Heykellere tapmaktan vazgeçmediler. Yûnus aleyhisselâm üzüldü. Dicle nehri kenarına geldi. Gemiye bindi. Hâlbuki Allahü teâlâ böyle emir vermemişti. Gemi yürümedi. Kur'a çektiler. Yûnus aleyhisselâma isâbet etti. Suçlu benim buyurdu. Denize attılar. Balık yuttu. Tövbe etti. Balık bunu bir kenâra çıkardı. Ölüm hâlinde idi. Tekrar kuvvet buldu. Yeniden Nineve'ye gitmesi emrolundu. Yûnus aleyhisselâm gelmeden önce hava kararmış, her yeri kara duman kaplamıştı. Kavmi korkup, tövbe etmiş, tövbeleri kabûl olup azâb geri alınmıştı. Yûnus aleyhisselâm gelince, onun sözlerini dinlediler. Kavmi mes'ûd ve iyilik üzere yıllarca yaşadı. Şarkta Midyalılar, Bâbil'de Keldânîler meydana geldi. Yûnus aleyhisselâm seksen üç yaşında iken, Nineve'de vefât etti. (Nişâbûrî, Nişancızâde, Taberî)

YÛNUS SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin onuncu sûresi.
Yûnus sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). Sâdece 40, 94, 95 ve 96. âyetler Medîne'de nâzil oldu. Yüz dokuz âyet-i kerîmedir. Doksan sekizinci âyet-i kerîmede Yûnus aleyhisselâmın kavminden bahsedildiği için, sûreye bu isim verilmiştir. Sûrede; Nûh ve Mûsâ aleyhimesselâma dâir kıssalar, rahmet-i ilâhiyyenin, azâb-ı ilâhîden daha çok olduğu bildirilmektedir. (Râzî, İbn-i Abbâs, Kurtubî)
Yûnus sûresinde meâlen buyruldu ki:
Biliniz ki; Allahü teâlânın evliyâsı için azâb korkusu, nîmetlere kavuşmamak üzüntüsü yoktur. (Âyet: 62)
Kim Yûnus sûresini okursa, Yûnus aleyhisselâmı tasdîk (îmân) ve tekzîb edenlerin (yalanlayanların) ve Fir'avn ile boğulanların adedinin on katı sevâb verilir. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)

YÛSUF ALEYHİSSELÂM:
Kur'ân-ı kerîmde adı geçen peygamberlerden. Mısır ahâlisine gönderilen peygamber. Yâkûb aleyhisselâmın oğludur. Yâkûb aleyhisselâmın neslinden gelen ilk peygamberdir. Allahü teâlâ ona rüyâ tâbiri ilmini öğretti.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Yûsuf (aleyhisselâm) ve kardeşlerinin kıssasında, ondan suâl edenler (ve başkaları) için, Allahü teâlânın kudret ve hikmetine (veya Muhammed aleyhisselâmın peygamberliğine) deliller vardır. (Yûsuf sûresi: 7)
Yûsuf (aleyhisselâm) onların (kardeşlerinin) zahîre yüklerini hazırladı. Uşaklarına da " (Zahîre için verdikleri) sermâyelerini yüklerinin içine koyuverin. Olur ki, âilelerine döndükleri zaman bunun farkına varırlar da belki yine (kardeşleri Bünyâmin ile berâber buraya) dönerler" dedi. (Yûsuf sûresi: 62)
Abdurrahîm Dehlevî şöyle anlattı: "Kardeşim Yûsuf benden sabîh (güzel) ben ise ondan daha melihim (sevimliyim) " hadîs-i şerîfinin mânâsını kavrayamamıştım. Bir gün rüyâmda Resûlullah efendimizi sallallahü aleyhi ve sellem gördüm. Bu mes'eleyi arz ett im. Resûlullah efendimiz şöyle buyurdular: "Allahü teâlâ benim cemâlimi (güzelliğimi) insanlardan gizledi. Şâyet insanlar benim cemâlimi görselerdi, Yûsuf'u gördükleri zaman yaptıklarından daha fazlasını yaparlardı. Ellerini değil, yüreklerini keserl erdi de haberleri olmazdı."
Yüzünün ve ahlâkının güzelliği ile meşhûr olan Yûsuf aleyhisselâmı, babası Yâkûb aleyhisselâm diğer kardeşlerinden çok severdi. Babasının sevmesi, kardeşlerinin onu kıskanmalarına sebeb oldu. Onu götürüp kuyuya attılar. Babalarına dönüp kardeşimiz Yû suf'u kurt yedi dediler. Allahü teâlâ Yûsuf aleyhisselâmı korudu. Kuyunun yanından geçen bir kervanda bulunan kimseler onu kuyudan çıkarıp Mısır'a götürdüler ve köle diye sattılar. Mısır azîzi (mâliye nâzırı, bakanı) onu satın aldı. Azîzin hanımı Zül eyhâ (Zelîha)nın iftirâsı netîcesinde zindana atıldı. Uzun zaman zindanda kaldıktan sonra, suçsuzluğu anlaşılıp zindandan çıktı. Ölen Mısır mâliye nâzırının yerine mâliye nâzırı oldu. Azîzin hanımı Züleyhâ ile evlendi. Babasını ve kardeşlerini Mısır'a getirdi. Orada yıllarca berâber yaşadılar. Babası Mısır'da vefât etti. Kardeşleri de orada yerleştiler. Kur'ân-ı kerîmde kıssası ve başına gelen hâdiseler geniş olarak bildirilmiş olan Yûsuf aleyhisselâm, Mısır ahâlisine peygamber gönderildi. İnsanları Allahü teâlânın dînine uymaya dâvet etti. Yâkûb aleyhisselâmın vefâtından bir müddet sonra Yûsuf aleyhisselâm da vefât etti. Mısır'da herkes Yûsuf aleyhisselâmı kendi mahallesine defn etmek istiyordu. İş kavgaya kadar yaklaştı. Sonunda mermer bi r sandukaya koyup Nil nehri kıyısına (veya Nil nehrinin ortasına) defn ettiler. Bir rivâyete göre ondan dört yüz sene sonra gelen Mûsâ aleyhisselâm kabrini bulup, mübârek cesedini oradan alarak, Yâkûb aleyhisselâmın da medfûn bulunduğu Halîl-ur-rahmân'daki yere defn etti. (Kurtubî, Ahmed Nişâbûrî, Nişâncızâde)

YÛSUF SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin on ikinci sûresi.
Yûsuf sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). Sâdece, 1, 2 ve 3. âyetleri Medîne'de nâzil oldu. Yüz on bir âyettir. Yûsuf aleyhisselâmın kıssasından bahsedildiği için bu ismi almıştır. (Muhammed bin Hamzâ, Kurtubî)
Yûsuf sûresinde meâlen buyruldu ki:
Onların çoğu Allahü teâlâya îmân ediyoruz diyorlar. Fakat îmânsızdırlar. Başka şeylere ibâdet ederek müşrik olmuşlardır. (Âyet: 106)

YÛŞÂ ALEYHİSSELÂM:
İsrâiloğullarına, Mûsâ aleyhisselâmın vefâtından sonra gönderilen peygamber. Mûsâ aleyhisselâmın yeğeni ve vekîli idi. İsmi Yeşû olup hıristiyanlar Yeşû diyorlar. Annesi Mûsâ aleyhisselâmın kız kardeşidir.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Allahü teâlâya îmân edip, O'ndan korkanlardan (Yûşâ bin Nûn ve Kâlib bin Yuknâ adındaki) iki kimse, İsrâiloğullarına dediler ki: "Ey İsrâiloğulları! Cebbârların (zâlimlerin) şehrinin kapısından hemen girin. (Onların vücûdlarının büyüklüğünden korkmayın. Onların bedenleri büyük ve kuvvetli fakat kalbleri zayıftır. Sizinle harb etmeye rûhî metânetleri yoktur.) Bir defâ kapıdan girdiniz mi; Allahü teâlânın vâdettiği yardımın size gelmesiyle elbette siz gâliblerden olursunuz. Siz gerçekten inanan, Allahü teâlânın vâdini tasdîk eden kimseler iseniz, Allahü teâlâya tevekkül ediniz. (Mâide sûresi: 23)
Güneş, hiçbir kimse için batmaktan alıkonmaz. Ancak Beyt-i Makdîs'i feth etmek için gittiği gecelerden birinde Yûşâ aleyhisselâm için batmaktan alıkondu. (Hadîs-i şerîf-Müsned-i Ahmed bin Hanbel)
Yûşâ aleyhisselâm Mısır'da doğdu. Mûsâ aleyhisselâmın husûsî talebesi, hâlis yardımcısı olarak yanında bulundu. Mûsâ aleyhisselâm Fir'avn'ın zulmü sebebiyle, Allahü teâlânın emriyle kendine tâbi olanlarla birlikte Mısır'dan hicret edince, o da birlik te hicret etti. Mûsâ aleyhisselâmın Hızır aleyhisselâmla buluşmak üzere gittiği yolculuğunda, onun yanında bulundu. Allahü teâlânın emriyle, Mûsâ aleyhisselâmın İsrâiloğullarını Arz-ı mev'ûd'a (Filistin ve Şam bölgesine) götürmek üzere yola çıktığında Yûşâ aleyhisselâm ona yardımcı oldu. Cebbâr (zâlim)Amâlika kavmiyle ilgili olarak bilgi toplamak üzere gönderilen temsilciler arasında Yûşâ aleyhisselâm da bulundu. Diğer temsilciler dönüp İsrâiloğullarını korkuttukları hâlde, Yûşâ bin Nûn aleyhisselâm ile Kâlib bin Yuknâ aleyhisselâm onları harbe gitmek husûsunda teşvik ettiler. Mûsâ aleyhisselâm vefât ederken yerine Yûşâ aleyhisselâmı halîfe bıraktı. Allahü teâlâ Yûşâ aleyhisselâmı da İsrâiloğullarına peygamber olarak vazîfelendirdi. Yûşâ aleyhisselâm İsrâiloğullarını toplayıp Eriha şehrini kuşattı. Kuşatma altı ay sürdü. Nihâyet bir Cumâ günü akşam üzeri mûcizeler göstererek şehri fethetti. Daha sonra İlyâ (Kudüs) şehrini, bilâhere Belka şehrini kuşatıp fethetti. Yûşâ aleyhisselâmın em rindeki İsrâiloğulları, Belka şehri hükümdârı Belâk'ı ve ism-i a'zam duâsını bildiği hâlde doğru yoldan ayrılan Bel'am bin Baûra'yı öldürdüler. Arz-ı mev'ûd diye bilinen Filistin ve Şam diyârı peyderpey İsrâiloğullarının eline geçti. Fetihler yedi se ne devâm edip Kudüs şehri de Yûşâ aleyhisselâm ve ona inananlar tarafından feth edildi. İsrâiloğullarını Arz-ı mev'ûd'a yerleştiren Yûşâ aleyhisselâm, yirmi yıl daha İsrâiloğullarına Tevrât'ı okudu ve hükümlerini açıkladı. Yûşâ aleyhisselâm yerine Kâlib bin Yuknâ'yı halîfe tâyin ettikten sonra 127 yaşında vefât etti. Kabrinin Nablûs veya Haleb yakınındaki Mearre şehrinde olduğu rivâyet edilir. Yûşâ aleyhisselâm İstanbul'a hiç gelmedi. Beykoz tepelerinde ziyâret edilmekte olan kabrin Yûşâ peygambere âit olduğu söyleniyorsa da târihî bilgilere uygun değildir. (Taberî, Nişâncızâde, İbn-ül-Esîr)

gülgüzeli 01-02-2008 05:29 PM

Cevap : =>İslami Sözlük
 
VÂRİDÂT-I İLÂHİYYE:
Allahü teâlâdan gelen feyzler ve ilhamlar.
Vâridât-ı ilâhiyyenin hepsi âdet-i ilâhiyye içinde yâni bir sebeb altında meydana gelmektedir. (Abdülhakîm bin Mustafa)
Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin çok kerâmetleri görüldü. En büyük kerâmeti, gelen sâdık kimselerin kalblerine teveccüh (nazar) ederek feyz ve bereketle doldurmasıydı. Binlerce âşıkı bir bakışta vâridât-ı ilâhiyyeye kavuştururdu. (Raûf Ahmed Müceddidî)

VÂRİS:
1. Mîrasçı, akrabâlık veya başka yolla, vefât eden kimsenin bıraktığı mîrâs denen maldan almaya hak kazanan.
Bir kimse maraz-ı mevtte (ölüm hastalığında), vârislere veya başkasına hediye verse, ölünce, alacaklıları geri alıp paylaşırlar. (Hacı Reşîd Paşa)
2. İlim ve ma'rifette mîrasçı.
Âlimler peygamberlerin vârisleridir. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)

VASÎ:
Bir kimsenin, mallarında veya çocuklarının işlerinde tasarruf etmek üzere tâyin ettiği kimse.
Ölüm hastası, küçük çocuğuna bırakacağı malını, bu çocuğun ihtiyâçlarına sarf etmesi için birini vasî tâyin edince, çocuk âkıl (akıllı), bâliğ (ergenlik, evlenme yaşına gelmiş) olduğunda, reşîd olduğu (malını, dînin ve aklın beğendiği yerlerde kullan dığı) görülmedikçe vasîden malları alamaz. (İbn-i Âbidîn)
Emîn (güvenilir) olmayan, fâsık (açıkça haram işleyen) veya zımmî (gayr-i müslim vatandaş) vasî yapılırsa, kâdı (hâkim) bunları değiştirir. (Kâdıhan)
Vasî muhtâc olunca, yetimin malından yiyebilir. Kimseye hibe edemez. Helâk (telef)ederse, azl olunur (vasîlikten alınır). (Kâdıhan)

VÂSİ' (El-Vâsi'):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Rahmeti, ilmi, kudreti, ihsânı ve nîmetleri her şeyi kuşatan ve her şeye kâfi olan, kudretinin ve ilminin nihâyeti olmayan.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Allahü teâlâ mülkün sâhibidir. Mülkünü dilediğine verir. Allah Vâsi'dir, her şeyi bilir. (Bekara sûresi: 247)
El-Vâsi' ism-i şerîfini söyliyen, fakirlik sıkıntısına düşmez. Hırs, gayz ve hasedden kurtulur. (Yûsuf Nebhânî)

VASİYETNÂME:
Vasiyet yazılan kâğıt.
Her müslüman, ölüm hastalığında bir vasiyetnâme yazmalıdır. Vasiyetnâmeyi maraz-ı mevtte (ölüm hastalığında) yazmak vâcib, sıhhatte iken yazıp yanında taşımak müstehaptır (iyidir). (Senâullah-ı Dehlevî)
Hazırlanan vasiyetnâmede evlâdına, ahbâbına, son nasîhatini yapmalıdır. Kendinde hakkı bulunanlardan, helallaşmalarını, alacaklarını, vereceklerini, borçlarının ödenmesini, iskat yapılmasını, hac borcu varsa vekil gönderilmesini, cenâze hizmetindeki ve defnden sonraki isteklerini bildirmelidir. Zevcesine olan (mehr-i müeccel) borcunun ödenmesi için vasiyet etmeyi unutmamalıdır. (Senâullah-ı Dehlevî, Abdülhakîm-i Arvâsî)
Seyyid Abdülkâdir Geylânî'nin, oğlu Abdurrezzak'a vasiyetnâmesi şöyledir:
Ey oğlum! Allahü teâlâ bize ve sana ve bütün müslümanlara muvaffâkiyet ihsân eylesin. Sana Allah'tan korkmanı ve O'na itâat etmeni, dînimizin emir ve yasaklarına riâyet etmeni ve hudûdunu gözetmeni vasiyet ederim. Ey oğlum! İyilerle berâber ol. Âliml ere, evliyâya hürmeti gözet. Din kardeşlerinle iyi geçin. Küçük ve büyüklere nasîhat et. İhlâs üzere ol. İhlâs; insanların görmesini hâtıra getirmeyip, yaradanın dâimâ gördüğünü unutmamaktır.

VASİYYET (Vasiyet):
Bir kimsenin vefâtından sonra yapılmasını istediği şey veya sonraya bağlı olmak üzere bir malı veya menfeatini (faydayı) bir şahsa veya bir hayır işine teberrû' (bağış) yoluyla temlik etmek (sâhib ve mâlik kılmak). Vasiyet edene mûsî, vasiyet edilen şeye mûsâbih, kendisine vasiyet yapılan şahsa mûsâleh denir.
Bir müslümanın üzerinden iki gece geçer ve bu gecelerde vasiyet edeceği bir şey olup da vasiyetini yazmaması ona lâyık değildir. (Hadîs-i şerîf-El-Fıkhu Alel Mezâhib-i Erbea) (Hadîs-i şerîfte sâdece iki gecenin bildirilmesi vasiyet yazmakta acele etm eği teşvik içindir.)
Her müslüman, ölüm hastalığında bir vasiyet yazmalıdır. Bir kimse vasiyetini iptal edebilir. Vasiyetini inkâr etmesi iptal olmaz. Vasiyeti kabûl eden, öldükten sonra reddedemez. (Abdülhakîm-i Arvâsî)
Îmâ ile dahî kılması mümkün iken, kılmadan ölüm hâline gelen kimsenin, namazlarının keffâreti yapılması için vasiyet etmesi lâzımdır. (Halebî)

VASL:
1. Kavuşma. Allahü teâlâya kavuşma; velî olma. Vasl olanlar reisidir, o hocasının pîridir. Mektûbât ki eseridir, câna can katar efendim.
(Muhammed Sıddîk bin Saîd)
2.Birleştirme. İlm ile, irfân ile, sâhib olan Sıla'ya İki temel bilgiyi vasl eden bir araya Dalıp uçsuz bucaksız, o muazzam deryâya Ve bu zikr deryâsından en büyük payı alan.
(Muhammed Sıddîk bin Saîd)
(Sıla:İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin, şerîat ile tarîkati birleştiren mânâsına gelen, hadîs-i şerîfle bildirilmiş ismidir.)

Vasl-ı Uryânî:
Tasavvuf yolculuğunun sonunda Allahü teâlâya kavuşma hâli. Nihâyete erme.
Vasl-ı uryânîde sâlik (tasavvuf yolcusu), vücûdunun her zerresi ile Allahü teâlâyı zikr eder. (İmâm-ı Rabbânî)
Vasl-ı uryânî, nûrânî perdelerin tamâmen yanmasından sonradır. (İmâm-ı Rabbânî) Ben tenden kurtulurum, o hayâlden kurtulur, Gideyim, vasl-ı uryânî ancak böyle bulunur.
(Mevlânâ)

VATAN:
İnsanın yerleştiği, oturduğu yer, memleket.
Vatan sevgisi îmândandır. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât)
Hanefî mezhebinde üç türlü vatan vardır: Vatan-ı aslî, vatan-ı ikâmet, vatan-ı süknâ. (İbn-i Âbidîn)

Vatan-ı Aslî:
İnsanın doğduğu veya evlendiği veya ayrılmamak niyeti ile yerleştiği yer.
Vatan-ı aslî birden fazla olabilir. Bir kimse, vatan-ı aslîye girince mukîm olur. Namazlarını dört kılar. (İbn-i Âbidîn)
Sefere çıkmak, vatan-ı aslîyi bozmaz. Vatan-ı ikâmette veya vatan-ı süknâda bulunmak, vatan-ı aslînin bozulmasına sebeb olmaz. Vatan-ı aslî ancak vatan-ı aslî ile bozulur. Bâliğ (ergenliğe ulaşmış) çocuğun, ana-babasının bulunduğu yer, doğduğu yer bi le olsa, buradan ayrılıp başka yerde çıkmamak üzere yerleşse veya evlense orası vatan-ı aslîsi olur. Zevcesini bir yerde yerleştirip, sonra kendisi başka yere devamlı kalmak üzere yerleşse ikisi de vatan-ı aslîsi olur. (İbn-i Âbidîn)

Vatan-ı İkâmet:
Geçici olarak ikâmet edilen yer. Hanefî mezhebinde on beş gün veya daha çok kalıp sonra çıkmaya niyet edilen yer.
Bir kimse, okumak veya vazîfe yapmak için bir yerde senelerce kalmaya ve sonra buradan çıkmaya niyet ederse, vatan-ı ikâmet olur. (İbn-i Âbidîn)

Vatan-ı Süknâ:
Hanefî mezhebinde on beş günden az kalmak için niyet edilen yâhut yarın çıkarım diyerek senelerce oturulan yer.
Misâfir, vatan-ı süknâda farzları hep iki kılar. Burada iken mukim sayılmaz. (İbn-i Âbidîn)

VATY ETMEK:
Erkeğin hanımına yaklaşması; cimâ etmek.
Zinâdan hâmile kadını, vad'ı haml etmeden (doğum yapmadan) evvel nikâh etmek sahîhtir, olur. Fakat doğum yapıncaya kadar vaty etmek câiz olmaz ve nafakası vâcib olmaz. (İbn-i Âbidîn)

VA'Z (Vaaz):
Öğüt, nasîhat; emr-i ma'rûf ve nehy-i münker yâni iyiliği emr, kötülükten menetme.
İnsanlara va'z edici olarak ölüm yetişir. Zenginlik isteyene, kazâ ve kadere îmân etmek yetişir. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Va'z edenlerin, din adamlarının, cemâatin anlayamayacakları şeyleri söylemeleri ve yazmaları fitne olur. Herkese anlayabileceği kadar söylemelidir. (M. Hâdimî)

VECD:
Tasavvuf yolunda bulunan bir kimsenin çok zikretmesi (Allahü teâlâyı anması) veya bir başka sebeb netîcesinde hâsıl olan mânevî lezzetleri tadarak rûhunun coşması, kalbinin gayr-i ihtiyârî (elinde olmadan) kendinden geçmesi, taşması hâli.
Sâlikin (tasavvuf yolunda bulunan kimsenin) zâhirini (dışını, bedenini), dînin emir ve yasaklarına uydurması, ibâdet ve tâatlerden tad almasına sebeb olduğu gibi, bâtın (kalb) işlerine, Allahü teâlânın rızâsından başka düşünceleri kalbinden çıkarmaya , kibir, hased (kıskançlık), kin gibi mânevî hastalıklardan temizlemeye çalışması da, kalbde ve rûhta vecd hâlinin meydana gelmesine vesîle olur. (İmâm-ı Rabbânî)
Hâller ve vecdler, matlûbun (aranılanın) başlangıcıdır, maksad değildir. (İmâm-ı Rabbânî)

VEDÂ HACCI:
Hicretin onuncu senesinde Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem yüz bin kişiden fazla sahâbinin katılmasıyla yaptığı son haccı.
Peygamber efendimiz Vedâ haccında Arafât vâdisinin ortasında öğleden sonra, Kusvâ adındaki devesinin üstünde Vedâ hutbesini okuyup Eshâb-ı kirâm ile vedâlaştı. Mekke'de on gün kalıp vedâ haccını tamamladı ve vedâ tavâfı yaparak Medîne'ye döndü. Vedâ haccından sonra Eshâb-ı kirâm geldikleri yerlere gidip Resûlullah'ın bildirdiği ve emrettiği şeyleri oralarda anlattılar. (İbn-i Hişâm)
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem Vedâ haccında, Vedâ hutbesini okuduğu gün, Mâide sûresinin "Bugün dîninizi sizin için ikmâl eyledim. Üzerinize olan nîmetimi tamamladım ve size din olarak İslâmiyet'i vermekle râzı oldum" meâlindeki üçüncü âyet-i kerîmesi nâzil oldu. Peygamber efendimiz bu âyeti, Eshâb-ı kirâma okuyunca, hazret-i Ebû Bekr ağlamaya başladı. Eshâb-ı kirâm ağlamasının sebebini sorunca; "Bu âyet-i kerîme, Resûlullah'ın vefâtının yakın olduğuna delâlet ediyor. Onun için ağlıyorum" buyurdu. (Altıparmak, Halebî, İbn-i Hişâm)

VEDÂ HUTBESİ:
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem hicretin onuncu senesinde yaptığı Vedâ haccı sırasında îrâd buyurduğu (okuduğu) hutbe.
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem hicretin onuncu senesi Zilhicce ayının dokuzuncu (Arefe) günü Arafat vâdisinin ortasında öğleden sonra Kusvâ adındaki devesinin üstünde 124 bini aşkın sahâbîye hitâben Vedâ hutbesini okuyup, Eshâb-ı kir âmı ile vedâlaştı.
Peygamber efendimiz Vedâ hutbesinde buyurdu ki:
... Ey insanlar! Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allahü teâlâdan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları, Allahü teâlânın emâneti olarak aldınız, onların nâmûslarını ve iffetlerini Allahü teâlâ adına söz vererek helâl edindiniz. Sizin , kadınlar üzerinde hakkınız; onların da sizin üzerinizde hakları vardır.
... Ey insanlar! Rabbiniz birdir. Babanız da birdir, hepiniz Âdem'in çocuklarısınız. Âdem ise topraktandır. Allah katında en kıymetliniz, takvâsı (haramlardan, yasaklardan sakınması) çok olanınızdır. Arabın Arab olmayana bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvâ iledir. (İbn-i Hişâm)

VEDÎ:
İdrârdan sonra çıkan, yapışkan, beyaz ve bulanık koyu sıvı.
Vedî çıkınca dört mezhebde de abdest bozulur. Hanbelî mezhebinde gusül (boy) abdesti de lâzım olur. (Halebî)
Hanefî, Mâlikî ve Şâfiî mezhebinde vedî, guslü (boy abdestini) gerektirmez. (Şa'rânî)
Vedî, Hanefî mezhebinde kaba necâsettir. (İbn-i Âbidîn)

VEDÎA:
Güvenilen kimseye saklamak için verilen mal. Emânet.
Vedîa söz veya hâl ile yapılan îcâb ve kabûl netîcesinde olur. Veren ve alan, diledikleri zaman fesh edebilir (vazgeçebilir). (Mecelle)
Vedîa, sâhibinden izinsiz kullanılamaz; âriyet, kirâ ve rehin ve ödünç verilemez ve sâhibinin borcu, onun izni olmadan ödenemez. Bunları izin ile yapabilir. (Ali Haydar Efendi)

VEDÛD (El-Vedûd):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Bütün yarattıklarına ihsân eden, onlara iyilik ve ihsân etmeyi seven, beğenen Allahü teâlâ.
El-Vedûd ism-i şerîfini söyliyen karı-kocanın birbirine karşı sevgi ve muhabbeti çoğalır. (Yûsuf Nebhânî)

VEFÂ:
Sözünde durmak. (Bkz. Ahd)
Muâz bin Cebel şöyle rivâyet etmiştir:Resûl-i ekrem bana; "Yâ Muâz! Allah'tan kork! Doğru konuşmak, sözüne vefâ, emâneti edâ, hıyâneti terk, komşuyu himâye, öksüze acımak, yumuşak konuşmak, herkese selâm vermek, kanatları alçaltmağı (tevâzu'u) sana tavsiye ederim." dedi. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Ma'sûmiyye)

VEHHÂB (El-Vehhâb):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden), mahlûkâtına (yarattıklarına) ihsân hazînelerinden karşılıksız veren Allahü teâlâ.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Yâ Rabbî! Bizi doğru yola hidâyet ettikten (ilettikten) sonra kalblerimizi şek ve şüpheye saptırma, meylettirme. Bize, kendi tarafından rahmet (tevfîk, îmân, hidâyet ve doğru yolda devâm etmek) ver. Şüphesiz sen, Vehhâb'sın. (Âl-i İmrân sûresi: 8)
El-Vehhâb ism-i şerîfini kim duhâ (kuşluk) namazından sonra söylerse, başkasına muhtaç olmaz. Kalblerde heybet hâsıl eder. (Yûsuf Nebhânî)

VEHHÂBÎLİK:
Sapık bir fırka. On sekizinci yüzyıl ortalarında Arabistan yarımadasında Necd bölgesinde ortaya çıkan, Muhammed bin Abdülvehhâb tarafından kurulan dînî ve siyâsî bir yol. Bu yolda olana Vehhâbî denir.
Vehhâbîliğin kökü hicrî dördüncü asırlara uzanır. Bu sırada, Hanbelî mezhebinden, dolayısıyla Ehl-i sünnetten ayrılan bâzı kimseler, müteşâbih (mânâsı kapalı) âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflere zâhirî (görünen) mânâlarına yapışarak, kendi akıllarına göre yanlış mânâ verdiler. Teşbih ve tecsim (Allahü teâlâyı mahlûkuna benzetme)gibi bozuk bir inanışın içine düştüler. Sözlerine inandırabilmek için selef-i sâlihînin (Eshâb-ı kirâm ve Tâbiînin) yolunda olduklarını söyliyerek, kendilerine selefîler adını verdiler. Hanbelî mezhebinde olan Ebül-Ferec İbn-ül-Cevzî ve diğer Ehl-i sünnet âlimleri onların selef-i sâlihîn yolunda olmadıklarını, bozuk mücessime fırkasından olduklarını bildirerek bu fitnenin yayılmasını önlediler. Hicrî yedinci asırda İbn-i Teymiyye aynı fitneyi tekrar alevlendirdi. Bu bozuk yol, İbn-i Teymiyye'nin talebesi İbn-i Kayyım el-Cevziyye ve başkaları ile devâm etti. Nihâyet hicrî on ikinci asırda (mîlâdî on sekizinci yüzyıl ortalarında) İbn-i Teymiyye'nin kitablarını okuy arak te'sirinde kalan ve İngilizlere aldanan Muhammed bin Abdülvehhâb ile tekrar ortaya çıkarıldı. Muhammed bin Abdülvehhâb, Vehhâbîlik denilen fikirlerini 1744 senesinde Necd bölgesinde yaymaya başladı. Bu bölgenin ileri gelenlerinden Muhammed bin Suûd ona yardımcı oldu. Bu sırada Ehl-i sünnet âlimleri vehhâbîliğin bozukluğuna dâir eserler yazdılar. Buna rağmen vehhâbîler, Hicâz ve Irak taraflarını da hâkimiyetleri altına alınca, Sultan İkinci Mahmûd Han zamânındaki Osmanlı Devleti'nin Mısır vâlisi olan Kavalalı Mehmed Ali Paşa ve oğlu Ahmed Tosun Paşa tarafından mağlûb edilerek, Mekke ve Medîne'den çıkarıldılar ve büyük bir darbe yediler. Daha sonra Osmanlı Devleti'nin zayıflaması üzerine yirminci yüzyılın başlarında tekrar ortaya çıkan vehhâbîler, 1932'de Suûdi krallığını kurdular. Vehhâbî inanışını yaymak için çalışmaktadırlar. (M. Sıddîk Gümüş)
Vehhâbîliğin belli başlı husûsiyetleri şunlardır: Amel, ibâdet, îmânın parçasıdır. Farzı yapmıyan meselâ farz olduğuna inandığı hâlde bir namazı kılmayan dinden çıkar. Allahü teâlânın Kur'ân-ı kerîmde bildirilen sıfatları ile el, yüz v.b. ifâdeleri t e'vîl etmezler, zâhirî (görünen) mânâlariyle anlarlar. Bunun için teşbih ve tecsîme (Allahü teâlâyı yarattıklarına benzetme inancına) düşerler. Onlara göre Allahü teâlâdan başkasından şefâat (yardım) istemek şirktir (Allahü teâlâya ortak koşmaktır). Peygamberlerin aleyhimüsselâm ve evliyânın rûhlarından şefâat istiyen onların mezarlarını ziyâret edip, onların hürmetine diye vesîle ederek duâ eden İslâmiyet'ten çıkar. Tasavvuf yoluna girmek bid'attir, sapıklıktır. Kur'ân-ı kerîm ve sünnet-i seniyyeden başka kaynak kabûl etmezler. İcmâ ve kıyâsı ve dört hak mezhebden birine bağlanmayı red ederler. Peygamber efendimizin hırka ve sakal-ı şerîflerinin ziyâret edilmesini şirk sayarlar. Amelde Hanbelî, îtikâdda selefî olduklarını söylerler. (Ahmed Zeynî Dahlân, Ebû Hâmid bin Merzûk, Hamdullah Decvî)

VEHM:
İnsanın kalbinde bir şey hakkında iki ihtimâlden az, zayıf olanı.
Mü'minleri haram işleyici yâni fâsık zannetmek, sû-i zan olur. Sû-i zan haramdır. Haram işlediğini öğrenerek, bilerek sevmemek, sû-i zan olmaz. Buğd-i fillâh olur, sevâb olur. Din kardeşinin ayıbını görünce ona hüsn-i zan etmeli, te'vîline, iyi şeyle yorumuna çalışmalıdır. Onu ıslâh etmelidir. Kalbe gelen düşünce, sû-i zan olmaz. Zan etmek, yâni kalbin o tarafa kayması, sû-i zan olur. Sâlih veya fâsık olduğu bilinmeyen mü'mine hüsn-i zan etmelidir. Fâsık (kötü) ve sâlih (iyi) olmasının ihtimâli müsâvî (eşit) ise, şek, şübhe olur. Müsâvî değilse, vehm olur. Bunlardan kaçınmak lâzımdır. (Hâdimî)

Vehm Mertebesi:
Var olmayıp, var görünen.
Nokta-i cevvâleden (dönen nokta) meydana gelen dâirenin varlığı, vehm mertebesindedir. Yâni, bir ipin ucuna bir taş bağlayıp, öteki ucundan tutup, elimiz etrâfında çevirirsek, dönen taş, karşıdan dâire şeklinde görünür. Dönen taş nokta-i cevvâledir. Görünen dâire vehmde vardır. Aslında dâire yoktur, yalnız bir görünüştür. Allahü teâlâ bütün mahlûkları bu mertebede yarattı. Fakat görünüşlerini devâm ettirmektedir. Böylece var olmaları görünüş değil, doğrudur. Mertebe-i vehm'den kurtulup, nefs-i emrî olmuşlardır. Yâni yalnız geçici bir görünüş olmayıp, kalıcı bir varlık olmuşlardır. Vehm mertebesi şaşılacak bir varlıktır. Nefs-i emr (hakîkat, gerçek) mertebesindeki varlığa benzemez. Onunla ilgisi ilişiği yoktur. Nokta-i cevvâle nefs-i emr mertebesinde yâni gerçekten vardır. Bundan hâsıl olan dâire ise mertebe-i vehmdedir, gerçek olarak yoktur. (İmâm-ı Rabbânî)

VEKÂHET:
Hayâsızlık, utanmazlık, edebsizlik, yüzsüzlük.
Vekâhet kalb âfetlerinden (hastalıklarından)dir. (Muhammed Hâdimî)
Vekâhet ile îmânın bir arada durmayacağını, bir gün belki ânında îmânı yok edeceğini düşünmedin ise, nefs-i emmâreye hoş gelen şeylerin Allahü teâlâ tarafından gadab edilen şeyler olduğunu hâlâ anlayamadınsa ve "Din, edebden ibârettir" mübârek sözünü tutmadın ise, İslâm ipine, yâni baştan başa edeb olan İslâm dînine sarılmadın ise yazıklar olsun sana! (Hâdimî)

VEKÂLET:
Bir kimsenin, bir veya birçok işi yapmak için, başkasını kendi yerine koyması yâni başkasına iş havâlesi. Vekil edene sâhib veya müvekkil, vekâlet verilip yerine geçirilene vekîl denir. (Bkz. Vekîl)
Vekâlet, îcâb ve kabûl ile olur. Yâni müvekkilin seni vekil yaptım ve vekilin de kabul ettim sözleri ve yazıları ile olur. (Ali Haydar Efendi)

VEKAR (Vakar):
Ağır başlı olup yerine göre uygun davranmak, şahsiyetli olmak.
Mü'min vakar sâhibi olur, yumuşak olur. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Âlimlerin vakâr sâhibi olmaları, şereflerine uygun giyinmeleri lâzımdır. (Hâdimî)
Vakar sâhibi dünyâ işlerinde kolaylık gösterir. Din işlerinde sarp kaya gibi olur. (Hâdimî)
Her mubah iyi niyetle yapılınca tâat olur. Kötü niyetle yapılınca, günâh olur. Bir kimse, sünnet olduğu için koku sürünür, şık giyinirse, câmiye saygı için, câmide yanında oturan müslümanları incitmemek için, temiz olmak için, sıhhatli olmak için, İs lâm'ın vekarını, şerefini korumak için niyet edince her niyeti için ayrı sevaplar kazanır. (Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî)
İlmin süsü ve kıymeti, vakardır. Âlim kişi, kibirli, sert ve kaba olmaz. (İmâm-ı Şa'bî)
Çok gülmek heybeti, çok şaka vakarı ve şahsiyeti giderir. İnsan neyi çok yaparsa onunla bilinir. Meselâ çok güler ve şaka yaparsa hafif olarak bilinir. (Ahnef bin Kays)
Temiz ve yeni elbise giyiniz. Gittiğiniz yerlerde ahlâkınızla, sözlerinizle, giyinişinizle, İslâm'ın vekarını, kıymetini gösteriniz. (Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî)

VEKÎL (El-Vekîl):
1. Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Mahlûkâtın dünyâda ve âhirette işlerini hakkıyla yerine getiren, rızkları veren, tevekkül etmeye (kendisine güvenilmeye) lâyık olan.
Bir kısım kimseler mü'minlere; "Düşmanlarınız size karşı toplandılar, aman onlardan sakının" dediklerinde, bu, onların îmânlarını bir kat daha artırmış ve "Allah bize yeter. O ne güzel vekîldir" demişlerdir. (Âl-i İmrân sûresi: 173)
Allah her şeyin yaratanıdır. O, her şeye vekîldir. (Zümer sûresi: 62)
Bir şeyden korkan el-Vekîl ism-i şerîfini söylerse, emniyet bulur.Kendisine hayır ve rızk kapıları açılır. (Yûsuf Nebhânî)
2. Bir kimsenin, bir işi yapmak için kendi yerine koyduğu, işini havâle ettiği kimse.
Vekil asıl gibidir. (Atasözü)
Yemeğe çağrılan kimseye, malımdan istediğin kadar ye ve al ve dilediğine ver, hepsi helâl olsun denilse yedikleri helâl olur. Aldıkları, başkasına verdikleri helâl olmaz. Çünkü, miktârı bilinmeyen ta'âmın yemesini helâl etmek câizdir. Fakat miktârı b ilinmeyen malı almak için vekîl etmek ve meçhûl, belli olmayan ve ayrı olarak teslimi mümkün olan malı ayırmadan hediyye etmek sahîh (muteber) değildir. (Muhammed Berdûsî-zâde)
Vekil edenin, işi yapabilecek kimse olması, vekîlin de âkıl (akıllı) olması şarttır. Bâliğ (ergenlik çağına ulaşmış) olması şart değildir. (Ali Haydar Efendi)
Alış-verişe, borç vermeye veya ödemeye vekîl olan kimsenin teslim aldığı mallar kendinde emânet olur. (Ali Haydar Efendi)
Vekîl, sâhibinden ayrıca izin almadıkça veya istediğini yap diyerek umûmî vekil edilmedikçe başkasını kendine vekîl, yapamaz. Yalnız zekât vermek için olan vekîl, izinsiz olarak başkasını vekil yapabilirler. (Ali Haydar Efendi)
Her şeye vekîlimsin denilen umûmî vekil, talak, hediye, sadaka ve vakftan başka her şeyi, sâhibi adına yapabilir. (Ali Haydar Efendi)
Vekîlin vekil olmayı kabûl etmesi şart değildir. Red etmezse, kabûl ettiği anlaşılır. (Fetâvâ-yı Hindiyye)
Kurbanını hayır cemiyetine hediye etmek isteyen bir kimse, kurbanını veya parasını götürüp bu işle vazîfeli me'mura teslim ederken; "Allah rızâsı için bayram veya nezir (adak) kurbanımı kesmeye ve dilediğine kestirmeye ve etini ve derisini dilediğine vermeye seni vekîl ettim" demelidir. Vekil de kurban kesilirken sâhiblerinin ismini söyleyerek kasapları vekil eder. (Fetâvây-ı Hindiyye)

VELED-İ ZİNÂ:
Nikâhsız evlenmeden meydana gelen çocuk.
Çocuğun dîni, yanında bulunan ana-babasından dîni daha iyi olanı gibidir. Veled-i zinâ için de böyledir. Yalnız veled-i zinâya babası nafaka vermez ve baba tarafından mîrâs almaz. (İbn-i Âbidîn)
Akıllı çocuğun, âmânın, veled-i zinânın, vakitleri ve ezân okumasını bilen câhil köylünün ezân okuması kerâhetsiz (mekruh olmayıp) câizdir. (İbn-i Âbidîn)
Veled-i zinânın imâm olması mekruhtur. (Alâüddîn-i Haskefî)

VELÎ (El-Veliyyü):
1. Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Mü'minleri seven, onlara yardım eden, işlerini bitiren, sevdiklerini sevmediklerine gâlib, üstün kılan, kâfirleri sevmeyen.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Allahü teâlâ mü'minlerin velîsidir. (Âl-i İmrân sûresi: 68)
Her Cumâ gecesi el-Veliyyü ism-i şerîfini söyliyenin işleri kolay olur. (Yûsuf Nebhânî)
2. Bir çocuğun veya kadının babası yoksa baba tarafından dedesi, yoksa kâdı veya bunların vasî tâyin ettikleri kimse.
Eskiden müslümanlar dînî nikâhın dört mezhebe uygun yapılmasına çok dikkat ederlerdi. Şâfiî ve Hanbelî ve Mâlikî mezheblerinde nikâhın doğru olması için, birinci şart, bâliğa olan kıza da velînin izin vermesi lâzımdır. Velî bu üç mezhebde babadır. Ba ba yoksa, babanın babası ve onun babasıdır. Bunlardan sonra erkek kardeşidir. Bundan sonra, erkek kardeş oğlu, sonra onun oğludur. Sonra amca, sonra amca oğlu ve onun oğludur. (Saîdüddîn Fergânî)
3. Vasî. Meyyitin (ölünün) hayatta iken, öldükten sonra namaz keffâreti ve daha başka işlerini yapması için vasiyyet ettiği kimse veya vârislerden (mîrâsçılarından) biri.
Bir kimse, ağır hasta olursa, öldükten sonra namaz keffâreti yapılması için vasiyyet etmesi, velîsinin de bu vasiyyeti yerine getirmesi lâzımdır. (Tahtâvî)
4.Allahü teâlânın rızâsını kazanmış sevgili kulu; her şeyi Allahü teâlâ için seven ve her işi O'nun rızâsı için yapan, her an Allahü teâlâ ile bulunan, gafletten uzak kimse, eren. (Bkz. Evliyâ)
Bir velî kuluma düşmanlık eden, benimle harb etmiş gibi olur. (Hadîs-i kudsî-Mektûbât)
Allah'ın velîleri öyle kimselerdir ki, görüldüklerinde Allah hâtırlanır. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Farzların birincisi Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi îmân etmektir. Bundan sonra haramlardan sakınmak ve farz olan ibâdetleri yapmak ve evliyâyı sevmektir. Sevdiği velîden feyz gelerek kalbi temizlenir ve Allahü teâlânın sevgisine kavuşur. (Mazhar-ı Cân-ı Cânân)
Velîlerin kalbleri, Hakk'ın nazargâhıdır. O kalblere girmiş olanlara da o nazardan nasîb erişir. (İmâm-ı Rabbânî)
Eğer insanlar velî zâtların kadrini, kıymetini bilip, iyice anlayacak derecede olsalardı, herkes karşılaştığı bütün insanlara karşı edebli olurdu. Çünkü görünüş îtibâriyle velî de bizim gibi bir insandır ve karşılaştığımız bir kimse de Allahü teâlânı n bir velî kulu olabilir. (Dâvûd-i İskenderî)
Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavuşmak için en kısa ve kolay yol; bir velîyi tanıyıp, onun sözlerinden Ehl-i sünnet îtikâdını, ibâdetlerini ve tasavvufun edeblerini kolayca öğrenmek ve bunlara uymak ve onu sevmektir. (Muhammed Ma'sûm Fârûkî)
Velî hayatta iken kınındaki kılıç gibidir. Vefât ettikten sonra kınından çıkar, tasarrufu daha kuvvetli olur. (Echûrî) Üç nişan olur velîlerde demiş erbâb-ı dil, Biri ol ki, görenin gönlü ona mâil olur. Onun ikinci nişânı, oldur ki, iyi bil, Her ne dese, dinleyenler, sözüne kâil olur. Üçüncüsüne gelince, cümle a'zâsı onun, Şer' ile âdâb ile her zaman âmil olur.
(Erbâb-ı dil: Gönül ehli. Mâil: Meyleden, akan Nişan: Alâmet Kâil olmak: Kabûl etmek, Şer'i din: İslâmiyet. Âdâb: Edebler. Âmil olur: Yapar) (M. Sıddîk Gümüş)

VELÎME:
Düğün yemeği.
Peygamber efendimiz Abdurrahmân bin Avf'a (r.anh) "Bir koyun da olsa velîme yap" buyurdu. (Hadîs-i şerîf-El-Fıkhü alel Mezâhib-il-Erbea)
Velîme sünnettir. (M. Zihni Efendi)
Velîme dâvetine gitmek için şartlar vardır. Çağıranın yemeği şüpheli ise veya İslâmiyet'in yasak ettiği şey, meselâ ipek sofra örtüsü, gümüş kap ve tavanda, duvarda canlı resmi varsa veya çalgı çalınıyorsa, oyun kumar gibi şeyler varsa çağırılan yere gidilmez. Bu yasakların bulunduğu yemeğe gitmek harâm veya mekrûh olur. Çağıran zâlim ise veya Ehl-i sünnet değil ise, fâsık (açıkça günâh işleyen) ise, kötülük yapan ise veya övünmek için, gösteriş için çağırıyorsa gitmek câiz (uygun) olmaz. (İmâm-ı Gazâlî, İmâm-ı Rabbânî, Muhammed Rebhâmî)

VERÂ':
Haramlardan ve helâl ve haram olduğu bilinmeyen şüpheli şeylerden sakınmak.
Hiçbir şey verâ gibi olamaz. (Hadîs-i şerîf-Künûz-ül-Hakâyık)
Dîninizin direği verâdır. (Hadîs-i şerîf-Künûz-ül-Hakâyık)
Kıyâmet günü Allahü teâlânın huzûrunda kıymetli olanlar verâ ve zühd sâhibleri (dünyâya düşkün olmayanlar)dir. (Ebû Hüreyre)
Bir kimse, şu on şeyi kendine farz bilmedikçe, tam verâ sâhibi olamaz: Gıybet etmemek, mü'mine sû-i zân etmemek, kötü bilmemek, kimse ile alay etmemek, yabancı kadınlara, kızlara bakmamak, doğru söylemek, kendini beğenmemek için, Allahü teâlânın, ken disine yaptığı ihsânları nîmetlerini düşünmek, malını helâl yere harc edip, harâmlara vermemek, nefsi keyfi için, mevkî-makam istemeyip, bunları insanlara hizmet yeri bilmek, beş vakit namazı vaktinde kılmağı birinci vazîfe bilmek, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği îmân ve işleri iyi öğrenip, kendini bunlara uydurmak. (İmâm-ı Rabbânî)
Zerre kadar verâ sâhibi olmak, bin nâfile oruç ve namazdan daha hayırlıdır. (Hasan-ı Basrî)

Verâ-ül-Verâ:
Ötelerin ötesi. Nasıl ve ne şekilde olduğu bilinmeyen. Allahü teâlânın nasıl olduğunun bilinemeyeceğini ve akıl ile anlaşılamayacağını, idrâk olunamayacağını ifâde eden dînî bir terim.
Allahü teâlâ verâ-ül-verâdır. Hiçbir şeye benzemez. Nasıl olduğu anlaşılamaz. Akıl neyi düşünür ve neyi hayâl ederse etsin, O değildir. Bu husûsu en iyi anlatan, Şûrâ sûresi on birinci âyet-i kerîmesindeki "O'nun benzeri gibi hiçbir şey yoktur..." kelâmıdır. (İmâm-ı Rabbânî)

VERÂSET:
Maddî ve mânevî olarak vâris olmak. (Bkz. Vâris)

VERESİYE SATIŞ:
Bedelini, parasını sonra ödemek üzere yapılan alış-veriş.
Veresiye satışta satılan malın bedelinin ödeneceği zamânı belirtmek lâzımdır. "Ne zaman istersen ver, paran olduğu zaman ver." şeklinde ifâde ile veresiye satış yapılmaz. (İbn-i Âbidîn)
Eskiden ticârette ihsân sâhipleri, fakirlere veresiye verip, parası olmayandan istememeyi niyet ederlerdi. En iyi olanlar ise fakirler için, hiç defter tutmazlardı. Bunlar, fakir bir şey getirirse alır, getirmeyenlerden bir şey istemezlerdi. (M. Sıddîk Gümüş)
Fâiz illeti bulunan yâni, ölçülen ve tartılan mallar aynı cinsten oldukları takdirde veresiye satışları fâiz olup, câiz değildir. (Muhammed Rebhâmî)

VESENİYYE:
Putperestlik, puta tapma inancı. Taştan yapılmış heykellere tapınma. Taştan yapılmış heykele vesen, bu heykele tapana vesenî denir.
Beş sınıf kâfir vardır: Dehriyye (dinsizler), seneviyye (iki ilâh olduğuna inanan mecûsîler), felâsife (felsefeciler), veseniyye ve ehl-i kitâb (hıristiyanlar, yahûdîler). İlk dördü kitâbsız kâfirdir. Yâni semâvî kitabları yoktur. Bugün Hindistan'da yayılmış olan Brehmen ve bunun, mîlâddan 542 sene evvel ölmüş olan Budda Guatama tarafından değiştirilmesi ile hâsıl olan Buda dinlerinde olanlar Veseniyye inanışına sâhibdirler. (İbn-i Âbidîn)
Mecûsîler yâni ateşe tapanlar ve veseniyye inancında olanlar ve bütün müşrikler kitablı kâfirlerden fenâ (kötü)dır. (Alâüddîn Haskefî)
İdris aleyhisselâm diri olarak Cennet'e çıkarılınca, onu çok sevenler, ayrılık acısına dayanamadılar. Resmini yapıp seyr eylediler. Daha sonra gelenler bu resimleri tanrı sandı. Çeşitli heykeller de yapılıp tapıldı. Böylece veseniyye meydana çıktı. V eseniyye inanışı İslâmiyet'in zuhûruna kadar devâm etti. İslâmiyet gelince veseniyyenin kökünü kazıdı. İslâmiyet zâtında ve sıfâtlarında aslâ Allahü teâlâya şerîk, ortak kabûl etmez. (Mirhaund, Nişâncızâde)

VESÎLE:
Kişiyi Allahü teâlâya yaklaştıran, Allahü teâlânın nezdinde (katında) yakınlığa ve hâcetlerin yâni ihtiyâçların giderilmesine sebeb olan her şey.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruyor ki:
Ey îmân edenler! Allahü teâlâdan korkunuz! O'na yaklaşmak için vesîle arayınız! (Mâide sûresi: 35)
Hazret-i Ömer, kuraklık sebebiyle kıtlık olduğu zaman, Resûlullah efendimizin amcası hazret-i Abbâs'ı vesîle ederek; "Allah'ım! Biz kıtlığa düştüğümüz zaman, Resûlullah'ı vesîle ettiğimizde, sen bize yağmur verirdin. Şimdi Resûlullah'ın amcasını vesî le ediyoruz, bize yağmur ver" der, Allahü teâlâ da onların bu dileklerini kabûl edip, yağmur verirdi. (Enes bin Mâlik)
Duânın kabûl olması için; Peygamberleri ve sâlih (makbûl, kıymetli) kulları vesîle etmelidir. (İbn-ül-Cezerî)
İbâdetler, duâlar, mübârek zâtlar, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için hep vesîledirler. (Senâullah Dehlevî)

VESK:
Bir deve yükü miktârında bir hacim ölçeği.
İmâm-ı a'zam'a göre, her sebzenin ve meyvenin, az olsun çok olsun mahsul topraktan alındığı zaman öşrünü vermek farz olur. İmâm-ı Ebû Yûsuf ile İmâm-ı Muhammed'e göre uşr (topraktan alınan mahsûlün zekâtını) vermek için, topraktan çıkan mahsûlün, bir sene dayanıklı olması ve miktârının beş veskten çok olması lâzımdır. Fetvâ, İmâm-ı a'zam'a göre verilmiştir. (Abdurrahmân İmâdî)

VESVESE:
Zararlı olan şüphe, kuruntu.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Cinden olsun insanlardan olsun insanların göğüslerine (kalblerine) vesvese veren hannâsın (şeytânın) şerrinden (kötülüğünden) insanların Rabbine... sığınırım. (Nâs sûresi)
Şeytan kalbe vesvese verir. Allah'ın ismi zikredilince, söylenince kaçar. Söylenmezse vesveselerine devam eder. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Melekten gelen ilhâm, İslâmiyet'e uygundur. Şeytandan gelen vesvese İslâmiyet'ten ayrılmaya sebeb olur. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Vesvese şeytandandır. Abdest alırken, gusül (boy) abdesti alırken ve necâset (pislik) temizlerken, şeytanın vesvesesinden sakınınız. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Çamaşır yıkarken, su kullanırken, acaba temiz mi diye vesvese etmek verâ değildir. Sıddıklar böyle vesvese yapmazdı. Her buldukları su ile abdest alırdı. Elbisenin, suyun temizliğinde vesvese etmek gösteriş yapmağa yol açar ve nefsin hoşuna gider. (İmâm-ı Gazâlî)
Helâl yiyen kimse, ilhâm ile vesveseyi birbirinden ayırır. Vesvese; duâ ederek, zikr ederek azalır ve yok olur. Vesvese ve ilhâm devamlı olmaz. (Muhammed Hâdimî)

VEYL:
Vay hâline, yazıklar olsun.
1. Bir kimse veya topluluğun işledikleri kötülükler sebebiyle karşılaşacakları azâbı, kötü hâlleri ve acınacak bir hâlde bulunduklarını ifâde eden bir söz.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Ölçüde ve tartıda hîle yapanlara veyl olsun. (Mutaffifîn sûresi: 1)
(Ey Habîbim!) De ki: "Ben ancak sizin gibi bir insanım. (Yalnız) bana şu vahy olunuyor; sizin ilâhınız ancak tek ilâhtır. Onun için hepiniz O'na (îmân ve tâatle) yönelin. O'ndan mağfiret isteyin. O Allah'a ortak koşanlara veyl olsun. (Fussilet sûresi: 6)
2. Cehennem'de bir vâdinin adı.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Hayır biz hakkı bâtılın tepesine atarız da onu parçalar. Bir de bakarsın o anda (bâtıl) mahv olmuştur. (Allah çocuk edinmiştir, melekler Allah'ın kızlarıdır gibi) Allah'a isnâd ettiğiniz (noksan) vasıflardan dolayı sizin için veyl vardır. (Enbiyâ sûresi: 18)
Çok müslüman evlâdı, babaları yüzünden veyl ismindeki Cehennem'e gideceklerdir. Çünkü bunların babaları, yalnız para kazanmak ve keyf sürmek hırsına düşüp ve yalnız dünyâ işleri arkasında koşup, evlâdlarına müslümanlığı ve Kur'ân-ı kerîmi öğretmediler. Ben böyle babalardan uzağım. Onlar da benden uzaktır. Çocuklarına dinlerini öğretmeyenler Cehennem'e gideceklerdir. (Hadîs-i şerîf-İhyâ)

VİLÂYET (Velâyet):
Evliyâlık, velîlik makâmı, Allahü teâlâya yakın olma, gafletten uzak bulunma.
Vilâyetin hâsıl olması için, hârikaların, kerâmetlerin meydana gelmesi lâzım değildir. Din âlimlerinin hârikalar göstermesi lâzım olmadığı gibi, evliyânın da hârikalar göstermesi şart değildir. (Muhammed Bâki-billah)
Vilâyete kavuşmak için mâsivâyı (Allahü teâlâdan başka şeyleri) kalbden çıkarmak lâzımdır.Tasavvuf büyüklerinin hepsi Ehl-i sünnet idi. Bid'at sâhiplerinden (bozuk, sapık kimselerden) hiçbiri, Allahü teâlânın mârifetine (O'nu tanıma şerefine) yaklaşa mamıştır. Vilâyet nûrları bunların kalblerine girmemiştir. (Abdülhak-ı Dehlevî)
Evliyâ, vilâyetten, muhabbetten, mârifetten ve kurb-i ilâhîden (Allahü teâlâya yakın olmaktan) kazandıkları her şeyi, peygamberlere tâbi olmak sâyesinde elde ederler. Bu yolun dışı dalâlet (sapıklık) yoludur. (Muhammed Ma'sûm)

Vilâyet Yolu:
Bir vâsıtanın yâni yetişmiş bir velînin yol göstermesi lâzım olan, insanı Allahü teâlâya kavuşturan evliyâlık yolu.
Vilâyet yolundan vâsıl olanların (kavuşanların) önderi ve en üstünleri ve ötekilere vâsıta olanı hazret-i Ali Murtezâdır. Bu yoldan gelen feyzlerin kaynağı odur. (İmâm-ı Rabbânî)
Bütün peygamberlerin eshâblarının hepsinin nefsleri mutmainne olmuş yâni îmân etmiştir. Böyle nefsin îmân etmesi ya tasavvuf ve vilâyet yolundan ilerleyenlere veya bütün sünnetlere yapışarak bütün bid'atlerden kaçanlara nasîb olur. (Fudayl ibn Dükkîn)


Vilâyet-i Âmme:
İslâmiyet'in yalnız sûretine uyanların kavuştuğu evliyâlık makâmı.
Vilâyet-i âmmeye kavuşanlar tasavvuf yolunda ilerleyerek vilâyet-i hâssaya (seçilmiş olanların evliyâlığına) kavuşabilirler. (İmâm-ı Rabbânî)

Vilâyet-i Hâssa:
Tasavvufta, nefsin îmân ve itâate geldiği ve bütün ibâdetlerin hakîkî ve kusursuz olduğu makam.
Kulun dileği ve isteği sâdece sâhibi ve sâhibinin dileği olmalıdır. Başka hiçbir dileği bulunmamalıdır. Böyle olmazsa, kulluk bağını koparmış, kölelikten kaçmış olur. Allahü teâlâya kul olmak nîmetine kavuşmak, ancak vilâyet-i hâssa hâsıl olunca ele geçer. (İmâm-ı Rabbânî)

Vilâyet-i Kübrâ:
Vehimden ve hayâlden kurtulma makâmı. Bu vilâyete, Vilâyet-i enbiyâ da denir.

Vilâyet-i Muhammediyye:
Peygamber efendimizin kendine mahsûs vilâyetle birlikte bütün peygamberlerin vilâyetlerini (evliyâlık derecelerini) kendisinde toplamış olması. Vilâyet-i Mustafaviyye de denilir.
Peygamberlerden birinin vilâyetine kavuşmak, Vilâyet-i Muhammediyye'nin bir parçasına kavuşmaktır. (Hâce Behâeddîn Buhârî)

Vilâyet-i Sugra:
Vehimden ve hayâlden kurtulamadan ilerlenen evliyâlık yolu. Buna Vilâyet-i evliyâ da denir.
Vilâyet-i sugrada, vehmden ve hayâlden kurtuluş yoktur. Vilâyet-i kübrâda vehmden ve hayâlden kurtuluş vardır. (İmâm-ı Rabbânî)

VİLDÂN:
Allahü teâlânın cennettekilere hizmet için nûrdan yarattığı güler yüzlü ve tatlı dilli hizmetçiler.
Sen o vildânları görünce, onları Cennet'e saçılmış inci zannedersin." (İnsan sûresi: 21)
Ehl-i Cennet'in içtikleri şaraptan, başları ağrımaz ve akıllarına halel gelmez. Onlara hizmet eden vildân, istedikleri ve arzu ettikleri kuş etlerini getirirler. Onlar da istedikleri kadar yerler. (Vâkıa sûresi: 19-21)

VİRD:
Nâfile olarak devamlı yapılan ibâdet, tesbih ve duâlar. Çoğulu evrâddır.
Kulun duâ, zikr, Kur'ân-ı kerîm okuma ve tefekkür (mahlûklardaki ve kendi bedenindeki ince san'atları, düzenleri birbirine bağlılıklarını düşünerek, Allahü teâlânın büyüklüğünü anlaması, insanın günahlarını hatırlayıp, bunlara tövbe etmesi lâzım geld iğini, ibâdetlerini ve tâatlerini düşünerek bunlara şükretmesi gerektiğini hâtırına getirmesi), sabah namazından sonra âhiret yolcusunun virdi olmalıdır. (İmâm-ı Gazâlî)
Okunmalarında fazîlet olduğu bildirilen bâzı âyet-i kerîmeleri vird edinip, okumak da müstehabdır. Fâtiha, Âyet-el-kürsî ve Âmenerresûlü bunlardandır. Kaylûle, öğleye doğru bir miktâr uyumak da, gündüz virdlerindendir. (İmâm-ı Gazâlî)
Hazret-i Ömer, gece virdinden bir âyet-i kerîme okuyamadığı zaman, gündüzleri bayılırdı. Hattâ bu yüzden bir hasta ziyâreti gibi günlerce ziyâret edildiği rivâyet edilmiştir. (İmâm-ı Gazâlî)
Bir gece uyuya kaldım ve virdlerimi yerine getiremedim.Rüyâmda birisi karşıma çıktı ve okur-yazarlığın var mı dedi. Var dedim. Şu yazıyı okur musun dedi ve elime bir kâğıt parçası verdi. Kâğıtta: "Dünyânın geçici ve aldatıcı nîmetleri, ölümsüz olarak yaşayacağın Cennet'in zevk ve safâsından seni alıkoymuştur. Yâni geçici olarak zevk aldığın bu uyku, ebedî seâdetine yarayacak ibâdetine mâni olmuştur. Uyan, namaz kıl ve Kur'ân-ı kerîm oku. Zîrâ bunlar, uykudan hayırlıdır" yazılıydı. (Mâlik bin Dînâr)

VİTR NAMAZI:
Yatsı namazından sonra kılınan üç rek'atlik vâcib namaz.
Vitr namazının vâcib olduğu şu hadîs-i şerîf ile bildirildi: "Rabbim bana farz kıldığı namazlara bir namaz daha ekledi; bu vitr namazıdır. (Hadîs-i şerîf-Müsned-i Ahmed)
İmâm-ı a'zam vitr namazı vâcibdir, buyurdu. (Mâlikî ve Şâfiî mezheblerinde sünnettir). Bunda ezân ve ikâmet okunmaz. Vaktinde kılamayanın kazâ etmesi lâzımdır. (Muhammed Mevkûfâtî)
Vitr namazında üçüncü rek'atte rükûa eğilmeden önce Kunut duâsını okumak vâcibdir. Bunları bilmeyen üç kerre (Allahümmeğfir lî) istiğfâr okur. (Muhammed Mevkûfâtî)
Vitr namazı tek başına kılınır. Ancak Ramazanda, cemâatle kılınan terâvihten sonra o da cemâatle kılınır. (M.Zihni Efendi)

VUKÛF-İ ADEDÎ:
Nakşibendiyye yolunun on temel esâsından biri. Tasavvuf yolunda ilerlemek ve yükselip olgunlaşmak için yapılan zikri, bildirilen adede (sayıya) göre yapmak. Meselâ bir nefeste 1, 3, 5, 7, 11 kerre Allah demek gibi teke riâyet ederek zikretmek.

VUSLAT:
Erişmek, kavuşmak, gönlün devâmlı olarak ve kıl kadar istikâmet değiştirmeyerek Allahü teâlâya bağlı kalması.
Tasavvuf yolunun âşıkları, yakınlık görünen uzaklıkla sevinmezler. Onlar uzak görünen bir yakınlık ve ayrılık görülen bir vuslat ararlar. İşin geciktirilmesine, sonraya bırakılmasına râzı olmazlar. Tembelliği, gericiliği çirkin bilirler. Kıymetli dak ikaları, yaldızlı pislikler için elden kaçırmazlar. (İmâm-ı Rabbânî) Emrine baş eğenlerin Vuslatına erenlerin Bülbül gibi ötenlerin Kimse dilin bilmez imiş.
(M. Sıddîk Gümüş)

VÜCÛB ŞARTLARI:
Bir ibâdetin bir kimseye farz olmasının şartları.
Haccın vücûb şartları, İmâm-ı a'zam'a göre sekizdir: 1) Müslüman olmak, 2) Kâfir memleketinde olanın, haccın farz olduğunu işitmesi, 3) Akıllı olmak, 4) Bâliğ (ergenlik, yâni evlenecek çağa gelmiş) olmak. 5) Hür olup, köle olmamak, 6) Geçim ihtiyâcın dan fazla olarak hacca götürüp, getirecek ve geride kalanlara yetecek kadar helâl parası olmak, 7) Hac vakti gelmiş olmak. Hac vakti Arefe ve bayram günleri olmak üzere beş gündür. 8) Hacca gidemeyecek kadar; kör, hasta, çok ihtiyar ve sakat olmamak. Haccın vücûb ve edâ (haccı yapabilmek için lâzım olan) şartları kendisinde bulunan kimsenin, o sene hacca gitmesi farz olur. Vücûb şartlarından birisi bulunmayan kimsenin hacca gitmesi farz olmaz. Vücûb şartlarını temin etmek lâzım değildir. (İbn-i Âbidîn)

VÜCÛD:
Var olmak.
Allahü teâlânın zâtı hakkında, bilmemiz vâcib olan sıfatlar beştir: 1) Kıdem: Allahü teâlânın varlığının evveli olmamak, 2) Bekâ: Varlığının sonu olmamak. 3) Kıyâm bi-Nefsihî: Zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde kimseye muhtâç olmamak. 4) Muhâlefetü n lil-havâdis: Zâtında, sıfatlarında kimseye benzememek. 5) Vahdâniyet: Zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde ortağı ve benzeri olmamak. (Âlimlerin çoğuna göre, vücûd, ayrıca Allahü teâlânın bir sıfatıdır. Böylece Allahü teâlânın zâtına âit (zâtî) sıfatları altı olmaktadır.) (Kutbüddîn-i İznikî)

Vücûd-i Adem:
Tasavvufta cezbe denilen makâmda kendini yok bildikten sonra, hâsıl olan bir hâl, makam.
Vücûd-i adem, fenâ makâmından öncedir. Bu hâl yok olabilir. Yok olduğu görülmüştür de. Zaman olur ki, bu hâl ondan alınır. Sonra geri verilir.Tam fenâdan sonra hâsıl olan bekâ hiç yok olmaz. Hiç sarsılmaz. (İmâm-ı Rabbânî)

Vücûd-i Vehmî:
Tasavvuf ehlinin, eşyânın gördüğümüz varlığına verdikleri isim.

VÜCÛH İLMİ:
Kur'ân-ı kerîmin çeşitli okunuş şekillerini bildiren ilim.

VÜCÛH ŞİRKETİ:
Sermâyesiz olup, halk arasında emniyet ve îtibârları ile veresiye alıp-satmak üzere kurulan şirket.
Vücûh şirketinde kâr, malın helâki veya ziyandaki tazmin nisbeti şartına göre taksim edilir. Kâr nisbeti, tazmin nisbetinden başka olamaz. (Mecelle)
Vücûh şirketlerinde, ortaklardan herbirinin satın alınan malda hissesi ne kadarsa kârdaki hissesi dahi o kadar olur. Eğer birine satın alınan maldaki hissesinden fazla şart edilse şart lağv olur. Ve kâr, aralarında satın alınan maldaki hisselerine gö re taksim olunur. (Mecelle)
Vücûh şirketi ile ortak olan iki kimse, alıp vermelerinde mutazarrır oldukları (zarar gördükleri) sûrette, eğer satın alınan mal aralarında yarı yarıya olmak şartı ile sözleşilmiş ise, zarar ve ziyan dahi müsâvat (eşitlik) üzere taksîm olunur. Eğer s atın alınan malda sülüs (üçte bir) ve sülüsân (üçte iki) şekliyle hissedar olmak şartıyla sözleşmişlerse zarar ve ziyan dahi ikili birli olarak taksim olunur. Zarar ettikleri malı gerek birlikte satın alsınlar ve gerek yalnız birisi şirket için almış olsun. (Mecelle)

YÂD ETMEK:
Hatırlamak, anmak. Zikir.
Dünyâdaki bütün insanlara peygamber olarak gönderilen, peygamberlerin sonuncusu ve en üstünü Muhammed aleyhisselâmın doğduğu Rebî'ul-evvel ayının on birinci ve on ikinci günleri arasındaki geceye Mevlid gecesi denir. Bu gece, Kadr gecesinden sonra, e n kıymetli gecedir.Bu gece, O doğduğu için sevinenler affolur. Bu gece Peygamber efendimizin doğumları zamanlarında görülen hâlleri yâd etmek, öğrenmek çok sevâbdır. Kendileri de anlatırdı. (Ahmed Saîd Müceddîdî) Allah'ın adını yâd et, rûh ve kalbin şâd et, Bülbül gibi feryâd et, yalvar güzel Allah'a.
(Tâceddîn Halvetî)

YÂD-I DAŞT:
Nakşibendiyye yolundaki on temel esastan biri. Zikrin, Allahü teâlâyı anmanın ve hatırlamanın kalbe yerleşmesi, meleke hâline gelmesi.
Yâd-ı daşt en yüksek mertebedir. Ondan sonra mertebe yoktur. (İmâm-ı Rabbânî)

YÂD-I GİRD:
Hatırlamak; Nakşibendiyye yolundaki on temel esastan biri. Her an Allahü teâlâyı anıp hatırlamaya çalışmak.

YAĞMUR DUÂSI:
Yağmur yağdırması için Allahü teâlâya yapılan duâ. (Bkz. İstiskâ)
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz ve Eshâb-ı kirâm ve İslâm âlimleri yağmur duâsı yaptılar. Yağmur duâsı için çıkılan yerde imâm, evvelâ yalnızca veya cemâatle iki rek'at namaz kılar ve kalkmayıp, yerde asâya dayanıp bir hutbe okur. So nra kıbleye dönüp, avuçları semâya karşı açık olarak omuzları hizâsına kaldırıp, ayakta duâ eder. Hazır olanlar, arkasında oturarak dinleyip âmin der. Yalnız yağmur duâsında kollar omuzdan yukarı kaldırılır. Bir şey istemek için yapılan duâlarda avuçları semâya karşı açmak sünnettir. Hadîs-i şerîfte; "Kul ellerini kaldırıp, duâ edince, Allahü teâlâ onun duâsını kabûl etmemekten hayâ eder" buyruldu. Hastalık, kaht (kıtlık) ve düşmandan kurtulmak için yapılan duâlarda avuç içleri yere çevrilir. Kollarını kaldıramayan, sağ elinin şehâdet parmağını uzatarak işâret eder. Yağmur duâsına ara vermeden, üç gün çıkmak, eski ve yamalı elbise giymek, çıkmadan sadaka vermek, üç gün oruç tutmak, çok tövbe ve istiğfâr etmek, kul haklarını ödemek, hayvanla rı da çıkarıp, yavrularından ayrı bulundurmak, ihtiyarları ve çocukları da çıkarmak sünnettir. Elbiseler ters çevrilmez. Kâfirler getirilmez. Onların müslüman cemâatine karışmaları mekrûhtur. Kadınlar erkeklerden uzak, sabîler (küçük çocuklar) analar ından ayrı bulunur. (Süleymân bin Cezâ)
Yağmur duâsı kabûl olduğunda ânında yağmur yağar. Peygamber efendimiz yağmur duâsı yaptığında duâ biter bitmez derhal yağmur yağmış, Medîne sokaklarından seller akmış ve Peygamber efendimiz; "Yâ Rabbî! Rahmetini başka beldelere de gönder" diye duâ buyurmuştur. (S. Abdülhakîm Arvâsî)


YAHÛDÎLER:
Ehl-i kitabdan birisi olan kavim, topluluk. Yâkûb aleyhisselâmın on iki oğlundan gelenler. Bunlara daha önce Benî İsrâil yâni İsrâiloğulları denildi.
Yâkûb aleyhisselâm, İbrâhim aleyhisselâmın oğlu olan İshâk aleyhisselâmın oğlu idi. Asıl adı İsrâil idi. Bunun soyundan olanlara Benî İsrâil denildi. Yâkûb aleyhisselâm zamânında Ken'an diyârına (bugünkü Sayda, Sur, Beyrut ve Sûriye'nin bir kısmında) yerleşen İsrâiloğulları Yûsuf aleyhisselâm zamânında Mısır'a yerleştiler. Yûsuf aleyhisselâmdan sonra o zamanki putperest Mısır halkından zulüm gördüler. Mûsâ aleyhisselâm ile Ken'an diyârına gitmek üzere Mısır'dan ayrıldılar. Mûsâ aleyhisselâma Tevrât verilince, bir müddet ona uydular. Mûsâ aleyhisselâmdan sonra bozulup yetmiş bir fırkaya ayrıldılar. Yûşâ aleyhisselâm zamânında Ken'an diyârına gelebildiler. Dâvûd ve Süleymân aleyhimesselâm zamânında en parlak devirlerini yaşadılar. Sonra, doğru yoldan ayrıldılar. Gazâb-ı ilâhîye uğradılar. Âsurlular ve Bâbilliler tarafından katledildiler. Kudüs harâbe oldu. Bu karışıklıkta hakîki Tevrât yakılıp, yok oldu. Tevrât unutuldu. Muhtelif kimseler hâtıralarında kalanları yazdılar. Mîlâddan yaklaş ık 400 sene önce Azra isminde bir haham, Ahd-i atîk denilen Tevrât'ı yazdı. Yahûdîler, Tevrât'ı unutup doğru yoldan ayrılınca, kendilerine nasîhat için gönderilen peygamberlere inanmadılar. Çoğunu şehîd ettiler. Daha sonra Kudüs, Romalıların eline ge çince, çok yahûdî öldürdüler. Kaçan yahûdîler, gittikleri yerde hıristiyanlardan çok zulüm gördüler. İslâmiyet gelince, rahata ve huzûra kavuştular. Son peygamber geleceğini bildikleri hâlde Peygamber efendimize hasedlerinden inanmadılar. Yahûdîler, yahûdî olmayanları putperest (puta tapan) sayarlar. Onlara göre kanlı kansız kurban kesilir. Her hayvan hattâ güvercinden kurban olur. Domuz haramdır. Cumartesi mukaddes gündür. Bugün iş görülmez ve ateş yakılmaz. (Nişâncızâde, Kisâî, Sa'lebî)

YAHYÂ ALEYHİSSELÂM:
İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. Zekeriyyâ aleyhisselâmın oğludur. Annesinin ismi Elîsa olup, hazret-i Meryem'in kızkardeşi ve İmrân'ın kızı idi. Dâvûd aleyhisselâmın neslinden olan Yahyâ aleyhisselâm, hazret-i Meryem'in teyzesinin oğludu r.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Ey Zekeriyyâ! Biz seni Yahyâ isminde bir oğulla müjdeleriz. Ondan önce bu isimle kimseyi isimlendirmedik (bu adı vermedik) . (Meryem sûresi: 7)
(Biz Zekeriyyâ'ya Yahyâ'yı ihsân ettik ve şöyle dedik:); "Ey Yahyâ! Kitâbı (Tevrât'ı) kuvvetle tut" ve biz ona (Yahyâ aleyhisselâma) daha çocuk iken (rivâyete göre henüz üç yaşındayken) hikmet verdik (Tevrât'ı ve fıkhî hükümlerini anlama kâbiliyeti v erdik) . (Meryem sûresi: 12)
Allahü teâlâ rahmet etsin kardeşim Yahyâ'ya ki o, küçük iken çocuklar kendisini oyun için çağırdıklarında; "Ben oyun için mi yaratıldım?" derdi. O küçük iken oyun için böyle söylerse, yetişkin kimsenin günâh işlemesindeki hâli nasıl olur? (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Babası Zekeriyyâ aleyhisselâmın duâsı üzerine dünyâya gelen ve isminin Yahyâ olduğu Allahü teâlâ tarafından bildirilen Yahyâ aleyhisselâm, küçük yaşından îtibâren Tevrât'ı öğrendi. Rüşd (olgunluk) çağına ulaştığı zaman kendisine peygamberlik emri bil dirildi. İsrâiloğullarını Tevrât'ın hükümlerine uymaya çağırdı. İlk önce Mûsâ aleyhisselâmın şerîatine (dînine) göre amel ediyordu. Îsâ aleyhisselâma İncîl indirildikten sonra, Tevrât'ın hükmünün kaldırılması üzerine, Îsâ aleyhisselâmın bildirdiği emir ve yasaklarla amel etti. Kavmini de İncîl'in hükümlerine uymaya dâvet etti. Zâlim yahûdî hükümdârı büyük Herod'un torunu, Birinci Herod tarafından şehîd edildi. Yahyâ aleyhisselâm şehîd edildiği zaman otuz dört yaşında idi. Îsâ aleyhisselâmla akran olan Yahyâ aleyhisselâmın mübârek bedeninin parçaları başka başka şehirlerdedir. Başı, Şam'daki Ümeyye Câmii'ndedir. Yahyâ aleyhisselâm kıldan elbise giyerek hayâtını devâm ettirir, gece-gündüz Rabbine ibâdet eder, Allah korkusundan çok ağlardı. (Nişâbûrî, Nişâncızâde, Kurtubî)

gülgüzeli 01-02-2008 05:41 PM

Cevap : =>İslami Sözlük
 
UBÛDİYYET:
Allahü teâlânın emirlerine teslîmiyet ve boyun eğmek. Allahü teâlânın işinden râzı olmak. Her an Allahü teâlâyı hatırlamak, anmak.
Ubûdiyyetin alâmeti, Allahü teâlânın emirlerini yapmak, yasak ettiklerinden sakınmaktır. (İmâm-ı Rabbânî)

UCB (Ucub):
Kendini başkasından üstün bilmek, ayıplarını görmeyip kendini beğenmek, yaptığı ibâdetleri, iyilikleri beğenerek, bunlarla övünmek.
Üç şey insanı felâkete sürükler: Buhl (cimrilik), hevâ (nefsin arzuları) ve ucb. (Hadîs-i şerîf-Beyhekî
İslâmiyet'in emirlerini bildiriniz ve yasak ettiklerini anlatınız! Bir kimse ucb eder, sizi dinlemezse, kendi hâlinizi ıslâh ediniz. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Bütün kötülüklerin başı, kaynağı üçtür: Hased (kıskançlık), riyâ (gösteriş), ucb. Kalbini bunlardan temizlemeye çalış! (İmâm-ı Gazâlî)
Ucb sâhibi, Allahü teâlânın mekrini ve azâbını unutur. Başkalarından istifâde etmekten mahrûm kalır. Kimse ile meşveret etmez, danışmaz. Günâh işleyenin boynu bükük olur. Tövbe edebilir. Ucb sâhibi, ilmi ve ameli ile mağrûr olur. Egoist olur. Tövbe e tmesi güç olur. Günâh işleyenlerin iniltileri, Allahü teâlâya, tesbîh çekenlerin övünmesinden iyi gelir. Ucbun en kötüsü, hatâlarını, nefsinin hevâsını beğenmektir. Hep nefsine uyar, nasîhat kabûl etmez. Başkalarını câhil sanır. Hâlbuki, kendisi çok câhildir. Bid'at sâhibleri böyledirler.Bozuk, sapık îtikâdlarını ve amellerini, doğru ve iyi bilip, bunlara sarılmışlardır. Böyle ucbun ilâcı çok güçtür. (Muhammed Hâdimî)
Ucbun zararları, âfetleri çoktur: Kibre sebeb olur. Günahları unutmaya sebeb olur. Günâh kalbi karartır. Günâhlarını düşünen kimse, ibâdetlerini büyük görmez. İbâdet yapmanın da, Allahü teâlânın lütfu, ihsânı olduğunu düşünür. Îsâ aleyhisselâm buyurd u ki: "Ey havârîler! Rüzgâr çok ışıkları söndürmüştür. Ucb da çok ibâdetleri söndürmüş, sevâbları yok etmiştir." (M. Hâdimî)
Yaptığı ibâdetlerin, iyiliklerin kıymetini bilerek, bunların elden gitmesini düşünerek korkmak, üzülmek ucb olmaz. Yâhut bunların Allahü teâlâdan gelen nîmetler olduğunu düşünerek, sevinmek de, ucb olmaz. Bunların Allahü teâlâdan gelen nîmetler olduğ unu düşünmeyerek kendi yaptığını, kazandığını sanarak sevinmek, kendini beğenmek, ucb olur. Ucbun zıddına minnet denir. Minnet, nîmete kendi eliyle, kendi çalışmasıyla kavuşmadığını, Allahü teâlânın lütfu olduğunu düşünmektir. Böyle düşünmek, ucb teh likesi olduğu zaman farz olur. (M. Hâdimî)

UĞURSUZLUK:
Bir şeyi veya bir hâdiseyi şerre, kötülüğe yorumlamak. (Bkz. Tayere)
Uğursuzluğa inanmamalı, te'sir eder sanmamalıdır. Bir hastalığın sağlam adama elbette geçeceğini kabûl etmemelidir. Allahü teâlâ dilerse geçer, dilemezse geçmez. Bununla berâber, tehlikeli şeylerden, şüpheli yerlerden kaçınmak vâcibdir, lâzımdır. Has talığa yakalanmamak için tedbir almalıdır. Kâhinlere (gizli şeyleri bildiklerini iddiâ edenlere), falcılara inanmamalıdır. Bilinmeyen şeyleri bunlara sormamalıdır. Bunları gaybı (gizli şeyleri) bilir sanmamalıdır. (İmâm-ı Gazâlî)

UHREVÎ:
Âhiretle ilgili.

UKBÂ:
Cezâ; âhiret âlemi.

UKNÛM:
Hıristiyanların kabûl ettiği teslis (üç tanrı) inancındaki üç asıl veya üç esas varlıktan her birine verilen ad. Üçüne birden üç uknum mânâsına ekânim-i selâse denir.
Tevhîd, yâni Allahü teâlânın birliği akîdesi (inancı) bütün semâvî dinlerde başka başka olmayıp, hepsi aynıdır. Îsâ aleyhisselâm göğe çıkarıldıktan iki yüz sene geçinceye kadar Allahü teâlânın varlığı ile birliği akîdesinde aslâ bir ihtilâf ve çekişm e olmamıştır. İlk yazılan üç İncîl'in (Matta, Markos, Luka) hiçbirinde teslîs yâni baba, oğul, rûh-ül-kuds üçlü inancına dâir tek bir harf dahi yoktu. Sonra ortaya çıkan Yuhanna İncili'nde Yunan felsefecilerinden Eflâtun'un fikri olan üç uknumu ihtivâ eden ifâdeler görüldü. Îsâ aleyhisselâmın bildirdiği şekilde inananlarla Yuhanna İncîlindeki teslis inancını savunanlar arasında pekçok münâzara ve muhârebeler oldu. Mîlâdın 325. senesinde Roma İmparatoru Birinci Konstantin zamânında İznik'te topla nan ruhban (papazlar) cemiyeti, Îsâ aleyhisselâmın dîninin esâsı olan tevhîdi (Allahü teâlânın birliği inancını) bırakıp, Eflâtun taraftârı olan Büyük Konstantin'in baskısı ile üç uknum fikrini, akîdesini (inancını) kabûl ettiler. (Harputlu İshâk Efendi)
Hıristiyanlığın başlangıcında üç uknum inanışı yoktu. Eflâtun'un ortaya koyduğu üç uknumu, üçlü tanrı inancı şeklinde mîlâddan 200 sene sonra Sibelius adlı bir papaz teklif etmiştir.Sibelius'un teklifi pekçok hıristiyan tarafından şiddetle reddediler ek kiliseler arasında kanlı kavgalar baş gösterdi ve çok kan döküldü. 200 senesinde yalnız baba, oğul uknumları öne sürülmüştü. Daha sonra bunlara rûh-ül-kuds uknumu ilâve edildi. (El-Hac Destan Mustafa)

UKÛBÂT:
Cezâlar. (Bkz. Had, Ta'zir,Kısas)
Fıkıh ilmi dört büyük kısımdır:
1) İbâdât, 2) Münâkehât (evlenme, boşanma, nafaka v.s.) 3) Muâmelât (alış-veriş bilgileri, kirâ, şirketler), 4) Ukûbât. Ukûbatta had, ta'zir ve kısas olmak üzere üç kısımdır. (Ahmed Zühdü, Alâüddîn-i Haskefî)
Fıkıh ilminin ibâdât kısmını kısaca öğrenmek her müslümana farzdır. Münâkehât ve muâmelât kısımlarını öğrenmek farz-ı kifâyedir. Yâni başına gelenlerin öğrenmesi farz olur. Muâmelât ve ukûbât kısımlarını zımmîlerin yâni gayr-i müslim vatandaşların da öğrenmeleri lâzımdır. Çünkü zımmîlerin de muâmelât ve ukûbâta uymasını İslâmiyet emretmektedir. (Ahmed Zühdü)
Ukûbâtta kefâlet sahîh değildir.Bu sebeple birinin yerine kefîli îdâm edilemez. (Ali Haydar Efendi)

ULEMÂ:
Âlimler, ilim sâhibleri; zamânın fen ve edebiyât bilgilerinde yetişmiş, Kur'ân-ı kerîmin ve binlerce hadîs-i şerîfin mânâsını ezberden bilen, İslâm'ın yirmi ana ilim ve kolları olan seksen ilimde mütehassıs (uzman), tasavvufun (evliyâlığın) en yüksek derecesine ulaşmış, yetişmiş ve yetiştirebilen, insanların ilminden faydalandığı zâtlar. Âlim kelimesinin çokluk şeklidir. (Bkz. Âlim)

Ulemâ-i Âmilîn:
İlmi ile amel eden âlimler. (Bkz. Âlim)
Ulemâ-i âmilînin bulunduğu mecliste olmanın sevâbı halka görünseydi, onun için dövüşürler, hattâ onun için hükümdârlar, hâkimiyetlerini, tüccârlar da ticâretlerini bırakırlardı. (Ka'bül Ahbâr)

Ulemâ-i Râsihîn:
Kur'ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin derin ve ince mânâlarını, işâretlerini anlayan yüksek din âlimlerine verilen isim. Bunlar; Eshâb-ı kirâm, Tâbiîn, Tebe-i tâbiîn ve her bakımdan onlara tâbi olan müctehidler, tefsîr ve hadîs âlimleri ve tasavvuf büyükleridir.
Ulemâ-i râsihîn, Peygamber efendimize tam uydukları ve O'na vâris oldukları için, sevgili Peygamberimize ihsân olunan nîmetlerden bunlara da pay düşmektedir. O büyüklerin gizli bilgileri, bunlara da duyurulmaktadır. Bunun için; "Ümmetimin âlimleri, İsrâiloğullarının peygamberleri gibidir." müjdesi ile şereflenmişlerdir. (İmâm-ı Rabbânî)

Ulemâ-i Sû:
Kötü âlimler; insanları doğru yoldan saptıran, ilmini dünyâ kazancına, mala ve mevkîye kavuşmaya vâsıta eden din adamları.
Din adamları içinde, mevki, maaş arzûsunda olmayan, yalnız şerîatin (İslâmiyet'in) yayılması ve yalnız onun kuvvetlenmesi için uğraşan hemen hemen yok gibi olmuştur. Mevki almak, sandalye kapmak arzûsu araya karışınca, din adamlarından her biri, ayrı yol tutup, kendi üstünlüğünü göstermek isterler. Birbirinin sözlerini beğenmez olurlar. Bu sûretle devlet reisinin gözüne girmeye çalışırlar.Mâlesef din işi ikinci derecede kalır. Allahü teâlâ müslümanları böyle ulemâ-i sû'in fitnesinden korusun. (İmâm-ı Rabbânî)

ULÛHİYYET:
İlâhlık, ibâdet olunmaya hakkı olmak.
Ulûhiyyete, ma'bûdiyyete hakkı olan yalnız Allahü teâlâdır.Şerîki, ortağı, benzeri yoktur. Vâcib-ül vücûddur. Varlığı elbette lâzımdır. Noksanlık ve yaratılmak sıfatları, alâmetleri O'nda yoktur. (Mevlânâ Hâlid)
Ulûhiyyet sıfatları bulunana ibâdet edilir. Bu sıfatları bulunmayanın ibâdet olunmaya hakkı yoktur. İbâdete hakkı olanın, yalnız bir olması lâzımdır. O da bir olan Allahü teâlâdır. (İmâm-ı Rabbânî)

ULÛM-İ AKLİYYE:
Tecribî (deneye bağlı) ilimler. His organları ile duyularak, akıl ile incelenerek tecrübe ve hesab edilerek elde edilen ilimler.
Ulûm-i akliyye mantık, fizik, tabîat, kimyâ, matematik, geometri ve astronomi gibi tecrübeye dayanan bilgilerdir. Bunlar his organları ile duyularak, akıl ile incelenerek, tecrübe ve hesâb edilerek elde edilir.Bu bilgiler, din bilgilerinin anlaşılmas ına ve onların uygulanmasına yardımcıdırlar. Bu bakımdan lüzumludurlar. Ulûm-i akliyye zamanla artar, değişir, ilerler. (M. Sıddîk Gümüş)
Ulûm-i akliyyeyi İslâmiyet yasaklamamış, sınırlamamış ancak bunların dînin nakl bilgileri ile birlikte öğrenilmesini ve sonuçlarının dîne uygun, insanlara faydalı olarak kullanılmasını, zulm, işkence, felâket vâsıtası yapılmamasını emretmiştir. Ulûm- i akliyye, İslâm bilgilerinin bir kısmıdır. İslâmiyet'e lâzımdırlar. İslâmiyet bunları men etmez, emr eder. Müslümanlar, birçok fen vâsıtası yapmışlar ve kullanmışlardır. (M. Sıddîk Gümüş)

ULÛM-İ ÂLİYYE:
Yüksek din bilgileri.
Ulûm-i âliyye bilgileri sekizdir. 1) Tefsîr ilmi, 2) Usûl-i kelâm ilmi, 3) Kelâm ilmi, 4) Usûl-i hadîs ilmi, 5) İlm-i hadîs, 6) Usûl-i fıkıh, 7) Fıkıh ilmi, 8) Tasavvuf ilmi. Bu sekiz ilimden kelâm, fıkıh ve ahlâk bilgilerini lüzûmu kadar öğrenmek ve çoluk çocuğuna öğretmek, her müslümana farz-ı ayndır, mutlaka lâzımdır. Öğrenmeyenler ve çoluk-çocuğuna öğretmeyenler, büyük günâh işlemiş olur. Cehennem'e gider, yanarlar. Öğrenmeye lüzum görmeyen, ehemmiyet vermeyen ise, dinden çıkar. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî, İbn-i Âbidîn)

ULÛM-İ DÎNİYYE:
İslâm bilgileri, din bilgileri.
Ulûm-i dîniyye, dünyâ ve âhirette huzûru, seâdeti kazandıran bilgilerdir.Bunlar da iki kısma ayrılır. Bunlar ulûm-i âliyye ve ulûm-i ibtidâiyyedir. Ulûm-i dîniyyenin kaynağı, edille-i şer'iyye (dört delîl; Kur'ân-ı kerîm, hadîs-i şerîfler, kıyâs ve i cmâ') dir. Bu bilgilere ulûm-i nakliyye denir. (S. Abdülhakîm Arvâsî)

ULÛM-İ İBTİDÂİYYE:
Âlet ilimleri; ana ilimleri öğrenmek için yardımcı olan sarf, nahiv, belâgat, mantık vs. gibi ilimler.

ULÛM-İ İSLÂMİYYE:
İslâm bilgileri, din bilgileri, müslümanların öğrenmesi lâzım olan bilgiler.
Ulûm-i İslâmiyye'nin bir kısmını öğrenmek farz, bir kısmını öğrenmek sünnet, bir kısını öğrenmek de mubâhtır. (Bkz. Ulûm-i Nakliyye) (Yûsuf Sinânüddî)

ULÛM-İ NAKLİYYE:
Din bilgileri; edille-i şer'iyye denilen dînin dört temel kaynağından yâni Kur'ân-ı kerîmden, hadîs-i şerîflerden, icmâ-ı ümmet, kıyâs-ı fukahâdan elde edilen bilgiler, ilimler.
Ulûm-i nakliyye, yüksek din bilgileri olup, aklın, insan dimağı gücünün dışında ve üstündedir. Bunlar hiçbir zaman, kimse tarafından değiştirilemez. Dinde reform olmaz sözünün mânâsı budur. Ulûm-i nakliyye Ehl-i sünnet âlimlerinin (Peygamber efendimi zin ve Eshâb-ı kirâmın yolunda olan ve onların bildirdiklerine uyan âlimlerin) yazdıkları kıymetli kitaplardan öğrenilir. (Fâideli Bilgiler)

UMRE:
Ziyâret etmek. Hac zamânı olan beş günü yâni Arefe ve Kurban bayramının dört günü dışında, istenildiği zaman ihrâma girip Kâbe-i muazzamayı tavâf etmek ve Safâ ile Merve arasında sa'y etmek (yürümek), saçı kazımak veya kesmekten ibâret olan ibâdet. U mreye Hacc-ı asgar (küçük hac) da denir.
Umre, kendisiyle öbür umre arasında işlenilen (küçük) günâhlara keffârettir (onların af edilmesine, bağışlanmasına vesîle olur) . (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
Hacc-ı ekber, farz olan hacdır. Hacc-ı asgar ise, umredir. (Kuhistânî)
Umre, Hanefî ve Mâlikîlere göre sünnet-i müekkede (kuvvetli sünnet)dir. Şâfiîlere göre ömründe bir defâ farzdır. (Alâüddîn Haskefî, İbrâhim Halebî)

UMÛMÎ VEKİL:
Yerine geçirilen kimseye mutlak halde istediğini yap diyerek verilen vekâlet.
Vekil sâhibinden izin almadıkça veya umûmî vekil olmadıkça, başkasını kendine vekil yapamaz. Yalnız, zekât vermek için olan vekîl, izinsiz olarak başkasını, o da başkasını vekil yapabilirler. (İbn-i Âbidîn)

UMÛR-İ ZEVKİYYE:
Tasavvufta kalb ile tadarak, yaşayarak kavuşulan haller.
Umûr-i zevkiyye, kalbin temizlenmesi ile hâsıl olur. Hadîs-i şerîflerde buyruldu ki: "Çok zikr edenin kalbinde nifâk (münâfıklık) kalmaz.", "Her derdin şifâsı vardır. Kalbin şifâsı, Allahü teâlâyı zikretmektir." (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

URÛZ:
Altın ve gümüşten başka canlı ve cansız her çeşit mal.
Hayvandan başka menkûl olan, taşınabilen ve kıymetli olan yâni çarşıda benzeri bulunmayan veya bulunsa da fiyatları farklı olan mallar urûzdur. Bakır tencere ve başka cins ile karışık mislî, benzeri bulunan mal urûzdur. (Ali Haydar Efendi)

URVET-ÜL-VÜSKÂ:
Tutunulacak en sağlam kulp.
1. İslâmiyet veya Kur'ân-ı kerîm.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Kim kendini Allahü teâlâya O'nu görür gibi teslim eder (tamâmen O'na yönelir, bütün işlerinde Allahü teâlânın rızâsını gözetir ise) muhakkak ki, urvet-ül-vüskâya yapışmış olur. (Lokmân sûresi: 22)
Abdullah (bin Selâm) urvet-ül-vüskâya tutunmuş olarak ölecek. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Bizim tasavvuftaki yolumuz urvet-ül-vüskâya yapışmaktır. Resûlullah'ın ve O'nun Eshâbının izinde gitmektir. Bunun içindir ki, bu yolda az bir iş, büyük kazanç hâsıl eder. (Behâeddîn-i Buhârî)
2. Dinde güvenilir, kendisine uyulacak büyük âlim mânâsına, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin üçüncü oğlu olan Muhammed Ma'sûm-i Fârûkî'nin lakabı
Urvet-ül-Vüskâ Muhammed Ma'sûm-i Fârûkî'nin rahmetullahi aleyh nasîhatlarından bâzısı şöyledir:
Kur'ân-ı kerîm okumak, Allahü teâlâ ile tekellüm (konuşmak) gibidir.
Son nefes korkusu bir nîmettir ki, Hakk'ın dostları bu derde griftârdır (tutulmuşlardır).

USÛL:
Asıllar, kökler, temeller. Asl kelimesinin çokluk şeklidir.

Usûl Bilgileri:
İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe ile İmâm-ı Ebû Yûsuf ve İmâm-ı Muhammed'in kavillerini (ictihâdlarını, re'ylerini, sözlerini) içerisinde bulunduran El-Mebsût, Ez-Ziyâdât, El-Câmi-us-Sagîr, Es-Siyer-us-Sagîr, El-Câmi-ül-Kebîr, Es-Siyer-ül-Kebîr kitablarındaki fıkıh (din) bilgileri. Bu altı kitabı İmâm-ı Muhammed yazmıştır.Bu kitabları İmâm-ı Muhammed'den güvenilir kimseler bildirdiği için, bunlara zâhir haberler denmiştir. Usûl bilgilerini (haberlerini) ilk toplayan Hakîm Şehîd'dir. Bunun Kâfî kitabı meş hurdur. (İbn-i Âbidîn)
Hanefî mezhebindeki bilgiler üç ana kısımda toplanır:Birincisi, Usûl bilgileri, ikincisi, Nevâdir haberler:Bunlar da İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe, İmâm-ı Ebû Yûsuf ve İmâm-ı Muhammed'den gelen haberlerdir. Fakat bu haberler, o altı kitabda bulunmayıp, ya İmâm-ı Muhammed'in El-Kisâniyyât, El-Hârûniyyât, El-Cürcâniyyât, Er-Rükiyyât adındaki başka kitabları ile bildirilmiştir. Bu dört kitab, yukarıdaki altı kitab gibi açıkça ve sağlam gelmediğinden, bu haberlere zâhir olmayan haberler de denir. Yâhut ba şkalarının kitabları ile bildirilmişlerdir.Meselâ İmâm-ı a'zâm'ın talebesinden Hasan bin Ziyâd'ın Muharrer adındaki kitâbı ve İmâm-ı Ebû Yûsuf'un Emâlî adındaki kitâbı ile bildirilmiştir. Üçüncüsü, Vâkıât haberleri:Üç imâmdan bildirilmiş olmayıp, bunların talebelerinin ve talebesi talebelerinin ictihâd ettikleri mes'eleler (bilgiler)dir. Böyle haberleri ilk toplayan Ebü'l-Leys Semerkandî olup, bu hususta Nevâzîl kitabını yazmıştır. (İbn-i Âbidîn)

Usûl ve Fürû':
1. Fıkıh ilminde usûl; baba ve dedeler, ana ve nineler; fürû', çocuklar ve torunlar.
Usûl ve furû'a ve zevceye (hanıma) zekât verilmez. (Mehmed Zihni)
2. Usûl, îmân bilgileri; fürû; fıkıh bilgileri.

Usûl-i Din:
Kalb ile inanılması lâzım olan bilgiler, îmân ve îtikâd bilgileri.
Allahü teâlânın gösterdiği emirlere ve kulluk vazîfelerine İslâmiyet denir. İslâmiyet, iki kısımdır:Birincisi, usûl-i dîn, ikincisi, Furû'-i dîn yâni beden ve kalb ile yapılacak ibâdetler ve işlerdir. Halk için, yâni tahsîli olmayanlar için yazılmış olan ve herkesin bilmesi ve yapması gereken îmân, fıkıh (ibâdet, iş) ve ahlâk bilgilerini kısaca ve açıkça anlatan kitablara ilm-i hâl kitabları denir. Dînini bilen ve seven ve kayıran kıymetli zâtların ilm-i hâl kitablarını alıp, çoluk-çocuğuna öğretmek her müslümanın birinci vazîfesidir. (Seyyid Abdülhakîm)

Usûl-i Fıkıh:
Fıkıh (ibâdet ve amel) bilgilerinin âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden nasıl çıkarıldığını öğreten ilim.

Usûl-i Kelâm:
Îmân bilgilerinin âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden nasıl çıkarıldığını öğreten ilim.

UŞR (Uşur):
Topraktan alınan mahsûlün zekâtı. (Bkz. Öşr)


UŞŞÂKİYYE:
Evliyânın büyüklerinden Hasan Hüsâmeddîn Uşâkî'nin tasavvuftaki yolu.
Uşşâkiyye tarîkatının kurucusu olan Hasan Hüsâmeddîn Efendi, Buhârâ'da Seyyid Ahmed-i Semerkandî'den feyz aldı. Daha sonra Anadolu'ya gelerek Uşak'ta yerleşti. Bunun için kendisine Uşâkî denildi. 1594 (H.1003)'de Konya'da vefât etti. Vasiyyeti üzerin e İstanbul'a getirilerek defnedildi. (Hüseyin Vassâf)
Sultan Üçüncü Murâd Han zamânında İstanbul'a gelen Hasan Hüsâmeddîn Uşâkî, evliyânın büyüklerinden Ümmî Sinan hazretleriyle görüştü, onun sohbetlerinde bulundu.Ümmî Sinan ona Halvetiyye yolundan hilâfet verdi. Hocası Şeyh Ahmed-i Semerkandî ise ona K übreviyye ve Nûrbahşiyye yolunun hilâfetini vermişti. HasanHüsâmeddîn Uşâkî, bu yolları birleştirerek Uşşâkiyye yolunu kurdu. Pâdişâh Sultan Üçüncü Murâd Han'ın emriyle Kâğıthâne civârında Hasan Hüsâmeddîn Uşâkî Efendi için bir dergâh inşâ edildi. Bu rada uzun zaman kalarak çok talebe yetiştirdi. Sohbetlerinde çok kimseler kemâle (olgunluğa) ulaştı. Hilâfet verdiği talebelerini Anadolu'nun çeşitli yerlerine halka, İslâmiyet'in emir ve yasaklarını anlatmaları için gönderdi. (Hüseyin Vassâf Halvetî)

UTANMA:
Âr, hayâ. (Bkz. Hayâ)

UZEYR ALEYHİSSELÂM:
İsrâiloğullarına gönderilen peygamber veya velî. Mûsâ aleyhisselâmın dîninin hükümlerini İsrâiloğullarına tebliğ etti.
Peygamber olup olmadığı Kur'ân-ı kerîmde açıkça bildirilmedi. Babası Şureyha, Hârûn aleyhisselâmın neslindendir. Kur'ân-ı kerîmde, Allahü teâlâ tarafından öldürülüp yüz sene sonra tekrar diriltildiği haber verilmiştir.Bu sebepten İsrâiloğulları ona " Allah'ın oğlu" diye iftirâda bulunmuşlardır.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Yâhut o kimse gibisini görmedin mi? O kimse (Uzeyr aleyhisselâm) bir karyeye (beldeye, kendi eski vatanı olan Kudüs'e) uğramıştı. O karyenin ise tavanları çökmüş, onların üzerine duvarları yıkılmıştı. (Uzeyr aleyhisselâm bu hâli görünce pek müteessir olup üzüldü.) Allahü teâlâ bu ölümden sonra nasıl diriltecek diyordu.Bunun üzerine Allahü teâlâ o kimseyi (Uzeyr aleyhisselâmı) yüz sene ölü bıraktı. (Hayattan mahrûm etti. Onun bedenini, yiyecek ve içeceğini insanların ve hayvanların gözlerinden gizledi. Yüz sene sonra) onu (Uzeyr aleyhisselâmı) yeniden diriltti. Allahü teâlâ (veya vazîfeli melek) ona dedi ki:"Ne kadar kaldın? (ne kadar zaman geçti). O da (Uzeyr aleyhisselâm da kendisini uykuda imiş gibi zannederek) "Bir gün veya bir günden daha az kaldım." dedi. Allahü teâlâ (vahy ederek veya melek vâsıtasıyla) buyurdu ki: "Hayır yüz sene kaldın. Yiyeceğin ve içeceğine bak ki onlardan hiçbiri bozulmamış. Merkebine de bak (o ne hâle gelmiş, parça parça olan kemikleri vücûdundan nasıl ayrılmış) ve seni insanlara bir âyet (delil) kılmak için böyle öldürüp dirilttik ve (merkebin) kemiklerine bak. Onları nasıl birbirine birleştiriyoruz. Sonra da onlara et giydiriyoruz. Vaktâ ki o ölmüş, etleri çürümüş, kemikleri parça parça olup kaybolmuş olan merkeb, Allahü teâlânın kudretiyle tekrar dirilip yürüdü. (Bu hakîkat, ölülerin diriltilmesi husûsu ve Allahü teâlânın kudretinin üstünlüğü Uzeyr aleyhisselâma) tebeyyün etti (gözleriyle görüp müşâhede etti) ve dedi ki: "Ben bilirim ki şüphesiz Allahü teâlâ her şeye kâdirdir." (Bekara sûresi: 259)
Uzeyr aleyhisselâm, Hârûn aleyhisselâmın neslinden olan Şureyha'nın oğludur. Küçük yaşından îtibâren Tevrât'ı öğrenmiş olan Uzeyr aleyhisselâm, Bâbil hükümdârı Buhtunnasar'ın Kudüs'ü işgâl ettiği sırada esîr alınıp Bâbil'e götürüldü. Bir müddet esâre tte kaldıktan sonra, kurtularak Kudüs'e dönmek üzere yola çıktı. Kudüs yakınına gelince bir bahçede dinlenmek için konakladı. Kudüs şehrinin harâb hâlini görüp bu şehir yeniden nasıl îmâr edilecek diye düşündü. Allahü teâlâ onu öldürüp, yüz sene sonra tekrar diriltti. Uzeyr aleyhisselâm yeniden îmâr edilmiş Kudüs şehrine gelip kendisinin Uzeyr olduğunu söyledi. İsrâiloğulları onun Uzeyr olduğuna inanmadılar. Uzeyr aleyhisselâm Tevrât'ı ezberden okuyunca; "Bu kadar uzun zamandan sonra Uzeyr'in Tevrât'ı ezbere okuması mümkün değildir" düşüncesiyle "Uzeyr Allah'ın oğludur" dediler. Uzeyr aleyhisselâm insanları Tevrât'ın emirlerine uymaya çağırdı. Onların isyân ve günâhlarından dolayı tövbe etmelerini istedi. Allahü teâlânın şiddetli azâbıyla korkuttu. Uzeyr aleyhisselâm vefât edinceye kadar İsrâiloğullarının arasında bulundu. Onların işlerini yürüttü ve hak yola dâvet etmeye devâm etti. Uzeyr aleyhisselâmın vefâtından sonra İsrâiloğullarının isyanları ve sapıklıkları iyice arttı. (Râzî, Kurtubî, Taberî)

UZLET:
Yalnız başına yaşama, insanlardan ayrılarak bir köşeye çekilme.
İslâm âlimleri zaman ve şartlara göre uzlet etmenin bâzan faydalı ve bâzan da zararlı olduğunu bildirmişlerdir.
Mevki sâhibi olmak arzûsunu gideren en kuvvetli ilaç, uzlet etmektir. (Muhammed Hâdimî)
Uzlet eden, insanların şerrinden kurtulur ve râhat olur. Çünkü insanların arasında bulunduğu müddetçe, gıybet sıkıntısından ve onların sû-i zannından (kötü düşüncelerinden) uzak olmaz. (İmâm-ı Gazâlî)
Kanâat eden, kimseye muhtâc olmaz, uzlet eden selâmete erer, hasedi bırakan mürüvvete kavuşur. (Hasan-ı Basrî)
İnsanlara karışmakta ve haklarını yerine getirmekte bir çeşit tevâzu bulunur. Uzlette ise bir çeşit tekebbür (kibirlenme) vardır. Hattâ uzletten sebep, mevki sevgisi ve tekebbür olabilir. (İmâm-ı Gazâlî)
Bizim yolumuzun temeli sohbettir. Uzlette şöhret vardır. Şöhret de âfettir. (Hâce Behâüddîn Buhârî)


ÜCRET:
Bir iş, hizmet, bir şeyden faydalanma veya satılan bir şey karşılığında verilen para veya mal, karşılık.
Âyet-i kerîmede meâlen buyruldu ki:
Ey kavmim! Peygamberliği tebliğ işinden dolayı sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretim ancak Allah'a âittir. (Hûd sûresi: 29)
Allah için gazâ edip buna ücret alan, Mûsâ aleyhisselâmın annesine benzer. O hem kendi çocuğunu emzirdi hem de ücret aldı. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
İşçinin ücretini teri kurumadan ödeyiniz. (Hadîs-i şerîf-Et-Tergîb vet-Terhîb)
Her san'atı ve ticâreti yapmak, maaş, ücret karşılığında mubâh olan işleri yapmak, meselâ çobanlık, bahçıvanlık yapmak, inşâatta ve hafriyâtta çalışmak ve sırtında yük taşımak tezellül (aşağılık) değildir. Peygamberler ve velîler bunları yapmışlardır . Peygamber efendimiz ücret ile çalışmış ve çalıştırmıştır. (Hâdimî)
Velîsinin izni olmadan, çocuğa iş yaptıran, ücret vermeye mecbûrdur. (Alâüddîn-i Haskefî)
Ücret ile okunan Kur'ân-ı kerîmden ölüye ve okuyana sevâb hâsıl olmaz. (Aynî, Hayreddîn-i Remlî)

ÜLFET:
Bir topluluğun din ve dünyâ düşüncelerinde inançlarında birbirlerine uygun olmaları. Dostluk, yakınlık kurmak, kaynaşmak.
Allahü teâlâya en sevimli olanınız, ülfet edip, kendisiyle ülfet olunandır. Allahü teâlâya en sevimsiziniz de koğuculukla gezip, dostları birbirinden ayıranınızdır. (Hadîs-i şerîf-Taberânî)
Mü'min, geçim ehli olup, herkes ile iyi geçinendir. Ülfet etmeyen ve ülfet olunmayan kimsede hayır yoktur. (Hadîs-i şerîf-Taberânî)

ÜLÜ'L-AZM:
Şerîat sâhibi, yeni din getiren peygamberlerden altı tânesine ve en büyüklerine verilen ad. Bunlar; Âdem, Nûh, İbrâhim, Mûsâ, Îsâ ve Muhammed aleyhimüsselâmdır. Allahü teâlânın emir ve yasaklarını insanlara anlatırken çok sıkıntı çektikleri ve bu sık ıntılara sabr ettikleri için kendilerine bu isim verilmiştir.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Peygamberlerden ülü'l-azm olanların sabrettikleri gibi sen de sabr et. Onlara azâb verilmesi için duâ etmekte acele etme. (Ahkâf sûresi: 35)
Peygamberlerin aleyhimüsselâm sayısı belli değildir. Yüz yirmi dört binden çok oldukları meşhûrdur. Bunlardan üç yüz on üç veya üç yüz on beş adedi resûldür. İçlerinden altısı daha yüksek, ülü'l-azm peygamberlerdir. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Peygamberlik makâmı dört derecedir. Birincisi nebîler (kendilerine din gönderilmeyen peygamberler), ikincisi resûller (din gönderilen peygamberler), üçüncüsü ülü'l-azm peygamberlerdir. Dördüncü derece hâtem-ül-enbiyâ olmak yâni son olarak gelmek dere cesidir. Bu en yüksek derece Muhammed aleyhisselâma mahsûstur. (Ali bin Emrullah)
Allahü teâlâ her bin senede bir ülü'l-azm peygamber göndermiş ve o insanların buna uymalarını emr buyurmuştur. Allahü teâlâ her yüz sene başında bu ümmetin âlimleri arasında bir müceddid, yenileyici, kuvvetlendirici seçerek, bununla İslâmiyet'i tâzel er. Hele bin sene geçince, geçmiş ümmetlerde ülü'l-azm bir peygamber gönderdiği ve onun işini bir nebiye bırakmadığı gibi, bu ümmete de tam bilgili bir âlim, ârif seçer. Bu zât geçmiş ümmetlerdeki, ülü'l-azm peygamberlerin işini yapar. (İmâm-ı Rabbânî)

ÜLÜ'L-EMR:
Emir sâhibleri. Devlet başkanı ve onun vazîfe verdiği kimseler veya İslâmiyet'in emir ve yasaklarını insanlara öğreten ve anlatan âlimler.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Ey îmân edenler! Allah'a itâat edin. Peygambere ve sizden olan ülü'l-emre itâat edin... (Nisâ sûresi: 59)
Bütün mezheb imâmları; "Ülü'l-emr'in, sultânın, âmirin Allah'a isyân ve günâh olmayan emirlerine uymak vâcibdir" demişlerdir.Hattâ bir günün oruçlu geçirilmesi hakkında emir verse bu emre uymak gerekir denmektedir. (İbn-i Âbidîn ve Hâdimî)
Sultânın kendi aklı, düşüncesi ile verdiği emre itâat da elbette vâcib olmaz. Ancak emri veren zulüm, işkence yaparsa, milleti sıkıştırırsa, onun şerrinden, öldürmesinden korkan kimsenin hele kan dökücü başkanın mubahları yasaklamasına itâat etmek vâ cib olur. Çünkü bir müslümanın kendini tehlikeye sokması câiz değildir. Fakat bu yasağa, harâm veya mekrûh olduğu için değil, kanını, ırzını, kurtarmak için uymaya niyet etmek lâzımdır. Ülü'l-emre itâat demek, müslüman olan âmirlerin hak üzere olan emir ve yasaklarına uymak demektir. (Abdülganî Nablüsî)

ÜMMET:
Topluluk, cemâat. Bir peygambere inanan tâbi olan insanlar. Bir dîne bağlı topluluğun tamâmı.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
(İbrâhim aleyhisselâmı dünyâda hayırlı, âhirette sâlihlerden) kıldığımız gibi, ey müslümanlar sizi (de) seçkin ve hayırlı bir ümmet kıldık ki, kıyâmet gününde peygamberlerin ümmetlerine vahyi tebliğ ettiklerine şâhidler olasınız, Peygamber de sizin adâletiniz üzerine şâhid ola. (Bekara sûresi: 143)
Siz ümmetlerin en iyisi oldunuz. İnsanların iyiliği için yaratıldınız. İyilik yapılmasını emreder, kötülükten nehyedersiniz. (Âl-i İmrân sûresi: 110)
Ümmetimin âlimleri İsrâiloğullarının peygamberi gibidir. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)
Ümmetimden büyük günâh işleyenlere şefâat edeceğim. (Hadîs-i şerîf-Müsned-i ibni Hanbel
Ümmetimden Ehl-i beytimi sevenlere şefâat edeceğim. (Hadîs-i şerîf-Hatîb-i Bağdâdî)
Peygamberler (aleyhimüsselâm) ümmetlerini Allahü teâlâya çağırmak, azgın, yanlış yoldan, doğru seâdet yoluna çekmek için gönderilmişlerdir. (Seyyid Abdühakîm Arvâsî)
Âhirette azâblardan kurtulmak, ancak Muhammed aleyhisselâma tâbi olmaya bağlıdır. O'nun ümmeti olan müslümanlar, O'na tâbi oldukları için bütün insanların hayırlısı ve en iyileri oldu. Cennet'e gireceklerin çoğu bunlar oldu ve Cennet'e herkesten önce gireceklerdir. (İmâm-ı Rabbânî)
Oğlum! Şimdi o zamandayız ki, geçmiş ümmetlerde böyle çok karanlık zaman gelince, büyük bir peygamber gönderilerek yeni bir din kurulurdu. Bu ümmet, ümmetlerin en iyisi olduğu için ve bu ümmetin Peygamberi, peygamberlerin sonuncusu olduğu için bunlar ın âlimlerine, İsrâiloğullarının peygamberlerinin mertebesi verilmiştir. Peygamberlerin vazîfeleri bu âlimlere yaptırılmaktadır. (İmâm-ı Rabbânî) Niçin kılmazsın farz u sünneti, Değil misin Muhammed'in ümmeti Anmaz mısın, Cehennem'i, Cennet'i Îmân sâhibi kul böyle mi olur?
(M. Sıddîk Gümüş)

Ümmet-i Dâvet:
Kendilerine gönderilen peygambere inanmaya dâvet edilip de îmân etmeyen kimseler.
Şimdi yeryüzünde müslümanlardan başka bütün insanlar ümmet-i dâvettirler. (Kâdızâde Ahmed Efendi)
Ümmet-i İcâbet:
Kendilerine gönderilen peygamberin dâvetini kabûl edip, ona inanan ve tâbi olan kimseler.
Muhammed aleyhisselâmın ümmeti, son sınıf talebesi gibi olduğundan, insanları dünyâda ve âhirette kurtuluşa götüren sırların toplandığı Kur'ân-ı kerîm ile muhâtab oldular. Kur'ân-ı kerîmin indirilmesinden sonra yeryüzündeki insanların hepsinin Muhamm ed aleyhisselâma tâbi olmaları emredildi. O'nun dâvetini kabûl edenler ümmet-i icâbet, kabûl etmeyenler ümmet-i dâvettirler. (Muhyiddîn-i Arabî)

ÜMM-İ VELED:
Efendisinden (sâhibinden) çocuğu olan câriye, köle kadın.
Ümm-i veled satılamaz ve hibe olunamaz. Efendisi vefât edince âzâd (hür) olur ise de, zevce gibi vâris olamaz. Oğlu ise, mîrâsçı ve hür olur. (M. Zihni Efendi)

ÜMM-ÜL-KİTÂB:
1. Muhkem âyetler. (Bkz. Muhkem Âyet)
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
(Habîbim!) Sana kitâbı indiren O'dur. O'ndan bir kısım âyetler muhkemdir ki bunlar Ümm-ül-Kitâbdır. (Âl-i İmrân sûresi: 7)
2. Levh-ül-Mahfûz. (Bkz. Levh-ül-Mahfûz)
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Allahü teâlâ ne dilerse (onu yapar. Bâzısını) mahfeder (vücûda getirmez, bâzısını da) vücûda getirir. Ümm-ül-kitâb O'nun katındadır. (Ra'd sûresi: 39)
Bir kimse Cehennem'e götürücü kötü işleri yapar Cehennem'e yaklaşır. Ümm-ül-kitâbda saîd ise son günlerinde Cennet'e götürücü bir iş yaparak Cennet'e gider. (Hadîs-i şerîf-Minhat-ül-Vehbiyye)
3. Fâtiha sûresi. (Bkz. Fâtiha Sûresi)

ÜMM-ÜL-MÜ'MİNÎN:
"Mü'minlerin anası" mânâsına Peygamberimizin sallallahü aleyhi ve sellem mübârek zevcelerinden her birine verilen lakab (isim).
Ümm-ül-mü'minîn Âişe vâlidemiz şöyle buyurdu: Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem karnı hiçbir zaman yemekle doymamıştır. Bu hususta kimseye yakınmamıştır. İhtiyâc, ona zenginlikten daha iyi idi. (İslâm Âlimleri Ansiklopedisi)

ÜMMÎ:
Kitab okumamış, yazı yazmamış, kimseden ders görmemiş kimse.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Onlar ki, yanlarında bulunan Tevrât ve İncîl'de ismini yazılı buldukları O ümmî resûle tâbi olurlar. O (Resûl) kendilerine iyiliği emrediyor, kötülükten sakındırıyor... (Resûlüm) de ki: "Ey insanlar! Gerçekten ben sizin hepinize gelen, Allah'ın peygamberiyim. O Allah ki, yer ve göklerin tasarrufu (idâresi) O'nundur. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur, öldürür ve diriltir. Onun için hem Allah'a hem de bütün kelimelerine îmân eden o ümmî peygambere, resûlüne îmân edin ve O peygambere uyun ki, doğru yolu bulasınız. (A'râf sûresi: 157,158)
Resûlullah efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem, ümmî idi. Mekke'de doğup, büyüyüp belli kimseler arasında yetişip seyâhat etmemiş iken, Tevrât'ta, İncîl'de ve Yunan ve Roma devirlerinde yazılmış kitablarda bulunan bilgilerden, hâdiselerden haber ve rdi. Hicretin altıncı senesinde,Rum, İran ve Habeş hükümdârlarına ve diğer Arap pâdişâhlarına mektuplar gönderdi. (İmâm-ı Kastalânî)
Muhammed aleyhisselâm ümmî olduğu hâlde, târih, fen, ahlâk, siyâset ve sosyal bilgilerle dolu bir kitâb ortaya koydu. Yalnız o kitaba uyarak dünyâya adâlet yaymış olan hükümdârların yetişmesine sebeb oldu. Kur'ân-ı kerîm, Muhammed aleyhisselâmın mûci zelerinin en büyüğüdür. (M. Sıddîk Gümüş)

ÜMMÎD (Ümîd):
Ummak, arzu, istek. Sebeblere yapıştıktan sonra iyi netice beklemek. (Bkz. Havf ve Recâ)
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Ey günâhı çok olan kullarım! Allahü teâlânın rahmetinden ümîdinizi kesmeyiniz. Allah günâhların hepsini affeder. O, sonsuz mağfiret ve nihâyetsiz merhâmet sahibidir. (Zümer sûresi: 53)
Akıllı kendini murâkabe (kontrol) edip ölüm sonrası için çalışan kimsedir. Ahmak da nefsinin arzûları peşinden koşup, Allahü teâlâya ümid bağlayan kimsedir. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî, İbn-i Mâce)
Allahü teâlâdan korkmalı, O'nun rahmetinden ümidi kesmemelidir. Ümid, korkudan çok olmalıdır. Böyle olanın ibâdetleri zevkli olur. Gençlerde korkunun, ihtiyarlarda ve hastalarda ümîdin fazla olması lâzımdır denildi. Korkusuz ümid, ümidsiz korku câiz değildir. (Hâdimî)

Ümmîd ve Korku: Allahü teâlânın rahmetini ummak ve azâbından korkmak. (Bkz. Havf ve Recâ)

ÜSTÂD:
Muallim, öğretici, rehber.
İnsan, yaratılışta iki taraflıdır. Ona hidâyet, üstünlük tarafını tanıtabilmek ve bunu kuvvetlendirmeye çalışmasını sağlamak için muallim, bir üstâd lâzımdır. Bâzı çocuklar, nasîhatla, yumuşak sözle ve mükâfât vererek yola gelir. Bâzısı, sert ve acı sözle ve cezâ vererek terbiye kabûl eder. Üstâd mâhir olup, çocuğun yaratılışının nasıl olduğunu anlamalı, ona şefkat ile tatlı veya acı te'sir ederek terbiye etmeli, yâni yetiştirmelidir. Böyle mâhir ve müşfik bir rehber olmadıkça, çocuk ilim ve ahlâk edinemez, yükselemez. Rehber yâni ilim ve ahlâk sunan zât, çocuğu felâketten kurtarıp, seâdete kavuşturur. (İslâm Ahlâkı)
Üstâd mâhir ve müşfik, talebe de zekî ve çalışkan olursa, öğrenilmeyecek mes'ele yoktur. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

ÜVEYSÎ:
Üstâdı, hocası olsun olmasın, hayatta veya vefât etmiş bir büyüğün rûhâniyetinden istifâde ederek, terbiye görerek yetişen, olgunlaşan kimse. Bu şekilde yetişme yoluna üveysîlik denir.
Üveysî olmak öyle yüksek bir mertebedir ki, o dereceye ulaşmak pek ender (az) olur. Veysel Karânî, Abdülhâlık Goncdüvânî, Behâüddîn-i Buhârî ve İmâm-ı Rabbânî hazretleri bu mertebeye erenlerdendir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Peygamberler aleyhimüsselâm ve evliyâ vefât ettikten sonra, bunlardan yardım istemeğe âlimler câizdir, olur dedi. Tasavvuf büyükleri bunun doğru olduğunu bildirdi. Büyüklerden çoğu üveysîlik yoluyla yükseldiler. (Abdülhak-ı Dehlevî)
Behâüddîn-i Buhârî'nin üstâdı (hocası),Seyyid Emîr Külâl hazretleri idi. Fakat ayrıca Hâce Abdülhâlık Goncdüvânî'nin rûhâniyetinden istifâde ettiği için aynı zamanda üveysî idi. (İmâm-ı Rabbânî)

VÂCİB:
Kur'ân-ı kerîmde açık olmayarak bildirilmiş veya bir sahâbînin açıkça bildirmesi ile anlaşılmış olan emirler. Şâfiîlere göre vâcib denince farz anlaşılır.
Vâcibin terk edilmesi, tahrîmen mekrûhtur. Yâni harama yakın mekrûhtur. Vâcibi yapmayan, tövbe etmezse, Cehennem'de azâb çeker. (İbn-i Âbidîn)
Namazın vâciblerinden birini bilerek yapmamak namazı bozmaz. Fakat günâh olur. Unutarak yapmayan secde-i sehv (unutma secdesi) yapar. Farzın ilk iki rek'atinde zamm-ı sûreyi (Fâtiha'dan sonra okunan sûreyi) unutan, üçüncü ve dördüncü rek'atlerde okuy up, sonra secde-i sehv yapar. Son rek'atte oturmayıp, ayağa kalkan secde etmeden hatırlarsa, hemen oturur, oturmayı geciktirdiği için secde-i sehv yapar. (Tahtâvî)

Vâcib-ül-Vücûd:
Varlığı mutlaka lâzım olan Allahü teâlâ.
Vücûd var olmak demektir, yalnız Allahü teâlâ vâcib-ül-vücûddur. Hep vardır. Önceleri ve sonsuz sonraları hiç yok olamaz. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Îmânın altı şartından birincisi, Allahü teâlânın vâcib-ül-vücûd ve hakîki ma'bûd ve bütün varlıkların yaratıcısı olduğuna inanmaktır. Dünyâ ve âhiret âleminde bulunan her şeyi, maddesiz, zamansız yoktan var eden ancak Allahü teâlâdır diye kesin inanm aktır. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Allahü teâlâ vâcib-ül-vücûddur.Her şeyi var eden ve kendi varlığının sonu, sınırı bulunmayan ve nasıl olduğu akıl ile anlaşılamayan, yalnız ulûhiyyet (ilahlık) ve hâlikiyyet (yaratıcılık) için lüzumlu sıfatları bilinen bir varlıktır.Kendi kendine var dır ve bir tânedir. O'ndan başka hiçbir şey kendi kendine var olamaz. Her şeyi var eden ve varlıkta durduran yalnız O'dur. Kendi kendine var olmak demek, varlığı hiçbir şeye muhtaç olmamak demektir. Bütün varlıkların var olması için, O'nun var olması lâzımdır.Her şeyi var etmesi ve böyle düzgün hâlde durdurması için lâzım olan kemâl sıfatları vardır. Noksanlık, ayb ve kusur O'nda olamaz. (İmâm-ı Gazâlî)

VÂCİD (El-Vâcid):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Ma'bûd, Rab, ilâh olan, zâtında bulunması lâzım ve lâyık olan bütün sıfatları kendisinde bulunan, hiçbir şeye muhtaç olmayan, kendisinden hiçbir şey gizli kalmayan.
El-Vâcid ism-i şerîfini okuyanın kalbi kuvvet bulur. (Yûsuf Nebhânî)

VA'D:
Söz verme, söz verilen şey.
1. Allahü teâlânın; emirlerini yerine getirenleri çeşitli nîmetlerle mükâfâtlandıracağını, karşı gelenleri ise, azâb ile cezâlandıracağını bildirmesi, söz vermesi. Buna va'd-ı ilâhî de denir.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Allah mü'min (inanan) erkeklere ve mü'min kadınlara kendileri içinde ebedî kalıcı olmak üzere ağaçları altından ırmaklar akan cennetler ve Adn cennetinde güzel meskenler (kalacak yerler) vâ'detti. Allahü teâlânın onlardan râzı olması (ise) , hepsinden daha büyüktür. (Çünkü bu her seâdetin başıdır). (Tevbe sûresi: 72)
2. Bir kimsenin, başka birisine bir husûsta söz vermesi.
Münâfıklık alâmeti üçtür. Yalan söylemek, va'dini ifâ etmemek (yerine getirmemek), emânete hıyânet etmek. (Hadîs-i şerîf-Edeb-ül-Müfred)
Nifak yâni münâfıklık; zâhirin (dışın) bâtına (içe) uymaması demektir. Münâfığın sözü özüne uymaz. İnanılacak şeylerde münâfıklık yapmak küfrdür, inançsızlıktır. Cehennem'de sonsuz kalmayı gerektirir. İşlerinde ve sözlerinde münâfıklık yapmak haramdı r, günâhtır. Îmânı gidermez. İnanılacak şeylerde münâfıklık, diğer küfrden (inançsızlıklardan) daha kötüdür. Îfâ etmek, yerine getirmek niyetiyle va'd yapmak câizdir, hattâ sevâbdır. Böyle va'di îfâ etmek vâcib değildir, müstehâbdır. Va'di yerine getirmemek tenzihen mekrûhtur. Va'dinde durmaya gücü yetmezse münâfıklık olmaz. Kendine mal veya söz yahut sır emânet edilen kimsenin bunlara hıyânet etmesi, münâfıklık olur. (İbn-i Hacer)


VA'DE:
1. Bir iş için önceden tâyin edilen zaman, târih.
Taksitle mal alırken, paranın bir miktârını peşin ve geri kalanını eşit miktarlarda vâde ile ödemek için, yâhut peşinsiz hepsini belli vâdelerde eşit taksitlerle ödemek için sözleşerek satın almak câizdir. (İbn-i Âbidîn)
Ödünç verirken zaman tâyin etmemelidir. Çünkü zaman tâyin ederse, malı misli ile veresiye satmış olur.Bu ise fâiz olur. Bir vâde ile ödünç vermek câiz olmadığı gibi, bu vakti beklemeden alacağını istemek câizdir. (Hamzâ Efendi, Uşâkî, İbn-i Âbidîn)
2. Ecel.
Va'desi gelen ölür. Her ölen âhirette mutlaka diriltilecektir. Diriltildikten sonra mîzân ve hesab vardır. Hesâbları görülenler Cennet'e veya Cehennem'e sevk olunacaktır. (İmâm-ı Gazâlî)

VAD'I HAML:
Doğum yapmak.
Zinâdan hâmile kadını, vad'ı haml etmeden evvel nikâh etmek sahîhtir. Fakat vad'ı haml edinceye kadar vaty etmek (yaklaşmak) câiz olmaz ve nafakası vâcib olmaz. (İbn-i Âbidîn)

VÂDİ-Yİ URENE:
Arafât ovasında bulunan bir vâdi.
Arefe günü Arafât'ın Vâdi-yi Urene denilen yerinden başka herhangi bir yerinde öğle ile ikindi namazlarından sonra vakfeye durmak, haccın farzlarındandır. (Mevkûfâtî)

VAHDÂNİYYET:
Allahü teâlânın zâtî sıfatlarından. Allahü teâlânın zâtında, sıfatlarında ve işlerinde tek olup, ortağı olmaması. (Bkz. Sıfat)
Vahdâniyyet sıfatı ve diğer zâtî sıfatların hiçbiri varlıkların hiçbirinde yoktur. Yalnız Allahü teâlâya mahsûsturlar. Bunların sonradan yaratılan varlıklara hiçbir sûrette bağlantıları yoktur. (Hâlid-i Bağdâdî)

VAHDET-İ VÜCÛD:
Sâlikin (tasavvuf yolunda bulunan kimsenin) muhabbetle zikir yapması esnâsında, Allahü teâlâdan başka her şeyi unutup, yalnız O'nu bilmesi hâli.
"Vahdet-i vücûd vardır. Her şeyde Allahü teâlâyı görüyoruz ve her şey O'dur" diyen tasavvuf büyükleri; her şey Allahü teâlâ ile birleşmiş, O, her şeyden ayrı değil, her şeye benzer, bu âlem ile berâber ve birlikte var oldu, işte O görünüyor gibi şeyl eri demek istemiyorlar. Böyle söylemek îmânı giderir. Allahü teâlâ mahlûkları (yarattıkları) ile birleşik değildir. Onların aynı değildir. Onlara benzer değildir. O, hep var idi, hep öyledir. O, hiçbir bakımdan mahlûklarına, yarattıklarına benzemez, O'nun varlığı lâzımdır. O'ndan başkası olsa da olur, olmasa da. O büyüklerin her şey O'dur demeleri, hiçbir şey yoktur. Yalnız O vardır. Her şey Allahü teâlânın yaratması ile meydana gelmiştir demektir. Tasavvuf büyükleri hâricde, eşyânın varlığını vehmî, hayâl olarak biliyor. Böyle vücûd devamlıdır.Yâni bizim vehmimizin yok olması ile yok olmaz. Âhiretin sonsuz hayâtını bu vücûda (varlığa) bağlı bilirler. Âlimler eşyâyı hâricde mevcud bilir, âhiretin sonsuz hayâtı, bu eşyâya göre olacaktır der. Bununla berâber eşyânın hâricde varlığını Hak teâlânın varlığı yanında zaif, kuvvetsiz, hattâ yok bilir. Görülüyor ki, her iki taraf da, eşyâya hâricde var diyor. Dünyâ ve âhiret işlerini, bu varlık üzerine kuruyor. Vehmin, hayâlin yok olması ile yok olmaz, diyor. Yalnız, sofiyye, bu varlığa vehmî diyor. Çünkü, bunlar, tasavvuf yolunda yükselirken, hiçbir şey görmüyor. Hak teâlânın varlığından başka, bir şey gözlerine görünmüyor. Âlimler ise, bunların varlığına vehmî demekten kaçınıyor, câhillerin, yanlış anlayıp, hayâlin yok olması ile, yok olur sanacaklarından ve ebedî sonsuz azâbı ve sevâbı inkâr etmelerinden korkuyorlar. (İmâm-ı Rabbânî)
Vahdet-i vücûd, tasavvufun ince mes'elelerindendir. Felsefecilerin akıllarına göre bahsettikleri vahdet-i vücûddan tamâmen başkadır. Çünkü, tasavvuftaki vahdet-i vücûd tatmakla anlaşılan bir hâldir.Bunu o yüksek makâma yükselenler bilir. Felsefeciler in bahsettiklerine gelince, o akl ile anlaşılan bir şeydir. (Abdülhakîm Arvâsî)

VÂHİD (El-Vâhid):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Zâtında benzeri olmamakta tek olan.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
(Habîbim!) De ki: Allah her şeyin yaratıcısıdır. (O'nun ortağı yoktur.) O, Vâhid'dir. Kahhâr (her şeye gâlib) dir. (Ra'd sûresi: 16)

VÂHİME KUVVETİ:
His organları ile anlaşılamayan, fakat duyulanlardan çıkarılabilen mânâları anlayan iç kuvvet.
Düşmanlık, doğruluk bir organla hissedilmez. Fakat dost, düşman olan kimse görülüp, hissedilince, bunlardan dostluğu ve düşmanlığı vâhime kuvveti anlar. Vâhime kuvveti olmasaydı, koyun kurdun düşmanı olduğunu anlamaz, ondan kaçmaz, yavrusunu da korumazdı. Vâhime kuvvetiyle anlaşılan mânâlar hâfıza ile saklanır. (Ali bin Emrullah)

VAHY (Vahiy):
Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını, peygamberlerine melek vâsıtasıyla veya vâsıtasız olarak bildirmesi.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
O (Muhammed aleyhisselâm) boş şey söylemez. Yalnız vahyedileni söyler. (Necm sûresi: 3)
Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını, îmânı ve ibâdet esaslarını, güzel ahlâkı içine alan ilâhî kitablara inanmak, dînimizin üçüncü temel şartıdır.Yüce Rabbimiz peygamberleri vâsıtası ile hepsini ilâhî kitablarda bildirmiştir. Allahü teâlâ bu ku tsal kitabları, bâzı peygamberlere melek vâsıtasıyla okutarak, bâzılarına ise yazılı olarak, bâzılarına da meleksiz işittirerek vahyetti. Allahü teâlâ tarafından vahyedilen bu ilâhî kitabların hepsi O'nun kelâmı (sözleri) dır. (M. Sıddîk Gümüş)

Vahy Kâtibi:
Peygamber efendimize gelen vahyi, O'nun emri ile yazan sahâbîlere verilen isim.
Eshâb-ı kirâm arasında kırk kadar vahiy kâtibi vardı.Meşhûr vahiy kâtibleri şu Sahâbîler idi: Hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Ömer, hazret-i Osman, hazret-i Ali, hazret-i Muâviye, Hâlid bin Velîd, Abdullah bin Zeyd, Zeyd bin Sâbit ve diğerleri. (İbn-i Hacer Askalânî)

Vahy-i Gayri Metlûv:
Allahü teâlâ tarafından peygamberlerin kalblerine bildirilen vahyi, peygamberlerin kendilerine âit kelimelerle yanındakilere bildirmesi. Hadîs-i kudsî. (Bkz. Hadîs)

Vahy-i Metlûv:
Cebrâil aleyhisselâmın, Allahü teâlâdan aldığı haberleri getirerek peygamberlere okuması.
Vahy-i metlûvun kelimeleri de, mânâları da Allahü teâlâdan gelmiştir. Kur'ân-ı kerîm vahy-i metlûvdur. (İmâm-ı Süyûtî)

VA'ÎD:
Allahü teâlânın azâb yapacağına söz vermesi.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Şimdi, benim dünyâda ve âhirette va'îdimden korkanlara va'z-u nasîhat et! (Kâf sûresi: 45)
Mekke müşriklerinden önceki kavimler, Peygamberlerini tekzîb ettiler (yalanladılar). Onlara va'îdim hak (vâcib) oldu. (Kehf sûresi: 14)
... Allah'ım, ey sağlam ipin ve dosdoğru işin sâhibi! Senden va'îd gününde, emniyet ve sonsuzluk gününde Cennet'ini dilerim. (Hadîs-i şerîf-Sünen-i Tirmizî)

VAKF (Vakıf):
1. Mükellef (akıllı, müslüman ve ergenlik çağına erişmiş)kimsenin kendi mülkü olan mütekavvim (belli, kıymetli ve dayanıklı)malının menfaatini (faydasını) hiçbir şarta bağlamadan, müslüman veya zımmî (gayr-i müslim vatandaş), bütün veya belli fakirle re bırakması. Vakfın çoğulu evkâftır. Vakfedene vâkıf, vakfedilen şeye mevkûf, vakfın menfaati kendisine bırakılana mevkûfun aleyh, yapılan sözleşmeye de vakfiye denir.
Vakf dünyâda insanlara ihsân (iyilik) ve ikrâm etmek, âhirette de sevâb kazanmak gâyesiyle kurulur. Vakf, ibâdet değil, kurbettir. Yâni sevâb kazanmak niyeti ile yapılan mubâh bir iştir. (İbn-i Âbidîn)
Abdullah ibni Ömer buyurdu ki: Babam Ömer (r.anh) Hayber topraklarındaki mülkü olan bahçesini, tasadduk etmek yâni sadaka olarak vermek istiyordu. Peygamber efendimize ne yapmasını sormuştu. Peygamber efendimiz: Mülkünü vakıf yoluyla sadaka et ki satılmasın, hîbe edilmesin, mîrasçılara kalmasın ancak gelirleri veya mahsûlü hayır işlerine harcansın" buyurdu. Babam da böyle yaptı. O bahçenin mahsûlü Allah yolunda harbedenlere, köle âzâd etmeye, misâfirlere ve yolculara, yolda kalmışlara, bahçeyi i şleyenlere ve idâre edicilerine harcandı. (İbn-i Âbidîn)
2. Kırâatte yâni Kur'ân-ı kerîm okurken duracak yerde durmak, kelimeyi kendisinden sonra gelenden ayırmak.
Zellet-ül kârinin (yanlış okumanın) biri de, vakıf ve geçilecek yerde olur. Bu şekilde hatâda, mânâ değişse de namaz bozulmaz. (Alâüddîn-i Haskefî)

VAKFE:
Durma; haccın farzlarından olup, Arefe günü Arafat'ta öğle ve ikindi namazından sonra bir miktar durmak.
Vakfe, Arafat'ın Vâdi-yi Urene denilen yerinden başka herhangi bir yerinde yapılır. (İbn-i Âbidîn)

VÂKIA SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin elli altıncı sûresi.
Vâkıa sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). Doksan altı âyet-i kerîmedir. İsmini ilk âyette geçen Vâkıa kelimesinden alır. Sûrede, kıyâmet ve âhiret hâllerinden, Cennet ve Cehennemden vb. konulardan bahs edilmektedir. (Senâullah Dehlevî, Râzî)
Vâkıa sûresinde meâlen buyruldu ki:
Îmânları ileri olanlar, Allahü teâlâya yaklaşmakta olanlardır. Bunların hepsi mukarreblerdir. (Âyet: 10)
Kim her gece Vâkıa sûresini okursa, ona fakirlik aslâ isâbet etmez. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)

VÂKI'ÂT HABERLERİ:
Hanefî mezhebinde, üç imâmdan (İmâm-ı a'zam, İmâm-ı Yûsuf ve İmâm-ı Muhammed'den) bildirilmiş olmayıp, bunların talebelerinin ve talebesi talebelerinin ictihâd ettikleri, bildirdikleri hükümler.
Hanefî mezhebinde vâkı'ât haberlerini ilk toplayan Ebü'l-Leys Semerkandî olup, Nevâzil kitabını yazmıştır. (İbn-i Âbidîn)
Hanefî mezhebinde namazda hareketsiz olmak lâzım olduğundan, otururken parmakla işâret edilmez. Vâkı'ât haberlerinde böyle bildirilmektedir. (İbn-i Âbidîn)

VÂKIF:
1. Mülkü olan belli ve kıymetli malının menfaatini bir şarta bağlamadan müslüman veya zımmî (gayr-i müslim vatandaş) bütün veya belli fakîrlere Allah rızâsı için terkeden kimse. (Bkz. Vakf)
Vâkıfın müslüman, hür, akıllı ve bâliğ yâni ergenlik çağına ulaşmış olması lâzımdır. (İbn-i Âbidîn)
Şart-ı Vâkıf (Vâkıfın koyduğu şart), nass-ı şârî (din sâhibinin koyduğu kânun) gibidir. (İbn-i Âbidîn)
2. Bir işten haberi olan.
Meşveret olunan kimsenin vâkıf olmadığı şeyi veya vâkıf olduğunun aksini söylemesi günâhtır. Hatâ ile söylemesi günâh olmaz. (M. Hâdimî)
3. Arafât'ta vakfeye duran.

VAKT (Vakit):
1. Namazın dışındaki farzlardan birisi.
Namazın dışındaki yedi farzdan birisi olan vakt üç şeyle tamam olur.
1) Her namazın vaktinin evvelini bilmekle,
2) Her namazın âhir (son) vaktini bilmekle,
3) Namazı mekrûh olan vakte vardırmamakla. (Muhammed bin Kutbüddîn İznikî)
Farzları vaktinde sünnetlerle birlikte kıl. (Fakîrullah)
Beş vakt namazı, vakitleri girer girmez kılmalıdır. Yalnız yatsı namazını kış aylarında gecenin ilk üçte birine kadar geciktirmek müstehabdır. (İmâm-ı Rabbânî)
2. Zaman
Kim vaktini câmide geçirmeyi âdet ederse, Allahü teâlâ da ona ülfet eder (onu himâyesine alır) . (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Vakitleri çok kıymetli ganîmet bilmelidir. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem "Yârın yaparım diyen helâk oldu" buyurdu. (İmâm-ı Rabbânî)
Vakt insanı havanda gibi döğer, ezer. (Üstâd Ebü'l-Kâsım)
Vakt keskin bir kılıç gibidir.Kıymetli ve şerefli şeylere sarfetmek gerektir. (Muhammed Ma'sûm Fârûkî)

VÂLÎ (El-Vâlî):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her şeyin mâliki (sâhibi), yaratıcısı, bütün işler tasarrufunda olan, her şey O'nun irâdesi, hükmü ile olan.
El-Vâlî ism-i şerîfini söyleyen, yıldırım ve başka âfetlerden kurtulmuş olur. (Yûsuf Nebhânî)

VALLÂHÎ:
Allahü teâlâya yemin ederim mânâsına, bir sözün, niyyetin, bir işi yapmak veya yapmamak arzûsunun kuvvetli olduğunu gösteren, söylendiği şeye aykırı hareket edildiğinde, yemin keffâreti lâzım gelen sözlerden birisi.
Yemin yalnız Allahü teâlânın isimleri ile olur. Başka şeylerle, müslüman yemîni olmaz. Allahü teâlânın isimleri ile yemîn ya harf ile veya kelime ile olur. İsmin başında be, te, ve harflerinden biri söylenip, ismin sonu esre okunursa, yemin olur. Mes elâ billahî, tallahî, vallâhî demek gibi. Birisi hakkında "Vallâhî dövmeyeceğim" diye yemîn eden kimse, bir kerre döğerse yemîni bozulur, keffâret denen cezâyı verir ve yemin biter. İkinci defâ döğerse bir daha keffâret vermez. (Alâüddîn Haskefî)

gülgüzeli 01-02-2008 06:01 PM

Cevap : =>İslami Sözlük
 
TEHİYYÂT (Tahiyyât):
Namazın ka'delerinde yâni birinci ve ikinci oturuşlarında okunan Ettehiyyâtü duâsı.
Son rek'atte otururken, tahiyyât okumak namazın vâciblerindendir. Üç ve dört rek'atli namazların ikinci rek'atinde otururken, tahiyyât okumak ise sünnettir. (Halebî)
Son rek'atte tahiyyât okuyacak kadar oturmak farzdır. (İbn-i Âbidîn)
Tahıyyâtın mânâsı; yapılan bütün tâzimler, hürmetler ve ibâdetler Allahü teâlâya mahsustur ve ey Muhammed aleyhisselâm! Selâmet ve Allah'ın rahmeti ve bereketi senin üzerine olsun. Selâmet bizim üzerimize ve bütün sâlih kulların üzerine olsun. Ben şe hâdet ederim ki Allahü teâlâdan başka, kendisine ibâdet edilip, tapınılacak ilâh yoktur ve Muhammed aleyhisselâm Allahü teâlânın kulu ve peygamberidir. (Harputlu İshâk Efendi)

TEHİYYET-ÜL-MESCİD:
Mescide girince, oturmadan önce, mescidin sâhibine yâni Allahü teâlâya ta'zîm ve hürmet için kılınan iki rek'at nâfile namaz.
Câmiye girenin tahiyyet-ül-mescid olarak iki rek'at namaz kılması, söz birliği ile sünnettir. Sesli Kur'ân-ı kerîm okunuyorsa tehiyyet-ül-mescid namazı kılınmaz. (Hamevî)
Mescide girdiği esnâda kılınan farz veya sünnet ile tehiyyet-ül-mescid sevâbı dahi hâsıl olduğu gibi, abdesti müteâkib (sonra) kılınan farz veya sünnet ile de bu fazîletler meydana gelir. (M.Zihni Efendi, İbn-i Âbidîn)

TEHLÎL:
"Lâ ilâhe illallah (Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur)" sözünü söylemek.
Tesbîh (sübhânallah), tehlîl ve takdîse (Allahü teâlânın büyüklüğünü, yüceliğini, noksan sıfatlardan uzak olduğunu söylemeye) devâm edin. Bunlardan gaflet etmeyin. Şaşırmamak için parmak uçları ile hesâb edin.Zîrâ onlar, kıyâmet gününde sorguya çekilir ve şehâdet ederler. (Hadîs-i şerîf-Ebû Dâvûd ve Tirmizî)
İnsan için boş sözlerden kaçıp, tesbîh (sübhânallah) ve tehlîle devâm etmek, daha hayırlıdır. Öyle olur ki, Allahü teâlâ, onun karşılığında Cennet'te bir köşk verir. (İmâm-ı Gazâlî)
Hacca giden kimse, Safâ tepesine çıkınca, Kâbe'ye döner; tekbir (Allahü ekber), tehlîl ve salevât getirir. Sonra, iki kolunu omuz hizâsında ileri uzatıp ve avuçlarını semâya doğru açıp duâ eder. (Ebû Bekr Ali)
Fısk meclislerinde (günah işlenen yerlerde), alay edenler arasında tesbîh (sübhânallah), tehlîl, zikr (Allahü teâlâyı anma), tekbîr (Allahü ekber), hadîs ve benzerlerini okumak günâhtır. (Halebî)

TEKÂSÜR SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin yüz ikinci sûresi.
Mekke'de nâzil oldu (indi). Sekiz âyettir. Tekâsür, çokluk ve çoklukla övünmek demektir. Sûrede, insanların âhiret günü Cehennem'i görecekleri ve suâle tâbi olacakları bildirilmektedir. (Râzî, Kurtubî)
Tekâsür sûresinde meâlen buyruldu ki:
O gün dünyâda kazanıp harcadığınız nîmetlerden hesâba çekileceksiniz. (Âyet: 8)
Tekâsür sûresini okuyan kimse, bin âyet okumuş gibi olur. (Hadîs-i şerîf-Feth-ül-Kadîr)

TEKÂYÂ:
Tekkeler. Tekkenin çoğulu. (Bkz. Tekke)

TEKBÎR:
1. Allahü teâlâyı yüceltmek, noksan sıfatlardan, şirkten (ortağı bulunmaktan), yarattıklarına benzemekten tenzîh etmek, uzak tutmak.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Ey örtüye bürünen Muhammed! Kalk da (kâfirleri, Allahü teâlânın azâbı ile) korkut! Rabbini tekbîr et! Giydiklerini temiz tut! Haram edeceğim şeylerden sakın! Yaptığın iyiliği çok görerek başa kakma! Rabbin için sabret! Sûr'a üfürüldüğü zaman, kâfirlere çok sıkıntılı bir gündür. Onlara kolaylık yoktur... (Müddessir sûresi: 10)
2. "Allahü teâlâ büyüktür. Kullarının ibâdetlerine muhtâç değildir. İbâdetlerin O'na faydası yoktur" mânâsına "Allahü ekber" sözü.
Farz namazdan sonra otuz üç tesbîh (sübhânellah), otuz üç tahmîd (Elhamdülillah), otuz üç tekbîr ve bir de tehlîl (Lâ ilâhe illallah) söyleyiniz! (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)
Her namazdan sora otuz üç kere sübhânellah, otuz üç kere el-hamdülillah, otuz üç kere (tekbîr) Allahü ekber deyip, lâ ilâhe illallahü vahdehû lâ şerîke lehu lehülmülkü velehül hamdü ve hüve alâ külli şey'in kadîr, demek sûretiyle yüzü tamamlayan kimsenin günâhları deniz köpüğü kadar olsa da af olunacaktır. (Hadîs-i şerîf-El-Envâr li-A'mâl-il-Ebrâr)
Tekbîr kelimesi, Allahü teâlânın, kullarına yaptığı şükürlerden çok yüksek olduğunu, O'na yakışan şükür yapılamıyacağını ifâde etmektedir. (Ahmed Fârûkî)
3. Ramazan ve Kurban bayramlarında okunan; "Allahü ekber, Allahü ekber. Lâ ilâhe illallahü vallahü ekber, Allahü ekber ve lillâhil-hamd" sözü. Buna Teşrîk tekbîri de denir. (Bkz. Teşrîk Tekbîri)

Tekbîr-i Tahrîme:
Tahrime Tekbîri. Namaza dururken "Allahü ekber" demek. Buna, iftitah (namaza başlama) tekbîri de denir.
Tahrîme tekbîri, namazın şartlarından yâni dışındaki farzlarındandır. Kadınlar iki ellerini omuz hizâsına kaldırır, sonra tekbîr-i tahrîmeyi söyler. Sonra sağ eli sol elin üstünde olarak, göğüse kor. Bilek kavramazlar. AAAllahü veya ekbaaar gibi uzun söylenirse, namaz olmaz. İmâmdan önce ekber denirse, namaza başlanmış olunmaz. (İbn-i Âbidîn)

Tekbîr-i Zevâid:
Bayram namazlarında birinci rek'atte Sübhâneke'den sonra üç, ikinci rek'atte zamm-ı sûreyi okuyup rükûa gitmeden önce de üç kerre olmak üzere alınan altı vâcib tekbir. Zevâid tekbiri.
Tekbîr-i zevâid bayram namazlarında şöyle alınır. Birinci rek'atte Sübhâneke'den sonra söylenir. Bu sırada eller üç defâ kulaklara kaldırılıp, birinci ve ikincide, iki yana uzatılır, üçüncüde göbek altına bağlanır. İkinci rek'atte ise, Fâtiha ve zamm -ı sûre okunduktan sonra, rükûa gitmeden, ayakta iken yine üç tekbir alınır. İki el yine kulaklara kaldırılır, eller üçünde de yanlara bırakılır. Namaza âit olan dördüncü tekbirde elleri kulaklara kaldırmayıp, rükûa gidilir. (Halebî-i Kebîr)

TEKEBBÜR:
Kibir sâhibi olma, büyüklenme, kibirlenme, kendini büyük gösterme.
Allahü teâlâ tevâdu' üzere olmağı bana emr eyledi. Hiçbiriniz, hiçbir kimseye tekebbür etmeyiniz. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Tevâdu' (alçak gönüllülük) gösteren azîz olur, yükselir. Tekebbür eden zelîl olur. (Hazret-i Ömer)
Allahü teâlâ; "Tekebbür edenleri sevmem, tevâdu' edenleri severim" buyuruyor. Âciz, elinden bir şey gelmeyen zavallı insana bunlardan hangisini yapmak yakışır?Aklı başında olan, kendini ve Rabbini tanıyan kimse, hiç tekebbür edebilir mi? İnsan aşağıl ığını, âcizliğini, Rabbine karşı her an izhâr etmek (göstermek) mecbûriyetindedir. Bunun için her an, her yerde aczini göstermesi, tevâdu' üzere bulunması lâzımdır. Tekebbür etmek harâmdır.Tekebbür, Allahü teâlânın bir sıfatıdır. Kibir ve kibriyâ sıfatı, O'na mahsustur. İnsan nefsini ne kadar aşağılarsa, Allah indinde kıymeti o kadar artar. Kendine kıymet verenin, Allahü teâlâ indinde kıymeti olmaz. (Muhammed Hâdimî)
Mal, evlâd, mevki ve rütbe ile tekebbür etmek insana hiç yakışmaz. Çünkü bunlar, kendinde bulunan üstünlükler değildir. Gelip geçen, kendinde kalmayan, insandan çabuk ayrılan şeylerdir. (M. Hâdimî)
Tekebbür edene tekebbür sadakadır. (İmâm-ı Rabbânî)

TEKFÎN:
Kefenleme.
Ensârdan (Medîneli müslümanlardan) bir genci Cehennem korkusu yakaladı. Hattâ bu korkudan sokağa bile çıkamaz oldu. Peygamber efendimiz bu gencin ziyâretine gitti ve genci kucakladı. Daha sonra bu genç vefât etti. Peygamber efendimiz buyurdu ki: "Bunun techîz ve tekfînine bakın. Zîrâ Cehennem korkusundan ödü çatlamıştır." (Hadîs-i şerîf-İhyâ)

TEKFÎR:
Bir kimseye küfr, îmânsızlık nisbet etmek, kâfir demek.
Küfre sebeb olan sözler ve hareketler çoktur. Bir kimsede küfre sebeb olan iş veya söz görülünce, hemen tekfîr etmemelidir. Küfrü irâde ettiği, istediği açıkça anlaşılmadıkça sû-i zan (kötü zan) etmemelidir. Bir kimsenin bir işinde veya sözünde doksa n dokuz küfr ihtimâli olsa, bir tâne de îmân ihtimâli olsa, bu kimse tekfîr edilmez. Müslümana hüsn-i zan edilir, hakkında iyi zan beslenir. (Kutbüddîn İznikî)

TEKKE:
Tasavvufun yâni İslâm ahlâkı ilminin ve diğer dînî ilimlerin öğretildiği ve tatbik edildiği yer. Dergâh ve zâviye de denir.
Tekke ilk defâ, Kûfeli Ebû Hâşim adına hicrî ikinci asır sonlarına doğru, Şam yakınlarındaki Remle'de kuruldu. (Ebû Nuaym)
Tekkelerde yetişenlerden Zünnûn-i Mısrî, Ahmed Yesevî, Hallâc-ı Mensûr, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Yûnus Emre, Erzurumlu İbrâhim Hakkı gibi sayısız büyük velîler, yaşadıkları asırlara, eserleri ve yaşayışlarıyla mühürlerini vurmuşlardır. Bu büyükler, insanlık târihinin şeref levhalarıdır. (Yeni Rehber Ansiklopedisi)

TEKMÎL MAKÂMI:
Olgunlaştırmak, tamamlamak, kemâle erdirmek makâmı. Tasavvufta başkalarını yetiştirebilmek derecesine ulaşma.
Tasavvuf yolunda nihâyete kavuştuktan sonra geriye dönenler, irşâd (öğretme, yetiştirme) ve tekmîl makâmına kavuşur. Allahü teâlânın kullarını dâvet için, onlara faydalı olmak için Hak'tan halka dönerler. (İmâm-ı Rabbânî)

TEKVÎN:
"Yaratmak" mânâsına Allahü teâlânın subûtî sıfatlarından.
Allahü teâlânın sübûtî (zâtında bulunmakla birlikte başka varlıklarda da sınırlı olarak bulunan) sıfatları sekiz tânedir. Bunlar; hayât (diri olmak), ilim (bilmek), semi' (işitmek), basar (görmek), kudret (gücü yetmek), irâde (istemek), kelâm (söylem ek) ve tekvîndir. Bu sekiz sıfata sıfât-ı hakîkiyye denir. (İmâm-ı Rabbânî)
Allahü teâlâ hakkında bizlere bilmesi vâcib olan sıfât-ı sübûtiyyeden bir tânesi de tekvîndir. Allahü azîm-üş-şân hâlıktır, yaratıcıdır. Her şeyi yoktan var eden, yaratan O'dur. O'ndan başka yaratıcı yoktur. O'ndan başkası için yarattı demek küfr olu r. İnsan bir şey yaratamaz. (Kutbüddîn İznikî)
Ehl-i sünnet âlimleri (Peygamber efendimizin ve Eshâbının yolunda bulunan âlimler) buyuruyorlar ki: "Allahü teâlâ, ilim gibi, kudret gibi bütün sıfatlarından kullarına biraz ihsân buyurmuştur. Fakat yalnız üç sıfatı kendine mahsûstur. Bu üç sıfatı Ki briyâ (büyüklük), Ganî olmak (başkalarına muhtâç olmamak, her şey O'na muhtâç olmak) ve Tekvîn sıfatlarıdır." (İmâm-ı Rabbânî)

TEKVÎR SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin seksen birinci sûresi.
Tekvîr sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). Yirmi dokuz âyet-i kerîmedir. Birinci âyet-i kerîmede geçen ve güneşin dürülüp, ziyâsının (ışığının) gitmesi mânâsına olan Tekvîr kelimesi, sûreye isim olmuştur. Sûrede, kıyâmetin kopmasına dâir on iki önemli hâdise bildirilmektedir. (Râzî, Senâullah Dehlevî)
Tekvîr sûresinde meâlen buyruldu ki:
Güneşin karardığı, yıldızlar yerlerinden ayrılıp döküldükleri ve dağların dağılıp saçıldıkları zaman... Her nefis, hayır ve şerden ne hazırlamışsa artık hepsini görüp bilecektir. (Âyet: 1-3, 14)
Kim kıyâmet gününe, sanki gözleriyle görüyormuş gibi bakmak isterse, Tekvîr, İnfitâr ve İnşikâk sûrelerini okusun. (Hadîs-i şerîf-Nesâî)

TELBİYE:
"Lebbeyk, Allâhümme lebbeyk, lebbeyk lâ şerîke leke lebbeyk. İnnel hamde ven-ni'mete vel-mülke lâ şerîke leke" sözlerini söylemek. (Bkz. Lebbeyk)
Erkekler hac ve umre için ihrâmda bulunduğu müddetçe, arkadaşları ile karşılaştığı vakitte, toplantı yerlerinde, tepelere yükselip, vâdilere indikte, vâsıtaya biniş ve inişlerde yüksek sesle telbiye okur. Kadınlar telbiyeyi hafif sesle söyler. (Saîdüddîn Fergânî)

TELFİK:
Helâl ve harâm, emir ve yasak, ibâdet ve tâatte, belli bir mezhebin hükümlerine uymayıp, mezheblerin hükümlerinden kolay olanı yapma ve karıştırma.
Bir ibâdeti veya bir işi yaparken, birkaç mezhebi telfik etmek, dört mezhebden çıkmak ve beşinci bir mezheb meydana getirmek olur. Bu iş, karıştırmış olduğu mezheblerin hiçbirine göre sahîh (doğru) olmaz, bâtıl (geçersiz) olur. Dîni oyuncak yapmış ol ur. (Abdülganî Nablüsî)
İşlerini, mezhebleri telfik ederek yapmak câiz değildir. Çünkü böyle yapmak İslâmiyet'in dışına çıkmak olur. (İmâm-ı Ebü'l-Hasen Subkî)

TE'LÎF:
Başkalarının sözlerini kendine mahsus bir sıra ile toplayıp kitâb hâline getirme.
Kalp ve rûh ilimlerinin mütehassısları ya kitab tasnîf ederler veya te'lif ederler. Tasnif demek, bir ârifin kendine bildirilen ilimleri, esrârı, dereceleri yazmasıdır. Böyle olan tasnif çok zamandan beri dünyâdan kalktı. Yalnız te'lif kaldı. Fakat İ mâm-ı Rabbânî'nin (k.sirruh) yazıları doğrusu tasniftir. Te'lif değildir. (Muhammed Hâşim Kişmî)

TEL'İN:
Lânetleme, lânet etme. Bir kimsenin Allahü teâlânın rahmetinden uzak olmasını dileme. (Bkz. Lânet)

TELKÎN:
Definden sonra meyyitin (vefât edenin) yüzüne karşı ayakta durarak okunan, kabir suâllerini ve cevaplarını bildiren sözler.
Mevtânıza (ölülerinize) telkîn ediniz. (Hadîs-i şerîf-Nî'met-i İslâm)
Definden sonra telkîn vermek sünnettir. (İbn-i Âbidîn)
Telkîn özetle şöyledir: "Ey falan kişi! Bil ki bu kabir senin dünyâya âit son, âhirete âit ilk konağındır. Artık bu fânî dünyâdan ayrılıp sonsuz âleme göçtün. Şimdi sana Münker ve Nekir adında iki melek gelecek. Korkma, mahzûn olma. Onlar Allahü teâl â tarafından gönderilmiştir. Münker ve Nekir sana; "Rabbin kim? Peygamberin kim? Dînin nedir? Kitâbın nedir? Kıblen neresidir? Îtikâdda mezhebin nedir?" diye sorarlar. Onlara; "Rabbim Allahü teâlâ. Peygamberim Muhammed aleyhisselâm. Dînim İslâm. Kitâ bım Kur'ân-ı kerîm. Kıblem, Ka'be-i şerîftir. Îtikâdda mezhebim, Ehl-i sünnet ve'l-cemâattir." diye cevap ver. Bil ki, ölüm haktır, kabir haktır, Münker ve Nekirin süâlleri haktır, haşr, neşr, hesap, mîzân (terâzî), sırât haktır. Mü'minler için hazırlanmış olan Cennet ve inanmayanlar için hazırlanan Cehennem haktır, gerçektir.
Yâ Rabbî! Bu kişiyi doğru cevap vermeye kâdir eyle. Eğer sâlih, iyi bir kimse ise, ona ihsânını ziyâde eyle, arttır. Eğer günahkâr ise, onu mağfiret eyle, affet. Âmîn." (Kutbüddîn İznikî)

TELVÎN:
Tasavvuf yolundaki talebenin kalbinde meydana gelen değişik haller.
Kıymetli kardeşim Hâfız Mahmûd'un şerefli mektûbu geldi. Hâllerinin telvînlerinden bir şeyler yazmışsınız. Bu yolun başında da sonunda da sâlikler (tasavvuf yolcuları) hâllerin telvîninden kurtulamazlar. (İmâm-ı Rabbânî)

TEMELLUK:
İfrât (aşırı) derecede tevâzû.
Temelluk, müslüman ahlâkından değildir. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Adiy)
Temelluk ancak üstâda ve tabibe karşı câizdir. Başkalarına karşı câiz değildir. (M. Hâdimî) Muallim ile tabîbe, Temelluk etmek lâzımdır. Tabîbin tedâvisine, Ve te'allüme (öğrenmeye) hâdimdir.
(M. Hâdimî)

TEMENNÎ:
Sebebe yapışmadan, gerekli çalışmayı yapmadan, Allahü teâlâdan bir şeyin olmasını dileme.
Temennî insanı tembelliğe götürür. Recâ (sebebine yapıştıktan sonra o işin olmasını beklemek) ise, çalışmaya sebeb olur. (Muhammed Hâdimî)
Müslüman temennî sâhibi değildir. Çalışır, sebeplere yapışır, ondan sonra Allahü teâlâya tevekkül eder (her şeyi O'ndan bekler). (Mustafa Sabrî)

TEMETTU' HAC:
Hac günlerinden önce umre için ihrâma girip ve bu umre yapıldıktan sonra memleketine dönmeden, tekrar ihrâma girerek yapılan hac. Hacc-ı Temettû'. (Bkz. Hac)
Temettû' hac sevâbı, ifrâd haccından çoktur. (İbn-i Âbidîn)

TEMÎME:
Bir sebeb, vesîle olarak görülmeyip, doğrudan te'sir edeceğine ve bir zararı def edeceğine inanılarak yapıldığı için, dînen şirk (Allahü teâlâya ortak koşmak) sayılan, mânâsı bilinmeyen ve küfre (îmânın gitmesine) sebeb olan şeyleri okumak.
Temîme ve tivele (muhabbet hâsıl etmek için okumak veya üzerinde bir şey taşımak) şirktir. (Hadîs-i şerîf-En-Nihâye)

TE'MÎNÂT:
Güven ve garanti vermek. (Bkz. Emân)

TEMKÎN:
Tasavvufta değişmekten, hâlden hâle geçmekten kurtulup, huzur ve sükûna kavuşma.
Kalb, telvinden (değişik hallerden), hâllere kul olmaktan kurtulmuş ve temkîn makâmına yetişmiş ise, hâller artık nefse gelir. (İmâm-ı Rabbânî)
Temkîne eren kimse üstünlerin üstünü olur. (Mevlânâ Hâce Emkenegî)

Temkîn Zamânı:
Güneşin doğuş, batış vakti ve namaz vakti hesapları yapılırken, vakitlere eklenen veya çıkarılan zaman miktârı. Bu vakitler hesâb edilirken deniz ve ova gibi düz yerlerde güneş merkezinin hakîkî ufkun altına inmesi esas alınır. Hâlbuki o yerin en yük sek tepesinde bulunan bir kimsenin gördüğü ufuktan (zâhirî ufuk) güneşin üst kenarının batması veya doğması mûteberdir. Bu ikisi arasında güneşin yarı çapı, bulunan yerin inhitât-ı ufku (ufuk alçalması), güneş ışıklarının kırılması ve güneşin paralaksı kadar fark vardır ki bu farka temkin denir. Temkin zamânı, enlem derecesine, mevsimlere ve yüksekliğe göre değişirse de Türkiye için ortalama 10 dakikadır.
Güneş tepede iken yâni öğle namazının vaktinden temkin zamânı kadar evvel olan zaman içinde her namazı kılmak haramdır. (Ahmed Ziyâ Bey)
Temkîn zamânı değiştirilemez. Temkîn zamânı azaltılırsa, öğle ve daha sonraki namazlar vakitlerinden evvel kılınmış olur. (M. Sıddîk Gümüş)

TEMLÎK:
1. Mülk olarak vermek.
Zekât vermek, malı müslüman fakire temlik etmekle olur. (İbn-i Âbidîn)
Devamlı hasta veya çok yaşlı olup altmış gün keffâret orucunu tutamaz ise, altmış fakiri bir gün sabah akşam doyurur. Altmış günlüğü bir fakire, bir günde toplu verirse, bir günlük vermiş olur. Altmış fakiri sabah, altmış başka fakiri de akşam doyuru rsa, sabah doyurduklarını akşam veya akşam doyurduklarını sabah bir daha doyurmalıdır. Yâhut bunlardan altmışının her birine Sadaka-i fıtır miktârı mal temlîk eder. (Kâşânî, İbn-i Âbidîn)
2. Erkeğin, talak (boşama) hakkını zevcesine (hanımına) vermesi.
Temlik haberini başkası ile veya mektubla zevceye ulaştırma hâlinde zevce, haberi aldığı mecliste kendini boşayabilir. (Ahmed Zühdü)

TEMYÎZ:
İyiyi kötüden ayırt etme. Bir kimsenin (meselâ çocuğun), satın alınan malın mülk olacağını ve satınca mülkten çıkacağını anlaması. İyiyi kötüden ayırt edebilene mümeyyiz denir.
Temyiz sâhibi olmayan çocukların bütün sözleşmeleri bâtıldır (geçersizdir). Temyiz sâhibi olan çocuğun zararlı olan işlerdeki sözleşmeleri, velîsi izin verse bile sahih (geçerli) değildir. Talâk vermesi, köle âzâd etmesi, birine borçlu olduğunu söyle mesi, ödünç, sadaka hediye vermesi böyledir. (Ali Haydar Efendi)
Bunamış ihtiyarlar da temyiz sâhibi çocuk gibidir. Alış-verişlerini velîleri isterse kabûl, isterse red eder. Bir malı veya canı telef ederlerse öderler. (Ali Haydar Efendi)

TENÂSÜH:
Ölen kimsenin rûhunun başka bir bedene geçtiğine dâir, bâtıl, asılsız bir inanış. Bilhassa, Hindûlar ve geçmiş milletler arasında yaygın idi.
Tenâsüh, îmânı giderir, Tenâsüh vardır diyen, İslâm dînine inanmamış olur. Yâni müslümanlıktan çıkar. Rûhların, cisim şekil alarak iş görmelerini, bâzı kimseler tenâsüh sanmıştır. Hâşâ ve kellâ (aslâ), hiç tenâsüh değildir. Yâni ruhlar, başka bir bed ene girmemiştir. Bu hâl, birçok câhillerin ayaklarının kaymasına sebeb olmuştur. (İmâm-ı Rabbânî)
Derezîlerin (Fâtımî hükümdârı Hâkim biemrillah'ın ilâh olduğuna ve onun vezîri Hamza'nın imâmlığına yâni peygamberliğine inananların) îmânları bozuktur. Tenâsühe inanırlar. Şaraba ve zinâya helâl derler. Öldükten sonra dirilmeye, namaza, oruca ve hac ca inanmazlar. (İbn-i Âbidîn)
Şeytanlar, diri insanın içine de girer. İnsanın his ve hareket sinirlerine de te'sir eder, hareket ve ses hâsıl ederler. İnsanın bundan haberi olmaz. Vaktiyle Roma'da ve Peşte'de, son zamanlarda Adana'da konuşan çocuk ve hastalar görülmüştür. Bunları konuşturan cin, uzak memleketlerdeki veya eski zamanlardaki şeyleri söylediklerinden, bâzı kimseler bu çocukların iki rûhlu olduğunu veya başka insanın rûhunu taşıdığını yâni tenâsüh sanmıştır. Böyle zannetmenin yanlış olduğunu dînimiz açıkça bildirmektedir. Cinler putun yâni heykelin içine girip de konuşurlardı. Peygamberimizin sallallahü aleyhi ve sellem dünyâyı teşrîf ettiği, İslâmiyet'in başladığı, birçok putlardan işitilmişti. Bu sözleri duyup, çok kimsenin müslüman olduğu Mir'ât-ı Mekke târih kitâbında yazılıdır. Abdülhakîm Arvâsî)

TENEŞİR:
Serîr; ölünün yıkandığı masa şeklindeki dört ayaklı uzun tahta zemin.
Teneşir (serîr) etrâfında önce buhur yakılıp üç defâ dolaştırılır. Beş defâ da olur. Buhur bir ottur. Buna öd ağacı talaşları ve günnük denilen ağacın zamkı da karıştırılıp bir kap içindeki ateş üzerine konur, bu kap, teneşir etrâfında dolaştırılır. (Halebî, Tahtâvî)
Cenâze, örtülü olarak, tütsülenmiş teneşir üzerine, sırt üstü veya kolay gelen şekilde yatırılır. Göbek ile diz arası örtülü olarak yıkanır. Teneşir üzerinde kıbleye karşı yatırmak sünnettir. (İbn-i Âbidîn)

TENZÎH:
Allahü teâlâyı, şânına lâyık olmayan şeylerden, her türlü eksik ve noksanlıklardan uzak tutmak.
Kim her gece yatarken; "Sübhânallahi velhamdülillahi velâ ilâhe illallahü vallahü ekber" diye yüz defâ okursa, tenzîh, tesbih, hamd ve tekbir söylemiş olur. Bunu çok okumakla, kusurlarının, günâhlarının affedilmesini istemiş olur. (Ahmed Fârûkî)

TENZÎHEN MEKRÛH:
Yasak olmasına kuvvetli, açık bir delil, senet bulunmayıp, yapılması iyi olmayan şeyler.
Dinde müekked, kuvvetli olmayan sünnetleri ve müstehabları yapmamak tenzîhen mekrûhtur. Tenzîhen mekrûhu işleyene azâb olmaz. Fakat ısrarla yapmaya devâm ederse, azâb olunmaya ve ibâdetlerin sevâbından mahrûm kalmaya sebeb olur. (Muhammed bin Kutbüddîn İznikî)
Dünyâ nîmetleri için gıbta etmek tenzîhen mekrûhtur. (M. Hâdimî)
Namazda gözleri yummak tenzîhen mekrûhtur. Zihin dağılmasın diye yumulursa mekrûh olmaz. (İbn-i Âbidîn)

TENZÎL:
İndirmek, indirilmek; Allahü teâlâ tarafından indirilen kitab, Kur'ân-ı kerîm. İnzâl kelimesinde bir defada indirmek mânâsı bulunduğu halde, tenzîlde azar azar indirme mânâsı vardır. Kur'ân-ı kerîm Levh-i mahfûzdan Beyt-ül-izze (Kur'ân-ı kerîmin bir bütün hâlinde indirildiği ve dünyâ semâsında bulunduğu rivâyet edilen yer) denilen makâma topluca indirilmiştir ki, buna inzâl, buradan Peygamber efendimize vahy yoluyla parça parça indirilmiştir ki, buna da tenzîl denir.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Kur'ân-ı kerîm, Allahü teâlânın tenzîlidir. (Yâsîn sûresi: 5)

TERAKKÎ:
1. İlim, fen ve san'atta yükselme, ilerleme.
Allahü teâlâ, İslâm dînini, hayâtın yürümesini, ihtiyâçların değişmesini karşılayacak, terakkîleri sağlayacak esaslar üzerine kurmuştur. (M. Sıddîk Gümüş)
Müslümanlar İslâmiyet'e yapışıp bağlandığı müddetçe terakkî etmişler, İslâmiyet'ten uzaklaştıkça da, zelîl ve hakîr olmuşlardı. (Nur Muhammed Bedevânî)
2. Mânevî ilerleme, rûhen yükselme.
Kur'ân-ı kerîm okuyarak, Allahü teâlâya yaklaşmaya uğraşınız. Evliyâların kabirlerini ziyâret ediniz. Onlara teveccüh edince (kalb ile yönelince) çok terakkî edilir. (Abdullah-ı Dehlevî)
Rûh da, melekler de terakkî etmez. Yaratıldığı mertebede kalır. Rûh bu beden ile birleşince, terakkî etmek hâssasını (özelliğini, yeteneğini) kazanır. (Ali bin Emrullah)
Terakkî; verâ ve takvâ yâni haramlardan ve şüphelilerden sakınmakla olur. (İmâm-ı Rabbânî)

TERÂVİH NAMAZI:
Ramazân ayında yatsı namazından sonra kılınan yirmi rek'atlik nâfile namaz.
Ey müslümanlar! Üzerinize öyle büyük bir ay gölge vermek üzeredir ki, bu aydaki bir gece (Kadir gecesi) bin aydan daha hayırlıdır. Allahü teâlâ bu ayda, her gün oruç tutulmasını emretti. Bu ayda geceleri terâvih namazı kılmak da sünnettir. (Hadîs-i şerîf-Riyâd-ün-Nâsihîn)
Erkeklerin ve kadınların terâvih namazı kılması sünnet-i müekkededir. Cemâatle birlikte kılınması da sünnet-i kifâyedir. Yâni câmide cemâat ile kılındıkta, başkaları evde yalnız kılabilir, günâh olmaz. (M. Zihni Efendi)
Eshâb-ı kirâmın hepsi terâvih namazını cemâat ile yirmi rek'at kıldılar. Dört halîfeye ve Eshâb-ı kirâmın icmâ'ına (söz birliğine) uymamız hadîs-i şerîf ile emredilmiştir. (Tahtâvî)
Kur'ân-ı kerîm, Ramazan'da indi. Kadir gecesi bu aydadır. Ramazân-ı şerîfte hurma ile iftâr etmek sünnettir. Bu ayda terâvih namazı kılmak ve hatim okumak mühim sünnettir. (Ahmed Fârûkî)

TERBÎ':
1. Dörtleme, yâni cenâzenin omuz üzerinde tabutun tahta kolundan el ile tutarak dört kişinin taşıması.
Cenâzeyi terbi' şeklinde taşımak sünnettir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
2. Mezârı düz yapmak.
Kabrin üzerine terbi' yapmak Hanefî'de sünnet değildir. Müsennem yâni balık sırtı gibi yuvarlak yapmak sünnettir. (Halebî)

TERBİYE:
1. Kişiyi yavaş yavaş rûhen ve bedenen yetiştirmek, olgunlaştırmak.
Oyunun faydası olmaz. Yalnız ok atmayı öğrenmek, atını terbiye etmek ve âilesi ile oynamak haktır. (Hadîs-i şerîf-Hadîka)
Peygamber efendimiz; "Bütün çocuklar müslümanlığa uygun ve elverişli olarak dünyâya gelir. Bunları, sonra anaları, babaları hıristiyan, yahûdî ve mecûsî yapar" buyurarak, müslümanlığın yerleştirilmesinde en mühim işin çocukların ve gençlerin iyi terb iye edilmesi olduğunu bildiriyor. O hâlde her müslümanın birinci vazîfesi, evlâdına dînini ve Kur'ân-ı kerîmi öğretmektir. Evlât büyük nîmettir. Nîmetin kıymeti bilinmezse, elden gider. Bunun için pedegoji yâni çocuk terbiyesi İslâm dîninde çok kıyme tli bir ilimdir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Çocuğun terbiyesine çok dikkat etmelidir. Onun kötü arkadaşlarla düşüp kalkmasına mâni olmalıdır. Kötü arkadaş, çocuğun edeb ve terbiyesini bozar. (İmâm-ı Gazâlî)
Zarar veren kediyi, kuduz köpeği ve yırtıcı hayvanları keskin bıçakla kesmek ve vurmak, zehirlemek câizdir. Döğmek câiz değildir. Döğmek terbiye için olur. Hayvanın aklı olmadığı için terbiye edilmez. (M. Hâdimî)
Erkek, çocukları terbiyede hanımına yardım etmelidir. Çünkü bebek, anasına, gece gündüz ağlayıp hiç rahat vermez. Onu insafsızca üzen bir alacaklıdır. O hâlde ona imdâd edene Allahü teâlâ yardım eder. (İbrâhim Hakkı Erzurûmî)
Allahü teâlâ bir kulunu severse, âhirete yarar işler, iyi, güzel ameller yaptırır. Allahü teâlâdan hidâyet olmazsa, yüzlerce kitab okusa, nasîhat dinlese yola gelmez. Yâni terbiye kabûl etmeyen kimseye nasîhat vermek, öküze tecvîd okutmaya benzer. (İmâm-ı Gazâlî)
2. Edeblendirme, cezâlarını verme.
Mısır'daki Fâtımî hükümdârları, Ehl-i sünnetten ayrıldı. Bozuk yollara saptı. Bunlardan Hâkim bi-Emrillah, Müslümanlıktan da çıkmıştı. Dırâr isminde bir dönme, Hâkim'i aldattı. İslâmiyet'i yıkmaya uğraştı. Dırâr'ın talebesinden Hamza bin Ahmed sapık inanışlar uydurmuş, Hâkim'i ve Mısır'daki Derezîleri, bu bozuk yola sokmuştu. Bu inanışları alan Derezîler, Sûriye ve Lübnan'dakileri de aşıladı. İri, inâdcı, yağmacı ve merhametsiz kimselerdir. Sultan Üçüncü Murâd devrinde isyân ettiler ise de Bosnalı Dâmâd İbrâhim Paşa terbiyelerini verdi. (M. Sıddîk Gümüş)

TERCEME (Tercüme):
Bir sözü bir dilden başka bir dile çevirmek.
Kur'ân-ı kerîm, hiçbir dile, hattâ Arabcaya da terceme edilemez. Herhangi bir şiirin, kendi diline bile, tam tercemesine imkân yoktur. Ancak meâli ve îzâhı, tefsîri olur. Bir âyetin herhangi bir tercemesini okuyan kimse, murâd-ı ilâhîyi (Allahü teâlâ nın o âyetten kasteddiği mânâyı) öğrenemez. Terceme edenin, bilgi derecesine göre yaptığı meâlini öğrenir. Bir câhilin, bir dinsizin yaptığı tercemeyi okuyan da, Allahü teâlânın murâdını değil, terceme edenin, anladım sanarak, kendi kafasından anlatmak istediğini öğrenir. (Abdülhakîm Arvâsî)

TERCÎ':
Geri çevirme, döndürme. Sesi yükseltip alçaltarak ve tekrarlayarak okuma.
Kur'ân-ı kerîmi ve ezânı tercî' ile okumak hadîs-i şerîf ile men edildi. Böyle okunan Kur'ân-ı kerîmi dinlemek haramdır. (İbn-i Âbidîn)

TERCÎH EHLİ:
Hanefî mezhebinde, dînî hükümleri bildiren fıkıh âlimlerinin beşinci tabakasında bulunan ve ictihâd (Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden dînî hüküm çıkarma) gücüne sâhib olmayan, sâdece bağlı oldukları mezhebin kavillerinden (sözlerinden) ve hüküml erinden sahîh ve evlâ (en iyi) olanı seçen mukallid (bir müctehide, yâni Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden mânâ, hüküm çıkarana tâbi olan) âlimler. (Bkz. Eshâb)

TERCÎHUN BİLÂ MÜRECCİH:
Tercih sebebi olmadığı hâlde bir şeyi diğerine tercîh etmek yâni üstün tutmak.
Tercîhun bilâ müreccih bâtıldır, geçersizdir. (Fahreddîn Râzî)

TERİKE (Tereke):
Ölenin geriye bıraktığı mal, mülk, eşyâ vs.
Vefât eden kimsenin terekesinden sırasıyla şunlar yapılır:
1) Techîz ve tekfîni (yıkama, kefenleme ve defn masrafları)
2) Borçlarının ödenmesi (kul borçlarının ödenmesi).
3) Vasiyetlerinin tenfîzi (kalan malının üçte biriyle dîne uygun vasiyetlerinin yerine getirilmesi).
4) Geriye kalan malın kendileri veya satılıp paraları mîrâsçılar arasında Allahü teâlânın bildirdiği şekilde dağıtılmasıdır. (Abdürreşîd Secâvendî, Muhammed Mevkûfâtî)

TERK-İ DÜNYÂ:
Dünyâyı terk etmek. (Bkz. Dünyâ)
1. Mübah (dinde izin verilen) şeylerin hepsini terk edip, yalnız, yaşamak için ve dînini korumak için zarûrî, lâzım olan mübahları kullanmak, yâni mübahların zarûret miktârından fazlasını terk etmek. Böyle terk-i dünyâ çok kıymetli ve faydalı ise de çok güçtür.
2. Haram olan ve şüpheli olan (haram ve helâl olduğu belli olmayan) şeylerden sakınmak ve yalnız mübahları kullanmak. Bu şekilde terk-i dünyâ, hele bu zamanda çok kıymetlidir.
İslâmiyet'in haram dediği, yasak ettiği şeylerden sakınmalıdır. Meselâ erkekler altın ve gümüş eşyâ kullanmamalı ve hâlis ipek kumaştan elbise ve çamaşır giymemelidir. Böyle yapmak terk-i dünyâ olur. Altın ve gümüş eşyâ süs için muhâfaza olunursa câi zdir (dînen bir mahzûru yoktur). Fakat bunları kullanmak haramdır. Meselâ bunlarla bir şey içmek, bunlar içinden bir şey yemek, koku ve sürme kutuları yapmak sûretiyle kullanmak haramdır. (İmâm-ı Rabbânî)

TERK-İ HÜKMÎ:
Dünyâyı hükmen terk etmek, (terk etmiş sayılmak) yâni her işte İslâmiyet'e uymak. Meselâ zekâtı İslâmiyet'in gösterdiği yere seve seve vermek, komşu, akrabâ, fakir ve ödünç istiyenin hakkını gözetmek ve başkalarının hakkına tecâvüz etmemek (saldırmam ak) ve malı zevk ve sefâya, eğlenceye vermemek. (Bkz. Dünyâ)
Din ile dünyâyı birlikte kazanmak imkânsızdır. Âhireti kazanmak istiyenin dünyâdan vazgeçmesi lâzımdır. Bu zamanda dünyâyı tamâmen terk etmek, kolay değildir. Resûlullah'a uymak şerefine kavuşmak için dünyâda olan her şeyden yüz çevirmek lâzım olmaz. Hiç olmazsa terk-i hükmî ile terk etmek lâzımdır. Yiyecekte, giyecekte ve ev kurmakta İslâmiyet'e uymak lâzımdır. O'nun emirlerini aşmamak lâzımdır. Altın ve gümüşün ve ticâret eşyâsının ve kırda, çayırda otlayan dört ayaklı hayvanların zekâtını ver mek farzdır. Eğer farz olan zekât verilirse, dünyâ mallarının hepsi terk edilmiş demek olur. Böylece insan düyânın zararından kurtulmuş olur. Çünkü bir malın zekâtı verilince, o mal zarardan kurtulur. Demek ki dünyâ malını zarardan korumak için ilâç; malın zekâtını vermektir. (İmâm-ı Rabbânî)

TERTÎB:
Sırayı gözetmek. (Bkz. Sâhib-i Tertîb)
Namazdaki tertîb vâcibtir. Abdestteki tertîb Hanefî mezhebinde sünnet, Şâfiî ve Hanbelî'de farzdır. (Halebî)

Tertîb Sâhibi:
Üzerinde kazâya kalmış namaz borcu bulunmayan veya kazâya kalmış namazların toplamı beş vakti geçmemiş bulunan ve namazda sırayı gözetmesi gereken kimse.
Kazâ namazı kılarken cemâate başlanırsa, tertîb sâhibi olan namazını bozup cemâate uymaz. Mâlikî mezhebinde de böyledir. (İbn-i Âbidîn)

TERTÎL:
Kur'ân-ı kerîmi tecvîdle yâni usûl ve kâidelerine uyarak, açık açık, tâne tâne, harfleri ve kelimeleri birbirinden ayırarak okuma.
Kur'ân'ı (güzel sesle tegannî yapmadan) tertîl üzere oku. (Müzzemmil sûresi: 4)
Kur'ân-ı kerîmi tertîl üzere okumalıdır. (İbn-i Abbâs)

TERVİYE GÜNÜ:
Zilhicce ayının sekizinci günü. Arefe'den önceki gün. Hacıların sabah namazını kıldıktan sonra, topluca Mekke'den Minâ'ya doğru hareket ettikleri gün.
Bir müslüman, Terviye günü oruç tutarsa ve günâh söylemezse, Allahü teâlâ onu elbette Cennet'e kor. (Hadîs-i şerîf-Rıyâdünnâsihîn)
Terviye denmesinin sebebi, hacca gidenler umûmiyetle bu günde susuz bir sâhayı katetmeye (gelmeye) hazırlık olmak üzere hayvanlarını bol bol suladıkları ve zemzem suyundan çok içip kandıkları ve yanlarına gerektiği kadar su aldıkları ve böylece Minâ' ya hareket ettikleri içindir. (S. Abdülkâdir Geylânî)
Terviye günü sabah namâzından sonra Arafat'a gitmek için Mekke'den çıkmak haccın sünnetlerindendir. (İbn-i Âbidîn)

TESBİH:
1. Allahü teâlâyı, O'na yakışmayan her şeyden ve mahlûkların (yaratılmışların) alâmetlerinden ve yok olmaktan tenzîh ve takdîs etmek, yâni uzak tutmak mânâsına "Sübhânallah" sözü ve benzerleri.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:
Yedi gökle yer ve bunların içinde bulunan (melekler, cinler ve insan) lar Allahü teâlâyı tesbîh ederler. Her şey, Allahü teâlâyı hamd etmekle tesbîh eder. Fakat siz, onların tesbîhini anlayamazsınız. (İsrâ sûresi: 44)
Deccâl'in zamânında bulunan mü'minlerin gıdâsı, meleklerin gıdâsı gibi, tesbîh ve takdîs etmek olur. Allahü teâlâ o zaman tesbîh ve takdîs edenlerin açlığını giderir. (Hadîs-i şerîf-Dürret-ül-Fâhire)
Allahü teâlâ, ibâdetler içinde, Zilhicce'nin ilk on gününde yapılanları daha çok sever... Bu günlerde çok tesbîh ediniz!.. (Hadîs-i şerîf-Rıyâd-un-Nâsihîn)
Tesbîh etmek, tövbenin anahtarı, hattâ özüdür. Tesbih atmek, günahların yok olmasına ve kötülüklerin affolmasına sebeb olur. Namazdaki kusûrlar, tesbîh ile örtülür. (Ahmed Fârûkî)
2. Namaz kılmak.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:
Akşam ve sabah vakitlerinde Allah'ı tesbîh edin. Göklerde ve yeryüzünde onların yaptıkları ve ikindi ve öğle vakitlerinde yapılan hamdler, Allahü teâlâ içindir. (Rûm sûresi: 17, 18)
3. Namazdan sonra, Sübhânallah, Elhamdülillah ve Allahü ekber cümleleri söylenirken bunların sayısının anlaşılması için kullanılan, ipe dizilmiş tânelerin bütünü.
Resûlullah efendimiz, bir kadının tesbîhleri, çekirdeklerle saydığını görerek men etme-miştir. Riyâ ve gösteriş için tesbih kullanmak mekrûhtur. (İbn-i Âbidîn)

TESBÎH NAMAZI:
Hadîs-i şerîfte, af ve mağfiret olunmak için kılınması tavsiye buyrulan namazlardan biri.
Resûlullah efendimiz, tesbîh namazını, amcası hazret-i Abbâs'a öğretmiş ve şöyle buyurmuştur: "Ben, sana bir şey öğreteyim ki, onu işlediğin zaman, Allahü teâlâ, senin günâhının evvelini ve âhirini, yenisini ve eskisini, kasıtlısını ve kasıtsızını, küçüğünü ve büyüğünü, gizlisini ve açığını bağışlasın. Dört rek'at namaz kılarsın. Her rek'atta Fâtiha'dan sonra bir sûre okuyup ayakta iken on beş defâ (Sübhânallahi velhamdülillahi velâ ilâhe illallahü vallahü ekber) dersin. Rükûya eğilince bunu on defâ söylersin. Rükûdan ayağa kalktığında, ayakta olduğun hâlde, bunu on defâ söylersin sonra secdeye varır, orada on defâ söylersin. Secdeden kalkıp oturduğunda on defâ söylersin. Tekrar secdeye vardığında on defâ söylersin. Sonra secdeden başını kaldırıp oturduğun hâlde on defâ daha söylersin. Sonra ikinci rek'ate kalkarsın. Birinci rek'atteki gibi dört rek'atı da kılarsın. Bu, her rek'atta yetmiş beş, dört rek'atte üç yüz eder. Artık senin günahlarının Alic'in (yürümekle dört gecede katedilen kumluk bir yer) kumlarının sayısı kadar da olsa, Allahü teâlâ seni bağışlar. Bunu her gün bir defâ kılmaya gücün yeterse kıl." Hazret-i Abbâs; "Yâ Resûlallah, bunu her gün yapmaya kimin gücü yeter?" deyince Peygamber efendimiz de; "Her gün kılmaya gücün yetmezse, her Cumâ bir defâ kıl. Her Cumâ kılamazsan, ayda bir defâ kıl. Ayda bir defâ kılamazsan senede bir defâ kıl. Senede bir defâ kılamazsan ömründe bir defâ olsun kıl." buyurdu. (Hadîs-i şerîf-Ebû Dâvûd, Şir'at-ül-İslâm)
Tesbîh namazında efdâl (makbûl, kıymetli) olan odur ki, müsebbihâttan yâni; Benî İsrâil, Hadîd, Haşr, Sâf, Cumâ, Tegâbûn ve A'lâ sûrelerinden dört sûre okumaktır. (Senâullah Dehlevî)

TESELSÜL:
Burhân-ı tatbîk delîli ve benzerlerinde, Allahü teâlânın varlığının lâzım olduğunu isbat etmekte kullanılan delillerden biri. Hâdislerin (sonradan var olan şeylerin) birbirinin varlığına sebeb olarak geriye doğru sonsuza kadar zincirleme birbiri ardı sıra gitmesi. (Bkz. Burhân-ı Tatbîk)
Teselsülün muhâl (imkânsız) olduğu, Burhân-ı tatbîk ile isbât olunur.Meselâ bir şeyin sonsuz yaratıcılarını birinciden başlıyarak, sonsuz olarak, yan yana dizelim. İkinci yaratıcıdan başlayarak, ikinci bir sıra daha düşünelim. Sonsuza giden ikinci sı ra, birinci sıradan bir noksan olduğu için, kısadır.Kısa olana sonsuz denilemez. İkinci sıra, sonsuz olamadığı için, bundan bir fazla olan birinci sıra da, sonsuz olamaz. Yâni, bir ucu sonsuza giden yarım doğru düşünülebilir. Fakat böyle bir şey mevcud olamaz. Dolayısıyla teselsül olamaz.Bu sebeble sonsuz sayıda yaratıcılar olamaz. Sonsuz var olan bir yaratıcı olur. Bu tek yaratıcı, ezelîdir (başlangıcı yoktur), ebedîdir (sonu yoktur), sonsuz olarak vardır. Varlığı kendindendir, başkasından değildir. Âkıl ve bâliğ (akıllı ve ergenlik yaşına gelen) kimse, Allahü teâlânın sonsuz var olduğunu ve başka her şeyin yoktan var edildiklerini işittikten sonra, aklını kullanmayıp, düşünmeyip, buna inanmazsa veya aklını kullanıp, düşünüp de, bunu akıl kabûl etmez, fenne uygun değildir diyerek inanmazsa îmânsız olur. Cehennem'de sonsuz azâb görür, yanar. (Âsım Efendi)

TESETTÜR:
Örtünme. Dînin bildirdiği şekilde örtünme. (Bkz. Setr-i Avret)
Tesettür, İslâmiyet'te pek mühim bir konudur. Avret yerini örtmek, namazda da, namaz dışında da farzdır, mutlaka lâzımdır. Mükellef olan yâni âkil (akıllı) ve bâliğ (ergen ve evlenecek yaşa gelmiş olan) insanın namaz kılarken açması veya her zaman ba şkasına göstermesi ve başkasının bakması haram olan yerlerine avret mahalli denir. Hanefî ve Şâfiî mezhebinde erkeklerin namaz için avret mahalli, göbekten diz altına kadardır.Hanefî mezhebinde, hür olan kadınların ellerinden ve yüzlerinden başka her yerleri, bilekleri, sarkan saçları ve ayaklarının altı namaz için avrettir. (İbn-i Âbidîn)

TESLİM:
Kendini, başkasının irâdesine terketme (bırakma), onun emrine uyma, boyun eğme, itâat etme.
İslâm, Allahü teâlânın emirlerine teslim olup kurtulmaktır. (İmâm-ı Birgivî)
Hocam Şems-i Tebrîzî'ye tam teslim oldum. Aklım ile hareket etmeyi bıraktım ve kurtuldum. (Celâleddîn-i Rûmî) İlim edinmenin ilk şartı, âlim bulmaktır, Hiçbir şey düşünmeden, ona teslîm olmaktır.
(Yûsuf Sinânüddîn)

TESLÎS:
Üçleme; Hıristiyanların tanrı üçtür veya tanrı üç unsurdan (Baba-Oğul-Rûh-ul-kudüsten) meydana gelmiştir şeklinde kabûl ettikleri bozuk inanış. Trinite.
Îsevîliğin zuhûrunda (ortaya çıkışında) teslîs inancı yoktu. Teslîs fikrini ilk defâ, felsefeci Eflâtun düşündü. Pavlos ismindeki yahûdî hıristiyanlığa karıştırdı.
Bir rivâyete göre milâddan 200 sene sonra, Sibelius adlı bir papaz teklif etmiştir. O zamâna kadar yalnız tek Allah'a ve peygamber olarak Îsâ aleyhisselâma inanılıyordu. Sibelius'un teslîs inanışıyla ilgili teklifi pekçok hıristiyan tarafından şiddet le reddedilmiş, kiliseler arasında kanlı kavgalar baş göstermiş ve çok kan dökülmüştür. 200 senesinde yalnız baba ve oğul fikri öne sürülmüştü. Bunlara Rûh-ül-kudüs ilâvesi ise ondan 181 sene sonra yâni; 381 yılında Bizans İmparatoru Theodasius zamânında İstanbul'da kurulan bir konsül (rûhânî meclis) de kararlaştırılmıştır. Bu karâra karşı gelen pekçok papa vardı.Bunlardan Papa Honorius hiçbir zaman teslisi kabûl etmemiştir. Honorius öldükten seneler sonra afaroz edilmişse de, teslîsi kabûl etmeyen yeni mezhebler kurmuşlardır. (Elhâc Abdullah bin Destân Mustafa)
Îsâ aleyhisselâmdan sonra yahûdîler ve hıristiyanlar hakîki İncîl'i yok ettiler. İncîl'e birçok yeni parçalar ilâve ederek, Allahü teâlânın emirlerini değiştirdiler. İbrânice nüshayı Yunancaya çevirirken birçok yanlış bilgiler ilâve edildi. Putperest Yunanlıların tek Allah inancına karşı çıkmalarından ve İncîl'i, Eflâtun felsefesine uydurmak istemelerinden dolayı akl-ı selîmin (bozukluk bulunmayan aklın) kabûl etmeyeceği teslis inanışı ortaya çıktı. Hıristiyanlar, Îsâ aleyhisselâm; "Ben ancak sizin gibi bir insanım" dediği hâlde onu Allah'ın oğlu olarak kabûl etmişler, buna bir de Rûh-ul-kudüs ekliyerek baba, oğul, rûh-ul-kuds adı altında teslis inancını ortaya koymuşlardır. (Harputlu İshâk Efendi)

TESVÎF:
Hayırlı işleri yapmayı sonraya bırakma.
Uygunsuz işlerin hepsinden Allahü teâlâya tövbe etmeli, O'na yalvarmalıdır. Belki, tövbe etmek için başka zaman ele geçmez. Hadîs-i şerîfte; "Tesvîf edenler helâk oldu" buyruldu. Boş zamânı kıymetlendirmelidir.Bu zamanlarda Allahü teâlânın beğendiği şeyleri yapmalıdır. Tövbe yapabilmek Hak teâlânın büyük nîmetlerindendir. Hak teâlâdan her an bu nîmeti istemelidir. (İmâm-ı Rabbânî)

TEŞEFFÜ':
Bir isteğin, dileğin yerine gelmesi için, peygamberleri veya evliyâyı vesîle ederek (araya koyarak), onların hatırı için diyerek Allahü teâlâya yalvarma, duâ etme, isteme. (Bkz. İstigâse ve Tevessül)

TEŞEHHÜD:
Namazın her ka'desinde (ilk ve son oturuşlarda) ettehiyyâtü duâsını okumak veya bunu okuyacak kadar oturmak. (Bkz. Ka'de ve Tahiyyât)
Namazda ikinci rek'atten sonraki oturuşta teşehhüd miktârı oturmak ve ka'de-i ahîrede (son rek'atteki oturuşta) teşehhüd okumak vâcibdir. (M. Zihni Efendi)

TEŞE'ÜM:
Bir şeyi uğursuz saymak, kötüye yormak.
İslâmiyet'te teşe'üm yoktur. Resûlullah sallallahü aleyhi ve selem teşrîf edince (peygamber olarak gönderilince), günlerin mü'minlere (inananlara) uğursuz olmaları kalmadı. (İsmâil Hakkı Bursevî)
Uğursuzluğa inanmamalı, te'sir eder sanmamalıdır. Fakirlikten korkmak ve teşe'üme inanmak şeytandandır. (İmâm-ı Rabbânî)

TEŞMÎT:
Aksırdığı zaman Elhamdülillah diyen kimseye "Yerhamükellah: Allahü teâlâ sana merhâmet etsin" demek.
Müslümanın, müslüman üzerinde beş hakkı vardır:Selâmına cevâb vermek, hastalığında ziyâret etmek, cenâzesinde bulunmak, dâvetine gitmek ve teşmît etmek. (Hadîs-i şerîf-Buhârî, Müslim)

TEŞRÎ:
Kânun koyma. Allahü teâlânın ve peygamberlerinin, insan hayâtının maddî ve mânevî bütün yönlerine dâir emir ve yasaklar koyması.
Teşrî', Allah ve Resûlüne (peygamberine) âittir. Peygamber efendimiz devrinde teşrî', ilâhî bir veche (durum) arzediyordu. Kur'ân-ı kerîm tedrîcî olarak (hâdiselere göre) inzâl oluyor (iniyor), dînî ve dünyevî her türlü mes'elelerin çözüm şekli beli rtiliyordu. Peygamber efendimiz bizzât teşrî'î faâliyette bulunuyordu. Çünkü Kur'ân-ı kerîm, O'na teşrî' salâhiyeti tanımıştı. Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki: Peygamber size ne verdi ise onu alın (ve emirlerini tutun) . Size neyi yasak etti ise, onu da almayın (yapma dediğini yapmayın) . (Haşr sûresi: 7) (Serahsî, Pezdevî, Şa'rânî)
Peygamber efendimizin teşrî' vazîfeleri fiilî (bizzât yaparak) ve kavlî (söyleyerek) olduğu gibi, dîne aykırı olmayan bir şey gördüklerinde de susarlar, o işe mâni olmazlardı. Buna Peygamber efendimizin takrîrî sünneti denir.Bu da Resûlullah'ın teşrî ' vazîfelerindendi. (İbn-i Hatîb, Serahsî)

TEŞRİK GÜNLERİ:
Kurban bayramının ikinci, üçüncü ve dördüncü günleri. Bayramın birinci gününe yevm-i nahr (nahr günü), ikinci ve üçüncü günleri de kurban günü olduğundan hepsine birden "eyyâm-ı nahr" denir. Ondan evvelki güne Arefe günü denir. Ramazân-ı şerîf bayram ında arefe yoktur. Arefe, kurban bayramına mahsustur. (Bkz. Eyyâm-ı Teşrîk)

TEŞRİK TEKBÎRİ:
Arefe günü yâni Kurban bayramından önceki gün, sabah namazından, bayramın dördüncü günü ikindi namazına kadar yirmi üç vakit her farz namazdan sonra getirilen tekbîr; "Allahü ekber, Allahü ekber, lâ ilâhe illallahü vallahü ekber. Allahü ekber ve lill ahil-hamd" sözleri.
Hacıların ve hacca gitmeyenlerin, erkek kadın herkesin, cemâat ile kılsın, yalnız kılsın, yirmi üç vakit farz namazda veya bu bayramdaki farzlardan birini, yine bu bayram günlerinden birinde kazâ edince, selâm verir vermez Allahümme entesselâmü... de meden evvel bir kere tekbir-i teşrik okuması vâcibdir. Cenâze namazından sonra okunmaz. Câmiden çıktıktan veya konuştuktan sonra okumak lâzım değildir. İmâm tekbiri unutursa, cemâat terk etmez. Erkekler yüksek sesle okuyabilir. Kadınlar yavaş söyler. (Halebî, M. Zihni Efendi)
Teşrik tekbîri, Hanefî'de tehlil (Lâ ilâhe illallah)'dan evvel iki ve tehlilden sonra yine iki tekbir ile bir hamdele (lillahil-hamd)den ibârettir. Şâfiî'de tehlilden evvel üç tekbir okunur. (M. Zihni Efendi)

TEŞYİ':
Bir yerden ayrılıp gideni uğurlama, hürmet için biraz onunla birlikte gitme.
Vefât eden kul kabrine konduğu ve onu teşyi' edenler geri döndüğünde, daha onların ayak sesleri kaybolmadan kabirdeki mevtânın (ölünün) yanına iki melek gelip onu oturturlar ve derhâl; Muhammed aleyhisselâm hakkında îtikâdın (îmânın) ne idi. O'na ne demekte idin? diye sorarlar. Eğer mü'min ise; "Şehâdet ederim ki (kesin olarak bilir ve inanırım ki) O, Allah'ın kulu ve Resûlüdür (peygamberidir) " diye cevap verir. Kâfir ve münâfık ise aynı soruya; "Bilmiyorum. Herkesin söylediğini söylüyorum" der. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
Misâfirliğin edeplerinden birisi de; misâfir gideceği zaman, ev sâhibinin onu kapıya kadar teşyi' etmesidir. (Muhammed Rebhâmî)

TETAVVU' (Tetavvû):
Farz ve vâcib olmayıp, sırf Allah rızâsı için yapılan nâfile ibâdet.
Tetavvu' namazlarının kendilerine mahsus sevâbları ve fazîletleri vardır. Tetavvu' namazlarından bâzıları şunlardır:Tahıyyet-ül-Mescîd:Mescide girildiğinde kılınan namaz. Duhâ namazı:Kuşluk vakti kılınan namaz. Teheccüd namazı:Gecenin üçte ikisi geçt ikten sonra, imsâk vaktinden önce kılınan namaz. Teheccüd ve duhâ (kuşluk) namazlarının en çoğu on iki rek'attir. Nâfile namazlarda gece iki, gündüz dört rek'atte bir selâm verilir. (İbn-i Âbidîn)
Farz olan zekâtı açıkça vermek riyâ olmaz, daha sevâb olur. Çünkü başkaları farz olan ibâdetin yapılmasına teşvik edilmiş olur. Tetavvu' olan sadakayı gizlice vermek efdâldir (daha iyidir). Gizli verilen sadaka açıktan verilen sadakadan yetmiş kat da ha sevâbdır. (Harputlu İshâk Efendi)

TETAYYUR:
Uğursuzluk, uğursuzluğa inanma.
Tetayyur eden ve tetayyur olunan ve kâhinlik yapan ve kâhine giden ve sihir, büyü yapan ve yaptıran ve bunlara inanan bizden değildir. Kur'ân-ı kerîme inanmamıştır. (Hadîs-i şerîf-Hadîkat-ün-Nediyye)

TEVÂ:
Havâlenin bozulma sebebi. Havâleyi kabûl edendeki alacağın telef yâni yok olması. (Bkz. Havâle)
Havâlede tevâ iki türlü olup; birincisi, kabûl eden sözünden döner. İnkâr eder ve yemin eder. Havâleyi veren ve alan da isbât edemez. Fakat ikisinden birisi sened veya şâhid ile isbât ederse, tevâ olmaz. İkincisi; havâle kabûl eden, müflis (iflâs etm iş) olarak vefât edince de tevâ hâsıl olur (meydana gelir.) (Ali Haydar Efendi)

TEVÂCÜD:
Vecd ve muhabbette kemâle ermeyenin (olgunlaşmayanın) isteğiyle vecde kavuşmaya tâlib olması, istemesi. (Bkz. Vecd)
Bu yüksek yolun yâni Ahrâriyye yolunun büyükleri, yüksek sesle zikr etmekten bile sakındırmışlardır. Kalb ile sessiz zikretmeği (Allahü teâlâyı anmayı) emir buyurmuşlardır.Şarkı, raks, dans etmek gibi oyunları ve Resûlullah efendimizin ve dört halîfe si zamanlarında olmayan vecd ve tevâcüdü, şuûrsuz hareket ve sözleri yasak etmişlerdir. (Ahmed Fârûkî)

TEVÂTÜR:
Yalan üzere birleşmeleri mümkün olmayan, her asırda güvenilen kimselerin hepsinin bir şeyi, bir haberi bildirmeleri.
Mûsâ'nın, Îsâ'nın ve diğer peygamberlerin (aleyhimüsselâm) hârikalar, mûcizeler gösterdiği haber verildiği gibi, Muhammed aleyhisselâmın da mûcizeler gösterdiği haber verilmiştir. Bu haberler tevâtür hâlindedir. Muhammed aleyhisselâm, mûcizeler göste rmiş ve bu mûcizeler bizlere tevâtür yoluyla bildirilmiştir. (Fahrüddîn-i Râzî)
Üç halîfeyi yâni hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Ömer ve hazret-i Osman'ı metheden hadîs-i şerîflerin birkaçını bir sahabî bildirmiş ise de bunları çok kimseler çeşitli yollardan haber vermiş, bu yüzden tevâtür derecesini bulmuştur. Bunlara inanmamak elb ette küfür olur. (Abdullah-ı Süveydî)

TEVÂZU' (Tevâdu'):
Alçak gönüllülük; kendisini başkaları ile bir görmek, başkalarından daha üstün ve daha aşağı görmemek.
Allahü teâlâ, tevâzû üzere olmağı bana emreyledi. Hiçbiriniz, hiçbir kimseye tekebbür etmeyiniz (büyüklenmeyiniz). (Hadîs-i şerîf-Ebû Dâvûd)
Allah için tevâzû edeni, Allahü teâlâ yükseltir. (Hadîs-i şerîf-Taberânî)
Nîmete kavuşmuş olanlardan, tevâzû gösterenlere ve kendilerini kusurlu bilenlere ve helâlden kazanıp, hayırlı yerde sarf edenlere ve fıkıh bilgileri ile hikmeti (yâni tasavvufu) birleştirenlere ve helâle harama dikkat edenlere ve fakirlere merhamet edenlere ve işlerini Allah rızâsı için yapanlara ve huyu güzel olanlara ve kimseye kötülük yapmayanlara ve ilmi ile amel edenlere ve malının fazlasını dağıtıp, lafının fazlasını saklayanlara müjdeler olsun. (Hadîs-i şerîf-Taberânî)
Tevâzû, insan için çok iyi bir huydur. Hadîs-i şerîfte; "Tevâzû edene müjdeler olsun" buyruldu. Tevâzû sâhibi, kendini başkalarından aşağı görmez. Zelîl ve miskîn olmaz. Malını helâlden kazanıp çok hediyye verir. Âlimlerle ve fen adamları ile tanışır . Fakirlere merhamet eder. (Muhammed Hâdimî)
Tevâzû, dünyâ rütbelerinde kendinden aşağı olanlara büyüklük göstermemektir. Çünkü eline geçenler, Allahü teâlânın lütfu ve ihsânıdır. Kendi elinde bir şey yoktur. (Ali bin Emrullah)

TEVBE (Tövbe):
Haram, günah işledikten sonra, pişman olup, Allahü teâlâdan korkmak, bir daha yapmamaya karar vermek.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Ey mü'minler! Hepiniz Allah'a tövbe ediniz ki felâh (kurtuluş) bulasınız. (Nûr sûresi: 31)
Allahü teâlâ tövbe edenleri sever. (Bekara sûresi: 222)
En iyiniz, günâhtan sonra hemen tövbe edeninizdir. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Tövbe eden, günah işlememiş gibi olur. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Rûh gargaraya gelmedikçe, Allahü teâlâ kulun tövbesini kabûl eder. (Hadîs-i şerîf-İhyâ)
Günâhlarınız çok olup göklere kadar ulaşsa, tövbe edince Allahü teâlâ tövbenizi kabûl eder. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Günahtan sonra hemen tövbe etmek, farzdır. Tövbeyi geciktirmek büyük günâhtır. Bunun için de, ayrıca tövbe etmek lâzımdır. Farzı yapmamanın günâhı ancak kazâ etmekle affolur. Her günâhın affı için, kalb ile tövbe etmek ve dil ile istiğfâr etmek (bağı şlanmasını istemek) ve beden ile kazâ etmek lâzımdır. (M. Hâdimî)
Ey oğlum! Bir hatâ işlediğin zaman hemen tövbe et ve sadaka ver. Tövbeyi yarına bırakma. Çünkü ölüm, ansızın gelir. (Lokman Hakîm)
İnsanları iki şey helâk eder: Biri tövbe ederim diyerek günâh işlemeleri, diğeri de sonra yaparım diyerek tövbeyi geciktirmeleridir. (Şakîk-i Belhî)
Her uzvun tövbesi vardır. Kalbin tövbesi, harâm işleri yapmaya niyeti terk etmesi; gözün tövbesi, harâma bakmaması; ayakların tövbesi, harâma gitmemesi; kulakların tövbesi, haram şeyleri dinlememesi; karnın tövbesi harâm yememesidir. (Zünnûn-i Mısrî)
Şartlarına uygun yapılan tövbe muhakkak kabûl olur. Tövbenin kabûl edileceğinde değil, tövbenin şartlarına uygun olup olmadığında şüphe etmelidir. (İmâm-ı Gazâlî) Tevbe yâ Rabbî hatâ râhına git tiklerime Bilip ettiklerime bilmeyip ettikle rime
(Abdurrahîm Rûmî)

Tevbe Bi'atı:
Mürşid-i kâmil denilen velî bir zâtın, huzûrunda tövbe edip günâh işlememek üzere söz vermek.

Tevbe Sûresi:
Kur'ân-ı kerîmin dokuzuncu sûresi. Berâe sûresi de denir.
Tevbe sûresi Medîne'de nâzil oldu (indi). 128 ve 129. âyet-i kerîmeleri Mekke'de indi. Yüz yirmi dokuz âyettir. Evvelinde Besmele nâzil olmamıştır. Sûre, müşriklerin Allahü teâlâ ile alâkalarının kesildiğini, bundan sonra onların Kâbe'ye yaklaştırılm ayacağını, müslüman olmadıkları takdirde öldürüleceklerini bildiren bir ültimatom mâhiyetindedir. Sûre, Peygamber efendimizin şefkat ve merhâmetini bildiren âyet-i kerîmelerle sona erer. (Muhammed bin Hamza-Hüseyn Vâiz-i Kâşifî)
Tevbe sûresinde buyruldu ki:
Allahü teâlâya ve kıyâmet gününe inanmayan ve Allahü teâlânın ve Resûlünün haram ettiklerine haram demiyen ve hak olan İslâm dînini kabûl etmeyen kâfirlerle, cizyeyi kabûl ettiklerini veya müslüman olduklarını bildirinceye kadar harb ediniz! Onları öldürünüz. (Âyet: 28)
Kur'ân-ı kerîm bana âyet âyet, harf harf nâzil oldu. Ancak Tevbe ve İhlâs sûreleri hâriç. Bunlar bana yetmiş bin saf melekle berâber nâzil oldu. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)

Tevbe-i İstigfâr:
Kendini kusurlu görerek, günâhlara tövbe etmek, Allahü teâlâdan af dilemek.
Tevbe-i istigfâr devâmlı olmalıdır. Haramları ve şüpheli şeyleri, öldürücü zehir bilmelidir. (İmâm-ı Rabbânî)

Tevbe-i Nasûh:
Sâdık tövbe, işlediği günâhı bir daha yapmamak üzere tövbe etmek ve bu tövbesinde tam kararlı olmak.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Ey îmân edenler! Günâhlarınızdan Allahü teâlâya tevbe-i nasûh ile tövbe ediniz. (Tahrîm sûresi: 8)

Tevbe-i nasûh dört şey ile tamam olur.
1) Dil ile istiğfâr etmek (bağışlanmayı dilemek).
2) Günâhı işleyen âzâ ile günâhı terk etmek.
3) Bu günâhı bir daha işlemiyeceğine kalb ile kesin karar vermek.
4) Günâh işlemeye sevk eden her türlü vâsıta ve arkadaştan uzaklaşmak. (Ahmed-i Nâmık-ı Câmî)
Bir kimse bir günâhı yapıp, sonra onu gözünün önüne getirip, ölünceye kadar, ben Rabbimin emrine niçin karşı geldim, niçin bu günâhı işledim?diye pişman olup, bir daha öyle bir günâha dönmemesidir. İşte bu tevbe-i nasûh yâni bir daha günâha dönmemek üzere yapılan tövbedir. (Ahmed bin Âsım Antâkî)


TEVECCÜH:
Yönelme.
1.Peygamberleri aleyhimüsselâm veya evliyâyı vesîle (vâsıta) yaparak, onların hâtırı için istenilen bir şeye kavuşturması için Allahü teâlâya yalvarmak. Buna, istigâse, tevessül ve teşeffü' de denir.
Resûlullah'ın yanına bir âmâ (gözleri görmeyen) birisi geldi. Gözlerinin açılması için duâ etmesini diledi (istedi). Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, ona; (İstersen duâ edeyim, istersen sabret. Sabr etmek, senin için daha iyi olur" buyurdu. O kimse; "Duâ etmeni istiyorum. Benim bakacak kimsem yoktur. Çok sıkılıyorum" deyince; "İyi bir abdest al! Sonra; "Allahümme innî es'elüke ve eteveccühü ileyke bi-Nebiyyike Muhammedin Nebiyyirrahme, yâ Muhammed innî eteveccehü bike ilâ Rabbî fî hâcetî-hâzihî, li takdiye-lî Allahümme şeffi'hü fiyye" duâsını oku!" buyurdu. Duânın mânâsı şudur: "Yâ Rabbi! İnsanlara rahmet olarak gönderdiğin sevgili Peygamberin ile sana teveccüh ediyorum. Senden istiyorum. Yâ Muhammed aleyhisselâm! Dileğimin hâsıl olm ası (yerine gelmesi) için Rabbime senin ile teveccüh ediyorum. Allah'ım! O'nu bana şefâatçi eyle!" (Merâkıl-Felâh, Nesâî, Tirmizî, İmâm-ı Beyhekî)
2. Tasavvuf yolunda ilerleme, yükselme sebeblerinden en önemli olanı. Bir velînin, Allahü teâlânın izni ile nazar etmek (bakmak) yâhut başka yollarla talebesinin veya sevdiğinin yâhut başka birinin kalbindeki mâsivâ (Allahü teâlâdan başka her şey) ve dünyâ sevgisini, günâh lekelerini temizleyip, yerini feyz, mârifet, ilim ve hikmetle yâni mânevî ilimler, iyilikler, bereketler ve fâidelerle doldurması, yüksek derecelere kavuşturması.
Pîrin (tasavvuf büyüğünün) teveccühü, her ne sûretle ortaya çıkarsa çıksınlar, sâdık talebeden, zulmet ve keder dağlarını kaldırıp, uzaklaştırır. (Muhammed Ma'sûm)
Tasarruf sâhibleri üç nev'idir (kısımdır). Bir kısmı Allahü teâlânın izni ile, her istedikleri zamanda, diledikleri kimsenin kalbine tasarruf ederek, onu tasavvufta en yüksek derece olan fenâ makâmına eriştirirler. Bâzısı, Allahü teâlânın emri olmada n tasarruf etmez. Emir olunan kimseye teveccüh ederler. Bir kısmı ise kendilerine bir sıfat (hâl) geldiği zaman kalblere tasarruf ederler. (Ubeydullah-ı Ahrâr'ın oğlu Hâce Muhammed Yahyâ)
Tasavvuf yolunda çok yüksekleri aramalı, ele geçenlere bağlanıp kalmamalıdır. Verâların verâsını yâni öteler ötesini aramalıdır. Böyle bir istek, böyle çok çalışmak ancak vazîfe alınan büyüğün teveccühü ile elde edilebilir. Onun teveccühü de mürîdin (telebenin)ona olan sevgisi, bağlılığı kadar olur. (İmâm-ı Rabbânî)
3. Bir kimsenin, hayatta ve vefât etmiş, bir velîden feyz alabilmek, ondan mânevî olarak istifâde etmek, faydalanmak için, kalbini ona bağlaması, hâtırına hiçbir şey getirmeyip, yalnız onu düşünmesi.
Rûhu olgun bir velînin kabri yanına gidip, bir zaman durulur ve o tapraktaki velîye teveccüh edilirse, rûhu o toprağa bağlanır. Meyyitin rûhu da bu toprağa bağlı olduğu için, gelen insanın rûhu ile velînin rûhu buluşmuş olurlar. Bu iki rûh karşılıklı iki ayna olur. Herbirinde olan meârif (ilimler) ve kemâlât (olgunluklar) ötekine aks eder, yansır. (Fahreddîn-i Râzî)
Bâtındaki yâni kalbindeki nisbetin (bağlılığın) artmasına çalış. Allah ism-i şerîfini, bâzan da kelime-i tehlîli (Lâ ilâhe illallah'ı) çok zikrederek (söyleyerek), bâzan salevât okuyarak, Kur'ân-ı kerîm okuyarak Allahü teâlâya yaklaşmaya çalış. Bu ça lışmalarda gevşeklik olursa, bu fakîrin rûhâniyetine teveccüh ediniz. Yâhut, Mirzâ Mazhâr-ı Cânân'ın kabrine gidiniz, ona teveccüh ediniz, çok terakkî edilir, ilerleme ve yükselme olur. Ondan hâsıl olan fayda, bir dirinin faydasından daha çoktur. (Abdullah-ı Dehlevî)

TEVEKKÜL:
Allahü teâlâya teslim olma. Bir işe başlarken sebeplere yapıştıktan sonra O'na güvenme; kalbin, her işte Allahü teâlâya îtimâd etmesi, güvenmesi.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:
Kim ki, Allahü teâlâdan korkarsa, Allahü teâlâ ona (darlıktan genişliğe) bir çıkış yolu ihsân eder ve ona ummadığı yerden rızık verir. Her kim, Allahü teâlâya tevekkül ederse, Allahü teâlâ ona kâfidir. (Talâk sûresi: 2,3)
Eğer îmânınız varsa, Allahü teâlâya tevekkül ediniz. (Mâide sûresi: 23)
Allahü teâlâ, tevekkül edenleri sever. (Âl-i İmrân sûresi: 259)
Allahü teâlâya tam tevekkül etseydiniz, kuşların rızkını verdiği gibi, size de gönderirdi. Kuşlar, sabah mîdeleri boş, aç gider. Akşam mîdeleri dolmuş, doymuş olarak döner. (Hadîs-i şerîf-İhyâ)
Yâ Ebâ Hüreyre! Allah'tan başka hiçbir şeye ümid bağlama! Allah'a tevekkül eyle! Bir arzun varsa, Allahü teâlâ hazretlerinden iste! Allahü teâlânın âdet-i ilâhiyyesi (işi, kânunu) şöyledir ki; her şeyi bir sebeb altında yaratır. Bir iş için sebebine yapışmak ve sonra Allahü teâlânın yaratmasını beklemek lâzımdır. Tevekkül de bundan ibârettir. (Hadîs-i şerîf-Ey Oğul İlmihâli)
Sebeblere yapışmak, tevekküle mâni değildir. Bilâkis sebeblere yapışmak, sebebleri araya koymak, tevekkülün en yüksek derecesidir. (Ahmed Fârûkî)
Tevekkül, iş yapmayıp tembel olmak için değildir. Bir işe başlamak ve başlanan işi başarmak için tevekkül olunur. Güç bir işi başaramamak korkusunu gidermek için tevekkül olunur. (S. Abdülhakîm Arvâsî)
Tevekkülün alâmeti üçtür:Kimseden bir şey istememek (dilenmemek), verileni reddetmemek, ele geçeni biriktirmemek. (Sehl bin Abdullah)
Allahü teâlâya tevekkül ettim diyen kimsenin; cenâb-ı hakk'ın, kendisi hakkındaki muâmelesine, yâni takdîr ettiği şeylere, başına gelen sıkıntı ve musîbetlere de râzı olması lâzımdır. Aksi takdirde, yalan söylemiş olur. (Bişr-i Hafî)

TEVELLÎ:
Dostluk, birisini Allah rızâsı için sevme, dost edinme.
Allahü teâlânın düşmanlarını sevmek, insanı Allahü teâlâdan uzaklaştırır. Allahü teâlânın düşmanlarından teberrî etmedikçe (uzaklaşmadıkça) tevellî olmaz. (İmâm-ı Rabbânî)

TEVERRÜK:
Kadınların namazda oturma şekli; kaba etlerini yere koyup, uyluklarını birbirine yaklaştırarak, ayaklarını sağ taraftan dışarı çıkarıp, sol uylukları üzerine oturmaları.
Kadınlar, namazda teverrük ederek otururlar. (Alâüddîn-i Haskefî)
Namazda dizleri dikip, başını dizlerine koyarak, diz çökerek, bağdaş kurarak, teverrük ederek uyursa, abdesti bozulmaz. (M. Zihni Efendi)

TEVESSÜL:
Bir isteğin, bir maksadın hâsıl olması için bir şeyi vesîle, sebeb yapmak. Allahü teâlânın sevdiklerini araya koyarak; "Onların hâtırı, hürmeti için" diyerek duâ etmek veya bu sûretle yapılan duâ. İstiğâse ve teşeffû' da denir (Bkz. İstigâse ve Teşeffû' ve Vesîle)
Peygamber efendimiz; "Allahümme innî es'elüke bihakkıs sâilîne aleyke" yâni "Yâ Rabbî! Senden isteyip de verdiğin kimselerin hatırı için, senden istiyorum" diye tevessül eder ve böyle duâ ediniz buyururdu. (İbn-i Mâce)
Ömer bin Hattâb radıyallahü anh kıtlık olduğu zaman Peygamber efendimizin amcası hazret-i Abbâs ile tevessül etti. Yâni onu vesîle ederek Allahü teâlâdan yağmur istedi: "Yâ Rabbî! Kıtlık olduğu zaman,Resûlullah efendimizle sana tevessül ederdik. Sen bize yağmur verirdin.Şimdi sana, Resûlullah efendimizin amcası ile tevessül ediyoruz. Bize yağmur ihsân et." diye duâ edince, Allahü teâlâ onlara yağmur verdi. (Buhârî)
Yüzyıllardır, doğru yolda olan müslümanlar, Allahü teâlânın sevgili kullarını vesîle ederek duâ etmişler, böylece arzu ve isteklerine kavuşmuşlar, sıkıntılardan kurtulmuşlardır. Duânın kabul olması haram lokma yememeğe bağlıdır. Bu ise, ancak cenâb-ı Hakk'ın sevdiklerinde mümkündür. Ölü olsun, diri olsun Allahü teâlânın sevdiklerini araya koyarak yapılan duâ, onların bereketiyle ve hatırları için kabûl olmaktadır.Daha önce yapılmış olan sâlih (iyi) ameller ile de tevessül yapılır. (M. Sıddîk Gümüş)

TEVFÎK:
Allahü teâlânın kullarının işini, rızâsına muvâfık (uygun) kılması, şer (kötülük) yolunu kapayıp, hayır (iyilik) yolunu kolaylaştırması.
(Şuayb aleyhisselâm), kavmine şöyle dedi: "Benim tevfîkim, Allahü teâlânın hidâyeti ve yardımı iledir. (Hûd sûresi: 88)

TEVHÎD:
1. Allahü teâlânın bir olduğuna inanmak, O'na kimseyi ortak etmemek. Yâni Lâ ilâhe illallah (Allahü teâlâdan başka ibâdete lâyık bir ilâh yoktur. O'nun ortağı benzeri yoktur) sözünü, mânâsına inanarak söylemek. (Bkz. Kelime-i Tevhîd)
İnsanların ilk dîni tevhîd dînidir. İlk insan ve ilk peygamber Âdem aleyhisselâmdır. İnsanlar, peygamberlere aleyhimüsselâm uydukları müddetçe tevhîd inancı üzere devâm ettiler. Fakat kendi başlarına gittiklerinde hep yanlış yollara saptılar, tevhîd inancından ayrıldılar. Allahü teâlâdan başka şeylere, putlara taptılar. İslâmiyet geldiği sırada Kâbe-i muazzamada 360 put vardı. İslâmiyet, putperestliği ve putları ortadan kaldırdı. Tekrar tevhîd inancını yerleştirdi. (Herkese Lâzım Olan Îmân)
2. Tasavvufta kalbi Allahü teâlâdan başka şeylere bağlılıktan kurtarmak.

Tevhîd-i Şuhûdî:
Mâsivâyı (Allahü teâlâdan başka her şeyi) görmemek ve düşünmemek.
Tasavvuf yolunda yürümekten, nefsin istemediği zor gelen şeyleri yapmaktan ve sıkıntı çekmekten maksad, Allahü teâlâdan başka, her şeyin sevgisinden kurtulmaktır. Bu da tevhîd-i şuhûdî ile hâsıl olmaktadır. Bütün bu uğraşmalar, kulluğun, aczin, zaval lılığın meydana çıkması ve hiç olduğumuzun anlaşılması içindir. (İmâm-ı Rabbânî)

Tevhîd-i Vücûdî:
Mâsivâyı (Allahü teâlâdan başka her şeyi) yok bilmektir.
Tevhîd-i vücûdîyi ilk açıklayan Muhyiddîn-i Arabî'dir. (İmâm-ı Rabbânî)
Büyük pederim Abdülehad, tevhîd-i vücûdda çok ileride idi. Bu yolda yüksek kitaplar yazmıştı. Bununla berâber, dînin edeplerinden hiçbirini bırakmazdı. (İmâm-ı Rabbânî)

TE'VÎL:
1. Yorumlamak, açıklamak.
Bir müslümanın bir sözü veya bir işi birçok bakımdan kâfir (îmânsız) olacağını gösterse, bir bakımdan ise, kâfir olmıyacağını gösterse, bu bir bakıma göre te'vîl edilmeli ona kâfir dememelidir. (İbn-i Âbidîn)
2. Ehl-i sünnet âlimlerinin, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemden ve Eshâb-ı kirâmdan bildirdikleri tefsirlere (açıklamalara) bağlı kalarak âyet-i kerîmeleri açıklamak veya bu şekilde yapılan açıklamalar ve îzâhlar.
Tefsîr âlimleri, tefsîre uygun olan te'villeri de tefsîr olarak kabûl etmişlerdir. Bunlara re'y tefsîri denir. Te'vîl, nakle ve din bilgilerine uygun olmazsa, tefsîr değil, yazanın kendi düşüncesi olur. Nitekim hadîs-i şerîfte; "Kur'ân-ı kerîmi kendi görüşü ile açıklayan hatâ etmiştir" buyrulmuştur. Bunun içindir ki, Kur'ân-ı kerîmde mânâsı açık olmayan yerlerden, yalnız akla güvenip, yanlış te'vîl yapılarak yanlış mânâlar çıkarılması netîcesinde yetmiş iki bid'at ve dalâlet fırkası ortaya çıktı (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Te'vîllerin doğruluğu tefsîr ile ölçerek anlaşılır. Te'vîl tefsîre uymazsa atılır. Uyarsa alınabilir denildi. (S. Abdülhakîm Arvâsî)
Ehl-i sünnet âlimleri, nassları, zâhirleri üzere almışlardır. Yâni âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere açık olan mânâları vermişler, zarûret olmadıkça, nassları te'vîl etmemişler, bu mânâları değiştirmemişlerdir. Kendi bilgileri ve görüşleri ile h içbir değişiklik yapmamışlardır.Sapık fırkalardan olanlar ve mezhebsizler ise, îmân bilgilerinde ve ibâdetlerde değişiklik yapmaktan çekinmemişlerdir. (Seyyid Abdülhakîm)

TEVKÎFÎ:
İslâmiyet'in bildirmesine bağlı olan ve değiştirilmesi câiz olmayan.
Allahü teâlânın ism-i şerîfleri tevkîfîdir. Şerîatin bildirdiği isimler söylenir. Bunlardan başka isimler ile zikretmeye, anmaya şerîat (İslâmiyet) izin vermemiştir. (Seyyid Şerîf)

TEVKÎL:
1. Vekîl tâyin etme. Kadına, kendini boşamak için seni vekil ettim demek. ( Bkz. Vekîl)
İslâmiyet'te erkeğin talak (boşama) hakkını başkasına bırakması üç türlü olur:
1) Tefvîd: Erkeğin zevcesine (hanımına); "Kendini sen boşa" diyerek talağı (boşamayı) zevcesinin arzûsuna bırakması. Buna temlîk de denir.
2) Tevkîl etmek.
3) Temlîk haberini başkası ile veya mektupla zevceye (kadına) ulaştırmaktır. Zevce, haberi aldığı mecliste (yerde) kendini boşayabilir. (Ahmed Zühdü, M. Zihni Efendi)
2. Bir ibâdetin, bir işin yapılması husûsunda birini kendine vekîl tâyin etme.
Zenginin kesmesi vâcib olan kurbanı, fakîrlere veya hayır, yardım cemiyetlerine diri olarak sadaka vermek kurbân olmaz. Kesmek vâcibdir. Kurbana verilen para sevâbı, yüz misli sadaka sevâbından kat kat daha fazladır. Kurbanı satın alması, kesmesi ve etini dağıtması ve bunları dilediğine de yaptırması için birini tevkîl etmek, parasını veya diri hayvanı vekîle vermek câizdir. Fakat vekîl kılınan kişinin, keserken başında bulunması müstehâbdır (iyidir). (Ebû Bekr Ali, M. Zihni Efendi)

TEVLİYE SATIŞI:
Bir malın alış fiyatını söyleyerek aynı fiyatla, satmak.
Bir kimse aldığı bir malı kendisine kaça mal olmuş ise onu söyleyerek tam alış fiyâtına satarsa, meselâ on bin liraya aldığı bir malı on bin liraya aldığını söyleyip, on bin liraya satarsa, bu satış tevliye satışı olur. (Fetâvâ-i Hindiyye)

TEVRÂT:
Dört büyük kitabdan biri. Allahü teâlâ tarafından Mûsâ aleyhisselâma gönderilen ilâhî kitab.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Biz, Mûsâ için Tevrât'ın levhalarında, mev'izaya (nasîhatlere) ve din hükümlerinin açıklamasına âit her şeyi yazdık. (A'râf sûresi: 145)
Tevrât kırk cüz idi. Her cüzde bin sûre, her sûrede bin âyet vardı. Şimdi elde bulunan Tevrât'larda bu kadar âyet yok. Çünkü Tevrât'ın ve İncîl'in sonradan tahrîf edildiklerini (değiştirildiklerini) Kur'ân-ı kerîm haber vermektedir. Cebrâil aleyhisse lâmın Mûsâ aleyhisselâma getirdiği Tevrât'ı yalnız Mûsâ, Hârûn, Yûşâ ve Uzeyr ve Îsâ aleyhimüsselâm ezberlemiştir. (Nişancızâde, Sa'lebî)
Âsûrî hükümdârı Buhtunnasar, Kudüs'ü alıp Mescid-i Aksâ'yı yıktığı zaman, Tevrât nüshalarını yaktı. Tevrât'ı ezberlemiş olan yahûdîler de zamanla unuttular, azdılar. Nasîhat için gönderilen peygamberlere inanmayıp, çoğunu şehîd ettiler. (Şemseddîn Sâmî)
Bugün elimizde bulunan Tevrât'ın içine birçok yabancı yazılar ilâve edilmiştir. Bunların Mûsâ aleyhisselâma nâzil olan, inen hakîkî Tevrât ile bir alâkası yoktur. Hakîkî Tevrât'ta, Allahü teâlânın Muhammed aleyhisselâm isminde bir son peygamber gönde receği yazılıdır. (Nişâncızâde)
Bugünkü Tevrât, Mûsâ aleyhisselâmdan birkaç asır sonra yaşayan beş haham tarafından kaleme alınmış ve Azrâ adındaki haham bunları tek tek toplayarak Ahd-i atîk'in asıl nüshası olduğu iddiası ile çoğalttırmıştır. Günümüzde Tevrât'ın üç nüshası mevcutt ur. Yahûdîler ve protestanların kabûl ettikleri İbrânice nüsha, katolik ve ortodokslarca kabûl edilen Yunanca nüsha; Samirîlerce kabûl edilen Sâmirî dilinde yazılan nüsha. Bunlar Tevratın en eski ve en güvenilir nüshaları olarak bilinmelerine rağmen aralarında birçok tezatlar, tutarsızlıklar vardır. Hiçbir ilâhî dinde bulunmayan insanlara zulüm telkinleri, peygamberlerden bâzılarına karşı çok çirkin ve makamlarına yakışmayan isnadlar, yakıştırmalar vardır.Hakîki Tevrat'ta tezatların ve böyle şeylerin bulunacağından söz edilemez. (Prof. Elliot Friedman)

TEVVÂB (Et-Tevvâb):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kullarına tövbe etme sebeblerini kolaylaştıran, şartlarına uygun tövbe edenlerin tövbesini kabûl eden.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Ve o zaman İbrâhim ve İsmâil (aleyhimesselâm) Kâbe'nin temellerini yükselttiler ve şöyle duâ ettiler: "Ey Rabbimiz! Bizden bu hayırlı işi kabûl buyur. Hakîkaten sen duâmızı işitici ve niyetimizi bilicisin. Ey Rabbimiz! Bizi sana teslîm ve ihlâs sâhibi olmakta sâbit kıl. Soyumuzdan bir topluluğu da sana boyun eğen bir ümmet yap. Bize ibâdet yollarımızı ve hac vazîfelerimizi göster, kusurlarımızı affedip, tövbemizi kabûl buyur. Muhakkak ki sen, tevvâbsın ve rahîmsin (âhirette mü'minlere merhamet buyuransın) . (Bekara sûresi: 127,128)
Onlar bilmediler mi ki, şüphesiz Allahü teâlâ kullarından tövbeyi kabûl edecek, sadakaları alacak olan ancak kendisidir. Ve hakîkatte tevvâb ve rahîm yalnız O'dur. (Tevbe sûresi: 104)
Bir kimse duhâ namazından sonra üç yüz altmış defâ et-Tevvâb ism-i şerîfini söylerse tövbesi kabûl olur. On defâ bir zâlim üzerine söylendiğinde zâlimin zulmünden kurtulur. (Yûsuf Nebhânî)

TEYEMMÜM:
Su bulunmadığı veya bulunup da özür sebebiyle kullanmak mümkün olmadığı takdirde; temiz toprak veya taş, kum, kerpiç gibi toprak cinsinden bir şey ile hadesi yâni mânevî kirliliği, abdestsizliği gidermek için, elleri toprağa sürüp yüzü ve kolları mes h etmek.
Hicretin beşinci senesinde Benî Müstalak Gazvesi sırasında mücâhidler yâni Eshâb-ı kirâm su bulamadıkları için bir sabah namazını kılamama tehlikesi ile karşı karşıya kalmışlardı. Bunun üzerine teyemüm ile ilgili âyet-i kerîme nâzil oldu (indi). Meâl en; "Su bulamadığınız zaman temiz toprağa teyemmüm ediniz" buyruldu. (Mâide sûresi: 6) (Senâullah Dehlevî)
Teyemmüm, suyu bulamadığı zaman müslümanın temizliğidir. (Hadîs-i şerîf-Nîmet-i İslâm)
Gusül (boy) abdesti alınca, soğuktan ölmek veya hasta olmak tehlikesi varsa, şehirde dahî olsa, hamam parası yoksa ve başka çâre bulamazsa, gusül abdesti için teyemmüm eder. (Tahtâvî, M. Zihni Efendi)
Hastanın, abdest veya gusül ile veya hareket etmekle, hastalığının artacağı veya iyi olması uzayacağı, kendi tecrübesi ile veya mütehassıs ve açıkça günâh işlemeyen müslüman bir doktorun söylemesi ile anlaşılırsa, teyemmüm eder. (İbn-i Âbidîn, Tahtâvî)
Teyemmüm ile namaz kılmak ancak Muhammed aleyhisselâmın dînine mahsustur. (Kutbüddîn-i İznikî)

TEZEKKÜR:
Hâfızadaki bilgileri, istenildiği zaman hatırlamak.
İnsanın bâtınında (içinde) hiss-i müşterek, hayâl, tefekkür, tezekkür ve hıfz kuvvetleri vardır. Allahü teâlâ bu kuvvetleri yaratmasa, el, ayak ve kuvvetlerden hâli (mahrûm) kaldıkları gibi beyin de boş kalır (İmâm-ı Gazâlî)

Tezekkür-i Mevt:
Ölümü hatırlamak. İnsanın kendini ölmüş, teneşir tahtası üzerinde yıkanmış, kefene sarılmış ve tabuta konulmuş ve mezâra gömülmüş olarak düşünmesi.
Tezekkür-i mevt, lezzetleri yıkar, eğlencelere son verir. (Hadîs-i şerîf-Tebyîn)
Muhammed Behâüddîn-i Buhârî (kuddise sirruh) her gün yirmi kere tezekkür-i mevt ederdi. (Abdülhakîm bin Mustafâ)
Tezekkür-i mevt edenler, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına sarılıp, günâhlardan sakınırlar. Haram işlemeye cesâretleri azalır. (İbn-i Receb)

TEZELLÜL:
Bayağılık, kendini aşağı tutmak. Tevâzûnun aşırı derecesi.
Tezellül kötü huylardan biridir. Bir âlimin yanına câhil bir kimse geldiği zaman, âlimin ayağa kalkıp, yerine bunu oturtması ve gideceği zaman kapıya kadar yanında yürümesi ve kunduralarını önüne koyması tezellüle bir misâldir. Yalnız ayağa kalkıp ot ursaydı, ona yer gösterseydi ve işini, hâlini ve niçin geldiğini sorsaydı, suâllerine güler yüzle cevap verseydi, dâvetini kabûl etseydi ve sıkıntısını giderecek şey yapsaydı, tevâzû göstermiş olurdu. Hadîs-i şerîfte; "Din kardeşini sıkıntıdan kurtarana hac ve umre sevâbı verilir" buyruldu. Bir günlük yiyeceği, içeceği olan kimsenin dilenmesi, tezellül olup, haramdır. Bunun, bir günlük nafakası olmayan için veya borçlu için yardım toplaması tezellül olmaz. Fazla hediye almak için az bir şeyi hediye vermek de tezellül olur. Âyet-i kerîme, böyle hediye vermeyi men etmektedir. (Muhammed Hâdimî)

TEZKİYE:
Pâk ve temiz etmek, kalbi temizlemek.
Bir sâlik (tasavvuf yolcusu), niyetini düzelttikten ve kendini dünyâ arzularından kurtardıktan sonra, Allahü teâlânın ismini zikr etmeğe başlar. Güç riyâzetler (nefsin arzularını yapmamak) çeker. Şiddetli, ağır mücâhedeler (nefsin istemediği şeyleri yapmak) yapar. Böylece tezkiye hâsıl olur ve kötü huyları iyi huylara döner. (İmâm-ı Rabbânî)

Tezkiye-i Nefs:
1. Nefsi, İslâmiyet'in haram ettiği, beğenmediği şeylerden, kötü isteklerinden temizlemek.
Tezkiye-i nefs yapınca, kalb tasfiye bulur yâni kalbin Allahü teâlâdan başkasına, mahlûklara bağlılığı kalmaz. Haramlara, günahlara meyletmez. Haramları istemekten kesilme dikçe nefs, Kalb ilâhî nûrlara, ayna olamaz hiç.
(İmâm-ı Rabbânî, Mevâkıb Tefsîri)
2. Nefsini beğenme, insanın kendindeki nîmetleri, iyilikleri, kendinden bilip, Allahü teâlânın verdiğini düşünmemesi. Bu nîmetlerin Allahü teâlâdan geldiğini bilip, kendinin kusurlu olduğunu düşünmek ise, şükr olur.

TEZVÎC:
Evlendirme, kocaya verme.
Kadını, kendisi veya vekîli yâhut velîsi (babası, dedesi, sonra erkek kardeşi, amcası ...) tezvîc eder. (Saîdeddîn Fergânî, M. Zihni Efendi)
Erkek velîleri bulunmayan yetimleri, Hanefî mezhebinde anaları tezvîc edebilir. (İbn-i Âbidîn)
Hanefî mezhebindeki bir kimse, kolaylık olmak bakımından nikâhını tâzelemek, yenilemek için, zevcesinden (hanımından) vekâlet almalı, iki şâhit yanında "Öteden beri nikâhım altında bulunan zevcemi onun tarafından vekîl olarak ve tarafımdan asîl olara k kendime tezvîc ettim" demelidir. (Kâdızâde Ahmed Efendi)

TEZYÎN:
Süslemek.
Dünyâ hayâtı, geçilecek bir köprü gibidir. Bu köprüyü tezyîn etmekle uğraşmayın. Hemen geçip gidin! (Hadîs-i şerîf-Mârifetnâme)
Yâ Ali! İnsanları görürsün ki dünyâyı tezyîn etmeye çalışıyorlar. Sen dînini tezyîn etmeye çalış. (Hadîs-i şerîf, Miftâh-un-Necât)
Müslümanın her şeyden evvel kalbini temizlemesi lâzımdır. Çünkü kalb bütün bedenin reisidir. Peygamber efendimiz; "İnsanın kalbinde bir et parçası vardır. Bu iyi olursa, bütün uzuvlar iyi; kötü olursa, bütün uzuvlar bozuk olur. Bu kalbdir" buyurdu. Yâni bu, yürek denilen et parçasındaki gönüldür. Bunun iyi olması, kötü ahlâktan temizlenmesi ve iyi ahlâk ile tezyîn edilmesidir. (İmâm-ı Rabbânî)
Herkes dışa kıymet verip, dışını süslerken siz içinizi tezyîn edin. İslâm'ın emir ve yasaklarına uyarak kalbinizi tezyîn edin. (Ahmed-i Câmî)

TILA':
Tâze üzüm şırasının, ateşte veya güneşte ısıtılarak üçte birinden fazlasının uçmasıyla elde edilen içki.
Tıla', gaz çıkararak kabarıp, tadı keskin olunca, sarhoş eder. Şarap gibi, damlası haram ve kaba necs olur. (İbn-i Âbidîn)

TİCÂNİYYE:
Evliyânın büyüklerinden Ebü'l-Abbâs Ticânî hazretlerinin tasavvuftaki yolu.
Ticâniyye yolunun kurucusu olan Ebü'l-Abbâs Ticânî evliyânın büyüklerinden olup, Ahmed bin İdrîs hazretlerinin halîfesi (talebesi)dir. Cezâyir'in güneyinde Ayn-ı mâdî denilen yerde 1737 (H.1150)'de doğdu. 1815 (H.1230)'da Fas'ta vefât etti. Halvetiyy e yolunun bir kolu olan Ticâniyye yolunu kurdu. (Harîrizâde, Hüseyin Vassâf)
Ebü'l-Abbâs Ahmed Ticânî ve yetiştirmiş olduğu talebeleri Ticâniyye yolunu Afrika içlerine ve Kuzey Afrika ülkelerine yaydılar.Müslümanların Peygamber efendimizin sünnet-i şerîfine uygun bir şekilde yaşamalarına çalıştılar. Ebü'l-Abbâs Ahmed Ticânî h azretlerinin talebelerinden Ali Arabî Mağribî Fâsî, hocasının yüksek hâllerini ve kerâmetlerini anlatan Cevâhir-ül-Meânî isimli bir eser yazdı. (Yûsuf Nebhânî)

TİCÂRET EŞYÂSI:
Ticâret niyetiyle alınıp, ticâret için saklanılan eşyâ.
Eşyânın ticâret eşyâsı sayılması için ticâret niyetiyle satın alınması lâzımdır. Uşur vermesi lâzım gelen topraklardan hâsıl olan ve mîrâs olarak ele geçen veya hediye, vasiyet gibi kabûl edince mülk olan şeylerde ticârete niyet edilse de bunlar ticâ ret eşyâsı olmaz. Çünkü ticâret niyeti alış-verişte olur. Bunları satınca veya kirâya verince eline geçen mal ticâret eşyâsı olur. (İbn-i Âbidîn)
Canlı cansız her mal, meselâ yerden, denizden çıkarılmış tuzlar, oksidler, naft, yâni petrol ve benzerleri, ticâret yapmak için, yâni satmak için satın alındıkları zaman ticâret eşyâsı olurlar. Altın ve gümüş gibi zekâta tâbidirler. Altın ile gümüş h er ne niyet ile olursa olsun, hep ticâret eşyâsıdır. (İbn-i Âbidîn)

TİLÂVET:
Kur'ân-ı kerîm okumak.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Onlar geceleri secdeye kapanarak Allah'ın âyetlerini tilâvet ederler. (Âl-i İmrân sûresi: 113)
Onlara Allah'ın âyetleri tilâvet olunduğu zaman ağlayarak secdeye kapanırlardı. (Meryem sûresi: 58)
Bu Kur'ân-ı kerîmi öğreniniz. Şüphesiz ki onu tilâvet etmekle her harfine bedel on sevapla mükâfâtlandırılırsınız. (Hadîs-i şerîf-Dârimî)
Mahşer günü (insanlar ve bütün canlılar diriltilip bir yerde toplandıkları zaman); "Muhammed aleyhisselâm nerededir?" diye bir nidâ işitilir. Peygamber efendimiz gelir. Cenâb-ı Hak; "Yâ Muhammed! Cibrîl sana Kur'ân-ı kerîmi teblîğ ettim diyor" O da; "Evet yâ Rabbî!" der. Cenâb-ı Hak; "Yâ Muhammed! Minbere çık ve Kur'ân-ı kerîmi tilâvet et" buyurur. Peygamber efendimiz, Kur'ân-ı kerîmi tilâvet edip, gâyet güzel ve tatlı bir şekilde okur. Mü'minleri müjdeler. Onların yüzleri güler ve sevinirler. Kur'ân-ı kerîme inanmayanların, bu mübârek kitâba (hâşâ) çöl kânûnu diyenlerin ise, yüzleri gâyet çirkin olur. (İmâm-ı Gazâlî)

Tilâvet Secdesi:
Kur'ân-ı kerîmdeki on dört secde âyetinden herhangi birini okuyan veya işiten bir mükellefin yâni akıllı ve ergenlik çağına erişmiş bir müslümanın yapması vâcib (lâzım gelen) secde. Secde âyetleri, Kur'ân-ı kerîmin; A'râf, Ra'd, Nahl, İsrâ, Meryem, H ac, Furkân, Neml, Secde, Sâd, Necm, İnşikâk ve Alak sûrelerinde bulunmaktadır. (Bkz. Secde)
Namazda aranan şartlar tilâvet secdesinde de aranır. Hadesten (abdestsizlik ve cünüplükten) ve necâsetten (gözle görülen pislikten)temizlenmek, setr-i avret (avret yerlerini örtmek) ve istikbâl-i kıble (kıbleye dönmek) gibi şartları taşımıyan kimse, secde âyetini duyduğu zaman bu şartları yerine getirdikten sonra secdesini yapar. (İmâm-ı Gazâlî)
Tilâvet secdesi şöyle yapılır: Niyet edilerek eller kaldırılmadan Allahü ekber diyerek secdeye varılır. Secdede üç kere; "Sübhâne rabbiyel a'lâ" denir. Sonra Allahü ekber denilerek ayağa kalkılır. (M. Zihni Efendi)
Tilâvet secdesinin hükmü, dünyâda bir vâcibi yerine getirip borcundan kurtulmak ve âhirette de sevâba kavuşmaktır. (M. Zihni Efendi)
Fonografta (gromafonda, teybde, radyoda ve televizyonda) okunan secde âyetini işitenin tilâvet secdesi yapması vâcib olmaz. (Muhammed Bahît el-Mutî')
Bir kimse hüzünden, sıkıntıdan kurtulmak için, Allahü teâlâya kalbinden yalvararak on dört secde âyetini (ezberden ayakta) okuyup her birinden sonra, hemen tilâvet secdesi yaparsa, Allahü teâlâ o kimseyi o derd ve belâdan korur. (İmâm-ı Nesefî)

TİMÂR:
Osmanlı Devleti'nin geçimlerine ve hizmetlerine âit masrafları karşılamak üzere bir kısım asker ve memurlara, muayyen bölgelerde kendi nâm ve hesaplarına tahsîl selâhiyeti ile birlikte tahsîs etmiş olduğu vergi kaynaklarına verilen isim. Dirlik.
Arâzi, timar verilen kimsenin mülkü değildir. Timar sâhibi arâziyi, reâyâya (vergi vermekle mükellef olan vatandaşa) işletmek üzere verir, mahsûlden ve reâyânın şahsından devletin alacağı vergileri toplar. (Osmanlı Târihi Ansiklopedisi)

TİMSÂL:
Kumaşa, kâğıda, duvara ve başka yerlere yapılmış canlı resimler.
Saneme (odundan, altından, gümüşten yapılan insan heykeline), vesene (taştan yapılan insan heykeline), sûrete ve timsâle tapınmak, onların fayda ve zarar yapacaklarına inanmak, şirk (Allahü teâlâya ortak koşma) çeşitlerinden biri olup, böyle tapınanl ara putperest ve müşrik denir. (Tahtâvî)
Üzerinde timsâl bulunan elbise ile namaz kılmak tahrîmen mekruhtur. Cansız resimleri bulunursa, mekrûh olmaz. (İbn-i Âbidîn)
Namazda giymese de üzerinde timsâl bulunan elbise giymek her zaman mekrûhtur. (Abdülganî Nablüsî, Tahtâvî)

TÎN SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin doksan beşinci sûresi.
Tîn sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). Sekiz âyettir.Tîn, dağ adı veya incir demektir.Sûrede dört şeye yemîn edildikten sonra, insanoğlunun yaratılışı, kâinâtın en güzel yaratığı olduğu, buna rağmen günâh ve isyânı yüzünden aşağıların aşağısı hâline geldiği bildirilmektedir. (Râzî, Kurtûbî)
Tîn sûresinde meâlen buyruldu ki:
Biz insanın rûhunu, güzel bir sûrette yaratıp, sonra en aşağı dereceye indirdik. (Âyet: 4,5)
Kim Tîn sûresini okursa, sağ olduğu müddetçe Allahü teâlâ ona (dünyâda) yakîn ve âfiyet verir. Vefât ettiği zaman da bu sûreyi okuyanların adedince sevâb verir. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)

TİVELE:
Bir kadına kocası buğzedip (gizli düşmanlık edip) kendisinden soğuduktan sonra, kadının, kocasının sevgisini tekrar celbetmek (çekmek) için mutlak te'sir edeceğine inanarak sihir yapması.
Tivele şirktir (Allahü teâlâya eş, ortak koşmadır) . (Hadîs-i şerîf-Ebû Dâvûd)
Hadîs-i şerîfte tivelenin şirk sayılması, tivelenin Allahü teâlânın takdîrinin ve dilediğinin aksini yapabileceğine inanıldığından dolayıdır. (İbn-ül-Esîr)
Kadının tivele yapması bir çeşit sihirbazlıktır. Sihir ise haramdır. (İbn-i Vehbân)
Kadının yapmış olduğu rukye, âyetlerin ve Resûlullah'tan gelen duâların yazılması değil de; bunlardan başka şeyler de orada yazılır veya okunursa, o tivele sihir hükmünde olur. (İbn-i Âbidîn)

TRİNİTE:
Hıristiyanların teslîs (üç tanrı) inancı. (Bkz. Teslîs)

TÛBÂ:
Kökleri yukarıda, dal ve budakları aşağıya doğru sarkan cennet ağacı.
Tûbâ bir ağaçtır. Allah onu kudret eliyle dikmiştir. Cennet ehlinin elbiseleri ondan dikilir ve dalları Cennet surlarından taşar. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs) Salınır Tûbâ dalları, Kur'ân okur hem dilleri, Cennet bağının gülleri, Kokar, Allah deyû deyû.
(Yûnus Emre)

TÛL-İ EMEL:
Uzun emel; zevk ve safâ sürmek için çok yaşama arzusu. İbâdet yapmak için çok yaşamağı istemek tûl-i emel olmaz.
Cennet'e gitmek isteyen, tûl-i emel sâhibi olmasın. Dünyâ işleri ile uğraşması ölümü unutturmasın. Haram işlemekte Allah'tan hayâ etsin (Hadîs-i şerîf-İbn-i Ebid-Dünyâ)
Tûl-i emel sâhipleri, ibâdetleri vaktinde yapmazlar. Tövbe etmeği terk ederler. Kalbleri katı olur. Ölümü hatırlamazlar. Vâz ve nasîhattan ibret almazlar. Tûl-i emelin sebepleri; dünyâ zevklerine düşkün olmak, ölümü unutmak ve sıhhatine, gençliğine a ldanmaktır. Tûl-i emel hastalığından kurulmak için, bu sebepleri yok etmek lâzımdır. Ölümün her an geleceğini düşünmelidir. Sıhhatin, gençliğin ölüme mâni olmadıklarını unutmamalıdır. Çocuklardaki ve gençlerdeki ölüm sayısının, yaşlılardaki ölüm sayısından çok olduğunu istatistikler göstermektedir. Çok hastaların iyi olup yaşadıkları, çok sağlam kişilerin çabuk öldükleri her zaman görülmektedir. Tûl-i emel sâhibi olmanın zararlarını ve ölümü hatırlamanın faydalarını öğrenmelidir. (Muhammed Hâdimî)

TUMÂNÎNET:
Namaz kılarken rükû' ve secdelerde ve kavmede (rükû'dan kalktıktan sonra ayakta durmakta) ve celsede (iki secde arasında oturmada) bütün âzânın (uzuvların) hareketsiz kalması. Sübhânallah diyecek kadar bir miktar durması ise, ta'dîl-i erkândır.
Sizlerden biriniz namaz kılarken rükû'dan sonra ve iki secde arasında tumânînet yapmadıkça namazı tamâm olmaz. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)
Bir gün Peygamber efendimiz birinin namaz kılarken namazın şartlarına dikkat etmediğini ve kavmede ve celsede tumânînet yapmadığını görüp buyurdu ki: "Eğer namazlarını böyle kılarak ölürsen, kıyâmet günü sana benim ümmetimden demezler." Başka bir yerde de buyurdu ki: "Bu hâl üzere ölürsen Muhammed'in (aleyhisselâm) dîninde olarak ölmemiş olursun." (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)
Bir kimse, terk edilmiş, unutulmuş bir sünneti meydana çıkarırsa, yüz şehîd sevâbı kazanır. Ya bir farzı veya vâcibi meydana çıkarmanın sevâbı ne kadar çok olur. O hâlde, namazda, ta'dîl-i erkâna dikat etmelidir. Yâni rükûda ve secdelerde ve kavmede ve celsede tumânînet bulduktan sonra biraz durmalıdır ki, Hanefî mezhebi âlimlerinin çoğu buna vâcib demiştir. İmâm-ı Ebû Yûsuf ve İmâm-ı Şâfiî ve Mâlik ise, farz demiştir. Bâzı Hanefî âlimleri de sünnet demişlerdir. Müslümanların çoğu bunu yapmıyor. Bu bir ameli (işi) meydana çıkarana Allah yolunda harb edip canını veren yüz şehîd sevâbından çok sevap verilir. (Ahmed Fârûkî)

TÛR SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin elli ikinci sûresi.
Tûr sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). İsmini birinci âyette geçen Tûr kelimesinden alır. Kırk dokuz âyet-i kerîmedir. Sûrede; kıyâmetin kopması sırasında olacak bâzı olağan üstü hâdiseler, inkarcıların Cehennem'e atılacağı, takvâ sâhibi (Allahü teâl âdan korkup, haramlardan, dinde yasaklanan şeylerden sakınan) mü'minlerin âhirette kavuşacakları mükâfâtlar, Kur'ân-ı kerîmin Allahü teâlânın kelâmı olduğu, cenâb-ı Hakk'ın varlığı, birliği ve kudretinin sonsuzluğu bildirilmektedir. (Râzî, Kurtubî)
Tûr sûresinde meâlen buyruldu ki:
Allahü teâlânın azâb yapacağı gün elbette gelecektir. Onu kimse önleyemez. (Âyet: 7)
Şüphesiz ki takvâ sâhipleri cennetler (ve) nîmetler içindedirler. Rablerinin kendilerine verdiği şeylerle zevk duyarak... Rableri, onları Cehennem azâbından korumuştur. (Şöyle denilir: İyi) amel (ve hareket) etmiş olduğunuz için âfiyetle yiyip için. Sıra sıra dizilmiş koltuklara yaslananlar olarak... Biz onlara şâhin gözlü hûrîleri eş yaptık. Îmân edip de zürriyetleri de îmân ile kendilerine tâbi olanlar yok mu? Biz onların nesillerini de kendilerine kattık. (Birlikte Cennet'e koyduk). Kendilerinin amelinden bir şey de eksiltmedik. Herkes kazancı mukâbilinde bir rehindir. Onlara canlarının istiyeceği, meyveleri, etleri de bol bol verdik. (Âyet: 17-22)
Kim Tûr sûresini okursa, Allahü teâlânın onu azâbından emîn kılması ve Cennet'te nîmetlendirmesi hak olur. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)

TÛR-İ SÎNÂ:
Tûr dağı. Allahü teâlânın Mûsâ aleyhisselâmı peygamberlikle müjdelediği ve sonra Tevrât'ı indirdiği, Kızıldeniz'in kuzeyinde, Asya ve Afrika kıtalarının arasındaki Sinâ yarımadasının güney kısmında yer alan dağ.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Biz Mûsâ'ya Tûr-i Sînâ yanında, sağ tarafından nidâ ettik ve münâcât ettiği (yalvardığı) hâlde kendisine yüksek mertebe verdik. (Meryem sûresi: 52)
Vaktâ ki, Mûsâ (aleyhisselâm, kararlaştırılan) vakti tam olarak yerine getirdikten sonra (Hazret-i Şuayb'dan izin alıp) hanımıyla birlikte (Mısır'a gitmek üzere) yola çıktı. Yolda Tûr-i Sînâ tarafında bir ateş gördü. Hanımına; "Siz burada bekleyin ben bir ateş gördüm, ümid ederim ki o ateşin bulunduğu yerden size bir haber veya o ateşten bir parça getiririm. Umulur ki, onunla ısınırsınız. Vaktâki Mûsâ (aleyhisselâm) o ateşe vardığında sağ tarafındaki vâdiden, bereketli yerdeki ağaç tarafından nidâ olundu ki: "Yâ Mûsâ! Muhakkak ki ben âlemlerin Rabbi olan Allahü teâlâyım. Asânı yere bırak..." (Kasas sûresi: 29-31)
Mûsâ aleyhisselâma Allahü teâlâ tarafından Medyen dönüşünde Tûr-i Sînâ'ya gidişinde peygamber olduğu, kardeşi Hârûn aleyhissselâmın da peygamber olarak vazîfelendirildiği bildirildi. Mûsâ aleyhisselâma daha sonraki Tûr-i Sînâ'ya gidişinde Tevrât-ı şe rîf ve on emrin yazılı olduğu levhalar verildi. (Kisâî, Sa'lebî, Nişâncızâde)
Allahü teâlâ Tûr-i Sînâ'da Mûsâ aleyhisselâma buyurdu ki: "Bir kimseye, Hak teâlâdan kork deseler, o kimse de Allah'tan kormağı bana mı öğretiyorsun, sen Allah'tan kork derse en fenâ insan odur." (Süleymân bin Cezâ)

gülgüzeli 01-02-2008 06:17 PM

Cevap : =>İslami Sözlük
 
TASDÎK:
Kabûl etmek, inanmak, doğrulamak.
Îmân; Peygamber efendimizin Allahü teâlâdan getirdiklerinin hepsini kalb ile tasdîk, dil ile ikrâr etmek, söylemektir. (İmâm-ı a'zam)
Haram işlememek ve bütün ahkâm-ı İslâmiyyeyi (İslâmiyet'in hükümlerini) yerine getirmek, çok kolaydır. Kalbi bozuk olana güç gelir. Evet, birçok işler vardır ki, sağlam insanlara kolaydır. Hastalara ise güçtür. Kalbin bozuk olması, şerîate (İslâmiyet 'e) tamam inanmaması demektir. Bu gibi insanlar inandım dese de, hakîkî tasdîk değildir. Laf ile tasdîktir. Kalbde hakîkî tasdîkin, doğru îmânın bulunmasına bir alâmet, İslâmiyet'e uymak, emirleri yaparken kolaylık duymaktır. (İmâm-ı Rabbânî)
Bu dünyâ nîmetleri geçici ve aldatıcıdır. Bugün senin ise, yarın başkasınındır. Âhirette ele girecekler ise sonsuzdur ve dünyâda iken kazanılır. Bu birkaç günlük hayat, eğer dünyâ ve âhiretin en kıymetli insanı olan, Muhammed aleyhisselâma tâbi olara k geçirilirse, ebedî seâdet, kurtuluş umulur. Yoksa O'nu tasdîk edip, tâbi olmadıkça, her şey boşunadır. O'na uymadıkça her yapılan hayr, iyilik, burada kalır, âhirette ele birşey geçmez. (S. Abdülhakîm Arvâsî)

TASFİYE:
Temizleme, parlatma. Kalbi iyi hasletlerle süsleme.
Nefs tezkiye edilince, yâni nefs kötü isteklerinden kurtarılınca kalb tasfiye bulur. (İsmâil Ferrûh)
Seyr ve sülûktan (yâni tasavvuf yolunda ilerlemekten) ve nefsi tezkiye ve kalbi tasfiye etmekten maksad; mânevî âfetleri gidermek, kalbi hastalıklardan kurtarmaktır. (İmâm-ı Rabbânî)
Kalbin tasfiyesi, dînimizin emir ve yasaklarına uymakla ve sünnetlere yapışmakla ve bid'atlerden (Peygamber efendimiz zamânında olmayıp, dinde sonradan ortaya çıkarılıp, ibâdet olarak yapılan şeylerden) kaçmakla ve nefse tatlı gelen şeylerden sakınma kla olur. (İmâm-ı Rabbânî)

TASHÎH:
Düzeltme.
Âkıl ve bâliğ (ergenlik, evlenecek yaşa gelen erkeğin ve kadının birinci vazîfesi, îtikâdını (îmânını) Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği şekilde tashîh etmesi ve bunlara uygun olarak yaşamasıdır. (Ahmed Fârûkî)
Hoca, talebesinin hatâlarını yerinde ve zamânında tashîh etmeli, onun yanlış şeyleri öğrenmesine fırsat vermemelidir. (İmâm-ı Gazâlî)

TASNİF:
1. Bir âlimin, te'lif etmeden, kendi usûlünce daha önce benzeri olmayan bir kitâb yazması.
Kalb ve rûh ilimlerinin mütehassısları ya kitab tasnif ederler veya te'lif ederler. Tasnif çok zamandan beri dünyâdan kalktı. Yalnız te'lif kaldı. Fakat İmâm-ı Rabbânî'nin yazıları doğrusu tasniftir. Te'lif değildir. (Muhammed Hâşim-i Keşmî)
İmâm-ı a'zam, İmâm-ı Gazâlî, İmâm-ı Rabbânî gibi büyük İslâm âlimlerinin eserleri tasniftir. (Abdullah-ı Dehlevî)
2. Hadîs ilminde tedvîn edilen yâni toplanıp bir araya getirilen hadîs-i şerîflerin konularına ayrılması, kitablara geçmesi.
Hadîs-i şerîflerin tedvîn ve tasnifi, Emevî halîfesi Ömer ibni Abdülazîz'in Medîne vâlisine yazdığı emirle başladı. (İbn-i Salâh, Hatîb-i Bağdâdî)

TASVÎR:
Kâğıda, kumaşa, duvara ve başka yerlere canlı ve cansız resimleri yapmak veya bu şekilde yapılan resimler.
Hazret-i Âişe rivâyet ediyor (naklediyor): Odama, üzerinde tasvirler bulunan ince bir perde takmıştım. Resûlullah sallallahü aleyhi ve selem, seferden dönünce, perdeyi gördü ve birden rengi değişti. Daha sonra eliyle çekip çıkardı ve; "Kıyâmet günü en çok azâb görenler, Allahü teâlânın yarattığına benzeterek tasvîr yapanlardır" buyurdu. (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Buhârî, Sahîh-i Müslim)
Tasvîre tapınmak, onların fâide ve zarar yapacaklarına inanmak, şirk (Allahü teâlâya ortak, eş koşmak) çeşitlerinden biri olur. (Tahtâvî)

TATLÎK:
Boşama, talak verme. (Bkz. Talak)

TÂÛN:
Vebâ.
Tâûn olan yere girmeyiniz ve Tâûn olan bir yerden başka bir yere gitmeyiniz, oradan kaçmayınız. (Hadîs-i şerîf-İhyâ)
Tâûn hastalığı bulunan yerden kaçmak, muhârebede kâfir karşısından kaçmak gibi büyük günâhtır. (Hadîs-i şerîf-İhyâ)
Tâûn eski ümmetlere azâb olarak gönderildi. Bu ümmet için şehîd olmaya sebebdir. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)
Tâûn bulunan yerden dışarı çıkmanın yasak edilmesine sebeb, sağlam olanlar çıkınca, hastalara bakacak kimse kalmaz, helâk olurlar. Tâûn olan yerde kirli hava (mikroplu hava, tâûn basilleri) herkesin içine yerleşince kaçanlar hastalıktan kurtulmaz ve hastalığı başka yerlere götürmüş, bulaştırmış olurlar. (İmâm-ı Gazâlî)
Daha önce, İsrâiloğulları zinâ etmeye başladı. Cenâb-ı Hak tâûn hastalığını musallat eyledi. Tâûndan yirmi dört bin kişi öldü. (Harputlu İshâk Efendi)
Tâûn gelince kızmamalı, üzülmemelidir. Allahü teâlâya sığınmalı, âfiyet vermesi, kurtarması için duâ etmeli, O'na yalvarmalıdır. Allahü teâlâ duâ edenleri, sıhhat ve selâmet isteyenleri sever. (Ahmed Fârûkî)

TAVÂF:
Kâbe-i muazzamanın etrâfında Hacer-i esvedin bulunduğu köşeden başlamak sûretiyle Kâbe sola alınarak yedi defâ dolaşmak. Tavâf edene tâif; Kâbe etrâfında tavâfa mahsûs mahalle (yere) metâf denir.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Şüphe yok ki Safâ ile Merve Allahü teâlânın şeâirinden (Allahü teâlâya ibâdet etmeye vesîle olan nişâneler, alâmetler) dir. İşte kim o Beyti (Kâbe'yi) hac veya umre niyetiyle ziyâret ederse, bunları güzelce tavâf etmesinde üzerine bir beis yoktur. (Bekara sûresi: 58)
Tavâfta telbiye edilmeyip (Lebbeyk okunmayıp) tekbîr ve tehlîl edilir ve salevât-ı şerîfe okunur. Tavâfın belli bir vakti yoktur. (M. Zihni Efendi)
Haccın farzlarından üçüncüsü; dördü farz, üçü vâcib olmak üzere yedi kere tavâf etmektir. Tavâfa niyet etmek de farzdır. (İbn-i Âbidîn)
Kâbe'den başka bir câmi etrâfında ibâdet için tavâf edenin kâfir (îmânsız) olmasından korkulur. (Tahtâvî)
Her tavâftan sonra Mescid-i Harâm içinde (Kâbe avlusunda) iki rek'at namaz kılmak haccın vâciblerindendir. (İbn-i Âbidîn)
Erkeksiz kadın hacca gidemez. Giderse, haccı kabûl olur ise de, harâmdır. Erkeği ile gidince de, otelde, tavâfta, sa'y'da ve taş atarken erkeklerin arasına karışması harâmdır ve haccın sevâbını giderdiği gibi, büyük günâha girer. (Hâdimî)
Tavâf yaparken abdestsiz ve cünüb olmamak, elbise temiz olmak, Hatîm denilen yerin dışından dolaşmak, Kâbe-i muazzama hep sol tarafta kalmak haccın vâciblerindendir. (İbn-i Âbidîn)
Tavâf yedi nevidir. Birincisi ziyâret tavâfı; ikincisi ömre tavâfı (bu ikisi farzdır); üçüncüsü sünnet olan tavâf-ı kudümdür. Dördüncüsü vedâ tavâfı; beşincisi vâcib olan nezr (adak) tavâfıdır. Altıncısı tavâf-ı nâfile; yedincisi müstehab olan tatavv û' tavâfıdır. (Kudbüddîn İznikî)

Tavâf-ı İfâda:
Hacıların Arafât'tan indikten sonra yaptıkları farz tavâf. Tavâf-ı Ziyâret.

Tavâf-ı Kudûm:
Mekke-i mükerremeye varınca, yapılan ilk tavâf. Buna tahiyye, likâ (kavuşma) tavâfı da denir.
Tavâf-ı Kudûm, Âfâkîler için yâni dışardan gelenler için sünnettir. (M. Zihni Efendi)

Tavâf-ı Nâfile:
Mekke-i mükerremede bulunanların fırsat buldukça yaptıkları tavâf.

Tavâf-ı Sadr (Sader):
Hac esnâsında cemrelerin taşlanması bittikten sonra Mina'dan Mekke'ye inildiğinde yapılan tavâf. Buna Tavâf-ı vedâ da denilir. Hac vazîfeleri bununla sona erer.
Âfâkî olan yâni Mîkât denilen yerden daha uzak memleketlerin hacılarının Mekke'den ayrılacağı gün, Tavâf-ı sadr yapmaları haccın vâciblerindendir. Âdet gören kadına bu tavâf vâcib değildir. (İbn-i Âbidîn, M. Zihni Efendi)
Tavâf-ı sadrdan sonra Zemzem suyu içilir. Kâbe'nin kapı eşiği öpülür. Göğüs ve sağ yanak Mültezem denilen yere sürülür. Sonra Kâbe perdesine yapışıp bildiklerini okur ve duâ eder. Ağlayarak mescid kapısından dışarı çıkar. (İbn-i Âbidîn)

Tavâf-ı Umre:
Umreye niyet edenin yedi defâ yaptığı tavâf.
Umre tavâfının dört şavtı (dolaşımı) umrenin rüknündendir.

Tavâf-ı Ziyâret:
Hacıların Arafât'tan indikten sonra, Kurban bayramı günlerinde yapılan tavâf. Buna ifâda tavâfı da denir.
Her hac edene, Tavâf-ı ziyâreti Arafât'tan sonra yapmak farzdır. Onun için diğer bir ismi de Tavâf-ı rükündür. Haccın farzlarındandır. (M. Zihni Efendi)

TAVASSUT:
Araya girme, aracılık etme; bir peygamberi veya bir evliyâyı vâsıta kılarak, araya koyarak, bir isteğin yerine gelmesi için Allahü teâlâya yalvarma. (Bkz. Tevessül, Vesîle)

TA'VÎZ:
Kur'ân-ı kerîmde bildirilen ve Peygamberimizden naklen gelen duâları okumak veya bunları yazıp üzerinde taşımak.
Ta'vîz câizdir. İnanan, güvenen kimseye fayda verir. Ta'vîz, yazılı muska olarak taşınır. (İbn-i Âbidîn ve Mevlânâ Osman Sâhib)

TAYERE:
Uğursuzluğa inanmak.
İnsan üç şeyden kurtulamaz: Sû'-i zan, tayere, hased. Sû'-i zan edince, buna uygun harekette bulunmayınız. Uğursuz zan ettiğiniz şeyi, Allah'a tevekkül ederek yapınız. Hased ettiğiniz kimseyi hiç incitmeyiniz! (Hadîs-i şerîf-Berîka)

TAYFÛRİYYE:
Evliyânın büyüklerinden Bâyezîd-i Bistâmî hazretlerinin tasavvuftaki yolu. Bâyezîd-i Bistâmî hazretlerinin ismi Tayfur olduğu için yolu bu adla anılmıştır.
Tarîkatlerin çeşitli isimler alması, başka başka olduklarını göstermez. Aynı mürşidin (hocanın) talebeleri, birbirlerini tanımak için bulundukları yola hocalarının ismini vermişlerdir.Tarîkatler başlıca ikidir: Zikr-i cehrî yâni yüksek sesle zikr yap an tarîkatler ve zikr-i hafî, yâni sessiz zikr yapan tarîkatler. Zikr-i hafî hazret-i Ebû Bekr'den gelmiş olup, mürşidlerinin adına göre; Tayfûriyye, Yeseviyye, Medâriyye, (hakîkî olan) Bektâşiyye, Ahrâriyye, Ahmediyye-i müceddidiyyedir. (Seyyid Abdülhakîm)
Tayfûriyye yolunun kurucusu olan Bâyezîd-i Bistâmî hazretleri; "Dilini Allahü teâlânın ismini anmaktan başka işlerle uğraşmaktan ve başka şeyler konuşmaktan koru. Nefsini hesâba çek. İlme yapış ve edebi muhâfaza et. Hak ve hukûka riâyet et. İbâdetten ayrılma. Güzel ahlâklı, merhâmet sâhibi ve yumuşak ol, Allahü teâlâyı unutturacak her şeyden uzak dur ve onlara kapılma!" buyurmuştur. (Ferîdüddîn Attâr)

TA'YÎN (Tâyin):
1.Bir malın cinsini, miktârını, yerini belli etmek.
Alış-verişte bir mal ta'yin edilirse, teayyün eder yâni ta'yin edilen malın kendisini vermek, teslim etmek lâzımdır. Benzerini, hattâ iyisini alması için müşteri zorlanamaz. (Ali Haydar Efendi)
2. Me'mur etmek, vazîfelendirmek.
Hazret-i Ömer halîfeliği zamânında devleti idârî bakımdan bölgelere ayırdı.Bu bölgelerin herbirinin başına bir vâli tâyin etti. Tâyin ettiği vâlilere; "Sizi insanlara tahakküm etmek, saltanat sürmek, zorbalık yapmak için tâyin etmedim. Siz hidâyet, d oğru yola götüren rehber olacaksınız. Müslümanlar size uyacaktır.Bunun için müslümanların hukûkunu gözetiniz. Müslümanları dövmeyiniz ki, zillete dücâr olmasınlar. Onları haksız yere medhetmeyiniz ki şımarmasınlar, kapılarınızı yüzlerine kapatmayınız ki, kuvvetliler zayıfları ezmesinler. Kendinizi müslümanlardan üstün görmeyiniz ki, zulme uğramasınlar" diye nasîhat ederdi. (İbn-i Sa'd-İbn-i Cevzî)

TAYY-İ MEKÂN:
Mekânı, mesâfeyi katetme, geçme, mesâfelerin dürülmesi. Allahü teâlânın izniyle az zamanda çok uzak yerlere gitme.
Şeytanın bir anda şarktan garba ulaşması gibi Allahü teâlânın velî kulları da tayy-i mekân ile uzak mesâfeleri bir anda geçip yer değiştirebilirler. (Muhammed Üftâde)

TAYY-İ ZEMÂN:
Zamânın dürülmesi. Allahü teâlânın izniyle uzun zamanda yapılacak bir işi çok az zamanda yapma.
Tayy-i zemân, evliyâda görülen hârikulâde (olağanüstü) hâllerdendir. (Abdülazîz ed-Debba')

TAYYİB:
1. Helâl.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruyor ki:
Ey îmân edenler! Size rızık olarak verdiğimiz şeylerin tayyib olanlarından yiyin! (Bekara sûresi: 172)
Ey îmân edenler! Kazandıklarınızın ve sizin için yerden çıkardıklarımızın en tayyib olanından, Allah yolunda harcayın (zekât ve sadaka verin) . (Bekara sûresi: 267)
Yetimlere (rüşdüne gelince, âkıl bâliğ olunca) mallarını verin. Tayyib olanı habis olana değişmeyin. Onların mallarını kendi mallarınıza katarak yemeyin. Çünkü bu, muhakkak büyük bir günahtır. (Nisâ sûresi: 2)
2. Temiz.
Tarlayı abdestsiz sürmek, tohumunu abdestsiz ekmek; rızkın bereketini, tayyib olmasını giderir. (Ahmed Fârûkî)
Yemekte dört farz vardır:Yemeği, rızkı Allah'tan bilmek. Yenen yemeğin helal ve tayyib olması. Yemek hazm oluncaya kadar, Allahü teâlânın emrinden çıkmamak. Yemek hazm oluncaya kadar ondan hâsıl olan kuvvetle, Allahü teâlânın nehyini (yasaklarını, ha ram olan şeyleri) işlememek. (Süleymân bin Cezâ)

TAZARRU':
1. Kendini alçaltarak, aşağı görerek, Allahü teâlâya yalvarma.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:
Rabbinize tazarru' ederek ve gizlice duâ edin. (A'râf sûresi: 55)
Sabah ve akşam, içinden tazarru' ederek ve (Allahü teâlânın azâbından) korkarak, yüksek olmayan bir sesle Rabbini (Kur'ân-ı kerîm okuyarak, duâ ederek ve zikrederek) an! (A'râf sûresi: 205)
Her günâhı yaptıktan sonra, pişmanlık duyarak, günâhının bağışlanması için, Allahü teâlâya tazarru' etmelidir. Çünkü Allahü teâlânın gazâbı günahlar içinde saklıdır. Allahü teâlâ pek kuvvetli, herkese gâlib ve intikâm alıcıdır. (İmâm-ı Gazâlî)
2. Tövbe etmek.
(Yâ Muhammed!) Andolsun ki biz, senden önceki ümmetlere peygamberler gönderdik. (Onlar, peygamberlerini tekzîb ettiler, yalanladılar, dinlemediler de) biz onları, belâ, şiddet, fakirlik ve hastalıklarla yakaladık (cezâlandırdık). Umulur ki, (onlar) tazarru' ederler. (En'âm sûresi: 42)
Eğer benim bildiğimi bilseydiniz, az güler, çok ağlardınız ve dağlara çıkar, göğüslerinizi döver ve Rabbinize tazarru' ederdiniz. (Hadîs-i şerîf-Et-Tergîb vet-Terhîb)

TA'ZÎM:
Hürmet ve saygı gösterme, üstün tutma.
Allahü teâlâ, beni size peygamber gönderdi. İnanmadınız. Ebû Bekr inandı. Bana malı ile, canı ile yardım etti. Onu hiç incitmeyin ve ona hürmet ve ta'zîm edin. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)
Allahü teâlânın emirlerini ta'zîm etmek ve O'nun yarattıklarına acımak lâzımdır. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)
Allahü azîm-üş-şânın evliyâsını ve enbiyâsını ve ulemâsını, bunların sözlerini ve fıkıh kitablarını ve fetvâları ta'zîm etmeyip tahkîr etmek (aşağılamak), küfürdür yâni îmânın gitmesine sebeb olur. Kâfirlerin dînî âyinlerini beğenmek ve zarûret yok i ken zünnâr kuşanmak ve küfür alâmetlerini kullanmak ve bunları sevmek küfürdür. (Muhammed İznikî, Yûsuf Sinânüddîn)

TA'ZÎR:
Suça ve şahsa göre değişen tenbîh (uyarma), ihtâr, tekdîr ve dövmek gibi cezâlarla cezâlandırma.
Müslümanları dili ve eli ile haksız inciten ta'zîr olunur. (Molla Hüsrev)
Ramazan ayında özürsüz açıkça oruç yiyen bir müslüman, fıskını (günâhını) îlân ettiğinden hükûmet tarafından ta'zîr edilir. Gizli yerse bunun cezâsı ve keffâreti Kur'ân-ı kerîmde bildirildiği gibidir. (Halebî)
Harâm işleyeni görünce gadaba gelmek (öfkelenmek) iyidir. Din gayretinden ileri gelir. Fakat kızınca, aklın ve İslâmiyet'in dışına taşmamak lâzımdır. Ona kâfir, münâfık, deyyus ve diğer fuhuş gibi çirkin şeyler söylemek harâm olur. Söyleyenin ta'zîr edilmesi lâzım olur. Haram işleyeni görenin buna câhil veya ahmak demesine izin verilmiş ise de, yumuşak tatlı söyleyerek nasîhat vermek iyi olur. Haram işleyeni hükûmet me'mûrunun, polisin güç kullanarak men etmesi lâzımdır. Devlet me'muru yoksa, gü cü yetenin de men etmesi, ta'zîr etmesi lâzım olur. Ölüm, evini yıkmak cezâları ancak hükûmet ve hâkim tarafından verilir. (M. Hâdimî)

TA'ZİYE:
Ölen kimsenin yakınlarına sabır, ölene rahmet dileme.
Resûlullah sallallahü aleyhi ve selem Eshâb-ı kirâmdan (arkadaşlarından) Mu'âz bin Cebel'e yazdırdığı ta'ziye mektûbunda buyurdu ki:
Allahü teâlâ sana selâmet versin! O'na hamd ederim. Herkese iyilik ve zarar, yalnız O'ndan gelir. O dilemedikçe kimse kimseye iyilik ve kötülük yapamaz.
Allahü teâlâ, sana çok sevâb versin. Sabretmeni nasîb eylesin! Nîmetlerine şükr etmeni ihsân eylesin!
Muhakkak bilmeliyiz ki, kendi varlığımız, mallarımız, Allahü teâlânın sayısız nîmetlerinden, tatlı ve faydalı ihsânlarındandır. Bu nîmetleri, bizde sonsuz kalmak için değil, emânet kullanmak, sonra geri almak için vermiştir. Bunlardan belli bir zaman da faydalanırız. Vakti gelince, hepsini geri alacaktır.
Allahü teâlâ nîmetlerini bize vererek sevindirdiği zaman, şükretmemizi, vakti gelip geri alarak üzüldüğümüz zaman da, sabretmemizi emreyledi. Senin bu oğlun, Allahü teâlânın tatlı, faydalı nîmetlerinden idi. Geri almak için emânet bırakmıştı. Seni, o ğlun ile faydalandırdı. Herkesi imrendirecek şekilde sevindirdi, neşelendirdi. Şimdi, geri alırken de, sana çok sevâb, iyilik verecek, acıyarak, doğru yolda ilerlemeni, yükselmeni ihsân edecektir. Bu merhâmete, ihsâna kavuşabilmek için sabretmeli, O'nun yaptığını hoş görmelisin! Kızar, bağırır, çağırırsan, sevâba, merhâmete kavuşamazsın ve sonunda pişmân olursun. İyi bil ki, ağlamak, sızlamak, derdi belâyı geri çevirmez. Üzüntüyü dağıtmaz! Kaderde olanlar başa gelecektir. Sabretmek, olmuş bitmiş şeye kızmamak lâzımdır.
Allahü teâlâ hepinize selâmet versin! Âmîn (Hilyet-ül-Evliyâ)
Meyyit (cenâze) sâhiblerinden büyük, küçük erkeklere ve yaşlı kadınlara rast gelince, ta'ziye etmek, sabır tavsiye etmek müstehabdır. Ta'ziye için; "A'zamallahü ecrek ve ahsene ezâek ve gafere li meyyitik" denir ki; "Allahü teâlâ, sevâbını, dereceni arttırsın ve güzel sabır etmeni nasîb eylesin ve meyyitin günâhlarını affeylesin." demektir. (Seyyid Abdülhakîm)
Üç günden sonra ta'ziye yapmak mekruhtur. Ancak uzakta olanlar ve yakın olup da, geç haber alanlar için mekrûh olmaz. İki kerre ta'ziye etmek de mekruhtur. Kabir başında ve meyyit sâhiplerinin kapılarında da ta'ziye mekrûhtur. Ta'ziye, mektub ile de olur. (Seyyid Abdülhakîm)

TAZMÎN:
Sebeb olunan zarar ve ziyânı ödeme.
Çeşitli kimselerden aldığı haram malları birbirleri ile veya kendi helâl malı ile yâhut kendinde emânet bulunan mallar ile karıştırırsa ve bunları birbirlerinden kolayca ayıramazsa, bu karışımlar kendi mülkü olur. Bu karışımlara mülk-i habîs (temiz o lmayan) denir. Haram malları ayırabilirse kendilerini, sâhiplerine veya bunların vârislerine (mîrâsçılarına) vermesi, ayıramaz ise tazmîn etmesi lâzım olur. Tazmînden sonra habîs (pis) karışımı kullanması mubâh olur (ve zekâtını vermesi lâzım olur). Sâhibini bildiği hâlde, tazmîn etmeden evvel kullanamaz ve sadaka ve hediye veremez ve zekât nisâbına katması lâzım olmaz. Sâhiplerini vârislerini bilmiyorsa, haram malın ve habis karışımın hepsini sadaka vermesi vâcib olur. Sâhibi sonra ortaya çıkarsa, kendisine tazmîn etmesi de lâzım olur. (İbn-i Âbidîn)

TEADDÜD-İ ZEVCÂT:
Birden fazla kadınla evlenmek; poligami.
Şunu iyi bilmelidir ki, İslâm dîni teaddüd-i zevcât'ı emretmemiş, ancak izin vermiştir. Yâni teaddüd-i zevcât farz değil, sünnet de değil ancak mübahtır, dinde izin verilen bir husustur. Kadını boşamak ve teaddüd-i zevcât İslâm dîninde vâcib değildir . Mendûb da değildir. İhtiyâç olduğu zaman izin verilmiştir. Erkekler teaddüd-i zevcât yapmaya emrolunmadıkları gibi, kadınlar da bunu kabûl etmeye mecbûr değildirler. (M. Sıddîk Gümüş)
İslâm düşmanlarının ve Avrupalıların müslümanlığa ve müslümanlara saldırmalarının sebeplerinden biri de teaddüd-i zevcâttır. Halbuki müslümanlar dörde kadar kadınla evlenirken, Avrupalılar sayısız kadın ve metreslerle düşüp kalkıyorlar. Ayrıca İslâmi yet teaddüd-i zevcât için şartlar koymuştur. Bu şartları herkes yerine getiremez. Bunun içindir ki, müslüman erkeklerin birden fazla evlenmesi sınırlıdır. Zâten teaddüd-i zevcât bir emir değil, şartlara bağlı bir izindir. Teaddüd-i zevcâtın yasak olduğu yerlerde, fuhşun, zinânın çoğaldığı görülmektedir. (M. Sıddîk Gümüş)
İslâmiyet'i incelerken, teaddüd-i zevcât bahsini buldum. Yaptığım incelemeler netîcesinde anladım ki, İslâmiyet'ten önce Arabistan'da her erkek istediği kadar kadınla birlikte yaşıyor ve onlara karşı hiçbir mes'ûliyeti bulunmuyordu. İslâm dîni, kadın ın sosyal mevkiini ıslâh etmek ve düzeltmek için bir erkeğin alabileceği kadın miktârını çok azaltmış ve ona bu kadınlara bakmağı, aralarında adâleti te'min etmeği, onlardan ayrılırsa, kendilerine tazmînât vermeyi emretmiştir. Kimsesiz kalan kadınlar da teaddüd-i zevcât sâyesinde bir âileye, o âilenin bir ferdi gibi katılabiliyor, bir esir muâmelesi görmüyorlardı. Ayrıca şartlarını yerine getiremeyecek erkekler için teaddüd-i zevcât haramdır. İkinci Cihân Harbi bittiği zaman İngiliz radyosunda Dear Sir adlı proğramda bir zavallı İngiliz kadınının "Genç bir kadınım. Kocamı harbde kaybettim. Şimdi kimsesiz kaldım. Korunmaya ihtiyâcım var. İyi huylu bir adamın ikinci karısı olmaya ve birinci karısını başımda taşımaya râzıyım. Yeter ki bu yalnı zlıktan kurtulayım" diye yalvardığı ve feryâd ettiği hatırıma geldi. Bu da gösteriyor ki, İslâm'da teaddüd-i zevcât bir ihtiyâcı karşılamak içindir. Bu bir emir değil, ancak bir izindir. (Bayan Maviş B. Jolly)

TEAKKUL:
Aklı kullanarak, lüzumlu şeyleri öğrenirken, her şeyin haddini, sınırını aşmamak, yâni lüzumlu olanı terk etmemek, lüzûmsuz olanla meşgûl olmamak, bunlarla vakit öldürmemek.
Hikmetten (ilimden) yedi şey meydana gelir: 1)Zekâ, 2)Sür'ât-ı selim, yâni ihtiyâc olunca, lâzım olan şeyi hemen anlama, 3)Zihin açıklığı, istediği şeyleri çabuk anlamak, elde etmek, 4)Dikkat, 5)Teakkul, 6)Tehaffuz yâni unutmamak, rûhun anladığı şeyl eri unutmaması, 7)Tezekkür, hâfızadaki bilgileri istenilen zamanda hatırlamaktır. (Ali bin Emrullah)

TEÂLÂ VE TEKADDES:
Allahü teâlânın ism-i şerîfi anıldığında, işitildiğinde veya yazıldığında: "Yüce ve noksan sıfatlardan münezzeh (uzak, temiz)" mânâsına hürmet, saygı ifâdesi.
Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerine hamdolsun. O'nun seçtiği kullarına selâm olsun. Sevgili oğlum! Fırsat ganîmettir. Yâni, zaman çok kıymetlidir. Bu kıymetli zamanları faydasız şeylere sarfetmemelidir. Allahü teâlâ ve tekaddesin râzı olduğu, beğen diği şeyleri yapmakla geçirmelidir. Beş vakit namazı, dünyâ işlerini düşünmeyerek ve cemâatle kılmalıdır. Ta'dil-i erkâna (şartlarına) uygun olarak kılmaya dikkat etmelidir. Teheccüd (gece) namazını kaçırmamalıdır. Seher vakitleri istiğfâr (tövbe) et melidir. Gafletten, nefse uymaktan lezzet almamalıdır. Dünyânın geçici lezzetlerine aldanmamalıdır. Ölümü hatırlamalı, âhiretin dehşet ve şiddetini göz önüne getirmelidir. (İmâm-ı Rabbânî)

TEÂMÜL:
İ'tiyâd, alışkanlık olarak yapılagelen şey. (Bkz. Örf ve Âdet)

TEASSUB (Taassub):
Haksız yere düşmanlık etmek, inadcılık etmek; kendi yanlış fikrine körü körüne bağlanıp başkalarının doğru fikrini kabûl etmeme.
Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem Eshâb-ı kirâmı (arkadaşları) Resûlullah'ın huzûrunda oturmakla, O'nun mübârek sözlerini işitmekle; teassub, mevki arzûsu ve dünyâya düşkün olmak, hepsinin kalblerinden sıyrılmış gitmişti. Hırs, kin ve kötü huydan kurtulmuş, tertemiz olmuşlardı. ( Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Mezhebsizler bir mezhebi taklîd eden müslümanları kötülemek için ilmî kelimelere yanlış mânâ vererek iftirâ ediyorlar. Meselâ mezheb bilgilerini açıklamaya ve bunları isbât etmeye teassub diyorlar.Teassub, mezheb kavgalarına sebeb oldu diyorlar. Hâlb uki İslâm âlimlerine göre bir mezhebe bağlanmak, Peygamber efendimizin sünnetine ve dört halîfenin sünnetlerine uygun olduğunu savunmak, teassub değildir. Bunun aksini yapmak teassub olur. Dört mezhebi taklîd edenler hiçbir zaman böyle teassub yapmad ı. Hiçbir asırda mezheb teassubu olmadı. (M. Sıddîk Gümüş)

TE'ÂTÎ:
Yalnız bir taraftan veya her iki taraftan teslim etmekle yapılan alış-veriş.
Satıcı, bu malı bin liraya sana sattım dese, müşteri dahi bir şey söylemeden alsa, bu te'âtî yoluyla câiz olur. Satıcı malı verse, müşteri de parasını verse, ikisi de hiçbir şey söylemese, alışveriş yine câiz olur. (İbrâhim Halebî)

TEAYYÜN:
Alış-verişte söz kesilirken tâyin (belli) edilen malın, belli olarak kalması.
Teayyün eden malın kendisini vermek lâzımdır.Benzerini hattâ daha iyisini alması için müşteri zorlanamaz. ( Hamza Efendi)

Teayyün-i Evvel:
İlm-i ilâhîde ilk teayyün, zuhûr, ortaya çıkış.
Peygamberlerin ve meleklerin bütün vilâyetleri, teayyün-i evveldedir. (Muhammed Bâkî-billah)

Teayyün-i İmkânî:
İnsanın hakîkati olan teayyün-i vücûbîsinin zılli yâni görüntüsü. Ehlullah (evliyâ) kendi yaratılışlarına, güçlerine göre tasavvuf mertebelerine kavuşmakta birbirlerinden çok ayrıdırlar. Evliyâ arasında Allahü teâlânın ismine kavuşanlar pek azdır. Ço ğu bu ismin teayyün-i imkânîsine kavuşmuştur. (İmâm-ı Gazâlî)

Teayyün-i Vücûbî:
Bir şeyin, insanın hakîkati.
Îsâ aleyhisselâm gökten inerek, âhir zaman Peygamberinin dînine uyunca, onun teayyün-i vücûbisi kendi makâmından yükselerek, ona uyduğu için, hakîkat-i Muhammedî'nin makâmına gelir. O'nun dînini kuvvetlendirir. (İmâm-ı Gazâlî)

Teayyün-i Vücûdî:
Varlıkta meydana gelme, hâsıl olma.
Teayyün-i ilmî, teayyün-i vücûdîden evveldir ve onun husûsiyetlerinden bir husûsiyettir. (İmâm-ı Rabbânî)

TEBÂREKE SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin altmış yedinci sûresi. (Bkz. Mülk Sûresi)
Ey oğul! Yatacağın zaman, Tebâreke sûresini oku. Peygamberimiz aleyhisselâm buyurdu ki: Yatarken Tebâreke sûresini okumadan yatma. Zîrâ ölürsen kabirde sana yoldaş olur. Her gece Tebâreke sûresini okuyan kimse, Kadr gecesini ihyâ etmiş gibi sevâbına nâil olur, kavuşur. (Süleymân bin Cezâ)
Mü'minlerden dokuz kimseye de kabir süâli olmaz:Şehîd, düşman karşısında nöbette iken ölen, vebâ, kolera gibi bulaşıcı hastalıktan ölen, böyle hastalıklar yayıldığı zaman kaçmayıp sabrederek başka sebeble ölen, sıddîklar, bâliğ olmayan çocuklar, Cumâ günü ve gecesi ölenler. Her gece Tebâreke ve Secde sûresini okuyanlar ve ölüm hastalığında İhlâs sûresini okuyanlara kabir süâli olmaz. (Muhammed bin Alkamî)

TEBÂREKE VE TEÂLÂ:
Allahü teâlânın ism-i şerîfi anıldığında ve yazıldığında, söylenen ve yazılan, "Yüce ve noksan sıfatlardan münezzeh (uzak, temiz)" mânâsına ta'zîm ve hürmet ifâdesi.
Allahü tebâreke ve teâlâ lutf ederek, acıyarak kullarına çok şeyleri mubâh etmiş, izin vermiştir. Rûhu hasta, kalbi bozuk olduğu için, mubâhlarla doymayıp bitmez tükenmez mubâhları bırakıp, İslâmiyet'in hudûdundan dışarı taşarak şüpheli ve harâmlara uzananlar, ne kadar bedbaht ve zavallıdır. Âdet üzere alışkanlık ile namaz kılan ve oruç tutan çoktur. Fakat İslâmiyet'in hudûdunu gözeten haram ve şüphelilere düşmemeye dikkat eden pek azdır. Doğru ve hâlis ibâdet edenleri âdet üzere bozuk ibâdet ed enlerden ayıran fark, Allahü teâlânın emirlerini gözetmektir. (İmâm-ı Rabbânî)

TEBASBUS:
Bir menfaate kavuşmak veya bir zarardan korunmak için tevâzu göstermek, yaltaklanmak.
Dünyâ rütbelerinde kendinden aşağı olanlara büyüklük göstermemek tevâdûdur. Çünkü eline geçenler, Allahü teâlânın lütfu ve ihsânıdır. Kendi elinde bir şey yoktur. Mevki ve servet sâhiblerinin tevâdû' göstermeleri iyi olur. Sevâb olur.Tebasbus günâhtı r. Dilencilerin tevâdûları böyledir. (Ali bin Emrullah)

TEBBET SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin yüz on birinci sûresi.
Tebbet sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). Beş âyettir.Tebbet, kurusun mânâsında bedduâdır.Sûre, Ebû Leheb hakkında inmiştir. (İbn-i Hişâm, İbn-i Abbâs)
Tebbet sûresinde meâlen buyruldu ki:
Ebû Leheb'in iki eli kurusun. (zâten) kurudu (helâk oldu ya) . Ona, ne (babasından mîras kalan) malı, ne kazandığı fayda vermedi. O yakında alevli bir ateşe girecek, karısı da odun hammalı olarak, boynunda bükülmüş bir ip de olduğu hâlde. (Âyet: 1-5)
Kim Tebbet sûresini okursa, umarım ki, Allahü teâlâ onunla Ebû Leheb'i bir yerde birleştirmez. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)
Siyâsete karışmış olan din adamlarından Hüsâmeddîn Peçeli, tefsirinde bilhassa Tebbet sûresinin ittihâdcıları methettiğini yazmaktadır. (M. Sıddîk Gümüş)
Resûlullah efendimizin mübârek kerîmeleri Rukayye çok güzel idi. Ebû Leheb'in oğlu Utbe'ye nikâh edildi. Tebbet sûresi gelince, Utbe düğünden önce boşadı. Vahy gelerek hazret-i Osman'a nikâh edildi. (Nişâncızâde)

TEBCÎL ETMEK:
Ta'zîm, hürmet etmek ve saygı göstermek.
Kâfirlere (müslüman olmayanlara) ancak iş düştüğü zaman selâm verilebilir. Kâfiri tebcîl etmek için selâm verenin ve kâfiri ta'zim edenin, kıymet verenin, meselâ üstâdım gibi sözlerle saygı gösterenin îmânı gider. (İbn-i Âbidîn)

TEBE-İ TÂBİÎN:
Peygamber efendimizin Eshâbını gören ve sohbetinde bulunmakla Tâbiîn denen büyükleri görmekle şereflenenler. (Bkz. Tâbiîn)
Eshâb-ı kirâm, Tâbiîn ve Tebe-i tâbiînin toplam zamânı yaklaşık iki yüz yıldır. Bu devir, Resûlullah efendimiz tarafından övülmüştür. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Namazın, husûsî hareketleri yapmak ve husûsî şeyler okumak olduğu, Peygamber efendimiz tarafından bildirilmiş, kendisi de böyle kılmıştır. Eshâb-ı kirâmın Tâbiîn'e, onların da Tebe-i tâbiîne bildirdikleri bu husûslar her asırda bulunan İslâm âlimleri tarafından bizlere kadar gelmiştir. (İmâm-ı Rabbânî)
Tebe-i tâbiînden olan ve zamânında, Kûfe'nin en çok ibâdet edeni diye tanınan Muhammed bin Nadr el-Hârisî buyurdu ki: "İlmin evveli sükûttur. Sonra onunla uğraşmaktır. Sonra ezberlemek, sonra onunla amel etmek, sonra da başkalarına öğretmektir."
Tebe-i tâbiînin büyüklerinden Süfyân bin Uyeyne hazretleri buyurdu ki: "Allahü teâlâyı seven, Allahü teâlânın sevdiklerini de sever. Allahü teâlânın sevdiklerini seven, cenâb-ı Hakk'ın rızâsı için sever."

TEBERRÎ:
Uzaklaşmak, uzak durmak.
Allahü teâlânın düşmanlarını sevmek, insanı Allahü teâlâdan uzaklaştırır. Teberrî etmedikçe, tevellî (dostluk, yaklaşma) olmaz. Kalbde îmân bulunduğuna alâmet, küfürden teberrî etmek, kaçınmaktır ve kâfirlikten, kâfirlere mahsus şeylerden, meselâ bel ine zünnâr bağlamak ve bunun gibi kâfirlik alâmeti olan şeyleri kullanmaktan sakınmaktır. Küfürden teberrî etmek, Allahü teâlânın düşmanlarını sevmemektir. (İmâm-ı Rabbânî)
Her akşam yatarken tecdîd-i îmânda bulunmalı ve "İslâm dînine muhâlif (aykırı, uymayan) herşeyden teberrî ettim" demelidir. (Seyyid Abdülhakîm)

TEBERRU':
Bir kimsenin, mecbur ve mükellef (yükümlü) olmadan, herhangi bir şeyi kendi rızâsı ile karşılıksız olarak birisine onun mülkü olacak şekilde vermesi.
Teberru' ancak kabz (teslim almak) ile tamâmlanır yâni mülkolur. Şöyle ki: Akıllı ve bâliğ (ergenlik, evlenecek yaşta) olan bir kimse, birisine bir şey hibe, hediye veya sadaka olarak verse, o kimse de onları ele geçirip, teslim alsa, kendi mülkü ve onun malı olur. Fakat kabzetmedikçe mülkü olmaz. (Mecelle ve Ali Haydar Efendi)
Kadının ev işlerini yapması zevcine (kocasına) teberru' ve ihsândır. Çok sevâbdır. Yapmazsa günâha girmez. Zevc bunları zorla yaptıramaz. (Abdülganî Nablüsî)

TEBERRÜK:
Bereketlenme, mânen istifâde etme, faydalanma.
Ebû Hanîfe ile teberrük ediyorum. Her gün mezârını ziyâret ediyorum. Zor bir durumda kalınca, onun kabrine gidip iki rek'at namaz kılarım. Allahü teâlâya yalvarırım. Dileğimi verir. (İmâm-ı Şâfiî)
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Mektûbâtını teberrük niyeti ile her gün okumalıdır. Çünkü insan farkına varmadan kalbden dünyâ sevgisini çıkarır. (Abdullah-ı Dehlevî ve Abdülhakîm Arvâsî)

TEBESSÜM:
Gülümseme, kendinin işitmeyeceği şekilde sessiz gülme.
Peygamber efendimiz güler yüzlü idi. Tebessüm ederek gülerdi. Gülerken mübârek ön dişleri görünürdü. Güldüğü zaman nûru duvarlar üzerinde ziyâ (ışık) verirdi. Ağlaması da gülmesi gibi hafif idi. Kahkaha ile gülmediği gibi yüksek sesle de ağlamazdı. (Abdullah-ı Dehlevî)
Eshâb-ı kirâm mescid-i şerîfte saf bağlayıp Ebû Bekr-i Sıddîk'ın arkasında sabah namazını kılarken, Peygamber efendimiz mescide girdi. Ümmetinin saf saf olup ibâdet ettiklerini gördü. Sevinerek tebessüm buyurdu. Kendisi de hazret-i Ebû Bekr'e uyup ar kasında namaz kıldı.
Rükû ve secdeleri olan namazda kahkaha ile gülmek, namazı da abdesti de bozar. Namazda tebessüm, namazı da abdesti de bozmaz. (Halebî)

TEBLÎĞ:
Peygamberlerin, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını, insanlara eksiksiz ve noksansız olarak bildirmeleri.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Onlar (Peygamberler) Allahü teâlânın insanlara gönderdiklerini tebliğ ederler. O'ndan korkarlar. Allah'tan başka kimseden korkmazlar. (Ahzâb sûresi: 39)
Peygamberler aleyhimüsselâm hakkında bilmemiz vâcib olan sıfatlar yedidir: 1) Emânet (güvenilir olmak), 2)Sıdk (doğruluk), 3) Teblîğ, 4) Adâlet (âdil olmak), 5) İsmet (hiç günah işlememek), 6)Fetânet (diğer insanlardan daha akıllı olmak, 7)Emn-ül-azl (peygamberlikten azl olunmamak, atılmamak). (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem 632 (H.10) yılında vedâ haccı denilen son haccı yaptılar. Bu sırada vedâ hutbesini îrâd buyurdular. Hutbenin sonunda "Ey insanlar! Yarın beni sizden soracaklar, ne diyeceksiniz?!." Eshâb-ı kirâm; "Allahü teâlânın dînini tebliğ ettin. Vazîfeni yerine getirdin. Bize vasiyyet ve nasîhatte bulundun, diye şehâdet ederiz" dediler. Bunun üzerine Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, mübârek şehâdet parmağını kaldırarak cemâat üzerine çevirip indirdiler ve; Şâhid ol yâ Rab! Şâhid ol yâ Rab! Şâhid ol yâ Rab!" buyurdular. (İbn-i Hişâm)

TEBŞÎR:
Müjdeleme, sevindirici bir haber ulaştırma.
Eğer ölüyü ağzı açık, sanki gülüyor, yüzü gülümsüyor, gözü dahi kırpık gibi görür isen; bilmiş ol ki, o kimse, âhirette kavuşacağı sürûr (sevinç, neş'e) ile tebşîr olunmuştur. (İmâm-ı Gazâlî)
Ölen kimse sa'îd yâni Cennetlik ise, bir takım melekler başlarında Cebrâil aleyhisselâm olduğu hâlde, o kimsenin rûhunu alıp, altıncı kat semâyı geçtikten sonra, surâdikat-i celâl denilen, celâl perdelerinin bulunduğu bir makâma varırlar. Kimsin diye sorulduğunda; Cebrâil aleyhisselâm, yanımdaki filândır diyerek o kimseyi onun hoşuna gidecek şekilde tanıtır. O anda; "Hoş ve safâ geldi. Çok istiğfâr edip, çoluk çocuğuna ve sözü geçenlere emr-i ma'rûf yapan (iyiliği emreden), Allahü teâlânın dînini O'nun kullarına öğreten, miskinlere ve darda kalanlara yardım eden sâlih kula ve güzel rûha merhabâlar olsun" denir. Sonra meleklerden bir cemâate uğrarlar ki, hepsi onu Cennet ile tebşîr edip, onunla müsâfeha ederler. (İmâm-ı Gazâlî)

TEBZÎR:
Malı, İslâmiyet'in ve aklın uygun görmediği yerlere dağıtma, isrâf.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede buyurdu ki:
Akrabâya, yoksula ve yolda kalmışa hakkını ver. Malını tebzîr etme. Çünkü tebzîr edenler, şeytanların kardeşleridir. Şeytan ise Rabbine (karşı) çok nankördür. (İsrâ sûresi: 26,27)
Tebzîr'in haram olduğu muhakkaktır. Kalbin hastalığıdır. Kötü bir huydur. Dînimizin; hasisliği (cimriliği), isrâftan daha çok kötülemesi, isrâfın cimrilik kadar kötü olmadığını göstermez. Hasisliğin daha çok kötülenmesi, insanların çoğu, yaratılıştan , mal biriktirmeği sevdiği içindir. (İmâm-ı Birgivî)

TECDÎD-İ ÎMÂN:
Bilerek veya bilmeyerek küfrü gerektiren (îmânı gideren) bir sözü söylemek veya bir işi yapmak yâhut böyle bir şeyi yapmış olma ihtimâli üzerine, Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah sözünü; mânâsını bilerek ve inanarak söyleyip, îmânını yenileme, tâzeleme.
Lâ ilâhe illallah diyerek tecdîd-i îmân yapınız. (Hadîs-i şerîf-Hadîka)
Îtikâdında (inancında) veya sözünde veya işinde küfre (îmânın gitmesine) sebeb olacak bir şey bulunan kimsenin tecdîd-i îmân etmesi lâzımdır. (Abdülganî Nablüsî)
Kadın ve erkek her müslümanın, her gün sabah ve akşam tecdîd-i îmân duâsını okuması lâzımdır. Zevc ile zevcenin (hanımın) birlikte okumaları iyi olur. (Birgivî)
Nikâh yapmadan önce, îmânında şüphe olunan erkeğe ve kıza, îmânın altı şartını ve İslâm'ın beş şartını sormalı, bilmiyorlarsa öğretmeli, ezberden okutmalı ve Kelime-i şehâdet okumalıdırlar. Tecdîd-i îmân ettirmeli ondan sonra nikâh yapmalıdır. Şâhitl erin de böyle îmânlı olmaları lâzımdır. (İbn-i Âbidîn)
Küfre sebeb olan sözü, hatâ ederek yanılarak söyleyenin îmânı ve nikâhı bozulmaz. Yalnız tövbe ve istiğfâr yâni tecdîd-i îmân etmesi iyi olur. Tecdîd-i nikâh (nikâhı yenilemek) lâzım olmaz. (Hâdimî)
Her gün tecdîd-i îmân müstehabtır. "Yâ Rabbî! Eğer benden unutarak veya yanlışlıkla ve bilerek küfür ve şirk ve günah ve her ne meydana gelmiş ise ben onların hepsinden dönüp vazgeçtim, pişman oldum. Bir dahi yapmamaya söz verdim. İslâm dînini kabûl ettim. Peygamber efendimiz senin tarafından her ne getirdi ise inandım, kabul ettim. Dilim ile söyledim kalbim ile tasdik ettim. Hepsi haktır, doğrudur ve gerçektir. Eğer söz ve işlerim dîne aykırı ise, ondan da pişman oldum, vazgeçtim" demeli ve Âme ntü duâsını okumalıdır. (Ahmed Hilmi Efendi)

TECDÎD-İ NİKÂH:
Nikâhı yenileme, tâzeleme.
Erkek veya kadın bir müslüman, âlimlerin sözbirliği ile küfre sebeb olacağını bildirdikleri bir sözün veya işin küfre sebeb olduğunu bilerek, amden (tehdîd edilmeden, istekle) ciddî olarak veya hezl (şaka ve güldürmek) için söyler, yaparsa, mânâsını düşünmese dahi îmânı gider, mürted olur (dinden çıkar). Buna küfr-i inâdî denir. Bu şekilde mürted olanın evvelki ibâdetlerinin sevâbları yok olur. Tövbe ederse, geri gelmezler. Zengin ise tekrar hacca gitmesi lâzım olur. Mürted iken kıldığı namazları, oruçları zekâtları kazâ etmez. Daha öncekileri kazâ eder. Küfr-i inâdî ile mürted olanların nikâhları bozulur, iki şâhit yanında tecdîd-i nikâh yapmaları lâzım olur. (Abdülganî Nablüsî)
Tecdîd-i îmân ve tecdîd-i nikâh duâsı şöyledir: "Allahümme innî ürîdü en üceddidel-îmâne ven-nikâha tecdîden bikavli lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah." Câmide cemâatin çok olduğu bir namazın duâsından sonra imâm efendi bunu cemâat ile birlikte okursa, cemâat birbirlerine şâhit olmuş, nikahları da tâzelenmiş olur. (İbn-i Âbidîn, Yûsuf Sinânüddîn)

TECELLÎ:
Görünme. Kalbde Allahü teâlânın zâtının ve isimlerinin zuhûru.
Evliyâ herkes gibi, bir mezhebe tâbi olarak yükselmişlerdir. Ahkâm-ı İslâmiyye'ye yapışmak, bir ağaç dikmek gibidir. Evliyâya hâsıl olan ilimler, mârifetler, tecellîler keşfler, ve muhabbet-i zâtiyye bu ağacın meyveleri gibidir. (Rükneddîn-i Çeştî)
Zât-ı ilâhînin (Allahü teâlânın) tecellîsi bu dünyâda yalnız Muhammed aleyhisselâma nasîb oldu. Başkalarına ise âhirette nasîb olacağı bildirildi. (İmâm-ı Rabbânî)
Allahü teâlâ insanın kalbine tecellî eder. Fakat bu tecellî Allahü teâlânın sıfatlarının tecellîsidir. (Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî)
Tasavvufta keder ve ümidsizlik yoktur. Yalnız sevgi ve tecellîler vardır. (Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî)

Tecellî-i Cemâl:
Allahü teâlânın cemâlinin zuhûru.
Cennet'te mü'minlerin makbûl olanları, her sabah ve akşam, derecesi aşağı olanlar ise, her Cumâ günü ve kadınlar, dünyâ bayramı gibi yılda birkaç kere tecellî-i cemâl ile şerefleneceklerdir. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

Tecellî-i Ef'âl:
Sâlikin, yâni tasavvuf yolcusunun, kulların fiillerini Allahü teâlânın fiilinin zılleri (görüntüleri) olarak görmesi ve bu fiillerin varlığının O'nun fiili ile olduğunu bilmesi. Âlem-i Emrin ilk adımında olan tecellîler.
Tecellî-i ef'âl sâhibi, her işte arada olan vâsıtaların var olmasının bahâne olduğunu, asıl yapanın Allahü teâlâ olduğunu bilir. (Abdülhakîm bin Mustafa)

Tecellî-i Sıfat:
Allahü teâlânın sıfatlarının tecellîsi.
Seyyid Nûr'un bir teveccühü (bakması) ile tâliblerin (kendisine talebe olanların) kalbleri zikre başlardı. Tecellî-i sıfat hâsıl olurdu. (Mazhar-ı Cân-ı Cânân)

Tecellî-i Sûrî:
Zât-ı ilâhînin veya isimlerinin kendilerinin değil, sûretlerinin, görüntülerinin tecellîsi.
Başkalarının yolun sonunda kavuştukları ve Hakk-ul yakîn dedikleri, bize yolun başında Tecellî-i sûrî olarak hâsıl olmaktadır. (İmâm-ı Rabbânî)
Tecellî-i sûrî, sâliki yâni tasavvuf yolcusunu fânî yapmaz. Birçok bağlılıklarını yok eder ise de fenâya kadar götürmez. (İmâm-ı Rabbânî)

Tecellî-i Zât:
İsim ve sıfatlar araya girmeden sâdece zât-ı ilâhînin tecellî etmesi.
Tecellî-i zât,Peygamberlerin sonuncusuna (Muhammed aleyhisselâma) mahsûstur. O'nun yanısıra başka peygamberlere ve O'na çok uyan bu ümmetin evliyâsında da hâsıl olur. Başka peygamberlerin ümmetlerine nasîb olmaz. Bunun için bu ümmet, ümmetlerin hayır lısı olmuştur. (İmâm-ı Rabbânî)
Ahrâriyye büyükleri, vecdlerin İslâmiyet'e uygun olmasına dikkat ederler. Zevkleri, mârifetleri İslâmiyet terâzisi ile ölçerler, çocuklar gibi ceviz, kozalak sayılan vecdlere, hâllere aldanıp da İslâmiyet'in güzel cevherlerini elden kaçırmazlar. Tasa vvufçuların İslâmiyet'e uymayan sözlerine aldanıp bağlanmazlar. Hâlleri devamlıdır. Zamanlarında değişiklik olmaz.Başkalarının şimşek gibi çakıp geçen tecellî-i zâtî bunlara devamlıdır. Çabuk geçer, gayb olan huzûra kıymet vermezler. "O yüksek insanlara, ticâret, alış-veriş Allahü teâlâyı unutturmaz." (Nûr sûresi: 24) meâlindeki âyet-i kerîme bunların hâlini bildirmektedir. (İmâm-ı Rabbânî)

TECEMMÜL:
Çirkinliği gidermek, vakar sâhibi olmak, şükr etmek ve nîmeti göstermek için zînetlenmek, süslenmek.
Tecemmül etmek, müstehâbdır.Helâl şeylerle zînetlenmek mubâhtır. İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe dört yüz altın kıymetinde cübbe giyerdi. (İbn-i Âbidîn)

TECESSÜS:
İnsanların gizli hallerini, ayb ve kusûrunu merâk edip, iç yüzünü araştırıp öğrenmeye çalışmak.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:
Ey îmân edenler! Zannın bir çoğundan kaçının. Çünkü bâzı zan (vardır ki) günâhtır. Tecessüs etmeyiniz. Biriniz diğerinizi gıybet etmesin. (Hucurât sûresi: 12)
Sû-i zan etmeyiniz (kötü zanda bulunmayınız). Sû-i zan, yanlış karar vermeye sebeb olur. Tecessüs etmeyiniz. Münâkaşa etmeyiniz, birbirinizi çekiştirmeyiniz, kardeş gibi sevişiniz. Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulm etmez, yardım eder. Onu kendinden aşağı görmez. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Tecessüs etmek harâmdır. ( Muhammed Hâdimî)
Bir kimsenin muhtâc olduğu malı kazandıktan sonra, fazla çalışmayıp, ibâdet etmesi câizdir. Bunun için, çalışmayıp ibâdet edene sû-i zan (kötü zan) ve tecessüs etmemelidir. İkisi de harâmdır. Fakat çalışmayıp câmide oturarak, Allahü teâlâya tevekkül ediyorum diyene de inanmamalıdır. Bu kimse, çalışmayı terk ettiği için günâh işlemektedir. (Abdülganî Nablüsî)

TECHÎZ:
Vefât edenin (ölenin) yıkanmasından kabre defnedilmesine kadar yapılması lâzım gelen şeyler.
Meyyitin (ölü kimsenin) techîzi, tekfini ve cenâze namazı farz-ı kifâyedir. Müslümanların bâzısı bu vazîfeleri yerine getirirse, diğerlerinin üzerinden bu vazîfeleri yapmak düşer. (Hâdimî)
Meyyitin bıraktığı maldan ilk önce onun techîz ve tekfînine harcanır. Bu harcama işinde isrâftan ve cimrilikten kaçınılır. (Muhammed Mevkûfâtî)

TECRİBE (Tecrübe):
Deneme, sınama, bilgi edinmeyi sağlayan üç yoldan biri.
Eshâb-ı kirâm (Peygamber efendimizin mübârek arkadaşları) bir gün Peygamber efendimize sallallahü aleyhi ve sellem gelerek; "Yemen'e gidenlerimiz orada hurma ağaçlarını başka türlü aşıladıklarını ve daha iyi hurma aldıklarını gördük. Biz Medîne'deki ağaçlarımızı babalarımızdan gördüğümüz gibi mi, yoksa Yemen'de gördüğümüz gibi mi aşılayalım?" diye sordular.Peygamber efendimiz; "Tecrübe edin. Bir kısım ağaçları babalarınızın usûlü ile, başka ağaçları da Yemen'de öğrendiğiniz usûl ile aşılayın. Hangisi daha iyi hurma verirse her zaman o usûl ile yapın" buyurdu. (İmâm-ı Gazâlî)
Kim tecrübelerden ders alır ve tecrübeler kendini olgunlaştırırsa, ona akıllı; kim tecrübelerden bir şey anlamazsa, ona ahmak ve câhil denir. (İmâm-ı Gazâlî)
Ahlâkı değiştirmek, kötüsünü yok edip, yerine iyisini getirmek mümkündür. Hadîs-i şerîfte; Ahlâkınızı iyileştiriniz" buyruldu. İslâmiyet mümkün olmayan şeyi emretmez. Tecrübeler de böyle olduğunu gösteriyor. (Muhammed Hâdimî)
İslâmiyet, her ilmi, her fenni ve her tecrübeyi emreden bir dindir. Müslümanlar fenni sever, fen adamlarının tecrübelerine inanır. Fakat fen adamıyım diyen fen taklidcilerinin ve din düşmanlarının iftirâlarına, yalanlarına aldanmaz. (Seyyid Abdülhakîm)


Tecribî İlimler:
Tecribe ve müşâhede (gözlem) ile elde edilen bilgiler, ulûm-i akliyye (aklî ilimler).
Bâzılarının İslâmiyet'ten ayrı ve uzak gördükleri tecribî ilimler, fenler, vesîkalar ve senetler hep İslâm dîninin birer şûbesi, dallarıdır. Yâni dînimiz tecribî ilimleri, fen bilgilerini emretmektedir. Kur'ân-ı kerîmin çok yerinde tabîatı yâni canlı -cansız varlıkları görmek, incelemek emredilmektedir. (M. Sıddîk Gümüş)
İslâm bilgileri başlıca iki kısma ayrılır. Birincisi ulûm-i nakliyyedir. Bunlara din bilgileri de denir. İkinci kısmı ise ulûm-i akliyyedir.Bunlar matematik, mantık gibi tecrübî ilimlerdir. Bunlar his organlarıyla duyularak, akıl ile incelenerek, tec rübe ve hesâb edilerek elde edilir.Bu bilgiler din bilgilerinin anlaşılmasına ve onların tatbik edilmesine yardımcıdırlar. Bu bakımdan lüzûmludurlar. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
İslâm ilimlerinden ikinci kısmı olan akıl bilgilerinin yâni tecrübî ilimlerin iyi öğrenilmesi; ince ve derin din bilgilerinin kolay ve açık anlaşılmasına yardım eder. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

TECVÎD:
Güzel yapmak, Kur'ân-ı kerîmi harflerin mahreclerine (çıkış yerlerine) ve sıfatlarına uygun olarak okumak ve bunu anlatan ilim.
Kur'ân-ı kerîmi tecvîde uygun okuyana şehîd sevâbı verilir. (Hadîs-i şerîf-Künûz-üd-Dekâik)
Kur'ân-ı kerîmi tecvîd bilgisine uyarak okuyunca, her harfine yirmi sevâb verilir. Tecvîdsiz on sevâb alır. (Hadîs-i şerîf-Şir'at-ül-İslâm)
Kırâati güzel olan imâm olur.Yâni Kur'ân-ı kerîmin harflerini tanıyan, tecvîd ile okumasını bilen olur. Sesi güzel ve tegannî eden (harfleri değiştirerek okuyan) değil. (İbn-i Âbidîn)
Kur'ân-ı kerîmi okurken riâyet edilecek on edepten altıncısı; Kur'ân-ı kerîmi güzel sesle ve tecvîd üzere okumaktır. Harfleri kelimeleri bozarak tegannî etmek, haramdır.Harfler bozulmazsa, mekrûh olur. (Halebî, İmâm-ı Gazâlî)
Din adamlarının insanlara yapamayacakları fetvâları bildirmeleri de fitneye sebeb olur. Köylüye ve ihtiyâra, tecvidsiz namaz kılınmaz demek de böyledir.Çünkü bunlar artık öğrenemez ve namazı büsbütün bırakırlar. Hâlbuki, tecvidsiz namazın câiz olduğu na fetvâ verenler vardır. Bu fetvâ zayıf ise de namazın terkedilmesinden iyidir. (Abdülganî Nablüsî)

TECVÎZ:
İzin verme, yapılmasına rızâ gösterme. Câiz görme. (Bkz. Câiz)

TEDBÎR:
Bir şeyi elde edecek veya önliyecek yol, çâre; bir işin sonunu düşünerek hareket etmek.
Tedbîr gibi akıl, güzel huy gibi asâlet olamaz. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Mâce)
İnsan bu âlemde; sebeblere yapışmakla vazîfelidir. Allahü teâlânın kendisi için takdîr buyurduğu şeylerin başına geleceğine ve sakınmanın, tedbîrin, kaderde olacak (ezelde yazılan) şeylere mâni olamayacağına inanması da insanın vazîfesidir. (Fahreddîn-i Râzî)
Kul tedbîr alır, takdîri bilmez; kişinin tedbîri ile Allahü teâlânın takdîri değişmez. (S. Abdülhakîm Arvâsî) Tez olma teemmül kıl, Her hâle tahammül kıl, Allah'a tevekkül kıl, Tedbîri bozar takdîr.
(İbn-i Kemâl)

Tedbîr-i Menzil:
İnsanın çoluk-çocuğuna karşı hareketlerinin nasıl olacağı ve ev idâresi ile ilgili husûslardan bahseden ilim.
İslâm ahlâkı üçe ayrılır: Birincisi; insan yalnız iken, başkasını düşünmeden, işlerinin iyi veya kötü olduğunu anlatan ilm-i ahlâk. İkincisi, tedbîr-i menzîl. Üçüncüsü; insanın cemiyetteki vazîfelerini, hareketlerini, herkese faydalı olmasını öğreten siyâset-i medîne yâni sosyal terbiye. (Ali bin Emrullah)

TEDEBBÜR:
Bir şeyin üzerinde düşünmek, tefekkür etmek.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:
Onlar, Kur'ân-ı kerîmi tedebbür etmezler mi? Yoksa (münâfıkların) kalbleri üzerinde (kat kat) kilidler mi var? (Muhammed (aleyhisselâm) sûresi: 24)
Kur'ân-ı kerîmi tedebbür, onun emirleri ve yasaklarını düşünmek demektir. Bu ise, kalb huzûru ve Kur'ân-ı kerîmi okurken zihni toplamakla olur. Kur'ân-ı kerîmi tedebbür için, helalden az yimek ve hâlis niyet şarttır. (İmâm-ı Gazâlî)
Tedebbür, huzûr-ı kalbden yâni, kalbin dünyâ meşgâlelerinden kurtulmasından sonra gelir.Kur'ân-ı kerîm okumaktan maksad, O'nun âyetleri üzerine tedebbür etmektir. Bunun için, Kur'ân-ı kerîmi ağır okumak sünnettir. (İmâm-ı Gazâlî)

TE'DÎB:
1.Terbiye etme, edeblendirme. (Bkz. Edeb)
Kişinin çocuğunu te'dîb etmesi, sadaka vermesinden daha hayırlıdır. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî)
Rabbim beni en güzel bir edeb ile te'dîb etti. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî)
2. Suçluyu cezâlandırma.

TEDVÎN:
Biraraya getirip toplama, düzenleme; kitab hâline getirme.
Birinci asrın sonuna doğru ilk defâ hadîs tedvîn eden zât, İbn-i Şihâb-ı Zührî'dir. Daha sonra hadîs tedvîn edenler şunlardır: Mekke'de Abdullah bin Cüreyc, Medîne'de Muhammed bin İshâk yâhut İmâm-ı Mâlik, Basra'da Rebî bin Sâbih, Kûfe'de Süfyân-ı Se vrî, Şam'da Abdurrahmân Evzâî, Vâsıt'ta Hüşeym bin Beşîrü's-Selmâ, Yemen'de Ma'mer bin Râşit, Horasan'da Abdullah bin Mübârek. Bunlardan başka daha birçokları vardır. (Zerkânî)
Eshâb-ı kirâm, sözbirliği ile bildirdiler ki, hazret-i Ebû Bekr'den ve hazret-i Ömer'den fetvâ alıp da, bunları taklîd eden bir kimse, başka işlerini başka sahâbîlere de sorar ve öğrendiği ile amel ederdi. Huccet, delîl soran olmazdı. Yâni, Tâbiînden yeni îmân etmiş olanların, Eshâb-ı kirâmdan yalnız birinin mezhebini taklîd etmesi mümkün değildi. Çünkü Eshâb-ı kirâmın mezhebleri (ictihâdları ve dînî cevapları, fetvâları) tedvîn edilmiş, büyük mezheb olarak kitablara geçmiş değildi. (İmâm-ı Kurâfî, Menâvî)

TEENNÎ:
İlerisini düşünerek acele etmeden yavaş ve ihtiyatlı hareket etme.
İşlerde acele etmemeli ve hemen karar vermemelidir. Acele ile verilen kararlara şeytan karışır. Hadîs-i şerîfte; "Acele şeytandandır. Teennî Rahmân'dandır" buyruldu. Nefsin istediği bir şey hâtırına gelince, şeytan; "Fırsatı kaçırma, hemen yap!" der. O da, yapar. Allahü teâlâdan kalbe gelen ilhâma uyan kimse ise; "O şeyi yapmaktan Allah râzı olur mu?" der. Sevap mı, günâh mı olacağını düşünür. Günâh değil ise, yapar. Böylece teennî etmiş olur. Yalnız beş şeyde acele etmek lâzımdır:
1) Misâfir gelince önüne yemek getirmelidir.
2) İnsanlık îcâbı bir günâh işleyince, hemen tövbe ve istiğfâr etmelidir.
3) Beş vakit namazı vakti çıkmadan, erken kılmalıdır.
4) Kız ve oğlan çocuklarına, din bilgilerini ve namaz kılmasını öğretmeli, bülûğa erişince, geciktirmeden evlendirmelidir.
5) Ölen şahsın defnedilmesinde acele etmelidir. (Süleymân bin Cezâ)

TEFÂHÜR:
Öğünme.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:
Biliniz ki, dünyâ hayâtı; elbette la'b (oyun) ve lehv (eğlence) ve zînet (süslenmek) ve tefâhür ve malı, parayı ve evlâdı çoğaltmaktır. (Hadîd sûresi: 20)
Üç şey için ilim öğrenme ve üç şey için de ilmi terk etme: Mücâdele, tefâhür ve riyâ (gösteriş) için ilim öğrenme! Öğrenmekten utanarak veya lüzûmu yok veya bilmesem de olur demek sûretiyle de ilmi terk etme! (Hazret-i Ömer)
Zînet eşyâsını, başkalarına gösteriş, üstünlük sağlamak için kullanmak tefâhür olur. Tefâhür haramdır. (Ali bin Emrullah)
Bu dünyâda tefâhür; mal, evlâd ve mevki gibi şeylerle olur. Halbuki bunların hepsinin bir emânet olduğu ve bir gün yok olacağı bellidir. O hâlde bunlara gönül bağlamak niye? (Ahmed Rif'at)
Tefâhürden zevk duyarak büyüklenen kişi, malından soyunmuş olsaydı, hakîkatte kendisinin tefâhür edecek ve büyüklenecek hiçbir şeye sâhib olmadığını, yalnız bir vücûdu olup onun da göçe dönüşe (ölüme) hazır vaziyette beklediğini görür ve değerini anl ardı. (Ahmed Rif'at)

TEFEKKÜR:
İbret alacak ve faydalanacak şekilde derin düşünme. Allahü teâlânın sıfatlarını ve nîmetlerini düşünme.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Onlar (o selîm akıl sâhipleri öyle insanlardır ki) ayakta iken, otururken, yanları üstünde (yatar) iken (hep) Allah'ı hatırlayıp anarlar ve göklerin, yerin yaratılışı hakkında tefekkür ederler. (Bu tefekkür edenler şöyle derler;) "Ey Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın. Sen (bundan) pâk ve münezzehsin. Bizi ateşin azâbından koru." (Âl-i İmrân sûresi: 191)
İşte biz tefekkür eden bir kavim (topluluk) için âyetleri (delilleri) böyle açıklarız. (A'râf sûresi: 24)
Varlıklardaki nizâmı tefekkür ederek Allahü teâlâya îmân ediniz. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
İnsanın günahlarını tefekkür etmesi ve bunlara tövbe etmesi, tâatlarını, ibâdetlerini düşünüp bunlara da şükr etmesi lâzımdır. Mahlûklardaki (yaratılmışlardaki) ve kendi bedenindeki ince san'atları, düzenleri, birbirlerine olan bağlılıklarını tefekkü r ederek de Allahü teâlânın büyüklüğünü anlaması lâzımdır. Aklı başında olan kimsenin tefekkür vazifesini hiç ihmâl etmemesi lâzımdır. Allahü teâlâ hiçbir şeyi bâtıl yâni boş, faydasız yaratmamıştır. İnsanların anlayamadıkları, göremedikleri faydalar, anlayabildiklerinden kat kat daha çoktur. Tefekkür dört türlü olur demişlerdir. Allahü teâlânın mahlûklarındaki güzel san'atları, faydaları tefekkür etmek, O'na inanmağa ve sevmeye sebeb olur. O'nun vâd ettiği sevâbları tefekkür etmek, ibâdet yapmaya sebeb olur. O'nun haber verdiği azâbları tefekkür etmek, O'ndan korkmaya, kimseye kötülük yapmamaya sebeb olur. O'nun nîmetlerine, ihsânlarına karşılık nefsine uyarak günâh işlediğini, gaflet (Allahü teâlâyı unutma hâli) içinde yaşadığını tefekkür etmek, Allah'tan hayâ etmeye, utanmaya sebeb olur. Allahü teâlâ yerlerde ve göklerde bulunan mahlûkları düşünerek ibret alanları sever. (Muhammed Hâdimî)

TEFE'ÜL:
1. Bir şeyi uğur saymak, hayıra yormak, bir hâdiseyi hayra alâmet, işâret olarak görmek. Tefe'ülün mukâbili (zıddı) teşe'üm yâni uğursuz saymaktır. (Bkz. Teşe'üm)
İslâm'da teşe'üm (uğursuzluk) yoktur. En hayırlısı tefe'üldür. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem tefe'ülü sever, fakat uğursuz saymayı sevmezdi. (İbn-i Hanbel)
2. Falcılık.
Zamânımızdaki bâzı falcılar, tefe'ül ederek hayrı ve şerri öğrendiklerini, sanki gaybı bildiklerini iddiâ ediyorlar. Buna Kur'ân falı, Danyâl falı diyorlar. Bu yaptıkları fal oklarıyla kısmet aramak câiz değildir. (Abdülganî Nablüsî)

TEFSÎR:
Örtülü, kapalı olan şeyi ortaya çıkarmak, açmak, beyân etmek, beşerî kudret dâhilinde, Kur'ân-ı kerîm âyetlerindeki murâd-ı ilâhîyi (Allahü teâlânın murâdını) anlamak. Bu işi yapabilen âlime müfessir denir. (Bkz. Müfessir)
Kur'ân-ı kerîmi kendi görüşüne, anlayışına göre tefsîr eden kâfir olur. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)
Bize tefsîr kitaplarına göre amel etmek emredilmedi. Fıkıh kitaplarına tâbi olmamız emredildi. (Hâdimî)
Tefsîr ve fıkıh kitaplarına hakâret eden; bunları beğenmeyen, kötüleyen kimse kâfir olur. (Hâdimî, Yûsuf Sinânüddîn)
Kur'ân-ı kerîmi tam olarak yalnız Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem anlamış, kapalı ve anlaşılması zor âyet-i kerîmeleri, Eshâb-ı kirâma açıklamışlardır. Bu sebeble Kur'ân-ı kerîmin hakîkî tefsîri, Peygamber efendimizin bu açıklamalarıdır. Tefsî r âlimlerinin Kur'ân-ı kerîmin tefsîrine dâir, Peygamber efendimizden sallallahü aleyhi ve sellem ve Eshâb-ı kirâmdan gelen rivâyetlerle yaptıkları tefsîrlere, rivâyet, me'sûr ve naklî tefsîr denildi. Ayrıca bu tefsîrler esas alınarak Kur'ân-ı kerîmin lisan ve daha başka bilgilere göre de açıklamaları yapıldı.Bu açıklamalara te'vîl denildi. Bunlara ma'kûl, re'y ve dirâyet tefsîri denir. Te'vîllerin doğruluğu, naklî tefsire uygunluğu ile anlaşılır.Tefsîr âlimleri, nakle uygun te'vîlleri de tefsîr olarak kabûl etmişlerdir.Te'vîl, nakle ve din bilgilerine uymazsa, tefsîr değil, yazanın kendi düşüncesi olur. Nitekim hadîs-i şerîfte; " Kur'ân-ı kerîmi kendi görüşü ile açıklayan, doğru olsa bile hatâ etmiştir" buyrulmuştur. Bunun içindir ki, Kur'ân-ı kerîmde mânâsı açık olmayan yerlerden yalnız akla güvenip, yanlış te'vîl yapılarak yanlış mânâlar çıkarılması netîcesinde yetmiş iki bid'at ve dalâlet fırkası ortaya çıktı. (Abdülhakîm Arvâsî)


TEFVÎZ:
Ismarlama, havâle etme.
1. Bir işi sebeblere yapıştıktan sonra Allahü teâlâya havâle etmek, helâl ve faydalı şeyleri kazanmaya çalışıp da, bunlara kavuşmayı Allahü teâlâdan beklemek. Hak, şerleri hayr eyler, Zannetme ki, gayr eyler, Ârif ânı seyr eyler, Mevlâ görelim n'eyler, N'eylerse güzel eyler Sen Hakk'a tevekkül kıl, Tefvîz et ve râhat bul, Sabreyle ve râzı ol, Mevlâ görelim n'eyler, N'eylerse güzel eyler.
(İbrâhim Hakkı Erzurûmî)
2. Kadına kendini boşama hakkı vermek. Yâni kendini sen boşa demek. Buna Temlîk de denir.
Tevfîz, zevcenin arzusuna bırakılarak; "Ne zaman istersen" diye ilâve edilirse, zevce istediği zaman kendini boşayabilir. (Mehmed Zihnî)

TEGÂBÜN SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin altmış dördüncü sûresi.
Tegâbün sûresi Medîne'de nâzil oldu (indi). On sekiz âyet-i kerîmedir. Dokuzuncu âyette geçen ve aldanma mânâsına gelen Tegâbün kelimesi sûreye isim olmuştur. Sûrede; insanların mü'min ve kâfir olarak iki kısma ayrıldığı, mal ve çoluk-çocuğun bir imt ihan olduğu bildirilmektedir. (İbn-i Atıyye, Râzî)
Tegâbün sûresinde meâlen buyruldu ki:
Biliniz ki, mallarınız ve çocuklarınız sizi imtihan etmek için verildi. Allahü teâlâ iyiliklerinize karşılık, size çok büyük ecir verecektir. (Âyet: 15)
Kim Tegâbün sûresini okursa, ansızın ölüm ondan uzak olur. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)

TEGANNÎ:
Sesi mûsikî perdelerine uydurmak için, hareke, harf ve med (uzatma) ilâve etme ve çıkarma yapmak sûretiyle, kelimelerin asıllarını dolayısıyle mânâyı bozarak okuma.
İlk tegannî eden şeytandır. (Hadîs-i şerîf-İhyâu Ulûmiddîn)
Tegannî ile sesini yükselten kimseye Allahü teâlâ iki şeytan musallat eder. Bu şeytanlar o kimsenin omuzları arasında dururlar ve bitirinceye kadar göğsünü tekmelerler. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Ebiddünyâ, Taberânî)
Lokman sûresindeki Levh-el-hadîs âyet-i kerîmesi tegannî ile okumağı yasak etmek için indi. Abdullah bin Abbâs'ın (radıyallahü anhümâ) talebesinden olan İmâm-ı Mücâhid, Tâbiîn'in (Eshâb-ı kirâmı görenlerin) büyüklerindendir.Bu âyet-i kerîmenin tegann îyi yasak ettiğini bildirdi. Abdullah ibni Abbâs ve Abdullah ibni Mes'ûd (r.anhüm) bu âyet-i kerîmenin tegannî için olduğuna yemin etmişlerdir. İmâm-ı Mücâhid, Furkân sûresi yetmiş ikinci âyet-i kerîmesinde; "Günahları af ve mağfiret edilecek olanlardan biri; tegannî, şarkı okunan yerlerde bulunmayanlardır." buyruluyor dedi. (İmâm-ı Rabbânî)
Kur'ân-ı kerîmi, ezânı, mevlidi mûsikî ile tegannî ederek okumak, mânâyı bozuyor ve zararlı oluyor. Meselâ (Allahü ekber), Allahü teâlâ büyüktür, demektir. Sesi uzatarak (Aaaallahü ekber) şeklinde okunursa, Allah acabâ büyük müdür? demek olur ki, böy le söylemek küfürdür, îmânı giderir. (İbn-i Âbidîn)
Başkalarını hicveden (kötüleyen) ve fuhş, içki anlatan ve şehveti harekete getiren şiirleri tegannî ile okumak her dinde haramdır. Harama sebeb olan şeyler de harâm olur. (Âlim bin A'lâ)
Vâz, hikmet, nasîhat, güzel ahlâk bildiren şiirleri tegannî ile okumak câizdir. Devamlı böyle vakit geçirmek mekrûh olur. Kur'ân-ı kerîmi, zikri, duâyı, ezânı tegannî ile okumak ise sözbirliğiyle harâmdır. Tegannî; harfleri, kelimeleri değiştirmekte, mânâyı bozmaktadır. Bunları kasd ile bile bile değiştirmek harâm olur. Kur'ân-ı kerîmi, zikri ve ilâhîleri, mânâyı bozmayacak güzel sesle okumak müstehâbdır. (Muhammed Bağdâdî)
Kur'ân-ı kerîmi güzel ses ile tecvide göre okumalıdır. Tegannî ile kelimeleri değiştirip nağmeye uydurarak okumak harâmdır. (Abdullah-ı Dehlevî)

TEHADDÎ:
Meydan okumak.
Âlimlerin çoğuna göre peygamberlerin mûcize gösterirken açıkça tehaddî etmeleri şart değil ise de mûcizenin mânâsında tehaddî vardır. Evliyâ, peygamberlik iddiâ etmedikleri ve onların kerâmetlerinde tehaddî bulunmadığı için mûcize olmazlar. (İmâm-ı Rabbânî)

TEHARRÎ:
Bir şeyi anlamak için araştırmak.
Sofradakiler, içeri gelen kimseyi yemeğe çağırsalar, âdil bir müslüman da, yedikleri eti mürted kesti veya içtiklerinde şarâb karışık dese, çağıranlar âdil ise, oturur. Âdil değilseler oturmaz. İkisi âdil ise, yine oturur. Biri âdil ise, teharrî eder . Karar veremezse, oturup yer, içer ve suları ile abdest alır. (İbn-i Âbidîn)

TEHÂVÜN:
Gevşeklik.
Âdâb-ı Nebeviyyede tehâvün edeni ve Peygamber efendimizin sünnetini terk edeni ârif, velî zan etme. (Cüneyd-i Bağdâdî)

TEHAVVÜL:
Değişme. Bir hâlden başka bir hâle geçme.
Sıcak havada tazyik azalır, barometre düşer. Soğukta ise yükselir. Bu tazyik tehavvülü sıhhat için çok mühimdir. Bu tehavvül olmasaydı bildiğimiz hastalıkların dörtte biri mevcûd olmazdı. (Seâdet-i Ebediyye)

TEHECCÜD NAMAZI:
Gecenin üçte ikisi geçtikten sonra ve imsak vaktinden önce iki ile on iki rek'at arasında kılınan namaz.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
(Ey Resûlüm!) Sana mahsûs fazla bir namaz olarak, gece uykudan kalk da, Kur'ân-ı kerîm ile teheccüd (namazı) kıl. (İsrâ sûresi: 79)
Teheccüd namazına devâm ediniz. Zîrâ sizden önceki sâlihlerin kıldığı bir namazdır ve Rabbinize sizi yaklaştırıcıdır ve günâhların keffâretine ve nefsi günahtan alıkoymaya sebeb olur. (Hadîs-i şerîf-Nîmet-ül-İslâm)
Teheccüd namazını zarûret olmadıkça elden kaçırmamalıdır. Peygamber efendimiz muhârebelerde bile teheccüd kılardı. Kazâ namazları olan, teheccüd yerine kazâ namazı kılmalıdır. Hem kazâ borcu ödenir, hem de teheccüd sevâbına kavuşur. (Hâdimî, İbn-i Nüceym)

TEHEVVÜR:
Çok kızmak, çok öfkelenmek, sertlik; hilmin (yumuşaklığın) zıddı. Gadabın, kızmanın aşırısı. Atılganlık.
Tehevvür sâhibi hiddetli, sert olur. Bunun aksine hilm (yumuşaklık) denir. Halîm (yumuşak) kimse, gadaba sebeb olan şeyler karşısında kızmaz, heyecana gelmez. Korkak olan, kendisine zarar verir. Gadablı kimse ise hem kendine, hem de başkalarına zarar verir. Tehevvür, insanı küfre kadar götürür. Hadîs-i şerîfte; "Gadab, îmânı bozar" buyruldu. Burada bildirilen gadabdan maksat tehevvürdür. Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem dünyâ için gadaba geldiği görülmedi. Allah için gadaba gelirdi. (M. Hâdimî)

TE'HÎR:
Geciktirmek, geri bırakmak. (Bkz. Takdîm ve Te'hîr)
Her sabah ve akşam tövbe etmeyen kimse, kendine zulm eder. Tövbeyi te'hîr etmemelidir. (İmâm-ı Mücâhid)
İyi, hayırlı işler akla gelince bunu te'hîr etmeden hemen yerine getirmelidir. Zîrâ insanın nefsi ve şeytan bu hayırlı işi yaptırmamak için araya binbir sebeb koyar. (M. Hâdimî)
Yavrucuğum tövbeni te'hîr etme! Zîrâ ölüm âni gelir. (Lokman Hakîm)



TEHİYYÂT (Tahiyyât):
Namazın ka'delerinde yâni birinci ve ikinci oturuşlarında okunan Ettehiyyâtü duâsı.
Son rek'atte otururken, tahiyyât okumak namazın vâciblerindendir. Üç ve dört rek'atli namazların ikinci rek'atinde otururken, tahiyyât okumak ise sünnettir. (Halebî)
Son rek'atte tahiyyât okuyacak kadar oturmak farzdır. (İbn-i Âbidîn)
Tahıyyâtın mânâsı; yapılan bütün tâzimler, hürmetler ve ibâdetler Allahü teâlâya mahsustur ve ey Muhammed aleyhisselâm! Selâmet ve Allah'ın rahmeti ve bereketi senin üzerine olsun. Selâmet bizim üzerimize ve bütün sâlih kulların üzerine olsun. Ben şe hâdet ederim ki Allahü teâlâdan başka, kendisine ibâdet edilip, tapınılacak ilâh yoktur ve Muhammed aleyhisselâm Allahü teâlânın kulu ve peygamberidir. (Harputlu İshâk Efendi)

TEHİYYET-ÜL-MESCİD:
Mescide girince, oturmadan önce, mescidin sâhibine yâni Allahü teâlâya ta'zîm ve hürmet için kılınan iki rek'at nâfile namaz.
Câmiye girenin tahiyyet-ül-mescid olarak iki rek'at namaz kılması, söz birliği ile sünnettir. Sesli Kur'ân-ı kerîm okunuyorsa tehiyyet-ül-mescid namazı kılınmaz. (Hamevî)
Mescide girdiği esnâda kılınan farz veya sünnet ile tehiyyet-ül-mescid sevâbı dahi hâsıl olduğu gibi, abdesti müteâkib (sonra) kılınan farz veya sünnet ile de bu fazîletler meydana gelir. (M.Zihni Efendi, İbn-i Âbidîn)

TEHLÎL:
"Lâ ilâhe illallah (Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur)" sözünü söylemek.
Tesbîh (sübhânallah), tehlîl ve takdîse (Allahü teâlânın büyüklüğünü, yüceliğini, noksan sıfatlardan uzak olduğunu söylemeye) devâm edin. Bunlardan gaflet etmeyin. Şaşırmamak için parmak uçları ile hesâb edin.Zîrâ onlar, kıyâmet gününde sorguya çekilir ve şehâdet ederler. (Hadîs-i şerîf-Ebû Dâvûd ve Tirmizî)
İnsan için boş sözlerden kaçıp, tesbîh (sübhânallah) ve tehlîle devâm etmek, daha hayırlıdır. Öyle olur ki, Allahü teâlâ, onun karşılığında Cennet'te bir köşk verir. (İmâm-ı Gazâlî)
Hacca giden kimse, Safâ tepesine çıkınca, Kâbe'ye döner; tekbir (Allahü ekber), tehlîl ve salevât getirir. Sonra, iki kolunu omuz hizâsında ileri uzatıp ve avuçlarını semâya doğru açıp duâ eder. (Ebû Bekr Ali)
Fısk meclislerinde (günah işlenen yerlerde), alay edenler arasında tesbîh (sübhânallah), tehlîl, zikr (Allahü teâlâyı anma), tekbîr (Allahü ekber), hadîs ve benzerlerini okumak günâhtır. (Halebî)

TEKÂSÜR SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin yüz ikinci sûresi.
Mekke'de nâzil oldu (indi). Sekiz âyettir. Tekâsür, çokluk ve çoklukla övünmek demektir. Sûrede, insanların âhiret günü Cehennem'i görecekleri ve suâle tâbi olacakları bildirilmektedir. (Râzî, Kurtubî)
Tekâsür sûresinde meâlen buyruldu ki:
O gün dünyâda kazanıp harcadığınız nîmetlerden hesâba çekileceksiniz. (Âyet: 8)
Tekâsür sûresini okuyan kimse, bin âyet okumuş gibi olur. (Hadîs-i şerîf-Feth-ül-Kadîr)

TEKÂYÂ:
Tekkeler. Tekkenin çoğulu. (Bkz. Tekke)

TEKBÎR:
1. Allahü teâlâyı yüceltmek, noksan sıfatlardan, şirkten (ortağı bulunmaktan), yarattıklarına benzemekten tenzîh etmek, uzak tutmak.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Ey örtüye bürünen Muhammed! Kalk da (kâfirleri, Allahü teâlânın azâbı ile) korkut! Rabbini tekbîr et! Giydiklerini temiz tut! Haram edeceğim şeylerden sakın! Yaptığın iyiliği çok görerek başa kakma! Rabbin için sabret! Sûr'a üfürüldüğü zaman, kâfirlere çok sıkıntılı bir gündür. Onlara kolaylık yoktur... (Müddessir sûresi: 10)
2. "Allahü teâlâ büyüktür. Kullarının ibâdetlerine muhtâç değildir. İbâdetlerin O'na faydası yoktur" mânâsına "Allahü ekber" sözü.
Farz namazdan sonra otuz üç tesbîh (sübhânellah), otuz üç tahmîd (Elhamdülillah), otuz üç tekbîr ve bir de tehlîl (Lâ ilâhe illallah) söyleyiniz! (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)
Her namazdan sora otuz üç kere sübhânellah, otuz üç kere el-hamdülillah, otuz üç kere (tekbîr) Allahü ekber deyip, lâ ilâhe illallahü vahdehû lâ şerîke lehu lehülmülkü velehül hamdü ve hüve alâ külli şey'in kadîr, demek sûretiyle yüzü tamamlayan kimsenin günâhları deniz köpüğü kadar olsa da af olunacaktır. (Hadîs-i şerîf-El-Envâr li-A'mâl-il-Ebrâr)
Tekbîr kelimesi, Allahü teâlânın, kullarına yaptığı şükürlerden çok yüksek olduğunu, O'na yakışan şükür yapılamıyacağını ifâde etmektedir. (Ahmed Fârûkî)
3. Ramazan ve Kurban bayramlarında okunan; "Allahü ekber, Allahü ekber. Lâ ilâhe illallahü vallahü ekber, Allahü ekber ve lillâhil-hamd" sözü. Buna Teşrîk tekbîri de denir. (Bkz. Teşrîk Tekbîri)

Tekbîr-i Tahrîme:
Tahrime Tekbîri. Namaza dururken "Allahü ekber" demek. Buna, iftitah (namaza başlama) tekbîri de denir.
Tahrîme tekbîri, namazın şartlarından yâni dışındaki farzlarındandır. Kadınlar iki ellerini omuz hizâsına kaldırır, sonra tekbîr-i tahrîmeyi söyler. Sonra sağ eli sol elin üstünde olarak, göğüse kor. Bilek kavramazlar. AAAllahü veya ekbaaar gibi uzun söylenirse, namaz olmaz. İmâmdan önce ekber denirse, namaza başlanmış olunmaz. (İbn-i Âbidîn)

Tekbîr-i Zevâid:
Bayram namazlarında birinci rek'atte Sübhâneke'den sonra üç, ikinci rek'atte zamm-ı sûreyi okuyup rükûa gitmeden önce de üç kerre olmak üzere alınan altı vâcib tekbir. Zevâid tekbiri.
Tekbîr-i zevâid bayram namazlarında şöyle alınır. Birinci rek'atte Sübhâneke'den sonra söylenir. Bu sırada eller üç defâ kulaklara kaldırılıp, birinci ve ikincide, iki yana uzatılır, üçüncüde göbek altına bağlanır. İkinci rek'atte ise, Fâtiha ve zamm -ı sûre okunduktan sonra, rükûa gitmeden, ayakta iken yine üç tekbir alınır. İki el yine kulaklara kaldırılır, eller üçünde de yanlara bırakılır. Namaza âit olan dördüncü tekbirde elleri kulaklara kaldırmayıp, rükûa gidilir. (Halebî-i Kebîr)

TEKEBBÜR:
Kibir sâhibi olma, büyüklenme, kibirlenme, kendini büyük gösterme.
Allahü teâlâ tevâdu' üzere olmağı bana emr eyledi. Hiçbiriniz, hiçbir kimseye tekebbür etmeyiniz. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Tevâdu' (alçak gönüllülük) gösteren azîz olur, yükselir. Tekebbür eden zelîl olur. (Hazret-i Ömer)
Allahü teâlâ; "Tekebbür edenleri sevmem, tevâdu' edenleri severim" buyuruyor. Âciz, elinden bir şey gelmeyen zavallı insana bunlardan hangisini yapmak yakışır?Aklı başında olan, kendini ve Rabbini tanıyan kimse, hiç tekebbür edebilir mi? İnsan aşağıl ığını, âcizliğini, Rabbine karşı her an izhâr etmek (göstermek) mecbûriyetindedir. Bunun için her an, her yerde aczini göstermesi, tevâdu' üzere bulunması lâzımdır. Tekebbür etmek harâmdır.Tekebbür, Allahü teâlânın bir sıfatıdır. Kibir ve kibriyâ sıfatı, O'na mahsustur. İnsan nefsini ne kadar aşağılarsa, Allah indinde kıymeti o kadar artar. Kendine kıymet verenin, Allahü teâlâ indinde kıymeti olmaz. (Muhammed Hâdimî)
Mal, evlâd, mevki ve rütbe ile tekebbür etmek insana hiç yakışmaz. Çünkü bunlar, kendinde bulunan üstünlükler değildir. Gelip geçen, kendinde kalmayan, insandan çabuk ayrılan şeylerdir. (M. Hâdimî)
Tekebbür edene tekebbür sadakadır. (İmâm-ı Rabbânî)

TEKFÎN:
Kefenleme.
Ensârdan (Medîneli müslümanlardan) bir genci Cehennem korkusu yakaladı. Hattâ bu korkudan sokağa bile çıkamaz oldu. Peygamber efendimiz bu gencin ziyâretine gitti ve genci kucakladı. Daha sonra bu genç vefât etti. Peygamber efendimiz buyurdu ki: "Bunun techîz ve tekfînine bakın. Zîrâ Cehennem korkusundan ödü çatlamıştır." (Hadîs-i şerîf-İhyâ)

TEKFÎR:
Bir kimseye küfr, îmânsızlık nisbet etmek, kâfir demek.
Küfre sebeb olan sözler ve hareketler çoktur. Bir kimsede küfre sebeb olan iş veya söz görülünce, hemen tekfîr etmemelidir. Küfrü irâde ettiği, istediği açıkça anlaşılmadıkça sû-i zan (kötü zan) etmemelidir. Bir kimsenin bir işinde veya sözünde doksa n dokuz küfr ihtimâli olsa, bir tâne de îmân ihtimâli olsa, bu kimse tekfîr edilmez. Müslümana hüsn-i zan edilir, hakkında iyi zan beslenir. (Kutbüddîn İznikî)

TEKKE:
Tasavvufun yâni İslâm ahlâkı ilminin ve diğer dînî ilimlerin öğretildiği ve tatbik edildiği yer. Dergâh ve zâviye de denir.
Tekke ilk defâ, Kûfeli Ebû Hâşim adına hicrî ikinci asır sonlarına doğru, Şam yakınlarındaki Remle'de kuruldu. (Ebû Nuaym)
Tekkelerde yetişenlerden Zünnûn-i Mısrî, Ahmed Yesevî, Hallâc-ı Mensûr, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Yûnus Emre, Erzurumlu İbrâhim Hakkı gibi sayısız büyük velîler, yaşadıkları asırlara, eserleri ve yaşayışlarıyla mühürlerini vurmuşlardır. Bu büyükler, insanlık târihinin şeref levhalarıdır. (Yeni Rehber Ansiklopedisi)

TEKMÎL MAKÂMI:
Olgunlaştırmak, tamamlamak, kemâle erdirmek makâmı. Tasavvufta başkalarını yetiştirebilmek derecesine ulaşma.
Tasavvuf yolunda nihâyete kavuştuktan sonra geriye dönenler, irşâd (öğretme, yetiştirme) ve tekmîl makâmına kavuşur. Allahü teâlânın kullarını dâvet için, onlara faydalı olmak için Hak'tan halka dönerler. (İmâm-ı Rabbânî)

TEKVÎN:
"Yaratmak" mânâsına Allahü teâlânın subûtî sıfatlarından.
Allahü teâlânın sübûtî (zâtında bulunmakla birlikte başka varlıklarda da sınırlı olarak bulunan) sıfatları sekiz tânedir. Bunlar; hayât (diri olmak), ilim (bilmek), semi' (işitmek), basar (görmek), kudret (gücü yetmek), irâde (istemek), kelâm (söylem ek) ve tekvîndir. Bu sekiz sıfata sıfât-ı hakîkiyye denir. (İmâm-ı Rabbânî)
Allahü teâlâ hakkında bizlere bilmesi vâcib olan sıfât-ı sübûtiyyeden bir tânesi de tekvîndir. Allahü azîm-üş-şân hâlıktır, yaratıcıdır. Her şeyi yoktan var eden, yaratan O'dur. O'ndan başka yaratıcı yoktur. O'ndan başkası için yarattı demek küfr olu r. İnsan bir şey yaratamaz. (Kutbüddîn İznikî)
Ehl-i sünnet âlimleri (Peygamber efendimizin ve Eshâbının yolunda bulunan âlimler) buyuruyorlar ki: "Allahü teâlâ, ilim gibi, kudret gibi bütün sıfatlarından kullarına biraz ihsân buyurmuştur. Fakat yalnız üç sıfatı kendine mahsûstur. Bu üç sıfatı Ki briyâ (büyüklük), Ganî olmak (başkalarına muhtâç olmamak, her şey O'na muhtâç olmak) ve Tekvîn sıfatlarıdır." (İmâm-ı Rabbânî)

TEKVÎR SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin seksen birinci sûresi.
Tekvîr sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). Yirmi dokuz âyet-i kerîmedir. Birinci âyet-i kerîmede geçen ve güneşin dürülüp, ziyâsının (ışığının) gitmesi mânâsına olan Tekvîr kelimesi, sûreye isim olmuştur. Sûrede, kıyâmetin kopmasına dâir on iki önemli hâdise bildirilmektedir. (Râzî, Senâullah Dehlevî)
Tekvîr sûresinde meâlen buyruldu ki:
Güneşin karardığı, yıldızlar yerlerinden ayrılıp döküldükleri ve dağların dağılıp saçıldıkları zaman... Her nefis, hayır ve şerden ne hazırlamışsa artık hepsini görüp bilecektir. (Âyet: 1-3, 14)
Kim kıyâmet gününe, sanki gözleriyle görüyormuş gibi bakmak isterse, Tekvîr, İnfitâr ve İnşikâk sûrelerini okusun. (Hadîs-i şerîf-Nesâî)

TELBİYE:
"Lebbeyk, Allâhümme lebbeyk, lebbeyk lâ şerîke leke lebbeyk. İnnel hamde ven-ni'mete vel-mülke lâ şerîke leke" sözlerini söylemek. (Bkz. Lebbeyk)
Erkekler hac ve umre için ihrâmda bulunduğu müddetçe, arkadaşları ile karşılaştığı vakitte, toplantı yerlerinde, tepelere yükselip, vâdilere indikte, vâsıtaya biniş ve inişlerde yüksek sesle telbiye okur. Kadınlar telbiyeyi hafif sesle söyler. (Saîdüddîn Fergânî)

TELFİK:
Helâl ve harâm, emir ve yasak, ibâdet ve tâatte, belli bir mezhebin hükümlerine uymayıp, mezheblerin hükümlerinden kolay olanı yapma ve karıştırma.
Bir ibâdeti veya bir işi yaparken, birkaç mezhebi telfik etmek, dört mezhebden çıkmak ve beşinci bir mezheb meydana getirmek olur. Bu iş, karıştırmış olduğu mezheblerin hiçbirine göre sahîh (doğru) olmaz, bâtıl (geçersiz) olur. Dîni oyuncak yapmış ol ur. (Abdülganî Nablüsî)
İşlerini, mezhebleri telfik ederek yapmak câiz değildir. Çünkü böyle yapmak İslâmiyet'in dışına çıkmak olur. (İmâm-ı Ebü'l-Hasen Subkî)

gülgüzeli 01-02-2008 06:33 PM

Cevap : =>İslami Sözlük
 
ŞEM'ÛN ALEYHİSSELÂM:
İsrâiloğulları'na gönderilen peygamberlerden. İsminin Şemsûn olduğu da bildirilmiştir.
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem; "Geçmiş zamanda Şem'ûn (Şemsûn aleyhisselâm) adlı bir peygamber vardı. Allahü teâlânın rızâsı için bin ay devamlı cihâd edip, silâhını omuzundan çıkarmadı" buyurdu. Eshâb-ı kirâm (Peygamber efendimizin arkadaşları); "Keşke bizim ömrümüz de uzun olsaydı da biz de din uğrunda Allah için cihâd etseydik" dediler. Bunun üzerine Kadr sûresi nâzil olup; "Size verilen Kadir gecesi bin aydan daha hayırlıdır (bu gecenin sevâbı bin ay cihâd etmenin sevâbından çoktur) " buyruldu. (Hadîs-i şerîf-Zeyn-ül-Mecâlis)
Îsâ aleyhisselâm ile Muhammed aleyhisselâm arasında yaşamış olan Şem'ûn aleyhisselâm, İncîl ehlindendi. Îsâ aleyhisselâma indirilen henüz bozulmamış İncîl-i şerîfe göre amel ederdi.Kavmi ise putlara tapardı. Şem'ûn aleyhisselâm, Allahü teâlâyı inkâr eden ve putlara tapan sapık kavimle cihâd (savaş) edip, onları îmâna çağırdı. Çok güçlü ve cesûr bir kimse olan Şem'ûn aleyhisselâm, tek başına yaptığı gazâlarda çok ganîmet elde etti. Cihâd ederken susadığı zaman, Allahü teâlâ onun için bir taştan g âyet lezzetli bir su akıtırdı. Kendisine büyük bir güç ve kuvvet verilmişti. Düşmanları onu çeşitli hîlelerle şehîd etmek için çalıştılarsa da başarılı olamadılar. (Sa'lebî, Mirhaund)

ŞER:
Dînin ve aklın zararlı gördüğü şey.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki; Zerre kadar hayır (iyilik) yapan onun mükâfâtını; Zerre kadar şer yapan da onun karşılığını, cezâsını görecektir. (Zilzâl sûresi: 7,8)
Kalbe iki yönden baskı gelir. Birisi melektendir; hayrı vâdeder, hakkı tasdîk eder. Kalbinde bunu bulan, bilsin ki bu, Allahü teâlâdandır ve Allahü teâlâya hamd etsin. Diğeri şeytandandır; o da vesvese verir. Ve şerri teşvik eder, hakkı tekzîb (inkâr) eder ve hayırdan men eder. Kalbinde bunu bulan, şeytanın şerrinden Allah'a sığınsın. (Hadîs-i şerîf-İhyâu Ulûmiddîn)
Ramazân-ı şerîfin ilk gecesi olunca şeytanlar zincire vurulur. Cehennem kapıları kapanır. Ondan hiçbir kapı açık bırakılmaz. Cennet kapılarının hepsi açılır. Kapalı hiçbir kapı kalmaz. Bir münâdî şöyle seslenir: Ey hayrı arayan! Hayra yönel. Ey şerri arayan! Ondan uzaklaş. Allahü teâlâ bu gece birçok kimseyi Cehennem'den âzâd eder. (Hadîs-i şerîf-Et-Tergîb vet-Terhîb)
İnanılması lâzım olan altı şeyden (âmentüden) altıncısı; "Kadere, hayr ve şerrin Allahü teâlâdan olduğuna inanmaktır." İnsanlara gelen hayr ve şer, fayda ve zarar, kazanç ve ziyânların hepsi Allahü teâlâdandır. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Kalbe gelen hâtıra (düşünce), nefse acı gelirse, hayr olduğu anlaşılır. Tatlı gelir, hemen yapmak isterse, şer olduğu anlaşılır. (Hâdimî) Hak şerleri hayr eyler, Zannetme ki gayr eyler, Mevlâ görelim neyler, Neylerse güzel eyler.
(İbrâhim Hakkı) Şerri öğrendim kötü olmak için değil, Şerri bilmeyen içine düşer iyi bil.
(İmâm-ı Şâfiî)

ŞERÂB (Şarâb):
Alkollü içkilerden. Pişmemiş üzüm suyunun havasız fıçılarda durmasıyla gaz habbeleri (kabarcıkları) ve köpük çıkararak kokuşup mayalanması netîcesinde meydana gelen ve içilince sarhoş eden içki. Hamr.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Ey îmân edenler! Şarab, kumar, ibâdet için dikilen putlar, câhiliyye devrinde kullanılan fal okları, hep şeytânın işlerinden birer pisliktir. Onun için, bunlardan sakınınız ki kurtulasınız. Muhakkak ki şeytan, içkide ve kumarda aranıza düşmanlık ve kin düşürmek, sizi Allahü teâlâyı hatırlamaktan, namaz kılmaktan alıkoymak ister. Artık böyle olunca siz bunlardan sakınmaz mısınız? (Mâide sûresi: 90,91)
Şarab içmek büyük günahların en büyüğü ve bütün fenâlıkların ve günahların anasıdır. (Hadîs-i şerîf-Enîs-ül-Vâizîn)
Bütün fenâlıklar (kötülükler), bir yere toplanmıştır. Bu yerin kilidi zinâ, anahtarı şarâbdır. (Hadîs-i şerîf-Enîs-ül-Vâizîn)
Sarhoşluk veren her içki şarabdır ve hepsi haramdır. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Âbidîn)
Şarab içen ile arkadaşlık etmeyiniz. Cenâzesine gitmeyiniz. Buna kız vermeyiniz ve onun kızı ile evlenmeyiniz! Muhakkak biliniz ki, şarab içen kıyâmet günü mezardan yüzü kara, gözleri mâvi olarak kalkar. Dili sarkmış pis kokulu olur. Herkes bunun pis kokusundan kaçar. (Hadîs-i şerîf-Riyâd-ün-Nâsihîn)
Şarabda, devâ, ilâc hâssası (özelliği) yoktur. Hastalık yapar. (Hadîs-i şerîf-Seâdet-i Ebediyye)
Şerab içmenin çeşitli hastalıklara yol açtığı meydandadır. Aklı azaltmakta ve karaciğeri bozmakta, beyin ile sinirleri harâb etmektedir. (Muhammed Sıddîk bin Saîd)

ŞEREF:
Yükseklik, büyüklük, yüksek mertebe. İnsanlar arasında geçerli ve makbûl olma. Cenâb-ı Hakk'a itâat ve yüksek hizmeti ile çok ihsâna mazhâr olma, iftihâr.
İnsanların en akıllısı ölümü çok hatırlayandır. Ölümü çok hatırlayan insana, dünyâda şeref, âhirette yüksek dereceler nasîb olur. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Allahü teâlâ müslüman yapmakla bizleri şereflendirdi. Allahü teâlânın verdiği bu izzetten bu şereften başka şeref ararsak, Allahü teâlâ bizi yine zelîl eder, her şeyden aşağı eder. (Hazret-i Ömer)
İnsanın şerefi ilim ve edeb iledir, mal ve neseb ile değildir. (Hazret-i Ali)
Şerefli bir insan olabilmek için; edeb sâhibi olmak, farzları edâ etmek, sâlihlerle sohbet etmek ve fâsıklardan (açıkça günah işleyenlerden) uzak durmak lâzımdır. (Ebü'l Hayr el-Akta) Kaybetti peygamberin âilesi olma şerefini, Kötülerle arkadaşlık ettiği için hazret-i Lût'un eşi, Eshâb-ı Kehf'in köpeği onlarla olunca berâber, Kavuştu haşr olma şerefine mü'minlerle berâber.
(Sa'dî Şîrâzî)

ŞEREH:
İnsanın muhtâc olduğu şeylerin lüzûmundan fazlasını istemesi, şiddetli hırs, tamahkârlık, aç gözlülük.
Şereh sâhibi, helâl ve haram gözetmeksizin her istediğini elde etmeye çalışır. Başkalarının zarârına da olsa beğendiği şeyleri toplar. (M. Hâdimî)

ŞERH:
Yarmak, açmak, açıklamak; bir kitâbın metnini kelime kelime açıklayıp îzâh etmek.
Münyet-ül-musallîdeki; "(Halâda ve her yerde) abdest bozarken kıbleye dönülmesi" ibâresi, Halebî kitâbında şöyle şerh edilmektedir: "Çünkü ihtiyâç giderme sırasında ön ve arkayı kıbleye çevirmemek edeptendir. Ön ve arkayı kıbleye dönmek tahrîmen yâni harama yakın mekruhtur. (Unutulursa, üstünü kirletmek tehlikesi veya başka tehlike varsa mekruh olmaz). Bu yönelmenin evde veya tenhada olması arasında fark yoktur. Nitekim Peygamber efendimiz; "Abdest bozarken ön ve arkanızı kıbleye çevirmeyiniz" buyurdu. Küçük çocukları bu cihetlere (yere) karşı tutarak abdest bozdurmak da mekrûhtur (büyüklere haram olan şeyi küçüklere yaptırmak, yaptırana haram olur. Meselâ erkek çocuğuna ipek giydiren, zînet eşyâsı takan ve çocuklarına içki içiren kimse, haram işlemiş olur). Yine din âlimleri buyurdu ki: Uykuda ve başka durumlarda ayakları kıbleye, mushafa veya din kitablarına doğru uzatmak mekruhtur. Yüksekte iseler mekruh olmaz. Güneşe ve aya karşı abdest bozmak da (tenzîhen) mekruhtur. Çünkü bunlar Allahü teâlânın büyüklüğünü gösteren iki alâmettir (delîldir). (M. Sıddîk bin Saîd)

Şerh-i Sadr:
1. Peygamber efendimizin çocukluğunda ve peygamberliği sırasında (mîrâc gecesinde) mübârek göğsünün açılarak kalbinin çıkarılması ve yıkanıp ilim, hikmet ve mârifet ile doldurulduktan sonra yerine konması hâdisesi. (Bkz. Şakk-ı Sadr)
Yeşil elbiseli iki kimse gördüm. Birinin elinde gümüşten bir ibrik diğerinde zümrütten bir leğen vardı. Beni alıp bir dağ başına götürdüler. Biri sırtım üzerine yatırdı. Göğsümü göbeğime kadar yardı. Hiç acı ve elem duymadım. Elini sokup ne varsa çıkardılar. O beyaz şey ile yıkayıp yerine koydular. Biri diğerine; "Kalk ben de hizmetimi yerine getireyim" dedi ve elini sokup yüreğimi çıkardı. İki parça etti ve içinden bir şey çıkarıp attı ve; "Senin vücûdunda şeytanın nasîbi bu idi. Çıkarıp attık. Ey Allahü teâlânın sevgilisi! Seni vesveseden ve şeytanın hîlesinden emîn ettik" dedi. Sonra yüreğimi kendi yanlarında olan latîf (hoş) ve yumuşak bir şey ile doldurdular. Nûrdan bir mühür ile mühürlediler. (Hadîs-i şerîf-Meâric-ün-Nübüvve)
Ben Kâbe'nin yanında uyur uyanık bir hâlde iken, iki kişi; içinde zemzem suyu bulunan bir tasla bana geldiler. Sadrım şerh edildi. Zemzem suyu ile yıkandı. Sonra yerine kondu. İlim, hikmet ve mârifet ile dolduruldu. Sonra burak getirildi. Onun üzerine binerek, Cebrâille berâber (mi'râca) gittim. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
2. Göğsün yâni kalbin ilâhî nûr, ilim, hikmet ve mârifet ve sekîne (ferahlık, rahatlık ve huzûr) ile doldurulup genişlemesi.
Şerh-i sadrın sebeblerinden bâzıları şunlardır: İlim sebebiyle kalb o kadar genişler açılır ki, onun her köşesi göklerden ve yerden daha geniş olur. Hepsini içine alır. Bir kimsenin ilmi ne kadar çoğalırsa, şerh-i sadrı da o kadar artar. Bu ilimden m urâd (maksad) her ilim değil, peygamberden mîrâs kalan ilimdir. Peygamberlere ilimden başka şeyle vâris olunmaz. (Abdülhak-ı Dehlevî)
Şerh-i sadrın sebeblerinden biri de, Allahü teâlânın kullarına mal, para, makam ve benzeri şeylerde ihsânda bulunmaktır. Kimin eli daha açık ise, kalbi de o kadar genişler. Kimin eli kısa ve kapalı ise sînesi de o nisbette dardır. Şerh-i sadrın sebep lerinden biri de,Allah yolunda kahramanlık, insâf sâhipleri yanında doğruyu söylemektir. Bu da gönül açıklığına yol açar. (Abdülhak-ı Dehlevî)
Şerh-i sadr sebeblerinden biri de, kalbi, sıfât-ı zemîme yâni kötü sıfatlar denilen, hased, ucb, kibir, riyâ, buğz, kin ve Allah için olmayan mal ve makâmı, yâni dünyâ sevgisi gibi kötü huylardan temizlemektir. Çünkü bunlar, şehvet ve nefs toprağında n yükselen zulmânî buhâr ve dumanlardır. Kalbi bulandırır ve karartırlar ve şerh-i sadra sebeb olan îmân nûrundan, tevhidden, ilimden, muhabbetten (sevgiden) ve zikirden, Allahü teâlâyı anmaktan insanı alıkoyarlar, mahrûm bırakırlar. Kalb sâhasını ka rartır ve daraltırlar. (Abdülhak-ı Dehlevî)




ŞER'Î:
Şerîate âit, İslâmiyetle ilgili, İslâmiyet'e uygun. (Bkz. Şerîat)
Bir işten, o işi işleyen kimsenin maksadı, niyeti her ne ise, o iş hakkındaki şer'î hüküm de, o maksada göredir. Yâni bir kimsenin işlediği bir iş üzerine düşecek şer'î hüküm, o işten, o kimsenin niyeti, maksad ve murâdı her ne ise ona göre olur. Mes elâ bir kimse, avlanmak niyetiyle ava bir kurşun attığı sırada, bu kurşun bir adama isâbet etse ve o adam ölse, diyet lâzım gelir. Fakat, o adamın ava kurşun atmaktan maksadı o adamı öldürmek olsaydı, kısas lâzım gelirdi. (Ali Haydar Efendi)

ŞERÎAT:
Peygamberlere gelen ilâhî hükümler (emirler ve yasaklar), din. İslâmiyet.
İslâm dîni, insanların hem rûhî, hem de maddî refâhını te'min edecek bir şerîat getirmiştir. Bu şerîat sâdece fertle Allah arasında vâsıta kurmakla kalmayıp, ferdin bir topluma, hattâ insanlık câmiasına karşı haklarını ve vazîfelerini geniş şekilde t anzim eder, hep ileriyi gösterir, ileriyi ister ve ilericidir. İlericiliğin ve dinamizmin mümessilidir. Bu şerîat insan rûhunu ve bütün insanlığı sevk ve idâre edecek esâslardan, hükümlerden ibârettir. Sosyal adâlet üzerine kurulmuştur. Bu şerîatte sınıflaşma yoktur. Herkes eşit haklara, aynı îtibâra sâhiptir. (Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî)
Îmân edip de kendini şerîate uyduran müslümândır. Şerîati kendi arzûlarına, keyflerine uydurmak isteyen îmânsızdır. Bunlar bilmezler ki, Allahü teâlâ; şerîatleri, nefsin arzûlarını, keyflerini kırmak ve taşkınlıklarını önlemek için göndermiştir. Her şerîat, kendisinden önce gelen şerîati nesh etmiş, değiştirmiştir. En son gelen, her şerîatı değiştirmiş, daha doğrusu şerîatlerin hepsini kendinde toplamış olup, kıyâmete kadar hiç değişmeyecek olan şerîat, Muhammed aleyhisselâmın şerîatıdır. (S. Abdülhakîm-i Arvâsî)

ŞERÎF:
Şerefli. Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem kızı hazret-i Fâtımâ'nın oğullarından hazret-i Hasen'in neslinden (soyundan) gelenler.
Hazret-i Fâtımâ ile kıyâmete kadar olan çocukları Ehl-i beyttirler. Bunları sevmek kalb, beden ve mal ile yardım, hürmet etmek; îmân ile ölmeye sebeb olur. Sûriye'nin Hama şehrinde hazret-i Hüseyn'in soyundan gelen seyyidler için mahkeme vardı. Mısır 'daki Abbâsî halîfesi zamânında hazret-i Hasen'in evlâdına şerîf ismi verilerek beyaz sarık sarmaları, hazret-i Hüseyn'in evlâdına seyyid ismi verilerek yeşil sarık sarmaları uygun görüldü. Bu mübârek sülâleden doğan çocuklar iki şâhid ile hâkim huzûrunda kayd ve tescîl edilirdi. Bu mahkemeleri, Tanzîmât Fermânını yayınlayarak, Osmanlı Devleti'nin çöküşünü hazırlayan, İngilizlerin sâdık dostu Mustafa Reşîd Paşa kaldırdı. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Beyt-ül-mâlden (devlet hazînesinden) hakkı olan fakirler, zekât me'murları, âlimler, muallimler, vâizler, din dersi öğrenen talebeler, borçlular, Ehl-i beyt-i nebevî yâni seyyidler ve şerîfler, askerler, beyt-ül-mâl parası ellerine geçerse, hakları k adar almaları câizdir. (İbn-i Âbidîn)

Şerîf-i Câferî:
Hazret-i Ali'nin, hazret-i Fâtıma'dan dünyâya gelen Zeyneb adlı kızınınAbdullah bin Câfer-i Tayyâr ile evlenmelerinden meydana gelen evlâdına verilen ad.

ŞERÎK:
1. Eş, ortak.
Benim şerîkim yoktur. Başkasını bana şerîk eden sevâblarını ondan istesin... (Hadîs-i kudsî-Mektûbât-ı Rabbânî)
(Yâ Ebüdderdâ!) Parça parça parçalansan, ateşte yakılsan bile Allahü teâlâya hiçbir şeyi şerîk yapma!Farz namazları terk etme! Farz namazları bile bile terk eden, müslümanlıktan çıkar. Şarab içme! Şarab, bütün kötülüklerin anahtarıdır. (Hadîs-i şerîf-Eşi'at-ül-Leme'ât)
Bütün varlığımla inanırım ki, Allah'tan başka ilâh yoktur. O tektir ve şerîki yoktur. Mülk ve saltanat onundur... (Hazret-i Ebû Bekr)
2. Herhangi bir şirkette ortak olan üyelerden herbiri.
Mudârebe şirketi, şeriklerden bir kısmı sermâye vermek, bir kısmı da iş yapmak üzere kurulur. Kâr, önceden sözleşilen oranda paylaşılır. Sermâye, iş yapanlara emânettir; telef olursa ödemezler. (İbn-i Âbidîn)

ŞETM:
Bir kimseye dil uzatmak, sövmek, kötülemek.
Eshâb-ı kirâma yâni Peygamber efendimizin mübârek arkadaşlarına şetm, Allahü teâlânın Peygamberine şetm olur. Eshâb-ı kirâma saygı göstermeyen, Allahü teâlânın Resûlüne (peygamberine) itâat etmemiş, (uymamış) olur. (Ahmed Fârûkî)

ŞEVVÂL AYI:
Arabî ayların onuncusu, Ramazân-ı şerîften sonraki ay.
Ramazân-ı şerîf ayında oruç tutup, ardından Şevvâl ayından da altı gün daha oruç tutan, bir yıl oruç tutmuş gibi olur. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Ramazân-ı şerîf ayında orucunu tutup, ardından Şevvâl ayında altı gün daha oruç tutan, günâhlardan, anadan doğduğu gün gibi sıyrılır, kurtulur. (Hadîs-i şerîf-Taberânî)
Şevvâl ayının birinci günü, fıtr (Ramazân) bayramının; Zilhicce'nin onuncu günü ise, Kurban bayramının birinci günleridir. Bu iki günde, güneş doğduktan ve kerâhat vakti (namaz kılmak haram olan vakit) çıktıktan sonra, yâni işrâk vaktinde, iki rek'at bayram namazı kılmak, erkeklere vâcibdir. Bayram namazlarının şartları, Cumâ namazının şartları gibidir. Fakat burada hutbe sünnettir ve namazdan sonra okunur. Fıtr bayramında, namazdan önce tatlı (hurma veya şeker) yemek, gusletmek, misvâk kullanmak, en iyi elbise giymek, fıtrayı namazdan önce vermek, yolda yavaşça tekbîr okumak müstehâbdır. (Enver Şah Keşmîrî)

ŞEYH:
1. İhtiyâr.
Şeyhlere hürmet ediniz. (Hadîs-i şerîf-Lemeât)
2. Bir ilim dalında ihtisas etmiş olan.
3. Mürşîd-i kâmil; insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlatan, dîni, İslâm'ı yayan ve onların mânen olgunlaşmalarını sağlayan rehber zât. Çoğul şekli meşâyıh ve şüyûhtur. (Bkz. Meşâyıh)
Ehl-i sünnet yolunda (Peygamber efendimiz ve O'nun Eshâbının yolunda) bulunan ve onu yayan şeyhinizin sohbetini büyük nîmet biliniz. Nasîhatlarına kıymet veriniz. Gösterdiği yolda bulununuz. (İmâm-ı Rabbânî)
Şeyhlerin âlim olması ve mes'eleleri herkesin anlıyabileceği şekilde çözmesi lâzımdır. Son zamanlarda tekkeler, câhillerin eline düştü. Dinden, îmândan haberi olmayanlara da şeyh denildi. Bu gibi şeyhlerin sözlerini, işlerini din sanmak, bunları tasa vvuf büyükleri ile karıştırmak çok yanlıştır. Dîni bilmemek, anlamamaktır. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

Şeyh-i Ekber:
Büyük âlim, velî, rehber. Evliyânın büyüklerinden Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin v. 638 (m.1240) lakabı.
Şeyh-i ekber "Fütûhât-ül mekkiyye" kitâbında; "Belâlardan, tehlikelerden gücünüz yettiği kadar sakınınız. Çünkü tâkat getirilemeyen, dayanılamayan şeylerden uzaklaşmak, Peygamberlerin âdetidir" buyurmaktadır. (İslâm Âlimleri Ansiklopedisi)
Şeyh-i ekber bir eserinde "Sin, Şın'a gelince Muhyiddîn'in kabri meydana çıkar" buyurdu. Osmanlı sultânı Yavuz Sultan Selîm Han, Şâm'a geldiğinde bu sözün ne demek olduğunu anladı. Kabrini araştırıp buldurdu. Çöpleri temizleterek, kabrin üzerine güze l bir türbe, yanına da bir câmi ve imâret yaptırdı. (Yûsuf Nebhânî)

ŞEYHAYN:
1. Dört büyük halîfeden ilk ikisi. Hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer için kullanılan lakab.
Şeyhayn bu ümmetin en üstünüdür. Beni onlardan üstün sanan, iftirâ etmektedir. İftirâ edeni dövdükleri gibi, onu sopa ile döverim. (Hazret-i Ali)
Şeyhaynın, diğer bütün ümmetten üstün olduğu muhakkaktır. Buna inanmayan ya câhildir veya inâdcıdır. (Ebü'l-Hasen-i Eş'arî)
2. Fıkıh ilminde, İmâm-ı a'zam ile İmâm-ı Ebû Yûsuf'a verilen lakab.
Mîdeden ve ciğerden gelen kan sıvı, şeyhayne göre az olsa dahi abdesti bozar. (Halebî İbrâhim)
3. Hadîs ilminde İmâm-ı Buhârî ile İmâm-ı Müslim'e verilen lakab

ŞEYHÜLİSLÂM:
İslâm devletinde en yüksek dînî yetkili. Dînî işlerde zamânın en yetkili ve söz sâhibi âlimi.
Osmanlı târihinde sadrâzam olmak için tahsîl aranmazdı. Fakat şeyhülislâm olmak, hattâ bunun ilk basamağı olan kâdılık, müftîlik ve müderrislik için bile, medreselerin en yükseğini bitirmiş olmak gerekirdi. (Osmanlı Târihi Ansiklopedisi)
Ebüssü'ûd Efendi, Kânûnî Sultan Süleymân Han ve İkinci Sultan Selîm'in saltanatları zamânında 30 sene şeyhülislâmlık yaptı. Osmanlı şeyhülislâmları arasında en çok bu makamda kalıp hizmeti geçen Ebüssü'ûd Efendi'dir. (Osmanlı Târihi Ansiklopedisi)
İbn-i Hacer-i Mekkî, yaşadığı asırda Ehl-i sünnet müslümanlarının gözbebeği oldu. Asrının şeyhülislâmı idi. Büyük âlim Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî onun için; "İbn-i Hacer-i Mekkî'nin sözleri, yazıları, dört mezhebde de hüccettir, seneddir" buyurdu. (M. Sıddîk Gümüş)

ŞEYTAN:
Kovulmuş, uzaklaştırılmış. Kibir ve gurûru sebebiyle Allahü teâlânın "Âdem'e secde ediniz" emrine isyân edip, karşı geldiği için, O'nun rahmetinden uzaklaştırılan varlık, İblis.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Şeytan insana çok şeyi söz verir ve birçok şeyi hatırlatır. Şeytanın söz verdiği şeylerin hepsi yalandır. (Nisâ sûresi: 121)
Şeytan sizi fakir olacaksınız diye korkutur. Size cimriliği emr eder. Allah ise kendisinden mağfiret ve fadl vâ'd ediyor. (Bekara sûresi: 268)
Gadab (kızmak) şeytandandır. Şeytan ise, ateştendir. Su ateşi söndürür. Sizden birisi kızdığı zaman abdest alsın. (Hadîs-i şerîf-Ahmed bin Hanbel)
İçinizden her kim, Cennet safâsını isterse, cemâate devâm etsin. Çünkü şeytan tek kişi ile bulunur. İki kişi olursa uzak olur. (Hadîs-i şerîf-Ahmed bin Hanbel)
Sağ el ile yiyiniz, sağ el ile içiniz. Çünkü şeytan sol eli ile yer ve sol eli ile içer. (Hadîs-i şerîf-Şir'at-ül-İslâm)
Kalbini, şeytanın oyuncağı yapma. (Ferîdüddîn Genc-i Şeker)
Büyüklerden biri şeytana dedi ki: "Senin gibi mel'ûn (lânetlenmiş) olmak istiyorum, ne yapayım?" Şeytan sevinip benim gibi olmak istersen, namaza ehemmiyet verme ve doğru-yalan her şeye yemin et, yâni çok yemin et" dedi. O kimse de hiçbir namazı bıra kmayacağım ve artık yemin etmiyeceğim" dedi. (İbn-i Cevzî)
Birçok istekler insanda bulunmaz, dışarıdan gelirler. Bunlardan faydalı olanlarını Allahü teâlâ merhamet ederek gönderir. Bir hadîs-i şerîfte; "Her mü'minin kalbinde Allahü teâlânın bir vâizi (nasîhat edicisi) vardır" buyruldu. Zararlı olanlarını şeytan gönderir. Şeytan insanlara hep kötülük ve düşmanlık yapmalarını vesvese eder. (İmâm-ı Rabbânî)
Şeytanların hepsi kâfirdir. İnsanları aldatmağa uğraşırlar. İbâdetleri unutturup, günâhları iyi gösterirler. Nefsin arzularını kızıştırırlar. Şeytanlar, ateş ile havadan yaratılmıştır. Cinde hava, şeytanda ateş fazladır. Cin ve şeytanlar en ufak yerd en geçerler, insanın içine, damarlarına bile girerler. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

ŞÎA:
Taraftar, yardımcılar. Hazret-i Ali'yi sevdiklerini söyleyip, diğer Eshâb-ı kirâmın (Peygamber efendimizin arkadaşlarının) kıymetini bilmeyen ve onları kötüleyen kimselerin mensûb olduğu bozuk fırka.
"Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem vefâtından sonra, halîfelik hazret-i Ali'ye âitti. Her asırda da imamlık (halîfelik) onun çocuklarının hakkıdır. Başka kimse hiçbir zaman müslümanlara imâm (halîfe) olamaz. Başkaları ancak zulüm ile, bunların hakkına saldırmakla başa geçer" inancı etrâfında birleşen Şîayı kuran ve ilk olarak ortaya çıkaran Abdullah ibni Sebe adlı Yemenli bir yahûdîdir. (Abdülazîz Dehlevî)
Eshâb-ı kirâma düşman olan Şîa fırkası üç grupta toplanmaktadır:
1) Tafdîliyye; hazret-i Ali, Eshâbın en üstünüdür, diyorlar.
2) Sebbiyye; Eshâb-ı kirâmdan birkaçından başkası, zâlim, kafir oldular, diyorlar. Bunları sebbediyorlar yâni kötülüyorlar.
3) Gulât; hazret-i Ali tanrıdır, diyorlar. Bunlar ibâdet etmezler. (Abdülazîz Dehlevî)
Şîa yirmi fırkadır. On sekizinci fırkası İsmâiliyye fırkasıdır. Bu fırkaya Bâtıniyye de denir. Şîanın şimdi İran'da ve Hindistan'da en çok bulunan fırkaları İmâmiyye fırkasıdır. Bunlar kendilerine Câferî diyorlar. (İmâm-ı Rabbânî)
Şîa'ya göre imâmlar yâni devlet başkanları mâsûm yâni günâh işlemezler. Peygamberlerden tek farkı imâmlara vahy gelmemesidir. Yine Şîanın Câferî koluna göre herkes kazandığının beşte birini din adamlarına vermeye mecburdurlar. (Şehristânî, Kâşif-ül-Gıtâ)

ŞİFÂ:
Hastalıktan kurtulma, iyileşme, iyi olma.
Allahü teâlâ harâm olan şeylerde size şifâ yaratmamıştır. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
Duâ ile ilâç, ömrü uzatmaz. Eceli geleni ölümden kurtarmaz. Ömür, ecel bilinmediği için, duâ etmek, ilâç kullanmak lâzımdır. Eceli gelmemiş olan sıhhate, kuvvete kavuşur. Şifâyı ilâçtan değil, Allahü teâlâdan beklemelidir. (İmâm-ı Kastalânî)
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem üç türlü ilâç kullanırdı. Kur'ân-ı kerîm veya duâ okurdu. Fen ile bulunan ilaçlar kullanırdı. Her ikisini karışık da kullanırdı. "Kur'ân-ı kerîmden şifâ beklemeyene şifâ nasîb olmaz" buyururdu. Fâtiha sûresini okumanın şifâ olduğu çeşitli hadîs-i şerîflerde bildirilmiştir. (İmâm-ı Kastalânî)
İmâm-ı Ali Rızâ hazretleri Nişâbur'a gelince, Ehl-i sünnetten yirmi binden çok âlim ve talebe, kendisini karşıladı. Dedelerinden (yâni Peygamber efendimizden sallallahü aleyhi ve sellem) gelen bir hadîs-i şerîf okuması için yalvardılar. İmâm hazretle ri bütün dedelerinin isimlerini sayarak şu kudsî hadîsi okudu; "Lâ ilâhe illallah kal'amdır. Bunu okuyan kal'ama girmiş olur. Kal'ama giren de azâbımdan kurtulur!" İmâm-ı Ahmed bin Hanbel hazretleri buyurdu ki: "Bu hadîs-i şerîf, râvîlerin (bildirenl erin) isimleri ile berâber deliye okunursa, aklı başına gelir. Hastaya okunursa, şifâ bulur. (Ebû Nuaym İsfehânî)
Balda şifâ vardır. Yetmiş peygamber bala bereket ile duâ etmiştir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Şifâ için okunacak duâ yazmamı istiyorsunuz. Şifâ için, istiğfârı (Allah'ım! Senden günahlarımı, kusurlarımı affetmeni, bağışlamanı istiyorum, mânâsına Esteğfirullah ve benzerlerini) çok okuyunuz. Bütün derdlere, sıkıntılara karşı fâidelidir. Hûd sûr esinin elli ikinci âyetinde meâlen; "İstiğfâr okuyunuz! İmdâdınıza yetişirim." buyruldu. İstiğfâr insanı her murâda, dileğe, âfiyete (sıhhate, iyi hâle) kavuşturur. (M. Osman Sâhib)

Şifâ Âyet-i Kerîmeleri:
Kur'ân-ı kerîmdeki altı şifâ âyeti. Tevbe sûresi on dördüncü âyetinin sonu, Yûnus sûresi elli yedinci âyetinin ortası, Nahl sûresi altmış dokuzuncu âyetinin orta kısmı, İsrâ sûresi seksen ikinci âyetinin baş tarafı, Şuarâ sûresinin sekseninci âyeti, Fussilet sûresi kırk dördüncü âyetinin ortası.
Kur'ân-ı kerîmdeki şifâ âyetleri bir tabağa yazılıp, su koyarak eritilir. Şifâ âyetlerini abdestli olarak bir kâğıda yazıp, bu kâğıdı, bir kaptaki suya koymak da olur. Hasta bu suyu içerse, Allahü teâlâ şifâ ihsân eder. Âyet-i kerîme ve duâ elbette ş ifâ verir. Fakat şartların gözetilmesi de lâzımdır. Okuyanın veya yazanın ve hastanın buna inanması şarttır. Hastanın, zararlı gıdâlardan, şüpheli ilâçları almaktan, soğuktan, haram ve zulümden sakınması, lüzûmlu şeyleri yapması lâzımdır. (Abdülhakîm Arvâsî, İmâm-ı Kuşeyrî)

ŞÎÎ:
Şîa fırkasına mensub kimse. Eshâb-ı kirâmı kötüleyen, düşmanlık eden. (Bkz. Şîa)
Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem Eshâbının kıymetlerini, üstünlüklerini anlıyarak hepsini sevenlere, hepsine saygı gösterenlere ve onların yolunda gidenlere Ehl-i sünnet denir. Birkaçını severiz, başkalarını sevmeyiz diyerek çoğunu kötüleyen lere, böylece hiçbirinin yolunda bulunmayanlara şiî denir. Şiîler İran'da, Hindistan'da ve Irak'ta çoktur. (İmâm-ı Rabbânî, Mahmûd Âlûsî)
Şiîler, kendilerine Câferî diyorlar. Hâlbuki büyük âlim ve velî olan Câfer-i Sâdık, Ehl-i sünnet idi. Ehl-i sünnet âlimlerinin ve evliyânın üstâdı idi. Kendilerine Câferî diyen şiîlerin, Câfer-i Sâdık'la bir ilgileri yoktur, onun yolundan çok uzaktır lar. (Âlûsî, İmâm-ı Rabbânî)
Şiîlerin, yaptıkları müt'a nikâhı ve para ile muvakkat (geçici) nikâh yapmak yâni metres tutmak haramdır. (Abdullah-i Mûsulî)

ŞİRÂ:
Satın almak. (Bkz. Bey' ve Şirâ)

ŞİRK:
Allahü teâlâya eş, ortak koşma.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Muhakkak ki, Allahü teâlâ kendisine şirk koşanı mağfiret etmez. Şirkten başka her günâhı dilediği kulundan affeder. (Nisâ sûresi 48 ve 166)
Şirkten sakınınız, şirk, karıncanın ayak sesinden daha gizlidir. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Ey oğlum! Allah'a şirk koşma! Zîrâ şirk büyük günâhtır. (Lokman Hakîm)
Kıyâmet günü muhakkak affolunmayacak günâh, şirktir. (Muhammed Hâdimî)

Şirk-i Asgar:
Riyâ; iki yüzlülük, gösteriş.
Sizde bulunmasından en çok korktuğum şey, şirk-i asgara yakalanmanızdır. Şirk-i asgar, riyâ demektir. (Hadîs-i şerîf-Berîka)

Şirk-i Ekber:
Putlara tapınmak. Allahü teâlâya ortak koşmak.

Şirk-i Hafî:
Gizli şirk; riyâ. (Bkz. Riyâ, Şirk-i Asgâr)

ŞİRKET:
Ortaklık, ortak olmak, iki veya daha çok kimsenin bir mala berâber sâhib olmaları. Bir şeyin birden çok kimseye âit olması, başkasına âit olmaması veya ortakların yazı ile yaptıkları akd, sözleşme.
İslâmiyet'te şirketler iki kısımdır. 1) Mülk şirketi: İki veya daha çok kimsenin mîrâs ve hediye sûretiyle veya parasını belirli oranda verip, satın alarak bir mala berâber sâhib olmaları. 2) Akd ile yâni sözleşerek kurulan şirket: Bir yazılı mukâvel e yaparak ortakların kabûl etmesi ile kurulur. (İbrâhim Halebî)

Şirket-i A'mâl:
İki veya daha fazla san'at sâhiblerinin, başkasından iş kabûl ederek ücretini veya bir fabrika kurup îmâlât kârını paylaşmak üzere kurdukları şirket, ortaklık. (Bkz. Sanâyi' Şirketi)

ŞİT (ŞÎS) ALEYHİSSELÂM:
Âdem aleyhisselâmdan sonra gönderilen peygamber. Âdem aleyhisselâmın oğludur. Babası vefât edince peygamber oldu. Kendisine elli suhuf kitâb verildi. Şit ismi İbrânice olup Arapça'da Allah'ın hibesi (hediyesi) mânâsındadır. Şit yerine Şîs de denilmiş tir.
Ebû Zer Gıfârî radıyallahü anh şöyle rivâyet etti. Resûlullaha sallallahü aleyhi ve sellem; "Yâ Resûlallah! Allahü teâlâ kaç kitap gönderdi?" diye sordum. "Yüz dört kitap gönderdi. Şit'e elli sahîfe indirdi..." buyurdu. (Hadîs-i şerîf-Hilyet-ül-Evliyâ)
Âdem aleyhisselâmın oğullarından Kâbil'in Hâbil'i şehîd etmesinden beş veya otuz sene sonra dünyâya gelen Şit aleyhisselâmın alnına son peygamber Muhammed aleyhisselâmın nûru intikâl etti ve onun alnında parladı. Âdem aleyhisselâm, Şît aleyhisselâmı diğer evlâdlarından çok severdi. Bütün evlâdı üzerine onu reîs yaptığı gibi, vefât edeceği sırada bütün yeryüzünün halîfeliğine onu tâyin etti. Ayrıca ilâhî sırları bildirip, bütün ilimleri öğretti. Şit aleyhisselâm babası Âdem aleyhisselâm ile veya kardeşleriyle Kâbe'yi balçık çamuru kullanarak taştan yaptı. Âdem aleyhisselâmın vefâtından sonra, Şit aleyhisselâma peygamber olduğu bildirilip, vahiy geldi. Allahü teâlâ Şit aleyhisselâma elli suhuf (forma) gönderdi. Şit aleyhisselâma nâzil olan elli suhufta; hikmet ve riyâziye (matematik) ilimleri, kimyâ, simyâ ilmi ve çeşitli san'atlar ve daha pekçok şey bildirildi. Şit aleyhisselâmın dîninin esasları, Âdem aleyhisselâmın bildirdiği dînin esaslarına uygun idi. Şit aleyhisselâm bin şehir kuru p sınırlarını tesbit etti. Her şehrin kapısında "Lâ ilâhe İllallah, Âdem Safvetullah, (Safiyyullah), Muhammed Habîbullah" yazılı idi. Şit aleyhisselâmın çocukları ve torunları kurdukları şehirlerde huzûrlu ve mes'ûd yaşadılar. Şam'dan Yemen'e de giden Şit aleyhisselâm, Hâbil'i şehîd ettikten sonra Yemen'e gidip azgınlaşan Kâbil'in çocuklarına ve torunlarına Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlattı. Bu kavim Şit aleyhisselâmın dâvetini kabûl etmeyip, azgınlık gösterdiler. Şit aleyhisselâm onla r ile cihâd (harb) etti. Bu savaşta kılıç kullandı. Şit aleyhisselâm vefât etmeden önce yerine oğlu Enûş'u halîfe tâyin etti. Şit aleyhisselâm vefât ettikten sonra kuvvetli rivâyete göre Minâ'daki mescidin minâresi dibinde medfûn olan Âdem aleyhisselâmın yanına defn edildi. (İbn-ül-Esîr-Taberî, Kisâî, Muhammed Mâsûm)
Âdem aleyhisselâm vefât edeceği zaman oğlu Şit aleyhisselâma; "Yavrum! Bu alnında parlıyan nûr, son peygamber olan Muhammed aleyhisselâmın nûrudur. Bu nûru mü'min, temiz ve iffetli hanımlara teslim et ve oğluna da böyle vasiyyette bulun" buyurdu. (Altıparmak Muhammed Efendi)

ŞÖHRET:
Meşhûr olma, ün, şân, adı duyulup yayılma.
Mal ve şöhret hırsının insana yapacağı zarar, iki aç kurdun, bir koyun sürüsüne girdiği zaman yaptıkları zarardan daha çoktur. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)
Bir kimse, dünyâda şöhret elbisesi giyerse, Allahü teâlâ ona kıyâmet günü aynı elbiseyi giydirerek kötü şöhretle teşhir eder ve nihâyet onu ateş alır. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem; "Din ve dünyâ işlerinde iyi tanınarak parmakla gösterilmek, bir kimseye zarar olarak yetişir. Bu zarardan ancak Allahü teâlânın koruduğu kurtulabilir" buyurdu. Bunun için şöhret sâhibi olmaktan çok korkmalı, titremeliyiz. (İmâm-ı Rabbânî)
Tevâzu'un başı, bir müslüman ile yolda karşılaşırsan ilk önce selâmı senin vermen, bir mecliste en geride oturmaya râzı olman ve şöhretten uzak durmandır. (Hazret-i Ömer-ül-Fârûk)
Ey oğul! Her hâlinde ilim, edeb ve takvâ üzere ol. İslâm âlimlerinin kitaplarını oku. Fıkıh ve hadîs öğren. Câhil tarîkatçılardan sakın. Şöhret yapma. Şöhrette âfet vardır. (Abdülhâlık Goncdüvânî)
Şöhret için vâz vermek, nasîhat etmek, kitap yazmak riyâ (gösteriş) olur. (Ali bin Emrullah)
Şöhreti seven kimse, Allah'tan korkmaz. (Bişr-i Hâfî)

ŞUARÂ SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin yirmi altıncı sûresi.
Şuarâ sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). İki yüz yirmi yedi âyet-i kerîmedir. İçinde şâirlerden bahsedildiği için, Sûret-üş-Şuarâ denilmiştir. Sûrede; hazret-i Mûsâ ile Fir'avn arasında geçen olaylar, İbrâhim, Nûh, Hûd, Sâlih, Lût ve Şuayb peygamberl erin kavimlerindeki inkârcılara karşı verdikleri mücâdelelerden bahsedilmektedir. (İbn-i Abbâs, Râzî, Senâullah Dehlevî)
Allahü teâlâ Şuarâ sûresinde meâlen buyuruyor ki:
O zamanda ki Şu'ayb (aleyhisselâm) onlara; " (Allah'tan) korkmaz mısınız, şüphesiz ben size gönderilmiş emîn bir peygamberim. Artık Allah'tan korkun ve bana itaât edin. Ben buna karşı sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim mükâfâtım âlemlerin Rabbinden başkasına âit değil. Ölçeği tam ölçün. Eksiltenlerden olmayın. Doğru terâzi ile tartın. İnsanların hakkından bir şeyi kısmayın. Yeryüzünde fesâdcılar olarak bozgunculuk etmeyin" demişti. (Âyet: 177-183)
Kim Şuarâ sûresini okursa, Nûh'u tasdîk edenlerin, Hûd, Sâlih, Şuayb ve İbrâhim'i yalanlayanların ve Îsâ'yı yalanlayanların ve Muhammed'i (aleyhisselâm) tasdîk edenlerin adedinin on katı sevâb verilir. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)

ŞUAYB ALEYHİSSELÂM:
Medyen ve Eyke ahâlisine gönderilen peygamber. İbrâhim aleyhisselâmın, dînini insanlara tebliğ etti. İbrâhim aleyhisselâmın veya Sâlih aleyhisselâmın neslinden olduğu rivâyet edilir. İsminin Arabça Şuayb, Süryânicede Yesrûb olduğu bildirilmiştir. Mûs â aleyhisselâmın kayınpederidir.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Biz evlâd-ı Medyen'e (neseben) kardeşleri Şuayb'ı (aleyhisselâm) gönderdik. O, onlara, "Ey kavmim! Allahü teâlâyı tevhîd edip (bir olduğuna inanıp) O'na ibâdet edin. O'ndan başka ilâhınız yoktur. Alışverişinizde ölçü ve tartıyı noksan etmeyin. Ben zenginlik ve refâh içinde olduğunuzu (bu zenginlik ve bolluğa şükretmediğiniz takdîrde elinizden çıkacağını veya bu bolluk içerisinde, ölçü ve tartıda noksanlık yapmanızın size uygun olmadığını) görüyorum. Bu hıyânetiniz sebebiyle kıyâmette Cehennem azâbının (veya dünyâda iken şiddetli bir azâbın) sizi kuşatarak hiçbirinizin kurtulamayacağından korkarım" dedi. (Hûd sûresi: 84)
Azâb emrimiz gelince, Şuayb'a ve onunla olan mü'minlere (rahmetimizle) necât (kurtuluş) verdik ve küfürle nefislerine zulm edenleri (Cebrâil aleyhisselâmın) sayhası (korkunç, heybetli sesi) yakalayıp, evlerinde helâk oldular. (Hûd sûresi: 94)
Şuayb aleyhisselâm, Medyenlilerin neseben (soy yoluyla) kardeşleridir. Onlara ve Eshâb-ı Eyke'ye peygamber gönderilmiştir. (Hadîs-i şerîf-El-Bidâye ven-Nihâye)
Arabistan'da Akabe körfezinden Humus vâdisine kadar uzanan Medyen bölgesinde doğup büyüyen Şuayb aleyhisselâm, azıtıp sapıtan Medyen halkına peygamber gönderildi. İbrâhim aleyhisselâmın dînini tebliğ etti. Putlara tapan Medyen halkı, alışverişte hîl e yapmakta da ileri gitmişlerdi. Şuayb aleyhisselâm, Medyen halkını Allahü teâlâya îmân ve ibâdet etmeye, putlara tapmaktan, alış-verişteki hîlekârlıktan ve diğer azgınlıklarından vazgeçirmeye dâvet etti. Medyenliler, Şuayb aleyhisselâmın dâvetini kabûl etmedikleri gibi, karşı çıktılar. Şuayb aleyhisselâm onları gelecek şiddetli bir azâbla korkuttu. Şuayb aleyhisselâmın peygamberliği Şam'a kadar duyuldu. Birçok kimse gelerek ona îmân ettiler. Fakat inanmayanlar, îmân etmek için gelenlere mâni olmaya çalışıp Şuayb aleyhisselâma çeşitli iftirâlarda bulundular. Şuayb aleyhisselâm ve ona inananları kendi sapık dinlerine dönmedikleri takdirde yurtlarından çıkaracaklarını söyleyip tehdît ettiler. Şuayb aleyhisselâm bu azgın kavmi Allahü teâlâya havâle etti. Allahü teâlâ, Şuayb aleyhisselâma inanmayan ve azgınlıklarına devâm eden Medyen halkı üzerine azâbını gönderdi. Cebrâil aleyhisselâmın bir sayhası (korkunç, heybetli sesi) ve bir zelzele onları hakîr ve zelîl kıldı. Hepsi helâk olup, yok oldular. Sanki o beldede yaşamamışlardı. Şuayb aleyhisselâm ve ona inananlar bu korkunç azâbdan kurtuldular. Şuayb aleyhisselâm kavminin helâk olmasından sonra, Medyen'e yakın, yeşillik, ağaçlık ve bolluk içinde bir şehir olan Eyke ahâlisine, doğru yolu göstermekle vazifelendirildi. Medyen ahâlisinin bütün özelliklerini taşıyan Eyke ahâlisi de onun bu dâvetine karşı çıkıp, mûcize istediler. Gösterdiği mûcizeler karşısında birçok kimse îmâna geldi. Ancak pekçok kimse de inanmadı. Allahü teâlâ kıtlık ve kuraklık verdi, yine inanmadılar. Allahü teâlâ, kâfirlerin üzerine azâb olarak gönderdiği buluttan, ateş ve kıvılcımlar yağdırdı. Bütün kâfirler ve onlara âit olan şeyler yanarak helâk oldular. Şuayb aleyhisselâm, Eyke halkının helâk olmasınd an sonra Medyen'e yerleşti. İnananlardan birinin kızı ile evlendi. İki kızı oldu. Kendisi iyice yaşlandı, kızları büyüdü. Gözleri zayıfladı, vücûdu kuvvetten düştü. Bu sıralarda Mûsâ aleyhisselâm Mısır'dan çıkıp, Medyen'e geldi. Şuayb aleyhisselâmın hizmetinde bulundu ve kızlarından birisiyle evlendi. Sonra Mısır'a gitti. Mısır'da Mûsâ aleyhisselâmı ziyâret eden Şuayb aleyhisselâm, bir müddet sonra Mekke-i mükerremeye gelip yerleşti. Daha sonra orada vefât edip Zemzem kuyusu ile Makâm-ı İbrâhim arasında Kâbe'nin altınoluk tarafında defnedildi. (İbn-ül-Esîr, Taberî, Nişâncızâde)

ŞUHH:
Mala düşkün olup, fakirlere vermeyi sevmemek, cimrilik etmek.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Şuhhtan korunan kimse, dünyâda ve âhirette kurtuluşa ericidir. (Haşr sûresi: 9)
Şuhhtan kaçının. Çünkü sizden evvel geçenleri o helâk etti. Onları kanlarını dökmeye ve kendilerine haram olan şeyleri helâl görmeye sürükledi. (Hadîs-i şerîf-Müslim)

ŞÛRÂ SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin kırk ikinci sûresi.
Şûrâ sûresi, Mekke'de nâzil oldu (indi). Elli üç âyet-i kerîmedir. Otuz sekizinci âyetinde geçen Şûrâ kelimesinden dolayı, Sûret-üş-Şûrâ denilmiştir. Sûrede; Allahü teâlânın kudret ve azameti, müşriklerin âhiretteki cezâları, Allahü teâlânın lütfu ve affının çokluğu bildirilmektedir. (Kurtubî, Ebû Hayyan, İbn-i Abbâs, Râzî)
Allahü teâlâ Şûrâ sûresinde meâlen buyuruyor ki:
Âhireti kazanmak için çalışanların kazançlarını arttırırız. Dünyâ menfaati için çalışanlara da, ondan veririz. Fakat âhirette bunların eline bir şey geçmeyecektir. (Âyet: 20)
Kim Şûrâ sûresini okursa, meleklerin istiğfâr ve merhamet istedikleri kimselerden olur. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)

ŞUÛR:
1. Anlayış, idrâk.
Allahü teâlâya karşı sorumluluğunun şuûruna varan nice akıllı kişiler var ki, halk katında îtibârı, kıymetleri yoktur; fakat âhirette kurtulacak olanlar, onlardır. Halk nazarında nice tatlı dilli, giyimli-kuşamlı da vardır ki, yarın kıyâmet gününde k urtulamayacaklardır. (Abdullah bin Ömer)
2. Tasavvufta kendi varlığından haberi olma; sekrin zıddı, uyanıklık.
Sekr (şuûrsuzluk) hâlinde bulunan evliyânın uygunsuz sözleri söylemeleri suç sayılmayabilir. Fakat hep şuûrlu olanların böyle sözler söylememeleri lâzımdır. ( İmâm-ı Rabbânî)

ŞÜF'A:
Başkasına satılmış olan bir mülkü, satış değeri ile satın almak hakkı. Bu hakka mâlik olan kimseye şefî' denir.
Şüf'a hakkı bulunan kimsenin, satış yapıldığını işitince, hemen hakkını istemesi, iki şâhit yanında tekrâr söylemesi ve bir ay içinde mahkemeye başvurması lâzımdır. (Mecelle)
Müşterinin teslim etmesi ile veyâ hâkimin karar vermesi ile şüf'a sâhibi, satılan binâya mâlik olur. (Mecelle)
Nakl edilebilen şeylerin ve vakıf ve mîrî (devlete âit) toprak üzerindeki mülklerin satılmasında şüf'a hakkı yoktur. (Mecelle)

ŞÜHEDÂ:
Şehîdler, vatan, din ve milletine hizmette ölenler. (Bkz. Şehîd)

ŞÜHÛD:
Görme. Tasavvuf yolunda ilerleyenin kalb ve rûh ile çeşitli mertebeleri görmesi.
Keşf (gizli bilgilerin açılması) ve şühûd sâhibi milyonlarca âşık, Fahr-i âlemi (sallallahü aleyhi ve sellem) ziyâret ederek, Allahü teâlânın sonsuz nîmetlerine kavuşmuşlardır. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Cezbe (çekilmek) ancak bir üst makâma olur. Daha üst makâmlara çekilmez. Şühûd da böyledir. Bir makam görülebilir. O hâlde kalb makâmında bulunup sülûk yapmadan (tasavvuf yolunda ilerlemeden) cezb edilenler ancak, kalbin üstündeki rûh makâmına çekili rler. Rûhun şühûdünü şühûd-i hak bilirler. (İmâm-ı Rabbânî)

Şühûd-i Ehadiyet:
Tasavvuf yolunda çalışan kimselerin, mahlûklardaAllahü teâlânın sıfatlarını görmeleri hâli. Şühûd-i Vahdet.

Şühûd-i Enfüsî:
Kendi hakîkatini görme. Tasavvuf yolunda Allahü teâlâya yakın olma hâli. Tasavvuf makamlarını kalb gözüyle görme.
Şühûd-i enfüsîye kavuşmak için önce seyr-i âfâkî lâzımdır. (İmâm-ı Rabbânî)

Şühûd-i İlâhî:
Bu âlem (mahlûklar âlemi) ile hiçbir münâsebeti olmadan Allahü teâlâyı müşâhede, görme.
Sülûkun (tasavvuf yolunun) sonuna varmadıkça ve orada fenâ-i mutlak (her bakımdan Allahü teâlâ ile olma, onda yok olma) hâsıl olmadıkça şühûd-i ilâhî mümkün değildir. Ancak, bu görmek olmayıp başka kelime bulunamadığı için şühûd denmiştir. (Muhammed Bâki-billah)

Şühûd-i Tecellî (Şühûd-i Sûrî):
Tasavvuf yolunda ilerleyen kimsenin tecellinin sûretlerini müşâhedesi.
Şühûd-i tecellî nasıl olursa olsun hep seyr-i âfâkîde hâsıl olmaktadır. Seyr-i âfâkîde ele geçen şeyler ise aslın yanında hiçtir. (İmâm-ı Rabbânî)

ŞÜKR (Şükür):
Verilen nîmetleri yerli yerinde kullanma. Allahü teâlâya, verdiği nîmetlerle isyân etmeme. Nîmetleri kullanırken sâhibini unutmama. Görülen iyiliğe karşı teşekkür. Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uyma.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Îmân eder ve şükür ederseniz azâb yapmam. (Nisâ sûresi: 46)
Nîmetlerime şükür ederseniz elbette arttırırım. (İbrâhim sûresi: 7)
İnsanlara teşekkür etmeyen, Allahü teâlâya şükür etmiş olmaz. (Hadîs-i şerîf-Keşf-ül-Hafâ)
Şükürden maksad; aczini îtirâf edip, kulluğunu bilmektir.
Nîmetlere şükreden, onun elden çıkacağından korkmasın. Nîmete şükredenlere, onu arttıracağını Allahü teâlâ bildirdi. Nîmetin kıymetini bilmeyip, nankörlük edenlerin elinden o nîmet alınır. Nîmetin kıymetini bilmemek onun elden çıkmasına sebebdir. Şük ür ise, onu devamlı kılar ve arttırır. ( Hazret-i Ali)
Cenâb-ı Hakk'a şükürden yüz çevirme ki, yarın mahşer günü boynu bükük kalmayasın (Sa'dî Şirâzî)
Herhangi bir kimse, herhangi bir zamanda, herhangi bir yerde, herhangi bir kimseye, herhangi bir şeyden dolayı, herhangi bir sûretle hamd ve şükr ederse, bu medh ü senâların ve teşekkürlerin hepsi, Allahü teâlâya mahsûstur. Çünkü, her nîmeti yaratan, gönderen hep O'dur. O hatırlatmazsa ve kuvvet ve kolaylık vermezse, kimse kimseye iyilik ve kötülük yapamaz. (M. Sıddîk Gümüş)
Hak teâlâ hazretleri buyurdu ki: Yâ Mûsâ! Bir kimse kendine verdiğim nîmeti benden bilip kendinden bilmezse nîmetlerimin şükrünü edâ etmiş olur. Bir kulum rızkını kendi çalışması ile bilip, benden bilmez ise nîmetin şükrünü edâ etmemiş olur. (Ka'b-ül-Ahbâr)
Ne zaman Hak teâlâ, size sağlık gibi, mal gibi, evlât gibi nîmet verse, sevinip Elhamdü lillah, bizim Rabbimiz bize ikrâm eyledi dersiniz. Ne vakit Allahü teâlâ size musîbet verse, yâni size bir belâ verse, gam çekersiniz, sabr etmezsiniz, şükr etmey i unutursunuz. (Kutbüddîn İznikî)
İyilik edene, mal ile hizmet ile karşılığı yapılır. Bunu yapamayan, hamd ve senâ, teşekkür ve duâ eder. Karşılık yapmayanın başına kakılır. Kötülenir, incitilir. Çünkü, iyiliğe karşı iyilik yapmak insanlık vazîfesidir. Böyle olunca, her iyiliği yapan , en büyük iyilik olarak, yok iken var eden, en güzel şekli veren, lüzûmlu uzuvları, kuvvetleri ihsân eden, her birini bir âhenk ile işleterek sıhhat veren, akıl ve zekâ bahşeden, çoluk çocuk, ev, ihtiyaç eşyâsı, gıdâ, içecek, elbiselerimizi yaratan yüce bir sâhibe, bu nîmetleri sebebsiz, karşılıksız ihsân eden ve her an yok olmaktan, düşmandan, hastalıktan muhâfaza eden ve bize hiç ihtiyâcı olmayan, sonsuz kuvvet, kudret sâhibi olan Allahü teâlâya şükr etmemek, kulluk hakkını ödememek ne büyük kabahât, ne çok zulüm ve ne alçak bir vaziyyet olur. Hele O'na ve nîmetlerin O'ndan geldiğine inanmamak ve bunları başkasından bilmek en büyük zulüm, en çirkin yüzkarası olur. (Ali bin Emrullah) Vücûdumun her kılı, dile gelse de Şükr etmiş olamam, nîmetlerine!
(İmâm-ı Rabbânî)

Şükr Secdesi:
Kendisine nîmet gelen veya bir dertten ve sıkıntıdan kurtulan kimsenin, Allahü teâlâ için yaptığı secde. (Bkz. Secde)
Şükür secdesi, tilâvet secdesi gibidir. Allahü teâlâ için şükür secdesi yapmak müstehâbdır. Secdede önce "Elhamdülillah", sonra üç kere"Sübhâne rabbiyel-a'lâ" denir. Namazdan sonra şükür secdesi yapmak mekrûhtur. (İmâm-ı Nesefî)

ŞÜPHELİ ŞEYLER:
Helâl ve haram olduğu açıkça bildirilmeyen şeyler; şüpheliler.
Helâl olan şeyler bellidir, haram olan şeyler de bellidir. İkisi arasında örtülü bulunan şüpheli şeyleri tanımak güçtür. Şüpheli şeylerin etrâfında dolaşan harama düşer. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)
Şüphelilerden sakınmaya vera', haramlardan sakınmaya takvâ denir. Şüpheli olmak korkusu ile mübahların (yapılıp yapılmamasında serbest bırakılanların) çoğunu terk etmeğe de zühd denir. Ebû Bekr radıyallahü anh buyurdu ki: "Biz, harama düşme korkusund an yetmiş helâli terk ederdik." (İbn-i Âbidîn)
Allahü teâlâ lutf ederek, kerem ederek, acıyarak kullarına çok şeyleri mubâh (serbest) etmiş, izin vermiştir. Rûhu hasta, kalbi bozuk olduğu için, mübahlarla doymayıp, bitmez tükenmez mübahları bırakarak İslâmiyet'in hudûdundan dışarı taşanlar, şüphe li ve haramlara uzananlar ne kadar bedbaht (kötü tali'li) ve zavallıdır. Âdet üzere, alışkanlık ile namaz kılan ve oruç tutan çoktur. Fakat İslâmiyet'in hudûdunu gözeten, haram ve şüphelilere düşmemeye dikkat eden pek azdır. Doğru ve hâlis ibâdet edenleri, âdet (alışkanlık) üzere bozuk ibâdet edenlerden ayıran fark; Allahü teâlânın emirlerini gözetmektir. Çünkü namaz ve orucun hâlisi de, bozuğu da görünüşte berâberdir. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: "Dininizin direği, temeli verâ'dır." Başka bir hadîs-i şerîfte de; "Hiçbir şey verâ' gibi olamaz" buyurdu. (İmâm-ı Rabbânî)
İbâdetlerden lezzet alamamanın sebeblerinden biri de haram ve şüpheli yemeklerdir. Eğer yenilen lokma şüpheli ise, ondan, hırs, şehvet, hased, adâvet, düşmanlık ve riyâ doğar. Âlimler buyurdu ki: "Kim şüpheli bir şey yerse, Allahü teâlâya giden yolu doğru olarak bulamaz. Kim haram yerse, kendisine o yol kapanır. (Abdullah İsfehânî)
Şüpheli olan bir dirhemi sâhibine geri vermeyi, bin dirhem sadaka vermekten daha çok severim. (Abdullah bin Mübârek)
Kırk gün şüpheli lokma yiyenin kalbi kararır ve lekelenir. (İmâm-ı Gazâlî)
İnsan mubâh olan, dünyâ işlerine çok dalarsa, şüpheli şeyleri yapmaya başlar. Belki helâlden çok yiyen, müttekîlerin (takvâ sâhiplerinin) derecesine eremez. Çünkü mîde helâl ile dolunca, şehvet harekete gelir. Böylece, câiz olmayan şeyler yapılabilir . (İmâm-ı Gazâlî)

ŞÜÛNÂT:
Şanlar, haller, keyfiyetler, hâdiseler, vak'alar. İsimlerin zât-ı ilâhîye nisbetleri ve mertebeleri.



TA'AMMÜDEN:
Bilerek, isteyerek, önceden hazırlayarak yapma.
Taammüden adam öldürmek, büyük günâhtır. Mü'mini taammüden öldüren kimse, kâfir olmaz. Mü'min olduğu için öldürürse veya öldürmek helâldir diyerek öldürürse kâfir olur. Îmânı gider. (İbn-i Âbidîn)

TÂ'AT:
İbâdet. Allahü teâlânın beğendiği, râzı olduğu şeyler. Hasene.
Allahü teâlânın râzı olduğu; tâat etmenin tatlı, günâh işlemenin acı gelmesinden anlaşılır. (Muhammed bin Alyân)
Üç şey, üç şeye sebebdir. Tâat, Allahü teâlânın rızâsına, günâh işlemek, Allahü teâlânın gadabına, îmân etmek de şerefli ve kıymetli olmaya sebebdir. (Şerefeddîn Yahyâ Münîrî)

TABAKÂT-I MUHADDİSÎN:
1.Resûlullah efendimizin işleri, sözleri ve hâllerini öğreten hadîs ilmi ile uğraşan İslâm âlimlerinin dereceleri.
2. Hadîs âlimlerini derecelerine göre sıralayıp, hayatlarını ve eserlerini anlatan kitaplar.

TABAKÂT-I MÜFESSİRÎN:
1. Kur'ân-ı kerîmdeki murâd-ı ilâhîyi, yâni kastedilen mânâyı açıklayan tefsîr ilmi ile meşgûl olan İslâm âlimlerinin dereceleri.
Tabakât-ül-müfessirînin birinci derecesinden olan Hülefâ-i râşidîn (dört halîfe; hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Ömer, hazret-i Osman ve hazret-i Ali), İbn-i Abbâs, Câbir bin Abdullah, Enes bin Mâlik, Abdullah bin Mes'ûd, Ebû Hüreyre, hazret-i Âişe ve di ğer Eshâb-ı kirâmdan olan tefsîr bilgilerini Tâbiîn almış ve onlar da talebeleri olan Tebe-i tâbiîne öğreterek kitaplara geçirmişlerdir. (Taşköprüzâde)
2. Tefsîr âlimlerini derecelerine göre sıralayıp, hayatlarını ve eserlerini anlatan kitaplar.

TABAKÂT-ÜL-FUKAHÂ:
1. Fıkıh âlimlerinin tabakası. Helâl ve haramı, emir ve yasakları bildiren fıkıh ilmi ile uğraşan âlimlerin dereceleri.
Tabakât-ül-fukahâ, yedi derece olup, birinci derece, müctehid fiş-şer' (mutlak müctehid); ikinci derece, müctehid fil-mezheb; üçüncü derece, müctehid fil-mes'ele; dördüncü derece, eshâb-ı tahric; beşinci derece, eshâb-ı tercih; altıncı derece eshâb-ı temyîz; yedinci derece, yukarıda bildirilen derecelerdeki hizmetleri yapamayan, ancak önceki derecelerde bulunan âlimlerin kitablarından doğru olarak nakil yapabilen, onları bildiren mukallidler, mutlak müctehidlerden birine bağlı olan âlimler. (Bkz. İlgili maddeler) (İbn-i Kemâl Paşa)
2. Fıkıh âlimlerini derecelerine göre tertîb edip (sıralayıp), hayatlarını ve eserlerini anlatan kitablar.

TABASBUS:
Yaltaklanma, kendini küçülterek beğendirmeye çalışma.
Bir menfaate kavuşmak veya bir zarardan korunmak için tabasbus büyük günahtır. (Muhammed Hâdimî)
İnsanların eline geçenler, Allahü teâlânın lütfu ve ihsânı iledir. Kendi elinde bir şey yoktur. O hâlde dilenciler gibi tabasbus göstermek müslümana yakışmaz. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

TÂBİ:
Uyan.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:
Ey sevgili peygamberim! Onlara de ki: Eğer Allahü teâlâyı seviyorsanız ve Allahü teâlânın da, sizi sevmesini istiyorsanız, bana tâbi olunuz! Allahü teâlâ bana tâbi olanları sever. (Âl-i İmrân sûresi: 31)
Resûlullah efendimize tâbi olan bir kimsenin, gün ortasında bir parça uyuması, O'na tâbi olmaksızın, birçok geceleri ibâdetle geçirmekten, kat kat daha kıymetlidir. Çünkü, kaylûle yapmak yâni öğleden önce biraz yatmak, Peygamber efendimizin âdet-i şe rîfesi idi. İslâmiyet'e uymayan şeylerin hiçbirisini, Hak teâlâ sevmez, beğenmez. (Ahmed Fârûkî)
İki cihan seâdetine kavuşmak, ancak ve yalnız, dünyâ ve âhiretin efendisi olan Muhammed aleyhisselâma tâbi olmağa bağlıdır. O'na tâbi olmak için, îmân etmek ve dînimizin emir ve yasaklarını öğrenmek ve yapmak lâzımdır. (Ahmed Fârûkî)
Bir mezhebe tâbi olmayanlar ya zındık (kâfir) veya mezhepsiz olurlar. (Hamdullah Decvî)
Ehl-i sünnet, yâni Peygamber efendimiz ve arkadaşlarının yolunda olan kimsenin, ibâdetlerini dört hak mezhebden birine tâbi olarak yapması lâzımdır. Dört mezhebden birine tâbi olmayan kimse bid'at sâhibidir. (Tahtâvî, Ahmed Berîlevî)

TABÎB-İ MÜSLİM-İ HÂZIK:
Mütehassıs (uzman) ve açıkça günâh işlemeyen müslüman doktor.
Hasta, hastalığının artmasından veya iyi olmasının gecikmesinden yâhut şiddetli ağrı gelmesinden veya hasta bakıcı hastalanarak, onlara bakamayıp helâk olmalarından korkar ise, oruç tutmayıp sonra kazâ eder. Sağlam kimse, hasta olacağını çok zan eder se ve nehir temizlemek gibi iş yaparken veya devletin emri ile çalışırken, çok sıcak veya soğuk te'siri ile helâk olacağını ve kimsesiz olup hiçbir yerden yardım görmeyen kadın nafakasını kazanmak için çamaşır yıkamak ve yemek pişirmek ile helâk olac ağını çok zannederek anlarsa, oruç tutmaması ve niyetli, oruçlu kimsenin orucunu bozması câiz olur, başka zaman kazâ eder. Çok zannetmek, ölüm alâmetlerini görmekle veya kendi tecrübesi ile yâhut tabîb-i müslim-i hâzıkın haber vermesi ile anlaşılır. Kâfir ve fâsık, yâni büyük günâh işlediği bilinen tabîbe muâyene ve tedâvî câizdir, tedâvî olunabilir. Fakat bunların sözleri ile ibâdet bozulmaz. Orucunu bozarsa, keffâret lâzım olur. (İbn-i Âbidîn)

TABÎÎ İLİMLER:
Fen ilimleri, aklî ilimler.
Din ile tabiî ilimleri karşılaştıracak olursak, hiçbir yerinde bunların birbirinden aykırı bir bilgi vermediğini görürüz. Gerek din, gerek tabiî ilimler, bir muazzam yaratıcı olmadan bu dünyânın kurulamayacağını kabûl ederler. Tabiî ilimlerin bulduğu bütün yenilikler, bu muazzam yaratıcının varlığı ve büyüklüğü hakkında birer vesîkadır. Bâzılarının sandığı gibi, tabiî ilimlerin tuttuğu yol ayrı değildir. Tabiî ilimler, bilâkis dînî inanç ve düşünceleri takviye ederler. (Max Planck)

TÂBİÎN:
Hadîs-i şerîflerle medhedilen, Eshâb-ı kirâmdan sonra gelen şerefli nesil. Eshâb-ı kirâmı görüp, onların sohbetinde bulunanlar. (Bkz. Eshâb-ı Kirâm)
Eshâb-ı kirâm ile Tâbiînin îmânları hep aynı idi. İnanışları arasında hiç fark yoktu. Şimdi yeryüzünde bulunan müslümanların çoğu Ehl-i sünnet mezhebindedirler, yâni Resûlullah efendimiz ve Eshâbının yolundadırlar. Ehl-i sünnet îtikâdını ortaya koyan , Resûlullah efendimizdir. Îmân bilgilerini Eshâb-ı kirâm bu kaynaktan aldılar. Tâbiîn-i ızâm da, bu bilgileri Eshâb-ı kirâmdan öğrendiler. Daha sonra gelenler, bunlardan öğrendiler. Böylece, Ehl-i sünnet bilgileri bizlere İslâm âlimlerinin kitaplarından nakil yoluyla geldi. (İbn-i Halîfe Alîvî)

TABÎ'İYYECİLER (Tabî'iyyûn):
Canlılarda ve cansızlardaki, akıllara hayret veren intizâmı (düzeni) ve incelikleri görerek, bir yaratanın varlığını söylemekle berâber; öldükten sonra tekrar dirilmeği, âhireti, Cennet'i ve Cehennem'i inkâr edenler (red edip, kabûl etmeyen, inanmaya nlar).
Kendilerini akıllı, ilim adamı ve hiç yanılmaz sanan dinsizlerden biri de tabî'iyyecilerdir. (İmâm-ı Gazâlî)
İslâm âlimleri, kitaplarında, tabî'iyyecilerin ve maddîcilerin, Allahü teâlânın varlığına inanmayıp; "Âlem böyle kendiliğinden gelmiş ve böyle gidecektir" diyen dinsizlerin sözlerini ve müslüman olmayanların, İslâmiyet'e sokmak istedikleri uydurmalar ı, delîller ve tartışmalar ile reddederek hepsini susturmuşlar, din düşmanlarının hazırladıkları fitne ve fesâd ateşlerini söndürmüşlerdir. Îmân edilmesi lâzım gelen şeyleri birer birer ve açıkça yazmışlar, bir taraftan da, bütün dünyâda olmuş ve kıyâmete kadar olacak her hâdise ve hareketin şer'î (dînî) hükümlerini pek doğru olarak, insanlığın önüne koymuşlardır. (S.Abdülhakîm Arvâsî)

TÂBÛT-İ SEKÎNE:
İsrâiloğullarının, içinde mukaddes emânetleri sakladıkları ve Mûsâ aleyhisselâmdan beri nakledilerek gelen altın kaplamalı sandık.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Nebîleri (İşmoil aleyhisselâm) onlara; hükümdârlığının açık alâmeti size o tâbûtu (Tâbût-ı sekîneyi) getirmesidir ki, içinde Rabiniz tarafından size sekînet (gönül rahatlığı) ve Âl-i Mûsâ ve Hârûn'un (aleyhimesselâm) geriye bıraktıklarından bir bakiyye (Tevrât levhâları ve kıymetli eşyâlar) vardır. Melekler onu yükleyip getirecektir. Elbette bunda (Tâbût-i sekînenin size getirilmesinde) size kat'î bir alâmet (ve ibret, size söylediğimin doğruluğuna kat'î bir delîl) vardır. Eğer îmân etmiş kimselerseniz." dedi. (Bekara sûresi: 248)
İçerisinde Tevrât-ı şerîf, Tevrât'ın nâzil olduğu levhalar, Mûsâ aleyhisselâmın asâsı, elbisesi, Tih sahrasında İsrâiloğullarına gökten inen men'den (kudret helvası) bir miktâr, Hârûn aleyhisselâmın sarığı gibi mukaddes emânetlerin bulunduğu Tâbût-i sekîne İsrâiloğulları için birlik, berâberlik ve râhat yaşama vesîlesi idi. Hükümdârın muhâfazası altında bulunurdu. İsrâiloğulları Tâbût-i sekînenin ellerinden gitmesine çok üzülürlerdi. İşmoil aleyhisselâm İsrâiloğullarına peygamber gönderilmeden önce Amâlika kavmi onlara musallat olmuş, İsrâiloğullarını mağlûb etmiş, Tâbût-i sekîneyi almışlardı. İşmoil aleyhisselâm peygamber gönderildikten sonra, Allahü teâlâya İsrâiloğullarının üzerine bir hükümdâr göndermesi için duâ etti. Allahü teâlâ onun duâsını kabûl buyurup, İsrâiloğullarına hükümdar olarak Tâlût'un tâyin edildiğini vahiyle bildirdi. Tâlût zamânında Tâbût-u sekîne, Amâlikalılardan İsrâiloğullarının eline geçti. (İbn-ül-Esîr, Taberî)

TA'DÎL-İ ERKÂN:
Namazda rükûda, secdelerde, kavmede (rükûdan kalktıktan sonra ayakta durmada) ve celsede (iki secde arasında oturmada) her âzâ hareketsiz olduktan sonra bir miktar durmak. (Bkz. Tumânînet)
Ta'dîl-i erkân, İmâm-ı a'zam ile İmâm-ı Muhammed'e göre vâcibdir. Fakat İmâm-ı Ebû Yûsuf'a göre farz olduğundan buna riâyet edilmeyince, namaz fâsid olur. (İbn-i Âbidîn)
Bir kimse, terk edilmiş, unutulmuş bir sünneti meydana çıkarırsa, yüz şehîd sevâbı kazanır. Ya bir farzı veya vâcibi meydana çıkarmanın sevâbı ne kadar çok olur. O hâlde namazda tâdil-i erkâna dikkat etmelidir. (İmâm-ı Rabbânî)
Vaktin kıymetini bil! Gece-gündüz ilim öğrenmeye çalış! Her zaman abdestli bulun! Beş vakit namazı, sünnetleri ile ta'dil-i erkân ile, huzûr ile şerîatin sâhibinin bildirdiği gibi kılmaya çalış! Bunları yapınca, dünyâ ve âhirette sayısız nîmetlere ka vuşursun. (Abdülkuddûs)
Ta'dîl-i erkânın terkinden meydana gelen zarardan bâzıları şunlardır:
1) Fakirliğe sebeb olur.
2) Namaz kıldığı yer, kıyâmet gününde aleyhine şehâdet eder.
3) O namazın tekrar kılınması vâcib olur.
4) Namazın hırsızı olur.
5) Şeytanı sevindirmiş olur.
6) Sağında ve solunda olan meleklere eziyyet etmiş olur.
7) Peygamber efendimizi üzmüş olur. (Kutbüddîn-i İznikî)

TAFDÎLİYYE:
Şîanın kollarından biri. Hazret-i Ali'yi sevdiklerini söyleyip, diğer Eshâb-ı kirâmı kötüleyen bozuk fırka.
Eshâb-ı kirâma iftirâ edenler, üç grupta toplanmaktadır. Birincisi, Tafdîliyye. İkincisi Seb'iyye olup; Eshâb-ı kirâmdan birkaçından başkası zâlim, kâfir oldular diyerek bunları sebbediyorlar. Yâni kötülüyorlar. Üçüncüsü Gulât, hazret-i Ali tanrıdır diyorlar. Bunlar ibâdet etmezler. (Abdülazîz Dehlevî)
Şiîlerin hîlelerinden biri de şudur: Eshâb-ı kirâmı kötüleyen kitapları, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitapları gibi göstererek, câhilleri aldattılar. Meselâ Keşşâf tefsîrinin sâhibi Zemahşerî, Tafdîliyye mezhebine mensuptur. Ahtab Hârezmî azgın bir Zeyd îdir. Nehcülbelâğa kitabını şerh eden İbn-i Ebü'l-Hadîd Mu'tezilîdir. (Mahmûd Âlûsî)

TAFSÎLÎ ÎMÂN:
Îmân edilecek hususlara genişçe, delîlerini bilerek ve ayrı ayrı inanmak. (Bkz. Îmân)
Tafsîlî îmânın dereceleri vardır.Rabbim Allahü teâlâdır, peygamberim Muhammed aleyhisselâmdır, dînim İslâm dînidir, kitâbım Kur'ân-ı kerîmdir, kıblem Kâbe-i şerîftir, îtikâdda mezhebim Ehl-i sünnet vel-cemâattir diyerek, her husûsa ayrı ayrı ve delîl lerini bilerek îmân etmek, dil ile söyleyip kalb ile tasdîk etmek tafsîlî îmândır. (Kutbüddîn-i İznikî)

TAĞRÎR:
Yalan söyleyerek aldatma.
Tağrîr olunan kimse, bey'i (satışı) feshedebilir, bozabilir. Sarraflıkta piyasadaki fiyatların en yükseğinden, yüzde iki buçuk ve daha fazlası kadar yüksek fiyatla satın alarak aldanmağa "Gaben-i fâhiş" (çok aldanmak) denir. Bu miktâr urûz için, yâni hayvandan başka menkûl (taşınabilir) mallar için yüzde beş, hayvan için yüzde on, binâ için yüzde yirmidir. Bu miktârlardan az olan aldanmağa, "Gaben-i yesîr" (az aldanmak) denir. Meselâ bâyi', bu mala, şu kadar lira veren oldu deyip satsa, piyasadaki en yüksek değerinden fâhiş aldanma kadar fazla olduğu ve başkasının o kadar lira vermediği anlaşılsa, müşteri bey'i (alış-verişi) fesh edebilir, bozabilir. (Mecelle)

TÂĞÛT:
Allahü teâlânın emir ve yasaklarına karşı gelen ve ibâdetten alıkoyan şeytânî varlık ve güçler.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:
Îmân edenler Allah yolunda cihâd ederler, küfredenler ise tâğût yolunda savaşırlar. (Nisâ sûresi: 76)
Dinde zorlama yoktur. Hakîkat, îmân ile küfr apaçık meydana çıkmıştır. Artık kim tâğûtu tanımayıp da Allah'a îmân ederse o, muhakkak ki kopması (mümkün) olmayan en sağlam kulpa yapışmıştır. Allah hakkıyla işitici, (her şeyi) kemâliyle bilicidir. (Bekara sûresi: 256)
Allahü teâlânın indirdiği hükümlere mukâbil olmak ve onların yerine geçmek üzere hükümler koyan her varlık tâğûttur. (Muhammed ibni Cerîr)

TAHÂRET:
Necâset denilen yâni maddeten pis olan şeylerden ve hades denilen hükmî ve mânevî pisliklerden (abdestsizlik, cünüplük, kadınlar için hayz ve nifas hâllerinden) su ile abdest alarak, su yoksa, toprak ve toprak cinsinden şeylerle teyemmün ederek yapıl an temizlik (Bkz. Necâset, Hades). Temiz olana tâhir, temizleyiciye de mutahhir, tahûr denilir.
Tahâret îmânın yarısıdır. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Necâsetten tahâret, bedende, elbisede ve namaz kılacak yerde pislik bulunmamaktır. (Halebî)
Özür olmadıkça sağ el ile tahâretlenmemelidir. (Halebî)
Su olmadığı zaman, gıdâ maddesi ile, gübre ile, kemik ile, hayvan gıdâsı ile, kömür ile ve başkasının malı ile, saksı, kiremit parçası ile, kamış ile ve yaprak ile ve bez ile, kâğıt ile tahâretlenmek mekruhtur. (Halebî)
Taş ve benzeri şeyler ile tahâretlenmek su yerine geçer. (Halebî)
İki eli çolak olan tahâretlenemez. Kolları toprağa, yüzünü duvara sürerek teyemmüm eder (Namazı terk etmez). (Halebî)

Tahâret-i Kâmile:
Tam temizlik. Abdest veya boy abdesti alınarak yapılan temizlik.
Özür sâhibi, özre sebeb olan şeyi durduğu zaman, abdest alıp, o şey tekrar başlamadan önce, mestlerini giyse tahâret-i kâmile ile giymiş olup, yirmi dört saat mesh eder. (Şeyhülislâm Yahyâ Efendi)

TÂHİR:
Temiz.
Mü'min tayyib (güzel, hoş) ve tâhirdir. (Hadîs-i şerîf-İhyâ)

TAHKÎR ETMEK:
Hor görmek, kötülemek, aşağılamak, birine veya bir şeye söz ve hareketle hakâret etmek, saygı ve hürmet gösterilmesi, üstün tutulması lâzım olan şeyleri aşağı tutmak, saygısızlık etmek.
İnsanın îmânının gitmesine, dinden çıkmasına sebeb olan şeylerden biri de dînen tâzim edilmesi (hürmet gösterilmesi) lâzım olan şeyleri tahkîr etmek ve tahkîr edilmesi lâzım olan şeyleri tâzim etmektir. (İbn-i Âbidîn)
Allahü teâlânın peygamberini, İslâm âlimlerini, evliyâyı, fıkıh kitablarını ve fetvâları (âlimlerin dînî süâllere verdikleri cevabları) tâzim edecek iken tahkîr etmek, dinden çıkmaya sebeb olur. Kâfirlerin dînî âyinlerini beğenmek, zarûret yok iken z ünnâr kuşanmak ve küfür alâmetlerini kullanmak da böyledir. (Kutbüddîn-i İznikî)

TAHLÎF:
Yemin vermek. Mahkemede iki hasımdan birine yemîn ettirmek. (Bkz. Half, Yemîn)

TAHLÎL ETMEK:
Abdest alırken el ve ayak parmakları arasına sol, sakalın sarkan kısmının içine ise sağ elin yaş parmaklarını tarak gibi sokarak karıştırmak. (Bkz. Hilâllemek)
Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) abdest aldıklarında, bir avuç su ile çeneleri altından sakallarını tahlîl eder ve şöyle buyururlardı: "Rabbim bana böylece emretti" (Hazret-i Enes bin Mâlik)

TAHLİYE:
1. Süslemek.
Tasavvuf ehlinin yolu, ilim ve amel ile tamam olur. İlimlerinin özü nefsin ortaya koyduğu mânileri yenmek, kötü huylardan uzaklaşmak, böylece, kalbden mâsivâyı (Allahü teâlâdan başka her şeyi) çıkararak onu Allahü teâlânın zikri ile tahliye etmektir. (İmâm-ı Gazâlî)
2. Boşaltmak.

TAHMÎD:
"Elhamdülillah" demek. "Hamd, şükür Allahü teâlâya mahsûstur" mânâsına "Elhamdülillah" sözü ve benzerleri.
Farz namazdan sonra otuz üç tesbîh (sübhânallah) otuz üç tahmîd, otuz üç tekbîr (Allahü ekber) ve bir de tehlîl (Lâ ilâhe illallahü vahdehü lâ şerîke leh, lehül mülkü ve lehül-hamdü yuhyî ve yümît ve hüve alâ külli şey'in kadîr) söyleyiniz. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî, Sahîh-i Müslim)
Onlar ki, Allahü teâlânın celâlini (büyüklüğünü) zikr eder, O'nu tesbîh, tekbîr ve tahmîd eder. (Yâni sübhânallah, Elhamdülillah ve Allahü ekber derler). Bunların tesbîh ve tahmîdleri, Arş-ı a'zamın etrâfını dolaşır, arı vızıltısı gibi ses çıkararak sâhiblerini ararlar. Allah katında dâimâ zikredilmeyi ve zikre vesîle olan şeyin kaybolmamasını sevmez misiniz? (Hadîs-i şerîf-İbn-i Mâce)
Namazların sonunda, tesbih, tahmîd ve tekbirleri okumak, sonra duâ etmek ve duâ ederken iki eli kaldırmak müstehâbdır. Peygamber efendimiz, farzı kılınca! "Allahümme entesselâm ve minkesselâm tebârekte yâ zel celâli velikrâm" diyecek kadar oturup, fa zla oturmaz, hemen sünnet kılardı. Âyet-el-kürsî ile tesbîhâtı yâni tesbîh, tahmîd ve tekbîri, farz ile sünnet arasında okumazdı. Bunları, sünnetten sonra okumak, farzdan sonra okumak sevâbını hâsıl eder. (Şernblâlî, Tahtâvî)
Tesbîh, tahmîd, tekbîr, Kur'ân-ı kerîm, hadîs-i şerîf ve Allahü teâlânın emir ve yasaklarını, dînî hükümlerini bildiren fıkıh kitablarını okumak çok sevâbdır. (Abdullah-i Mûsulî)

TAHRÎC:
Çıkarma, meydana koyma; hadîs-i şerîflerin kaynağını, nasıl geldiklerini, kimlerin naklettiklerini, sahih ve zayıflık gibi derecelerini bulup gösterme, bildirme işi.
Hadîs âlimlerinden Irâkî, İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin İhyâu ulûmiddîn isimli kıymetli eserindeki hadîslerin tahrîcini yapmıştır. (Kâtib Çelebi)

TAHRÎF:
Bozma, değiştirme.
Kur'ân-ı kerîmi güzel sesle ve tecvîd kâidelerine uyarak okumalıdır. Harfleri kelimeleri tahrîf ederek, tegannî etmek (mûsikî perdelerine uydurmak) harâmdır. Harfler bozulmazsa mekrûh olur. (İbrâhim Halebî)
Şu anda dünyâda semâvî kitâbı olan üç din vardır. Mûsevîlik, hıristiyanlık ve İslâmiyet. Mûsâ aleyhisselâma Tevrât, Îsâ aleyhisselâma İncîl indirilmiş idi. Mûsevîler Mûsâ aleyhisselâmın, hıristiyanlar da Îsâ aleyhisselâmın getirdikleri dinlere tâbi o lduklarını söylerler. Fakat mûsevîler Tevrât'ı, hıristiyanlar ise İncîl'i tahrif etmişler, kendi görüş ve düşüncelerine göre değiştirmişlerdir. Halbuki İslâm dîni tahrîf edilmemiş, kıyâmete kadar da tahrîf edilemeyecektir. (Harputlu İshâk Efendi)
İslâm dîni bütün peygamberleri aleyhimüsselâm tanır ve hepsine îmân etmeyi emr eder. Esâsen eski din kitablarında ve hakîkî İncîl'de son peygamber olan Muhammed aleyhisselâmın geleceği bildirilmişti. Fakat yahûdîler ve hıristiyanlar kitablarını tahrî f ederek, Muhammed aleyhisselâmın geleceğini bildiren haberleri değiştirmişlerdir. (Rahmetullah Efendi)

TAHRÎM SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin altmış altıncı sûresi.
Tahrîm sûresi on iki âyet-i kerîmedir. Medîne-i münevverede nâzil oldu (indi). Bu sûrede; bütün mü'minlerin, emri altında olanları Cehennem'e götürecek davranışlardan korumaları, âhirette kâfirlerin özür bahâne ileri sürmelerinin fayda sağlamayacağı, mü'minlerin tövbe-i nasûh (bir daha günâha dönmemek üzere kesin tövbe) etmeleri gibi konular bildirilmektedir. (Ayntablı Muhammed Efendi, Senâullah Dehlevî, Râzî)
Tahrîm sûresinde meâlen buyruldu ki:
Ey îmân edenler! Kendinizi ve âilenizi yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun. (Âyet: 6)
Ey kâfirler! Bugün özür bahâne ileri sürmeyin. Siz ancak işlediklerinizin cezâsını çekeceksiniz denilir. (Âyet: 7)
Kim Tahrîm sûresini okursa, Allahü teâlâ ona Tevbe-i nasûh ihsân eder. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî)

TAHRÎME TEKBÎRİ:
Namaza Allahü ekber diyerek başlama; iftitâh tekbîri. (Bkz. İftitâh Tekbîri)
Tahrime tekbîri farzdır. Namazın şartlarındandır. Başka kelime söylemekle olmaz. (İbn-i Âbidîn)
Tahrime tekbîri üç şeyle tamam olur: 1-Erkekler ellerini kulağına kaldırmakla (kadınlar, iki ellerini omuz hizâsına kaldırır, sağ el sol el üstünde olarak göğse kor). 2-Tekbîri ta'zim (hürmet) üzere almakla. 3-Kalben uyanık ve hâzır olmakla. (Kutbüddîn-i İznikî)
Tahrime tekbîri, AAAllahü ekbaar gibi uzun söylenirse, namaz sahîh (mûteber, geçerli) olmaz. İmâmdan önce, ekber denirse, namaza başlanmış olmaz. (Molla Hüsrev)

TAHRÎMEN MEKRÛH:
Kur'ân-ı kerîmdeki ve hadîs-i şerîfteki delîlinden zan ile anlaşılan yasak. Harama yakın olan fiil, iş. (Bkz. Mekrûh)
Dinde vâcib ve sünnet-i müekkede olan emirleri kasden, bilerek ve özürsüz terk etmek tahrîmen mekruhtur. Günâhı, harama yakındır. Tahrîmen mekrûhu bilerek işleyen âsî ve günahkâr olur. Tövbe etmezse, Cehennem'e gitmesine sebeb olur. Tahrîmen mekrûh i şlenerek kılınan namazın iâdesi vâcibdir, mutlaka lâzımdır. Eğer unutarak işlerse, sehv (unutma) secdesi yapar. (İbn-i Âbidîn)
Tahrîmen mekrûhu işlemek, küçük günâh olur. (Tahtâvî)
Abdest bozarken kıbleye önünü ve arkasını dönmek mekruhtur. (Halebî)

TAHSÎL-İ İRFAN:
1.Tasavvuf bilgilerini elde etme, öğrenme. Edeler dâimâ tahsîl-i irfân Olalar her biri, bir kâmil insan.
(Muallim Receb Efendi)
2. İlim ve tecrübe netîcesinde bilgi edinme.

TÂİB:
Tövbe eden, günahlarına pişmân olan.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Allahü teâlâ tâibleri ve (fevâhişten yâni pislik ve günâhlardan) temizlenenleri sever. (Bekara sûresi: 222)
Cenâb-ı Hakk'a, tâib gençten daha sevgilisi yoktur." (Hadîs-i şerîf-Miftâh-un-Necât)
Günahtan tâib, sanki hiç günâh işlememiş gibidir. (Hadîs-i şerîf-Keşf-ül-Hafâ)
Tâiblerin makâmı, bütün makamların en fazîletlisi ve üstünüdür. Hakîki tâib, cenâb-ı Hak katında (indinde) bütün halkın en azîzi, en kıymetlisi ve en sevgilisidir. (Ahmed-i Nâmıkî Câmî)
Şeytan, nâfile ibâdetleri teşvîk ederken, tâibe farzları yapmayı unutturur. Ey insanlar kendi hâllerinizi gözetiniz. Şeytan birçok kimseyi yoldan çıkarmaya çalışmaktadır. Tâib, her vakit için yeni abdest almalıdır ki, şeytan ondan kaçsın ve onun ibâd ete meyli artsın. (Ahmed-i Nâmıkî Câmî)
Tâibin, hiçbir nefesini zâyi etmemesi gerekir. Kendi gönül kıblesini, kötü işlerine bakmaya yöneltip, "Ne yaptım?Niye söyledim?" gibi düşüncelerle ve insaf gözüyle hareket etmelidir. (Ahmed-i Nâmıkî Câmî)

TAKDÎM VE TE'HÎR:
İkindi namazını öğle namazı ile veya öğleyi ikindi ile ve yatsı namazını akşam namazı ile veya akşamı yatsı ile birleştirerek kılmak.
Takdîm ve te'hir, Hanefî mezhebinde hac sırasında Arafât'ta ve Müzdelife'de; Mâlikî'de ve Şâfiî mezhebinde seferde (yolculukta); Hanbelî mezhebinde ise, özür sebebiyle yapılabilir. (Abdurrahmân Cezîrî)
Hanefî mezhebinde olan bir kimse yolculuk esnâsında, diğer üç mezhebi taklid ederek (vâsıta durduğu zaman) takdim ve te'hir ile namazlarını kılabilir. (İbn-i Âbidîn, Şernblâlî)

TAKDÎR:
Ölçme, değer biçme, değer verme, tâyin etme. Allahü teâlânın, olacak hâdiseleri ezelde (başlangıcı olmayan öncelerde) ilm-i ezelîsi (başlangıcı olmayan ilmi) ile bilip tâyin etmesi. (Bkz. Kazâ ve Kader)
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
O, gece karanlığından sabahı yarıp çıkarandır. Geceyi de istirâhat için, güneşi ve ayı da vakitler için bir hesâb olarak yarattı. İşte bütün bunlar mutlak gâlib olan (her şeyi) kemâliyle bilen Allahü teâlânın takdîridir. (En'âm sûresi: 96)
O Allah ki, göklerin ve yerin tasarrufu hep O'nundur. Hiçbir çocuk edinmemiştir. Mülkünde de O'nun hiçbir ortağı yoktur. Her şeyi yarattı ona bir nizâm verdi. Onun mukadderâtını takdîr buyurdu. (Furkân sûresi: 2)
Dünyâda olacak herşey, dünyâ yaratılmadan önce ezelde Levh-i mahfûza yazılmış, takdîr edilmiştir. Bunu size bildiriyoruz ki, hayatta kaçırdığınız fırsatlar için üzülmeyesiniz ve kavuştuğunuz kazançlardan, Allah'ın gönderdiği nîmetlerden mağrur olmayasınız, Allahü teâlâ kibirli olanları ve bencilleri sevmez. (Hadîd sûresi: 22)
İbâdet yapınız. Herkese ezelde takdîr edilmiş olan şeyi yapmak kolay olur. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Allahü teâlâ ezelde her varlığın kaderini takdir buyurmuştur. Fakat bir kimseye kendisi için ezelde takdîr edilmiş olan şeyi yapmak kolay olur. Meselâ açlıktan, hastalıktan ölmesi ezelde takdîr edilmiş olana gıdâ ve ilâc almak nasîb olmaz. Zengin olm ası ezelde takdîr edilmiş olana kazanç yolları açılır. Doğuda ölmesi takdîr edilmiş olana batıya giden yollar kapanır. (Şerefüddîn Ahmed bin Yahyâ Münîrî)
İnsan tedbir alır, sebeblere yapışır, takdîri bilmez. Allah'ın takdîri, kulun tedbîri ile değişmez. (İmâm-ı Rabbânî)

Takdîr-i İlâhî:
Allahü teâlânın, olacak hâdiseleri ezelde ilm-i ezelîsi ile bilip tâyin etmesi. (Bkz. Takdîr)

TAKIYYE:
İdâre, korunmak, sakınmak; iki yüzlülük; sevmediği kimse ile dost geçinmek. Bir kimsenin hakîkatte sâhib olduğu görüş ve inancını saklaması. Bozuk fırkaların, özellikle şiîlerin bozuk inanışlarını gizleyerek, kendilerinin Ehl-i sünnet (Peygamber efen dimizin ve Eshâbının) yolunda olduklarını söylemeleri.
Şevkânî'nin birkaç kitabı meselâ İrşâd-ül-fuhûl kitabı uzun incelenirse, onun takıyye yaptığı görülür. Yâni şîanın kollarından olan Zeydî fırkasından olduğunu saklamakta, kendisini Ehl-i sünnet olarak tanıtmaktadır. Çünkü şiîlerin, Ehl-i sünnet arası nda bulununca, takıyye yapmaları farz imiş. (M. Sıddîk Gümüş)
Ehl-i sünnet îtikâdından ayrılmış olan bozuk fırkalar, korkudan saklanmış veya takıyye yapmışlardır. Bu halleri de onların bid'at sâhibi olduklarını göstermektedir. (Şah Veliyyullah-i Dehlevî)
Şiîler, Peygamber efendimizin vefâtından sonra hazret-i Ali'nin Fedek bahçesini almamasının takıyye için olduğunu söylediler. Şiîlerin takıyye yapması lâzımdır dediler. Şiîlerin bu sözleri bozuktur. Çünkü şiîlere göre imâm meydana çıkıp harb etmeye b aşlayınca, takıyye yapması haram olurmuş. Bunun içindir ki, hazret-i Hüseyin takıyye yapmadı. Hazret-i Ali halîfe iken takıyye yaptı demeleri, haram işledi demek sûretiyle iftirâ etmek olur. (Abdülazîz Dehlevî)
Şîanın isnâ aşeriyye (on ikiciler) veya imâmiyye adlarıyla bilinen kolunun îmân esaslarından birisi de takıyye yapmaktır. Müslümanlara karşı takıyye yapmak gerektiğine inanmak, Ehl-i sünnet îtikâdına uymamaktadır. (Şehristânî)


TAKLÎD:
1. İnanılacak şeylerde düşünmeden, anlamadan, yalnız başkasından işiterek, görerek inanma, îmân etme.
Ehl-i sünnet âlimlerinin çoğuna göre taklîd ile inananın îmânı sahîhtir, doğrudur. Yâni o kimse, mü'mindir, müslümandır. Ancak istidlâlî yâni düşünerek, anlayarak inanmayı terk ettiği için günâhkârdır.
2. Amelde yâni yapılacak işlerde delîlini araştırmadan bir müctehidin ictihâdlarına (mezhebine) uyma, bağlanma.
Kur'ân-ı kerîmde; "Bilenlerden sorun" buyruldu. Bunun için müctehide sormak, bir mezhebi taklîd etmek, bağlanmak vâcib oldu. Bir mezhebi taklîd etmek, o mezhebde olduğunu söylemekle olur. Söylemeksizin kalb ile niyyet ederek de olur. Mezhebe uymak, m ezheb imâmının sözlerini okuyup öğrenip, yapmak demektir. Öğrenmeden, bilmeden ben Hanefîyim, Şâfiîyim demekle o mezhebe girilmiş olmaz. Böyle olanlar, hocalara sorarak, ilmihâl kitablarından öğrenerek ibâdet yapmalıdır. (İbn-i Âbidîn)
Müctehîd olmayanların dört mezhebden birini taklîd etmeleri lâzımdır. Dört mezhebden birine uymayan iş bâtıldır. Dört mezhebden başkasını taklîd etmek câiz değildir. Bugün Muhammed aleyhisselâmın dînine uymak bu dört mezhebden birini taklîd etmekle o lur. Mes'elelerin, delîllerini bilmek lâzım değildir. Delîlini anlamak müctehidin vazîfesidir. Bir mezhebi taklîd eden, bağlanan için delîl, mezheb imâmının sözleridir. (Abdülganî Nablüsî)
Herkes dört hak mezhebden kendine kolay gelen mezhebi seçer. Onun kitablarını okur, öğrenir. Her işini bu mezhebe uygun yapar. O mezhebi taklîd etmiş olur. O mezhebden olur. Herkese anasından, babasından işittiğini, gördüğünü öğrenmek kolay geleceği için, müslümanlar, analarının-babalarının mezhebinde olmaktadır. Bir mezhebden çıkıp diğerine girmek câiz ise de, yenisini öğrenmek için senelerce çalışmak lâzım olur ve önceki mezhebini öğrenmek için yaptığı çalışmaları boşuna gitmiş olur. Hem de es kileri ile yeni bilgileri karıştırarak şaşırabilir. Bunun için fıkıh âlimleri, câhillerin (fıkıh bilgisi olmayanların) başka mezhebi taklîd etmelerini men etmişler, harâc, meşakkat olmadıkça mezheb taklid etmelerine izin vermemişlerdir. Bir mezhebi beğenmiyerek ondan çıkmak hiç câiz olmaz. Çünkü Selef-i sâlihîni techîl etmek (câhil bilmek), beğenmemek küfr olur. (Muhammed Hasen Fârûkî, Abdurrahmân Silhetî)
3. Kendi mezhebine göre yapmasında harâc (meşakkat) veya zarûret bulunan bir şeyi yapabilmek için bu işi başka mezhebin şartlarına uyarak yapmak.
Kendi mezhebinde yapamadığı bir işi başka mezhebi taklîd ederek yaptığında o mezhebde bu iş için olan farzları, vâcibleri de yapması, müfsidlerinden (o şeyi bozan şeylerden), haramlarından sakınması lâzımdır. Bunun için o mezhebdeki lâzım olan şeyler i de öğrenmesi gerekir. (Abdülganî Nablüsî, Abdurrahmân Silhetî)

Taklîdî Îmân:
İnanılacak şeylerde düşünmeden anlamadan, yalnız başkasından işiterek inanma, îmân etme. (Bkz. Îmân)

TAKRÎR:
Anlatma, anlatım, bir âlimin kitâbdan okuyarak îzâh ve açıklamalarda bulunması.
Pâdişâhın huzûrunda yapılan huzur dersleri; Ramazan ayının ilk gününden başlamak ve sekiz derste sona ermek üzere, "mukarrir" adı verilen zamânın tanınmış âlimleri tarafından takrîr olunurdu. (Abdurrahmân Şeref)

TAKRÎRÎ SÜNNET:
Peygamber efendimizin, görüp de mâni olmadığı şeyler. (Bkz. Sünnet)

TAKSÎRÂT:
Günâhlar, kabahatlar, kusûrlar.
Bâzı kimseler Allahü teâlânın emrettiği ibâdetleri îfâ ediyorsa (yerine getiriyorsa) da, diğer taraftan nehy (yasak) ettiği şeylerden kendilerini alamayarak, günâh işlemekten vazgeçmezler. Bu gibilerin, tâatleri îfâ ettikleri için, kulluk yapmakta ta ksirâtları yok ise de, günâh bataklığına atıldıklarından dolayı da Allahü teâlânın emirlerine karşı gelmekle cezâlandırılmaktan kurtulamazlar. (İmâm-ı Mâverdî)

TAKSİT:
Bir borcun belli zamanlarda ödenmesi.
Taksitle satışın câiz olması için, taksit ödeme târihlerinin ve her taksitte ödenecek miktarların belli olmaları lâzımdır. Eline geçtikçe verirsin, ne zaman verirsen ver şekliyle taksitle satış sahîh (mûteber, geçerli) olmaz. (Ali Haydar Efendi)
Paranın bir miktârını peşin ve geri kalanını müsâvî (eşit) miktârlarda taksitle ödemek için yâhut peşinsiz hepsini belli zamanlarda müsâvî taksitlerle ödemek için sözleşerek bir şeyi satın almak câizdir. (İbn-i Âbidîn)
Mevcûd parası olan kimsenin taksitle mal almasında mahzûr yoktur. Borcunu taksit zamanlarında ödemesi lâzımdır. Ödünç alınan borcu ise, parası olunca hepsini derhâl ödemesi lâzımdır. (Fetâvây-ı Hindiyye)

TAKTÎR:
Nafakada (yeme-içme, giyme ve meskende) ihtiyaçlarından kısıp, çok mal ve para biriktirmek.
Nafakada yâni yeme-içme, giyinme ve barınacak yerde, zarûret (ölmemek, bir uzvu telef olmamak için lâzım olan şey) miktârına râzı olup, daha çok istememek kanâattir. Güzel huydur. Yoksa mal ve para biriktirmek için bir şey almamak demek değildir. Fak at taktîr ise, kötü bir huy olup, aklın ve İslâmiyet'in beğenmediği bir şeydir. (Muhammed Hâdimî)

TAKVÂ:
Allahü teâlâdan korkarak, haramlardan (yasaklardan, günâhlardan) sakınmak. Harama düşmemek için, şüphelilerden (haram veya helâl olduğu belli olmayan şeylerden) sakınmaya ise verâ denir. Bu bakımdan, haramlardan daha çok sakınma derecesi olan verâ da takvânın mânâsı altına girer. (Bkz. Verâ)
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Allahü teâlâ o takvâ sâhiplerini sever. (Âl-i İmrân sûresi: 76)
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem; "Yâ Rabbî! Bana ilim, hilm, takvâ ve âfiyet ihsân eyle" duâsını çok söylerdi. Duâda geçen ilimden maksad fâideli ilim, yâni îmân, ibâdet, amel ve ahlâk bilgileridir. Hilm ise, yumuşaklık demektir. Âfiy etten murâd; dînin ve îtikâdın, bozuk inançlardan, işlerden, nefsin isteklerinden, kalbin vesvese ve şüphelerinden, bedenin hastalıklarından kurtulmasıdır. (Berîka-Muhammed Hâdimî)
Bütün iyiliklerin temeli takvâdır. (Hâdimî)
Dünyâda felâketlerden, âhirette Cehennem'den, ateşte yanmaktan kurtulmak için iki şey lâzımdır: Emirlere sarılmak, yasaklardan sakınmak! Bu ikisinden en büyüğü, daha lüzumlusu, yasaklardan sakınmak yâni verâ ve takvâdır. (İmâm-ı Rabbânî)
Verâ ve takvâyı tam yapabilmek için, mübahları lâzım olduğu kadar kullanmalı, zarûret miktârını aşmamalıdır. Bu kadarını kullanırken de, kulluk vazîfelerini yapabilmek için kullanmaya niyyet etmelidir. Bir insan, mübah, yâni dînin izin verdiği şeyler den, her istediğini yapar, mübahları aşırı derecede işlerse, şüpheli şeyleri yapmağa başlar. Şüpheliler ise, haram olanlara yakındır. İnsan, bir gün harama düşebilir. (İmâm-ı Rabbânî)

Takvâ Ehli:
Takvâ sâhibi. Allahü teâlâdan korkarak haramlardan sakınanlar.
Hâli ile sana fayda vermeyen kimseyle arkadaş olma. Takvâ ehlinin, haramlardan kaçanın kölesi, hizmetçisi ol. Onu sev. Belki Allahü teâlâ bu vesîle ile seni onların arasına katar. (Alvân Hamevî)

TAKVÎM:
Zamânı; sene, ay, hafta, gün ve saat gibi sâbit bölümlere ayıran, dînî-millî gün ve bayramları gösteren cetveller.
Ramazân-ı şerîfin birinci gününü anlamakta takvimlere güvenilmemelidir. Çünkü oruç, gökte yeni ayı görmekle olur. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem; "Hilâli görünce oruca başlayınız!" buyurdu. Hâlbuki hilâlin doğması, görmekle değil, hesablad ır ve hesap sahîh (doğru) olup, hilâl hesâbın bildirdiği gece doğar. Fakat, o gece görülmeyip, bir gece sonra görülebilir ve oruca, hilâlin doğduğu gece değil, görüldüğü gece başlamak lâzımdır. Çünkü dînimiz böyle emir buyurmuştur. (İbn-i Âbidîn)
Gökte, Ramazân-ı şerîf hilâlini aramak, bir ibâdettir. Ramazân-ı şerîfin başlangıcını önceden haber vermek, İslâmiyet'i bilmemek alâmetidir. Kurban bayramının birinci günü de, Zilhicce ayının hilâlini görmekle anlaşılır. Zilhicce ayının dokuzuncu Are fe günü, hesâbla, takvîmle anlaşılan gün veya bundan bir gün sonra olur. Bundan bir gün önce olamaz. (M. Sıddîk Gümüş)
Namazın sahîh olması için, vakti girdikten sonra kılınması ve vaktinde kılındığını bilmek şarttır. Vaktin girdiğinde şüpheli olarak kılıp, sonra vaktinde kılmış olduğunu anlarsa, bu namazı sahîh olmaz. Vaktin bilinmesi vakitleri bilen âdil bir müslüm anın okuduğu ezânı işitmekle olur. Ezânı okuyan âdil değil ise (veya âdil müslümanın hazırladığı takvîm yoksa) kendisi vaktin girdiğini araştırıp, kuvvetli zan edince kılmalıdır. (İbn-i Âbidîn)

TALÂK:
Nikâh bağını çözmek; nikâh akdini (sözleşmesini), belli sözlerle derhal veya geleceğe bağlı olarak sona erdirmek. Şer'î (dînî) nikâhta, boşama hakkı olanın, nikâhlı olduğu kişiyi boşaması.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Ey Peygamber (ve O'na ümmet olanlar)! Kadınlara talâk vermek istediğinizde, onlara (âdet hâllerinden) temizlendiklerinde talâk verin ve iddeti (üç hayzdan temizlenme müddetini) sayın. Rabbiniz olan Allah'tan korkun. (Talâk sûresi: 1)
Eğer size itâat ediyorlarsa, artık talâk için yol aramayın. (Nisâ sûresi: 34)
Allahü teâlânın izin verip de yapılmasından hoşnûd olmadığı, beğenmediği şey talâktır. (Hadîs-i şerîf-Ebû Dâvûd)
Evleniniz, dînî bir özür bulunmadıkça, talâk vermeyiniz. (Hadîs-i şerîf-Taberânî)
Allahü teâlâ talâk kelimesini söylemeğe izin verdiği hâlde söylenmesini hiç beğenmez. Sonu pişmanlık olan bu sözü şaka ile söylemek, keskin kılıç ile oynamaya benzer. Evlilik seâdetini yıkan bu zararlı sözü insanların dillerine almamaları için Allah ü teâlâ bâzı cezâlar koymuştur. (Saideddîn-i Fergânî)
Talâk olması için önce, dînen geçerli olan nikâhın bulunması lâzımdır. İslâm nikâhı bulunmayan iki eş arasında talâk olmaz. Talâk veren erkeğin akıllı, bâliğ (ergenlik çağına, evlenme yaşına ulaşmış) ve uyanık olması lâzımdır. Delinin, çocuğun, bunağ ın, baygının, uyuyanın ve medhûşun yâni hastalık veya kızgınlık sebebi ile aklı yerinde bulunmayanın söylemesi ile talâk vâki olmaz. (Alâüddîn Haskefî)
Erkeğin zevcesine (hanımına) karşı vazîfelerinden biri de zevcesini boşamamaktır. Allahü teâlâ, mubahlar yâni izin verdiği şeyler içinde yalnız talâk vermeği sevmez. Zarûret olmadıkça, birini incitmek câiz değildir. (İmâm-ı Gazâlî)

Talâk-ı Bâin:
Boşanmada kullanılan sözleri söyler söylemez evliliği sona erdiren boşama. Zevceye yaklaşmadan önce veya yaklaştıktan sonra beynûneti yâni ayrılığı ifâde eden kinâyî yâni açık olmayan bir söz ile yapılan veya sarîh yâni açık bir söz ile yapılıp da aç ıkça veyâ işâretle üç adedine bağlı bulunan veya zevcenin (hanımın) ödeyeceği bir bedel karşılığında (kadının isteğiyle bir bedel üzerinde anlaşarak) veya üç talâk ile veya "benden bâinsin" gibi çokluk ve şiddet bildiren kelime ile veyâ ric'î talâk ile boşadığı zevcesine iddet (üç âdet müddeti) içinde yeniden dönmediği takdirde meydana gelen boşama.
Vaty etmediği (cinsî münâsebette bulunmadığı) zevcesine "Seni boşadım" derse veya vatydan sonra "Sen bâin olarak boşsun" veya "Sen elbette boşsun" veya "Şiddetli talâk" gibi çokluk bildiren kelime ile boşarsa, bir talâk-ı bâin ile boşamış olur. Bunla rı söylerken iki veya üç kere "üç kere boşsun" deyince, üç kere bâin boşamış olur. Nikâh derhâl bozulur. (Ahmed Zühdü)
Talâk-ı bâinde verilen talâk bir veya iki ise, ayrılışa, beynûnet-i suğrâ denir. Derhâl veya ileride iki tarafın rızâsı ile iki şâhid ile tecdîd-i nikâh (nikâhın yenilenmesi) câiz olur. Bunda evlilik son bulmakla birlikte iki tarafın rızâsı ile iki ş âhid ile nikâh akdi yenilenir.) Bâin talâk, üç talâk hakkının kullanılmasıyla olmuş ise, buna beynûnet-i kübrâ (büyük ayrılık) denir. Bunda tarafların rızâsı olsa da nikâh yenilenemez. (M. Zihni Efendi)

Talâk-ı Ric'î:
Geri dönülebilen talâk. Zevceye yaklaştıktan sonra, sarîh (açık) veya işâretle, üç adedine veya bir ivaza (bedele, karşılığa) bağlı olmaksızın ve beynûnete yâni ayrılığa delâlet eden (gösteren) bir sıfatla sıfatlanmamış ve bir şeye teşbîh edilmemiş ( benzetilmemiş), gerek sarîh (açık), gerekse talâk-ı ric'îyi gerektiren kinâyî (açıkça boşamaya delâlet etmeyen) lafızlarla verilen talâk.
Talâk-ı ric'îde zevc (koca), kadının iddet (üç âdet müddeti) zamânı içinde, söz ile veya fiilen eski nikâhına rücû edebilir (dönebilir). Evliliği devâm eder. Şâhid lâzım olmaz ise de, iki âdil şâhide haber vermesi müstehâb (iyi) olur. (İbn-i Âbidîn)
Ric'î talâkta, eğer erkek hanımına dönmezse, nikâh; iddet (üç hayz yâni âdet) müddeti bitince bozulur. (Ahmed Zühdü)

Talâk-ı Selâse:
Bir sözü üç kere veya daha fazla sayı söyleyerek, erkeğin zevcesini (hanımını) boşaması. Bu durum bir anda olduğu gibi, ayrı ayrı zamanda da olabilir.
Talâk-ı selâse ile boşanan kadın, bir başkası ile evlenip boşanmadıkça, eski kocası bununla evlenemez. (İbn-i Âbidîn)

Talâk Sûresi:
Kur'ân-ı kerîmin altmış beşinci sûresi.
Talâk sûresi on iki âyet-i kerîme olup, Medîne-i münevverede nâzil oldu (indi). Boşanma konularından bahsettiği için bu adı aldı. Sûrenin başında İslâm âile hukûkunun boşanma konusundaki hükümleri, sonunda da, Allahü teâlânın bildirdiği hak yoldan ay rılan eski kavimlerin uğradıkları cezâlar ve Muhammed aleyhisselâma inanıp hayırlı işler yapanlara verilecek âhiret nîmetleri bildirilmektedir. (Fahreddîn-i Râzî, Kurtubî, İbn-i Abbâs)
Talâk sûresinde Allahü teâlâ meâlen buyurdu ki:
(Boşanan) o kadınları, gücünüzün yettiği kadar ikâmet ettiğiniz yerin bir kısmında oturtun. Onları sıkıştırıp gitmelerini sağlamak için zarar vermeye kalkışmayın. Eğer hâmile iseler, doğum yapıncaya kadar nafakalarını verin. Sizin için çocuğu emzirirlerse, onlara ücretlerini verin, bu hususta aranızda uygun bir şekilde müşâvere edin (anlaşın). Eğer güçlüğe uğrarsanız (ya baba ücretten korunmak, yâhut ana emzirmemek gibi sûretlerle) o hâlde (çocuğu) onun (babasının) hesâbına bir başka kadın emzirecektir. (Âyet: 6)

TALEB:
İstemek, aramak.
İlim Çin'de de olsa, taleb ediniz. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Mâce)
Her müslüman kadın ve erkeğe ilim taleb etmek (ilmihâlini öğrenmek) farzdır. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Mâce)
Taleb (aramak), kavuşmanın müjdecisidir. Yanıp yakılmak da, kavuşmanın başlangıcı demektir. Büyüklerden biri buyuruyor ki: "Vermek istemeseydi, taleb vermezdi." Taleb ni'metinin kıymetini bilip, elden kaçmasına sebeb olacak şeylerden sakınmalıdır. İs teğin gevşememesine ve ateşin soğumamasına dikkat etmelidir. Bu ni'metin elden çıkmamasına en çok yarayan şey buna şükr etmektir. (İmâm-ı Rabbânî) İlim meclislerinde aradım kıldım taleb, İlim geride kaldı, ille edeb, ille edeb
(Yûnus Emre)

TÂLİB:
Taleb eden, isteyen.
Yetişmiş ve yetiştirebilen bir rehberden ders alan talebe, öğrenci.
Tâlib sâdık olunca, zikr ve teveccüh olmasa dahi yalnız ihlâsı ve muhabbeti ile ilerler. (Muhammed Ma'sûm)
Tâlib, niyyeti ve işleri, ne kadar hâlis ve iyi olsa da, kendini kusurlu ve kabahatli bilmelidir. Tasavvuf yolunda ele geçen nîmetlere, hâllere, zevklere güvenmemeli, ne kadar doğru ve şerîate uygun olsalar da, bunlara özenmemelidir. (Muhammed Bâki-billâh)
Tâlib, kâmil ve mükemmil olan (yâni yetişmiş ve yetiştirebilen) bir rehberi ele geçirebilirse, bütün arzûları, istekleri, onun eline bırakmalı, ölü yıkayıcının elinde teneşirdeki meyyit (ölü) gibi olmalıdır. (İmâm-ı Rabbânî)
Tâlib, sâdık olmalıdır. Sözünün eri olan tâlibin sol omuzundaki melek, yirmi sene içinde yazacak bir şey bulamaz. (Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr)
Tâliblerin üç husûsa dikkat etmeleri lâzımdır: 1) Her ne kadar kendisinden evliyânın yanında makbul bir amel dahi meydana gelse yine kendisine enâniyyet (benlik) varlık gelmeyip, kendisini kusurlu görmeli, hizmet etmeye çalışmalı. 2) Her ne kadar ken dinden red olunacak bir amel meydana gelse, ümitsiz olmayıp gönlünü muhâfaza etmeli. 3) Her ne buyurulursa, hizmeti yerine getirmeye candan gayretle çalışmalı, maksada kavuşmaya bakmalıdır. (Mevlânâ Abdülazîz Buhârî)


TALLÂHİ:
Allahü teâlânın ism-i şerîfinin başına "te" harfi getirilerek yapılan yemin sözü. (Bkz. Yemîn)
Yemîn ya harf ile veya kelime ile olur. Allahü teâlânın isminin başında (be, te, ve) harflerinden biri söylenip, ismin sonu esre okunursa yâni billâhi, tallâhi, vallahi denirse yemin olur. Yemin, yalnız Allahü teâlânın isimleri ile olur. Başka şeyler le müslüman yemini olmaz. (Alâüddîn-i Haskefî, İbrâhim Halebî)

TALMÛD:
Yahûdîlerin Tevrât'tan sonra mukaddes kabûl ettikleri, sözlü emirlerin toplandığı Mişnâ ve Gamâra olmak üzere iki kısımdan meydana gelen kitap.
Yahûdîlerin Tevrât'tan sonra mukaddes kitabları Talmûd'dur. Yahûdîlere göre; Mûsâ aleyhisselâm Tûr-i Sînâ'da (Tûr dağında) Allahü teâlâdan işittiklerini Hârûn'a, Yûşa ve El-Ye'âzâr'a aleyhimüsselâm bildirmiş. Bunlar da sonra gelen peygamberlere ve ni hayet mukaddes Yehûda'ya bildirmişler, bu da mîlâdın ikinci asrında bunları kırk senede bir kitâb hâline getirmiş, bu kitâba Mişnâ denilmiştir.Mîlâdın üçüncü asrında Kudüs'te ve altıncı asrında Bâbil'de Mişnâ'ya birer şerh yazılmış, bu şerhlere Gamâr a denilmiştir. İki Gamâra'dan birini Mişnâ ile bir kitab hâline getirip bu kitaba Talmûd demişlerdir. Kudüs Gamâra'sından gelene Kudüs Talmûdu, Bâbil Gamâra'sından gelene Bâbil Talmûdu demişlerdir. (Necef Ali Tebrîzî)
İsrâiloğulları kendi yazdıkları din kitabına uydular. Mûsâ aleyhisselâmın Tevrât'ını terk ettiler" hadîs-i şerîfi, şimdi yahûdîlerin elinde bulunan Talmûd, Mişnâ ve Gamâra'nın Mûsâ aleyhisselâmın kitabı olmadığını haber vermektedir. (Taberânî ve Rahmetullah Efendi)
Bâbil Talmûdu, Kudüs Talmûdu'nun üç misli daha uzundur. Yahûdîler, Bâbil Talmûdu'nu Kudüs Talmûdu'ndan daha üstün tutarlar. Her yahûdî, din eğitiminin üçte birini Tevrât, üçte birini Mişnâ ve üçte birini de Talmûd'a ayırmak mecbûriyetindedir. Hahamla r, Talmûd'da, bir kimse kötü bir şeye niyet etse onu yapmasa bile günahkâr olacağını bildirmişlerdir. Onlara göre hahamların nehy (yasak) ettiği bir şeyi yapmaya niyet eden kişi necs, pis olur. Bu inançların kaynağı olan Talmûd'a müslümanlar Ebü'l-Encâs (Necâsetlerin babası) demiştir. Yahûdîler, Talmûd'a inanmayan ve onu kabûl etmeyeni yahûdî saymazlar. (M. Sıddîk Gümüş)
Talmûd, müneccimliğin (yıldızlara bakarak geleceğe âit hüküm vermenin) insan hayâtına hükmeden bir ilim olduğunu bildirmektedir. Talmûd, sihr ve kehânetlerle doludur. (Ali bin Hasen)

TÂLÛT:
İsrâiloğullarının hükümdârlarından.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Vakta ki Tâlût askeriyle (Kudüs-i şerîften cihâd için) ayrıldı. (Nebînin haber vermesiyle yâhut ilhâmla askerlerine) dedi ki: "Şübhesiz, Allah sizi bir ırmakla imtihân edicidir. Kim ki ondan (Kana kana) içerse, benden (teb'amdan) değildir. Kim ki ondan içmezse, o bendendir. Eliyle bir avuç içenler müstesnâ. (Bekara sûresi: 249)
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem Bedr günü Eshâb-ı kirâmına; "Bugün siz Tâlût'un (söz dinleyen) eshâbı (arkadaşları) adedincesiniz. Onlar mü'min idiler" buyurdu. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
İşmoil aleyhisselâm, Allahü teâlânın emriyle Tâlût'u hükümdâr tâyin etmişti. Tâlût, Filistinliler ve Amâlika kavmi ile harb edip, gâlib geldi. Tâlût'un askeri arasında bulunan Dâvûd aleyhisselâm on sekiz yaşında idi. Filistin ordusundaki cesûr ve çok kuvvetli olan Câlût'u öldürdü. İşmoil aleyhisselâm, Tâlût'un yerine Dâvûd aleyhisselâmı hükümdâr yaptı. O sırada Tâlût harbde öldü. Kırk sene hükûmet sürdü. Yerine Dâvûd aleyhisselâm melik oldu. (Taberî-İbn-ül-Esir)

TAM FENÂ:
Allahü teâlâdan başka her şeyi unutma, mutlak fenâ. (Bkz. Fenâ)
Kul kendi nefsini düşünmekten büsbütün kesilmedikçe Rabbini düşünemez. Allahü teâlânın sevgisi onun kalbine yerleşemez. Bu büyük nîmet ancak tam fenâ hâsıl olduktan sonra elde edilebilir. (İmâm-ı Rabbânî)

TAM ŞEHÎD:
Allah yolunda canını fedâ eden; dînini, vatanını, bayrağını, nâmusunu müdâfaa ederken ölen, haksız yere öldürülen müslüman. (Bkz. Şehîd)
Tam şehîd, dünyâda yıkanmaz, kefene sarılmaz. Kefen miktârından fazla olan elbisesi soyulup, çamaşırı ile defnolunur. Cenâze namazı Hanefî mezhebinde kılınır. Şâfiî mezhebinde kılınmaz. Âhirette de şehîd sevâbına kavuşurlar. (İbn-i Âbidîn)

TAM TEMİZLİK:
Sıhhatli bir kadının âdet zamânından sonra başlayan, on beş gün veya daha fazla devâm eden temizlik. (Bkz. Sahih ve Hükmî Temizlik)
İki hayz (âdet) arasında tam temizlik bulunması lâzımdır. (İbn-i Âbidîn)

TAMA':
Aç gözlülük, dünyâ malına aşırı düşkünlük.
Tama'ın en kötüsü insanlardan beklemektir. Kibre, ucba (kendini beğenmeye) sebeb olan, nâfile ibâdetleri ve âhireti unutturan mubâhları (dinde izin verilen şeyleri) yapmak da tama' olur. Tama'ın zıddına, aksine tevfîz denir. Tevfîz ise, helâl ve fâid eli şeyleri kazanmaya çalışıp da, bunlara kavuşmağı Allahü teâlâdan beklemektir. (M. Hâdimî)
Şeytan, riyâyı ihlâs olarak ve tama'ı da tersi olarak göstererek insanı aldatmağa çalışır. Şeytan köpek gibidir. Köpek kovalayınca kaçar ise de, başka taraftan yine gelir. Nefs kaplan gibidir. Saldırması, ancak öldürmekle biter. (İmâm-ı Rabbânî)

TA'N ETMEK:
Kötülemek, dil uzatmak.
Mü'min ta'n etmez, kimseye dokunmaz, lânet etmez. Fâhiş söz söylemez ve kimseyi yermez. (Hadîs-i şerîf-İhyâu Ulûmiddîn)
Belli bir mü'minin ayıbını, ta'n etmek için arkasından söylemek gıybet olur. Gıybet harâmdır. Kapalı söylemek, işâret ile, hareket ile bildirmek, yazı ile bildirmek de hep söylemek gibi gıybettir. Gıybet olunan mü'min bunu işitirse üzülür. (Hâdimî, Yûsuf Sinânüddîn)

TANRI:
Ma'bûd, tapılan şey, ilâh.
Allahü teâlânın isimleri tevkîfîdir, yâni İslâmiyet'te bildirilen isimleri söylemek câiz olup, bunlardan başkasını söylemek câiz değildir.Meselâ Allahü teâlâya alîm denir. Fakat, âlim demek olan fakîh denmez. Çünkü, İslâmiyet, Allahü teâlâya fakîh de nileceğini bildirmemiştir. Bunun gibi, Allah adı yerine, tanrı demek câiz değildir. Çünkü tanrı; ilâh, ma'bûd demektir. Meselâ "Hindûların tanrıları öküzdür" denilmektedir. "Birdir Allah ondan artuk (başka) tanrı yok" denebilir. Başka dillerdeki Dieu, Gott ve God kelimeleri de, ilâh, ma'bûd mânâsına kullanılabilir. Allah adı yerine kullanılamaz. Kur'ân-ı kerîmde; "Benim ismim Allah'tır. Beni Allah diye çağırınız. Allah diye ibâdet ediniz. Allah diye yalvarınız" meâlinde birçok âyet-i kerîme vardır. O'na, kendi istediği ismi söylemeyip de, kâfirlerin, O'nun en sevmediği, mâbûdlarına koydukları tanrı ismi ile O'nu çağırmak, ne kadar yanlış ve ne büyük inâd olduğu meydandadır. (M. Sıddîk bin Saîd)

TARAFEYN:
İki taraf; İmâm-ı a'zam ile talebelerinden İmâm-ı Muhammed'in bir mes'elede reylerinin (ictihâdlarının) aynı olması sebebiyle ikisine birden verilen isim.
Bir vakıf, mescid harâb olup tâmir eden bulunmaz ise veya etrâfında ev, insan kalmayıp kullanılmaz ise de, Tarafeyne göre yine vakıf olarak kalır. İmâm-ı Ebû Yûsuf'a (r.aleyh) göre hâkimin izni ile satılıp, parası aynı cinsten olan başka bir vakfa sa rfedilir. (İbn-i Âbidîn)
Tarafeyne göre, nass (âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf) olan yerde örf ve âdet mûteber değildir. (Abdülganî Nablüsî)

TÂRIK SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin seksen altıncı sûresi.
Târık sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). On yedi âyet-i kerîmedir. İsmini ilk âyet-i kerîmede geçen ve parlak bir yıldız mânâsına gelen Târık'tan alır. Sûrede; insanın yaratılışı, kıyâmet gününün zorluğu, Kur'ân-ı kerîmin hak ile bâtılı ayıran kelâm- ı ilâhî olduğu bildirilmektedir. (Râzî, Kurtubî)
Târık sûresinde meâlen buyruldu ki:
Gizlenen işlerin ortaya döküldüğü hesâb gününde insan için Allahü teâlâdan başka ne bir kuvvet vardır, ne de bir yardımcı. (Âyet: 10)
Kim Târık sûresini okursa, Allahü teâlâ ona gökteki yıldızların adedinin on katı sevâb verir. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)

TARÎKAT:
Tasavvuf yolu; insanları mânen olgunlaştırmak, terbiye etmek, yetiştirmek için, tasavvuf büyüklerinin tâkib ettikleri yol.
Hicrî beşinci asırdan îtibâren sistemleşmeye başlayan tarîkatların fert ve cemiyet hayâtında büyük te'sirleri olmuştur. İnsanlara; her şeyin Allah rızâsı için yapılması gerektiğini anlattılar.Riyâ ve gösterişten uzak, yüksek karakterli insanlar olma larına yardımcı oldular. Benlik dâvâsından ve kendini beğenmişlikten kurtardılar. Birlik ve berâberliğe kavuşmuş cemiyetler meydana getirdiler. İslâmiyet'in yayılmasında bilfiil hizmet gören tarîkat mensûbu zâtlar, dünyânın birçok yerlerine dağılıp, insanların İslâmiyet'le tanışmalarına sebeb oldular (İslâm Târihi Ansiklopedisi)
Tarîkatların çeşitli isimler alması, başka başka olmalarından değildir. Aynı mürşidin (yol gösteren, rehberlik eden âlimin) talebeleri, birbirlerini tanımak ve mürşidleriyle tanınmak için bulundukları yola mürşidlerinin (hocalarının) ismini vermişler dir. (Abdullah-ı Dehlevî)
Son zamanlarda tarîkat diyerek birçok şeyler uyduruldu. Hakîkî İslâm âlimlerinin ve Peygamber efendimizi görüp, O'nun sohbetinde yetişen Eshâb-ı kirâmın bildirdikleri doğru yol unutuldu. Dinde câhil olanlar, hattâ İslâmiyet'in emirlerine açıkça uymay anlar, şeyh ve tarîkatçı ünvânı alarak, zikir ve ibâdet adı altında, dînimizin yasak ettiği birçok günâhları işlediler. (Abdülhakîm Arvâsî)

TA'RÎZ:
Üstü kapalı ve dokunaklı söz; kapalı îtirâz etmek; bir tarafı gösterip diğer tarafı kasd etmek.
Gıybet, açıkça söylemek sûretiyle olduğu gibi fiille, ta'rîzle, yazıyla, hareketle ve işâretle de olur. Göz kırpmakla, elle işâret etmekle de olur. Hazret-i Âişe buyurdu ki: "Bizim yanımıza bir kadın geldi. Kadın çıkıp giderken ona elimle kısa boylud ur diye işâret ettim. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem: "Sen onun gıybetini yaptın" buyurdu. (Ebü'l-Leys Semerkandî)
Bir kimse, diğer bir şahsın sözü geçince, onu kastederek; "Bizi şu şu ayıplardan kurtaran Allahü teâlâya hamdolsun" derse, ta'rîz yoluyla onu gıybet etmiş olur. (İbn-i Âbidîn)
İhtiyaç ve zarûret yokken ta'rîz câiz olmaz. Çünkü ifâdede yalan bulunmasa da yalanı akla getirebilir. Böyle olunca da mekruh olur. (Seyyid Alizâde)

TÂRÛH:
İbrâhim aleyhisselâmın asıl, öz babası.
Âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerden anlaşıldığı ve binlerce İslâm âliminin kitâbında yazıldığı üzere Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem anaları ve babaları arasında bulunmakla şereflenen bahtiyârların hepsi; zamanlarının ve memleketle rinin en asîl, en şerefli, en cemîl, en temiz zâtları idi. Hepsi azîz, mükerrem ve muhterem idi. İbrâhim aleyhisselâmın babası Târûh da mü'min olup, fenâ ahlâktan ve âdî, çirkin sıfatlardan uzak idi. Kâfir olan Âzer, babası değil, amcası idi. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
En'âm sûresinin meâl-i şerîfi; "İbrâhim (aleyhisselâm) babası Âzere dediği zaman" olan yetmiş dördüncü âyet-i kerîmesine açık mânâ verilmez. Çünkü Âzer kelimesi baba kelimesinin atf-ı beyânıdır. Yâni açıklayıcı bir lafızdır. İbrâhim aleyhisselâm iki kimseye baba demektedir. Birisi kendi babası olan Târûh, diğeri baba dediği amcası veya üvey babası Âzer idi. (Beydâvî ve Seyyid Abdülhakîm)
Âzer'in amca olduğunu Ehl-i kitâb ve târihçiler söz birliği ile bildirmişlerdir. Âzer'in baba olmadığını, İbrâhim aleyhisselâmın babasının Târûh olduğunu İbn-i Abbâs da radıyallahü anhümâ bildirdi. (İmâm-ı Süyûtî)
Âzer, İbrâhim aleyhisselâmın üvey babasıdır. Kendisi çocuk iken ölen asıl babası Târûh'tur. Âzer put yapan bir san'atkâr idi. İbrâhim aleyhisselâm daha çocuk iken putlara ibâdet edilmeyeceğini anlamış, üvey babasının yaptığı putları parçalamış ve bul undukları memleketin yâni Bâbil'in hükümdârı olan Nemrûd'u îmâna dâvet etmiştir. (Senâullah Dehlevî, Süyûtî)

TASADDUK:
Sadaka vermek. Yâni Allahü teâlânın rızâsı için fakirlere ve ihtiyâcı olanlara para, mal vermek. (Bkz. Sadaka)
İnsanlar tasadduk ettiği şeyi, Allah rızâsı için verirse, Hak teâlâ hazretlerine verilmiş gibi sayılır ki, mukâbilinde (karşılığında) bin sevâb (pekçok sevab) alır. (Hadîs-i şerîf-Ey Oğul İlmihâli)
Ödünç vermek, tasadduk etmekten on sekiz derece daha fazîletlidir. (Hadîs-i şerîf-Ey Oğul İlmihâli)
Tasadduk etmek nâfile ibâdettir. Zekât vermek, borç ödemek ve birinin hakkını iâde etmek ise, farzdır. (Süleymân bin Cezâ)

TASARRUF:
1. İdâreli kullanma, sarfetme. Tutumlu olma; harcamada isrâftan ve cimrilikten sakınıp orta yolu seçme.
Sadaka vererek rızkınızı çoğaltınız.Zekât vererek mallarınızı koruyunuz. İktisâd eden, tasarrufa riâyet eden aldanmaz. Tedbirli düzenli yaşamak, geçimin yarısıdır. İnsanlarla iyi geçinmek, aklın yarısıdır. (Câfer-i Sâdık)
2. İdâre etme, hükmetme.
Allahü teâlâ mülkünde tasarruf ediyor.Mülkünde tasarruf etmesinde zulüm düşünülemez. Çünkü zulüm, izni olmadan başkasının mülkünde tasarruftur. (İmâm-ı Gazâlî)
3. Bir velînin Allahü teâlânın izniyle sevdiklerini mânen yetiştirmesi, düşmanlarını ise cezâlandırması.
Yaratılışı, kalb ve rûh mertebesine kadar olan kimseyi tasarrufu kuvvetli olan pîri, daha yüksek mertebelere ulaştırabilir. (İmâm-ı Rabbânî)
Sıddîkiyye yolunda ilerlemek üstâdın tasarrufu, kuvveti ile olur. O sevk ve idâre etmedikçe, hiç ilerleyemez. Çünkü nihâyetin (sonun) başlangıcında yerleştirilmesi, onun şerefli teveccühü, merhameti ile olur. Anlaşılmayan, bilinmeyen hâllere hep onun üstün, başarılı idâresi ile kavuşulur. (İmâm-ı Rabbânî)
Îtikâdı ve ameli doğrulttuktan, bu iki kanadı ele geçirdikten sonra, Allahü teâlâya yaklaştıran yolda ilerlemek sırası gelir. Zulmânî ve nûrânî konakları aşmaya başlanabilir. Ancak şunu iyi bilmelidir ki, böyle konakları aşarak yükselebilmek ancak yo lu bilen, yolu gören, yol gösteren, yetişmiş ve yetiştirebilen bir rehberin teveccühü ve tasarrufu ile olabilir. Bunun bakışları kalb hastalıklarına şifâ verir. Onun teveccühü yâni kalbini bir kimseye çevirmesi, kötü, çirkin huyları insandan siler süpürür. (İmâm-ı Rabbânî)

TASAVVUF:
Ahlâk ve kalb ilmi. Kalbi kötü huylardan temizleyip, iyi huylarla doldurmak. Kalbde îmânın vicdânileşmesi, yâni Ehl-i sünnet îtikâdının kalbde sağlamlaşması ve şüphe getirici te'sirlerle sarsılmaması, nefs-i emmâreden doğan tenbelliklerin ve sıkıntıl arın giderilip, ibâdetlerde kolaylık ve lezzet hâsıl olması. Allahü teâlâ ile olmak, iyi ahlâk edinmek ve dînin emirlerine uymak.
Tasavvuf büyüklerinin hepsi, Ehl-i sünnet îtikâdında idi. Bid'at sâhiplerinin hiçbiri, Allahü teâlânın ma'rifetine yaklaşamamıştır. Evliyâlık nûrları bunların kalblerine girmemiştir. (Abdullah-ı Dehlevî)
Tasavvuf ehlinin üç vasfı vardır. Toprak gibidir, iyiye de, kötü kimseye de verir. Bulut gibidir, her şeyi gölgeler. Yağmur gibidir, sevilen kimseyi de, sevilmeyen kimseyi de sular. (Harkûşî Abdülmelîk bin Muhammed)
Tasavvuf hâldir, söz değildir, söz ile ele geçmez. (Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî)
Tasavvuf, Resûlullah efendimizin sünnet-i seniyyesine uymak, fazla konuşmayı, fazla yemeği ve fazla uykuyu terk etmektir. (Alâüddevle Semnânî)
Tasavvuf, insanı Allahü teâlâdan uzaklaştıran şeylerin hepsini terketmektir. (Ali bin Sehl)
İnsana lâzım olan önce Ehl-i sünnete uygun inanmak, sonra şerîate (dînin emir ve yasaklarına) uymak, daha sonra tasavvuf yolunda yükselmektir. (Muhammed Bâkî-billah)
Şimdiye kadar yedi yüz velî, tasavvufun târifinde türlü sözler söylemişlerdir. Bu sözlerin özü, şu noktada toplanabilir: Tasavvuf, vakti, en değerli olan şeye harcamaktır. (Ebû Saîd Ebü'l-Hayr)

gülgüzeli 01-02-2008 06:50 PM

Cevap : =>İslami Sözlük
 
SEYYİD:
1. Efendi.
Genç olarak Cennet'e girenlerin Seyyidi Hasen ve Hüseyin'dir." (Hadîs-i şerîf-Üsüd-ül-Gâbe)
2. Hazret-i Hüseyin'in neslinden (soyundan) gelenler.
Seyyidlerin bulunduğu bir memlekette ben oturamam. Zîrâ Resûlullah'a sallallahü aleyhi ve sellem bağlı bir nesebden (soydan) gelmenin şerefini taşıyanlara lâyık oldukları tâzimi (hürmeti) gösterememekten korkuyorum. (Ubeydullah-ı Ahrâr)
Seyyidler, İmâm-ı Hasen'in torunları olan şerîflerden daha üstündür. Osmanlı Devleti zamânında Haleb'de seyyidlere ve şerîflere mahsûs bir mahkeme vardı. Bütün evlâdları orada kayıtlı olup, yalancılar seyyidlik iddiâ edemezdi. Seyyidlerin kıymeti bil inmeli, hürmette ve hizmette kusûr edilmemelidir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

Seyyid-ül-Enâm:
Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın lakablarından biri. Beşerin yâni insanların efendisi, en yükseği.
Seyyid-ül-enâm Muhammed aleyhisselâm, her zamanda, her memlekette, yâni dünyâ yaratıldığı günden, kıyâmet kopuncaya kadar, gelmiş ve gelecek bütün varlıkların, her bakımdan en üstünüdür. Hiç kimse, hiçbir bakımdan O'nun üstünde değildir. Bu, güç birş ey değildir. Dilediğini yapan, her istediğini yaratan, O'nu böyle yaratmıştır. Hiçbir insanın O'nu medh edecek gücü yoktur. Hiçbir insanın, O'nu tenkîd edecek iktidârı yoktur. Allahü teâlâ hadîs-i kudsîde; "Sen olmasaydın gökleri yaratmazdım!" buyuruyor. (S. Abdülhakîm Arvâsî)

Seyyid-ül-İstiğfâr:
Duâ ve istiğfârların başı. İstiğfâr duâlarının büyüğü. Allahü teâlâdan günâhın bağışlanmasını istemek için yapılacak duâların en üstünü, en kıymetlisi.
"Allah'ım! Sen benim Rabbimsin. İbâdete lâyık hiçbir ilâh yoktur. Ancak sen varsın. Beni sen yarattın; şüphesiz ben senin kulunum. Gücüm yettiği kadar, ezelde sana verdiğim ahd ü mîsâk (Allahü teâlâ, rûhları yarattığında; "Elestü bi Rabbiküm - Ben si zin Rabbiniz değil miyim?" diye sorduğunda, rûhların; "Kâlû belâ - Evet Rabbimizsin" dediği günkü verdiğim söz) ve vâ'dim üzerinde duruyorum. Yâ Rabbî! İşlediğim günâhların şerrinden sana sığınıyorum. Bana lütuf ve ihsân buyurduğun nîmetleri ikrâr ve îtirâf ederim (kabûl ederim). Günâhımı da îtirâf eylerim. Beni affet Allah'ım! Zîrâ senden başka günâhları kimse affedemez." İşte her kim bu seyyid-ül-istiğfâr duâsını (ihlâs ile, sevâb ve fazîletine inanarak) gündüz okuyup, o gün akşam olmadan ölürse, o kimse Cennetlik olur. Her kim de sevâb ve fazîletine inanarak gece okur da, sabah olmadan ölürse, o kimse de Cennet ehlindendir." (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Buhârî)

Seyyid-ül-Mürselîn:
Muhammed aleyhisselâmın lakablarından. Gönderilmiş olan peygamberlerin önderi, efendisi.
Seyyid-ül-mürselîn sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: "Bir kimse, bir günâh yapmak istese ve sonra Allah'tan korkup, onu terk eylese, Hak teâlâ hazretleri, o kula iki Cennet ihsân eder. (Hadîs-i şerîf-Ey Oğul İlmihâli)
Allahü teâlânın rızâsına; Ehl-i sünnet vel-cemâat îtikâdıyla yâni Resûlullah efendimizin ve O'nun sohbetinde yetişen Eshâb-ı kirâmın yolunda olmakla, onların bildirdiklerine tam inanmakla kavuşulur. Bu doğru îtikâd (inanış) her şeyden kıymetli ve kaz anılan şeylerin en üstünüdür. Kim bu doğru îtikâda sâhib olursa, bütün şerefleri ve üstünlükleri toplamış olur. Cennet kapıları, bu îtikâda sâhib olmakla açılır. Dünyâ ve âhirette üstünlük onunladır. Peygamberler bunun için gönderilmiş olup, onların sonuncusu Seyyid-ül-mürselîn Muhammed sallallahü aleyhi ve sellemdir. (Serahsî)

Seyyid-üs-Sakaleyn:
Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın lakablarından. İnsanların ve cinlerin efendisi, iki cihânın seyyidi Muhammed aleyhisselâm.
Hak teâlâ kullarını Cennet'e dâvet edip cemâlini (güzelliğini) müşâhede etmelerini (görmelerini) vâd eyledi. Bu devletin ele geçmesine Seyyid-üs-Sakaleyn efendimiz hazretlerini vâsıta kıldı. O'nu (sallallahü aleyhi ve sellem) mîrâca götürmesi sebeple rinden ve hikmetlerinden bir sebep ve hikmet de bu olsa gerektir. (Harâitî)

SEYYİE:
Kötülük, günah.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Her güzel, her iyi şey, sana Allahü teâlâdan geliyor. Her seyyieye de nefsin sebeb oluyor. (Nisâ sûresi: 79)
Hiçbir kimse yoktur ki, tertemiz abdestini alsın, sonra (şu) mescidlerden birine gitsin de Allah, ona attığı her adım karşılığında bir sevâb yazmasın; her adım karşılığında onun bir seyyiesini affetmesin! (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Mü'minin başına sâbit bir sızı veya bir meşakkat, bir hastalık, bir hüzün, hattâ kendini üzen bir keder gelirse, onunla seyyielerinden bâzısı örtbas edilir. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Kalbe gelen düşünce seyyie olup, terk edilirse sevâb yazılır. Azm edilir, yapmamaya karar verilirse, bir günâh yazılır. İşlemezse bu da affolur. Hadîs-i şerîfte; "Kalbe gelen kötü şey söylenmedikçe ve buna uygun hareket edilmedikçe affolur" buyruldu. (Muhammed Hâdimî)

SIBTEYN-İ MÜKERREMEYN:
Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın iki mübârek torunu; hazret-i Hasan ve hazret-i Hüseyn (radıyallahü teâlâ anhümâ).

SIDDÎK:
1. Pek doğru, hiçbir zaman yalan söylemeyen, işinde ve sözünde doğru olan.
Doğru sözlü olmak iyiliğe götürür. İyilik Cennet'e götürür. Kişi doğru söyleye söyleye Allahü teâlânın katında sıddîk olarak yazılır. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)
Doğru olan tüccar kıyâmette sıddîklarla ve şehîdlerle berâber olacaktır. (Hadîs-i şerîf-Rıyâd-ün-Nâsihîn)
Aralarında şu dört kimseden biri bulunan topluluk helâk olmaz: İmâm, velî, sıddîk ve üstâd. ( Ebü'l-Hasan)
Sıddîklar, harama sebeb olmak korkusu bulunmayan hallerden de sakınır. Bunları meydana getiren sebeblerden birine haram karışmış olmasından çekinirler. ( İmâm-ı Gazâlî)
2. Hazret-i Ebû Bekr'in lakabı.
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem, mîrâcdan döndükten sonra, sabahleyin Kâbe'nin yanına gidip mîrâcını anlatmıştı. Bunu işiten kâfirler alay ettiler. Müslüman olmaya niyeti olanlar da vazgeçti. Mîrâcı duyan Ebû Bekr-i Sıddîk radıyallahü anh, Resûlullah'ın yanına geldi. Büyük kalabalık arasında, yüksek sesle; "Yâ Resûlallah! Mîrâcınız mübârek olsun! Allahü teâlâya sonsuz şükürler ederim ki, bizleri, senin gibi büyük Peygambere, hizmetçi yapmakla şereflendirdi. Parlayan yüzünü görmekle, kalbleri alan, rûhları çeken tatlı sözlerini işitmekle nîmetlendirdi. Yâ Resûlallah sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem! Senin her sözün doğrudur. İnandım. Canım sana fedâ olsun!" dedi. Ebû Bekr'in sözleri, kâfirleri şaşırttı. Diyecek şey bulamayıp dağıldılar. Şübheye düşen, îmânı zaîf birkaç kişinin de kalbine kuvvet verdi. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem o gün Ebû Bekr'e; "Sıddîk" dedi. Bu adı almakla, bir kat daha yükseldi. (Ahmed Cevdet Paşa, M. Sıddîk Gümüş)

SIDK:
1. Doğruluk.
Sıdk, sözün süsüdür. (Hazret-i Ali)
İnsanları, sıdktan daha güzel birşey süsleyemez. (Fudayl bin Iyâd)
Sabır bütün hayırların; sıdk ise kurtuluşun ve nîmetlere şükretmek, bereketin anahtarlarıdır. Kimde bu hasletler bulunursa, o en yüksek mânevî mertebelere kavuşur. (Bâhilî)
Araştırıldığında sıdkın şecâatle, yalanın da korkaklıkla berâber olduğu görülür. ( İbn-ül-Mugter)
2. Peygamberlerin sıfatlarından.
Bütün peygamberler sıdk sâhibidirler. Her sözleri doğrudur. Aslâ yalan söylemezler. (Muhammed bin Kutbüddîn İznikî)

SIFAT:
Özellik, hâl, keyfiyyet. Varlıkta kendi kendine duramayıp başka bir şeye muhtaç olan şey.
Varlıklar birbirlerinden sıfatlarıyla ayırt edilmektedir. (Teftâzânî)
Allahü teâlânın insanlar içinden seçmiş olduğu peygamberler (aleyhimüsselâm) da insanlık sıfatlarında diğer insanlarla aynıdır. Yâni onlar da yerler, içerler, soğukta üşürler. Ancak Allahü teâlâ, onlara husûsî (özel) nîmetler ve çeşitli mûcizeler ihs ân etmiştir. (Harputlu İshâk Efendi)
Noksan sıfatlar Allahü teâlâda yoktur. O, maddelerin, cisimlerin, ârâzların yâni hallerin sıfatlarından ve bunlara lâzım olan şeylerden münezzehtir (uzaktır). (Ahmed Fârûkî)

Sıfat-ı İlâhiyye:
Allahü teâlânın zâtî ve subûtî sıfatlarının hepsi.
Perdeler tamâmen kalkıp, hakîkat bütün açıklığıyla bildirilince anladım ki, âlemler, mahlûklar (yaratılmışlar) sıfat-ı ilâhiyyenin aynaları ve esmâ-i ilâhiyyenin (Allahü teâlânın isimlerinin) görünüşleri ise de, görünenler gösterenin kendi değildir. Bir şeyin görüntüsü o şeyin kendisi değildir. (İmâm-ı Rabbânî)

Sıfat-ı Ma'neviyye:
Allahü teâlânın subûtî sıfatları.
Allahü azîm-üş-şân hakkında bize bilinmesi vâcib (lâzım) olan sıfat-ı ma'neviyye sekizdir. Bunlar; Hayy, Allahü teâlâ diridir. Semi', Allahü teâlâ sem-i kadîmi (ezelî işitme sıfatı) ile işiticidir. Basîr; Allahü teâlâ görücüdür. Mürîd; Allahü teâlâ i râde-i kadîm ile (ezeli olan dileme sıfatıyla) dileyicidir. Alîm; Allahü teâlâ ilm-i kadîmi ile (ezelî ilim sıfatıyla) bilicidir. Kadîr, Allahü teâlâ kudret-i kadîmesiyle (ezelî kudreti ile) gücü yeticidir. Mütekellim; Allahü teâlâ kelâm-ı kadîmi (ezelî, başlangıcı olmayan kelâmı) ile söyleyicidir. Mükevvin; Allahü teâlâ her şeyi yaratandır. (Kutbüddîn İznikî)

Sıfat-ı Nefsiyye:
Allahü teâlânın Vücûd yâni var olma sıfatı.
Allahü teâlâ hakkında bizlere bilmesi vâcib olan sıfat-ı nefsiyye birdir. Yâni var olmaktır. Kur'ân-ı kerîmdeki İhlâs sûresi ve bu âlemdeki bütün yaratılmışlar Allahü teâlânın sıfat-ı nefsiyyesi olan vücûd sıfatının delilleridir. (Kutbüddîn İznikî)

Sıfat-ı Selbiyye:
Allahü teâlâda bulunması câiz olmayan sıfatlar.
Allahü teâlânın sıfat-ı zâtiyye ve sıfat-ı subûtiyyeden başka sıfatları ya îtibârî (var kabûl edilen) veya selbîdir. Meselâ Allahü teâlâ cisim değildir. Cisimden değildir. Madde değildir. Arâz yâni hal değildir. Mekânı yoktur. Zamanlı değildir. Bir ş eye girmiş, bir yere yerleşmiş değildir. Hudûdlu, bir şeyle çevrilmiş değildir. Bir tarafta, bir cihette değildir. Bir şeye mensûb değildir. Bir şeye benzemez. Misli, ortağı ve zıddı yoktur. Anası, babası, zevcesi (hanımı), çocukları yoktur. Bunların hepsi mahlûklarda (sonradan yaratılanlarda) bulunur. Hepsi noksanlık ve kusûr alâmetleridir. Bütün bunlar sıfat-ı selbiyyedir. Bütün kemâl sıfatlar Allahü teâlâda vardır. Bütün noksan sıfatlar yoktur. (İmâm-ı Rabbânî)

Sıfat-ı Sübûtiyye:
Allahü teâlânın zâtında (kendisinde) bulunmakla birlikte başka varlıklarda da sınırlı olarak bulunan sıfatları. Bu sıfatlara sıfat-ı hakîkiyye de denir.
Mükellef yâni âkıl ve bâliğ olan, kadın-erkek her müslümanın Allahü teâlânın sıfat-ı zâtiyyesini ve sıfat-ı sübûtiyyesini, doğru bilmesi ve inanması lâzımdır. Herkese ilk farz olan şey budur. Bilmemek özür olmaz. Bilmemek günâh olur. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Allahü teâlânın sıfatları sıfat-ı zâtiyye (zâtında bulunan sıfatlar) ve sıfat-ı sübûtiyye olmak üzere ikiye ayrılır. Allahü teâlânın sıfat-ı subûtiyyesi sekiz tânedir. Bunlar; Hayat (diri olmak), İlim (bilmek), Sem'(işitmek), Basar (görmek), Kudret ( gücü yetmek), Kelâm (konuşmak), İrâde (dilemek) ve Tekvîn (yaratmak)dır. Allahü teâlânın sıfat-ı sübûtiyyesi de zâtı gibi ezelî (başlangıcı olmayan) ve ebedî (sonu olmayan) dirler. Mahlûkların (yaratılmışların) sıfatları gibi değildirler. Akıl ile zan ile dünyâdakilere benzetilerek anlaşılamazlar. Allahü teâlâ bu sıfatlarından birer örnek insanlara sınırlı olarak ihsân etmiştir. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)


Sıfat-ı Zâtiyye:
Allahü teâlânın zâtında (kendisinde) bulunup diğer varlıklarda bulunmayan, yalnız Allahü teâlâya mahsûs sıfatları. Bu sıfatların sonradan yaratılan varlıklarla hiçbir sûrette bağlantıları yoktur. Bu sıfatlara sıfat-ı Vücûdiyye ve sıfat-ı Ulûhiyyet de denir.
Allahü teâlânın sıfatları, zâtî (kendisine âit olan) ve sübûtî (başka varlıklarda sınırlı olarak bulunan) sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır. Allahü teâlânın sıfat-ı zâtiyyesi, altı tânedir. Bunlar; Vücûd (var olmak), Kıdem (varlığının öncesi, başlan gıcı olmamak), Bekâ (varlığının sonu olmamak), Vahdâniyyet (zâtında, sıfatlarında ve işlerinde tek olmak; ortağı ve benzeri olmamak), Muhâlefetün lil-havâdis (hiçbir mahlûka, yaratılmışa hiçbir bakımdan benzememek), Kıyâm binefsihî (varlığının kendinden olması, var olmak için hiçbir şeye muhtâc olmaması). Bu altı sıfatın hiçbiri mahlûkların (yaratılmışların) hiçbirinde yoktur. Allahü teâlânın sıfat-ı zâtiyyesi zâtı gibi ezelî (başlangıcı olmayan) ve ebedî (sonu olmayan)dir. Yâni sonsuz olarak va rdırlar. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

SILA:
Fıkıh ve tasavvufu (kalb bilgilerini) meczeden, birleştiren mânâsına İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin lakabı.
Ümmetimden sıla isminde bir zât gelecek, onun şefâati ile grup grup insanlar Cennet'e gireceklerdir. (Hadîs-i şerîf-Cem-ül-Cevâmi')
Beni iki dünyâ arasında sıla kılan Rabbime hamd olsun. (İmâm-ı Rabbânî)

Sıla-i Rahm:
Akrabâyı, yâni ana, baba, dede, çocuklar ve torunları; süt ve evlilik yoluyla olan yakınları ziyâret etmek, gözetmek ve onlara yardım etmek.
Allahü teâlâdan korkun ve akrabânızı ziyâret edin. Onlara yardım edin! Çünkü sıla-i rahm sizin için dünyâda bereket, âhirette ise günahlara mağfirettir. (Hadîs-i şerîf-Riyâd-ün-Nasîhin)
Sıla-i rahm, âilede muhabbetin, malda servetin artmasına ve ömrün uzamasına sebeptir. (Hadîs-i şerîf-Evsat)
Üç sınıf kimseye, yarın kıyâmet gününde arşın altında yer verilir. Birincisi sıla-i rahmi bırakmayan; ikincisi kocası mal bırakmadan vefât edip de küçük çocukları olan ve bunları kimseye muhtaç etmemek için koruyan kadın; üçüncüsü yetimleri doyurmak için yemek veren kimsedir. (Enes bin Mâlik)
"Müslüman olan ve sıla-i rahmde bulunan bir kimseye, yetmiş nâfile hac sevâbı verilir." (Süleymân bin Cezâ)

SIR:
1. Gizli, gizlenilen şey.
Kader, Allahü teâlânın mahlûku hakkında bir sırrıdır. Allahü teâlâ, kader ile ilgili bilgiyi mahluklarından, yarattıklarından gizlemiş, onu araştırmaktan kullarını menetmiştir. (Mengübers Müstensırî)
Kimseye sırrını söyleme. Sen birisine söylersen, o da başkasına söyler. Mücevherâtı hazînedâra teslim et, ama sırrını kendine sakla. (Sa'dî Şîrâzî)
Kimse senin sırrını senden daha iyi saklayamaz. (Sa'dî Şîrâzî)
Çok konuşmak, kendisinde sır olarak bulunanları açıklamak ve herkesin sözünü kabûl etmek insanı küçük düşürür. (Muhammed bin Ka'b el-Kuraşî)
Sırrın senin esirindir. Onu ifşâ edersen (açıklarsan) sen onun esiri olursun. (Hazret-i Ali)
İki kişinin bildiği şey sır olmaz. ( Abdülazîz Dehlevî)
2. Âlem-i emrin (maddesiz, zamansız ve ölçüye girmeyen âlemin) beş mertebesinden biri. Tasavvuf yolculuğunda rûhun üstündeki derece.
Âlem-i emrin birinci basamağı kalbdir. Bu yolda (tasavvuf yolunda) kalbi geçtikten sonra sırasıyla ruh, sır, hafî ve ahfâ mertebelerinde ilerlenir. Âlem-i emrin bu beş latîfesini anlamak ve bunlar üzerinde bilgi edinmek, ancak Muhammed aleyhisselâmın izinde gidenlerin büyüklerine nasîb olmuştur. (İmâm-ı Rabbânî)

SIRÂT KÖPRÜSÜ:
Cennet'e geçilmek üzere, Cehennem üzerine kurulmuş, mâhiyeti kesin bilinmeyen köprü. Buna, yalnız sırât da denir.
Herkesten önce ben ve benim ümmetim Sırat köprüsünden geçeriz. Sırat üzerinden geçerken peygamberlerden başkası birşey söyliyemez. Onlar da; "Yâ Rabbî! Ümmetlerimize (bize îmân edenlere) selâmet (kurtuluş) ihsân eyle (ver) " derler. (Hadîs-i şerîf-Tezkire)
Büyük kurban alınız ve kesiniz! Çünkü kurbanlarınız, sırât üzerinde sizin bineklerinizdir. (Hadîs-i şerîf-Riyâd-un-Nâsihîn)
Sırât köprüsü, Allahü teâlânın emri ile, Cehennem'in üstünde kurulacaktır. Herkese, bu köprüden geçmesi emr olunacaktır. O gün bütün peygamberler; "Yâ Rabbî! Selâmet (kurtuluş) ver!" diye yalvaracaklardır. Cennetlik olanlar, köprüden kolayca geçerek, Cennet'e gideceklerdir. Bunlardan bâzısı şimşek gibi, bâzısı rüzgâr gibi, bâzısı koşan at gibi geçecektir. Sırât köprüsü, kıldan ince, kılıçtan keskindir. Dünyâda iken İslâmiyet'e uyanlar, nefislerine hâkim olanlar, Sırât'ı kolay ve rahat geçecektir. Nefislerine düşkün olanlar, Cehennemlik olanlar, Sırât'tan geçemeyip, Cehennem'e düşeceklerdir. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Ehl-i sünnet âlimleri (Resûlullah efendimizin ve O'nun sohbetinde yetişmiş Sahâbe'nin yolunda olan mübârek insanlar), İslâmî bilgilerden hiçbirine, akıl ermediği için, karşı gelmediler. Böylece, kabir azâbına, kabirde Münker ve Nekir denilen iki mele ğin suâl soracaklarına, sırât köprüsüne, kıyâmetteki terâziye hemen inandılar. Akıl ermediği için olmaz demediler. Çünkü bu büyükler, Kur'ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere uydular. Aklı bu iki temel kaynağa bağladılar. Anlıyabildiklerini anlattılar. Anlıyamadıklarına öylece inandılar. Anlayamadıklarına, aklımız ermediği için anlıyamadık dediler. (Ahmed Fârûkî)

SIRÂT-I MÜSTEKÎM:
İslâmiyet'in gösterdiği doğru yol.
Allahü teâlâ âyet-i kerimelerde meâlen buyuruyor ki:
Ey âdemoğulları! Şeytana itâat etmeyin; o size apaçık bir düşmandır, diye size öğüd vermedim mi? Bir de bana ibâdet edin; sırât-ı müstekîm budur (diye emretmedim mi?) . (Yâsîn sûresi: 60,61)
(Ey Resûlüm!) Sen, hemen sana vahy edilen (indirilen) Kur'ân'a yapış (Onunla amel et!) Şüphesiz ki sen, sırât-ı müstekîm üzerindesin. (Zuhrûf sûresi: 43)
Hazret-i Âişe, Resûl-i ekrem efendimiz teheccüde (gece namazına) kalktığı zaman şöyle duâ ederdi diyor: "Ey Mikâil, Cebrâil ve İsrâfil'in Rabbi olan, gökleri ve yeri yaratan, gizli ve âşikâre her şeyi bilen Allah'ım! Kullarının arasındaki ayrılıkları düzeltecek olan Hâkim (hüküm sâhibi) sensin. Beni, hakka, hidâyet eyle. Çünkü sen, dilediğini sırât-ı müstekîme hidâyet edersin." (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Müslim)
Sâdıklar (doğru söyliyenler) ve hakîkate erenler (gerçeği bulanlar, kurtuluşa erenler) sözbirliği ile diyoruz ki: "Sırât-ı müstekîm; Ehl-i sünnet vel-cemâatin, yâni Resûlullah efendimizin ve O'nun sohbetinde yetişen Sahâbe-i kirâmın yoludur. (Muhammed Bâkî-billah)

SIYÂM:
Oruç tutmak. Fecrin ağarmasından (imsaktan) güneş batıncaya kadar, yemeyi, içmeyi ve cimâ'ı terk etmek. (Bkz. Oruç)

SİCCÎN:
1. Şeytanların, kafirlerin (Allahü teâlâya ve Resûlullah efendimize inanmayanların) ve günahkâr mü'minlerin amellerini toplayan bir kitap; insanların ve cinlerin kötülerine mahsûs amel defterleri.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:
Sakın (hîleye sapmayın, âhiret hesâbını unutmayın). Çünkü kötülerin kitâbı muhakkak ki Siccîn'dedir. Siccîn'in ne olduğunu sana hangi şey bildirdi? (O) yazılmış (mühürlenmiş) bir kitabdır. (Mutaffifîn sûresi: 7-9)
Hafaza (koruyucu melekler) yâni Kirâmen Kâtibîn, bir kişinin amel defteri ile göğe çıkıp, Allahü teâlâya arz makâmına vardıklarında; "Siz kullarımın üzerine hafazasınız. Kalbini bilen benim. Amelinde ihlâs olmadığından yâni Allah rızâsı için yapmadığından, defterini Siccîn'e koyun" diye Allahü teâlâ vahy eder (bildirir). (Ebüssü'ûd Efendi)
2. Şakîlerin, kötülerin ve azâb olunan rûhların bulunduğu yer.
Mü'min öldükten sonra, kendisini rüyâda gösterebilir. Çünkü mü'minlerin rûhu serbest kalır. Kâfirlerin rûhları ise, serbest kalmaz. Siccîn'de haps olunur. (Selmân-ı Fârisî)
Bir insan eğer îmânsız gittiyse, üç yüz altmış Siccîn melekleri, Cehennem'den, katrandan daha kara zakkum yaprağı getirip, o îmânsız çıkan cânı (rûhu), ona sarıp, derhal Cehennem'e iletip yerini gösterirler. (İmâm-ı Gazâlî)
Rûhlar, Siccîn'de iken, cesed olunmaksızın da azâb çekerler. (İmâm-ı Yâfiî)
3. Yerin altında veya Cehennem'in dibinde bulunan büyük bir taş.

SİDRET-ÜL-MÜNTEHÂ:
Yedinci kat semâda (gökte) Arş'ın sağında bulunan ağaç. Bu hususta değişik rivâyetler vardır.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
(Muhammed aleyhisselâm, Cebrâil aleyhisselâmı hakîkî sûreti ile) diğer bir inişinde Sidret-ül-müntehâ'nın yanında gördü. (Necm sûresi: 13,14)
İbn-i Mes'ûd radıyallahü anh anlatıyor: "Resûl-i ekremin ayrılığı yaklaştığı sırada vâlidemiz hazret-i Âişe'nin evinde ziyâretine gittik. Resûl-i ekrem bize bakarak gözleri yaşardıktan sonra şöyle buyurdu: "Hoş geldiniz. Allah sizi mübârek etsin, korusun ve size nusret (kurtuluş) versin. Takvâyı (Allah'tan korkmayı) size tavsiye ederim ve sizi Allah'a emânet ederim. Ben sizi O'ndan açıkça korkuturum. O'nun memleketinde ve kulları arasında O'na karşı gelmeyin. Ölüm yaklaştı. Cennet-i me'vâya, Sidre-i müntehâya ve cenâb-ı Allah'a yönelme vakti geldi. Size ve benden sonra dînimize girenlere Allah'ın selâm ve rahmetini benden okuyun!" (Hadîs-i şerîf-İhyâu Ulûmiddîn)
Sehâvet (cömertlik), Allah'ın cömerdliğinden gelir. Cömerd olun ki, Allahü teâlâ da size cömerdlik etsin. İyi biliniz ki, cenâb-ı Hak cömerdliği bir insan sûretinde yarattı. Başını, Tûbâ ağacının gövdesine yerleştirdi. Dallarını da, Sidret-ül-müntehânın dallarına bağladı. Sonra bir kısım dallarını da dünyâya sarkıttı. Bu dallardan birine yapışanı, o dal çeker Cennet'e götürür. Dikkat edin, cömerdlik îmândandır. Îmân ise Cennet'tedir... (Hadîs-i şerîf-İhyâu Ulûmiddîn)
Resûlullah efendimiz, mîrâc yâni göklere çıkarıldığı ve bilinmeyen âlemleri gezdiği ve gördüğü gece, Mekke-i mükerremeden Sidret-ül-müntehâya kadar, Cebrâil aleyhisselâm ile birlikte gitti. Sidrede, Cebrâil aleyhisselâmı altı yüz kanadı ile kendi şek linde gördü. Cebrâil aleyhisselâm Sidre'de kaldı. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem, Cennet'te bulunduğu makâmın ismi Vesîle'dir. Burası, Cennet'in en yüksek derecesidir. Cennet'teki herkese birer dalı yetişecek olan Sidret-ül-müntehâ ağacının kökü oradadır. Cennettekilere her nîmet, bu dall ardan gelecektir. (Nişâncızâde)
Saîd, Cennetlik kimsenin rûhu, bal arısı kadar insan şeklindedir. Melekler, bu rûhu Cennet ipeklerinden bir ipeğe sararlar. Birçok kat semâyı geçtikten sonra, Sidret-ül-müntehâya kadar giderler. Orada bu kimdir diye sorarlar, Cebrâil aleyhisselâm, ya nımdaki bu kimse filandır diyerek, o kimsenin güzel ve sevdiği isimleri ile haber verir. Burada bulunan melekler; "Hoş ve safâ geldi. Her iyiliğini Allahü teâlânın rızâsı için yapan zâta merhabâ" der. (İmâm-ı Gazâlî)

SİHR (Sihir):
Tabiat kuvvetleri, fizik, kimyâ ve biyoloji kânunları dışında gizli sebebler kullanarak, garip şeyleri yapmayı sağlayan iş, büyü. (Bkz. Büyü)
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
(Mûsâ aleyhisselâma inanan sihirbâzlar Fir'avn'a) "Bize zorla yaptırdığın sihrin vebâlini mağfiret buyurması için Rabbimize îmân ettik" dediler. (Şuarâ sûresi: 50)
Tetayyur eden ve tetayyur olunan; kâhinlik yapan ve kâhine giden; sihir yapan ve yaptıran ve bunlara inanan bizden değildir. Kur'ân-ı kerîme inanmamıştır. (Hadîs-i şerîf-Hadîka)
Sihir yaparken küfre sebeb olan kelime veya iş olursa, küfürdür. Böyle kelime veya iş bulunmazsa, büyük günâhtır. (İmâm-ı Nevevî)
Sihir insanları hasta eder, sevgi veya muhabbetsizlik yapar. Yâni cesede ve rûha te'sir eder. Sihir, kadınlara ve çocuklara daha çok te'sir eder. Sihrin te'siri kat'î değildir. İlâcın te'siri gibi olup, Allahü teâlâ isterse te'sirini yaratır. İstemez se, hiç te'sir ettirmez. (İmâm-ı Rabbânî)
Bir sâhir (büyücü) sihir ile istediğini elbette yapar, sihr muhakkak te'sir eder demek ve böyle inanmak küfrdür, îmânı giderir. (S. Abdülhakîm-i Arvâsî)

SİLİS-ÜL-BEVL:
Devamlı idrar kaçırmak. İdrârını tutamamak. (Bkz. Özr)
Silis-ül-bevl sâhibinin özrü tam bir namaz vaktini kaplarsa yâni bir namaz vaktinin başından sonuna kadar zaman içinde abdest alıp farz namazı kılacak kadar bir vakit özrü durmayıp akarsa, o kimse özür sâhibidir. Her namaz vaktinde yeniden abdest alı p, namaz kılar ve diğer ibâdetlerini yapar. Silis-ül-bevl sâhibi, özrünü tutma imkânı bulursa, özür sâhibi olmaktan çıkar. (İbn-i Âbidîn)
Silis-ül-bevlin ilâcı, bir kaba bir fincan nohut ve iki fincan sirke konur. Üç gün sonra, her gün üç kere üçer nohut yenir ve birer çay kaşığı sirke içilir. Yâhut bir kaşık üzerlik tohumu ve zencefil ve tarçın ve karabiber, ince toz edilip karıştırıl ır. Sabah aç karna ve yatarken bir çay kaşığı toz, su ile yutulur. (İmâm-ı Süyûtî)


SİLSİLE-İ ALİYYE:
Yüksek silsile. Peygamber efendimizden hazret-i Ebû Bekr yoluyla ilim ve feyz alarak gelen büyük âlimler silsilesi. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, Ebû Bekr-i Sıddîk, Selmân-ı Fârisî, Kâsım bin Muhammed, Ca'fer-i Sâdık, Bâyezîd-i Bistâmî, Ebü l-Hasen Harkânî, Ebû Ali Farmedî, Yûsuf-i Hemedânî, Abdülhâlık Goncdüvânî, Ârif-i Rivegerî, Mahmûd-i İncirfagnevî, Ali Râmitenî, Muhammed Bâbâ Semmâsî, Seyyid Emîr Külâl, Behâeddîn-i Buhârî, Alâüddîn-i Attâr, Yâ'kûb-i Çerhî, Ubeydullah-ı Ahrâr, Kâdı Muhammed Zâhîd, Derviş Muhammed, Hâcegî İmkenegî, Muhammed Bâkî-Billâh, İmâm-ı Ahmed Rabbânî, Mâ'sûm-i Fârûkî, Seyfeddîn-i Fârûkî, Seyyid Nûr Muhammed Bedevânî, Mazhar-ı Cân-ı Cânân, Abdullah-ı Dehlevî, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî, Abdullah-ı Şemdînî, Se yyid Tâhây-ı Hakkârî, Seyyid Muhammed Sâlih, Seyyid Fehim, Seyyid Abdülhakîm.
Hâcetlere (dilek ve isteklere) kavuşmak için, Fâtiha, üç ihlâs ve üç salevât ve sonra silsile-i aliyyeyi okuyup, sevâbını bu mübârek zâtların rûhlarına hediye etmeli, bunları vesîle yaparak duâ etmelidir. (Abdullah-ı Dehlevî) Duâ edeceğin zaman Silsile-i aliyyeyi oku hemen Sâlihleri söyleyince yağar rahmet-i ilâhî Selâm olsun, duâ olsun, bu garîbden dâimâ Silsile-i aliyyenin ervâhına yâ Rabbî!
(M. Sıddîk Gümüş)

SİLSİLET-ÜZ-ZEHEB:
Altın silsile. Resûlullah efendimizden, hazret-i Ebû Bekr yoluyla feyz ve ilim alarak gelen büyük âlimler silsilesi. (Bkz. Silsile-i Aliyye)
Silsilet-üz-zehebe dâhil olan büyük âlimlerden Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr buyurdu ki: "İnsanın yaratılışından murâd, kulluk yapmasıdır. Kulluğun özü ise; her hâlükârda Allahü teâlâyı unutmamaktır."

SİMÂ' (Semâ'):
Bir kişinin veya birkaç kişinin çalgısız, âletsiz ve müzik perdelerine uydurmadan okudukları dîni, îmânı kuvvetlendiren ve ahlâkı güzelleştiren şiirleri, kasîdeleri, ilâhileri ve mevlidleri dinlemek.
Simâ' kalbe rikkat (incelik) verir, yumuşatır. Yumuşak kalbli müslümana Allahü teâlâ merhamet eder. Simâ' için âlimler arasında ihtilâf vardır. Câiz değil diyenler de oldu. (Mazhar-ı Cân-ı Cânân)
Simâ', evliyânın kalbindeki kabz (sıkıntı) hâlini bast (rahatlık) hâline çevirmek içindir. Gâfillerin (Allahü teâlâyı unutmuş olanların) simâ' dinlemeleri fıska (günaha) yol açar. (Abdullah-ı Dehlevî)
Yüksek sesle zikr yapabilmek için kalbinde yalan ve gıybet bulunmamak, boğazından harâm ve şüpheli şey geçmemiş olmak, gönlü riyâdan (gösterişten), süm'adan (şöhretten) pâk (temiz, uzak) olmak lâzımdır. İşte simâ' böyle kimselere faydalı olur. (Mahmûd İncirfagnevî)
Ey oğlum! İlim, edeb ve takvâ üzere ol. İslâm âlimlerinin kitaplarını oku. Fıkıh ve hadîs öğren. Câhil tarîkatçılardan sakın. Şöhret yapma. Şöhrette âfet vardır. Çok simâ' eyleme. Simâ'ı inkâr etme ki, büyüklerin çoğu simâ' yapmışlardır. (Abdülhâlık Goncdüvânî)
Kur'ân-ı kerîmi, kasîdeleri ve mevlidi güzel sesle okumak câizdir. Harâm olan, nağme yapmak yâni sesi mûsikî perdelerine uydurmaktır ki; harfler değişmekte, mânâ bozulmaktadır. Bunları nağme yapmadan ve Allah rızâsı için okumak şartı ile güzel sesle okumak câizdir. Fakat dinlerini kayırmayanlar bu şartları gözetmiyeceklerinden simâ'a müsâade etmemek bu fakîre daha uygun geliyor. (Ahmed Fârûkî)

SİNN-İ BÜLÛĞ:
Büluğ yaşı, ergenlik (evlilik) çağı.
Sinn-i bülûğun başlangıcı, erkekte on iki ve kızda dokuz yaşları doldurmaktır. Müntehâsı (sonu), ikisinin de on beş yaştır. On beş yaşını tamamlayınca bâliğ sayılırlar. On iki ve dokuz yaşlarını doldurup da, bâliğ olmamış çocuğa mürâhık denir. ( İbrâhim Halebî)
Müslüman ana-babanın çocuğu sinn-i bülûğa erip, âkıl ve bâliğ olduğu zaman, yalnız "Lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlullah" demekle müslüman olmaz. Îmânı bilmesi, anlatması da lâzımdır. Îmânı anlatmak demek, inanılacak altı şeyi anlamak ve sorunca s öylemek demektir. Yâni Âmentü'yü okumak, mânâsını da bilmek ve anlamak lâzımdır. ( İbn-i Âbidîn)
Yedi ve on yaşında olan gösterişli kızlar ve on beş yaşını dolduran veya sinn-i bülûğa varan bütün kızlar, kadın hükmündedir. Böyle kızların; başları, saçları, kolları, bacakları açık olarak yabancı erkeklere görünmeleri ve erkeklere şarkı söylemeler i, yumuşak ve cilveli konuşmaları haram olur. (Hâdimî)

Sİ'R:
Fiyat, mala biçilen değer. (Bkz. Narh ve Kâr Haddi)

SÎRET:
Ahlâk, gidişât, hal, hareket, tavır, yaşayış.
İki haslet var ki, bunlar münâfıkta (içi dışı başka olanda) bulunmaz; güzel sîret ve ahlâk ile din ilmi. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî)
İnsan sîretle insandır, sûretle (görünüşle) değil. (Cüneyd-i Bağdâdî)

Sîret-i Nebevî:
Sevgili Peygamberimizin örnek hayâtı, güzel ahlâkı.
Sîret-i Nebevî'yi bütün müslümanların öğrenmesi ve o şekilde yaşaması lâzımdır. Böylece, dünyâda ve âhirette felâketlerden, sıkıntılardan kurtulmak ve o iki cihân efendisinin şefâatine kavuşmak nasîb olur. (Hâdimî)

SİRKAT:
Hırsızlık.
Herkesin elindeki mal kendi mülküdür. Sirkat, gasb, zulüm, rüşvet, fâiz, haraç ve hıyânet yollarından biriyle ele geçtiği açıkça bilinen mal, mülk olmaz. Bu malı satın almak, yemek, içmek câiz değildir. (İmâm-ı Gazâlî, A. Nablüsî)
Başkasının az veya çok malına sirkat haramdır. (Alâüddîn Haskefî)

SİYER:
Gidişât. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin hayâtını, güzel ahlâkını, üstün vasıflarını anlatan ilim dalı; bu hususta yazılmış kitab.
İslâm târihinde ilk yazılan siyer kitabı Muhammed bin İshâk Yesâr'ın yazdığıdır. Türk edebiyâtında ilk yazılan siyer ise Erzurumlu Mustafa Darîr'in eseridir ve Mısır'da yazılmıştır. (Yeni Rehber Ansiklopedisi)

SÔFÎ (Sûfî):
Tasavvuf ehli. Kalbini gafletten (Allahü teâlâyı unutmaktan) ve mâsivâya (Allahü teâlâdan başka şeylere) bağlamaktan koruyan, nefsini Allahü teâlâya itâate kavuşturan, pâk ve temiz bir kalbe sâhip olan kimse, velî derviş.
Sûfînin kalbinde hiçbir kir ve kötülük olmaz. (Ferîdüddîn Şeker Genç)
Sôfîlerin kulağı, Allahü teâlânın zikrinden başka bir şey duymamalıdır. (Şems-i Tebrîzî) Sôfî, safâ üzere saf elbise giyendir. Resûlullah yolunda, izinde yürüyendir. Arzularını yenen, cefâyı zevk edinen Dünyâ lezzetlerini gerilere itendir.
(Ebû Ali Rodbârî)

Sôfiyye-i Aliyye:
Tasavvuf büyükleri.
Sôfiyye-i aliyyenin tasavvufa âit sözleri, mübârek kalblerine ve temiz ruhlarına akıp gelmekle anladıkları mârifetler (bilgiler)dir. (İmâm-ı Rabbânî)
Ahkâm-ı şer'iyye (İslâmiyet'in hükümleri) ile tam bezenmek, ibâdetleri yapmakta ve yasaklardan kaçmakta kolaylık, nefsin fânî olmasına bağlıdır. Bu da sôfiyye-i aliyyenin hizmetine ve onların muhabbetine bağlıdır. (İmâm-ı Rabbânî)

SÔFİSTÂİYYE:
Mîlâddan önce beşinci asırda Yunanistan'da ortaya çıkan felsefî bozuk bir fırka, topluluk.
Sofistâiyyeden bir kısmı, eşyânın hakîkatini inkâr edip, eşyânın boş vehm ve hayâl olduğunu iddiâ ederler. Bunlara inâdiyye denir. Bir kısmı eşyânın subûtunu (varlığını) inkâr eder. Eşyânın hakîkatinin îtikâda (inanma şekline) bağlı olduğunu söylerle r. Meselâ; cevher olduğu îtikâd edilirse, cevher; a'raz olduğu îtikâd edilirse, a'raz; kadîm (başlangıcı olmayan) veya hâdis (sonradan var olan) olduğuna îtikâd edilirse, hâdis veya kadîmdir derler. Bunlara İndiyye denir. Bir şeyin varlığını ve yokluğunu ikisini de inkâr edip, şüpheci olanlara lâ edriyye denir. (Teftâzânî)

SOHBET:
Berâberlik. İnsanın derece bakımından kendinin üstünde veya altında yahut akranı ile bir araya gelip, Allahü teâlânın ve Peygamber efendimizin beğendiği, hoşnud olduğu şeyleri konuşması.
Kişinin kendinden üstün olanla berâber olmasının hakîkati, o zâta hizmettir. Aşağısında olanla sohbetin gereği, onun hallerinden bir noksanı gördüğünde onu îkâz edip, kusurundan haberdâr etmektir. Aynı seviyede olan sohbet arkadaşlarının sohbetlerini n hakîkati, başkalarının, yabancıların yanında birbirlerinin kusurlarını görmezlikten gelmektir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Kalbinde bir katılaşma gördüğünde, sâlihlerle sohbet et, onlarla bulun, yemeği azalt, nefsinin isteklerini yapma ve onu sıkıntılara alıştır. (Ahmed bin Ebü'l-Havârî)
Sohbet, dünyâ bağlılıklarını keser ve hakîkî îmân kazandırır. (Sıbgatullah Arvâsî)
Eshâb-ı kirâm, Resûlullah'ın daha ilk sohbetinde öyle şeyler kazanmışlardır ki, ümmet arasındaki velîlerin, bunlara en sonda kavuştukları bilinmektedir. Bunun içindir ki, Tâbiîn'in (Eshâb-ı kirâmı görenlerin) en üstünü olan Veysel Karânî, hazret-i Ha mzâ'nın kâtili olan Vahşî'nin, Resûlullah'ın bir kerecik sohbetinde bulunmakla yükseldiği mertebeye yetişememiştir. Çünkü sohbetin fazîleti bütün fazîletlerin ve kemâllerin üstündedir. (İmâm-ı Rabbânî)
Sohbeti ganîmet bilmelidir. Sohbetin üstünlüğü bütün üstünlüklerin ve kemâllerin üstündedir. (İmâm-ı Rabbânî)
Bir kimse âlimlerin sohbetinde bulunur, fakat onlara hürmet etmezse, onlardaki feyz ve bereketlerden mahrûm kalır. Onlardaki nûrlar kendisinde aslâ zuhûr etmez, görünmez. (Ebû Ali Sakafî)
İnsanların en kötü ahlâklısı, dostunu, düşmanını ayırmayan ve sohbet ehlinden uzak yaşayandır. (Muhammed bin Gâlib)
Nâkıs olanların yâni tasavvufta yetişmemiş olanların sohbeti öldürücü zehirdir. (İmâm-ı Rabbânî) Erenlerin sohbeti, ele giresi değil Sohbete kavuşanlar, mahrum kalası değil Sohbet, kalbi eder pâk ona imrenir eflâk Âdemi ârif eden tâc u hırkası değil.
(M. Sıddîk Gümüş)


SON PEYGAMBER:
Kendisinden sonra başka peygamber gelmeyecek olan Muhammed aleyhisselâm. (Bkz. Hâtem-ül-Enbiyâ)

SOSYAL ADÂLET:
Herkesin, bilgi ve kâbiliyeti ve gördüğü iş nisbetinde çalıştığının karşılığını alması, başkaları tarafından sömürülmemesi. (Bkz. Adâlet)
Sosyal adâlet, millî gelirin en uygun şekilde taksîmini sağlar. İstismârı, sömürücülüğü ortadan kaldırır. Sermâyenin çok küçük ve belirli bir zümre elinde toplanmasını önler. Herkese kendi ölçüsünde hayât hakkı verir. Sınıf ve zümreleri arasında düşm anlık bulunmayan bir topluluk meydana getirir. Böyle bir toplulukta vatandaşlar, hâl ve istikbâl (şimdiki durumu ve geleceği) bakımından kendilerini emniyette hissederler. (Abdülhakîm Arvâsî)

SÛ'-İ EDEB:
Edebsizlik, edeb dışı hareket, insanlara iyi muâmele etmemek, haddini bilmemek.
Namaz ta'dîl-i erkânına uymadan yâni rükû ve secdeleri tam yapmadan kılınırsa, Allahü teâlâya münâcâtta (yalvarmada) sû'-i edeb edilmiş olur. (Muhammed bin Kutbüddîn İznikî)

SÛ'-İ EF'ÂL:
Kötü davranışlar, tavır ve işler. Ma'sûn et (koru) sû'-i ef'âlden ilâhî, Nasîb et râzı olduğun râhı (yolu).
(Beykozlu Muhammed bin Recep Efendi)

SÛ'-İ FEHM:
Kötü anlayış. Her zarar, insana, kendi nefsinden gelir, Yüz karası, âdeme (insana) sû'-i fehminden gelir.
(Diyarbakırlı Saîd Paşa)

SÛ'-İ HÂL:
Kötü hal. Birini tezlîl için zahmetle etme iştigâl, Arkadaş kazanmaya, mâni sû'i hâl.
(Diyarbakırlı Sâid Paşa)
(Bir kimseyi aşağılamak için zahmet çekerek meşgûl olma. Çünkü, arkadaş kazanmaya kötü hâl mâni olur.)

SÛ'-İ HÂTİME:
Îmânsız ölmek, kötü son.
Sû'-i hâtimenin birçok sebebleri vardır. Bunun ilmi örtülüdür. Bu sebeblerden ikisi şöyledir: Birincisi; bâtıl bir bid'ate (Rüsûlullah ve Eshâb-ı kirâm zamânında olmayıp, dinde sonradan ortaya çıkıp, ibâdet olarak yapılan şeylere) îtikâd etmek (inanm ak) ve ömrünü bu îtikâd üzre geçirmek. İkincisi; îmânın zayıf olması, dünyâ sevgisinin çok, Allahü teâlânın sevgisinin az olması. Dünyâ sevgisi gâlib olunca tehlike başlamış demektir. (İmâm-ı Gazâlî)
Âlimlerden bâzısı buyurdu ki: Dört şey vardır ki, sû'-i hâtime ile gitmeye sebeb olur: Namazı terk etmek, şarab içmek, Allahü teâlânın emirlerine itâat etmemek ve müslümanlara eziyet etmek, sıkıntı vermek. (Senâullah-ı Pânî Pûtî)
Sû'-i hâtimenin sebeblerinden ikisi de şudur: 1) Îmânı kuvvetli olsa bile, çok günâh işlemek. 2) Günâhlar az olsa bile îmân zayıflığı. (Yûsuf Sinânüddîn)
Müslüman olmak nîmetine şükrü terk etmek, îmânının gitmesinden korkmamak, mü'minlere zulmetmek, haksızlık etmek; sû'-i hâtime ile gitmeye sebeb olur. (Ebü'l-Kâsım Hâkim)

SÛ'-İ NİYYET:
Kötü niyet.

SÛ'-İ ZAN:
Kötü zan.
Sû'-i zan etmeyiniz. Sû'-i zan, yanlış karar vermeğe sebeb olur. İnsanların gizli şeylerini araştırmayınız, kusurlarını görmeyiniz, münâkaşa etmeyiniz, haset etmeyiniz, birbirinize düşmanlık etmeyiniz, birbirinizi çekiştirmeyiniz, kardeş gibi sevişiniz. Müslüman müslümanın kardeşidir. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Müslümanlara sû'-i zan etmemeli, kötü bilmemeli, kimse ile alay etmemeli, doğru söylemelidir. (İmâm-ı Rabbânî)
Ey oğul! Müslümanlar hakkında kötü düşünme. Sû'-i zannı terk eyle. Zîrâ sû'-i zan, seni hiç kimse ile dost yapmaz. (Lokman Hakîm)
Bir kimse gözümün önünde bir hatâ işledikten sonra kaybolup gitse, onun tövbe ettiğine inanır, hakkında sû'-i zanda bulunmam. (Ahmed bin Yahyâ el-Celâ)

SUHUF:
1.Dört büyük ilâhî kitab dışında gönderilen kitapçıklar, formalar. Peygamberlere (aleyhimüsselâm) Allahü teâlâ tarafından gelen yüz dört kitaptan ilk yüz tânesi.
Yüz suhûftan, on suhûfu hazret-i Âdem'e, elli suhûfu Şit aleyhisselâma, otuz suhufu İdrîs aleyhisselâma, on suhûfu İbrâhim aleyhisselâma inmiştir. Bunların hepsini Cebrâil aleyhisselâm indirmiştir. (Muhammed bin Kutbüddîn)
2. Amel defteri. İnsanların dünyâda iken yaptıkları iyilik ve kötülüklerinin yazıldığı ve kıyâmet günü herkesin eline verilecek olan defter. (Bkz. Amel Defteri)
Suhuflar getirilip açıldığında, gökyüzü yerinden koparıldığında her kişi (hayır ve şerden) neler yapıp getirdiğini anlar. (Et-Tekvîr sûresi: 10-14)

SULBİYYE:
Ferâiz ilminde yâni İslâm mîrâs hukûkunda bir kimsenin öz kız evlâdı.
Sa'd bin Rebî'in hanımı, iki kızını yanına alarak Peygamber efendimizin huzûruna geldi: "Yâ Resûlallah! Bunlar Sa'd'ın sulbiyyesidir. Sa'd seninle katıldığı Uhud muhârebesinde şehîd düştü. Bu kızların amcası, Sa'd'ın bıraktığı malın hepsini aldı" ded i. Resûlullah efendimiz sustular. Nihâyet mîrâsa âit âyet-i kerîme indirildi. Bunun üzerine Resûlullah efendimiz Sa'd bin Rebî'in erkek kardeşini çağırttı ve; "Sa'd'ın malının üçte ikisini onun sulbiyyesine ver. Zevcesine de sekizde birini ver. Sen de kalanını al" buyurdu. (Hadîs-i şerîf-Sünen-i İbn-i Mâce)

SULEHÂ:
Sâlihler, günâh işlememeye gayret edenler. (Bkz. Sâlih)
...Benim velîm ancak Allahü teâlâdır ve sulehâ olan mü'minlerdir. (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Müslim)
İyi huylu olmak, iyi huyunu korumak için sulehâ ile, güzel huylularla arkadaşlık etmelidir. İnsanın huyu, arkadaşının huyu gibi olur. Ahlâk hastalık gibi sârîdir (bulaşıcıdır). Kötü huylu ile arkadaşlık etmemelidir. Hadîs-i şerîfte; "İnsanın dîni, arkadaşının dîni gibi olur" buyruldu. (Muhammed Hâdimî)
Kıyâmet gününde Arş-ür-rahmân altında, enbiyâ (peygamberler), evliyâ ve sulehâ ile birlikte gölgelenmek, mü'min için bir bayramdır. (Muhammed bin Kutbüddîn İznikî)
Ölüm hastasının yanına kimseyi sokmamak doğru değildir. Hasta istemese de yanına sulehâ girip Yâsîn-i şerîf okumalıdır. (Seyyid Abdülhakîm Efendi)

SULH:
Barış.
Harb zamânında, askerin kıymeti artar ve muhârebede ufak bir hizmeti, sulh zamânındaki büyük gayretlerinden daha kıymetli olur. (İmâm-ı Rabbânî)
Düşman ordusu kuvvetli ise, mal vererek bile sulh yapmak câiz olur. (İbn-i Âbidîn)

SULTÂN-ÜL-ULEMÂ:
İzzeddîn bin Abdüsselâm ve Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin babası gibi birçok İslâm âlimine, derin ve geniş ilimleri ve İslâm'a hizmetleri sebebiyle verilen lakab (isim).
Bir kimse, bir günâh işleyip, tövbe etmeden Sultân-ül-ulemâ Behâeddîn-i Veled'in huzûruna çıksa, Allahü teâlânın izni ile gelenin bu durumu ona mâlûm olur; "Allahü teâlânın velî kullarının huzûruna temiz olmayan kalb ile gelmeyiniz. Bu kötü hâlleri b ırakın, güzelce tövbe ederek göz yaşları akıtın ki, günâh kirleri temizlensin. Evliyânın huzûruna, günahlarınıza tövbe ve istiğfâr etmiş olarak girip, onların yüzlerine Allahü teâlânın rızâsı için muhabbetle ve sevgi ile bakın ki, onların feyz ve bereketlerinden istifâde edesiniz." buyururdu. (Molla Câmi, Ahmed Eflâkî)

SÛR:
Kıyâmet kopacağı zaman, dört büyük melekten biri olan İsrâfil aleyhisselâmın üfleyeceği, nasıl olduğu bilinmiyen boru.
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Sûra bir kerre üfürülünce, yeryüzü ve dağlar, yerlerinden kaldırılıp silkilecektir. O gün kıyâmet kopacak, gök yarılacak ve dağılacaktır. (Hâkka sûresi: 13-16)
Kıyâmetin yok edici sûrundan sonra, ikinci bir sûr üflenir. Bu sese bütün beşeriyyet (yaratılmışlar) tâbi olur. Bu emir ile kalkıp, hâzır olurlar. (Zümer sûresi: 62)
Meleklerin en üstünlerinden ikincisi, sûr denilen boruyu üfürecek olan İsrâfil aleyhisselâmdır. Birincisinde, Allahü teâlâdan başka her diri ölecektir. İkincisinde hepsi tekrar dirilecektir. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Allahü teâlâ, Sûr üfürüldükten sonra, kıyâmetin kopmasını murâd buyurduğu (dilediği) vakit; dağlar uçar, bulutlar gibi yürümeye başlar. Denizlerin bâzısı bâzısına taşar. Güneşin nûru giderek simsiyah olur. Dağlar, toz hâline gelir. Âlemler birbirine girer. Yıldızlar, dizili incinin kopup dağıldığı gibi olur. Gökler gülyağı gibi erir ve değirmen döner gibi deverânla şiddetli bir şekilde hareket eder. Yerde ve gökte diri kimse kalmaz. Bütün canlılar ölür. Yerde taş taş üstünde kalmaz. Bütün bunlardan sonra, aradan kırk sene gibi bir zaman geçer. Allahü teâlâ, İsrâfil aleyhisselâmı diriltir. O da sûru üfürür. Bu ikinci sûr ile, her bir rûh kendi cesetlerine girerler. Dağlarda ölmüş olan, vahşî hayvanların ve kuşların yemiş olduğu insanların rû hları kendi cesetlerini bulur. İnsanlar, kabirlerinden kalktıkları vakit, yerleri dümdüz olmuş bir kâğıt sahifesi gibi görür... (İmâm-ı Gazâlî)

SÛRE:
Kur'ân-ı kerîmin en az üç âyetten meydana gelen bölümlerinden her biri. Çokluk şekli süverdir. Kur'ân-ı kerîmde 114 sûre olup, bâzı sûrelerin birkaç ismi vardır. Bekara sûresinden Berâe sûresine kadar olan yedi sûreye es-Seb'ut-tıvâl (uzun sûreler), Fâtiha'ya ve âyetleri yüzden az olan sûrelere mesânî (orta), kısa sûrelere de mufassal (yâni fasıllara ayrılmış) denilmiştir.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Kulumuza gönderdiğimiz Kur'ân'dan şüphe ediyorsanız, siz de ona benzer bir sûre söyleyiniz. Bunu yapabilmek için güvendiklerinizden yardım isteyiniz. Buna benzer bir sûre söyleyemezsiniz. (Bekara sûresi: 23)
Kim yatacağı zaman Kur'ân-ı kerîmden herhangi bir sûre okursa, Allahü teâlâ ona; uyanıncaya kadar her şeyden kendisini koruyacak bir melek gönderir. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî)
Sünnetlerin ve vitrin her rek'atinde ve yalnız kılarken farzların ilk iki rek'atinde, ayakta,Kur'ân-ı kerîmden bir âyet okumak, farzdır. Kısa sûre okumak daha sevaptır. (İbn-i Âbidîn)

SÛRET:
1. Tasvir, resim.
(Büyük olan ve hürmet mevkiinde bulunan) canlı sûreti ile köpek ve cünüp kimsenin bulunduğu eve rahmet melekleri girmez. (Hadîs-i şerîf-Zevâcir)
Üzerinde sûret bulunan elbise ile namaz kılmak tahrîmen mekrûh olup, harama yakın günahtır. Cansız sûreti bulunursa mekrûh olmaz. ( İbn-i Âbidîn)
Üzerinde sûret bulunan mendil, para gibi şeyleri kullanmak câizdir. Zîrâ böyle şeyler mühândırlar (aşağı, hordurlar), muhakkardırlar (hakir, kıymetsizdirler), muhterem değildirler. (S. Abdülhakîm-i Arvâsî)
İslâm dîni, insanlarla alay edilmesine ve canlılara tapılmasına ve gençlerin fuhşa sürüklenmesine, evlilerin baştan çıkarılmasına âlet olan sûretleri, heykelleri haram etmiş, canlıların anatomik parçalarının ve bitkilerin ve her çeşit fizik, kimyâ, a stronomi, inşaat sûretlerini helâl etmiş, serbest bırakmıştır. İlimde teknikte lâzım olan sûretlerin yapılmasını, bunlardan faydalanmayı emretmiştir. İslâm dîni her şeyde olduğu gibi, sûretleri de faydalı ve zararlı olmak üzere ikiye ayırmış, faydalı olanlarını emir, zararlı olanlarını yasak etmiştir. O hâlde inanmıyanların, müslümanlar sûrete günâh der, bu ise gericiliktir demesi körü körüne bir iddiâ ve iftirâdır. (Mustafa Sabri Efendi)
Ölüm hastasında ölüm alâmetleri görülünce, yanında çocuk, cünüp, özürlü kadın bulundurulmamalı, odada ve evde (asılı) canlı sûret bulunmamasına çok dikkat etmelidir. (S. Abdülhakîm-i Arvâsî)
2. Kopya, nüsha.
Âlem-i misâl, bütün âlemlerin en genişidir. Âlemlerin hepsinde bulunan herşeyin âlem-i misâlde bir sûreti vardır. (Ahmed Fârûkî)
3. Dıştan görünen şekil, dış görünüş.
Allahü teâlâ sizin amellerinize, sûretlerinize bakmaz. Ancak niyetlerinize bakar. (Hadîs-i şerîf-Rûh-ul-Beyân)
Zâhidâ! Sûret gözetme, içeri gelen cânâ bak. (Ahmed Kuddûsî)


SURRE:
Para kesesi, cüzdan. Osmanlı pâdişâhlarının her yıl hac mevsiminde Haremeyn-i şerîfeyn (Mekke ve Medîne) halkına ve buralarda geçici olarak bulunan müslümanlara, mukaddes yerlerin ve hac yollarının emniyetini sağlayan Mekke şeriflerine ve Hicaz bölge sindeki diğer idârecilere gönderdikleri para ve değerli eşyâlara verilen ad. Bu hediyeleri götüren topluluğa da surre alayı denirdi.
Mekke-i mükerreme ve Medîne-i münevvereye surre gönderme âdetini ilk olarak beşinci Osmanlı pâdişâhı Sultan Birinci Mehmed Han çıkarmıştır. (M. Sıddîk Gümüş)
Her sene surre alayı ile gönderilen paralar, Haremeyn'in idâresinde sarf edilirdi. Mekke emîri bu paradan aşîret reislerine de hediye ederdi. Aşîretler, Osmanlı Devleti'nin bu yardımından memnun olur, devlete karşı minnettar kalırlardı. Surrede paral ar dışında gönderilen ve pek nâdir bulunan kıymetli halılar, seccâdeler, murassa âvizeler, şamdânlar ve paha biçilmez el yazması mushaf-ı şerîf (Kur'ân-ı kerîm)ler, levhalar, örtüler, gümüş perde halkaları, elbiseler, Mekke emîrine mahsûs sırmalı kaf tan, mücevherli kılıç ve daha pekçok kıymetli hediyeler ise, Mekke ve Medîne'deki mübârek makamlara, seyyidlere, şeriflere ve fakirlere hediye edilirdi. (Osmanlı Târihi Ansiklopedisi)

SÜÂL:
Soru.
Kıyâmet günü, kulun amelinden ilk süâl namazdandır. Namaz süâlinden kurtulursa, kurtulmuştur. Kurtulmazsa; zarar ve ziyânda, büyük tehlikededir... (Hadîs-i şerîf-Risâle-i Münîre)
Kabirde süâl meleklerine şöyle cevap verilir. Rabbim Allahü teâlâ, Peygamberim hazret-i Muhammed, dînim dîn-i İslâm, kitâbım Kur'ân-ı kerîm, kıblem Kâbe-i şerîf, îtikâdda mezhebim Ehl-i sünnet vel-cemâat, amelde mezhebim İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe mezhe bidir. (Seyyid Abdülhakîm)

SÜBHA NAMAZI:
Abdest aldıktan sonra Allah rızâsı için kılınan iki rek'at namaz.
Eğer bir kulum abdestsiz olursa bana cefâ etmiş olur. Abdest alınca iki rek'at namaz (sübha namazı) kılmazsa bana cefâ etmiş olur. Namaz kılıp duâ etmezse bana cefâ etmiş olur. Duâsını kabûl etmezsem ona cefâ etmiş olurum. Ben cefâ etmem, ben cefâ etmem, ben cefâ etmem. (Hadîs-i kudsî-Riyâz-üs-Sâlihîn)
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem, sübha namazı ile ilgili olarak şöyle buyurdu: Bir müslüman, güzelce abdest alır, kalkar kalbi ve bedeni ile yönelerek iki rek'at namaz kılarsa, Cennet ona vâcib olur. (Halebî)
Abdestin edeblerinden birisi, abdest aldıktan sonra iki rek'at sübha namazı kılmaktır. (İbrâhim Halebî)


"SÜBHÂNE RABBİKE" ÂYET-İ KERÎMESİ:
Kur'ân-ı kerîm okuduktan, duâ ettikten, ders ve va'zlardan sonra okunmasının çok sevâb olduğu bildirilen "Bütün insanların üstünde, akılların ermediği, kemâllerin, üstünlüklerin sâhibi olan senin gibi bir peygamberi yaratan, yetiştiren Rabbin her aybdan münezzehtir, temizdir" mânâsına Sâffât sûresinin yüz sekseninci âyet-i kerîmesi.
Kıyâmet günü büyük ölçeklerle, bol sevâb kazanmak isteyen kimse, bir meclisten kalkınca, Sübhâne Rabbike âyet-i kerîmesini okusun. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Hibban)
Kıyâmet günü bol sevâba kavuşmak istiyen, her toplantı sonunda, Sübhâne Rabbike âyetini sonuna kadar okusun. (Hazret-i Ali)
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem bu âyet-i kerîmeyi okurken ve ümmetine tavsiye buyururken, Kur'ân-ı kerîmdeki şeklini değiştirmemiş, hep Sübhâne Rabbike demiştir. Sübhâne Rabbinâ dediği hiç işitilmemiştir. (Abdülhakîm Arvâsî)

SÜBHÂNE RABBİYEL A'LÂ:
"Yüce olan Rabbimi tesbih ve tenzih ederim" mânâsına secdede söylenen tesbih.
Secdede en az üç kerre sübhâne rabbiyel a'lâ denir. (İbrâhim Halebî)

SÜBHÂNE RABBİYEL-AZÎM:
"Büyük olan Rabbimi tesbih ve tenzih ederim" mânâsına rükû'da söylenen tesbih.
Rükû'da erkekler parmaklarını açıp, dizlerinin üstüne kor, sırtını ve başını düz tutar. Rükû'da en az üç kerre sübhâne rabbiyel-azîm der. (İbrâhim Halebî)
Rükû' tesbihi olan Sübhâne rabbiyel-azîm'de Zı ile Azîm denir ki, "Rabbim büyüktür" demektir. Eğer ince ze ile (azim) denilirse, "Rabbim benim düşmanımdır" demek olur ve namaz bozulur. (İbn-i Âbidîn)

SÜBHÂNEKE:
Her namazın ilk rek'atinde, ayrıca ikindi ve yatsı namazlarının sünnetlerinin üçüncü rek'atinde, besmele çekmeden önce okunan duâ.
Sübhâneke duâsının mânâsı şöyledir: "Ey Allah'ım! Seni noksanlıklardan tenzîh eder; bütün kemâl sıfatlarıyla tavsîf ederim. Sana hamd ederim. Senin ismin yücedir. (Ve senin şânın her şeyin üstündedir.) Senden başka ilâh yoktur.
Cemâatle namaz kılan kimse, imâm Allahü ekber diye tekbir aldıktan sonra, tekbir alır, sağ elini sol eli üzerine kor, sağ elin küçük ve baş parmaklarını, sol bilek etrâfına halka yapar, sübhânekeyi okur, başka bir şey okumaz. Yalnız kılarken sübhânek eyi okuduktan sonra Eûzü (Eûzü billâhimineşşeytânirracîm) ve Besmele (Bismillâhirrahmânirrahîm) okumak sünnettir. Cemâate geç gelen, imâm yavaş okuyorsa, sübhâneke okur ve imâm selâm verdikten sonra kalkınca, tekrar okur. (İbrâhim Halebî)

SÜBHÂNELLAH:
Allahü teâlâyı noksanlık ve kusur olan şeylerden tenzîh ederim, uzak tutarım mânâsına, mübârek, kıymetli bir söz.
Her namazın akabinde, peşinden otuz üç defâ Sübhânellah, otuz üç defâ elhamdülillah, otuz üç defâ Allahü ekber demek sûretiyle "Lâ ilâhe illallahü vahdehû lâ şerîkeleh lehülmülkü ve lehülhamdü yuhyî ve yümîtü ve hüve alâ külli şey'in kadîr" demek sûretiyle yüzü tamamlayan kimsenin günâhları deniz köpüğü kadar olsa da affolunacaktır. (Hadîs-i şerîf-Halebî)
İki kelime vardır: Söylemesi çok kolaydır. Terâzide çok ağır gelirler. Allahü teâlâ bu iki kelimeyi çok sever. Sübhânellahi ve bihamdihî sübhânellahil azîm. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)
Sübhânellah demek, tövbenin anahtarıdır hattâ özüdür. Bunun için sübhânellah demek günahların yok olmasına ve kötülüklerin affolmasına sebeb olur. Bundan dolayı terâzide çok ağır gelir, hasenât, iyilik kefesini doldurur. Allahü teâlâya sevgili olur. Sübhânellah diyen ve hamd eden müslüman, Hak teâlâyı O'na yakışmayan şeylerden uzaklaştırınca ve kemâl ve cemâl sıfatlarının ancak O'nda olduğunu bildirince, kerîm ve ihsân sâhibi olan Allahü teâlânın da, o kulu uygunsuz şeylerden uzaklaştırması ve ona kemâl sıfatlarını ihsân etmesi umulur. (İmâm-ı Rabbânî)

SÜCÛD:
Secde; namazın içindeki farzlardan biri. Namazda alnı ve burnu yere koyma. (Bkz. Secde)

SÜDÜS:
Altıda bir. Ferâiz ilminde yâni İslâm mîras hukûkunda bildirilen altıda bir hisse (pay).
Südüs hisseyi yedi kimse alır. Ölenin babası, anası, sahîh dede ve nineler, oğlunun kızları, babadan kız kardeş, anadan kardeş. (M. Mevkûfâtî)

SÜFTECE:
Tahrîmen mekrûh olan bir havâle şekli. Yolcuya borç verip, gittiğin yerde, falancaya ödeyeceksin demek.
Süftece yoluyla borc vermek tahrîmen mekrûhtur. Çünkü emânet olarak vermeyip süftece yolunu tercih etmenin sebebi, paranın yolda kaybolması, çalınması veya elinden alınması gibi tehlikelere karşı, alanın mes'ûliyetini sağlamak ve parasını emniyete al maktır. Çünkü emânet olarak verseydi, onun adına zâyi olacaktı. Borç olarak vermesiyle bunu alan nâmına olmasını sağlamış ve böylece verdiği borçtan menfaat te'min etme cihetine gitmiş olmaktadır. Bu ise mekrûhtur. Ödünç veren mektub yazıp, ödünç verdiği yolcunun gideceği yerdeki arkadaşını o yolcuya havâle etmektedir. İşte, ödünç verme esnâsında süftece denilen borç şekli şart koşularak borç verilirse, bu haramdır. Şartla alınan borç fâsiddir. Süftece şartı taşımadan, yolcuya ödünç vermek câizdir. (Mergînânî, İbn-i Âbidîn)

SÜHREVERDİYYE:
Evliyânın büyüklerinden Ebû Hafs Ömer bin Muhammed Şihâbüddîn Sühreverdî hazretlerinin tasavvuftaki yolu.
Zikr-i cehri (Allahü teâlânın adını sesli anmak) hazret-i Ali'den on iki imâm vâsıtasıyla gelmiştir. Bunların sekizincisi olan İmâm-ı Ali Rızâ'dan Ma'rûf-i Kerhî almış ve Cüneyd-i Bağdâdî'nin çeşitli halîfelerinin (talebelerinin) silsilelerinde bulun an meşhûr mürşîdlerin adı verilerek kollara ayrılmıştır. Ebû Ali Rodbârî yolundan Kübreviyye, Edhemiyye, Çeştiyye, Bedeviyye ve Sühreverdiyye hâsıl olmuştur. (Abdullah-i Dehlevî)
Sühreverdiyye yolunun kurucusu Şihâbüddîn-i Sühreverdî, oğluna şöyle buyurdu: "Ey oğul! Bu fânî dünyânın zînetine, süsüne, aldanıp gurûrlanma. Bir kimse dünyâya meyl ederse, helâk olur. Âhiret yolculuğuna hazır ol. Fırsat elinde iken Allahü teâlâdan başkasına gönül bağlama. Bir gün gelir pişmanlığın fayda vermez." (Hüseyin Vassâf Halvetî)

SÜKNÂ:
Oturulacak yer, ev.
Nafaka, İslâmiyet'te, taâm (yiyecek, içecek şeyler), kisve (elbise, yâni giyecek şeyler) ve süknâ demektir. Zevcin (kocanın) zevcesine (hanımına) yapacağı bu masraflar şehrin âdetine, piyasaya ve akrabâ ve arkadaşlara göre ayarlanır. Zamâna ve hâle g öre değişir. Her memlekette başkadır. (İbn-i Âbidîn)

SÜKÛT:
Susmak.
Sükûtun en küçük faydası, sıkıntı ve belâdan kurtarmasıdır. İyilik olarak insana bu yeter. Fazla ve lüzumsuz konuşmanın en küçük zararı şöhrettir. Belâ olarak, şöhret insana yeterlidir. (Ebû Bekr bin Iyâş)
Konuşmak hoşuna giderse sükût et. Sükût hoşuna gidince konuş. (Bişr-i Hâfî)

SÜLEYMÂN ALEYHİSSELÂM:
Kur'ân-ı kerîmde ismi geçen peygamberlerden.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Biz Dâvûd'a Süleymân'ı (aleyhisselâm) verdik. O (Süleymân aleyhisselâm) ne güzel kuldur. Hakîkaten o, (bütün vakitlerini zikr, tesbîh ve tövbe ile) Allahü teâlâya dönen bir kuldur. (Sâd sûresi: 30)
Biz, Dâvûd ve Süleymân'a (aleyhimesselâm hüküm ve kazâya dâir) ilim verdik. Onlar da; "Allahü teâlâya hamd olsun ki, (nübüvvet, kitap ve sâir ilimler ve hikmetle) bizi (kendilerine bu hasletler verilmeyen) mü'minlerin çoğu üzerine üstün kıldı" dediler. (Neml sûresi: 15)
İsmini duyduğunuz kimselerden yeryüzüne dört kişi mâlik oldu. İkisi mü'min, ikisi de kâfir idi. Mü'min olan iki kişi Zülkarneyn ile Süleymân aleyhisselâm idi. Kâfir olan ikisi de Nemrûd ile Buhtunnasar idi. Beşinci olarak yeryüzüne benim evlâdımdan biri yâni Mehdî de mâlik olacaktır. (Hadîs-i şerîf-El-Kavl-ül-Muhtasar fî Alâmet-il-Mehdî)
Süleymân'a (aleyhisselâm) verilen (o kadar) geniş mülk, onda huşûdan (Allah korkusu) başka bir şeyi arttırmadı. Rabbine olan huşûundan dolayı gözünü semâya bile kaldıramıyordu. (Hadîs-i şerîf-Arâis-ül-Mecâlis)
Süleymân aleyhisselâm, Dâvûd aleyhisselâmın oğludur. Gazze'de doğdu. Babası vefât edince 12 veya 13 yaşında sultân, daha sonra peygamber oldu. İnsanlara Mûsâ aleyhisselâmın dînini tebliğ etti, bildirdi. Babasının temelini attığı Kudüs'teki Mescid-i A ksâ'yı yedi yılda pek san'atlı ve gösterişli olarak inşâ ettirdi. Saraylar inşâ ettirip kaleler yaptırdı. Şehirler kurdu. Zamânın medenî dünyâsı olan Akabe körfezinden Fırat'a kadar olan bölgeye hâkim oldu. Ticâret gemileri yaptı. Kızıldeniz ile Umman denizinde ticâret yaptırdı. Diğer hükümdârlar da kendisine bağlılıklarını bildirdiler. Yemen'deki Sebe' sultanı (melikesi) Belkıs ile evlendi. İnsanlara, cinnîlere, yerdeki ve havadaki hayvanlara hükm eder, onlarla konuşurdu. Rüzgâr emrine verilmişti. Kudret ve ihtişâm sâhibi bir peygamberdi. Kırk sene adâletle hüküm sürdü ve Kudüs'te vefât etti. (İbn'ül-Esîr, Molla Miskîn, Nişancızâde)

SÜLÛK:
Tasavvuf yoluna girmek.
Evliyâlık kemâlâtına kavuşmak sülûk, kalbin zikretmesi ve murâkabe (nefsi kontrol) ve râbıta (bir büyüğe kalben bağlanma) ile olur. Ne kadar ilerlerse ilerlesin, İslâmiyet'ten dışarı çıkamaz. İslâmiyet'e uymakta sarsıntı olursa, bütün vilâyet (evliyâ lık) dereceleri yıkılır. (İmâm-ı Rabbânî)
Takvâ sâhiblerinin ihlâs ile yaptığı farzlar, kurb yâni Allahü teâlâya yakınlık hâsıl eder. Hâsıl olan bu kurb, nâfilelerle hâsıl olandan elbette daha çoktur. Takvâ ve ihlâs elde etmek için de, tasavvuf ehlinin bildirdikleri vazîfeleri yapmak lâzımdı r. Farzların kurb hâsıl etmesi için nâfile vazîfeleri yapmak şarttır. Sülûk vâsıtasıyla, insanda fenâ hâsıl olur, yâni Allahü teâlâdan başka her şeyin sevgisi kalbinden silinir. Sonra bekâ denilen hâl hâsıl olarak, Allahü teâlânın sevgisi kalbine yerleşir. Her şeyi Allah için sever. Her işi, Allah için yapar. Böyle insana velî denir. (İmâm-ı Rabbânî)
Cezbe yolunda, Allahü teâlâ çektiği ve tâlibe çok ihsânda bulunduğu için, vesîleye, vâsıtaya lüzum yoktur. Sülûk yolunda ise, tâlib ilerlemeye çalıştığından, vâsıta lâzımdır. Cezbe yolunda vâsıta lâzım değil ise de, cezbenin tamam olması için sülûk l âzımdır. Sülûk; tövbe ve zühd (mubahların çoğunu terk etme, dünyâya rağbet etmeme) ve başka belli şeyleri yapmaya çalışmaktır. Yâni şerîate (İslâmiyet'e) uymaktır. Sülûksüz olan cezbe, tamam olmaz, noksan kalır. (İmâm-ı Rabbânî)

Sülûk Yolu:
İnsanı Allahü teâlânın sevgisine kavuşturan yollardan biri. (Bkz. Vilâyet Yolu)
İnsanı Allahü teâlânın sevgisine kavuşturan yol ikidir. Biri nübüvvet yolu olup, aslın aslına kavuşturur. Eshâb-ı kirâmın (Peygamber efendimizin mübârek arkadaşlarının) hepsi, bu yoldan vâsıl oldular. Sonra gelenlerden pek az zât da, bu yoldan ermişt ir. Bu yolda sebebe, vâsıtaya lüzûm yoktur. Sâlik (tasavvuf yoluna giren), kâmil (yetişmiş) bir zâtın sohbetinde kemâle geldikten sonra, feyzi asıldan alıp ilerler. İkinci yol, vilâyet yoludur. Kutblar, Evtâd, Nücebâ, Büdelâ ve diğer bütün evliyâ bu yoldan kavuşmuştur. Bu yola sülûk yolu da denir. Bu yolda, vâsıta, aracı lâzımdır. Her iki yolun reisi ve rehberi Resûlullah'tır. Vilâyet yolunun imâmı, feyz kaynağı, hazret-i Ali'dir. Bu yolda, Resûlullah onu vekîl etmiştir. Hazret-i Fâtıma ve Hasen ile Hüseyn onunla ortaktırlar. Bu yolda gidenlerin hepsine feyz ve hidâyet, hazret-i Ali'nin aracılığı ile gelir. Ondan sonra hazret-i Hasen ve Hüseyn bu vazîfeyi teslim aldı. Bunlardan sonra, sıra ile On iki imâma verildi. On iki imâmın sonuncusu o lan Muhammed Mehdî'den sonra başkasına verilmedi. Bütün evliyâya feyz ve hidâyet bunlardan gelmeye devâm etti. Abdülkâdir-i Geylânî kemâle gelince, bu makam ona verildi. Vefâtından sonra da kıyâmete kadar, herkese, feyz, rüşd ve hidâyet, onun rûhâniyetinden gelmektedir. (İmâm-ı Rabbânî)

SÜLÜS:
Üçte bir. Ferâiz ilminde yâni İslâm mîras hukûkunda üçte bir hisse (pay).
Kur'ân-ı kerîmde eshâb-ı ferâizden yâni hisseleri takdîr edilenlerden (bildirilenlerden) sülüs hisseyi iki kimse alır. 1) Ana; meyyitin (ölenin) çocuğu, oğlunun çocuğu veya her türlü (ana-baba bir, baba bir veya ana bir) kardeşten birden fazla yok is e, ana sülüs hisse (pay) alır. 2) Anadan kardeşler birden fazla oldukları zaman sülüs alıp aralarında paylaşırlar, erkeği ve kadını hep aynı miktârda alır. (M.Mevkûfâtî)

SÜLÜSÂN:
Üçte iki. Ferâiz ilminde yâni İslâm mîras hukûkunda üçte iki hisse (pay).
Hissesi nısıf (yarım) olanlardan zevcden (kocadan) başka olan birden fazla olunca, sülüsânı alıp, aralarında eşit olarak pay ederler. (M. Mevkûfâtî)

SÜMÜN:
Sekizde bir. Ferâiz ilminde yâni İslâm mîras hukûkunda sekizde bir hisse (pay).
Ölüden kalan mîrasın sümün hissesini alacak olan yalnız bir kimsedir. O da Zevce (hanımı) olup, çocuğu veya oğlunun çocuğu bulunduğu zaman sümün hisse alır. (M. Mevkûfâtî)

SÜNEN:
1. Sünnetler. (Bkz. Sünnet)
2. Hüküm bildiren hadîs-i şerîfleri toplayan hadîs kitablarına verilen isim.
Sünen kelimesi yalnız olarak söylenince, dört âlimin kitablarından biri anlaşılır. Bunlar; Ebû Dâvûd, Tirmizî, Nesâî ve İbn-i Mâce'dir. Bunlardan başkasının "Sünen" kitabı söylenirken, yazarının da adı birlikte söylenir; Sünen-i Dâre Kutnî, Sünen-i K ebîr-i Beyhekî gibi. (Taşköprüzâde)

SÜNNET:
Yol, kânun, âdet.
1. Peygamber efendimizin mübârek sözleri, işleri ve görüp de mâni olmadığı şeyler.
Unutulmuş bir sünnetimi meydana çıkarana yüz şehîd sevâbı vardır. (Hadîs-i şerîf-Hadîka)
On şey sünnettir: Bıyığı kısaltmak, sakalı uzatmak, misvâk kullanmak, nazmaza (ağıza su alma) , iştinşak (buruna su çekme) , tırnak kesmek, ayak parmaklarını yıkamak, koltuk altını temizlemek, kasıkları temizlemek, su ile istincâ (önden ve arkadan necâset, pislik çıkan yerleri temizlemek) . (Hadîs-i şerîf-Tebyîn-ül-Hakâyık)
2. Din bilgilerinde senet, kaynak olan dört temel delîlden biri. Hadîs-i şerîfler.
Edille-i şer'iyye, din bilgilerinin elde edildiği kaynaklar dörttür: Kitab (Kur'ân-ı kerîm), sünnet, icmâ-ı ümmet (bir asırda bulunan, Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden mânâ çıkarabilen müctehid denilen derin âlimlerin, dînî bir işin hükmünde bir leşmeleri, aynı sözü söylemeleri veya aynı işi yapmaları), ve kıyâs-ı fukahâ (hükmü, mânâsı nasstan yâni Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîften açıkça anlaşılamayan bir şeyin hükmünü, hükmü bilinen ve bu şeye benzeyen başka bir şeyin hükmünden anlamak)dır. (İbn-i Âbidîn)
Sünnet, Kur'ân-ı kerîmi tefsir etmekte, açıklamaktadır. Mezheb imâmları (Hanefî, Şâfiî, Mâlikî, Hanbelî), sünneti açıklamışlardır. Din âlimleri de, mezheb imâmlarının sözlerini açıklamışlardır. Kıyâmete kadar da böyle olacaktır. Sünnet olmasaydı; sul ar ve tahâret (temizlik) bahislerini, namazların kaç rek'at olduklarını, rükû ve secdede okunacak tesbihleri, bayram ve cenâze namazlarının nasıl kılınacağını, orucun, haccın farzlarını ve nikâh, hukuk bilgilerini, hiçbir âlim, Kur'ân-ı kerîmde bulamaz ve öğrenemezdi. (İmâm-ı Şa'rânî)
3. Şerîat yâni İslâm dîni.
Sünnetimi terk edene, şefâatim harâm oldu. (Hadîs-i şerîf-Şerh-i Hadîs-i Erbaîn)
İslâm dîni garîb olarak başladı. Son zamanlarda da garîb olacaktır. Bu garîb insanlara müjdeler olsun! Bunlar insanların bozduğu sünnetimi düzeltirler. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât)
Sünneti en iyi bilen, imâm olur. (Kudûrî)
Peygamber efendimizin gösterdiği İslâmiyet yolunda bulunabilmek ve O'nun sünneti üzere yaşayabilmek için; önce doğru îmân etmek, sonra harâmlardan sakınmak, sonra farzları yapmak, sonra mekrûhlardan sakınmak, daha sonra müstehâbları yapmak lâzımdır. (İmâm-ı Rabbânî)
Allahü teâlâya götüren en emîn yol; bütün iş, hareket ve ibâdetlerde Peygamber efendimizin sünnetine tâbi olmaktır. (Ebû Ali Cürcânî)

Sünnet-i Gayri Müekkede:
(Kuvvetli olmayan sünnet) Peygamber efendimizin, ibâdet maksadı ile arasıra yapıp, arasıra terk ettikleri işler ve ibâdetler. Buna, müstehâb da denir.
İkindi ve yatsı namazlarının ilk dört rek'atlik sünnetleri, sünnet-i gayr-i müekkededir. (İbn-i Âbidîn)

Sünnet-i Hasene:
İlk asırda (Resûlullah efendimiz ve O'nun arkadaşları olan Eshâb-ı kirâm zamânında) asılları îtibâriyle bulunan, sonraları daha da geliştirilen, minâre, mektep yapmak ve kitâb yazmak gibi, İslâm'ın izin verdiği, hattâ emrettiği güzel ve faydalı işler .
Bir kimse, İslâm'da bir sünnet-i hasene yaparsa, bunun sevâbına ve bunu yapanların sevâblarına kavuşur. (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Müslim)
Minâre, müstehab olan sünnet-i hasenedir. Çünkü, müezzinin, ezânı yükseğe çıkıp okuması sünnettir. Minâre, bu sünnete yardım etmektedir. (Abdülganî Nablüsî)
İslâm âlimlerinin çoğu, amelde bid'atleri (dinde ortaya çıkan, yapılan yenilikleri) iki kısma ayırdılar. Sünnete muhâlif olmayan yeniliklere, yâni birinci asırda Eshâb-ı kirâm zamânında aslı bulunanlara, bid'at-ı hasene (güzel, beğenilen bid'at) dedi ler. Aslı bulunmayanlara (dinden olmayan ve ibâdet olarak yapılan şeylere), bid'at-i seyyie (kötü, çirkin bid'at) dediler. İmâm-ı Rabbânî hazretleri ise, aslı bulunanlara bid'at ismini bulaştırmadı. Bunlara, sünnet-i hasene dedi. Mevlid okumak, minâre, türbe yapmak böyledir. Bid'at ismini, yalnız aslı bulunmayanlara verdi. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

Sünnet-i Hüdâ:
Sünnet-i Müekkede. (Bkz. Sünnet-i Müekkede)

Sünnet-i Kifâye:
Başkalarının meselâ beş-on kişiden birinin işlemesiyle, diğerlerinden sâkıt olan (düşen) sünnet.
Selâm vermek, î'tikâfa girmek (ibâdet niyyetiyle mescidde bir miktâr durmak) ve dînin izin verdiği işlerin evvelinde Besmele-i şerîfeyi söylemek, terâvih namazını câmide cemâatle kılmak sünnet-i kifâyedir. (Kutbüddîn İznikî)

Sünnet-i Müekkede:
Peygamber efendimizin devamlı yaptıkları, pek az terk ettikleri işler ve ibâdetler. Buna, Sünnet-i hüdâ da denir.
Sabah, öğle ve akşam namazının sünnetleri, yatsı namazının son iki rek'at sünneti, sünnet-i müekkededir. Ayrıca ezân okumak, kâmet getirmek, cemâate devâm etmek, abdest alırken misvâk kullanmak, müekked sünnetlerdendir. (Abdülganî Nablüsî)
Namazda müekked sünneti terk, tahrîmen (harama yakın) mekrûh olur. (İbn-i Âbidîn)

Sünnet-i Seniyye:
Övülen, medh edilen sünnet; İslâm dîni. Resûlullah'ın yolu.
Seâdete (kurtuluşa) ermek için; sünnet-i seniyyeye yapışmak ve bid'atlerden (dinde sonradan çıkan yeniliklerden, reformlardan) kaçınmak lâzımdır. (İmâm-ı Rabbânî)
Mest üzerine mesh etmenin câiz olduğu, sünnet-i seniyye ile sâbittir. (Abdullah Süveydî)
Kalbin, Allahü teâlâdan başka şeyleri sevmesi, onu karartır, paslandırır. Bu pası temizlemek lâzımdır. Temizleyicilerin en iyisi, Resûlullah efendimizin sünnet-i seniyyesine tâbi olmaktır, uymaktır. Sünnet-i seniyyeye uymak, nefsin, kalbi karartan is teklerini yok eder. (Ahmed Fârûkî)

Sünnet-i Seyyie:
İslâmiyet'in yasak ettiği, sonradan ortaya çıkan, kötü, beğenilmeyen şeyler. Peygamber efendimiz ve dört halîfesinin zamânında bulunmayıp da, onlardan sonra, dinde meydana çıkarılan ibâdet olarak yapılan şeyler. Bid'at. (Bkz. Bid'at)
...Bir kimse, İslâm'da bir sünnet-i seyyie çığrı açarsa, bunun günâhı ve bunu yapanların günahları kendisine verilir. (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Müslim)
Bid'atler, yâni dinde reformlar, sonradan ortaya çıkarılan yenilikler, sünnet-i seyyiedir. Namazdan sonra hemen Âyet-el-kürsî'yi okumak yerine salâten tüncînâ'yı ve başka duâları okumak sünnet-i seyyiedir. İslâm dîni, din bilgilerinde ve ibâdetlerind e değişiklik yapılmasını şiddetle yasak etmiştir. (Ali Mahfuz)

Sünnet-i Zevâid:
Peygamber efendimizin, ibâdet olarak değil de, âdet olarak devâmlı yaptığı işler. Bunlara edeb de denir.
Resûlullah efendimizin elbiseleri, oturması, kalkması, iyi şeyleri yapmağa sağdan başlaması sünnet-i zevâiddendir. (İbn-i Âbidîn)
Sünnet-i zevâidi yapmak mecbûrî değildir. Fakat yapanlara çok sevâb verilir. Zevâid sünnetleri terk etmek mekrûh olmaz. Bununla berâber, âdete bağlı şeylerde de Resûlullah'a tâbi olmak, dünyâda ve âhirette insana çok şey kazandırır ve çeşitli seâdetl ere (kurtuluşa, huzûra) yol açar. (İbn-i Âbidîn)

Sünnet Olmak:
Çocuğun sünnet derisinin çepeçevre kesilmesi. Hitân.
Çocuğu sünnet ettirmek Peygamber efendimizin mühim sünnetlerindendir. İslâmiyet'in şiârı, alâmeti ve nişanıdır. Çocuğun sünnet olma yaşı kesin bildirilmemiştir. Yedi ile on iki yaş arası en iyisidir. Sünnet ederken, topluca yüksek sesle bayram tekbîr i söylenir. Sünnet olmayanlarda çeşitli hastalıklar olur. (Alâüddîn-i Haskefî)
Resûlullah efendimiz doğduğu zaman, göbeği kesilmiş ve sünnet olmuş görüldü. (İmâm-ı Kastalânî)
Îmâna gelen yaşlı adamın sünnet olması şart değildir. Hiç olmasa da olur. (Abdülganî Nablüsî)

SÜNNETULLAH:
Allahü teâlânın koyduğu kânunu, nizâmı, âdeti.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruyor ki:
Fakat azâbımızı gördükleri zaman îmânları kendilerine bir fayda vermeyecektir. Kullar hakkındaki cârî olagelen sünnetullah budur. İşte kâfirler, burada hüsrâna uğramışlardır. (Mü'min sûresi: 85)

SÜNNÎ:
Peygamber efendimizin ve Eshâbının inandığı gibi inanan ve Ehl-i sünnet âlimlerine tâbi olan müslüman. Ehl-i sünnet vel-cemâat îtikâdında olan kimse. (Bkz. Ehl-i Sünnet vel-Cemâat)
Sünnî olanlar, amelde dört mezhebe ayrılmışlardır. Bu dört mezhebde bulunanlar, birbirlerinin Ehl-i sünnet olduklarını bilirler ve sevişirler. Dört mezhebden birinde bulunmayan kimse, Ehl-i sünnet olmaz. (Ahmed Fârûk) Müslümanlar hep sünnîdir; cümlenin reîsi Nu'mân (İmâm-ı a'zam) Cennet ile müjdelendi; îmânda bunlara uyan
(Kemahlı Feyzullah)

SÜRME:
Kirpik diplerine sürülen bir çeşit siyah madde, kühl.
Üç şey, gözü kuvvetlendirir: Sürme çekmek, yeşilliğe ve (bakması helâl olan) güzel yüze bakmak. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, misvâkını ve tarağını yanından ayırmazdı. Mübârek saçını ve sakalını tararken aynaya nazar eyler, bakardı. Geceleri mübârek gözlerine sürme çekerdi. (İmâm-ı Ahmed Kastalânî)

SÜRYÂNÎLER:
Hıristiyanlıktaki katolik mezhebine bağlı olan ve süryânî dili ile konuşan bir hıristiyan topluluğu.
Süryânîler, katolik kısmından Yâkûbiye fırkasındandırlar. Monafisiyye (Hazret-i Îsâ'da ilâhî ve insânî özelliklerin birleşerek tek tabîat olduğunu savunanların) inancında olup, Îsâ aleyhisselâma tanrıdır derler. Urfa patriği olan Yâkûb-i Berdeî taraf ından kuruldu. Antakya patriği Mihâil-i Süryânî tarafından yayıldı. Sûriye'deki hıristiyanların bir kısmı süryânî bir kısmı da Marunîdir. (M. Sıddîk Gümüş)

SÜT ANNE:
İki buçuk yaşından küçük olan çocuğu emziren kadın.
Süt çocuğu; süt annesi ve babası ve bunların nesep ve rıdâ'dan (sütten) olan mahremleri ile ebedî evlenemez. (M. Zihni Efendi)

SÜT KARDEŞ:
Aynı kadından süt emmiş çocuk. (Bkz. Rıda')
İki buçuk yaşından küçük iki çocuk aynı kadından süt emince, süt kardeşi olurlar. Birbirleri ile evlenemezler. (M. Zihni Efendi)
Hanefî ve Mâlikî mezheblerinde, bir kadından bir damla bile süt emen erkek ve kız, süt kardeşi olur. Kadın bunların süt anneleri olur. Şâfiî ve Hanbelî'de ise ayrı ayrı beş defâ içmedikçe süt kardeşi olmazlar. Hanbelî'de her yaşta içen süt kardeş olu r. Diğer üç mezheb imâmı iki buçuk yaşından yukarı iken içince, süt kardeş olmazlar dedi. (Abdurrahmân Cezîrî)
Öz kardeşinin süt kızı ile evlenmek haram olduğu gibi, süt kardeşinin öz kızı ile ve süt kardeşinin süt kızı ile evlenmek de haramdır. (Molla Hüsrev)
Süt annenin bu emmeden evvel veya sonra başka erkekten de, nesepten (soydan) veya rıdâ'dan (süt emmeden) olan çocukları ve süt babanın başka kadınlardan hâsıl olmuş ve olacak, nesepten ve rıdâ'dan çocuklarının hepsi, bu çocuğun süt kardeşleri olurlar . (İbn-i Hümâm)

SÜTRE:
Namaz kılarken imâmın veya yalnız kılanın sol kaşı hizâsında, önüne diktiği yarım metreden uzun çubuk. Çubuğu dikmeyip, secde yerinden kıbleye doğru uzatmak veya çizgi çizmekle de olur.
Bir okla da olsa sütre kullanın. (Hadîs-i şerîf-Ni'met-i İslâm)
Sütre koymak müstehâbdır. (M. Zihni Efendi)
Cemâatle kılınan namazda, imâmın sütresi, arkasında bulunanlar için dahi sütredir. Çünkü Peygamber efendimiz Ebtah denilen yerde namaz kıldırırlarken, dikmiş oldukları anzeye (iki ucu demirli bir asâya) doğru namaz kıldılar. Hâlbuki cemâatin sütreler i yoktu. (M.Zihni Efendi)
İmâm-ı Ebû Yûsuf hazretleri hac yolunda namaza durdukça, önünde sütre olarak kamçısını koyardı. (M.Zihni Efendi)

ŞA'BÂN AYI:
Arabî ayların sekizincisi, üç aylardan ikincisi.
Her kim Şa'bân-ı şerîfte üç gün oruç tutarsa, Hak teâlâ, Cennet-i a'lâda ona bir yer hazırlar. (Hadîs-i şerîf-Miftâh-ül-Cenne)
Şa'bân-ı şerîf, bana mahsûs bir aydır. Hak teâlâ hazretleri, Arş-ı a'lânın meleklerine, azamet-i şâniyle buyurur ki: "Ey benim meleklerim! Gördünüz mü, benim kullarım, Habîbimin (sevgilimin) ayına nasıl tâzim ve hürmet ediyorlar. İzzetim ve celâlim hakkı için ben de kullarımı af ve mağfiretime nâil eyledim." (Hadîs-i şerîf-Gunyet-üt-Tâlibîn)

ŞÂFİÎ:
1. İmâm-ı Şâfiî'nin meşhur adı, Şâfiî mezhebinin kurucusu. (Bkz. İmâm-ı Şâfiî)
2. Ehl-i sünnetin amelde dört hak mezhebinden biri olan Şâfiî mezhebinde olan kimse.

Şâfiî Mezhebi:
Ehl-i sünnetin ameldeki dört hak mezhebinden biri. İmâm-ı Şâfiî hazretlerinin mezhebi, yolu. (Bkz. İmâm-ı Şâfiî)
Hanefî mezhebinden sonra en çok mensûbu bulunan Şâfiî mezhebi, İmâm-ı Şâfiî hayatta iken Mekke, Medîne ve Filistin'de yaşayan müslümanlar arasında yayıldı. Şimdi Mısır, Sûriye, İran, Mâverâünnehr, Kafkasya, Âzerbaycan, Hindistan, Filipinler, Malezya, Endonezya adaları gibi ülkelerde yayılmıştır. Yurdumuzun doğu ve güneydoğu bölgelerinde daha yaygındır. (İslam Târihi Ansiklopedisi)
İbâdetlerin en kıymetlisi, farz-ı ayn olanlardır. Farzlardan sonra en kıymetlisi, Şâfiî mezhebinde sünnet namazlar, Hanbelî mezhebinde ise cihâd (Allah yolunda harb etmek)dır. (M. Tâhir Sünbül Mekkî)
Şâfiî ve Mâlikî mezheblerinde, zekât farz olunca, hemen ayırıp vermek farzdır. (İmâm-ı Şârânî)
Bâyezîd-i Bistâmî, Cüneyd-i Bağdâdî, Celâleddîn-i Rûmî ve Muhyiddîn-i Arabî gibi velîler, herkes gibi bir mezhebe tâbi olarak yükselmişlerdir. Bunlardan Bâyezîd-i Bistâmî, Şâfiî mezhebinde idi. (Abdülhak Dehlevî)

ŞÂHİD:
Şâhidlik eden, görüp bilen. Birinin başkasında hakkının bulunduğunu isbat için şehâdet (şâhidlik) ederim demek sûretiyle hâkimin huzûrunda ve hasmın karşısında haber veren. (Bkz. Şehâdet)
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Ey îmân edenler! Dâimâ adâletle hareket ediniz. Adâleti yerine getirmeğe çalışınız. Allah için şâhidler olunuz. (Nisâ sûresi: 135)
Yalancı şâhid, daha şehâdet ettiği yerden ayağını kaldırmadan kendisine göklerde ve yerde bulunan melekler lânet ederler. (Hadîs-i şerîf-Zevâcir)
Şâhidin âdil olması, yâni büyük günâh işlememesi ve küçük günâha devâm etmemesi lâzımdır. (Sadrüşşerîa)

ŞÂHİK-UL-CEBEL:
Dağda, çölde veya baskı ve zulüm rejimleri altında yaşayıp da peygamberleri ve onların getirdikleri dinleri işitmemiş kimseler.
Şâhik-ul-cebel olanların peygamberliğe ve peygamberlerin gönderilmiş olmasına inanmaları mümkün değildir. Bunlara peygamber gelmemiş gibidir. Bunlar mâzur görüldü. Peygambere inanmaları emr olunmadı. Şâhik-ul-cebel olanlar için Kur'ân-ı kerîmde İsrâ sûresinin on beşinci âyetinde; "Peygamber göndermeden önce azâb yapmayacağız" buyruldu. Bunlar hayvanlar gibi hesâbdan sonra ölecekler, Cehennem azâbı ve Cennet nîmeti görmeden ebedî olarak yok edileceklerdir. Kâfirlerin bâliğ olmayan (ergenlik çağın a ulaşmamış) çocukları için de durum böyledir. (İmâm-ı Rabbânî)

ŞAKÎ:
Cehennemlik. Bedbaht; şirk (Allahü teâlâya eş, ortak koşması) veya isyân etmesi sebebiyle kâfir veya fâsık olan kişi. Zıddı saîd'dir.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Şakî olanlara gelince: Onlar Cehennem ateşindedirler ki, orada onların (çok acı) bir nefes alıp vermeleri vardır. (Hûd sûresi: 106)
Evliyânın sevmesi, seâdetin sermâyesidir. Zîrâ onlar dâimâ Allahü teâlâ iledirler. Onlarla berâber bulunanlar, şakî olmazlar. (Abdülhakîm-i Arvâsî)
Allahü teâlânın indinde saîdlerden mi yoksa şakîlerden miyim? diye düşünmek, böylece ilmine ve ameline güvenmemek lâzımdır. (Ebü'l-Abbâs-ı Mürsî)

ŞAKÎK:
Ferâiz ilminde yâni mîrâs hukûkunda ana-baba bir erkek kardeşler (Benül-a'yân). Ana-baba bir kız kardeşe şakîka denir.
Şakikler ve Benü'l-allât yâni yalnız baba bir kardeşler; oğul, oğul oğlu, baba ve dededen biri bulunduğu zaman vâris olamazlar yâni ölüden kalan maldan alamazlar. (Muhammed Mevkûfâtî)

ŞAKK-I KAMER:
Ayın yarılması, Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselâmın ayı ikiye ayırması mûcizesi.
Muhammed aleyhisselâmın mûcizelerinin en büyüklerinden birisi de, Şakk-ı kamer mûcizesidir. Bu mûcize başka hiçbir peygambere nasîb olmamıştır. Muhammed aleyhisselâm elli iki yaşında iken, Mekke'de Kureyş kâfirlerinin elebaşıları yanına gelip; "Peyga mber isen ayı ikiye ayır" dediler. Muhammed aleyhisselâm, herkesin ve hele tanıdıklarının, akrabâsının îmân etmesini çok istiyordu. Ellerini kaldırıp duâ etti. Allahü teâlâ, kabûl edip, ayı ikiye böldü. Yarısı bir dağın, diğer yarısı başka dağın üzerinde göründü. Kâfirler, Muhammed bize sihr yaptı dediler. Îmân etmediler. (Nişâncızâde)
Apollo-10, ayın her tarafını fotoğraflarla tesbit ettikten sonra, Apollo-11 ile gelecek olan ay fâtihlerinin iniş yerlerini belirledi. Apollo-11'in çektiği fotoğraflarda, ayın etrâfını çevreleyen derin ve geniş bir kanalın bulunduğu görüldü. Fransız gazeteleri bunu; "Bu kanal, Şakk-ı kameri işâret etmiş olamaz mı? şeklinde, resim altı haber olarak verdiler. Papalığın îkâzı üzerine, bu haberden bir daha söz edilmemiştir. (M. Sıddîk Gümüş)

ŞAKK-I SADR:
Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselâmın mübârek göğsünün yarılması hâdisesi.
Şakk-ı sadr hâdisesi iki defâ vukû bulmuştur. Birincisi, Peygamber efendimiz küçük yaşta ve süt annesi Halîme Hâtun'un yanında iken, ikincisi Mîrâca çıkarken. Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "(Habîbim) göğsünü (kalbini) senin için (açıp da) genişletmedik mi?" buyruldu. (İnşirâh sûresi: 1) Muhammed aleyhisselâm, süt annesinin yanında bulunduğu sırada çocuklarla birlikte iken, Cebrâil aleyhisselâm gelip, onu arkası üstü yatırdı. Göğsünü açıp kalbini yardı. Kalbinden bir parça et çıkarıp attı ve; "Senin v ücûdunda şeytânın nasîbi bu idi. Çıkarıp attık. Ey Allahü teâlânın habîbi (sevgilisi), seni vesveseden ve şeytânın hîlesinden emîn ettik" dedi. Sonra bir leğen içerisinde zemzem suyu ile kalbini yıkadı ve göğsünü kapatıp ayağa kaldırdı. Bu hâli gören çocuklar koşup durumu Halîme Hâtun'a haber verdiler. Yanına geldiklerinde ayağa kalkmış ve benzi sararmış vaziyette idi. Eshâb-ı kirâmdan Enes bin Mâlik (r.anh) "Ben Resûlullah'ın göğsünde bu yarılmanın izini gördüm" demiştir. İkinci Şakk-ı Sadr ise, Mîrâc gecesi vukû bulmuştur. Bu gece, Cebrâil aleyhisselâm gelip Resûlullah'ın mübârek göğsünü yardı.Zemzem suyu ile yıkadıktan sonra, içi hikmet ve îmân dolu altın bir leğen getirdi. Resûlullah'ın mübârek kalbine boşalttı ve göğsünü kapattı. Peyga mber efendimiz hadîs-i şerîfte şöyle buyurdu: "Cebrâil gelip göğsümü yardı. Zemzem suyu ile yıkadıktan sonra, içi hikmet ve îmân dolu altın bir tas getirip göğsümü boşalttı, sonra kapattı." Bu hadîs-i şerîf, Sahîh-i Buhârî ve Müslim'de zikredilmiştir . Yine bu iki kitabda Enes bin Mâlik'ten şöyle rivâyet edilmiştir. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: "İşte şuradan şurama kadar yâni boğazın altındaki çukurdan göğüste kıl biten yere kadar yardı. Kalbimi çıkardı, içi îmân dolu altın bir tas getirdi. Kalbimi yıkadı sonra da iç organlarımı yıkadı. Sonra kapattı." (Senâullah-ı Pânî Pûtî, Abdülhâk-ı Dehlevî)

ŞÂMÂNÎLER:
İyi ve kötü ruhların bütün âlemi te'siri altında tuttuğu inancına dayanan sapık bir yolun mensupları.
Şâmânîler, güneşte bulunuyor dedikleri bir tanrıya ve cinne ve meleklere tapınır. En büyüğüne şeytan derler. Bugün Sibirya'daki ve Okyanus adalarındaki vahşîler arasında yaygındır. (Yeni Rehber Ansiklopedisi)

ŞÂN:
1. Hâl, durum.
Eshâbımın ismini işitince, susunuz. Şânlarına yakışmayan sözleri söylemeyiniz. (Hadîs-i şerîf-Savâik-ül-Muhrika)
Allahü teâlâdan râzı olandan, Allahü teâlâ da râzıdır. Kazâya rızâ, evliyânın şânındandır. (Fakîrullah)
Haramlardan sakınmak; akıllıların şânı, şereflilerin tabîatındandır. (Hazret-i Ali)
2. İzzet, îtibâr, şeref.
Gaddârlık (Zulüm, vefâsızlık), herkes için kötü bir şeydir. Şân, şeref sâhibi ve büyük zâtlar için daha çirkindir. (Muhammed el-Âmidî)

ŞÂRÎ':
Kullarının dünyâ ve âhiret seâdetine (mutluluğuna) kavuşmaları için Peygamberleri aleyhimüsselâm vâsıtasıyla emir ve yasaklarını bildiren Allahü teâlâ. Şâri-i mübîn de denir. Allahü teâlânın emir ve yasaklarını insanlara tebliğ etmesi (ulaştırması) g erektiğinde, kapalı hususları açıklaması bakımından Peygamber efendimize de Şâri' denilir.
Allahü teâlâ Şâri-i Mübîndir. Dinleri gönderen ve değiştiren O'dur. İnsanların din ismi altında uydurduğu eğri yollara din denmez. Dinlere âit kânunları da koyan Allahü teâlâdır. Dinleri yayanlar ise, peygamberlerdir. (Abdülhakîm-i Arvâsî)

ŞART:
Bir işin veya hükmün yapılmasını îcâbettirmeyen, fakat yapılmaması ile de o iş veyâ hükmün meydana geldiği şey.
Şâhitlerin bulunması; nikâhın sıhhati, mûteber olması için şarttır. Şâhid bulunmadıkça, nikâh meydana gelmez. Fakat şâhidlerin bulunması, nikâhın bulunmasını icâbettirmez. Şâhidler bulunduğu hâlde, nikâh yapılmayabilir. Yine namazın sahîh olması için , abdest şarttır. Fakat abdest, namazın vâcib olmasını, mutlaka kılınmasını îcâbettirmez. (Serahsî)

ŞAVT:
Hac esnâsında sa'y denen vazîfeyi yaparken, Safâ'dan Merve'ye ve Merve'den Safâ'ya her bir geliş ve tavaf yaparken Kâbe'nin Hacer-ül esved köşesinden başlayan ve başlanılan yere gelince sona eren her bir dönüş.
Şavt sona erip Hacer-ül esved taşına gelince şu duâ okunur: Allah'ım! Rahmetinle beni mağfiret eyle. Borçtan, yoksulluktan, sıkıntıdan ve kabir azâbından bu taşın Rabbine sığınırım. (İmâm-ı Gazâlî)
Tavâf yedi şavttan ibârettir. Sa'y dahi yedi şavttır. Safâ'dan Merve'ye her gidiş bir şavt olduğu gibi, Merve'den Safâ'ya her geliş dahi bir şavttır. Böylece dört gidiş ve üç geliş olur. (M. Zihni Efendi)

ŞA'YÂ ALEYHİSSELÂM:
İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. Mûsâ aleyhisselâmın dînini yayıp, Tevrât-ı şerîfin hükümlerini bildirdi.
Mûsâ aleyhisselâmdan sonra hak yoldan ayrılıp, bozuk yollara sapan İsrâiloğulları kendilerine gönderilen peygamberlere ya kısa dönemler hâlinde tâbi oldular veya hiç tâbi olmayıp isyân ettiler. Şa'yâ aleyhisselâm, Mûsâ aleyhisselâmın dînini tebliğ et mek üzere peygamber olarak gönderildi. Şa'yâ aleyhisselâmın peygamberliği Zekeriyyâ, Yahyâ ve Îsâ aleyhimüsselâmdan önce idi. Şa'yâ aleyhisselâm, İsrâiloğullarına Allahü teâlânın emirlerini bildirip nasîhat etti. Muhammed aleyhisselâmın geleceğini bi ldirdi. Şa'yâ aleyhisselâm zamânında, İsrâiloğullarının başında Sudika adlı bir melik vardı. Melik Sudika'nın vefâtından sonra saltanat kavgaları yüzünden birbirine giren İsrâiloğullarına, Şa'yâ aleyhisselâm nasîhatte bulundu. Fakat onu dinleyen olmadı. İsrâiloğulları iyice düşman oldular. Nihâyet Şa'yâ aleyhisselâmı şehîd ettiler. Böylece Allahü teâlâ tarafından kendilerine gönderilen peygamberi dinlemeyip, büyük felâkete düştüler. Daha sonraki yıllarda Bâbil hükümdârı Buhtunnasar tarafından yurtları istilâ edildi. (Taberî-İbnü'l-Esîr-Sa'lebî)

ŞÂZİLİYYE:
Evliyânın büyüklerinden Ebü'l-Hasen Şâzilî hazretlerinin tasavvuftaki yolu.
Ebü'l-Hasen-i Şâzilî 1196 (H. 592)'de Tunus'ta Şâzile kasabasında doğdu. Silsilesi, bağlı olduğu tasavvuf kolu Sırrî-i Sekatî'den gelmekte ve bu yoldan Seyyid Ahmed Rıfâî hazretlerine bağlanmaktadır. İskenderiyye'de Şâziliyye yolunu kurdu. Şâziliyye yolunun kurucusu olan Ebü'l-Hasen-i Şâzilî hazretleri; "Her istediğim zaman Resûlullah'ı sallallahü aleyhi ve sellem baş gözümle göremezsem kendimi onun ümmeti saymam" buyurdu. (Hüseyn Vassâf)
Zikr-i cehrî (açıktan zikr) hazret-i Ali'den on iki imâm vâsıtasıyla gelmiştir. Bunların sekizincisi olan İmâm-ı Ali Rızâ'danMa'rûf-i Kerhî almış ve Cüneyd-i Bağdâdî'nin çeşitli halîfelerinin silsilelerinde bulunan meşhûr mürşidlerin adı verilerek ko llara ayrılmıştır. Böylece Ebû Bekr-i Şiblî yolundan Kâdiriyye ile Şâziliyye, Sâdiyye ve Rıfâiyye meydana geldi. (Abdullah-ı Dehlevî)
Şâziliyye yolunun esâsı beş şeydir: Birincisi; gizli ve âşikâr her hâlükârda Allahü teâlâdan korku hâlinde olmak. İkincisi; her hâl ve işinde ve ibâdetindePeygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem ve Eshâbı'nın (Peygamberimizin arkadaşlarının ) gösterdiği doğru yola uyup, bid'atlerden, sapıklıklardan sakınmak. Üçüncüsü; bollukta ve darlıkta insanlardan bir şey beklememek. Dördüncüsü; aza ve çoğa râzı olmak. Beşincisi; sevinçli ve kederli günlerde cenâb-ı Hakk'a sığınmak. (Seyyid Ahmed-i Zerrûk)

ŞEÂ'İRULLAH:
Görülünce, Allahü teâlâyı hatırlatan şeyler.
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Bir kimse, Şeâ'irullahı ta'zim ederse, bu iş kalblerin takvâsındandır. (Hac sûresi: 32)
Safâ ve Merve, Allahü teâlânın, Şeâ'irindendir. (Bekara sûresi: 158)
Şeâ'irullah yalnız Safâ ve Merve tepeleri değildir. Bunlardan başka şeâ'ir de vardır. Allahü teâlânın şeâ'irinin en büyükleri dörttür: Kur'ân-ı kerîm, Ka'be-i muazzama, Peygamber (aleyhissalâtü vesselâm) ve namaz. (Senâullah Dehlevî)
Şeâ'irullahı sevmek demek, Kur'ân-ı kerîmi ve Peygamberi sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem ve Ka'be'yi sevmek demektir. Hattâ Allahü teâlâyı hatırlatan her şeyi sevmektir. Allahü teâlânın evliyâsını sevmek de böyledir. (Şah Veliyullah-ı Dehlevî)

ŞEBEKE-İ SEÂDET:
Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem mübârek kabrinin bulunduğu Hücre-i seâdet denilen yerin dış duvarı etrâfında yerden Mescid-i Nebî'nin tavanına kadar yükselen demir parmaklık.
Şebeke-i seâdetin kıble tarafına muvâcehe-i seâdet, doğu tarafına kadem-i seâdet, batı tarafına Ravda-i mütahhera ve kuzey tarafına da Hucre-i Fâtımâ denir. ( Eyyûb Sabri Paşa)

ŞECÂ'AT:
Yiğitlik, bahadırlık, cesâret, kahramanlık.
Şecâ'atin temeli, Allahü teâlânın takdîrine râzı olmak, O'na tevekkül etmek, O'na güvenmektir. Şecâat sâhibi olan, dertlere, belâlara göğüs gerer, dayanır, sabr eder. (Muhammed Hâdimî)
Ey oğlum! Üç şey, üç şey ile bilinir: Hilm (yumuşaklık) gadab ânında, şecâ'at harb meydanında, kardeşlik ise ihtiyâç ânında. (Lokman Hakîm)

ŞECERE-İ PÂK-İ MUHAMMEDÎ:
Muhammed aleyhisselâmın mübârek, temiz soy kütüğü, soy ağacı.
Allahü teâlâ Şecere-i Pâk-i Muhammedî ile ilgili olarak meâlen buyurdu ki:
Sen, yâni senin nûrun hep secde edenlerden dolaştırılıp, sana ulaşmıştır. (Şuarâ sûresi: 219) (Senâullah Dehlevî)
Şecere-i pâk-i Muhammedî'nin ilk ferdi Âdem aleyhisselâmdır. Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem nûru, babadan oğula geçerek mü'min olan Târûh'a, (İbrâhim aleyhisselâmın babası) ondan da İbrâhim aleyhisselâma, sonra oğlu İsmâil aleyhiss elâma geçti. Ondan da evlâdlarından Adnan'a intikâl etti. Şecere-i pâk-i Muhammedî'de bulunan ve babası Abdullah'a kadar olan dedeleri şunlardır: Adnan, Mead, Nizâr, Mudar, İlyas, Müdrike, Huzeyme, Kinâne, Nadr, Mâlik, Fihr, Gâlib, Lüveyy, Ka'b, Mürr e, Kilâb, Kuseyy, Abd-i Menâf (Mugîre), Hâşim (Amr), Abdülmuttalîb (Şeybe), Abdullah bin Abdülmuttalîb. (Altıparmak Muhammed Efendi)

ŞECERE-İ RIDVÂN:
628 (H.6) senesinde yapılan Hudeybiye andlaşmasından önce Medîneli müslümanların, altında Peygamber efendimize ve İslâm dînine bağlı kalacakları husûsunda bağlılık yemîni ettikleri ağaç.
Hudeybiye andlaşması imzâlanmadan önce Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem anlaşma şartlarını görüşmek ve konuşmak üzere hazret-i Osman'ı Mekkeli müşrikler tarafına gönderdi. Müşrikler, hazret-i Osman'ın anlaşmayla ilgili tekliflerini kab ûl etmedikleri gibi, onu alıkoydular. Bu haber, Eshâb-ı kirâma Osman şehîd edildi diye ulaştı. Durumu işiten Peygamber efendimiz de, çok üzüldü ve buyurdu ki: "Bu haber doğru ise, bu kavimle çarpışmadıkça buradan ayrılmayacağız" Sonra orada bulunan Semûre ağacının altına oturup; "Allahü teâlâ bana bîat etmenizi emr etti" buyurarak Eshâbını bîate dâvet etti. Eshâb-ı kirâm da, Peygamber efendimizin eli üzerine ellerini koyarak; "Allahü teâlâ sana zafer ihsân edinceye kadar önünde çarpışa çarpışa fethi gerçekleştirmek veya bu uğurda şehîd olmak üzere bîat ettik" diye söz verdiler. Peygamber efendimiz Şecere-i rıdvân adı da verilen Semûre ağacının altındaki bîattan çok memnun oldu. (Abdülhak-ı Dehlevî, Senâullah Pâni Pütî)

ŞECERE-İ TAYYİBE:
Temiz ağaç. Bütün iyiliklerin ve güzelliklerin kaynağı olan İslâmiyet'e verilen ad.
Zâhir (beden) her zaman İslâmiyet'in emirlerini yapmaya mecbûrdur. Bâtın (kalb) da hakîkatin işleriyle meşgûl olur. Bu dünyâda amel, ibâdet lâzımdır. Bu amellerin bâtına çok faydaları vardır. Yâni bâtının (kalb ve rûhun) ilerlemesi, zâhirin İslâmiyet 'e uymasına bağlıdır. Zâhirin (bedenin) işi İslâmiyet'e uymak, bâtının işi de İslâmiyet'in meyvelerini, faydalarını toplamaktır. İslâmiyet, bütün kemâlâtın (olgunlukların) kaynağı, bütün üstünlüklerin ve iyiliklerin temelidir. İslâmiyet'in fayda ve meyve vermesi sâdece bu dünyâya mahsûs değildir. Âhiretin kemâlâtı (olgunlukları, üstünlükleri) ve sonsuz nîmetleri de İslâmiyet'e uymanın netîceleri ve meyveleridir. Görülüyor ki, İslâmiyet öyle bir Şecere-i tayyibedir ki, onun meyveleri ile bütün âlem dünyâda da, âhirette de faydalanmaktadır. Bütün faydalar ondan çıkmaktadır. (İmâm-ı Rabbânî)


ŞEFÂ'AT:
Kıyâmet günü, Allahü teâlânın izni ile, başta Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem olmak üzere, diğer peygamberler, âlimler, şehîdler, sâlihler (iyi kimseler) ve küçük yaşta ölen müslüman çocuklar ve Allahü teâlânın izin verdiklerinin; gün ahkâr olan mü'minlerin günahlarının affedilip Cehennem'den kurtulmalarını, cennetlik olanların da Cennet'teki derecelerinin artmasını Allahü teâlâdan istemeleri, bu hususta vâsıta olmaları.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:
O gün, Allahü teâlânın kendisine şefâat etmeye izin verdiği ve sözünden hoşnûd olduğu kimselerden başkasının şefâati fayda vermez. (Tâhâ sûresi: 109)
Ümmetimden, büyük günâhı olanlara şefâat edeceğim. (Hadîs-i şerîf-Müsned-i Ahmed bin Hanbel)
Şefâatime inanmayan, ona kavuşamaz. (Hadîs-i şerîf-Şir'at-ül-İslâm)
Kıyâmet günü peygamberler, sonra âlimler, sonra şehidler şefâat edecektir. (Hadîs-i şerîf-İhyâ)
Şefâat haktır. Tövbesiz ölen mü'minlerin küçük ve büyük günâhlarının affedilmesi için, peygamberler, velîler, sâlihler, melekler ve Allahü teâlânın izin verdiği kimseler, şefâat edecek ve kabûl edilecektir. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Küçük çocuklar, anasına ve babasına şefâat ederler. Hattâ düşük olanlar bile, anasına ve babasına şefâat ederler. (İmâm-ı Birgivî)
Mahşerde (kıyâmette bütün insanların toplanıp, hesâba çekileceği yerde), şefâat beş türlüdür: Birincisi; kıyâmet günü, mahşer yerinde kalabalıktan ve çok uzun beklemekten usanan günâhkârlar, feryâd ederek, hesâbın bir an önce yapılmasını isteyecekler dir. Bunun için şefâat olunacaktır. İkincisi; suâlin ve hesâbın kolay ve çabuk olması için şefâat edilecektir. Üçüncüsü; günâhı olan mü'minlerin, Sırat'tan Cehennem'e düşmemeleri, Cehennem azâbından korunmaları için şefâat olunacaktır. Dördüncüsü; gü nâhı çok olan mü'minleri Cehennem'den çıkarmak için şefâat olunacaktır. Beşincisi; Cennet'te sayısız nîmetler olacak ve sonsuz kalınacak ise de, sekiz derecesi vardır. Herkesin derecesi, makamı, îmânının ve amellerinin miktârınca olacaktır. Cennet'tekilerin derecelerinin yükselmeleri için de şefâat olunacaktır. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Peygamberlerin sonuncusu, Resûlullah efendimiz gibi bir şefâatçı olmasaydı, bu ümmetin günâhları kendilerini helâk ederdi. Şefâate en çok ihtiyâcı olan bu ümmettir. Çünkü bu ümmetin günâhları çoktur. Fakat, Allahü teâlânın af ve mağfireti de sonsuzdu r. Allahü teâlâ, bu ümmete af ve mağfiretini o kadar şaçacak ki, geçmiş ümmetlerden hiçbirine böyle merhamet ettiği hiç bilinmiyor. Doksan dokuz rahmetini, sanki bu günâhkâr ümmet için ayırmıştır... (İmâm-ı Rabbânî)

Şefâ'at-ı Kübrâ:
Kıyâmette, o günün dayanılmaz dehşeti ve şiddetli sıkıntıları sebebiyle, insanların mürâcaatları üzerine Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem), onların muhâkeme ve hesâblarının bir an evvel görülmesi için Allahü teâlâya yalvarması ve bu dileğinin kabûl olması. O gün herkes kendi başının çâresini aramakla meşgûl olur. O gün yalnız Resûlullah efendimiz; "Ümmetime selâmet ve necât (kurtuluş) ver yâ Rabbî!" der ve ümmetini ister.

ŞEFÎ':
Şefâat eden, bir suçun, günâhın bağışlanması için vâsıta, aracı olan. (Bkz. Şefâat)

Şefî-i Rûz-i Cezâ:
"Cezâ gününün yâni kıyâmet gününün şefâat edicisi" mânâsına Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselâm. (Bkz. Şefâat)
Şefî-i rûz-i cezâ Resûlullah efendimizin çeşit çeşit şefâat edeceği bildirilmiştir. Hadîs-i şerîflerde; "Kıyâmet günü mezardan önce kalkan ben olacağım ve önce şefâat eden ben olacağım" ve; "Şefâatime inanmayan, ona kavuşamaz" buyruldu. Peygamberimiz en büyük şefâatçıdır; bütün inananlara şefâat edecektir. Günâhı olmıyanlara da, Cennet'te derecelerinin artması için şefâat edecektir. (İmâm-ı Rabbânî)

ŞEFKAT:
Acımak, merhamet etmek.
Büyüklerine hürmet, küçüklerine şefkat etmeyen bizden değildir. (Hadîs-i şerîf-Mişkât)
Allahü teâlânın emirlerini büyük bilmek, yarattıklarına şefkat lâzımdır. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)
Herkese şefkat ve merhamet et. Kimseyi hakîr (aşağı, hor) görme, kimse ile münâkaşa, mücâdele etme! Kimseden bir şey isteme! Tasavvuf büyüklerine (evliyâya) dil uzatma! Onları inkâr eden felâkete düşer! Mayan fıkıh ve evin mescid olsun. (Abdülhâlık-ı Goncdüvânî)

ŞEHÂDET:
1. Birinin başkasında hakkı bulunduğunu bildirmek için, hâkim karşısında ve iki hasmın yanında, şehâdet ederim diyerek haber vermek.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Onlar yalan yere şehâdet etmezler. (Furkân sûresi: 72)
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: "En büyük günâhları size haber vereyim mi?" "Evet, yâ Resûlallah" dedik. "Allahü teâlâya şirk koşmak, anaya-babaya âsî olmaktır" buyurdu. Sonra doğrulup oturdu ve: "Dikkat ediniz! Yalan sözden ve yalan yere şehâdetten sakınınız" buyurdu ve bu sözü tekrâr eyledi. (Hadîs-i şerîf-Buhârî, Müslim)
Şehâdet, zan ve şek (şüphe) ifâde eden sözlerle olmaz. Bir hâdise hakkında "zannıma" veya "bildiğime göre şöyledir" şeklindeki haberler şehâdet sayılmaz. (İbn-i Âbidîn)
Namaz kılmayanın şehâdeti kabûl olmaz. Çünkü, fâsıktır, açıkça günah işlemektedir. (İbn-i Âbidîn)
2. Şehîdlik, şehîd olmak. (Bkz. Şehîd)
Cemel ve Sıffîn vak'alarını hazırlayan karışıklıkların ortaya çıkması, hazret-i Osman'ın şehâdeti ile başlamıştır. (İmâm-ı Rabbânî)

Şehâdet Kelimesi:
Kelime-i şehâdet, İslâm'ın beş şartından birincisi. "Eşhedü enlâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh" mübârek sözü. (Bkz. Kelime-i Şehâdet)
Şehâdet kelimesini okumanın yüz otuz kadar fâidesi vardır. Bunlardan birisi de sırat köprüsünü yıldırım gibi geçmektir. (Kutbüddîn İznikî)

ŞEHÂMET:
İyi işler yapmak, yüksek mertebeler ele geçirmek; zekâ ve akıllılıkla berâber olan cesâret, yiğitlik.
Şecâatten yâni yiğitlik, kahramanlıktan hâsıl olan iyi huylardan biri de şehâmettir. (Ali bin Emrullah)

ŞEHÎD (Eş-Şehîd):
1. Allah yolunda harb ederken, Allahü teâlânın ism-i şerîfini yüceltmeye (İslâmı yaymaya) çalışırken veya düşman saldırdığında vatan, din ve milletini, ırz ve nâmûsunu müdâfâ ederken ölen müslüman.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Allah yolunda şehîd olanlara ölü demeyiniz. Onlar diridirler. Kendilerine her zaman rızk verilir. Onlarda azâb olunmak korkusu yoktur. Nîmetlerden mahrûm kalmak üzüntüsü de yoktur. (Âl-i İmrân sûresi: 170)
Allah yolunda öldürülüp şehîd olanlar, kıyâmet gününde, yaralarının kanı akarak gelirler. Rengi kan ve kokusu misk kokusu gibi olur. Huzûr-i Mevlâ'da haşr oluncaya kadar, bu hâl üzere bulunurlar. (Hadîs-i şerîf-Dürre-tül-Fâhire)
Cennet'te ağlayan bir adam bulunur. Ona niçin ağlıyorsun denir. O şöyle cevap verir: "Ben Allahü teâlâ yolunda öldürüldüm. Şehîdlik o kadar güzel ki, tekrar dünyâya döndürülüp, üç defâ daha şehîd olmayı arzû ediyorum. Fakat daha fazla şehîd olamadığı m için ağlıyorum." (Ka'b-ül Ahbâr)
Şehîdin, kul haklarından başka bütün günâhları affolur. Kul haklarını da, Allahü teâlâ kıyâmette helâllaştıracaktır. Cihâdda ve hac yolunda ve sınır boylarında nöbette ölenlere, kıyâmete kadar bu ibâdetlerin sevâbı devamlı verilir. Bedenleri çürümez. Her biri kıyâmette yetmiş kişiye şefâat eder (İbn-i Âbidîn, Seyfeddîn Fârûkî)
Bütün müslümanlar, kalben ve severek şehidliği arzu etmeye memurdur. Şehîd olmayı istememek münâfıklıktır. (Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî)
2. Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Bütün mahlûkâtın (yaratılmışların) açık ve gizli şeylerini bilen, kıyâmet gününde leh ve aleyhlerinde olan amellere şâhidlik eden.
Evden kaçan çocuk üzerine eş-Şehîd ism-i şerîfi söylenirse, hâli düzelir, hak yola döner.
Ana-baba, isyankâr evlâdının alnından tutar ve Allahü teâlânın eş-Şehîd ism-i şerîfini okursa, o çocuk Allahü teâlânın izniyle itâatkâr olur. (Yûsuf Nebhânî)

Şehîd-i Âhiret:
Bir kimsenin Allah için olan cihâdın hazırlığı esnâsında tâlimlerde veya zulüm ile öldürülmesi veya cihâdda ve eşkıyâ, âsî, yol kesici, gece hırsızla vuruşmada yaralanarak hemen ölmeyip bir namaz vakti çıkıncaya kadar yaşayan veya başka yere götürülü p, orada ölen. Âhiret şehîdi.
Şehîd-i âhiret, dünyâda yıkanır ve kefenlenirler. Boğularak, yanarak, garîb, kimsesiz olarak, duvar, enkaz altında kalarak ölenler, ishalden, tâûndan, sârî (bulaşıcı) hastalıklardan, lohusalıkta, sar'a hastalığında, Cumâ gecesinde ve gününde, din bil gilerini öğrenmekte, öğretmekte ve yaymakta iken ölenler ve âşık olup, aşkını, iffetini, nâmusunu saklarken ölenler, zulüm ve hapis olunup ölenler, Allah rızâsı için müezzinlik yaparken, dîne uygun ticâret yaparken, helâl kazanıp çoluk çocuğuna din bilgisi öğretmek ve ibâdet yapmaları için çalışanlar, ölünce şehîd-i âhiret olurlar. (İbn-i Âbidîn)
Şehîd-i âhiret olan kimselerin cesedi dağılmaz ve çürümez. Cesedlerin çürümesinde iki âmil vardır. Birincisi, toprağın kendisiyle olan cisimleri temasla kendisine benzetmesi, toprağa çevirmesi. İkincisi, vücudda meydana gelen mikropların cesedi yiyer ek yok etmesi. Şehîd-i âhiret olan kimsenin vücûduna, cesedine toprak nüfûz edip, çürütemediği gibi, cesedin yok olmasına sebeb olan mikroplar da cesede musallat olup yiyemezler. Bu sûretle ceset de aslî hâlini muhâfaza eder. Peygamberler kabirlerinde diridirler. Hayatlarında olduğu gibi, bedenleri her türlü değişiklikten korunmuştur. (S. Abdülhakîm-i Arvâsî)

Şehîd-i Dünyâ:
Allah rızâsı için cihâd etmeye, savaşmaya niyet etmeyip, dünyâ kazancı için harb eden kişi. Dünyâ şehîdi.
Şehîd-i dünyâya da şehîd muâmelesi yapılır. Kanlı elbiseleri ile gömülür, yıkanmazlar. Fakat âhirette hakîkî şehîdlere va'd edilen mükâfatlara kavuşamazlar. Çünkü niyetleri bozuktur. (İbn-i Âbidîn)

Şehîd-i Tâm:
Allah yolunda savaşırken öldürülen. Dünyâ ve âhiret şehîdi de denir. Tam şehîd.
Cünüp, hayız olmayan, âkıl ve bâliğ bir müslüman, zulüm ile haksız olarak, vurucu veya kesici vâsıtalarla öldürülünce ve harpte din ve vatan düşmanları ile Allah için cihâd ederken düşman tarafından; sulh zamânında âsîler, yol kesiciler, şehir eşkıyâ ları, gece hırsız tarafından herhangi bir vâsıta ile öldürülünce, hemen ölürlerse, bunlar şehîd-i tâm olurlar. (İbn-i Âbidîn)
Şehîd-i tâm dünyâda yıkanmaz. Kefene sarılmaz. Kefen miktârından fazla olan elbisesi soyulup çamaşırı ile defnedilir. Cenâze namazı Hanefî'de kılınır. Şâfiî mezhebinde kılınmaz. Âhirette de şehîd sevâbına kavuşurlar. (İbn-i Âbidîn)

ŞEHR (Şehir):
Cemâati, en büyük câmiye sığmayan yer veyâ İslâmiyet'in emrini yapabilecek güçte müslüman vâli ve hâkimi bulunan yer.
Bir âlimin ölmesi, bir şehir halkının ölümünden daha büyük ziyândır . (Hadîs-i şerîf-Künûz-ül-Hakâyık)
Cumâ namazının birinci şartı, namazı şehirde kılmaktır. Bugün hükûmetin tasdik ve kabûl ettiği muhtârı bulunan köyler, büyük şehirlerde bulunan nâhiyelerin herbiri, Cumâ namazı için ayrı birer şehir sayılmaktadır. (İbn-i Âbidîn)
Kâfirlerin eline geçen İslâm şehirlerinde, vâli ve hâkimler İsâmiyet'e uygun iş işliyorlarsa, bu şehirler, Dâr-ül-harb olmaz; Dâr-ül-İslâm sayılır. Böyle şehirlerde, müslümanların seçtiği vâli, hâkim veya bunların veya cemâatin seçeceği imâm, Cumâ n amazını kıldırır. (İbn-i Âbidîn)

ŞEHVET:
Nefsin arzu ve istekleri.
Cehennem şehvet perdesiyle kuşatılmıştır. Oraya şehvetler yapılmakla girilir. Cennet de nefsin hoşlanmadığı ibâdetlerle kuşatılmıştır; buraya da ibâdet meşakkatleriyle girilir. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
Şehvet üç çeşittir: Yeme arzusu, konuşma arzusu, bakma ve görme arzusu. Yemek yeme hâlini, yüce Allah'a îtimâd ve tevekkül ile, dilini doğru söz söylemekle ve gözünü ibretle bakmak sûretiyle muhâfaza et. (Hâtem-i Esam)
Şehvet, şeytanın yularıdır. Bu yuları şeytana kaptıran ona kul olur. (Ebû Bekr Kettânî)
İslâmiyet, şehvetin ve gadabın, kızmanın yok edilmesini değil, her ikisine hâkim olup, dîne uygun kullanılmalarını emretmektedir. (Şerefüddîn Ahmed Münîrî)
Gençlik çağı, nefsin kaynadığı, şehvetlerin oynadığı, insan ve cin şeytanlarının saldırdığı bir zamandır. Böyle bir çağda yapılan az bir amele pekçok sevap verilir. (Ahmed Fârûkî)

ŞEK:
Şüphe, zan.
Îtikâdda şek, yakîni bozar, îmânı yok eder. (İsmâil Hakkı Bursevî)
Cümle âlem bir yere gelse ve bir müslümana Rabbini inkâr et deseler, o kimse inkâr etmez ve kalbine aslâ şek getirmezse işte onun îmânı, îmân-ı hakîkîdir. (Kutbüddîn-i İznikî)

ŞEKÂVET:
Kâfir veya fâsık olma, cehennemlik olma. Seâdetin zıddı.
Şekâvetin alâmeti dörttür: Geçmiş günâhları unutmak; hâlbuki onlar Allahü teâlânın yanında muhâfaza edilmektedir. Geçmiş iyilikleri zikretmek (söylemek) ; hâlbuki kabûl edilip edilmediğini bilmiyor. Dünyâda kendinden üstüne bakmak. Dinde kendinden aşağısına bakmak. Hâlbuki Allahü teâlâ "Ben onu istedim, o ise beni terk etti. Ben de terk ederim" buyurdu. (Hadîs-i şerîf-Münebbihât)
Seâdet ve şekâvet, Allahü teâlânın iki hazînesi gibidir. Birinci hazînenin anahtarı, tâat (Allahü teâlânın beğendiği şeyler) ve ibâdettir. İkinci hazînenin anahtarı, ma'siyet, yâni günâhlardır. (Şerefüddîn Ahmed Münîrî)

ŞEKÛR (Eş-Şekûr):
1. Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kendisi için yapılan az tâate yüksek dereceler ihsân eden, sayılı günlerde yapılan ibâdete, sayısız mükâfât veren.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Îmân ehli, Adn adlı Cennetlere girerler. Orada altın bilezikler ve inci ile süslenecekler. Elbiseleri de ipektir. Ehl-i Cennet, bu nîmetleri görünce derler ki: "Geçim ve âkıbet derdini bizden gideren Allah'a hamd olsun. Gerçekten Rabbimiz Gafûr'dur, Şekûr'dur." (Fâtır sûresi: 33,34)
"Lâ ilâhe illallah" diyenler için, mezârlarında vahşet (yalnızlık) , mahşer meydanında dehşet (korku) yoktur. Sûr'un üflenmesi ânında başlarından toprakları nasıl silkerek kalktıklarını sanki görür gibiyim. Hüznü bizden gideren Allah'a hamdederiz. Muhakkak ki bizim Rabbimiz gafûr (pekçok mağfiret edici, bağışlayıcı) ve şekûrdur. (Hadîs-i şerîf, Taberânî)
Eş-Şekûr ism-i şerîfini söyleyenin vücûduna âfiyet gelir, sıhhat ve selâmete kavuşur. Geçimi bollaşır. (Yûsuf Nebhânî)
2. Çok şükreden, kendisine ihsân edilen nîmetlerin kıymetini bilip, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına riâyetle O'nun rızâsını kazanmak için çok gayret gösteren.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Şüphesiz ki bunda (Sebe' halkının hikâyesinde; günahları, nefislerinin arzû ve isteklerini yapmamaya, şehvetlerine uymamaya, ibâdet ve tâatları yapmanın meşakkatine, belâ ve musîbetlere) çok sabreden (bütün hâllerde ve vakitlerde Allahü teâlânın lutf ettiği nîmetlere) , şekûr olan herkes için, elbette ibretler vardır. (Sebe' sûresi: 19)
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem ayakları şişinceye kadar namaz kılardı. Eshâb-ı kirâm, "Yâ Resûlallah! Allahü teâlâ senin gelmiş geçmiş bütün günâhlarını affetmiştir" dediklerinde; "Şekûr bir kul olmayayım mı?" buyurdu. (Müslim)

ŞEMÂİL-İ ŞERÎFE:
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin mübârek ahlâk ve âdetleri.
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin şemâil-i şerîfelerini Eshâb-ı kirâmdan Ebû Saîd-i Hudrî şöyle anlatmıştır: "Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, hayvana ot verirdi. Deveyi bağlardı. Evini süpürürdü. Koyunun sütünü sağardı. Ayakkabısının s öküğünü dikerdi. Çamaşırını yamardı. Hizmetçisi ile birlikte yerdi. Hizmetçisi el değirmeni çekerken yorulunca, ona yardım ederdi. Pazardan satın aldığı şeyleri torba içinde eve getirirdi. Fakirle, zenginle, büyükle, küçükle karşılaşınca, önce selâm verirdi. Bunlarla müsâfeha etmek için, mübârek elini önce uzatırdı. Köleyi, efendiyi, beyi, siyahı ve beyazı bir tutardı. Her kim olursa olsun, çağrılan yere giderdi. Önüne konulan şeyi; az olsa da, hafif, aşağı görmezdi. Akşamdan sabaha ve sabahtan akşama yemek bırakmazdı. Güzel huylu idi. İyilik etmesini severdi. Herkesle iyi geçinirdi. Güler yüzlü, tatlı sözlü idi. Söylerken gülmezdi. Üzüntülü görünürdü. Fakat, çatık kaşlı değildi. Aşağı gönüllü idi. Fakat, alçak tabîatli değildi. Heybetli id i. Yâni saygı ve korku hâsıl ederdi. Fakat kaba değildi. Nâzik idi. Cömerd idi. Fakat isrâf etmez, faydasız yere bir şey vermezdi. Herkese acırdı. Mübârek başı hep önüne eğikti. Kimseden bir şey beklemezdi. Saâdet, huzûr isteyen O'nun gibi olmalıdır." (İmâm-ı Gazâlî)

ŞEMÂTET:
Başkasına gelen belâya, zarâra sevinmek.
Din kardeşinize şemâtet etmeyiniz. Şemâtet ederseniz, Allahü teâlâ belâyı ondan alır, size verir. (Hadîs-i şerif-Berîka)
Zâlimin zulmünden, şerrinden kurtulmak için, onun ölümüne sevinmek şemâtet olmaz. (Muhammed Hâdimî)
Düşmanın başına gelen ölümden başka belâlara sevinmek şemâtet olur. Hele belâların gelmesine kendisinin sebeb olduğunu düşünerek sevinmek, meselâ duâsının kabûl olduğuna sevinmek daha fenâdır. (Mekhûl eş-Şâmî)

ŞEMS SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin doksan birinci sûresi.
Şems sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). On beş âyet-i kerîmedir. Birinci âyette geçen ve güneş mânâsına gelen şems kelimesi sûreye isim olmuştur. Sûrede; Allahü teâlânın insan nefsine iyilik ve kötülük işleme kâbiliyeti verdiği, bu yüzden de kötülükl erden arınan nefsin kurtuluşa ereceği, kötülüklerle kirlenen nefsin ise, zarâra, ziyâna uğrayacağı ve Sâlih aleyhisselâmın kıssası bildirilmektedir. (İbn-i Abbâs, Râzî, Taberî)
Allahü teâlâ Şems sûresinde meâlen buyuruyor ki:
Nefsini tezkiye eden (kötülüklerden arındıran) kurtuldu. Nefsini günâhta, cehâlette, dalâlette bırakan ziyân etti. (Âyet: 9)
Kim Şems sûresini okursa, güneşin ve ayın üzerine doğduğu her şeyi sadaka vermiş gibi sevâb verilir. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)

ŞEMSÎ SENE:
Güneş senesi. Yer küresinin güneş etrâfında bir devir yaptığı (bir kere döndüğü) sene. 365.242 vasatî güneş günü.
Başlangıç zamânına göre Mîlâdî ve Hicrî olmak üzere, iki türlü sene kullanılmaktadır. Mîlâdî sene, Îsâ aleyhisselâmın doğum günü zannedilen zamandan başlar ise de, Fransa kralı dokuzuncu Şarl, 1563 senesinde, yılbaşının Ocak'tan başlamasını emretmişt ir. Hicrî sene, Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellemin Medîne'ye hicret ettiği seneden başlamaktadır. Hicrî şemsî senenin başlangıcı ise Resûlullah efendimizin Medîne'ye girdiği Eylül ayının yirminci Pazartesi günüdür. (M. Sıddîk Gümüş)
Muharrem ayının birinci gecesi, müslümanların kamerî yılbaşı gecesidir. Müslümanların şemsî yılbaşı gecesi ise, efrencî Eylül ayının yirminci gecesidir. (M. Sıddîk Gümüş)

gülgüzeli 01-02-2008 07:06 PM

Cevap : =>İslami Sözlük
 
SAHÂBE:
Peygamber efendimizi sallallahü aleyhi ve sellem sağlığında bir an gören, eğer âmâ ise (gözü görmüyorsa), bir an konuşan, îmân etmiş büyük-küçük mü'minlerin birkaç tânesine veya daha fazlasına verilen isim. Sâhib kelimesinin çokluk şeklidir. Hürmet v e saygı için, "Resûlullah'ın kıymetli ve mübârek arkadaşları" mânâsına Sahâbe-i kirâm denir. Ayrıca onların ismi anıldığında; "Allahü teâlâ onlardan râzı olsun" mânâsına radıyallahü anhüm ecmaîn söylenir. (Bkz. Eshâb)
Bütün din büyükleri buyuruyor ki: "Sahâbe-i kirâm aleyhimürrıdvân, peygamberlerden aleyhimüssalevâtü vetteslîmât sonra insanların en efdali, en üstünüdür." Resûlullah'ı sallallahü aleyhi ve sellem bir kerre gören bir müslüman, görmiyenlerin hepsinden , hattâ Veysel Karânî'den kat kat daha yüksektir. Eshâb-ı kirâm aleyhimürrıdvân, Şam'a girince, bunları gören hıristiyanlar, hâllerine hayran kalıp; "Bunlar, Îsâ aleyhisselâmın havârîlerinden daha yüksektir" dediler. Bu dînin en büyük âlimlerinden olan Abdullah ibni Mübârek (r.aleyh), buyuruyor ki: "Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem yanında giderken hazret-i Muâviye'nin (r.anh) bindiği atın burnuna giren toz, Ömer bin Abdülazîz'den bin defâ daha üstündür." (İmâm-ı Rabbânî)
Sahâbe-i kirâmın aleyhimürrıdvân üstünlüklerini bildiren âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfler pekçoktur. (İmâm-ı Rabbânî)

SAHÂBÎ:
Peygamber efendimizi sağlığında ve peygamber iken bir ân gören, eğer âmâ (gözü görmüyor) ise bir ân konuşan büyük ve küçük müslümanlardan bir tânesine verilen isim.
Sahâbîleri aleyhimürrıdvân sevmek, onlara bağlı olmak, insanlar içinden seçilmiş, beğenilmiş, süzülüp ayrılmış olan bu çok kıymetli tabakanın hayat tarzlarına imrenip onlar gibi olmaya özenmek, Allahü teâlânın en büyük nîmetidir. Hadîs-i şerîfte; "Kişi sevdiği ile berâberdir" buyrulduğundan onları sevenler, onlar iledir. Cennet'te onların yakınlarında olanlar ile berâberdirler. (İmâm-ı Rabbânî)

SÂHİB-İ HAYRÂT:
Hayırlar sâhibi.
"İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olandır" hadîs-i şerîfini kendilerine düstûr edinen Osmanlı sultanları, sâhib-i hayrât olarak yaptıkları sayısız vakıflarıyla İslâm âlemini ihyâ etmişlerdir. (Osmanlı Târihi Ansiklopedisi)

SÂHİB-İ TERTÎB:
Tertîb sâhibi. Üzerinde kazâya kalmış namaz borcu bulunmayan veya kazâya kalmış namazların toplamı beş vakti geçmemiş bulunan ve namazda sırayı gözetmesi gereken kimse.
Sâhib-i tertîbin bir günlük beş vakit farzı ve vitir namazını kılarken ve kazâ ederken tertibi (namaz sırasını) gözetmesi farzdır. (Halebî)
Sâhib-i tertîb olan, bir farz namazını özürsüz yere vaktinde kılmazsa, bu namazı gelen ilk vaktin namazından önce kazâ etmesi lâzımdır. (Alâüddîn Haskefî)
Kaçırılan namazlar altı veya daha çok vakte ulaşırsa, kaçırılan namaz ile vakit namazının her ikisini de kılamayacak şekilde vakit dar olursa; bu durumda önce vakit namazı kılınır, sonra kaçırılmış namaz kazâ edilir. Kazâya kalmış olan namaz unutular ak bir sonraki vakit namazının kılınmasıyla sâhib-i tertîblik vasfı (özelliği) kalkar. (M. Zihni Efendi)
Sâhib-i tertîb önce kılmadığı namazı namaz içinde hatırlarsa, namazı bozulur. Kılmadığı namazı önce kazâ eder sonra vaktin namazını edâ eder. (İbn-i Âbidîn)
Beşten fazla kazâları olan bunları kazâ ede ede azalarak altıdan aşağıya inince, sâhib-i tertiblik vasfı tekrar geri gelmez. Bunlar, sırasız da kılınabilir. (M. Zihnî Efendi)

SAHÎFE:
Peygamberimizden sallallahü aleyhi ve sellem önce gelen peygamberlere gönderilen küçük kitablardan herbiri. Çoğulu suhuftur.
Kur'ân-ı kerîme ve sahîfelere inanmak îmânın şartlarındandır. Kur'ân-ı kerîmde bildirilen yüz dört kitab vardır. Yüzü suhûftur. Bunların, on suhufu Âdem aleyhisselâma, elli suhufu Şit aleyhisselâma, otuz suhufu İdris aleyhisselâma, on suhufu İbrâhim aleyhisselâma inmiştir. Yüz kitabdan dördü büyük kitabdır. Tevrât Mûsâ aleyhisselâma, Zebûr Dâvûd aleyhisselâma, İncîl Îsâ aleyhisselâma, Kur'ân-ı kerîm bizim peygamberimiz Muhammed aleyhisselâma nâzil olmuştur (inmiştir). Bunların hepsi Cebrâil aleyhisselâm denilen vahy meleği vâsıtasıyla nâzil olmuştur, inmiştir. (Ahmed Cevdet Paşa)

SAHÎH:
Şartlarına uygun olan iş veya ibâdet.
Bir amelin, ibâdetin sahîh olması başkadır, kabûl olması başkadır. İbâdetlerin sahîh olmaları için, kendilerine mahsûs şartları, farzları vardır. Bunlardan biri noksan olursa, o ibâdet sahîh yapılmış, yerine getirilmiş olmaz. Cezâsından, azâbından ku rtulunamaz. Sahîh olup da kabûl olmayan ibâdet için, azâb yapılmaz ise de, o ibâdetin sevâbına kavuşulamaz. İbâdetin kabûl olması için önce sahîh olması, sonra şu dört şartın bulunması da lâzımdır: İlim, niyet, hulûs yâni ihlâs ve kul hakkına riâyet. İmâm-ı Rabbânî rahmetullahi aleyh şöyle buyurmaktadır: "Bir kimse, peygamberin ameli gibi amel yapsa fakat üzerinde yarım dank (yâni çok az) kul borcu olsa, bunu ödemedikçe, Cennet'e giremez." (Abdülhakîm Arvâsî)

Sahîh Bey':
Aslı ve sıfatı dîne uygun olan satış. Mûteber olması için bütün şartlarını taşıyan alış-veriş. (Bkz. Bey')
Sahîh bey'in meydana gelmesi için alıcı ve satıcının aynı kimse olmaması yâni bir kimsenin hem satıcıya, hem alıcıya vekîl olarak kendi kendisine satış yapmaması, akd yapılması yâni birinin îcâb yâni teklif edip, karşısındakinin onu ayrılmadan önce k abûl etmesi yâni söz kesilmesi, mebîin (malın) ve semenin (bedelin) mal olmaları, mütekavvim (kullanılmasına dînen izin verilen ve kullanılması mümkün) mal olmaları lâzımdır. (İbn-i Âbidîn)
Mal, sözleşme sırasında satanın mülkünde değilse, sonra satarak teslim etse, bu sahîh bey olmaz. Mülkünde olmayıp da sonra teslim edeceği malı satmak için selem satışı yapmalı, yâhut sözleşme yapmayıp semeni (bedeli) emânet almalı, satacağı mal eline geçince, pazarlık ve sözleşme yapmalıdır. (İbn-i Nüceym)

Sahîh Ced:
Ölenin babasının babası veya babasının babasının babası gibi derecesi yakın olsun uzak olsun aralarında kadın bulunmayan dede. Yâni araya kadın girmeyen büyük baba. (Bkz. Ferâiz)
Sahîh ced, ya ölenin babası ile bulunur veya bulunmaz. Bulunması hâlinde babanın varlığı cedd-i sahîhi mîrâstan düşürür. Meyyitin (ölünün) babası bulunmazsa, sahîh ced baba gibi olur ve babanın hakkı olan hisselerden alır. (M. Mevkûfâtî)

Sahîh Hadîs:
Âdil yâni yalancılıktan uzak, büyük günah işlemeyen ve hadîs ilmini bilen kimselerden işitilen, Resûlullah efendimize kadar, rivâyet edenlerden hiçbiri noksan olmayan ve mütevâtir yâni birçok Sahâbînin Resûl-i ekremden ve başka birçok kimselerin onla rdan naklettikleri hadîsler ve meşhûr, yâni ilk zamanları bir kişi bildirmişken, ikinci asırda şöhret bulan hadîsler. (Bkz. Hadîs)
Dört mezheb imâmının (İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe, İmâm-ı Şâfiî, İmâm-ı Mâlik ve İmâm-ı Hanbelî'nin) her biri, kendi re'yi (görüşü) ile konuşmadığını bildirmiş ve talebelerine; "Sahîh hadîse rastlarsanız, benim sözümü bırakın. Resûlullah'ın hadîsine uyun !" demiştir. Mezheb imâmlarımız bu sözü, kendileri gibi müctehîd olan derin âlimlere söylemişlerdir. Çünkü böyle bir işi ancak onlar anlar ve yapabilir... (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

Sahîh Kan:
Sekiz yaşını bitirip, dokuz yaşına bastıktan birkaç gün veya ay, yâhut seneler sonra, sıhhatli bir kızın veya âdet zamânı son dakikasından îtibâren tam temizlik (on beş gün) geçmiş olan kadının önünden çıkan ve Hanefî mezhebine göre, en az üç gün (ye tmiş iki saat) devâm eden kan; hayız ve aybaşı kanı. (Bkz. Hayz)
Bir kız, sahîh kan ve sahîh temizlik gördükten sonra istimrar ederse (kan devâm ederse), bu kız âdeti belli olan kadın olur. Meselâ beş gün kan görse, sonra kırk gün temiz olsa, istimrâr başından beş gün hayz, sonra kırk gün temiz kabûl dilir. Kan ke silinceye kadar böyle devâm eder. (İbn-i Âbidîn)

Sahîh Kavl:
Fıkıh âlimlerinin bir iş hakkında müctehid âlimlerin kavillerinden (re'y ve ictihâdlarından) hakkında doğrudur veya doğru olan budur dedikleri kavl, hüküm, söz.
Bir müctehidin veya iki ayrı müctehidin bir iş hakkında iki ayrı kavli bulunsa, birine sahîh, diğerine esahh kavil dense, esahh kavl ile fetvâ verilir. (Bkz. Esahh) (İbn-i Âbidîn)

Sahîh Temizlik:
Ergenlik çağına erişmiş bir kızda veya kadında, âdet zamânından sonra başlayan ve içinde hiç kan görülmeyen, öncesi ve sonrası hayız günleri olan on beş veya daha fazla sayıdaki temiz gün.
Âdeti beş gün olan bir kadın, sahîh temizlikten sonra altı gün kan görürse, bu altı gün yeni hayız olur ve yeni âdeti olur. (İbn-i Âbidîn)


Sahîh-i Buhârî:
Kur'ân-ı kerîmden sonra, doğru oldukları, bütün İslâm âlimleri tarafından tasdîk edilmiş olan meşhur altı hadîs kitâbından birincisi.
Sahîh-i Buhârî'de yedi bin iki yüz yetmiş beş hadîs-i şerîf vardır. Bunlar altı yüz bin hadîs arasından seçilmiştir. İmâm-ı Buhârî hazretleri her hadîs-i şerîfi yazacağı zaman gusül abdesti alıp, iki rek'at namaz kılar, istihâre ederdi. Sahîh-i Buhâr î'yi on altı senede yazmıştır. (Ahmed Nâim)
Sahîh-i Buhârî, en kıymetli hadîs-i şerîf kitâbıdır. İslâm âlimleri sözbirliği ile Kur'ân-ı kerîmden sonra en kıymetli kitâb, Sahîh-i Buhârî'dir, buyurmuşlardır. (Seyyid Abdülhakîm)
Sahîh-i Buhârî'deki hadîs-i şerîflerde buyruldu ki:
İçinizde en sevdiğim kimse, huyu en güzel olanınızdır.
Hayâ îmândandır. Îmânı olan Cennet'tedir. Fuhuş kötülüktür. Kötüler Cehennem'dedir.
Kızdığı zaman istediğini yapabilecek bir kimse, kızmazsa, Allahü teâlâ kıyâmet günü onu herkesin arasından çağırır. Cennet'te istediğin Hûrinin yanına git der.

SAHÎHAYN:
Kur'ân-ı kerîmden sonra, doğru oldukları, bütün İslâm âlimleri tarafından tasdîk edilmiş olan altı hadîs kitâbından Sahîh-i Buhârî ile Sahîh-i Müslim'in ikisine birden verilen isim.
Sahîhayn'daki hadîs-i şerîfte şöyle buyrulmaktadır:
Müslüman müslümanın kardeşidir. Birbirlerini incitmezler, üzmezler. Bir kimse, din kardeşinin bir işine yardım etse, Allahü teâlâ da onun işini kolaylaştırır. Bir kimse, bir müslümanın sıkıntısını giderir, onu sevindirirse, kıyâmet gününün en sıkıntı lı zamanlarında, Allahü teâlâ onu sıkıntıdan kurtarır. Bir kimse bir müslümanın ayıbını örterse, Allahü teâlâ kıyâmet günü onun ayıblarını, kabahatlerini örter.

SÂHİR:
Büyü ve sihir yapan. (Bkz. Büyü)
Sihir yapmak büyük günâhlardandır. Sâhir tövbe etmezse muhakkak Cehennem'dedir. (Muhammed Rebhâmî)
Sâhir, sihir ile istediğini elbette yapar, sihir muhakkak te'sir eder diyenin ve inananın îmânı gider. Sihir, Allahü teâlâ takdir etmiş ise, te'sir edebilir, demelidir. (İmâm-ı Rabbânî)

SAHÛR:
Güneşin batmasından imsak vaktine kadar olan zamânın son altıda biri, seher vakti; oruç tutmak için yemeğe kalkılan vakit.
Sahur yemeğini yeyiniz. Çünkü onda bereket vardır. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Bir yudum su ile de olsun sahur yapınız. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Hibbân)
Sahur yemeğinden gündüzün orucu, kaylûleden de gecenin namazı için istifâde edin. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Mâce)
Üç şey vardır ki, bunlar üzerine kul hesâba çekilmez: Sahur yemeği, iftâr yemeği ve din kardeşleriyle birlikte yenilen yemek. (Hadîs-i şerîf-Müslim Şerhi)
Mü'minin sahûrunun hurma ile olması ne güzeldir. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât)
Ramazân-ı şerîfte, iftarı erken yapmak, sahuru geciktirmek sünnettir. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, bu iki sünneti yapmağa çok önem verirdi. İftârda acele etmek ve sahuru geciktirmek, belki insanın aczini, yiyip içmeğe ve dolayısıyla her şe ye muhtâc olduğunu göstermektedir. İbâdet etmek de zâten bu demektir. (İmâm-ı Rabbânî)

SAHV:
Uyanıklık, aklı başında, şuuru yerinde olma hâli, sekr hâlinin zıddı. Tasavvufta kendini kaybetme hâlinden kurtulup, ayılma hâli. Fenâdan sonraki bekâ hâli.
Sahv hâlinde olan, emirlere uygunsuz davranabilir. Ancak bu davranış, Allahü teâlânın lütf etmesi ve koruması ile yalnız müstehabları yapmamak olup, bundan ileriye gitmez. (Abdullah-ı Dehlevî)
Sahv hâlinde olanlarda sekr (kendinden geçme hâli) hiç bulunmaz sanmamalıdır. Sahv hâlinde biraz sekr bulunması, yemeğe lezzet vermek için tuz karıştırmağa benzer. Tuzsuz taam (yemek) tadsız olur. (İmâm-ı Rabbânî)

SÂÎ:
Emvâl-i zâhirenin zekâtını toplayan me'mûr; sâime (senenin ekserisini çayırda otlayan) hayvanların ve toprak mahsûllerinin zekâtlarını toplamakla vazîfeli kimse, zekât me'muru.
Dört çeşit zekât malından ikisine yâni zekât hayvanları ile topraktan elde edilen mallara (Emvâl-i zâhire) denir. Bunların zekâtlarını sâî toplar. Hükûmet, bu toplanan malları (ve âşir) denilen me'murların yolcu tüccarlardan aldıkları zekâtı beyt-ül- mâl denilen devlet hazînesinde saklayıp, yedi sınıftan herbirine sarf eder. (İbn-i Âbidîn)

SA'ÎD:
Allahü teâlânın, kendisinden râzı olduğu kimse. Cennetlik.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Sa'îd olanlara gelince, onlar Cennet'tedirler. (Hûd sûresi: 108)
Şakîler dünyâya sarılır, sa'îdler, bâkî olana (ebedî, sonsuz olan âhirete) sarılır. (Abdülhakîm Arvâsî)
Bir kimsenin sa'îd olmasının nişânı (alâmeti) şudur ki, Hak teâlâ hazretlerinin kazâ ve kaderine râzı olur. Şakî olmasının nişânı da şudur ki, kazâ ve kadere râzı olmayıp, bağırır, çağırır, çok ağlar, sızlar. (Süleymân bin Cezâ)

SÂİL:
İsteyen, yoksul, dilenci.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Sâile gelince (onu) azarlayıp koğma. (Duhâ sûresi: 10)

SÂİME:
Senenin yarısından fazla, meralarda, kırlarda sırf sütleri alınmak veya üreme ve beslenmeleri için otlatılan (koyun, keçi, sığır, manda, at ve deve cinsinden olan), ehlî hayvanlar.
Sâime hayvan sayısı nisâb miktârı olduktan (zekât sınırına ulaştıktan) bir yıl sonra zekâtı verilir. Yük taşımak ve binmek için olursa, sâime denilmez ve zekâtı lâzım olmaz. (İbn-i Hümâm)
Deve, sığır gibi başka cinsten sâime hayvanlar birbirlerine ve diğer ticâret eşyâsına eklenmezler. (M. Mevkûfâtî)
Sâime hayvanlarda; koyunlardan kırk koyunda bir koyun, sığır ve mandalardan otuz sığırdan kırk sığıra kadar, iki yaşına girmiş erkek veya dişi bir buzağı, develerde nisâb (zenginlik ölçüsü) beş olup, birer yaşlarını bitirmiş beş deve için bir koyun z ekât verilir. (Burhâneddîn-i Mergınânî)

SAKAL-I ŞERÎF:
Peygamber efendimizin mübârek sakal-ı şerîfi. (Bkz. Lihye-i Şerîf)
Peygamber efendimizin mübârek saçları ve sakal-ı şerîfinin kılı çok kıvırcık ve çok düz değil, yaratılışta ondüle idi. Mübârek saçları uzundu. Önceleri kâkül bırakırdı, sonradan ikiye ayırır oldu. Mübârek saçlarını bâzan uzatır, bâzan da keser, kısal tırdı. Saç ve sakal-ı şerîfini boyamazdı. Vefât ettiği zamanda, saç ve sakalında ak kıl, yirmiden az idi. Mübârek bıyığını kırkardı. Bıyıklarının uzunluğu ve şekli mübârek kaşları kadar idi. Emrinde husûsî berberleri vardı. (İmâm-ı Kastalânî)


SAKALÂN (Sakaleyn):
1. İnsanlar ve cinler.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:
Ey sakalân! Yakında (kıyâmet günü) sizi hesâba çekeceğiz. (Rahmân sûresi: 31)
Sakalân, yeryüzünde bulunan diğer mahlûkâta nazaran yüklendikleri emir ve yasaklar îtibâriyle daha büyük bir varlığa sâhib oldukları için bu adı almışlardır. Yâhut bunlar, yeryüzünde ölüleri ve dirileriyle bir ağırlık vermekte oldukları için kendiler ine sakalân denilmiştir. (Ahmed Sâvî-Senâullah Dehlevî)
2. Kıymetlerini bildirmek için, Kur'ân-ı kerîm ve Ehl-i beyte (yâni Peygamber efendimizin akrabâlarına) verilen isim.
Ben size sakalânı bırakıyorum: Kitâbullah (Kur'ân-ı kerîm) ve Ehl-i beytim (akrabâlarım) . (Hadîs-i şerîf-Tefsîr-i Mazharî)

SAKÎM AKIL:
Hasta, ileriyi göremeyen akıl. (Bkz. Akıl)
Sakîm akıllılar yaptıklarından hep pişmân olurlar. Niye yaptım diye dövünürler. Böyle bir akla nasıl güvenilir. Bunların aklı dinde senet olmaz. (Seyyid Abdülhakîm)

SALÂ:
Minârelerde Cumâ ve cenâze namazı için okunan salât u selâm.
Salâ okunması asr-ı seâdette olmayıp, sonradan dîne sokulan bir bid'attır. Okunması mûteber kaynak kitablarda yazılı değildir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

SALÂBET-İDÎNİYYE:
Din sağlamlığı, din gayreti, din kuvveti.
Salâbet-i dîniyyesi olanların, malları ile, canları ve sözleri ile ve kalemleri ile, Allah rızâsı için cihâd etmeleri (İslâm dîni uğrunda düşmanla savaşmaları) lâzım olduğu, " Allah yolunda cihâd edenler, kötülenmekten korkmazlar" (Mâide sûresi: 54) âyet-i kerîmesinde bildirilmektedir. (Muhammed Hâdimî-Berîka)
Müdâhenenin, yâni kudreti olduğu, gücü yettiği hâlde, haram işleyene mânî olmamanın zıddı, karşılığı; gayret ve salâbet-i dîniyyedir. (Muhammed Hâdimî)
Türkler zekîdirler ve kendilerini müsbet (olumlu) yolda sevk ve idâre edecek devlet adamlarına sâhib oldukları müddetçe de çalışkandırlar. Gâyet kanâatkârdırlar (elde olana râzı olurlar). Onların bütün meziyyetleri (üstünlükleri), hattâ kahramanlık d uyguları da, an'anelerine (örf-âdet ve kültürlerine) olan bağlılıklarından, salâbet-i dîniyyelerinden ileri gelmektedir... (Patrik Gregoryus'un, Rus çarı Aleksandr'a yazdığı mektubdan bir parça)

SALÂH:
Sâlih olmak, iyilik, dürüstlük; iyi huylarla süslenme, dînine bağlı olma.
İlim, din ve salâh sâhibi bir kızı, fâsıkın yâni günah işleyenin nikâh etmesi câiz (uygun) olmaz. Çünkü, zevc ile zevcenin küfv (denk) olmaları lâzımdır. (Süleymân bin Cezâ)
Babanın malını oğulları arasında pay ederken, reşîd (malını isrâf etmiyen) ve sâlih iyi veya ilim tahsîlinde olan çocuklarına daha çok vermesi câizdir. Salâhları müsâvî (eşit) ise, müsâvî dağıtmalıdır. (Fetâvâ-i Hindiyye)

SALÂT:
1. Allahü teâlâdan rahmet, meleklerden istiğfâr, mü'minlerden duâ.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Allahü teâlâ ve melekleri Peygambere (Muhammed aleyhisselâma) salât ederler. Ey mü'minler! Siz de O'na salât ediniz. (Allahü teâlânın Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellemi salâtının O'nu melekler arasında senâ etmesi, övmesi demek olduğu d a rivâyet edilmiştir.) (Ahzâb sûresi: 56)
2. İslâm'ın beş esâsından (temelinden) birisi olan namaz.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
(Resûlüm) sana vahyolunan Kur'ân-ı kerîmi oku. Salâtı, şartlarını yerine getirerek kıl. Çünkü salât, insanı dînin ve aklın kötü gördüğü şeylerden men eder, alıkor. (Ankebût sûresi: 45)
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem; "Birinin evi önünde nehir olsa, hergün beş kerre bu nehirde yıkansa, üzerinde kir kalır mı?" diye sordu. Yanında bulunanlar; hayır, yâ Resûlallah! dediler. "İşte, beş vakit salâtı kılanların da, böyle küçük günâhları afv olunur" buyurdu. (Hadîs-i şerîf-Buhârî, Müslim)
Salâtı kılmayanlar, kıyâmet günü, Allahü teâlâyı kızgın olarak bulacaklardır. (Hadîs-i şerîf-Riyâd-un-Nâsihîn)
Salât, dînin direğidir. (Hadîs-i şerîf-Riyâd-un-Nâsihîn)
İslâm âlimleri buyuruyor ki: Beş şeyi yapmıyan, beş şeyden mahrûm olur: Malının zekâtını vermeyen, malının hayrını görmez. Uşrunu vermeyenin, tarlasında, kazancında bereket kalmaz. Sadaka vermeyenin, vücûdunda sıhhat kalmaz. Duâ etmeyen, arzûsuna kav uşamaz. Salât vakti gelince, kılmak istemeyen, son nefeste Kelime-i şehâdet getiremez. (Gaznevî)
3. Peygamber efendimizin ism-i şerîfleri anıldığında, işitildiğinde veya yazıldığında söylenen ve yazılan "sallallahü aleyhi ve sellem". sözü ve benzerleri. Çoğulu salevâttır.
Cumâ günleri bana çok salât okuyunuz! Bunlar bana bildirilir. (Hadîs-i şerîf-Ebû Dâvûd)
Allahü teâlâdan bir şey isteyen kimse, önce Allahü teâlâya hamd ve senâ ettikten sonra,Resûlullah efendimize salât okumalıdır. Böyle bir duâ, kabûle lâyıktır. (Duânın başında ve sonunda olmak üzere) iki salât ile yapılan duâ geri çevrilmez." (İbn-i Cezerî)
Resûlullah'a salevât getirmemiz, hâşâ ki, O'nun için Hak teâlâ katında şefâat değildir. Zîrâ bizim gibiler nerede, o azîz Habîbullah nerede. Lâkin Allahü teâlâ bize ihsân, iyilik edene, mükâfâtta bulunmayı ve mükâfâtında âciz olduğumuza ise iyi duâ e tmemizi emretmiştir. O hâlde, üzerimizde hadsiz, hesabsız hakkı olan Resûl ve Habîbine, başka bir şeyle mükâfattan aczimizi bildiğinden, salâtla karşılık vermeyi bildirip emr etti. (İbn-i Abdüsselâm)
Bâzı âlimler diyor ki: Salâtla emr olunmanın bir faydası da, salevâtın fazîleti hakkındaki hadîs-i şerîfler içinde bildirilen dünyâ ve âhiret iyiliklerinin salât okuyanda da hâsıl olmasıdır. (Nişâncızâde)

Salât u Selâm:
Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem ism-i şerîfleri anılınca, işitilince veya yazılınca söylenen veya yazılan hayır duâlardan ibâret olan sözler yâni sallallahü aleyhi ve sellem, Allahümme salli ve sellim alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âli seyyidinâ Muhammed, Essalâtü ves-selâmü aleyke yâ Resûlallah mübârek sözleri ve benzerleri.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Ey mü'minler! O'na (peygambere) salât ve selâm edin. (Ahzâb sûresi: 56)
Kim bir kitabda bana salât u selâm getirirse (yazarsa) benim ismim o kitabda bulunduğu müddetçe, melekler, onun için istiğfâr ederler (Allahü teâlâya onun günâhını bağışlaması için yalvarırlar) . (Hadîs-i şerîf-Mir'ât-ı Kâinât)
Cimrilik sâdece malı tutmak, onu hayır yerlere sarfetmemek değildir. İbâdetlerini yapmayan kimse, nefsine cimrilik ettiği gibi, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin ism-i şerîflerini duyduğu hâlde salât u selâm okumayan, müslüman kardeş ine rastlayıp selâm vermeyen kimse de cimrilik etmiş olur. (Yûsuf Sinânüddîn)

SALÎB:
Hıristiyanlık dîninin sembolü kabûl edilen birbirini dik kesen iki doğrunun meydana getirdiği şekil, haç, istavroz. (Bkz. Haç)
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Bu bir de inkârlarından, Meryem'e büyük iftirâda bulunmalarından, Allah'ın Resûlü Meryem oğlu Îsâ'yı öldürmelerinden ötürüdür. Yoksa onu öldürmediler, salîbe germediler. Fakat onlara öyle göründü. Bu husustaki bilgileri ancak zandan ibârettir. Onu asmadılar, onu öldürmediler. Bilakis Allah onu katına yükseltti. Allah azîzdir, hakîmdir (hikmet sâhibidir) . (Nisâ sûresi: 156-158)
Canlı resmi; namaz kılanın başında, önünde, sağ ve sol hizâsında duvara çizilmiş veya beze kağıda yapılarak asılmış veya konmuş ise namaz kılmak mekrûhtur. Canlı şeklinde olmasa dahi salîb resmi de canlı gibidir. Çünkü hıristiyanlara benzemek oluyor. Onlara benzemek niyeti olmasa dahi, onların yaptığı kötü şeyleri ve kötü olmayanları da onlara benzemek niyeti ile yapmak mekrûhtur. (İbn-i Âbidîn)

SÂLİH:
İyi insan. Dünyâya kıymet vermeyen, îtikâdı doğru olup, Allahü teâlânın rızâsını, sevgisini kazanmak için çalışan müslüman.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Sizden biriniz ölüm (alâmetleri) gelip de: "Ey Rabbim! Beni yakın bir zamâna kadar geciktirsen de, sadaka versem ve sâlihlerden olsam" demeden önce, size rızık olarak verdiğimiz şeylerden (Allah yolunda) harcayın. (Münafikûn sûresi: 10)
Sâlih kullarım için, Cennet'te, hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği, hiçbir insanın gönlünden geçirmediği bir takım nîmetler hazırladım. (Hadîs-i kudsî-Et-Tergîb vet-Terhîb)
Ümmetimin sâlihlerinin Cennet'e girmeleri, namaz ve oruçları sebebiyle değil, cömertlik, müslümanlara karşı kalblerinde kötülük beslememeleri ve müslümanlara nasîhatleri sâyesindedir. (Hadîs-i şerîf-Dâre Kutnî)
Sâlihlerle sohbette berâber olunuz. Onlar, dünyâ hazîneleridir. Onlarla berâber olmak, ebedî seâdetin anahtarıdır. ( Câfer-i Huldî)
Kim cennetliklerden olmayı isterse, sâlih kimselerle berâber olsun. ( Hâris el-Muhâsibî)
Sâlihlerin hizmetinde bulunan kimse yükselir. Allahü teâlânın kendisini sâlihlere hürmet etmekten mahrum ettiği kimse, insanlardan gelen sıkıntılara mübtelâ olur. (Ebû Midyen Mağribî)
Allah'ım! Arzularımızın düşüklüğünden, kötülüğünden, amellerimizin noksanlığından, ecelimizin yaklaşmasından, sâlih kullarının aramızdan ayrılmasından sana sığınırız. (Abdullah bin Gâlib)

Sâlih Amel:
Allahü teâlânın beğendiği iş. (Bkz. Amel-i Sâlih)
İnsanoğlunun, yaptığı sâlih amelleri gözünde büyüterek bir hayli ibâdet yaptığını, ibâdet ve tâat husûsunda durumunun iyi olduğunu düşünerek, günahlarını unutmaktan sakınması gerekir. Çünkü bunda, amellerin onu şımartması ve işlediği günahların azâbı ndan emin olması vardır. Böyle bir durum ise tehlikelidir. (Ahmed bin Âsım Antâkî)

SÂLİH ALEYHİSSELÂM:
Semûd kavmine gönderilen peygamber. Nûh aleyhisselâmın oğullarından Sâm'ın neslindendir. Hazret-i Âdem'in on dokuzuncu kuşaktan torunudur.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki: Biz Semûd kavmine kardeşleri Sâlih'i peygamber olarak gönderdik... (Hûd sûresi: 61)
Semûd kavmi, gönderilmiş olan peygamberlerini (Sâlih aleyhisselâmı) yalanladılar. Onların (nesebde soyda) kardeşleri olan Sâlih aleyhisselâm onlara dedi ki: "Allahü teâlâdan korkmaz mısınız ki, O'na şirk (ortak) koşarsınız. Ben, Allahü teâlâdan size gönderilen emin bir peygamberim. Şimdi Allahü teâlâdan korkun. Size bildirdiğim, O'nun emir ve yasaklarında bana itâat edin. Bunun için sizden ücret istemem. Bilin ki, benim ücretim ancak âlemlerin Rabbi Allahü teâlânın üzerinedir." (Şuarâ sûresi: 141-145)
Sâlih (aleyhisselâm) ve onunla olan mü'minlere necât (kurtuluş) verdik. Onlar küfür ve günâhtan sakınırlardı. (Neml sûresi: 53)
Hûd aleyhisselâmın peygamber olarak gönderildiği Âd kavmi helâk olduktan sonra, felâketten kurtulanlardan olan Semûd, berâberindekilerle birlikte Şam ile Hicâz arasındaki Hicr denilen yere giderek yerleştiler. Semûd'un torunları tekrar Âd kavminin he lâk edildiği yerlere gittiler. Dağlardaki kayaları oyup evler yaptılar. Allahü teâlâ onlara çok mal verdi. Zamanla daha da çoğalarak bağlar, bahçeler ve köşkler yaptılar. Her türlü nîmetler içinde bulunup azgınlığa, taşkınlığa saptılar. Taşlardan yaptıkları putlara taptılar. Allahü teâlâ, küfür ve azgınlık içinde bulunan Semûd kavmine Sâlih aleyhisselâmı peygamber olarak gönderdi. Sâlih aleyhisselâm onları putlara tapmaktan ve azgınlıklardan sakındırdı. Allahü teâlâya îmân ve ibâdete dâvet etti. Nûh aleyhisselâmın dînini tebliğ etti. Sâlih aleyhisselâma az sayıda kimse tâbi olup, diğerleri yalanlayıp karşı çıktılar. Semûd kavmi, Sâlih aleyhisselâmı, büyülenmiş yalancı ve büyüklenen diye ithâm etmelerine rağmen Sâlih aleyhisselâm yılmadan, t atlı bir dille kavmini îmâna dâvete devâm etti. İnanmadıkları takdirde, şiddetli azâbla korkuttu. Fakat Semûdlular onun dâvetini kabûl etmediler. Allahü teâlâ, Semûd kavminin küfür ve taşkınlığı sebebiyle kadınlarını kısır bıraktı. Ağaçlar kuruyup meyve vermedi. Hayvanlar yavrulamaz oldu.
Bu durum karşısında Semûd kavmi Sâlih aleyhisselâma karşı hakâret etmeye başladılar. Ölümle tehdîd ettiler. Eğer hakîkaten peygamber isen mûcize göster dediler. Mûcize gösterdiği takdirde inanacaklarını söylediler. Kayadan bir deve meydana gelmesini istediler. Deve olmasını istedikleri kaya büyüyüp gebe bir deve şekline döndü. Deve yavruladı. Bu mûcize üzerine bâzı Semûdlular îmân ettiler. Devenin memesinden akan sütten Semûdlular bütün kaplarını doldurdular. Daha sonra Semûdlular deveyi öldürdü ler. Sâlih aleyhisselâma karşı düşmanca tavır takındılar. Eğer hakîkaten peygamber isen bize vâd ettiğin azâbı getir dediler. Bir takım acâib hâller görmeye başladılar. Devenin bastığı yerden kan fışkırdığını, ağaçların yapraklarının kızardığını, kuyularındaki suyun kan kırmızısı, yüzlerinin de sapsarı olduğunu görüp birbirine haber verdiler. Allahü teâlâ Sâlih aleyhisselâma vahy edip, kendisine inananlarla o beldeyi terk etmelerini ve kısa zamanda şiddetli azâbın geleceğini bildirdi.
Sâlih aleyhisselâm kendisine inanan 4000 kişi ile birlikte o beldeyi terk ettiler. Semûdluların yüzleri kana boyanmış gibi kırmızı oldu. Daha sonra simsiyah oldu. Allahü teâlâ Cebrâil aleyhisselâma Semûdluları bir sayha (korkunç gürültü) ile helâk et mesini emir buyurdu. Bir sabah vakti azâb sayhası Semûd kavmini yakalayıverdi. Cebrâil aleyhisselâmın sayhası onları muhkem (sağlam) binâlarda helâk etti. Sayhanın şiddetinden hepsinin ödleri patlayarak helâk oldular.
Sâlih aleyhisselâm, kavminin helâk olmasından sonra kendisine îmân edenlerle birlikte Mekke veya Şam taraflarına gitti. Remle'de yerleşti. Mekke-i mükerremede vefât edip Kâbe-i muazzama yanında defnedildi. (İbn-ül-Esîr, Râzî, Taberî, Nişâncızâde)

SÂLİK:
Tasavvuf yolcusu.
Şunu iyi bilmelidir ki, maksada kavuşmak için çalışan sâlikin hep şerîate, İslâmiyete uyması şarttır. Tasavvuf yolunda en önemli vazîfe olan zikr-i ilâhî (Allahü teâlâyı anmak) şerîatin emirlerinden biridir. İslâmiyet'in yasaklarından sakınmak da bu yolda lâzımdır. Farzları yapmak, sâlikin ilerlemesini kolaylaştırır. Tasavvuf yolunu iyi bilen ve sâlike yol gösteren âlim aramağı da dînimiz emretmektedir. (İmâm-ı Rabbânî)
Tasavvuf büyüklerinin rûhlarına Fâtiha ve salevât sevâbı göndererek onları, Allahü teâlâya kavuşmak için vesîle yapmalıdır. Zâhir (sûret) ve bâtın (kalb, ruh) saâdetlerine ancak onların güzel ahlâkına sarılmak ile kavuşulur. Başlangıçta olan sâlikler in kalbleri tasfiye bulmadan (temizlenmeden) önce evliyânın kabirlerinden feyz almaları güçtür. Bunun için Behâeddîn-i Buhârî hazretleri; "İslâm'ın güzel ahlâkına sâhib bir kimse ile olmak, evliyânın kabirleri ile olmaktan daha iyidir" buyurdu. (Mazhar-ı Cân-ı Cânân)

Sâlik-i Meczûb:
Tasavvufta cezbesi yâni hak yola çekilmesi sülûkünden sonra olan sâlik.
Tasavvuf yolunun sâlikleri (yolcuları), ikiye ayrılır: Ya mürîd olurlar yâhut murâd olurlar. Murâd olanlara müjdeler olsun! Cezbe ve muhabbet yolundan, bunları durmadan çekerler. Aradıklarına ulaştırırlar. Lâzım olan her edebi, pir yardımı ile veya a rada pir olmadan, bunlara öğretirler. Yanıldıkları zaman, haber verirler. Ondan dolayı bir şey yapmazlar. Rehbere ihtiyacı olursa; aramadan, uğraşmadan ona kavuştururlar. Kısaca, Allahü teâlânın sonsuz olan ihsânı, onun her zaman imdâdına yetişir. Sebeb yaratarak veya sebebsiz olarak, işini görür. Şûrâ sûresinin on üçüncü âyetinde meâlen; "Allahü teâlâ, dilediğini seçerek kendine kavuşturur" buyuruldu. Tâliblerin, arada vâsıta olmadan kavuşmaları çok güçtür. Cezbe ve sülûk nîmetlerine kavuşmuş, fenâ ve bekâ ile şereflenmiş olan bir vâsıtanın yardımı lâzımdır. Bu vâsıtanın sözleri, ölmüş kalbleri diriltmek için devâdır. Bakışları şifâdır. Taş kesilmiş kalbler, onun muhabbetine kavuşmakla yumuşak olur. Böyle devletli bir rehber ele geçmezse, sâlik-i meczûb da, büyük bir nîmettir. Bu da tâlibleri yetiştirebilir. Onun yardımı ile fenâ ve bekâ nîmetine kavuşurlar. (İmâm-ı Rabbânî)

SALLALLAHÜ ALEYHİ VE SELLEM:
Peygamber efendimizin ism-i şerîfi anıldığı, işitildiği ve yazıldığında söylenen ve yazılan, Allahü teâlâdan, O'nun dünyâda ve âhirette her türlü iyiliğe ve üstünlüğe kavuşmasını istemekten ibâret olan hayır duâ, hürmet, saygı ve bağlılık ifâdesi. Bu na salât u selâm da denir. (Bkz. Salât)
Kim bana bir kere salât ederse (meselâ sallallahü aleyhi ve sellem derse) Allahü teâlâ ona on kere salât (rahmet) eder. Onun on günâhını bağışlar ve derecesini on kat yükseltir. (Hadîs-i şerîf-Mevâhib-i Ledünniye)

SALSÂL:
Pişmemiş kuru çamur... Pişmiş gibi kurumuş çamur.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Andolsun ki, biz insanı hame-i mesnûndan (balçık çamurundan), salsâlden yarattık (Hicr sûresi: 26)
Âdem aleyhisselâm yeryüzünde yaratılan ilk insan ve ilk peygamberdir. Bütün insanların babasıdır. Çeşitli memleketlerden getirilen toprakları melekler su ile çamur yapıp, insan şekline koydu. Mekke ile Tâif arasında kırk yıl yatıp salsâl oldu. Önce M uhammed aleyhisselâmın nûru alnına kondu. Sonra Muharremin onuncu Cumâ günü rûh verildi. (Altıparmak Muhammed Efendi)
Âdem aleyhisselâm salsâl hâlinde iken, melekler bedenini görüp, ondaki uygunluğa, âhenge ve ilâhî san'ata hayran kaldılar. Acabâ, "Allahü teâlâ bundan güzel bir şey halk etti mi?" dediler. (Muhammed Hirevî)

SALVELE:
Allahümme salli alâ Muhammed ve benzeri salât u selâm denilen ve Peygamber efendimize okunan hayır duâ.
Allahü teâlâdan bir şey isteyen kimse, önce Allahü teâlâya hamdele (hamd) ve salvele ile başlamalı, yine bunlarla bitirmeli. Böyle bir duâ kabûle lâyıktır. İki salvele arasında yapılan duâ geri çevrilmez. (İmâm-ı Birgivî, Kâdızâde)

SÂM:
Nûh aleyhisselâmın üç oğlundan büyüğü.
İdrîs aleyhisselâm göğe çıkarıldıktan sonra, insanlar azdı. Doğru yoldan ayrıldı. Putlara yâni heykellere tapmaya başladılar. Cenâb-ı Hak, bunlara Nûh aleyhisselâmı gönderdi. Nûh aleyhisselâm o zaman elli yaşında idi. Nice yıl onları dîne dâvet etti, çağırdı. Yalnız oğulları Sâm, Hâm, Yâfes ile az kimse îmân etti. Çoğu kulak asmadı. Kendi oğlu Yâm yâni Ken'an bile îmân etmedi. Nûh aleyhisselâm ile alay ettiler, ona işkence yaptılar. Nihâyet tûfân oldu. Çok yağmur yağdı. Sular her tarafı kapladı. Altı ay sonra yağmurlar durdu, sular çekildi. Nûh aleyhisselâmın gemisi Irak'taki Cudi dağına oturdu. İnsanlar onun üç oğlundan türedi. Nûh aleyhisselâma bu yüzden ikinci Âdem de denildi. Sâm'dan, Arab, Fars ve Rum; Hâm'dan Hindistan, Habeş ve Afrika halkı; Yâfes'ten de Asyalılar ve Türkler meydana geldi. Bering boğazından Amerika'ya da geçip yerleşenler oldu. (Ahmed Nişâpûrî, Nişancızâde, Kisâî)
Nûh aleyhisselâmdan sonra Arabistan yarımadasında yerleşenlere Arab-ı bâide denir. Âd, Semûd ve Amâlika kavimleri (toplulukları) bunlardandır. Hûd aleyhisselâm Âd, Sâlih aleyhisselâm da Semûd kavmine peygamber olarak gönderilmişlerdir. Hepsi Sâm'ın soyundandır. Keldânîler, Âsurîler, Süryânîler, Finikeliler, İbrâniler de aynı soydandır. (Kisâî, Nişâncızâde)

SAMED (Es-Samed):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Hiçbir kimseye, hiçbir şeye ihtiyâcı olmayan, bütün mahlûkâtın (yaratılmışların) kendisine muhtaç olduğu yüce Allah.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
(Ey Resûlüm!) De ki: O Allah tektir (eşi ortağı yoktur). Allah Samed'dir. (İhlâs sûresi: 1, 2)

SAN'AT:
Ustalıkla, hünerle yapılan iş.
En iyi ticâret bezzâzlıktır, yâni kumaş satmaktır. En iyi san'at, terziliktir. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)
Allahü teâlâ, fende ilerleyen, san'at sâhibi olan kulunu elbette sever. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Adî ve Münâvî)
En üstün helâl kazanma yolu, silâhla ve kalemle cihâddır. İkinci derecede ticâret, üçüncüsü zirâat, dördüncüsü san'attır. (Muhammed Rebhâmî)
Bütün san'atlar, farz-ı kifâyedir. Bunu düşünerek, bir san'ata yapışmak ibâdet etmek olur. Kim olursa olsun her san'atı öğrenmek ve hele harb vâsıtalarını en modern, en ileri şekilde yapmağa çalışmak farzdır. (İmâm-ı Gazâlî)
İnsanoğlunun bir san'atı öğrenmeğe ihtiyâcı vardır. Bunun için de, araştırmak, düşünmek, tedkîk etmek, çalışmak lâzımdır. Fen ve san'at, insanlığa, yaratılış îcâbı lâzımdır. (Ali bin Emrullah)
Bir insanın, her san'atı öğrenmesi mümkün değildir. Her bir san'atı muayyen (belirli) kimseler öğrenir, yapar. Herkes, kendine lâzım olan şeyi, bu san'at sâhibinden alır. Bu san'at sâhibi de, kendine lâzım olan başka bir şeyi, onu yapan diğer san'at sâhibinden alır. Böylece insanlar, birbirlerinin ihtiyâçlarını te'min eder. Bunun için, insan yalnız yaşayamaz. Bir arada yaşamaya mecbûrdurlar. (S. Abdülhakîm Arvâsî)

SANÂYİ' ŞİRKETİ:
İki veya daha fazla san'at sâhibinin başkasından iş kabûl ederek ücretini paylaşmak üzere veya fabrika kurup îmâlât kârını paylaşmak üzere kurdukları şirket, ortaklık. Şirket-i A'mâl.
Sanâyi' şirketinde iş, işçilik eşit, kâr farklı olabilir. Bir şirketin alacağı siparişi, her ortak yapar, her ortak iş kabûl eder ve satış yapar. Her birinin kazancına ve zararına, her ortak, sözleşmedeki oranda ortaktır. (Ali Haydar Efendi)

SANEM:
Put, odundan, altından ve gümüşten yapılan insan heykeli. (Bkz. Put)
Saneme tapınmak ve onun fayda ve zarar vereceğine inanmak şirktir (Allahü teâlâya ortak koşmaktır.) (Tahtâvî)

SAPIK:
Doğru yoldan ayrılan, îtikâdında (îmân bilgilerinde) ve ibâdetleri yapmasında veya yaşayışında Ehl-i sünnet vel-cemâat mezhebinden (Peygamber efendimizin ve Eshâbının yolundan) ayrılan, yanlış yollara sapan kimse.
İlmin azalması, âlimlerin azalmasıyla olur. Câhil din adamları, kendi görüşleri ile fetvâ vererek fitne çıkarırlar. Hem kendileri doğru yoldan saparlar, hem de insanları saptırırlar. (Hadîs-i şerîf-Mişkât)
Müslüman olduğunu söyleyen veya cemâat ile namaz kılarken görülen bir kimsenin müslüman olduğu anlaşılır. Sonra bunun bir sözünde, yazısında veya bir hareketinde Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri îmân bilgilerine uymayan bir şey görülürse, bunun küfür veya sapıklık olduğu kendisine anlatılır. Bundan vazgeçmesi, tövbe etmesi söylenir. Kısa aklı, bozuk düşüncesi ile cevap verir vazgeçmezse, bunun sapık veya mürted (dinden çıkan) olduğu anlaşılır. (Enver Şah Keşmîrî)
Mânâları açık olmayan nassları (âyeti kerîme ve hadîs-i şerîfleri) yanlış te'vîl ederek (yorumlayarak) yanlış inanan kimseler, sapık veya bid'at ehli olur. Bu kimseler, Ehl-i sünnetin doğru yolundan ayrıldığı için, Cehennem'e gidecektir. Bu kimse mân âsı açık olan nasslara inandığı için azabda sonsuz kalmayacak, Cehennem'den çıkarılacak, Cennet'e sokulacaktır. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem ve Eshâbının (arkadaşlarının) yolunda gidenler Cehennem'den kurtulacağı müjdelenen kimselerdir. Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden çıkarılan bilgiler içinde kıymetli, doğru olan, yalnız büyük islâm âlim lerinin, Kitâbdan (Kur'ân-ı kerîmden) ve sünnetten anlayıp bildirdikleri bilgilerdir. Çünkü her bid'at sâhibi, yâni her reformcu ve her sapık kimse, bozuk düşüncelerini kısa aklı ile Kitâbdan çıkardığını söylüyor. Ehl-i sünnet âlimlerini gölgelemeğe kalkışıyor. Demek ki, Kitâbdan ve sünnetten çıkarıldığı bildirilen her sözü, her yazıyı doğru sanmamalı, yaldızlı propagandalarına aldanmamalıdır. (İmâm-ı Rabbânî)

SARF SATIŞI:
Nakd hâlindeki veya işlenmiş altını ve gümüşü birbirleri karşılığında satmaktır.
Sarf satışında satanın ve alanın sözleşmeden sonra, ayrılmadan kabz etmeleri yâni eline veya cebine almaları lâzımdır. (Ali Haydar Efendi)

SARF VE NAHV İLMİ:
Arabî dilbilgisi. Sarf; kelime bilgisi; kelimelerde meydana gelen değişikliklerden ve birbirlerinden türemelerinden bahseden ilim. Nahv; cümle bilgisi; kelimelerin cümle içinde fiil, fâil (özne), mef'ûl (nesne, tümleç) olma gibi durumlarından ve buna göre sonlarının aldıkları i'râbdan (harekelerden) bahseden ilim.

SARIK:
Kavuk, fes, takke gibi başlıkların üzerine sarılan tülbent veya şal. (Bkz. İmâme)
Başa beyaz sarık sarmak müstehâbdır. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem bâzan siyâh sarık da sarar, ucunu iki küreği arasına iki karış uzatırdı. (İbn-i Âbidîn, İbrâhim Hakkı)

SARÎH:
Belli, açık, meydanda olan. Kendisinden kasd edilen mânânın açıkça anlaşıldığı lafız (söz).
Yalnız boşamakta kullanılan seni boşadım, sen bana haramsın gibi sarîh bir lafzı (sözü) şaka olarak veya şaşırarak da söylediği anda, yanında değil ise, mektup veya vekîli ile bildirince, bir talâk (boşama) olur. (İbn-i Âbidîn)
Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde sarîh bildirilmemiş bulunan ahkâmı (hükümleri) ve mes'eleleri, sarîh ve geniş anlatılmış mes'elelere benzeterek meydana çıkarmaya uğraşmaya ictihâd denir. (S. Abdülhakîm-i Arvâsî)
Bir şey anlatıldığı zaman sarîh olarak îzâh edilmelidir. İfâde, karşısındakini suâl sordurmayacak şekilde sarîh olmalıdır. (Taşköprüzâde)

SAVM:
Oruç. Fecrin (tan yerinin) ağarmasının evvelki vaktinden (imsaktan) akşam namazı vakti girinceye kadar, yemeği, içmeği ve cimâ'ı terk etmek. (Bkz. Oruç)

SAVMEA:
Hıristiyanların ibâdet yeri. Kilise, bîa. (Bkz. Kilise)

SA'Y:
1. Hac ve ömre ibâdeti için Mekke-i mükerremeye gelen kimsenin Mescid-i Haram (Kâbe ve avlusu) yakınındaki Safâ ve Merve tepeleri arasında usûlüne göre Safâ'dan başlayarak Merve'ye ve Merve'den Safâ'ya yedi kere gidip gelmesi. Sa'y, dört gidiş ve üç gelişten ibârettir.
Kârin hacı yâni hac ile ömreye birlikte niyet eden, önce ömre için tavâf ve sa'y eder, sonra ihrâmını çıkarmadan ve traş olmadan hac günlerinde hac için, tekrar tavâf ve sa'y yapar. (İbn-i Âbidîn)
Sa'y, hac ve ömrenin vaciplerindendir. ( M. Zihnî Efendi)
Sa'y ederken her bir tepede (Safâ ve Merve'de) Kâbe görününceye kadar tepeye çıkılır. (M. Zihnî Efendi)
Tavâf ve sa'y ederken ezân okunursa, bunlar bırakılıp namazdan sonra tamamlanır. (İbn-i Âbidîn)
2. Çalışmak, iş görmek, gayret etmek.
Cenâb-ı Hak sa'yinizi meşkûr eylesin (karşılığını versin). (Ahmed Fârûkî)

SAYD:
Av hayvanı yâni eti yenen hayvanların etleri için, eti yenmeyenlerin ise (domuz hâriç) deri ve diş gibi yerlerinden faydalanmak veya zararlarından emin olmak için avlanan hayvan.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Deniz saydı yapmak ve onu yemek size helâl kılındı ki hem size, hem de yolcu olanlarınıza faydalı olsun. Kara saydı ise ihramda bulunduğunuz müddet içerisinde size haram edildi. (Mâide sûresi: 96)

SAYHA:
Şiddetli ses; korkunç gürültü.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Azâb emrimiz gelince, Şuayb aleyhisselâmı ve berâberinde îmân edenleri tarafımızdan bir rahmetle kurtardık. O zulmedenleri ise, bir sayha yakaladı da yurtlarında çöküp helâk oldular. (Hûd sûresi: 94)


SEÂDET:
Mutluluk, bahtiyarlık. Dünyâda ve âhirette mutluluk.
Eshâbım için, fakir olmak seâdettir. Âhir zamanda gelecek olan ümmetim için, zengin olmak seâdettir. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Sâlihlerle berâber olmak sonsuz seâdetin anahtarıdır (Ca'fer-i Huldî)
Seâdet, ömrü uzun ve ibâdeti çok olanındır. (İmâm-ı Rabbânî)
İki cihân seâdetine kavuşmak, ancak ve yalnız dünyâ ve âhiretin efendisi olan, Muhammed aleyhisselâma tâbi olmağa bağlıdır. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Bütün üstünlükler, faydalı şeyler İslâmiyet'in içindedir. Eski dinlerin, görünür, görünmez bütün iyiliklerini İslâmiyet kendinde toplamıştır. Bütün seâdetler, muvaffakiyetler (başarıların sırrı) ondadır. İslâmiyet, yanılmayan, şaşırmayan akılların ka bûl edeceği esaslardan ve ahlâktan ibârettir. (Abdülhakîm Arvâsî)
Din bilgileri, dünyâda ve âhirette huzûru, seâdeti kazandıran bilgilerdir. (Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî)
Bir kulun, Allahü teâlânın beğendiği işleri kolayca yapabilmesi, sünnete göre hareket etmesi, sâlih kimseleri sevmesi, eş dost ile güzel geçinmesi, Allah rızâsı için insanlara iyilik yapması, müslümanların işini görmesi ve vakitlerini Allahü teâlânın dînine hizmetle geçirmesi, seâdet alâmetlerindendir. (Ebû Ali Cürcânî)

Seâdet-i Ebediyye:
Sonsuz, ebedî mutluluk, bahtiyârlık.
Seâdet-i ebediyyeye kavuşmak için müslümân olmak lâzımdır. ( İmâm-ı Mâverdî)
Cehennem'den kurtulmak ve seâdet-i ebediyyeye kavuşmak, Peygamberlere aleyhimüsselâm tâbî olmaya bağlıdır. (İmâm-ı Rabbânî)

SEB' ETMEK:
Kötülemek, dil uzatmak.
Eshâbımdan birini seb' edenlere, Allahü teâlâ, melekler ve bütün insanlar lânet etsin. (Hadîs-i şerîf-Savâik-ül-Muhrika)
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: "Bir kimsenin ana-babasına seb' etmesi büyük günâhlardandır." Eshâb-ı kirâm; "Yâ Resûlallah! Bir kimse ana-babasına sebb eder mi?" dediler. Resûlullah efendimiz de; "Evet bir kimse başkasının babasına seb' ederse, o da onun babasına seb' eder. Başkasının anasına seb' ederse, o da onun anasına seb' eder" buyurdu.
Ehl-i sünnetten (Peygamber efendimizin ve Eshâbının yolundan) ayrılmış olan yetmiş iki bozuk fırkanın hepsi, Ehl-i kıble oldukları, her ibâdeti yaptıkları hâlde âdil değildirler. Çünkü ya mülhid olarak îmânları gitmiştir, yâhut bid'at sâhibi olmuşlar dır. Bunlar, Ehl-i sünneti seb' ederler ki, bu da büyük günâhtır. (Abdülganî Nablüsî)
Müslümanları seb' etmek, günahtır. Böyle olanın şâhidliği kabûl olmaz. (Alâüddîn Haskefî)

SEBBİYYE:
Hazret-i Ali'yi seviyoruz deyip Eshâb-ı kirâmın çoğunu kötüleyen bozuk fırka.
Eshâb-ı kirâma iftirâ edenler üç grupta toplanmaktadır:Birincisi; Tafdîliyye; hazret-i Ali Eshâbın en üstünüdür diyorlar. İkincisi; Sebbiyye; Eshâb-ı kirâmdan birkaçından başkası zâlim, kâfir oldu, diyorlar. Üçüncüsü; Gulât (azgınlar); hazret-i Ali t anrıdır, diyorlar. (Abdülazîz Dehlevî)

SEBE' SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin otuz dördüncü sûresi.
Sebe' sûresi, Mekke'de nâzil oldu (indi). Elli dört âyet-i kerîmedir. On beşinci âyet-i kerîmede geçen Yemen'de yaşayan kabîlenin adı olan Sebe' kelimesinden dolayı, Sûret-üs-Sebe' denilmiştir. Sûrede; Allahü teâlânın ilminin genişliği, Allahü teâlân ın Sebe halkına lütufları ve onların nankörlük göstermeleri yüzünden uğradıkları felâketler, güzel ve faydalı işlerden başka hiçbir şeyin insanı Allahü teâlâya yaklaştırmayacağı, âhirette izin verilenler hâriç kimsenin kimseye faydası dokunmayacağı bildirilmektedir. (İbn-i Abbâs, Râzî, Kurtubî)
Allahü teâlâ Sebe' sûresinde meâlen buyuruyor ki:
(Ey sevgili Peygamberim!) Seni, dünyâdaki, bütün insanlara ebedî seâdeti müjdelemek ve bu seâdet yolunu göstermek için gönderiyorum... (Âyet: 28)
Kim Sebe' sûresini okursa, hiçbir resûl ve nebî kalmaz ki, kıyâmet günü ona arkadaş olmasın ve müsâfeha etmesin. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)

SEBEB:
Vâsıta. Bir işte te'siri olmayan fakat o işin yapılmasını, vücûdunu, var olmasını îcâb ettiren şey.
Allahü teâlâ, her şeyin yaratılması için belli şeyleri sebeb yapmıştır. Belli maddeleri, belli şeylere sebeb yaptığı gibi, insanın maddî ve mânevî gücü, çeşitli enerjiler de, birçok şeylerin yaratılmasına sebebdirler. Allahü teâlâ, bir kuluna bir şey ihsân etmek, iyilik vermek isterse, o kimseyi o şeyin sebebine kavuşturur ve o şey var olur. O dilemezse hiçbir şey var olmaz. Hikmetini, yaratmasını sebeblerle örtmüş, gizlemiştir. Çok kimse, yalnız sebebleri görmekte, sebebler arkasındaki hikmeti, O'nun yaratmasını anlayamamaktadır. Bu anlayışsızlığı da, onun felâketine sebeb olmaktadır. (Abdülhakîm Arvâsî)
Allahü teâlâ, herkese lâyık olanı, umduğunu verir.Sebebleri görenin işlerini, arzûlarını sebeb ile yaratır. Sebebleri değil de, bunların sâhibini görene sebebsiz verir. Nitekim hadîs-i kudsîde; "Kullarım beni zannettikleri gibi bulur." buyurmaktadır. Evliyâ (Allahü teâlânın sevdiği kulları) yalnız sebeblerin sâhibini, sebeblere kuvvet ve te'sir edeni görüp, sebebleri görmez. (İmâm-ı Rabbânî)
Başkalarının günâh işlemelerine sebeb olmak, yalnız günah işlemekten daha çok günâhtır. Başkalarının bu günâhı işlemelerinin günâhları da, kıyâmete kadar bunlara sebeb olana yazılır. (M. Hâdimî)
Vakt, namazın sebebidir. Vakit girince namaz farz olur. Vakt, namazın meydana gelmesinde doğrudan te'sirli olmayıp, sâdece namazın kılınması, onun var olmasını îcâbettirir. (Serahsî)

Sebeb-i Nüzûl:
Kur'ân-ı kerîmin nüzûl (inme) sebebi. (Bkz. Esbâb-ı Nüzûl)

Sebeb-i Vürûd:
Hadîs-i şerîflerin buyurulma, söylenme sebebi.
Âyet-i kerîmeleri tefsîr etmek için nüzûl sebeblerini bilmek lâzım olduğu gibi, hadîs-i şerîflerin de açıklanması, îzâhı için sebeb-i vürûdlarını bilmek lâzımdır. (İmâm-ı Süyûtî)

SEBEİYYE:
Hazret-i Ali'ye tanrı diyen bozuk fırka. Bunlara Hurûfîler de denir.
Sebeiyye fırkasının kurucusu, Abdullah ibni Sebe'dir. Sebeiyye fırkasında olanlar, Eshâb-ı kirâmın (Peygamber efendimizin arkadaşlarının) hepsine fâsık (günahkâr), hattâ kâfirdir (imânsız) dediler. İbn-i Mülcem, hazret-i Ali'yi öldürmedi. Şeytan, haz ret-i Ali'nin şekline girmişti. Şeytanı öldürdü. Hazret-i Ali bulutlar içindedir. Gök gürlemesi onun sesidir. Şimşek, kamçısıdır dediler. İran'ın Esterâbâd şehrinde ortaya çıkan Fadlullah Hurûfî isminde birisi, Sebeiyye yoluna daha birçok hurâfe ve yalan da katarak hurûfîlik ismini verdi. (Abdülkâhir Bağdâdî, Abdülazîz Dehlevî)

SEBÎL:
Yol; su dağıtılan yer ve dağıtılan şeyler.
Eskiden işlek yollar üzerinde, gelip-geçenlerin su ihtiyâçlarını Allah rızâsı için ücretsiz olarak karşılamak üzere inşâ edilen çeşme.
İnsanlara insanca muâmeleyi şiâr edinen, onlara her an Allah rızâsı için hizmet vermeyi kendine vazîfe bilen müslümanlar, asırlar boyunca, inşâ ettikleri sebiller ve çeşmeler vâsıtasıyla, dînimizce çok sevâb olan su dağıtımını gerçekleştirdiler. Gene llikle câmi, türbe, mescid gibi umûma açık binâların bir parçası olarak; pâdişâh, harem mensupları, devlet büyükleri veya mâlî durumu elverişli olanlar tarafından inşâ edilen sebillerde, bayram ve kandil günleri, buzlu şerbet dağıtılırdı. (Yeni Rehber Ansiklopedisi)
Osmanlılar zamânında, bütün memleket arâzisi boyunca, hanlar ve kervansaraylar bulunur; buralarda ve hac yolunda, Kâbe-i muazzamada ve Medîne-i münevverede sebîl dağıtılırdı. (İslâm Târihi Ansiklopedisi)

SEB'İYYE:
Bozuk fırkalardan biri olan İsmâiliyye fırkasının diğer bir adı. Bu fırka, şerîat (din) sâhibi peygamberlerin sâdece yedi tâne ve yedincisinin Mehdî olduğunu, ayrıca her asırda yedi imâmın bulunduğunu iddiâ ettikleri için bu isimle anılmışlardır.
Seb'iyye'nin kurucusu, Kaddah diye bilinen Meymun bin Deysan'dır. Kaddah, İran'ın Ahvâz şehri civârında mecûsîlikteki bâtıl inanışları İslâm dînindenmiş gibi göstererek anlattı. Önce kendisinin Ali bin Ebî Tâlib'in (radıyallahü anh) kardeşi Ukayl'ın neslinden (soyundan) olduğunu söyledi. Ona tâbi olanlar yediciler mânâsına Seb'iyye ismini aldılar. (Abdülkâhir Bağdâdî, Abdülazîz Dehlevî)

SEC':
Nesirde cümle sonlarının kâfiye şeklinde birbirine uygunluğu.
İslâm âlimleri, Kur'ân-ı kerîmin î'câzını (eşsizliğini, mûcize olduğunu) başka başka bildirdiler. Çok kimse, Kur'ân-ı kerîmin nazmı garîb, üslûbu acîbdir yâni bilinenlerden başkadır. Arab şâirlerinin nazmlarına, üslûblarına benzemediği için mûcizedir dediler. Sûrelerin başındaki ve sonundaki ve kıssalarındaki nesr kısımları da böyledir. Sec'lerin Kur'ân-ı kerîmde mevcûd olmaları, insan sözlerindeki sec' gibi değildir. İnsanlar, bunları Kur'ân-ı kerîmdeki gibi yapamadılar. Arabça'yı iyi bilen bir kimse, Kur'ân-ı kerîmin îcâzını açıkça anlar. Kur'ân-ı kerîmdeki îcâz, hem belâgatının yüksek olmasından, hem de nazmının garîb olmasındandır. Yâni hiç görülmemiş bir nazm (dizilme) olmasındandır. (İmâm-ı Rabbânî)

SECÂVEND:
Kur'ân-ı kerîmin, mânâsına uygun ve doğru okunabilmesi için durak ve geçiş yerlerini gösteren işâretler.
Kur'ân-ı kerîmin secâvendleri şunlardır: Cim: Câiz geçmek ondan, hem revâ Durmak fakat evlâdır sana. Ze: Câiz onda dahi durdular, Geçmeyi daha iyi gördüler. Tı: Mutlaka durmak nişânıdır, Nerde görsen, orda hemen dur. Sad: Durmakta ruhsat var dediler, Nefes almağa izin verdiler. Mim: Lâzım durmak burada elbet, Geçmede küfürden korkulur pek. Lâ: Durulmaz! demektir her yerde, Durma hiç! alma hem nefes de. Bu tertible oku, itmâm et Sevâbın cümleye ihsân et.
(Ahmed İbni Kemâl Paşa)
Secâvendlerden ayn harfi rükû demektir. Hazret-i Ömer'in namaz kıldırırken ayakta okumayı bitirip, rükûa eğildiğini gösterir. Ayn işâreti hep âyetlerin sonunda bulunmaktadır. Lâ bulunan yerde durulursa evvelki kelime ile birlikte tekrar okunur. (M. Sıddîk Gümüş)

SECCÂDE:
Yere serilip üzerinde namaz kılınan küçük halı, kilim, hasır, bez gibi temiz sergi, namazlık.
Üzerinde dînî yazı, hattâ bir harf bulunan kâğıdı, örtüyü, seccâdeyi yere koymak, yere sermek tahrîmen mekruhtur (Harama yakın günâhtır). Bunları her ne için olursa olsun kullanmak ve yere sermek, o dînî yazıya hakâret etmek ve kıymet vermemek olur. Bunları, hakâret etmek için sermek veya kullanmak küfür olur. (Abdülganî Nablüsî)
Üzerinde Kâbe resmi, câmi resmi veya mübârek yazılar bulunan halıları, seccâdeleri yere sermek câiz değildir. Bunları zînet (süs) için duvara asmak câiz olur. (Abdülhakîm-i Arvâsî)

SECDE:
Namazın içindeki farzlarından; namazda alnı, burnu, el ayalarını, dizleri ve ayak parmaklarını yere koyma.
Kul şu yedi âzâ üzerine secde eder; yüzü, iki avucu, iki dizi, iki ayağı. (Hadîs-i şerîf-Halebî)
Secde ettiğin zaman, yırtıcı kuşlar gibi, iki kolunu yere döşeme, avucuna dayan. Pazun ile koltuk arasını vücûduna yapıştırma. Böyle yaparsan, her uzvun secde etmiş olur. (Hadîs-i şerîf-Miftâh-ül-Cenne)
Yâ Fâtıma! Allahü teâlâ, bir kimsenin bir kimseye secde etmesini emir buyursa idi, ben de kadının kocasına secde etmesini emr ederdim. (Hadîs-i şerîf-Miftâh-ül-Cenne)
Cenâb-ı Hak kulunu yoktan var etti. Eline cömertlik, başına da secde kâbiliyeti verdi. Aksi takdirde ne el cömertlik, ne baş secde edebilirdi. (Sâdî Şîrâzî)
Secde yalnız, Kâbe'ye karşı Allahü teâlâ için yapılır. Kâbe için yapılmaz. (İbn-i Âbidîn)

Secde Âyetleri:
Okunduklarında veya işitildiğinde secde yapılan, Kur'ân-ı kerîmdeki on dört secde âyet-i kerîmesi. Bunlar: A'râf: 206, Ra'd: 15, Nahl: 50, İsrâ: 109, Meryem: 58, Hac: 18, Furkân: 60, Neml: 25, Secde: 15, Sa'd: 24, Fussilet: 37, Necm: 62, İnşikâk: 21, Alak: 19. âyet-i kerîmeleridir.
Secde âyetlerinden birini okuyanın veya işitenin, mânâsını anlamasa da, bir secde yapması vâcibdir. Başkasının okuduğu yerde bulunan, fakat işitmiyen kimse, secde etmez. Secde âyetini yazan, heceleyen, secde yapmaz. Secde âyet-i kerîmesinin tercümesi ni okuyan veya işiten bunun secde âyeti olduğunu anlarsa, secde yapar. Namaz kılması farz olan kimselerin secde âyetini işitince secde yapmaları vâcib olduğundan secde âyetini işiten cünübün, sarhoşun da abdest aldıkları zaman secde etmeleri lâzımdır . (İbn-i Âbidîn)

Secde-i Sehv:
Yanılma secdesi; namazda bir farzın veya vâcibin, vaktinden önce veya sonra yapılması yâhut vâcibin terkinde yapılması lâzım gelen secde.
Birkaç kere secde-i sehv îcâb etse, bir kere yapmak yetişir. (Halebî)

Secde-i Şükr:
Bir nîmete kavuşan veya bir dertten kurtulan kimsenin Allahü teâlâ için yaptığı secde.
Secde-i şükr, tilâvet secdesi gibidir. Yâni abdestli olarak kıbleye karşı ayakta durup, elleri kulaklara kaldırmadan Allahü ekber deyip secdeye gidilir. Önce niyet etmek lâzımdır. Secdede önce Elhamdülillah, sonra secde tesbihi (sübhâne rabbiyel a'lâ ) okunur. Secde-i tilâvette ise "Elhamdülillah" okunmaz. Vakit namazlarından sonra secde-i şükr yapmak mekruhtur, yâni Peygamber efendimiz böyle yapmamıştır. Bid'at olur. (Tahtâvî, M.Ma'sum-i Fârûkî)

Secde-i Tilâvet:
Kur'ân-ı kerîmin on dört yerindeki secde âyetinden birini okuyan veya duyanın yapması vâcib olan secde.
Bir kimse hüzünden, sıkıntıdan kurtulmak için, Allahü teâlâya kalbinden yalvararak, on dört secde âyetini ezberden ayakta okuyup, herbirinden sonra hemen secde-i tilâvet yaparsa, Allahü teâlâ o kimseyi o derd ve belâdan korur. (İmâm-ı Nesefî)

Secde Sûresi:
Kur'ân-ı kerîmin otuz ikinci sûresi.
Secde sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). Otuz âyet-i kerîmedir. On beşinci âyetinde geçen Secde kelimesinden dolayı Sûret-üs-Secde denilmiştir. Sûrede; Allahü teâlânın her şeyi güzel yarattığı, öldükten sonra tekrar dirilmeyi inkâr edenlerin âhirette pişmân olacakları, hazret-i Mûsâ'nın İsrâiloğullarına yol gösterici olarak gönderildiği bildirilmektedir. (İbn-i Abbâs, Mücâhid, Râzî, Taberî)
Allahü teâlâ Secde sûresinde meâlen buyuruyor ki:
İsrâiloğullarından da (dinlerinde) sabrettikleri için, emrimizle (insanları doğru yola götürecek) imâmlar kılmıştık. Onlar (Tevrât'taki) âyetlerimizi yakînen biliyorlardı (Âyet: 24)
Kim Secde ve Mülk sûrelerini yatsı namazından sonra okursa, sanki Kadir gecesini ihyâ etmiş (ibâdetle geçirmiş) gibi sevâb verilir. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)

SECİYYE:
Ahlâk, tabiat, huy.
Bir insan İslâm âlimlerini görüp, doğru yolu öğrendikten sonra yolunu şaşırırsa, bu onun seciyyesinin bozukluğundandır. (İmâm-ı Rabbânî)

SEDD-İ ZÜLKARNEYN:
Kur'ân-ı kerîmde Zülkarneyn adıyla bildirilen peygamber veya evliyâ olan mübârek bir zâtın, Ye'cûc ve Me'cûc için yaptırdığı sed.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede Sedd-i Zülkarneyn ile ilgili meâlen şöyle buyurdu:
(Zülkarneyn) Sonra yine bir yol buldu (doğudan kuzeye gitti). Nihâyet iki dağ arasına ulaştığı zaman onların önünde hemen hiç söz anlamayan bir kavim buldu. Onlar (tercümanları vâsıtasıyla); "Ey Zülkarneyn! Ye'cüc ve Me'cûc tâifesi (topluluğu) bu yerde fesat (kâtil, tahrip, zirâatı telef) edicilerdir. Acabâ biz sana masrafını tâyin etsek de bizimle onların arasında sed yapsan" dediler. (Zülkarneyn); "Rabbimin bu işte bana verdiği kudret, sizin vereceğiniz harâç ve masraftan hayırlıdır. Haydi siz bana (bedenî) kuvvetle (ve lâzım olan âletlerle) yardım edin de, sizinle onların arasına sağlam bir set yapayım. Bana demir kütleleri getirin" dedi. Tâ ki, iki yanı (iki dağın arası) eşit oldu. Sonra (çalışanlara) üfleyin (körüklerle ateşi tutuşturun) dedi. Nihâyet o (demir) ateş gibi olunca; "Getirin bana üstüne erimiş bakır dökeyim" dedi. Artık (Ye'cûc ve Me'cûc kavmi) onu aşmaya güç yetiremedikleri gibi, onu (duvarı) delip geçmeye de kâdir olamadılar. (Zülkarneyn) "İşte bu (Sedd-i Zülkarneyn) Rabbimin va'di geldiği vakit (kıyâmet yaklaştığı zaman) ise, o bunu dümdüz yapar. Rabbimin va'di bir haktır. (Kehf sûresi: 92-98) Eğer maksûd eserse mısra-ı berceste kâfidir Aceb hayretteyim ben Sedd-i İskender husûsunda
(Koca Râgıb Paşa)

SEFÂHET:
Aklın az ve hafîf olması. Malını dînin ve aklın beğenmediği yerlere sarfetme. Lüzumsuz harcama. Süse, eğlenceye ve her türlü kötülüğe, harama düşkünlük. Akıl azlığı.
Sefâhet kalb hastalıklarındandır. Sefâhet aklın az ve hafîf olmasındandır. İnsanı israfa alıştırır. (İmâm-ı Birgivî)
Aklı olmayan delidir. Aklını kullanmıyan sefihtir. Akla uygun iş yapmamak sefâhettir. (İmâm-ıRabbânî)

SEFER:
1. Senenin kısa günlerinde, insan veya deve yürüşü ile üç günde gidilecek yere gitmeyi niyet ederek, bulunduğu yerin kenar evlerinden dışarı çıkmak.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
... Sizden biriniz hasta yâhut seferde olursa, bu hâldeki oruçlarını sonra tutsun. (Bekara sûresi: 185)
Sizden birisi sefere çıktığında kardeşlerine vedâ etsin. Zîrâ Allahü teâlâ onların duâları sebebiyle o kimse için bereket ihsân eder. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Seferde kavmin seyyidi (efendisi) onlara hizmet edendir. Hizmette önde olanın fazîletini, şehîdlik müstesnâ, kimse hiçbir şeyde bulamaz. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
2. Harbe gitme, savaş.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Eğer (dâvet olundukları şey) yakın (ve dünyevî) bir menfaat, orta bir sefer olsaydı elbette senin arkana düşerlerdi. Lâkin o meşakkatli mesâfe (Tebük seferi) onlara uzak geldi. Bununla berâber "Eğer gücümüz yetseydi sizinle berâber sefere çıkardık" diye Allah'a yemin edeceklerdir. Bunlar (bu sûretle) kendilerini helâke sürüklerler. Allah biliyor ki, onlar hiç şüphesiz ve muhakkak yalancıdırlar. (Tevbe sûresi: 42)

Sefer Der Vatan:
Nakşibendiyye yolunun on bir temel esâsından biri. Sâlikin (tasavvuf yolunda bulunan kimsenin) kötü ahlâk, beşer (insan) tabiatının sıfatlarından kurtulması, beşerî sıfatlardan meleklere âit sıfatlara, kötü, çirkin vasıflardan, iyi, güzel ahlâka geçm esi.
Şahsı kötü bir kimse, nereye sefer ederse etsin, kötü çirkin vasıflar ondan gitmez. Bu sıfatların ondan gitmesi, ancak sefer der vatan ile mümkündür. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Sefer der vatan nasîb olunca, başkaları arasında düşüncenin dağılması da vatan gibi olan yalnızlığa sefer eder gider. Dışardaki zihin dağınıklığı, kalbe sızamaz. (İmâm-ı Rabbânî)

SEFERÎ:
Seferde olan, misâfir, yolcu. Bulunduğu şehirden veya köyden gideceği yolun iki veya bir kenârındaki evlerin dışına çıkarken, senenin kısa günlerinde, insan veya deve yürüyüşü ile, son evden îtibâren üç günde gidilecek yere (Hanefî mezhebinde 104 kil ometre) gitmeye niyyet eden kimse. (Bkz. Vatan)
Seferî olan kimsenin dört rek'at olan farz namazlarını iki rek'at kılması Hanefî mezhebinde vâcibdir. Mest üzerine üç gün üç gece mesh edebilir. Oruç tutmayabilir. Kurbân kesmesi vâcib olmaz. Misâfir rahat ise orucunu bozmamalıdır. Seferî kimse, gitt iği yerde giriş ve çıkış günlerinden başka on beş gün kalmaya niyet ederse veya kendi memleketine girerse mukîm olur. (İbn-i Âbidîn)
Hanefî mezhebinde seferî olan, farzı dört rek'at kılarsa, son iki rek'at nâfile olur. Emri dinlemediği ve nâfilenin iftitâh (başlangıç) tekbirini ve farzın selâmını terk ettiği ve nâfileyi farz ile karıştırdığı için, günahkâr olur. (Alâüddîn Haskefî)
Hür kadının, zevci (beyi) veya ebedî mahrem (evlenmesi haram olan) akrabâsından biri yanında bulunmadan, yalnız veya başka kadınlarla yâhut âkil, bâliğ ve sâlih olmayan mahremi ile üç günlük yola gitmesi (üç mezhebde de) haramdır. Şâfiî mezhebinde ka dınlar mahremsiz olarak, farz olan hacca gidebilir. (Hâdimî, Abdülganî Nablusî)

SEFERÎLİK:
Senenin kısa günlerinde insan veya deve yürüyüşü ile üç günde gidilecek yere gitmeye niyet ederek bulunduğu yerin kenar evlerinin dışına çıkmak. (Bkz. Müsâfir, Sefer)

SEFÎH:
Malını dînin ve aklın uygun görmediği yere harc eden, aklı az olan. (Bkz. Sefâhet)
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Mallarınızı sefihlere vermeyiniz. (Nisâ sûresi: 5)
Bir kimsede üç şeyden biri bulunmazsa ameli (ibâdeti) kıymet ifâde etmez ve hesâba değmez. Haramdan alıkoyacak takvâ, Allah korkusu, sefihe uymaktan men edecek hilm (yumuşaklık) , halk arasında hüsn-i muâmele ile yaşıyacağı bir ahlâk. (Hadîs-i şerîf-Müsned-i Ahmed bin Hanbel)
Kalbine ilâhî bir nûr penceresinin açılmasını isteyen, sefîh kimselerle düşüp kalkmayı bıraksın. (İmâm-ı Şâfiî)
Sefîh ve câhil bir kimse, konuşunca; ona cevap verme! Sükût, ona cevap vermekten daha hayırlıdır. (Muhammed bin İdris)

SEFÎNE-İ NÛH:
Nûh'un (aleyhisselâm) tûfân sırasında bindiği gemisi.
Sefîne-i Nûh'un yapımı bitince, tûfân oldu. Nûh aleyhisselâma inanan mü'minler bu gemiye bindi. Gemiye binenlerin seksen kişi olduğu ve geminin üç kat olduğu çeşitli kitaplarda yazılıdır. (Nişâncızâde, Kisâî, Taberî)

SEHÂVET:
Cömert olmak. Parayı, malı hayırlı, iyi yerlere dağıtmaktan, lezzet almak. (Bkz. Cömerdlik)
Sehâvet, Cennet'te bir ağaçtır.Cömerd olan onun bir dalını yakalamıştır. O dal onu, Cennet'e götürmeden bırakmaz... (Hadîs-i şerîf-Edeb-ül-Müfret)
Sehâvet, iyi huyların en yükseklerindendir. (Muhammed Hâdimî)

SEHER VAKTİ:
Duâların kabûl olduğunun bildirildiği, gecenin (güneşin batmasından imsâk vaktine kadar olan zamânın) son altıda biri.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Onlar, geceleri pek az (bir zaman) uyurlar, seher vakitlerinde hep istiğfâr (tövbe) ederlerdi. (Zâriyât sûresi: 17,18)
Üç ses vardır ki, onları, Allahü teâlâ sever. Zikredenin sesi, Kur'ân-ı kerîm okuyanın sesi ve seher vaktinde istiğfâr edenlerin sesi. (Hadîs-i şerîf-Sülûk-ul-Ulemâ)
Gece seher vaktinde ve namazlardan sonra yapılan duâ kabûl olunur. (Hadîs-i şerîf-Şir'at-ül-İslâm)
Seher vaktinde uyanık olmayı mümkün olduğu kadar elden bırakmamalı. Seher vakitlerinde ağlamayı ve istiğfâr etmeyi ganîmet bilip, en büyük iş saymalıdır. (Muhammed Ma'sûm Fârûkî)
Seher vaktinde ibâdet eyle ki, yarın Sırat'tan geçerken her tarafın aydınlık olsun. (Süleymân bin Cezâ) Binlerce top ve tüfek, yapamaz aslâ, Göz yaşının seher vakti yaptığını, Düşman kaçıran süngüleri çok defâ, Toz gibi yapar, bir mü'minin duâsı.
(Muhammed Rebhâmî)

SEHV:
Yanılma.
Ey dünyâ ile mağrûr olan zavallı, gündüzün sehv ve gafletle, gecen de uyku ve istirâhatle geçmektedir. Âkıbetin ise üzüntü, elem ve keder olacaktır. (Ömer bin Abdülazîz)

Sehv Secdesi:
Yanılma secdesi; namazda bir farzın veya vâcibin, vaktinden önce veya sonra yapılması yâhut vâcibin terkinde yapılması lâzım gelen secde. (Bkz. Secde)

SE'ÎR:
Cehennem'i meydana getiren tabakaların ikincisi. Burada Tevrât'ı değiştirenler yanacaktır.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
... Yahûdîlerden kimi Muhammed aleyhisselâma îmân etti, kimi de ondan yüz çevirdi. O îmân etmeyenlere se'îr alevi kâfidir. (Nisâ sûresi: 55)

SEKAR:
Cehennem'i meydana getiren tabakalardan üçüncüsü. Burada İncîl'i değiştirenler azâb görecektir.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Ben, onu (Velîd bin Mugîre'yi) Sekar'a atacağım. Sekar'ın ne olduğunu bilir misin? Hem o Cehennem, bedeninden hiçbir eser bırakmaz (hepsini helâk eder) hem yine eski hâline getirip (aynı azâbı yapmaya) devâm eder. (Müddessir sûresi: 26,27)

SEKER:
Hurmadan elde edilen içki, bir nevi şarap.
Hurma su içinde ısıtmadan bırakılınca, köpüklenir ve tadı keskin olursa buna seker denir. Damlası haramdır. Eğer gazlanmaz ve tadı keskin olmazsa, içilmesi sözbirliği ile helâl olur. (İbn-i Âbidîn)

SEKERÂT-ÜL-MEVT:
Ölüm sarhoşluğu, can çekişmesi hâli.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:
Bir de (bakarsın ki) sekerât-ül-mevt, hak (gerçek) olarak gelmiştir. (Ey insanoğlu!) İşte bu, senin kaçıp durduğun şeydir. (Kâf sûresi: 19)
Misvâk kullanmanın on beş kadar faydası vardır. Bunlardan biri de; sekerât-ül-mevtte, şehâdet kelimesini (Eşhedü enlâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh) söylemeye sebeb olur. (Hazret-i Ebû Bekr)
İnsan, sekerât-ül-mevt hâlinde iken; cesedi terler, gözleri sür'atle iki tarafa gider, burnunun iki tarafı çekilir, göğüs kemikleri kalkar, soluğu kabarır ve benzi sararır. (İmâm-ı Gazâlî)

SEKÎNE:
Rahatlık. Kalb huzûru.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
O (Allahü teâlâ) , îmânları üstüne îmân artırsınlar diye mü'minlerin kalblerine, sekîne indirdi. Bütün göklerin ve yerlerin orduları Allahü teâlânındır. Allahü teâlâ, Alîmdir (her şeyi bilir) , Hakîmdir (hikmet sâhibidir) . (Feth sûresi: 4)
Eğer siz O'na (Resûlüme) yardım etmezseniz, bilin ki Allah vaktiyle O'na yardım ettiği gibi yine eder. Hani Mekke kâfirleri O'nu Mekke'den çıkardıklarında bizzat Allah O'na yardım etmişti. (Hicret esnâsındaResûlullah ancak) ikinin ikincisinden ibâretti. O zaman onlar (Sevr dağının tepesindeki) mağaradaydılar. O zaman Peygamber arkadaşına (Ebû Bekr-is-Sıddîk'a); "Mahzûn olma, zîrâ Allah'ın yardımı bizimle berâberdir" diyordu. Allah onun (arkadaşının) üzerine (kalbine) sekînetini indirmiş, O'nu (Habîbini) görmediğiniz (mânevî) ordularla kuvvetlendirmiş, kâfirlerin kelimesini (küfürlerini) alçaltmıştı... (Tevbe sûresi: 40)
İlim ve sekîne sâhibi olunuz. Öğrenirken ve öğretirken yumuşak söyleyiniz. İlim ile tekebbür etmeyiniz (kibirlenmeyiniz) . (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Allahü teâlâyı anmak için oturan kimseleri melekler kuşatırlar. Onları Allahü teâlânın rahmeti kaplar. Onlara sekîne iner. Allahü teâlâ onları kendi katında olanlar arasında anar. (Hadîs-i şerîf-Dimyâtî)

SEKR:
Şuursuzluk, kendinde olmama hâli. Tasavvufta mânevî sarhoşluk.
Tasavvuf yolunda ilerlerken, İslâmiyet'te bulunmayan şeylerle karşılaşılmakta ve sekr hâli bulunmakta ise de, yolun sonuna varınca bu bilgilerin ve hâllerin hepsi yok olur. Yalnız İslâmiyet'in bildirdiği şeyler, açık ve geniş olarak bilinir. (İmâm-ı Rabbânî)
Sekr hâlinde olan şeyler, vilâyet (evliyâlık) makâmlarında bulunmaktadır. Sahv (şuurlu olma) hâlinde olan şeyler ise nübüvvet yâni peygamberlik makamındadır. Peygamberlerin yolunda gidenlerin büyükleri, onlara tam uydukları için, onların makâmının sa hvından (uyanıklığından) pay alırlar. (Muhammed Bâki-billâh)
Sekri çok olanın, sözlerindeki uygunsuzluk da çok olur. (Şihâbüddîn Sühreverdî)
Hâlinde doğru ve istikâmet üzere olan sâlik (tasavvuf yolcusu), sekr ânında sevinçli ve hâlini gizleyici olur. (Abdülhakîm Arvâsî)
Şerîat bilgilerinin hepsi nübüvvet mertebesinden çıkmış oldukları için baştan başa sahvdırlar. Bunlara uymayan bilgiler nasıl olursa olsunlar sekrden hâsıl olmuşlardır. Sekr sâhipleri mâzûrdurlar yâni sorguya çekilmez, azâb edilmezler. Hallâc-ı Mansû r "Enelhak" sözünü sekr hâlinde söylemiş olup, mâzûrdur. Yalnız sahv sâhipleri taklid olunur.Sahv bilgilerine uyanlar kurtulur. Sekr bilgilerine uyulmaz. Bunlara uyanlar mâzûr olmaz, sorguya çekilirler, cezâlandırılırlar. (İmâm-ı Rabbânî)

SELÂM (Es-Selâm):
1. Esmâ-i hüsnâdan (Allahü teâlânın güzel isimlerinden). Zâtı ayıplardan (kusurlardan), sıfatları noksanlıklardan ve işleri kötülüklerden uzak, temiz olan.
Eceli gelmeyen bir hastaya elem ve hastalıkları için yüz yirmi bir defâ Selâm (es-Selâm) ism-i şerîfi okunursa, Allahü teâlânın izniyle o kimse şifâ bulur veya hastalığı hafifler. (Yûsuf Nebhânî)
2. İki müslüman karşılaşınca veya ayrılırken birinin diğerine; "Es-selâmü aleyküm" veya "Selâmün aleyküm" yâni dünyâda ve âhirette selâmette ol, sıhhat ve âfiyet sizin üzerinize olsun" demesi, diğerinin de; "Ve Aleyküm selâm" yâni "Bana ettiğin bu gü zel duâ senin de üzerine olsun" diye söylemesi.
Birbirinize selâm veriniz. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî, Müslim)
Îmân etmedikçe Cennet'e giremezsiniz. Birbirinizle sevişmedikçe tam îmâna kavuşamazsınız. Size bir şey göstereyim mi? onu yaparsanız, sevişirsiniz. Aranızda selâmı çok yayınız. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Müslümanın müslüman üzerinde beş hakkı vardır. Selâmına cevap vermek, hastasını yoklamak, cenâzesinde bulunmak, da'vetine gitmek ve aksırıp; "Elhamdülillah" deyince; "Yerhamükallah" diyerek cevap vermek. (Hadîs-i şerîf-Buhârî, Müslim)
Selâmda sünnet şöyledir ki; önce büyük küçüğe, şehirli köylüye, devedeki ata binmiş olana, attaki merkebde olana, merkeb üstündeki yaya yürüyene, ayakta olan oturana, az olan çok olana, efendi hizmetçisine, baba oğluna, ana kızına verir. Rütbe ve ni' meti çok olan önce verir. İki müslüman, birbirine aynı anda selâm verirse, her ikisinin de birbirine cevâb vermesi farz olur. Birbirinden sonra selâm verirlerse, ikincisinin verdiği selâm cevâb yerine geçer. Çok kimseye selâm verildiği zaman, bir kişi, hattâ bir çocuk cevâb verince, ötekiler vermese de olur. (MuhammedRebhâmî)
İki müslüman karşılaşınca, birinin "Selâmün aleyküm" demesi sünnet, diğerinin cevap olarak "Ve aleyküm selâm" demesi farz-ı kifâyedir. (Muhammed Rebhâmî)
3. Sevginin ve muhabbetin ifâdesi olarak hayır duâ.
Allahü teâlâya hamd olsun. Resûlullah'a salât ve selâm olsun. Biz bu dünyâdan gider olduk, Kalanlara selâm olsun. Bizim için hayır duâ, Kılanlara selâm olsun.
(Yûnus Emre)

SELÂMET:
Her türlü korku ve tehlikeden uzak olma, kurtulma.
Kimi, selâmette olmak sevindirirse, onun san'atı susmak olsun. (Hadîs-i şerîf-Usûl-ü Aşere)
Birbirinize selâm veriniz! Birbirinize yiyecek ikrâm ediniz! Akrabânızın haklarını gözetiniz! Gece herkes uyurken namaz kılınız. Bunları yaparak selâmetle Cennet'e giriniz. (Hadîs-i şerîf-Kitâb-ül-Metcer-ur-Râbih)
Sâlih ameller, İslâm'ın beş şartıdır. Sâlih amelleri yapmadan kalb selâmette olmaz. (İmâm-ı Rabbânî)
Nefsin arzûlarını terk eden temiz olur, âfetlerden selâmet bulur. (Ahmed Fârûkî)

SELÂMÜN ALEYKÜM:
İki müslüman karşılaşınca veya ayrılırken birinin diğerine; "Ben müslümanım. Benden sana zarar gelmez, selâmettesin. Dünyâda ve âhirette selâmette ol, sıhhat ve âfiyet üzerinize olsun." mânâsına söylenen söz.
"Selâmün aleyküm" diyerek selâm vermek sünnet "Ve aleyküm selâm" diyerek cevap vermek farz-ı kifâyedir. (Muhammed Rebhâmî)

SELEF:
Önce gelenler. Eshâb-ı kirâm, Tâbiîn (Eshâb-ı kirâmı gören büyükler) ve Tebe-i tâbiîne (Tâbiîn'i gören büyüklere) verilen isim.

Selef-i Sâlihîn:
Hicrî ilk asrın müslümanları. Eshâb-ı kirâm, Tâbiîn ve Tebe-i tâbiînin büyükleri.
Zamânımız tarîkatçileri, câmilerde mevlid cemiyetleri, ilâhîler, mersiyeler okutuyorlar. Tekkelerde çalgı, tanbur dinliyorlar. Bunlar gibi nice bid'atleri, dinde olmayıp, sonradan dîne sokulan şeyleri tarîkatin îcâbı olarak yapıyorlar, dünyâya düşkün olanlarla, fâsıklarla (açıktan günâh işleyenlerle) birlikte bulunuyorlar. Namazda kavmeye, celseye ve cemâate hattâ Cumâ namazına ehemmiyet vermiyorlar. Selef-i sâlihînin zamanlarında böyle şeyler hiç yoktu. Bunların hiçbiri İslâmiyet'te yoktu. (İmâm-ı Rabbânî)
Selef-i sâlihînin halefleri (sonra gelenleri) olan Ehl-i sünnet âlimleri zamânımıza kadar, hattâ bugün bile yazdıkları kitablarında Selef-i sâlihînin mezhebi olan Ehl-i sünnet îtikâdı (îmân) bilgilerini savunmuşlardır. (Şeyhzâde)
Eshâb-ı kirâmdan sonra insanların en üstünleri, Eshâb-ı kirâmı gören ve onların sohbetinde yetişen müslümanlardır. Bunlara Tâbiîn denir. Bunlar bütün bilgilerini Eshâb-ı kirâmdan almışlardır. Tâbiîn'den sonra insanların en üstünleri Tâbiîn'i gören ve onların sohbetinde yetişen müslümanlardır. Bunlara Tebe-i tâbiîn denir. Selef-i sâlihînden sonra gelen din adamlarının arasında sözleri, işleri Resûlullah'ın ve Selef-i sâlihînin bildirdiklerine uygun olup, îtikâdda (îmânla ilgili bilgilerde) ve amelde bunların yolundan hiç ayrılmayan zekî, akıllı ve İslâmiyet'in hududlarını aşmayan bir kimse, başkalarının kötülemesinden korkmaz. (Muhammed Bahît)

SELEFİYYE:
Selef-i sâlihînin (Eshâb-ı kirâm, Tâbiîn, Tebe-i tâbiînin) yolunda olduklarını iddiâ ettikleri hâlde, onların yolundan ayrılan bozuk îtikâdlı kimseler.
İlk devir müslümanları olan Selef-i sâlihîn, Ehl-i sünnet vel-cemâat îtikâdında idiler. Ancak onlar, îmân ve îtikâd bilgilerini, icmâlî (kısaca), Halef denilen ve sonra gelen Ehl-i sünnet âlimleri ise, îtikâd bilgilerini tafsîlî yâni açık ve geniş ol arak bildirdiler. Bu iki tavır, mânâları kapalı olan müteşâbih âyetlerde daha açık görülür. Meselâ Kur'ân-ı kerîmde müteşâbih lafızlardan olan "yed" kelimesinin görünen mânâsı el; "vech" kelimesinin mânâsı yüz demektir. Fakat Allahü teâlâ hakkında bu iki mânâ mahzurlu olduğundan yed lafzını kudret, vech lafzını ise zât diye te'vil etmişlerdir (yorumlamışlardır). Hicrî dördüncü asırda Hanbelî mezhebinden dolayısıyle Ehl-i sünnetten ayrılıp, kendilerine selefiyye veya selefî denilen bâzı kimseler, müteşâbih nassların (âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerin) sırf zâhirine (görünen), konuşma dilindeki mânâlarına yapışarak kendi akıllarına göre yanlış mânâlar verdiler. Bu sebeble teşbih ve tecsîm (Allahü teâlâyı mahlûkuna benzetme) gibi bozuk bir i nanışın içerisine düştüler. Sözlerine inandırabilmek için de Selef-i sâlihînin yolunda olduklarını söyleyerek, kendilerine Selefiyyeciler adını verdiler. Hanbelî mezhebinde olan Ebü'l-Ferec İbnü'l-Cevzî ve başka âlimler; bu selefiyyecilerin, Selef-i sâlihînin yolunda olmadıklarını, bid'at ehli mücessime (Allahü teâlânın cisim olduğunu söyleyenlerin) fırkasından olduklarını bildirerek, bu fitnenin yayılmasını önlediler. Yedinci asırda İbn-i Teymiyye (v. 1328/728), bu fitneyi tekrâr alevlendirdi. İbn-i Teymiyye'nin talebesi olan İbn-i Kayyım el-Cevziyye (v.1350/751), hocasının bozuk yolunu devâm ettirdi. Hicrî on ikinci asırda selefîlik fitnesi, Muhammed bin Abdülvehhâb tarafından tekrar ortaya çıkarıldı. Onun ve İbn-i Teymiyye'nin yolundakil er tarafından devâm ettirildi. Görülüyor ki, İslâmiyet'te selefiyye mezhebi diye bir şey yoktur. Tek doğru îtikâd ve selef-i sâlihînin yolu olan Ehl-i sünnet vel-cemâat yolu vardır. Ehl-i sünnetin ise Mâturîdiyye ve Eş'ariyye diye iki kolu vardır. Asırlardan beri müslümanlar Ehl-i sünnet îtikâdını bu iki koldan öğrenerek gelmişlerdir. (Bkz. Mâturîdî, Eş'arî) (İbn-i Halîfe Alîvî, Zâhid-ül-Kevserî, Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

SELEM:
İleride teslim edilecek bir malın peşin para ile satılması. Yâni belli miktârda peşin para ile belli zaman sonra bilinen yerde bilinen bir malı satın almak için yapılan sözleşme. Peşin parayı verene sâhib-üs-selem veya rabb-üs-selem; veresiye mal ver me borcu altına giren satıcıya müslemün ileyh, bu yolla satın alınan mala müslemün fîh denir.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Ey îmân edenler! (Yaptığınız alış-veriş sonunda) muayyen (belirlenmiş) bir vâde ile birbirinize borçlandığınız zaman, onu yazın. (Bekara sûresi: 282)
(Buradaki borç mânâsı umûmî olup, selem borcunu da bildirir. İbn-i Abbas (r.anh) onu (borcu) selem borcu diye tefsir etmiştir.)
Sizden selem satışı (selem akdi) yapan kimse, belirli bir vâdeye kadar ölçeği bilinen ve tartısı bilinen bir mal ile selem yapsın. (Hadîs-i şerîf-İhtiyâr)
Selem, söz kesilirken ve malı teslim edinceye kadar geçen zaman içinde, çarşıda benzeri hep bulunan ve sıfatı, iyilik ve aşağılık derecesi ve miktârı belli edilebilen, yâni hacm (ölçek), vezn (tartı), metre ve sayı ile ölçülen ve tayin edilince teayy ün eden (belli olan) malda sahîh (geçerli) olur. (İbn-i Âbidîn)
Selem yapılan mal, belli zamanlarda taksit ile verilebilir. Semen (para) pazarlık yerinde hepsi peşin teslim edilmelidir. Hepsi peşin verilmezse, selem sahîh olmaz. Selem müddeti en az bir aydır. (İbn-i Âbidîn)
Selemden iki taraf uyuşarak vaz geçebilir ve bâyi' (malı satan), semeni (parayı) veya mislini (benzerini) veya kıymetini geri verir. (İbn-i Âbidîn)

SELÎM AKIL:
Yanılmayan, pişman olacak bir işi yapmayan ve peygamberlere, âlim ve evliyâlara mahsus, ileriyi gören akıl. (Bkz. Akıl)
Selîm akıl sâhibi, nefsine uymaz. İslâm dînine uyar. Aklı dinlemeyen kimse ise nefsine uyar. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

SELVÂ:
Mûsâ aleyhisselâma îmân eden İsrâiloğullarına Allahü teâlânın ihsân ettiği bıldırcın eti. (Bkz. Men ve Selvâ)

SEM':
İşitme, işitici olma. Allahü teâlânın subûtî sıfatlarından.

SEMÂ':
Bir veya birkaç kişinin çalgısız, âletsiz okudukları, dîni, îmânı kuvvetlendiren ve ahlâkı güzelleştiren ilâhî, mevlid, kasîde ve şiirleri dinlemek. (Bkz. Simâ')
Hoş âhenk ve güzel nağmelerden doğan semâ' ve aynı şekilde okunan şiir ve gazelleri dinlemek; nefsine hâkim olan, onun isteklerine gâlib gelen ve her türlü gayr-i meşrû yâni dîne uygun olmayan işlerden sakınıp uzak duran kişiler için mübâhtır. (Mazhar-ı Cânı Cânân)

SEMÂHAT:
Cömertlik ve el açıklığı; vermesi lâzım ve vâcib olmayan şeyleri seve seve vermek.
Resûl-i ekreme, "Hangi amelin daha faziletli" olduğu soruldukta; "Sabır ve semâhattır" buyurmuştur. (İbn-i Hibbân)

SEMÂVÎ:
Allahü teâlâdan gelen.
Malın iki ortağı vardır. Biri semâvî âfetler, diğeri de vârisler. Eğer malından en az nasibi olan kimse olmak istemiyorsan ve buna gücün yetiyorsa, Allah yolunda sarfet. (Ebû Zer Gıfârî)

Semâvî Din:
İnsanları dünyâ ve âhirette seâdete, mutluluğa kavuşturmak için, Allahü teâlâ tarafından gösterilen yol.
Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselâmdan beri, her bin senede, bir peygamber vâsıtası ile insanlara bir semâvî din göndermiştir. Bu peygamberlere resûl denir. Her asırda, en temiz bir insanı peygamber yaparak, bunlar ile dinleri kuvvetlendirmiştir. Resûlle re tâbi olan bu peygamberlere nebî denir. Bütün peygamberler hep aynı îmânı söylemişler, hepsi ümmetlerinden aynı şeylere îmân etmeyi istemişlerdir. Fakat şerîatleri yâni kalb ve beden ile yapılması ve sakınılması lâzım olan şeyleri başka başka olduğ undan, İslâmlıkları, müslümanlıkları da ayrıdır. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

Semâvî Kitab:
Hak dinlerin kitapları. Semâvî kitapların bize bildirileni yüz dörttür. Bunlardan on suhuf Şist (Şit) aleyhisselâma otuz suhuf İdris aleyhisselâma, on suhuf İbrâhim aleyhisselâma indirildi. Mushaflar; Tevrât Mûsâ aleyhisselâma, Zebur kitabı Dâvûd aleyhisselâma, İncîl kitabı Îsâ aleyhisselâma ve Kur'ân-ı kerîm Muhammed aleyhisselâma nâzil olmuş, inmiştir. (Ahmed Cevdet Paşa)

SEMEN:
Mebî'ye yâni satın alınan şeye karşılık verilen mal veya para.
Altın ile gümüş semen olarak yaratılmıştır. Her ne hâlde olurlarsa olsunlar dâimâ semendirler. (İbn-i Âbidîn, Kâşânî)
Kâğıt liralar fülûstur. Bunların zekâtını vermek lâzımdır. Fakat bunların kıymetleri altın ile gümüşün kıymetleri gibi hakîkî kıymet değildir. Îtibârî kıymettir. Hükûmetlerin verdikleri kıymettir. Verdikleri gibi geri de alırlar. Îtibârî kıymetleri g idince semen olmazlar. (İbn-i Âbidîn)
Bir satışta semen gösterilmeden akd (sözleşme) yapıp da sonra semen olarak haram olduğu bilinen şey verilirse, bu şey karşılığı alınan mebî' (mal) helâl ve tîb (güzel) olur. Fakat haram olduğu bilinen veya kendinde vedî'a (emânet) bulunan şey semen o larak gösterilerek söz kesilir ve bu semen verilirse, satın alınan mebî (mal) haram olur. Haram semene işâret edip, başka şeyi verirse veya başka semene işâret edip, haram semeni verirse, mebî (mal) haram ve habîs (pis) olmaz. (İmâm-ı Kerhî)

Semen-i Misl:
Satılan malın piyasadaki fiyatı.

Semen-i Müsemmâ:
Bâyi' (satıcı) ile müşterinin karşılıklı rızâ ile mebî (mal) için hakîkî kıymetine uygun olsun veya olmasın, tâyin ettikleri yâni uyuştukları bedel.
Semen-i müsemmâ, mebîin (malın) hakîkî kıymeti olacağı gibi, az çok ondan ziyâde veya noksan da olabilir. Meselâ bir kimse hakîkî değeri elli altın olan bir atı elli altına satsa, semen-i müsemmâ, atın hakîkî değerine uygun olur. Altmış altına satsa, semen-i müsemmâ atın hakîkî değerinden ziyâde (fazla) olmuş olur. Kırk altına satsa bu defâ da hakîkî değerinden noksan olmuş olur. (Ali Haydar Efendi)

Semen-i Râyic:
Bir malın o günkü değeri.

SEMÎ':
İşitilecek şeyleri ne kadar gizli olsa da işiten, hamd ve senâda bulunanların, hamdini işitip mükâfat veren, kullarının duâlarını işiten ve icâbet eden, münâfık ve yalancıların kalbden söyledikleri sözleri işiten mânâsında Allahü teâlânın Esma-i hüsn âsından (güzel isimlerinden).
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
...O'nun (Rabbinin) sözlerini değiştirecek kimse yoktur. Semi'de, Alim de O'dur. (En'âm sûresi: 115)
Allahü teâlâ Semî'dir. O, ne kadar gizli olursa olsun her şeyi işitir. O'nun işitmesi bizim işitmemiz gibi kulakla ve hava titreşimi ile değildir. İşitmesi, kulak zarına ses dalgalarının vurmasıyla olmaz. Bundan münezzeh (uzak)dir. (İmâm-ı Gazâlî)
Duhâ namazından sonra beş yüz kere Semî' ism-i şerîfini okuyan kimsenin duâsı kabûl olur ve Allahü teâlânın izniyle murâdına kavuşur. (Yûsuf Nebhânî)

SEMİ'ALLAHÜ LİMEN HAMİDEH:
"Allahü teâlâ, hamd ve senâ eden kimsenin hamd, şükür ve senâsını (övgüsünü) işitir" mânâsına rükûdan kalkarken (doğrulurken) söylenen söz (tesbih).
Rükûdan kalkarken "Semi'allahü limen hamideh" demek, imâma ve yalnız kılana sünnettir. Cemâat bunu söylemez. (İbrâhim Halebî)

SEMÛD KAVMİ:
Sâlih aleyhisselâmın peygamber olarak gönderildiği ve îmân etmedikleri için büyük bir sayha (korkunç gürültü) ile helâk olan kavim.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Biz Semûd'a (nesebde) kardeşleri Sâlih'i resûl (peygamber) olarak gönderdik. (Hûd sûresi: 61)
Hûd aleyhisselâmın peygamber olarak gönderildiği Âd kavmi, âsî olup, şiddetli rüzgârla helâk edilince, îmân ettikleri için bu azâbdan kurtulan mü'minler kendilerine yeni yurtlar bulmak için çeşitli bölgelere dağıldılar. Bu büyük felâketten kurtulanla rdan birisi de Nûh'un aleyhisselâm oğlu Sâm'ın neslinden gelen Semûd idi. Semûd ve berâberindekiler, Şam ile Hicâz arasında bulunan Hicr mevkiinde yerleştiler. Daha sonra Semûd'un torunları bu beldeden ayrılıp, Âd kavminin helâk edildiği yerlere göç ettiler. Buraları îmâr ettiler. Burada çoğalanSemûd'un torunları önce bir kabîle, sonra da büyük bir kavim (topluluk) oldular. Dedeleri Semûd'a nisbetle Semûd kavmi denildiği rivâyet edilmektedir. Kur'ân-ı kerîmde "Eshâb-ül-Hicr" diye zikredilen bu kavim, Âd kavminin devâmı olması ve onun yerini alması sebebiyle Âd-ı sânî (ikinci Âd) diye de anılır. (Sa'lebî, Kisâî)
Semûd kavmi, Âd kavmi gibi taşları yontup, dağları oyarak kayalara, tepelere saraylar yapıp, ovalara köşkler kurup, bağlar, bahçeler meydana getirdiler. Allahü teâlâ Âd kavmi gibi bunlara da bol nîmetler ve çok uzun ömür verdi. Meskenlerinde her türl ü nîmetler içinde yüzüp, üç yüz sene ile bin sene arasında ömür sürdüler. Önceleri bu nîmetlere şükrederlerken, sonraları unutup terkederek, zevk ve sefâya düştüler. Üstelik kabîle reisleri başta olmak üzere zulüm ve haksızlığa dayalı çeteler kurup, karışıklıklar çıkardılar. İnsanları ifsât ettiler, bozdular ve putlara tapmaya başladılar. Peygamberleri olan Sâlih aleyhisselâma inanmadılar. Sâlih aleyhisselâm, kendisine inanan 4000 kişi ile birlikte o beldeyi terk etti. Semûdluların yüzleri kana boyanmış gibi kırmızı oldu.Daha sonra simsiyah oldu. Allahü teâlâ, Cebrâil aleyhisselâma, Semûdluları bir sayha (korkunç gürültü) ile helâk etmesini emir buyurdu. Bir sabah vakti azâb sayhası Semûd kavmini yakalayıverdi. Sayhanın şiddetinden hepsinin ödleri patlıyarak helâk oldular. Helâk edilişleri, dillere destân oldu. (Nişâncızâde, Kisâî, Sa'lebî)

SENÂ:
Hamd, medh, övgü.
Görünen, görünmeyen, bilinen, bilinmeyen bütün nîmetleri gönderen, bizlere kurtuluş yolunu gösteren ve çok sevdiği Muhammed aleyhisselâmın ümmeti yapmakla şereflendiren Allahü teâlâya hamd-ü senâlar olsun. (İmâm-ı Rabbânî)
Hamd, senâ etmenin, övmenin en üstün şeklidir. Sevinç hâlinde de sıkıntı hâlinde de hamd edilmektedir. Şükr ise nîmet zamanlarında olup, devamlı değildir. (İmâm-ı Rabbânî)

SENED:
1. Delîl, dayanak.
Hoca çocuğa, Besmele okur, çocuk da söyleyince, Allahü teâlâ, çocuğun anasının, babasının ve hocasının Cehennem'e girmemesi için sened yazdırır. (Hadîs-i şerîf-Tefsîr-i Ya'kûb-ı Çerhî)
Din âlimi olmak, sözü dinde sened olmak için, sekiz yüksek din bilgisini bütün incelikleri ile öğrenmek, fen bilgilerinde lüzumu kadar ilim sâhibi olmak lâzımdır. Ancak bunlara İslâm âlimi denir. Bunların her sözü her açıklaması, Kur'ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin açıklamasıdır. Her sözleri sâbit ve müsellem (kabûle lâyık) ve muhakkak doğrudur. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
2. Hadîs-i şerîfleri rivâyet edenlerin silsilesine verilen ad.
Kur'ân-ı kerîm okumak sünnettir ve sevâbı çoktur. Fakat namaz içinde okunan Kur'ân-ı kerîmin sevâbı daha çok olduğu hadîs-i şerîfte bildirilmiştir. Bu hadîs-i şerîf senedleriyle birlikte Hazînet-ül-Esrâr'da 22. sahîfede yazılıdır. (M. Sıddîk Gümüş)
3. Bir hakkı tesbit eden yazılı vesîka.
Ödünç verdiğinin senedine ödeme târihi koymak haramdır, fâiz olur. (Hamza Efendi)

SEREYÂN:
Yayılma, dağılma, sirâyet etme.
Allahü teâlâ için söylenen kurb (yakın olmak), maiyyet (berâberlik), ittisâl (kavuşma), ihâta (çevirme) ve sereyân gibi sözlere inanmalı, nasıl olduklarını düşünmemeli ve araştırmamalıdır. Allahü teâlâ bilir demelidir. (İmâm-ı Rabbânî)

SERMÂYE:
Ana para.
Ortaklardan bir kısmı sermâye vermek, bir kısmı da iş yapmak üzere kurulan şirketlere müdârebe şirket denir. Kâr, önceden sözleşilen oranda paylaşılır. Sermâye, iş yapanlarda emânettir. (Ali Haydar Efendi)
Ömrün en kıymetli sermâyesi vakitlerdir. (Ahmed Gazâlî)

SERVER-İ ÂLEM:
Âlemin efendisi, en üstünü Muhammed aleyhisselâm.
Server-i âlem (sallallahü aleyhi ve sellem) bizim bilmediğimiz bir hayat ile şimdi hayattadır. Cesed-i şerîfi (mübârek bedeni) aslâ çürümez. Kabrinde bir melek durup ümmetinin okudukları salevât-ı şerîfeleri (Allahümme salli alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed sözü ve benzerleri) kendisine haber verir. Minberi ile kabr-i şerîfi arası Cennet bahçelerindendir. (İmâm-ı Kastalânî)
Server-i âlemin (sallallahü aleyhi ve sellem) mübârek gözleri uyur, kalb-i şerîfi uyumazdı. Aç yatıp tok kalkardı. Aslâ esnemezdi. Mübârek vücûdu nûrânî olup, gölgesi yere düşmezdi. Elbisesine sinek konmaz, sivrisinek ve diğer böcekler mübârek kanını içmezdi. Allahü teâlâ tarafından Resûlullah (peygamber) olduğu bildirildikten sonra şeytanlar göklere çıkarak haber alamaz ve kâhinler (geleceğe âit şeylerden bahsedenler) söyleyemez oldu. (İmâm-ı Kastalânî)
Server-i âlemin (sallallahü aleyhi ve sellem) isimleri, hâlleri, Tevrât'ta ve İncîl'de yazılı idi. Yahûdî ve hıristiyanlar, teşrif etmesini bekliyordu. Fakat kendi cinslerinden gelmeyip, Arabdan geldiği için bâzıları kıskandı, inkâr etti. Halbuki bir çok âlimleri ve akıllıları, insaf edip müslüman oldu. (Abdülhakîm Arvâsî) Server-i âlem! Sana hayran olup yanarım. Görmüyor birşey gözüm, her an hulyânla aklım.
(Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

SERVER-İ KÂİNÂT:
Kâinâtın efendisi, en kıymetlisi Muhammed aleyhisselâm.
Server-i kâinât, habîb-i Rabbil'âlemîn (Alemlerin Rabbi olan Allahü teâlânın sevgilisi) aleyhisselâm buyurdu ki: "Dünyâ ile âhiret birbirinin zıddıdır, birbirine uymaz. Birini râzı edersen öteki gücenir. (Mektûbât-ı Rabbânî)
Server-i kâinât sallallahü aleyhi ve sellem güzel huylu idi. İyilik etmesini severdi. Herkesle iyi geçinirdi. Güler yüzlü, tatlı sözlü idi. Söylerken gülmezdi. Üzüntülü görünürdü. Fakat çatık kaşlı değildi. Cömerd idi. Fakat israf etmez, fâidesiz yer e bir şey vermezdi. Herkese acırdı. Mübârek başı hep önüne eğik idi. Kimseden birşey beklemezdi. Se'âdet huzûr isteyen onun gibi olmalıdır. (Muhammed Rebhâmî)

SETR-İ AVRET:
Mükellef olan yâni akıllı ve bâliğ (ergenlik, evlenme yaşına erişmiş) bir kimsenin namazda veya her zaman başkasına göstermesi haram olan yerlerini örtmek. (Bkz. Avret)
Setr-i avret namazda da, namaz dışında da farzdır. (Halebî)
Setr-i avret üç şeyle tamam olur:
1) Erkekler göbeği altından dizi altına varıncaya kadar olan yerlerini örtmekle,
2) Kadınlar yüz, el ve bir rivâyete göre ayaktan başka bütün bedenlerini örtmek ve göstermemekle,
3) Câriyeler (harpte esir edilen kadın) sırtını ve göbekten diz altına kadar örtmekle. (Kutbüddîn İznikî)

SETTÂR (Es-Settâr):
"Kulların günâhını örten" mânâsında Allahü teâlânın sıfatlarından.
Ey müslüman! Sen de Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem güzel huyları ile ahlâklanmalısın! Hattâ Allahü teâlânın ahlâkı ile ahlâklanmak, her müslümana lâzımdır. Çünkü Resûl aleyhisselâm; "Allahü teâlânın ahlâkı ile ahlâklanınız!" buyurdu. Meselâ Allahü teâlânın sıfatlarından birisi Settâr'dır. Müslümanın da din kardeşinin aybını, kusurunu örtmesi lâzımdır. (İmâm-ı Ahmed Kastalânî)

SEVÂB:
İyilik ve ibâdet yapana âhirette Allahü teâlâ tarafından verilecek mükâfât, iyi karşılık. Ecir. (Bkz. Ecr)
Benim şerîkim (ortağım) yoktur. Başkasını bana şerik eden, sevaplarını ondan istesin... (Hadîs-i kudsî-Mektûbât-ı Ma'sûmiyye)
Ümmetimin arasında fitne (ve) fesâd yayıldığı zaman, sünnetime sarılana yüz şehîd sevâbı vardır. (Hadîs-i şerîf-Taberânî)
Allahü teâlâ, dünyâda iyilik ve ibâdet yapanlara sevâb vereceğini vâd etmiştir. İyilik ve ibâdet yapana âhirette sevâb verilmesi, vâcib ve lâzım değildir. Allahü teâlâ lutf ederek, merhamet ederek, bunlara âhirette sevâb vereceğini vâd etmiştir. Alla hü teâlâ vâdinden dönmez. Muhakkak yapar. (Muhammed Hâdimî)
Sâlih amellerin sevâbını bütün mü'minlerin rûhuna hediye etmek iyi ve makbûldür. Herbirine ayrı sevab ulaşır. Hakkında hediye etmek için niyet edilip okunan ve hediye edilen meyyitin, sevâbı hiç eksilmez. ( Muhammed Ma'sûm Fârûkî)

SEVÂD-I A'ZAM:
Müslümanların çoğunluğu.
Ümmetim dalâlet (sapıklık) üzere birleşmez. Bunun için, ayrılık gördüğünüz zaman sevâd-ı a'zama tâbi olunuz. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Mâce)
Allahü teâlâ bu ümmeti aslâ dalâlet (sapıklık) üzerine birleştirmez. Allahü teâlânın ihsânı, yardımı cemâatledir. Sevâd-ı a'zama tâbi olunuz. Çünkü topluluktan ayrılan ateşe düşer. (Hadîs-i şerîf-Hâkim)
Dört mezhebden ayrılmak, Sevâd-ı a'zamdan ayrılmaktır. (Şah Veliyyullah Dehlevî)
Fıkıh âlimleri doğru yoldadırlar. Muhammed aleyhisselâmın sünnetine yapışan ve Hulefâ-i râşidînin yâni dört halîfenin yoluna sarılan bunlardır. Sevâd-ı a'zam, fıkıh âlimlerinin yolundadır. Bunların yolundan ayrılanlar Cehennem ateşinde yanacaklardır. (Seyyid Ahmed Tahtâvî)

SEV'ETEYN:
Kadın ve erkeğin galiz yâni kaba avret mahalli, ön ve arka uzuvları; iki abdest bozma uzvu. (Bkz. Avret)
Mübâşeret-i fâhişe yâni çıplak olarak sev'eteyni sürtünmek erkeğin de kadının da abdestini bozar. (Halebî)
Konuşmaya başlamamış olan küçük çocukların avret mahalli yalnız sev'eteynidir. (Abdurrahmân Cezîrî)
Başkasının sev'eteynine bakmak haramdır. (Halebî)
Sev'eteyn dört hak mezhebde de kaba avrettir. Yâni namazda ve namaz dışında başkalarına göstermek haramdır. Bunları örtmek sözbirliği ile farzdır. Örtmeye, ehemmiyet vermeyen îmânsız olur. (İbn-i Âbidîn)

SEVK-İ TABİÎ:
İstek dışı hareket. İç güdü. Canlıların hayâtiyetini ve nesillerini devâm ettirmek için, Hak teâlâ tarafından kendilerine verilen kuvvet.
Aklı olan kimse, sevk-i tabiîleri, İslâmiyet'in emrettiği, izin verdiği gibi kullanır ve günah olmaz. Aklı dinlemeyenler ise, nefse uyarak mubahlardan (izin verilenlerden) dışarı taşar ve günaha girer. Çünkü sevk-i tabiîleri mübahların dışına çıkmaya zorlar, mübahlardan başka şeyler de ister. Hayvanlarda kalb, rûh, nefs olmadığından, sevk-i tabiî ile hareket ederler. Meselâ acıkınca, doyuncaya kadar bulduklarını yerler. İnsanlar ise, kalb ile hareket eder. Kalb nefse uyarsa, bulduğu ile doymaz. Haram olan şeyleri arar. Doyduktan sonra da yer. (İmâm-ı Rabbânî)

SEVM-İ NAZAR:
Bir malı görmek yâhut göstermek üzere sâhibinin izniyle almak.
Sevm-i nazar yoluyla alınan mal, fiyatı belli olsun veya olmasın kabz eden (alan) kimsenin elinde emânet bulunduğundan, bu mal istemeyerek telef ve zâyi (yok) olsa, bunu alan kimsenin tazmin etmesi (ödemesi) lâzım gelmez. (Ali Haydar Efendi)

SEVM-İ ŞİRA':
Bâyi'in (satıcının) ve müşterinin, mebî'e (mala) fiyat koymaları, bir fiyatta anlaşmaları.
Sevm-i şira' yoluyla uyuşup malı götür, beğenirsen al deyip müşteri de beğenirsem alırım diyerek alıp götürürken mebi' (mal) telef ve zâyi olsa (zarar görse veya yok olsa) müşteri kıymetini veya mislini öder. (Dâmâd)

SEYF-İ NEBEVÎ:
Peygamber efendimizin kılıcı.
Seyf-i Nebevînin iki tânesi Topkapı Sarayında bulunmaktadır. Yer yer altın, birisi de kıymetli taşlarla süslüdür. (Osmanlı Târihi Ansiklopedisi)

SEYR:
Tasavvuf yolunda ilerleme.
Başka tarîkatlerde seyre nefsin tezkiyesinden yâni temizlenmesinden başlanır. Cesedi temizlerler. Bundan sonra âlem-i emre sıra gelir. Bizim yolumuzda ise, seyr kalbden başlar. Kalb de âlem-i emrdendir. Bunun içindir ki, başkalarının yolunun sonu biz im büyüklerimizin yolunun başında yerleştirilmiştir. (İmâm-ı Rabbânî)

Seyr-i Âfâkî:
Tasavvuf yolunda bulunan kimsenin; ilminin, bilgisinin ve kendi ihtiyârı (dilemesi, istemesi) olmaksızın dış âlemde ilerlemesi.
Seyr-i âfâkîde kötülüklerden temizlenmek ve seyr-i enfüsîde iyi ahlâk ile ahlâklanmak vardır. (İmâm-ı Rabbânî)

Seyr-i Anillah-i Billâh:
Yüksek bilgilerden, aşağı bilgilere inme. Tasavvufta nihâyete (maksada) ulaşan velînin geri dönmesi ve mahlûkları bilmeğe kadar inmesi.
Seyr-i anillah-i billah ve seyr-i fil-eşyâ (velînin geri döndükten yâni yol gösterip sonra eşyânın bilgilerine tekrar vâkıf olması) başkalarını irşâd edip kemâle getirmek içindir. (Muhammed Bâki-billah)

Seyr-i Enfüsî:
Tasavvuf yolunda bulunan kimsenin kendinde ilerlemesi, kötü huylardan temizlenen nefsin, iyi huylarla bezenmesi, süslenmesi.
Seyr-i âfâkî (kendinin dışında ilerleme) insanı matlûbdan (aranılandan) uzaklaştırır; seyr-i enfüsî ise insanı, matlûba kavuşturur. (Ebû Saîd-i Harrâz)
İnsan her şeyi, kendini sevdiği için sever. Çocuğunu, malını sevmek onlardan istifâde edeceği içindir. Seyr-i enfüsîde, insanı, Allahü teâlânın sevgisi kaplıyarak, insan, kendini sevmekten kurtulduğu için evlâd ve mal sevgisi de bununla berâber yok o lur. O hâlde seyr-i enfüsî muhakkak lâzımdır. (Abdülkâdir-i Geylânî)

Seyr-i Fil-Eşyâ:
Tasavvufta nihâyete kavuşan bir velînin geri döndükten sonra daha önce unutmuş olduğu eşyânın bütün bilgilerine yeniden sâhib olması.
Seyr-i fil-eşyâ, dâvet makâmını elde etmek içindir. Dâvet makâmı, Peygamberlere mahsustur. (Muhammed Bâki-billâh)

Seyr-i Fillah:
Allahü teâlânın isimlerinde ve sıfatlarında ilerleme. Allahü teâlânın beğendiği ve râzı olduğu şeylerde fânî olma (yâni O'nun sevdiklerini sevmek ve O'nun sevdikleri kendine sevgili olmak).
Allahü teâlâya kavuşmakta zulmet perdelerinin kalkması için mahlûkların hepsini aşmak, yâni seyr-i âfâkîyi ve seyr-i enfüsîyi tamamlamak lâzımdır. Nûrdan perdelerin aradan kalkması için de seyr-i fillah gerekir. (Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr)

Seyr-i İlallah:
Allahü teâlâya doğru olan yolda ilerlemek, mânevî ilimde durmadan yükselmek. Seyr-i âfâkî (kötü hâllerden kurtulma) ve seyr-i enfüsî (iyi hâllerle süslenme) yi içine alan tasavvuf yolculuğu.
Seyr-i ilallah ve seyr-i fillah yâni Allahü teâlânın beğendiği şeylerde fânî olma hâsıl olmadıkça, tam ihlâs (her işini yalnız Allahü teâlânın rızâsı için yapma) elde edilemez. Muhlislerin (ihlâs sâhiplerinin) olgunluğuna kavuşulamaz. (Abdülhakîm bin Mustafâ)

Seyr-i Murâdî:
Murâdların, seçilmişlerin Allahü teâlânın lutf ve ihsânı ile çekilerek kavuştukları yol.
Tasavvuf yoluna girip ilerlemek, yol gösteren rehberi sevmeğe bağlıdır. Seyr-i murâdî ile ve kuvvetle çekilerek vilâyetin (evliyâlığın) yüksek derecelerine kavuşturulan bu rehberin bakışları, kalb hastalıklarına (kalbin Allahü teâlâdan başka şeylere tutulmasına) şifâdır. Onun teveccühü yâni sevgisine kavuşmak, mânevî hastalıkları giderir. (Muhammed Behâeddîn-i Buhârî)

Seyr ve Sülûk:
Tasavvuf yolculuğu, tasavvuf yolunda ilerlemek.
Seyr ve sülûktan maksad, nefsi kötü huylardan ve çirkin sıfatlardan temizlemektir. Bu çirkin sıfatların başı nefse düşkün olmak ve onun arzularına, isteklerine tutulmaktır. (İmâm-ı Rabbânî)

SEYYİD:
1. Efendi.
Genç olarak Cennet'e girenlerin Seyyidi Hasen ve Hüseyin'dir." (Hadîs-i şerîf-Üsüd-ül-Gâbe)
2. Hazret-i Hüseyin'in neslinden (soyundan) gelenler.
Seyyidlerin bulunduğu bir memlekette ben oturamam. Zîrâ Resûlullah'a sallallahü aleyhi ve sellem bağlı bir nesebden (soydan) gelmenin şerefini taşıyanlara lâyık oldukları tâzimi (hürmeti) gösterememekten korkuyorum. (Ubeydullah-ı Ahrâr)
Seyyidler, İmâm-ı Hasen'in torunları olan şerîflerden daha üstündür. Osmanlı Devleti zamânında Haleb'de seyyidlere ve şerîflere mahsûs bir mahkeme vardı. Bütün evlâdları orada kayıtlı olup, yalancılar seyyidlik iddiâ edemezdi. Seyyidlerin kıymeti bil inmeli, hürmette ve hizmette kusûr edilmemelidir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

Seyyid-ül-Enâm:
Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın lakablarından biri. Beşerin yâni insanların efendisi, en yükseği.
Seyyid-ül-enâm Muhammed aleyhisselâm, her zamanda, her memlekette, yâni dünyâ yaratıldığı günden, kıyâmet kopuncaya kadar, gelmiş ve gelecek bütün varlıkların, her bakımdan en üstünüdür. Hiç kimse, hiçbir bakımdan O'nun üstünde değildir. Bu, güç birş ey değildir. Dilediğini yapan, her istediğini yaratan, O'nu böyle yaratmıştır. Hiçbir insanın O'nu medh edecek gücü yoktur. Hiçbir insanın, O'nu tenkîd edecek iktidârı yoktur. Allahü teâlâ hadîs-i kudsîde; "Sen olmasaydın gökleri yaratmazdım!" buyuruyor. (S. Abdülhakîm Arvâsî)

Seyyid-ül-İstiğfâr:
Duâ ve istiğfârların başı. İstiğfâr duâlarının büyüğü. Allahü teâlâdan günâhın bağışlanmasını istemek için yapılacak duâların en üstünü, en kıymetlisi.
"Allah'ım! Sen benim Rabbimsin. İbâdete lâyık hiçbir ilâh yoktur. Ancak sen varsın. Beni sen yarattın; şüphesiz ben senin kulunum. Gücüm yettiği kadar, ezelde sana verdiğim ahd ü mîsâk (Allahü teâlâ, rûhları yarattığında; "Elestü bi Rabbiküm - Ben si zin Rabbiniz değil miyim?" diye sorduğunda, rûhların; "Kâlû belâ - Evet Rabbimizsin" dediği günkü verdiğim söz) ve vâ'dim üzerinde duruyorum. Yâ Rabbî! İşlediğim günâhların şerrinden sana sığınıyorum. Bana lütuf ve ihsân buyurduğun nîmetleri ikrâr ve îtirâf ederim (kabûl ederim). Günâhımı da îtirâf eylerim. Beni affet Allah'ım! Zîrâ senden başka günâhları kimse affedemez." İşte her kim bu seyyid-ül-istiğfâr duâsını (ihlâs ile, sevâb ve fazîletine inanarak) gündüz okuyup, o gün akşam olmadan ölürse, o kimse Cennetlik olur. Her kim de sevâb ve fazîletine inanarak gece okur da, sabah olmadan ölürse, o kimse de Cennet ehlindendir." (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Buhârî)

Seyyid-ül-Mürselîn:
Muhammed aleyhisselâmın lakablarından. Gönderilmiş olan peygamberlerin önderi, efendisi.
Seyyid-ül-mürselîn sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: "Bir kimse, bir günâh yapmak istese ve sonra Allah'tan korkup, onu terk eylese, Hak teâlâ hazretleri, o kula iki Cennet ihsân eder. (Hadîs-i şerîf-Ey Oğul İlmihâli)
Allahü teâlânın rızâsına; Ehl-i sünnet vel-cemâat îtikâdıyla yâni Resûlullah efendimizin ve O'nun sohbetinde yetişen Eshâb-ı kirâmın yolunda olmakla, onların bildirdiklerine tam inanmakla kavuşulur. Bu doğru îtikâd (inanış) her şeyden kıymetli ve kaz anılan şeylerin en üstünüdür. Kim bu doğru îtikâda sâhib olursa, bütün şerefleri ve üstünlükleri toplamış olur. Cennet kapıları, bu îtikâda sâhib olmakla açılır. Dünyâ ve âhirette üstünlük onunladır. Peygamberler bunun için gönderilmiş olup, onların sonuncusu Seyyid-ül-mürselîn Muhammed sallallahü aleyhi ve sellemdir. (Serahsî)

Seyyid-üs-Sakaleyn:
Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın lakablarından. İnsanların ve cinlerin efendisi, iki cihânın seyyidi Muhammed aleyhisselâm.
Hak teâlâ kullarını Cennet'e dâvet edip cemâlini (güzelliğini) müşâhede etmelerini (görmelerini) vâd eyledi. Bu devletin ele geçmesine Seyyid-üs-Sakaleyn efendimiz hazretlerini vâsıta kıldı. O'nu (sallallahü aleyhi ve sellem) mîrâca götürmesi sebeple rinden ve hikmetlerinden bir sebep ve hikmet de bu olsa gerektir. (Harâitî)

SEYYİE:
Kötülük, günah.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Her güzel, her iyi şey, sana Allahü teâlâdan geliyor. Her seyyieye de nefsin sebeb oluyor. (Nisâ sûresi: 79)
Hiçbir kimse yoktur ki, tertemiz abdestini alsın, sonra (şu) mescidlerden birine gitsin de Allah, ona attığı her adım karşılığında bir sevâb yazmasın; her adım karşılığında onun bir seyyiesini affetmesin! (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Mü'minin başına sâbit bir sızı veya bir meşakkat, bir hastalık, bir hüzün, hattâ kendini üzen bir keder gelirse, onunla seyyielerinden bâzısı örtbas edilir. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Kalbe gelen düşünce seyyie olup, terk edilirse sevâb yazılır. Azm edilir, yapmamaya karar verilirse, bir günâh yazılır. İşlemezse bu da affolur. Hadîs-i şerîfte; "Kalbe gelen kötü şey söylenmedikçe ve buna uygun hareket edilmedikçe affolur" buyruldu. (Muhammed Hâdimî)

SIBTEYN-İ MÜKERREMEYN:
Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın iki mübârek torunu; hazret-i Hasan ve hazret-i Hüseyn (radıyallahü teâlâ anhümâ).

SIDDÎK:
1. Pek doğru, hiçbir zaman yalan söylemeyen, işinde ve sözünde doğru olan.
Doğru sözlü olmak iyiliğe götürür. İyilik Cennet'e götürür. Kişi doğru söyleye söyleye Allahü teâlânın katında sıddîk olarak yazılır. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)
Doğru olan tüccar kıyâmette sıddîklarla ve şehîdlerle berâber olacaktır. (Hadîs-i şerîf-Rıyâd-ün-Nâsihîn)
Aralarında şu dört kimseden biri bulunan topluluk helâk olmaz: İmâm, velî, sıddîk ve üstâd. ( Ebü'l-Hasan)
Sıddîklar, harama sebeb olmak korkusu bulunmayan hallerden de sakınır. Bunları meydana getiren sebeblerden birine haram karışmış olmasından çekinirler. ( İmâm-ı Gazâlî)
2. Hazret-i Ebû Bekr'in lakabı.
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem, mîrâcdan döndükten sonra, sabahleyin Kâbe'nin yanına gidip mîrâcını anlatmıştı. Bunu işiten kâfirler alay ettiler. Müslüman olmaya niyeti olanlar da vazgeçti. Mîrâcı duyan Ebû Bekr-i Sıddîk radıyallahü anh, Resûlullah'ın yanına geldi. Büyük kalabalık arasında, yüksek sesle; "Yâ Resûlallah! Mîrâcınız mübârek olsun! Allahü teâlâya sonsuz şükürler ederim ki, bizleri, senin gibi büyük Peygambere, hizmetçi yapmakla şereflendirdi. Parlayan yüzünü görmekle, kalbleri alan, rûhları çeken tatlı sözlerini işitmekle nîmetlendirdi. Yâ Resûlallah sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem! Senin her sözün doğrudur. İnandım. Canım sana fedâ olsun!" dedi. Ebû Bekr'in sözleri, kâfirleri şaşırttı. Diyecek şey bulamayıp dağıldılar. Şübheye düşen, îmânı zaîf birkaç kişinin de kalbine kuvvet verdi. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem o gün Ebû Bekr'e; "Sıddîk" dedi. Bu adı almakla, bir kat daha yükseldi. (Ahmed Cevdet Paşa, M. Sıddîk Gümüş)

SIDK:
1. Doğruluk.
Sıdk, sözün süsüdür. (Hazret-i Ali)
İnsanları, sıdktan daha güzel birşey süsleyemez. (Fudayl bin Iyâd)
Sabır bütün hayırların; sıdk ise kurtuluşun ve nîmetlere şükretmek, bereketin anahtarlarıdır. Kimde bu hasletler bulunursa, o en yüksek mânevî mertebelere kavuşur. (Bâhilî)
Araştırıldığında sıdkın şecâatle, yalanın da korkaklıkla berâber olduğu görülür. ( İbn-ül-Mugter)
2. Peygamberlerin sıfatlarından.
Bütün peygamberler sıdk sâhibidirler. Her sözleri doğrudur. Aslâ yalan söylemezler. (Muhammed bin Kutbüddîn İznikî)

SIFAT:
Özellik, hâl, keyfiyyet. Varlıkta kendi kendine duramayıp başka bir şeye muhtaç olan şey.
Varlıklar birbirlerinden sıfatlarıyla ayırt edilmektedir. (Teftâzânî)
Allahü teâlânın insanlar içinden seçmiş olduğu peygamberler (aleyhimüsselâm) da insanlık sıfatlarında diğer insanlarla aynıdır. Yâni onlar da yerler, içerler, soğukta üşürler. Ancak Allahü teâlâ, onlara husûsî (özel) nîmetler ve çeşitli mûcizeler ihs ân etmiştir. (Harputlu İshâk Efendi)
Noksan sıfatlar Allahü teâlâda yoktur. O, maddelerin, cisimlerin, ârâzların yâni hallerin sıfatlarından ve bunlara lâzım olan şeylerden münezzehtir (uzaktır). (Ahmed Fârûkî)

Sıfat-ı İlâhiyye:
Allahü teâlânın zâtî ve subûtî sıfatlarının hepsi.
Perdeler tamâmen kalkıp, hakîkat bütün açıklığıyla bildirilince anladım ki, âlemler, mahlûklar (yaratılmışlar) sıfat-ı ilâhiyyenin aynaları ve esmâ-i ilâhiyyenin (Allahü teâlânın isimlerinin) görünüşleri ise de, görünenler gösterenin kendi değildir. Bir şeyin görüntüsü o şeyin kendisi değildir. (İmâm-ı Rabbânî)

Sıfat-ı Ma'neviyye:
Allahü teâlânın subûtî sıfatları.
Allahü azîm-üş-şân hakkında bize bilinmesi vâcib (lâzım) olan sıfat-ı ma'neviyye sekizdir. Bunlar; Hayy, Allahü teâlâ diridir. Semi', Allahü teâlâ sem-i kadîmi (ezelî işitme sıfatı) ile işiticidir. Basîr; Allahü teâlâ görücüdür. Mürîd; Allahü teâlâ i râde-i kadîm ile (ezeli olan dileme sıfatıyla) dileyicidir. Alîm; Allahü teâlâ ilm-i kadîmi ile (ezelî ilim sıfatıyla) bilicidir. Kadîr, Allahü teâlâ kudret-i kadîmesiyle (ezelî kudreti ile) gücü yeticidir. Mütekellim; Allahü teâlâ kelâm-ı kadîmi (ezelî, başlangıcı olmayan kelâmı) ile söyleyicidir. Mükevvin; Allahü teâlâ her şeyi yaratandır. (Kutbüddîn İznikî)

Sıfat-ı Nefsiyye:
Allahü teâlânın Vücûd yâni var olma sıfatı.
Allahü teâlâ hakkında bizlere bilmesi vâcib olan sıfat-ı nefsiyye birdir. Yâni var olmaktır. Kur'ân-ı kerîmdeki İhlâs sûresi ve bu âlemdeki bütün yaratılmışlar Allahü teâlânın sıfat-ı nefsiyyesi olan vücûd sıfatının delilleridir. (Kutbüddîn İznikî)

Sıfat-ı Selbiyye:
Allahü teâlâda bulunması câiz olmayan sıfatlar.
Allahü teâlânın sıfat-ı zâtiyye ve sıfat-ı subûtiyyeden başka sıfatları ya îtibârî (var kabûl edilen) veya selbîdir. Meselâ Allahü teâlâ cisim değildir. Cisimden değildir. Madde değildir. Arâz yâni hal değildir. Mekânı yoktur. Zamanlı değildir. Bir ş eye girmiş, bir yere yerleşmiş değildir. Hudûdlu, bir şeyle çevrilmiş değildir. Bir tarafta, bir cihette değildir. Bir şeye mensûb değildir. Bir şeye benzemez. Misli, ortağı ve zıddı yoktur. Anası, babası, zevcesi (hanımı), çocukları yoktur. Bunların hepsi mahlûklarda (sonradan yaratılanlarda) bulunur. Hepsi noksanlık ve kusûr alâmetleridir. Bütün bunlar sıfat-ı selbiyyedir. Bütün kemâl sıfatlar Allahü teâlâda vardır. Bütün noksan sıfatlar yoktur. (İmâm-ı Rabbânî)

Sıfat-ı Sübûtiyye:
Allahü teâlânın zâtında (kendisinde) bulunmakla birlikte başka varlıklarda da sınırlı olarak bulunan sıfatları. Bu sıfatlara sıfat-ı hakîkiyye de denir.
Mükellef yâni âkıl ve bâliğ olan, kadın-erkek her müslümanın Allahü teâlânın sıfat-ı zâtiyyesini ve sıfat-ı sübûtiyyesini, doğru bilmesi ve inanması lâzımdır. Herkese ilk farz olan şey budur. Bilmemek özür olmaz. Bilmemek günâh olur. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Allahü teâlânın sıfatları sıfat-ı zâtiyye (zâtında bulunan sıfatlar) ve sıfat-ı sübûtiyye olmak üzere ikiye ayrılır. Allahü teâlânın sıfat-ı subûtiyyesi sekiz tânedir. Bunlar; Hayat (diri olmak), İlim (bilmek), Sem'(işitmek), Basar (görmek), Kudret ( gücü yetmek), Kelâm (konuşmak), İrâde (dilemek) ve Tekvîn (yaratmak)dır. Allahü teâlânın sıfat-ı sübûtiyyesi de zâtı gibi ezelî (başlangıcı olmayan) ve ebedî (sonu olmayan) dirler. Mahlûkların (yaratılmışların) sıfatları gibi değildirler. Akıl ile zan ile dünyâdakilere benzetilerek anlaşılamazlar. Allahü teâlâ bu sıfatlarından birer örnek insanlara sınırlı olarak ihsân etmiştir. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

gülgüzeli 01-02-2008 07:11 PM

Cevap : =>İslami Sözlük
 
REDDİYE:
Ferâiz yâni İslâm mîrâs hukûkunda, Eshâb-ı ferâiz adı verilen Kur'ân-ı kerîmde hisseleri bildirilen mîrâsçılar hisselerini aldıktan sonra terike (ölenin bıraktığı mal) artmış ise ve kalanı alacak kimse yoksa, artan terikenin yine aynı mirasçılar aras ında payları oranında taksim edilmesi. Bu sûretle hisse alanlara Eshâb-ı red denilir.
Zevc (koca) ve zevce (hanım) dışındaki Eshâb-ı ferâiz (belli pay sâhipleri) reddiye yoluyla mîrâsçı olur. Zevc ve zevceye red olunmayanlar denir. (M. Mevkûfâtî)

REF':
Yukarı kaldırma, yükseltme.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Kitabda İdrîs'i de (aleyhisselâm) an. Çünkü o, çok sâdık bir peygamberdi. Biz onu yüksek bir mekâna (göklere veya Cennet'e) ref' ettik. (Meryem sûresi: 56, 57)
Doğrusu Allah onu (Îsâ aleyhisselâmı) ref' edip himâyesine almıştır. Allah Azîz'dir. Hükmünde hikmet sâhibidir. (Nisâ sûresi: 158)
Biz, dilediğimizi derecelerle ref' ederiz ve her ilim sâhibinin üstünde bir âlim vardır. (Yûsuf sûresi:76)
(Ey Resûlüm! Biz) Senin şânını (ismini ezân ve ikâmetlerde okunmakla) ref' etmedik (yükseltmedik) mi? (İnşirâh sûresi: 4)

RE'FET:
Acıma, merhamet.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Sonra (Nûh ve İbrâhim aleyhimesselâmın) arkalarından peygamberlerimizi ardarda gönderdik. Arkalarından da Meryem oğlu Îsâ'yı (aleyhisselâm) gönderdik ve ona İncîl'i verdik. Kendisine tâbi olanların (bağlı kalanların) kalblerine de re'fet ihsân ettik. (Hadîd sûresi: 27)
Acımak ve şefkat duygusunu kalbine yerleştirmiş olan re'fet sâhibleri, himmetlerini zayıf ve âciz bir hayvana varıncaya kadar uzatırlar. Re'fet sâhibi olmak, Allahü teâlânın lütuf ve merhâmetinin eseridir. (Ahmed Rıfat Efendi)

REFÎK:
1. Dost ve arkadaş.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Kim Allahü teâlâya ve Resûl'e itâat ederse, işte onlar Allah'ın kendilerine lütuflarda, ihsânlarda bulunduğu peygamberler, sıddîkler, şehîdler ve sâlih kişilerle berâberdir. Bunlar ne güzel refiktirler. (Nisâ sûresi: 69)
Her peygamberin bir refîki vardır. Benim Cennet'teki refîkim Osman'dır. (Hadîs-i şerîf-Savâik-ul-Muhrika)
Önce refîk sonra yol. (Şâh-ı Nakşibend) Yâ Rab! Kabrimi Ravda-i Cennet et, Yalnız bırakma, refîkim rahmet et.
(M. Sıddîk Gümüş)
2. Yumuşak huylu, rıfk sâhibi. (Bkz. Rıfk)
Allahü teâlâ refîktir, yumuşaklığı sever. Sertlik edenlere vermediği şeyleri ve başka hiçbir şeye vermediğini yumuşak davranana ihsân eder. (Hadîs-i şerîf-Müslim)

Refîk-i A'lâ:
1. Allahü teâlâ.
Ölüm hastalığında Resûl-i ekrem, dünyâda kalmakla, âhirete kavuşmak husûslarında serbest bırakıldığı vakit; "Allah'ım, senden Refîk-i a'lâ'yı isterim" buyurmuştur. (Sahîh-i Buhârî, Sahîh-i Müslim)
2. Peygamberlerin, evliyânın, şehidlerin ve sâlih (iyi) kimselerin rûhlarının bulunduğu yer.
Rûhun, bedendeki hâlinden başka hâlleri vardır. Mü'min öldükten sonra, rûhu, Refîk-i a'lâda bulunur. Bedene ilgisi de vardır. Bir kimse, mezârdaki bedene selâm verse, Refîk-i a'lâda bulunan rûhu bu kimseye selâm verir. (Dâvûd bin Süleymân Bağdâdî)
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, dilediklerine kavuşup, Allahü teâlânın ihsân ettiği derecelere varıp, cenâb-ı Hakk'ın takdîri yerini bulunca, Azrâil aleyhisselâmın dâvetini kabûl edip, hicrî bin otuz dört senesi, Safer ayının yirmi dokuzuncu Salı günü Ref îk-i a'lâ'ya kavuştu. Sihrind (Serhend) kabristanına defn edildi. (Bedreddîn Serhendî)
Allah'tan korkan takvâ sâhipleri için, başkalarının ortak olmıyacağı üstün makamlar vardır. Onlar, Refîk-i a'lâ'da yer alırlar. Çünkü onlar âlimlerdir. Âlimler ise, Peygamberlerin vârisleri olmaları bakımından peygamberlerle berâberdir. Refîk-i a'lâ' da bulunmak, peygamberler ve onlara katılanlara mahsûstur. (İmâm-ı Gazâlî)

REFREF:
İnce, yumuşak kumaş, bir çeşit döşek; Peygamber efendimizin mîrâc esnâsında (bilinmeyen yerlere götürüldüğü, Cennet'i ve Cehennem'i gördüğü gece) bindikleri Cennet yaygısı.
Resûlullah efendimiz, mîrâc gecesinde, Cebrâil aleyhisselâm ile Burak adındaki beyaz hayvana bindi. Altıncı gökteki Sidret-ül-müntehâ ağacının yanına geldiler. Cebrâil aleyhisselâm Sidre'de kaldı ve; "Kıl kadar ilerlersem, yanar yok olurum" dedi. Resûlullah efendimiz, Cennet'i, Cehennem'i ve sayısız şeyleri gördü. Sonra Refref üzerine oturdu. Bir anda çok yükseklere çıktı. Hicâb denilen yetmiş bin perdeden geçti. Her hicâb arası çok uzak idi. Her perdede vazîfeli melekler vardı. Refref, Peygambe r efendimizi birer birer o perdelerden geçirdi. (Halebî) Söyleşirken Cebrâil ile kelâm Geldi Refref önüne verdi selâm.
(Süleymân Çelebi)

REGÂİB GECESİ:
Mübârek gecelerden. Receb ayının ilk Cumâ gecesi. Regâib, ragîbetin çoğuludur. Ragîbet; ihsân, ikrâm demektir.
Allahü teâlâ, Regâib gecesinde mü'min kullarına, ragîbetler yapar. Regâib gecesinde yapılan duâ red olmaz ve namaz, oruç, sadaka gibi ibâdetlere kat kat sevâb verilir. O geceye hürmet edenleri affeyler. (Seyyid Abdülhakîm)
Türkiye'de ve birçok İslâm memleketlerinde bir asırdan beri Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem mübârek babası Abdullah'ın evlendiği geceye, Regâib kandili ismi veriyorlar. Regâib gecesine böyle mânâ vermek doğru değildir. Böyle mânâ ve rmek, Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) dokuz aydan önce dünyâyı teşrif etmiş olduğunu yâni doğduğunu bildirmek olur ki, bu da noksanlık ve kusurdur. Her bakımdan her insanın üstünde ve her bakımdan kusursuz olduğu gibi, Âmine vâlidemizi nû rlandırdığı zaman da noksan ve kusurlu değildi. Bu zamânın noksan olması tıp ilminde ayb ve kusur sayılmaktadır. (Seyyid Abdülhakîm)

REGÂİB NEMAZI:
Receb ayının ilk Cumâ gecesi olan Regâib gecesinde kılınan nâfile namaz.
Regâib, Berât ve Kadir gecesi namazını cemâatle (toplu olarak) kılmak mekrûhtur. Peygamber efendimiz böyle yapmamıştır ve yapın diye emir buyurmamıştır. (İmâm-ı Rabbânî)

REHBER:
Yol gösteren, kılavuz; bir kimseye veya bir topluluğa iyi ile kötüyü görmesinde ve doğru yolu bulmasında yardımcı olan, insanı Allahü teâlânın rızâsına kavuşturmaya çalışan, ilim ve ahlâk sunan zât. (Bkz. Mürşîd)
Allahü teâlânın sevgili Peygamberi Muhammed aleyhisselâm; insanların rehberi, her bakımdan en güzeli, en iyisi ve en üstünüdür. (İmâm-ı Rabbânî)
Allahü teâlâyı tanımaya çalışmak, bunun için, İslâm ahlâkını bilen ve cenâb-ı Hakk'a kavuşturma yolunu gösteren bir rehber aramak ve ona uymak, İslâmiyet'in emirlerindendir. (İmâm-ı Gazâlî)
İnsanlara rehberlik eden kimsede şu hasletler bulunmazsa, o rehberlik yapamaz. Kusurları örtücü ve bağışlayıcı olması, şefkatli ve yumuşak olması, doğru sözlü ve iyilik yapıcı olması, iyiliği emredip kötülükten men edici olması, misâfirperver ve gece leri insanlar uyurken ibâdet edici olması, âlim ve cesûr olması. (Abdülkâdir-i Geylânî)
Târihi inceleyecek olursak, insanların, önlerinde Allahü teâlânın gönderdiği bir rehber olmadan kendi başlarına gittiklerinde, hep yanlış yollara saptıklarını görürüz. İnsan, kendisini yaratan büyük kudret sâhibinin var olduğunu, aklı sâyesinde anlad ı. Fakat, ona giden yolu bulamadı. Peygamberleri işitmiyenler, hâlıkı (yaratanı) evvelâ etraflarında aradı. Kendilerine en büyük fâidesi olan güneşi, yaratıcı sandılar ve ona tapmağa başladılar. Kısacası, insan bir, ezelî ve ebedî olan Allahü teâlâyı kendi başına bir türlü tanıyamadı. Çünkü rehbersiz, karanlıkta doğru yol bulunamaz. Peygamberler en büyük rehberlerdir. İslâm dînini tebliğ eden, en son ve en üstün peygamber, Muhammed aleyhisselâmdır. O'na verilen kitâb, Kur'ân-ı kerîmdir. O'nun doğru yolu gösterici mübârek sözlerine, hadîs-i şerîf denir. Bir insan, bir rehber olmadan Kur'ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin mânâsını anlayamaz. Bunun için, yetişmiş ve yetiştirebilen Mürşid-i kâmil denilen büyük din âlimlerine ihtiyaç vardır. Bun ların en üstünleri de dört mezheb imâmlarıdır. Bunlar; İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe, İmâm-ı Şâfiî, İmâm-ı Mâlik ve İmâm-ı Ahmed bin Hanbel'dir "rahmetullahi aleyhim ecmaîn". Bu dört imâm, İslâm dîninin dört temel direkleridir. Kur'ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin mânâlarını doğru olarak öğrenmek için, bunlardan birinin kitâblarını okumak lâzımdır. Bunların herbirinin kitâblarını açıklayan binlerce âlim gelmiştir. Bu açıklamaları okuyan, İslâm dînini doğru olarak öğrenir. Bu kitâbların hepsindeki îmân bilgileri aynıdır. Bu doğru îmâna "Ehl-i Sünnet" îtikâdı (inancı) denir. (M. Sıddîk Gümüş)

REHN (Rehin):
Bir sebebden dolayı bir şeyi habsetmek, alıkoymak; ödenecek mal karşılığında bir malı, alacaklıda veya başka emin bir kimse elinde emânet bırakmak. İpotek etmek.
Rehn ancak mal borcu için verilir ve zor ile alınmaz. Rehn akd ile yâni îcâb ve kabûl (sözleşme) ile yapılır. (İbn-i Âbidîn)
Rehin bırakılan malın, satılmaya elverişli olması şarttır. Ağırlıkla ve hacim ile ölçülen her şey; altın, gümüş eşyâ, para rehn olarak verilebilir. (İbn-i Âbidîn)
Rehin edilen şeyin satışı, rehn sâhibinin izni olmadan bâtıldır, geçersizdir. Teslîmi câiz değildir. (İmâm-ı Gazâlî)
Rehn, borç ödeninceye kadar habs olunur. Önce borç ödenir; sonra rehn geri verilir. (İbn-i Âbidîn)
Alacaklı; rehnin, borçlunun mülkünden çıkmasına sebeb olamaz, satamaz, kiraya veremez. Rehni, ancak borçlunun izni ile kullanabilir. (Ali Haydar Efendi)
Borçlu, rehndeki malını, alacaklının izni olmadan satamaz. Satmak için isteyemez. (İbn-i Âbidîn)

REK'AT:
Namazın bölümlerinden her biri; bir namazda kıyâm, rükû ve iki secdenin toplamı.
Bir kimse kırk gün (cemâatle kılınan) namazın birinci rek'atini kaçırmazsa, ona iki berât (kurtuluş vesîkası, senedi) yazılır: Cehennem'den kurtulma berâtı ve nifâktan (münâfıklıktan) kurtulma berâtı. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Ağız misvâklanmış olarak kılınan iki rek'at namaz, misvaklanmadan kılınan yetmiş rek'at namazdan daha üstündür. (Hadîs-i şerîf-Taberânî, Beyhekî)
Âkil (akıllı) ve bâliğ (ergenlik çağına gelmiş) olan her müslümanın her gün beş vakit namaz kılması farzdır. Bu beş vakit namaz kırk rek'at eder. Bunlardan on yedi rek'ati farzdır. Üç rek'ati vâcibdir. Yirmi rek'ati sünnettir. (İbn-i Âbidîn)
Birinci rek'at, namaza durunca; diğer rek'atler ayağa kalkınca başlar ve tekrar ayağa kalkıncaya kadar devâm eder. Son rek'at ise, selâm verinceye kadar devâm eder. (İbn-i Âbidîn)
İki rek'atten az namaz olmaz. Akşamın farzı ile vitirden başka, her namaz çift rek'atlidir. (Tahtâvî)
Her bir rek'atte namazın farzları, vâcibleri, sünnetleri, müfsidleri ve mekrûhları vardır. (Bkz. İlgili maddeler) (Abdullah-ı Mûsulî)
Namazda rükûa yetişemeyen, o rek'ati imâmla kılmış olmaz. İmâm rükûda iken gelen, niyyet eder ve ayakta tekbîr getirip namaza girer. (Halebî İbrâhim)

REML (Remel):
Hac ibâdeti yerine getirilirken, tavâfın (Kâbe'nin etrâfında dönmenin) ilk üçünde, erkeklerin kısa adımlarla, omuzları silkerek, çalımlı yürümeleri.
Reml, haccın sünnetlerindendir. Resûlullah efendimiz, Mekke'yi feth edip Kâbe'yi tavâf esnâsında, Eshâbı (arkadaşları) ile birlikte reml yaparak tavâf ettiler. Bu şekilde yapmalarının sebebi; karşıdan onları seyreden ve müslümanların zayıf düştükleri kanâatinde olan Mekkeli müşriklere, mü'minlerin güçlü ve azimli olduklarını göstermek içindi. İşte bu sünnet, o hâdisenin hâtırâsıdır. (İbn-i Hümâm)
Kâbe'nin etrâfında yedi defâ tavâf eden (dönen) bir kimse, ilk üçünde reml yapar. Diğer dört tânesini de normal yürüyüşle yapar. Reml yapmaktan maksad; müşriklerin gözünü yıldırmak ve şecâat (kahramanlık) göstermektir. Reml'de efdâl olan, Kâbe'nin ya kınında olmasıdır. Kalabalık sebebiyle bu mümkün olmuyorsa, uzaktan yapmalıdır. Dış taraftan üç kere reml yapar, sonra da yaklaşarak mümkün olduğu kadar kimseye eziyet etmeden dört kere daha döner. Her dönüşte, hacer-ül-esved'i istilâm (selâmlama) da ha iyidir. (İbn-i Hümâm)

REMY-İ CİMÂR:
Hac ibâdeti esnâsında Kurban bayramının birinci, ikinci, üçüncü ve dördüncü günlerinde Minâ'da bulunan ve Cemre adı verilen taş yığınlarına nohut büyüklüğündeki taşları atmak. Buna şeytan taşlama da denilmektedir.
Remy-i cimâr haccın vâciblerindendir. Kurban Bayramı günlerinde Minâ'da birbirlerinden birer ok atımı uzakta bulunan Cemre-i ûlâ (birinci cemre), Cemre-i vustâ (orta cemre) ve Cemre-i Akabe (Akabe cemresi) adı verilen taş yığınlarına, üç gün her biri ne yedişer taş atılır. Bu taşlar atılırken Allahü ekber denir. (Mehmed Zihni Efendi)
Remy-i cimâr, Kurban bayramının dört gününde de yapılır. Birinci günü sabahı, Cemre-i Akabe denilen yerde sağ elin baş ve şehâdet parmaklarıyla cemre yerini gösteren duvarın dibine nohut kadar yedi taş atılır. Bayramın ikinci günü öğle namazında Minâ 'da okunan hutbeden sonra üç cemreye yedişer taş atılır. Remy-i cimâra mescid-i Hîf'e yakın olandan başlanır. Üçüncü günü de böyle yedişer taş atılır ki, hepsi kırk dokuz taş olur. Dördüncü gün de Minâ'da kalıp fecrden (tan yerinin ağarmasından) güne şin batışına kadar dilediği zamanda yirmi bir taş daha atmak müstehâbdır. Remy-i cimâr esnâsında, birinci ve ikinci cemrelere (taş atma yerlerine) taş attıktan sonra kollar omuz hizâsında kaldırılarak ve el ayaları semâya veya kıbleye çevrilerek duâ edilir. Atılacak yetmiş taş Müzdelife'de toplanır. Remy-i cimârı hayvan üstünde yapmak da câizdir. (Mevkûfâtî)

RESÛL:
1. Yaratılışı, huyu, ilmi, aklı ve her bakımdan zamânında bulunan bütün insanlardan üstün olan ve yeni bir din ile gönderilen peygamber.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Resûl size ne verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da sakının. Allahü teâlâdan korkun. Çünkü Allah'ın azâbı çetindir. (Haşr sûresi: 7)
Allahü teâlâ Âdem aleyhisselâmdan beri her bin senede bir resûl vâsıtasıyla insanlara bir din göndermiştir. Son resûl Muhammed aleyhisselâmdır. O'ndan başka peygamber gelmeyecektir. O bütün insanlara peygamber olarak gönderilmiştir. (Abdülhakîm bin Mustafâ)
Allahü teâlânın, resûlleri vâsıtasıyla bildirdiği emirlerin, bilgilerin herhangi birine inanmamak ve şüphe etmek küfürdür. Çünkü resûle inanmamak veya îtimâd etmemek, resûle yalancı demek olur. Yalancılık kusurdur. Kusurlu olan peygamber olamaz. (Seyyid Abdülhakîm Efendi)
Cenâb-ı Hak, bütün insanlara, sayılamayacak kadar çok nîmet, iyilik vermiştir. Bunların en büyüğü ve en kıymetlisi olarak da, resûller ve nebîler (aleyhissalevâtü vetteslîmât) göndererek ebedî seâdetin yolunu göstermiştir. (Hâdimî)
2. Elçi, haberci.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Onlara o şehir (Antakya) halkını misâl getir. Hani oraya (Îsâ aleyhisselâmın) resûller gelmişti. Biz o zaman kendilerine iki elçi göndermiştik de onları tekzîb etmişlerdi, yalanlamışlardı. Biz de bir üçüncü ile bunları takviye etmiştik de "Hakîkat, biz size gönderilmiş elçileriz" demişlerdi. (Yâsîn sûresi: 13,14)

Resûl-i Ekrem:
Peygamberlerin en üstünü, en kıymetlisi olan Muhammed aleyhisselâm.
Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) bütün âlemlere rahmet, canlı ve cansız her mahlûka peygamber olarak gönderilmiştir. (Abdülhak-ı Dehlevî)
Resûl-i ekremin mübârek gözleri uyur, kalb-i şerîfi uyumazdı. Aç yatıp tok kalkardı. Aslâ esnemezdi. Mübârek vücûdu nûrânî olup, gölgesi yere düşmezdi. Elbisesine sinek konmaz, sivri sinek ve diğer böcek mübârek kanını içmezdi. (İmâm-ı Ahmed Kastalânî)
Resûl-i ekremin güzel huyları pekçoktur. Her müslümanın bunları öğrenmesi ve bunlar gibi ahlâklanması lâzımdır. Böylece, dünyâda ve âhirette felâketlerden, sıkıntılardan kurtulmak ve O iki cihân efendisinin sallallahü aleyhi ve sellem şefâatine kavuş mak nasîb olur. (İmâm-ı Kastalânî)
Resûl-i ekrem nâzik idi. Cömerd idi. Fakat isrâf etmez, faydasız yere bir şey vermezdi. Herkese acırdı. Mübârek başı hep öne eğik idi. Kimseden bir şey beklemezdi. Seâdet, huzur isteyen O'nun gibi olmalıdır. (İmâm-ı Kastalânî)
Resûl-i ekrem, kahkaha ile gülmediği gibi, yüksek sesle de ağlamazdı; amma mübârek gözlerinden yaş akar, mübârek göğsünün sesi işitilirdi. Ümmetinin günahlarını düşünüp ağlardı ve Allahü teâlânın korkusundan ve Kur'ân-ı kerîmi işitince ve bâzan da na maz kılarken ağlardı. (Abdülhak-ı Dehlevî, Kastalânî)

Resûl-üs-Sakaleyn:
İnsanlara ve cinne peygamber olarak gönderilen Muhammed aleyhisselâm.
Rivâyet olunur ki, Mekke'de bir ağaç, Resûl-üs-sakaleyn'in önüne gelip; "Yâ Resûlallah! Cinnîlerden bir cemâat sizinle görüşmeye gelmişler. Hüsûn denilen yerde bekliyorlar" dedi. Peygamber efendimiz buyurdu ki: "Ben bu gece cinnîler ile mülâkât etmeğe ve onlara dîn-i İslâm'ı ve Kur'ân-ı kerîmi öğretmeye emr olundum. Benimle gelecek kim vardır?" Eshâb-ı kirâm sustular. İbn-i Mes'ûd (r.anh); "Yâ Resûlallah! İzin buyurursanız ben gelebilirim" dedi. Kalkıp o yere gittiler. Resûlullah efendimiz mübârek parmağıyla bir dâire çizdi ve İbn-i Mes'ûd'a; "Bu dâire içine otur, sakın dışarı çıkma. Yoksa beni göremezsin" buyurdu. Sonra namaza durdu. Tâhâ sûresini okumaya başladı. Daha sonra cinnîler gelip Resûlullah'a uydular. Hepsi on iki bin cinnî idi. Namazdan sonra onları İslâm'a dâvet eyledi. Hepsi kabûl ettiler. (Molla Miskîn)
Resûl-üs-sakaleyn Muhammed aleyhisselâma tâbi olmak demek; O'nun gittiği yolda yürümektir. O'nun yolu, Kur'ân-ı kerîmin gösterdiği yoldur. Bu yola, dîn-i İslâm denir. O'na uymak için, önce îmân etmek, sonra müslümanlığı iyice öğrenmek, farzları yapma k, haramlardan kaçınmak, daha sonra sünnetleri yapıp mekruhlardan kaçınmak lâzımdır. Bunlardan sonra, mübahlarda (yapılması emir olunmayan ve yasak da edilmeyen şeylerde) da O'na uymaya çalışmalıdır. (Ahmed Fârûkî)

gülgüzeli 01-02-2008 07:13 PM

Cevap : =>İslami Sözlük
 
RESÛLÎLER:
Yemen'de 1231 (H. 629)-1454 (H. 858) yılları arasında hüküm sürmüş olan bozuk inanışlı bir hânedân, âile.
Abbâsî halîfeleri, Muhammed bin Hârûn isminde bir kimseye elçilik görevi verdiler. Muhammed bin Hârûn, Mısır ve Şam taraflarına elçi olarak gidip geldiği için ona Resûl, onun neslinden gelenlere de Resûlîler adı verildi.
Resûl adı verilen Muhammed bin Hârûn Bağdâd'da çıkan bir isyân üzerine âilesiyle birlikte Mısır'a gitti. Mısır'a hâkim olan Selâhaddîn-i Eyyûbî bu kimseye iyiliklerde bulundu. Daha sonra Resûl'ün oğlu Ali bin Resûl'ü üç oğlu ile birlikte Yemen'e gönd erdi ve vâli tâyin etti. Babalarının lakabı sebebiyle Resûlîler denilen bu âile zamanla Yemen'de iktidârı tamâmen ele geçirdiler. Yemen'i Abbâsî halîfesinin vekîli olarak idâre ettiklerini iddiâ ettiler. Memlekette çıkan karışıklık ve isyânlar sebebiyle 1454 (H. 858) senesinde Resûlîler devleti yıkıldı. (Yeni Rehber Ansiklopedisi)
Eshâb-ı kirâm (Peygamberimizin arkadaşları) ve Tâbiîn-i ızâm (Eshâbı gören büyükler) zamanlarında paralar üzerine mübârek kelimeler yazılmadı. Çünkü para, alış-veriş vâsıtası olduğundan muhterem (saygıya değer) değildir, hakîrdir. Üzerlerine resim ko ymak câiz olur. Ehl-i sünnet olmayan hükûmetler meselâ Fâtımîler, Resûlîler gibi mûtezile mezhebinde olup müslüman ismini taşıyan fakat İslâmiyet'e uymayan hükümdârlar para üzerine âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf yazmışlardır. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

RESÛLULLAH:
Allahü teâlânın peygamberi Muhammed aleyhisselâm.
Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
Ümmetimin iki kötü huya yakalanmalarından çok korkuyorum. Bunlar; nefse uymak ve ölümü unutup, dünyâ arkasında koşmaktır. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Namaz, insanı kötü ve çirkin işler yapmaktan korur. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Ölümü çok hatırlayınız. Onu hatırlamak, insanı günâh işlemekten korur ve âhirette zararlı olan şeylerden sakınmaya sebeb olur. (Hadîs-i şerîf-Berîka) Ceddinin torunusun o kan damarındadır, İstersen neler olur, ruhları yanındadır, Resûlullah'ın aşkı kalbinde kanındadır, O senden yüz çevirmez, ara hakîkî yârı.
(M. Sıddîk bin Gümüş)

REŞÎD (Er-Reşîd):
1. Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Mahlûkâta (yarattıklarına) doğru yolu gösterip, dilediğini bu yolda bulunduran.
Er-Reşîd ism-i şerîfini söyleyenin yaptığı ameller kabûl olur. (Yûsuf Nebhânî)
2.Rüşd sâhibi yâni, dînî vazîfelerini yerine getiren ve malını tasarruf edebilen, âkıl bâliğ olan, aklını ve malını yerinde kullanan.
Çocuk bâliğ olunca, malını kullanmaya hak kazanır. Fakat reşîd olduğu görülmezse, yirmi beş yaşına kadar malı kendine verilmez. (İbn-i Âbidîn)

REVÂFID:
Râfizîler. Hazret-i Ali'yi sevmekte taşkınlık ederek diğer Eshâb-ı kirâmı (Peygamber efendimizin arkadaşlarını) kötüleyenler. Doğru yoldan sapanlar. (Bkz. Râfızîler)

REVÂTİB SÜNNETLER:
Peygamber efendimizin beş vakit namazın farzından önce veya sonra devamlı kıldığı müekked sünnetler.
Revâtib sünnetler, sünnet-i hüdâ olup, bunlar İslâm dîninin şiârıdır (alâmetidir). Bu ümmete mahsusturlar. (Abdülganî Nablüsî)
Revâtib sünnetler nâfile niyeti ile veya yalnız namaza niyet etmekle sahîh olur. Yâni o vaktin sünneti olur. Ayrıca sünnet diye niyet etmeye lüzum yoktur. (İbn-i Nüceym)
Revâtib sünneti özr ile terk edenler af olur. Özürsüz terk edenler azarlanır, inkâr edenler îmânsız olur. (İbn-i Âbidîn)

RE'Y:
Müctehid İslâm âlimlerinin, açıkça bildirilmeyen bir mes'ele hakkında dînî delillerden yâni Kur'ân-ı kerîm, hadîs-i şerîf ve icmâ-i ümmetten çıkardıkları hüküm, kıyâs.
Eshâb-ı kirâm (Resûlullah efendimizin yakın arkadaşları), önlerine çıkan bir işin nasıl yapılacağını sünnet-i seniyyede bulamazlarsa, re'y ve kıyâs ederek o işi yaparlardı. (Mevlevî Osman Efendi)
Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem, uzak memleketlere gönderdiği Eshâb-ı kirâma, karşılaşacakları mes'elelerde, Kur'ân-ı kerîmin hükmü ile hareket etmelerini, aradıklarını Kur'ân-ı kerîmde açıkça bulamazlarsa, hadîs-i şerîflerde aramalarını, b urada da açıkça bulamazlar ise, kendi re'y ve ictihâdları ile amel etmelerini emir buyurdu. (Veliyyullah Dehlevî)
Hazret-i Ömer, Bedir savaşında alınan esirlerin katline (öldürülmesine) hükmetmişti. Vahy (indirilen âyet), hazret-i Ömer'in re'yine muvâfık (uygun) geldi. (Ahmed Fârûkî)

Re'y Yolu:
Kıyas yolu. Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmemiş bir işin hükmünü buna benziyen ve açıkça bildirilen başka bir işin hükmüne benzeterek bulma yolu. (Bkz. Ehl-i Re'y)
Eshâb-ı kirâmdan (radıyallahü teâlâ anhüm) sonra re'y yolunda olan müctehidlerin reisi, imâmı, İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfedir. (Serahsî)

REZÂLET:
Rezillik, kötü ahlâk, fazîletin zıddı.
Huy, iyi veya kötü iş yapmağa sebeb olur. Yâhut da, iyi ve kötü olmayan şeye sebeb olur. Birincisine fazîlet veya iyi ahlâk denir. Cömertlik, şecâat yâni yiğitlik, yumuşaklık böyledir. İkincisine rezâlet denir. Hasîslik (cimrilik) ve erkekler için ko rkaklık böyledir. Üçüncüsüne fazîlet de, rezâlet de denmez. San'at deniliyor. Terzilik, çiftçilik böyledir. (Ali bin Emrullah)
Dünyâdaki pekçok rezâletler, cinâyetler, kavgalar, kıskançlıklar, hülâsa bütün fenâlıklar, iffetsizlik yüzünden meydana gelmektedir. (Hayri Aytepe)

REZÎL:
Alçak, îtibârsız.
Allah için tevâzû edeni, Allahü teâlâ yükseltir. Kim de kibirlenirse, Allahü teâlâ rezîl eder. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Cehennem'den kurtulmak isteyen, helâl ve haramları iyi öğrenmeli, haramdan kaçınmalıdır. Allahü teâlânın yasak ettiği şeylerden sakınmalıdır. İslâmiyet'in hudûdunu aşmamalıdır. Gaflet uykusu ne zamana kadar sürecek, kulaklardan pamuk ne vakit atılaca k?Ecel gelince, insanı uyandıracaklar, gözleri kulakları açacaklar. Fakat, o zaman pişmanlık işe yaramıyacak. Rezîl olmaktan başka, ele bir şey geçmiyecektir. Hepimize ölüm yaklaşıyor. Âhiretin çeşit çeşit azâbları, insanları bekliyor. İnsan öldüğü zaman, kıyâmeti kopmuş demektir. Ölüm, uyandırmadan ve iş işten geçmeden önce uyanalım. İslâmiyet'in emirlerini ve yasaklarını öğrenip, şu birkaç günlük ömrümüzü, bunlara uygun geçirelim. Kendimizi âhiretin çeşitli azâblarından kurtaralım. (Abdülhakîm Arvâsî)

REZZÂK (Er-Rezzâk):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her yarattığı ve rızık vereceği mahlûkunun rızkını yaratıcı ve ulaştırıcı ve o rızık ile faydalanma sebeblerini hazırlayan ve rızık gönderen Allahü teâlâ.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Şüphesiz rezzâk olan, güç ve kuvvet sâhibi ancak Allahü teâlâdır. (Zâriyât sûresi: 58)
Rezzâk olan Hak teâlâ, rızıklara kefil olmuş, kullarını bu sıkıntıdan kurtarmıştır. (İmâm-ı Rabbânî)
Hak teâlâ rezzâk iken bir kulunu Mukassim-i rızk (Rızıkları taksim edici) tâyin etmiştir. Kullarının rızkını onun sebebi ile verir. O kulun halka rızık taksim etmesiyle rezzâk olması lâzım gelmez. (S. Abdülhakîm Arvâsî)
Allahü teâlâ öyle bir Rezzâktır ki, kullarının rızıklarını günâhları sebebiyle kesmiyor. (İmâm-ı Rabbânî)
Sabah namazından sonra er-Rezzâk ism-i şerîfini söyleyenin rızkı genişler. Cumâ namazından sonra yüz defâ er-Rezzâk ism-i şerîfi söylendiğinde hastanın sıkıntısı geçer. (Yûsuf Nebhânî)

gülgüzeli 01-02-2008 07:14 PM

Cevap : =>İslami Sözlük
 
RIDÂ' (Radâ'):
Süt emme çağında yâni iki buçuk yaşından küçük bir çocuğun bir kadının memesinden süt emmesi veya bir kadının sütü bir vâsıta ile çocuğun mîdesine gitmesi.
Evlenmede nesebden (soydan) haram olanlar, rıdâ'dan da haram olur. (Hadîs-i şerîf-Nîmet-i İslâm)
Rıdâ' sebebiyle çocuğun, süt anası ve süt babası ile ve bunların anaları, babaları ve kardeşleri ve çocukları ve her kuşaktan torunları ile evlenmesi ebedî haramdır. (Alâüddîn-i Haskefî)
Rıdâ'ın hükmü, sütün azı ile de çoğu ile de meydana gelir. Bu hüküm, süt emme çağı olan otuz ay yâni iki buçuk yıl içerisinde süt emildiği zaman sâbit olur (gerçekleşir). (Abdullah-i Mûsulî)

RIDVÂN:
1. Allahü teâlânın râzı olması, beğenmesi.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Muhammed (aleyhisselâm) Allahü teâlânın peygamberidir ve O'nunla birlikte bulunanların (yâni Eshâb-ı kirâmın) hepsi kâfirlere karşı şiddetlidirler. Fakat birbirlerine karşı merhâmetli, yumuşaktırlar. Bunları çok zaman rükû'da ve secdede görürsünüz. Herkese dünyâda ve âhirette her iyiliği, üstünlüğü, Allahü teâlâdan isterler. Rıdvânı da isterler. Çok secde ettikleri yüzlerinden belli olur... (Fetih sûresi: 29)
Allahü teâlâ Cennet'tekilere; "Ey ehl-i Cennet!" diye hitâb eder. Onlar da; "Lebbeyk (buyur) ey Rabbimiz!" derler. Allahü teâlâ da; "Kavuştuğunuz bu nîmetlerden râzı mısınız?" buyurur. Cennet'tekiler; "Nasıl râzı olmayalım ki, sen bize mahlûklarının içinden hiçbirine vermediğin nîmetleri verdin" derler. Cenâb-ı Hak; "Size bundan daha iyisini vereyim mi?" buyurur. Onlar da; "Ey Rabbimiz! Bundan daha iyisi ne olabilir?" diye memnûniyetlerini arzederler. Bunun üzerine Allahü teâlâ; "Size Rıdvânımı vereceğim ve bundan sonra da ebedî olarak size gazab etmeyeceğim." buyurur. (Hadîs-i şerîf-Riyâz-üs-Sâlihîn)
2. Cennet meleklerinin büyüğü, başı, reisi.
Cennet her sene Ramazan ayının gelmesi ile süslenir. Ramazanın ilk gecesi olunca, Arş'ın altında mesîre adında bir rüzgâr esip, Cennet ağaçlarının dallarını, budaklarını, kapılarının halkalarını sallar. Dinleyenlerin hiç duymadıkları güzel sesler onlardan duyulur. Bu hâlde hûrîler (Cennet kızları) süslenip Cennet'in yüksek yerinde durup, bizi Allahü teâlâdan istiyecek kimseler nerededir, bizi alsın" diye seslenirler. Sonra Rıdvân'a; "Bu gece hangi gecedir?" derler. Rıdvân; "Bu gece, Ramazan ayının ilk gecesidir. Muhammed aleyhisselâmın ümmetinden oruç tutanlara Cennet kapıları açılır" diye cevap verince, Allahü teâlâ; "Ey Rıdvân! Cennet kapılarını aç" buyurur. (Hadîs-i şerîf-Gunyet-üt-Tâlibîn)

RIDVÂNULLAHİ TEÂLÂ ALEYHİM ECMAÎN:
Daha çok Eshâb-ı kirâmın isimleri anılınca söylenen; "Allahü teâlânın rızâsı onlar üzerine olsun" mânâsına, duâ, hürmet ve saygı ifâdesi. Bir kişi için rıdvânullahi teâlâ aleyh, iki kişi için rıdvânullahi teâlâ aleyhimâ denir.
Bütün duâlar, iyilikler, Allahü teâlânın peygamberi ve en sevdiği kulu, insanların her bakımdan en güzeli, en üstünü olan Muhammed aleyhisselâma ve Ehl-i beytine (akrabâsına) ve Eshâbına (arkadaşlarına) rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecmaîn ve bunları se venlere ve izlerinde gidenlere olsun. (İmâm-ı Rabbânî)

RIFÂİYYE:
Evliyânın büyüklerinden Seyyid Ahmed Rıfâî hazretlerinin tasavvuftaki yolu.
Zikr-i Cehrî (Allahü teâlânın ism-i şerîfini sesli olarak söylemek) hazret-i Ali'den, on iki imâm vâsıtasıyla gelmiştir. Bunların sekizincisi olan İmâm-ı Ali Rızâ'dan Ma'rûf-i Kerhî almış ve Cüneyd-i Bağdâdî'nin çeşitli halîfelerinin (talebelerinin) silsilelerinde bulunan meşhûr mürşîdlerin (büyük evliyâların) adı verilerek kollara ayrılmıştır. Böylece Ebû Bekr-i Şiblî yolundan Kâdiriyye, Şâziliyye, Sa'diyye ve Rıfâiyye tarîkati meydana gelmiştir. (Abdülhak-ı Dehlevî)
Rıfâiyye yolunun kurucusu olan Seyyid Ahmed Rıfâî hac dönüşü Medîne-i münevverede Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem türbesini ziyâreti esnâsında;"Uzaktık, toprağını öpmek için efendim. Kendim gelemez, vekil olarak rûhumu gönderirdim. Şimdi seni ziyâret nîmeti oldu nasîb. Ver mübârek elini dudağım öpsün Habîb" mânâsına gelen bir şiiri okuyunca, Peygamber efendimizin kabrinden mübârek elleri göründü. Seyyid Ahmed Rıfâî de saygıyla elini öptü. Orada bulunanlar hâdiseyi görüp hayretl e seyrettiler. Bu kerâmet pek meşhûr olup, dilden dile günümüze kadar gelmiştir. (Yûsuf Nebhânî)
Seyyid Ahmed Rıfâî hazretleri, Rıfâiyye yolunun esaslarıyla ilgili olarak buyurdu ki: "Yolumuz üç şey üzerine binâ edilmiştir. Bunlar; istememek, geri çevirmemek ve yığmamak (elde malı biriktirmemek)tır." (Hüseyin Vassâf)
Seyyid Ahmed Rıfâî hazretlerinin kurduğu Rıfâiyye yolu da zamanla diğer tarîkatler gibi bozuldu. Dünyâya düşkün olanlar, dîni, dünyâlık elde etmek için âlet edenler, Rıfâiyye yolunda olduklarını söyleyerek şeyh, tarîkatçı gibi adlar altında ortaya çı ktılar. Ağızlarına ateş koymak, ağızlarından alevler çıkarmak, bir yanağına bıçak, şiş sokup öteki yanağından çıkarmak, sokak ortasında yatarak üzerinden kamyon geçirtmek gibi işler yaparak kerâmet sâhibi olduğunu iddiâ edenler görüldü. Yaklaşık son yüz seneden beri Rıfâiyye tarîkatı adı altında birçok şeyler uyduruldu. Seyyid Ahmed Rıfâî'nin yolu olan hakîkî Rıfâîlik unutuldu. Şeyh ve tarîkatçı adı altında ortaya çıkan kimseler İslâmiyet'in emirlerine uymayan, dînimizin yasak ettiği şeyleri zikir ve ibâdet adı altında işleyip, birçok bid'atler (sapıklıklar) çıkardılar. Bunların İslâmiyet'le ve hakîkî Rıfâiyye yoluyla ilgileri yoktur. (İslâm Âlimleri Ansiklopedisi)

RIFK:
Yumuşak huyluluk.
Rıfk sâhibi olmayan kimseden hayır gelmez! (Hadîs-i şerîf-Et-Tergîb ve't-Terhîb)
Allahü teâlâya kavuşturan yola dâvet edenler, fâsık (açıkça günah işleyen) kimselere dahi kaba ve kırıcı olmamalıdır. Onlara rıfk ile muâmele edip, ihsân ve kerem göstererek gönüllerini hoş tutmalılar ki, kendilerine yönelsinler. Ancak bu meyil gerçe kleştikten sonra nasîhatte bulunsunlar. (Ali Havâs Berlîsî)

RIKK:
Kölelik.
Mîrâsa hak kazanmaya mâni olan hâller şunlardır: 1)Rıkk, 2) Amden katl yâni öldürülmesi meşrû olmayan, dînen izin verilmeyen bir kimseyi bilerek öldürmek, 3)Din ayrılığı, 4) İhtilâf-ı dâr (başka devletin tebeası olmak), 5)Mürted olmak yâni müslüman i ken dinden çıkmak veya dinden çıkmayı gerektiren bir iş yapmak. (Secâvendî)

RITL:
130 dirhem-i şer'îlik (436.8 gram) bir ağırlık ölçüsü birimi.
Abdestte ve gusülde, lüzûmundan fazla su kullanmak isrâf olup, haramdır. Sekiz rıtl su ile sünnete uygun gusledilebilir. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, bir müd (875 gr) su ile abdest alır, bir sa' (4200 gram) su ile guslederdi. (İbn-i Âbidîn)

gülgüzeli 01-02-2008 07:15 PM

Cevap : =>İslami Sözlük
 
RIZÂ:
Râzı olma, hoşnutluk, memnunluk.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Dünyâ malından, sarıldığınız, sakladığınız her şey yanınızda kalmayacaktır. Ancak Allah rızâsı için yaptığınız iyilikler ve ibâdetler sizinle berâber kalacaktır. (Nahl sûresi: 96)
Kim benim kazâma rızâ göstermez, verdiğim belâya sabretmez ve nîmetlerime şükretmezse, benim yerimden ve göğümden çıksın. Kendine benden başka Rab arasın. (Hadîs-i kudsî-Mektûbât-ı Ma'sûmiyye)
Rızâ sâhiblerine belâlar, musîbet değildir. Onlar belâları beğenmemezlik etmezler. Çünkü belâları veren yine Allahü teâlâdır. (Muhammed Bâkî-billâh)
Allahü teâlânın takdîrine rızâ göstermeyen kimse ahmaktır ve tedâvisi yoktur. (Meymûn bin Mihrân)
Allahü teâlânın rızâsını kazanmak için dünyâ nîmetlerinden aza kanâat eden kullarının, amelleri az olsa da, cenâb-ı Hak böyle kullarından hoşnûd olur. (Ali Havâs Berlîsî)
Bu kadar zahmet ve meşakkatlere, sıkıntılara katlanarak aradığımı, annemin rızâsını almakta buldum. Çok basit gibi gelen anne rızâsını almanın bütün işlerin evvelinde lâzım olduğunu anladım. (Bâyezîd-i Bistâmî)

RIZK (Rızık):
Allahü teâlânın takdir ettiği maddî ve mânevî nîmet, kısmet. Yiyecek, içecek, giyecek ve barınacak yer.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Dünyâdaki maddî ve mânevî bütün rızıklarını aralarında taksim ettik. (Zührûf sûresi: 32)
Allahü teâlâ tarafından rızkı gönderilmeyen yeryüzünde bir canlı yoktur. (Hûd sûresi: 6)
Rızık husûsunda endişeye düşmeyiniz. İnsan son rızkını da yemeden ölmez. Allah'tan korkunuz, iyi ameller yapınız. Helâlı alıp, harâmı terk ediniz. (Hadîs-i şerîf-İhyâ)
Rızık husûsunda Allahü teâlâya tevekkül eden kimsenin güzel huyları fazlalaşır; cömert olur ve ibâdetlerinde vesvese bulunmaz. (Şakîk-i Belhî)
Allahü teâlâ bir kimsenin sûretini ve rızkını güzel yapar, o da, Allah için tevâzû gösterirse, o, Allahü teâlânın yakın ve hâlis kullarından olur. (Avn bin Abdullah)
Rızık mukadderdir, ezelde takdir edilmiş, ayrılmıştır. Fazla ve noksan ihtimâli yoktur. Rızkın noksan veya ziyâde olması, Hak teâlânın husûsî fadlı (ihsânı) iledir. Hiç kimsenin bunda bir katkısı yoktur. (Muhammed Ma'sûm Fârûkî)
Allahü teâlâ, her insanın ve her hayvanın rızkını ezelde takdîr edip, ayırmıştır. İnsanların ve hayvanların ecelleri ve nefeslerinin sayısı belli olduğu gibi, her insanın bedeninin ve rûhunun rızıkları da bellidir. Rızık hiç değişmez. Azalmaz ve çoğa lmaz. Kimse kimsenin rızkını yiyemez. Kimse kendi rızkını yiyip bitirmeden ölmez. Bir kimse, Allahü teâlâ emrettiği için çalışır, rızkını helâl yoldan ararsa, ezelde belli olan rızkına kavuşur. Bu rızk ona bereketli olur. Bu çalışmaları için sevâb kazanır. Eğer, rızkını Allahü teâlânın yasak ettiği yerlerde ararsa, yine ezelde ayrılmış olan o belli rızka kavuşur. Fakat, bu rızk ona hayırsız, bereketsiz olur. Rızkına kavuşmak için kazandığı günâhlar da, onu felâkete sürükler. (Seyyid Abdülhakîm)

RİBÂ:
Fâiz; ödünç vermekte, rehnde (ipotekte) ve alış-verişte, alıcıdan veya vericiden (satıcıdan) birinin ötekine karşılık olarak vermesi şart edilen fazla mal. (Bkz. Fâiz)
Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruyor ki:
Allahü teâlâ bey'i (alış-verişi) helâl ve ribâyı ise haram kılmıştır. (Bekara sûresi: 275)
Allahü teâlâ ribâ karışan malı yok eder ve sadakaları verilen malı artırır (ona bereket verir) . (Bekara sûresi: 276)
Aralarında, zinâ ve ribâ yayılan bir memlekette bulunanlara, Allahü teâlânın azâbı helâl oldu. (Hadîs-i şerîf-Zevâcir)
Fâiz (ribâ) almak ve vermek, insanın son nefesinde îmânsız gitmesine sebeb olabilir. (Kutbüddîn İznikî)
Alış-veriş yaparken ve ödünç verirken, ribâdan çok sakınmalıdır. Ödünç verilen kimseden, bir menfaat beklenmemelidir. Zîrâ, azıcık alınan veya verilen ribânın (fâizin) günâhı, Allahü teâlâ indinde, annesiyle zinâ etmiş gibidir. Fâizin azı da, çoğu da , alması da vermesi de haramdır. Çok sakınmak lâzımdır. (Süleymân bin Cezâ)
Zekâtı ve fıtraları, dînin emrettiği kimselere seve seve vermelidir. Fakirlere ve borç istiyenlere merhamet etmelidir. Malı, parayı, İslâmiyet'in izin vermediği yerlere harcamamalı, isrâf da etmemelidir. Ribâdan, kumarlı ve kumarsız oyunlardan sakınm alıdır. (Muhammed Ma'sûm)

Ribâ'l-Fadl:
Ölçü veya tartıyla alınıp satılan şeyleri, kendi cinsleriyle peşin olarak, karşılığı olmayan bir fazlalıkla değişmek.
Bir dirhem gümüşü, bir buçuk dirhem gümüş ile, peşin olarak değişmek, ribâ'l-fadl olur. (İbn-i Âbidîn)

Ribe'n-Nesîe:
Gecikme ribâsı. Bir cinsten olan iki şeyin birini, diğeri karşılığında veresiye olarak satmak veya başka başka cinslerden olup; ağırlık, hacim veya uzunluk ölçüsüyle yâhut belirli ölçülerde olup, sayıyla alınıp satılan iki şeyi veresiye değişmek. Mik tarlar eşit olsa bile ribâ sayılır.
Kışın bir kile buğdayı yazın vermek üzere bir buçuk kile ile satın almak ribe'n-nesîedir. Ribe'n-nesîe'nin haram kılınışında müslümanların imâmları (dört mezheb) arasında ihtilâf yoktur. O büyük günahlardandır. Ribe'n nesîenin haramlığı; Kur'ân-ı ker îm ile, Resûlullah efendimizin sünnetiyle ve müslümanların icmâiyle (sözbirliğiyle) sâbittir. (Abdurrahmân el-Cezîrî)

RİBÂT:
Sınır karakolu; İslâm dînini üstün kılmak, müslümanlardan kâfirlerin şerrini, zararını def etmek için düşman sınırında nöbet beklemek.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Ey îmân edenler! Din uğrundaki eziyetlere sabredin ve düşmanlarınızla olan savaşlarda üstün gelmek için sabır yarışı yapın. Ribâtta bulunun ve Allah'tan korkun ki, felâh bulasınız. (Âl-i İmrân sûresi: 200)
Bir kimse, Allah için bir gece ribât bekler, müslümanları muhâfaza ederse, onların oruç ve namaz sevâbına kavuşur. (Hadîs-i şerîf-Taberânî)
Benim mescidimdeki namaz, on bin namaza, mescid-i harâm'daki bir namaz yüz bin namaza, ribât bölgesindeki namaz ise bir milyon namaza denktir. (Hadîs-i şerîf-Ebü'ş-Şeyh)

RİCÂL-İ GAYB:
Her devirde bulunan fakat herkesçe tanınıp bilinmeyen ve görülmeyen, dünyânın nizâmı ile vazîfeli mübârek, büyük zâtlar.
Nûr Muhammed Pünti, ricâl-i gaybdendir. (İmâm-ı Rabbânî)

RİC'Î TALÂK:
Geri dönülebilen talâk (boşanma). Zevceye yaklaştıktan sonra sarîh (açık) veya işâretle, üç adedine veya bir ivâza (bedele, karşılığa) bağlı olmaksızın ve beynûnete yâni ayrılığa delâlet eden (gösteren) bir sıfatla sıfatlanmamış ve bir şeye teşbîh ed ilmemiş (benzetilmemiş), gerek sarîh (açık) lafızlardan (sözlerden) ve gerek talâk-ı ric'îyi gerektiren kinevî (açık olmayan) lafızlarla yapılan talâk (Bkz. Talâk) .
Ric'î talâkta zevc (koca), iddet zamânı içinde (talâktan sonra ilk temizlik müddetinin başından, üçüncü hayzın sonuna kadar olan müddette) söz ile veya fiilen eski nikâhına rücû' edebilir (dönebilir). Evliliği devâm eder. Şâhid lâzım olmaz ise de iki âdil şâhide haber vermesi müstehâb (iyi) olur. (İbn-i Âbidîn)

RİCS:
Pis, murdar.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Ey îmân edenler! İçki, kumar, (tapmaya mahsus) dikili taşlar, fal okları, ancak şeytanın amelinden birer rics'tir. Onun için bunlardan kaçının ki kurtulasınız. (Mâide sûresi: 90)
(Ey Resûlüm!) Deki: Bana vahy olunanlar (bildirilenler) içinde, yiyen bir kimsenin yiyeceği arasında dediğiniz gibi haram edilmiş bir şey bulmuyorum. Yalnız haram olarak şunlar var: Leş, yâhut akıcı kan, yâhut domuz eti ki o şüphesiz ricstir... (En'âm sûresi: 145)

RİDDET:
İrtidâd etme. İslâm dîninden çıkma. (Bkz. İrtidâd ve Mürted)
Riddet, niyyetle yâni kalbinden dinden çıkmaya karar vermekle yâhut küfr olan söz veya fiil ile İslâm'dan ilgiyi, alâkayı kesmek ile olur. (İmâm-ı Şa'rânî)
Ahkâm-ı İslâmiyye (İslâmî hükümler) dört büyük kısma ayrılır. Bunlardan biri ukûbât yâni had denilen cezâlar olup, başlıca altı kısma ayrılmaktadır: Kısas, sarhoşluk, sirkat (hırsızlık), zinâ, kazf (iftirâ) (Bkz. İlgili maddeler) ve riddettir. (Ahmed Zühdü)


gülgüzeli 01-02-2008 07:16 PM

Cevap : =>İslami Sözlük
 
RİKKAT:
Kalb inceliği ve yumuşaklığı.
İslâm âlimleri, dîni, îmânı kuvvetlendiren ve ahlâkı güzelleştiren, şiirleri, kasîdeleri, ilâhîleri ve mevlidleri dinlemek; kalbdeki Allah sevgisini ve rikkati arttırır buyurmuşlardır. (Abdullah-ı Dehlevî)
Rikkat, her din ve kitabda, her selîm akıllı kişiler yanında makbûl görülmüştür. Çünkü ihsânlar, bağışlamalar, hep bu rikkat ve merhametten doğar. Rikkatin aşırı derecede olanı yâni iş ve fikirlere zarar getirecek derecede olanı makbûl değildir. (Ahmed Rıfat)
Kalbin rikkat zamanlarında duâ etmelidir. İnsanın böyle zamanlarda yaptığı duâlar red olunmaz. (İbn-i Cezerî)
Şecâatten (yiğitlikten, kahramanlıktan) hâsıl olan iyi huylardan birisi de; insanlarla olan münâsebetlerinde rikkatli olmaktır. Bundan dolayı işlerinde ve hareketlerinde değişiklik, dargınlık ve kırgınlık olmamalıdır. İyilik yapmasını durdurmamalıdır . (Ali bin Emrullah)

RİSÂLE:
Mektûb; bir mes'eleye, bir ilme ve fenne dâir yazılan müstakil küçük kitâb.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri Edeb risâlesi adlı eserine başlarken buyuruyor ki: "Edebi, kendine yaklaşmaya ve evliyâlığa anahtar kılan Allahü teâlâya hamd olsun."

RİSÂLET:
Peygamberlik, resûllük. (Bkz. Peygamberlik) Fahr-i âlem girdi çün kırk yaşına Kondu pes, risâlet tâcı başına.
(Süleyman Çelebi)
Risâlet, çalışmakla elde edilemez. Bu, Allahü teâlânın dileği ile kullarına verdiği bir lütuftur. (Necmeddîn-i Kübrâ)

RİVÂYET:
1. Bir şeyi haber vermek veya haber verilen şey.
Hazret-i Ali radıyallahü anhtan gelen rivâyetlerde şöyle buyruldu: "Kalbler, kablara benzer. Hayırlı olan, hayırla dolu olandır."
"Her fenâlıktan uzak kalmanın yolu dili tutmaktır."
2. Nakletmek, bildirmek.
Ahmed bin Hanbel'in rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bâzısı şöyledir:
Kişinin günâhları çoğaldığı zaman, günâhlarına keffâret için, Allahü teâlâ onu geçim sıkıntısına düşürür.
Îmânın en sağlam kulpu; Allah için sevmek ve Alah için buğzetmektir (düşmanlık etmektir) .
Dünyâyı seven, âhiretine zarar eder. Âhiretini seven, dünyâsını zararlandırır. Bu böyle olunca siz bâkîyi (âhireti) fânî (dünyâ) üzerine tercih ediniz.
Hâşim-i Sugdî hazretleri, hocası Ebû Bekr-i Verrâk rahmetullahi aleyhten rivâyet ederek buyurdu ki: "Çok uyumak, çok yemek ve çok konuşmak, gönlü katılaştırır."

Rivâyet Tefsiri:
Kur'ân-ı kerîmdeki bâzı âyet-i kerîmelerin başka âyetlerle veya Peygamber efendimizin sünneti veya Eshâb-ı kirâmın mübârek sözleriyle açıklanması. Buna me'sur veya naklî tefsir de denir.

Rivâyet Yolu:
İctihâdda Medîne-i münevvere halkının âdetlerini kıyastan üstün tutan. Hicâz âlimlerinin yolu. Rivâyet yolundaki müctehidlerin büyüğü İmâm-ı Mâlik rahmetullahi aleyhtir. (Bkz. Ehl-i Rivâyet)

RİYÂ:
Gösteriş, iki yüzlülük. Kendini olduğundan başka gösterme.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Veyl (şiddetli azâb) namaz kılanlara ki, namazlarından gâfildirler. Namazı ehemmiyetsiz sayarlar. Riyâkarlık ederler. Namazlarını insanların yanında riyâ ile kılarlar. (Tenhâda yalnız kılınca terk ederler.) Zekât ve âriyet (ödünç) vermeyi de men ederler. (Mü'min sûresi: 4-7)
Dünyâda riyâ ile ibâdet edene, kıyâmet günü, ey kötü insan! Bugün sana sevâb yoktur. Dünyâda kimler için ibâdet ettin ise, sevâblarını onlardan iste denir. (Hadîs-i şerîf-Tebyîn-ül-Mehârim)
Riyâ sâhibinin üç alâmeti vardır. Yalnız iken tembeldir. İnsanlar arasında iken çalışkan ve hareketli görünür. Övüldüğü zaman çok çalışır. Zemmedildiği, kötülendiği zaman çalışmasını azaltır. (Hazret-i Ali)
İbâdetin âfeti; riyâ ile başkalarının işitmesi için ve Allahü teâlâdan başkası için yapmaktır. (Abdullah-ı İsfehânî)

RİYÂZET:
Nefsin isteklerini yapmamak.
Riyâzet, verâ ve takvâ ile olur. Takvâ, haramlardan sakınmaktır. Verâ, haramlarla birlikte, mübâhları ihtiyaçtan fazla kullanmaktan sakınmaktır. (Muhammed Hâdimî)
Peygamberlik için, insanda riyâzet ve mücâhede gibi bâzı şartların bulunması veya buna elverişli olarak doğmak lâzım değildir. Allahü teâlâ, dilediğini seçerek, bunu ihsân eder. O, her şeyi bilir ve en iyisini yapar. (Seyyid Şerîf Cürcânî)
İnsanlar, riyâzet deyince, açlık çekmeği ve oruç tutmağı anladılar. Hâlbuki dînimizin emrettiği kadar yemek için dikkat etmek, binlerce sene nâfile oruç tutmaktan daha güç ve daha faydalıdır. Bir kimsenin önüne lezetli tatlı yemekler konsa, iştihâsı olduğu hâlde ve hepsini yemek istediği hâlde, dînimizin emrettiği kadar yiyip, fazlasını bırakması, şiddetli bir riyâzettir ve diğer riyâzetlerden çok üstündür. Bir kimse, bin sene ibâdet etse ve sıkıntılı riyâzetler çekse ve sıkı mücâhede (nefse zor gelen şeyler) yapsa, eğer bir Peygamber-i zî-şâna uymamış ise, bütün bu çalışmalarının bir arpa kadar kıymeti olmaz. Çölde görülen serâb gibi, hiçbir şeye yaramaz. (İmâm-ı Rabbânî)
Bizim yolumuz riyâzet ve mücâhede çekme yolu değildir. Bizim yolumuz sohbet (berâber olma) yoludur. (İmâm-ı Rabbânî)
Çok açlık ve çok uykusuzluk dimağı yorar. Hakîkatleri ve ince bilgileri anlamağı önler. Bunun için riyâzet çekenlerin keşifleri hatâlı olur. (Ubeydullah-ı Ahrâr)
Riyâzet ve nefsle mücâhede, hârika ve kerâmeti arttırır. Evliyânın sohbeti ise, kalbe zikri (Allahü teâlâyı hatırlamayı) yerleştirir. Peygamber efendimizin sünnet-i seniyyesine uymayı kolaylaştırır. (Seyfeddîn-i Fârûkî)

RUB'-I DÂİRE:
Namaz vakitlerinin hesaplanmasında, yükseklik ölçülmesinde ve bâzı trigonometrik hesapların yapılmasında kullanılan el âleti. Bâzı geometrik şekillerden ibâret olup, dörtte bir dâire şeklinde tahta üzerine şekiller işlendiği için buna Rub'-ı dâire ta htası da denilmiştir.
Rub'-ı dâire tahtasının bir yüzüne Rub'-ı mukantara, diğer yüzüne de Rub'-ı müceyyeb denir. Rub'-ı dâire tahtası İslâm âleminde dördüncü hicrî asırdan beri kullanıla gelmiştir. (Ahmed Ziyâ Bey)

RUBU':
Ferâiz ilminde yâni İslâm mîrâs hukûkunda dörtte bir hisse (pay).
Allahü teâlânın Kur'ân-ı kerîmde hisselerini bildirdiklerinden Rubu' hisse alacak iki kimsedir. Bunlar; zevc ile zevcedir. Zevc (koca); ölenin çocuğu veya oğlunun çocuğu ile berâber vâris olduğundan rubu' hisse alır. Zevce (hanım); ölenin çocuğu veya oğlunun çocuğu ile birlikte mîrâsçı olmadığı takdirde rubu' hisse alır. (M. Mevkûfâtî)

RUBÛBİYYET:
İlâhlık, ma'bûdluk.
Ey Âdemoğulları! Bir kimse benim kazâma râzı olmaz ve benim tarafımdan gelen belâlara sabretmez, verdiğim nîmetlerime şükr etmez, ihsân ettiğim dünyâ nîmetlerine kanâat etmezse, başka bir Rab arasın. Ey Âdemoğlu! Bir kimse benim belâma sabrederse, benden râzı olmuş olur, yâni rubûbiyyetimi tasdîk etmiş olur. (Hadîs-i kudsî-Dıyâ-ül-külûb)
O (hazret-i Muhammed) olmasaydı, Allahü teâlâ mahlûkları elbette yaratmazdı ve rubûbiyyetini belli etmezdi. (Hadîs-i kudsî-Mektûbât-ı Rabbânî)


Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.