ForumSinsi - 2006 Yılından Beri

ForumSinsi - 2006 Yılından Beri (http://forumsinsi.com/index.php)
-   Psikoloji / Sosyoloji / Felsefe (http://forumsinsi.com/forumdisplay.php?f=595)
-   -   Filozoflar ( Biyografi ) '' Filozof Biyografisi Paylaşım Alanı '' (http://forumsinsi.com/showthread.php?t=556395)

Prof. Dr. Sinsi 08-23-2012 02:41 AM

Filozoflar ( Biyografi ) '' Filozof Biyografisi Paylaşım Alanı ''
 
Hegel

Alman idealist düşüncesine son ve kesin biçimini kazandırmış olan Hegel, tamamen kendi içine kapalı, yöntem bakımından birliği olan, kendisinden öncekilerle kıyaslanamayacak derecede geniş bir içerik ve düşünce zenginliğini taşıyan bir sistem kurar.

Ona göre; tarih boyunca ortaya çıkmış bütün felsefe akımları, evrensel bir felsefenin parçaları ve aşamalarıdır. Kendi sistemi de bu evrensel felsefenin bir parçası, fakat bu felsefenin en son ve tamamlanmış aşamasıdır. Önceki tüm düşünceler, kendi sisteminde içerilmiş, düzenlenmiş, aşılmış ve tamamlanmıştır.

Hegel’in felsefesinin temelinde ‘ide’ bulunur. İde, bütün varlığın kaynağı olan doğaüstü, evrensel bir ilkedir. Tarih, doğa ve toplum, idenin kendini açıp yaymasının evrelerinden başka birşey değildir. Bu açılıp yayılma, raslantısal değil, mantıksal bir sıra içinde, zorunlulukla ilerler.

Doğadaki, toplumdaki ve düşüncedeki tüm gelişme evreleri, bu mantıksal ve bağıntılı bütünün tikel görünümleridir. Dolayısıyla idenin hareketi ile doğa ve toplumun hareketi, aynı yasalara dayanır. Her iki alandaki bu hareket diyalektiktir. Tüm bu hareket, idenin kendini tanıması ve gerçekleştirmesi içindir. Bu süreçte ide, diyalektiğin tez-antitez-sentez üçlemesine uygun olarak üç aşamadan geçer. Ama her aşamanın içindeki hareketlerde diyalektiğin bu üçlüsüne uygundur.

Hegel’in diyalektiği, bir kavramlar diyalektiğidir. Nesnel dünyanın öncülüğünün, kavramların hareketi olduğunu ileri süren, kavramların hareketinin diyalektiğini keşfetmekle dış dünyanın hareketinin yasalarını da içeren bir bütünlüğe ulaşacağını iddia eden idealist bir diyalektir bu.

O, kendi felsefesinin, felsefenin tamamlanmamış son hali olduğunu düşünmekle, kendi diyalektiğinin inkârına ulaşır. Zengin bir içerik taşıyan Hegel sisteminin, marksizmin oluşmasında önemli bir rolü olmuştur. Bu, özellikle diyalektik konusunda böyledir.

Marx, diyalektiğin genel işleyiş biçimini ilk kez Hegel’in sunmuş olduğunu, kendisinin, başaşağı olan Hegel’in diyalektiğini yeniden ayakları üzerine oturttuğunu belirtir. Lenin ise Hegel felsefesinin iyice incelenmeksizin ve anlaşılmaksızın Marx’ın ‘Kapital’inin anlaşılamayacağını belirtir.

Prof. Dr. Sinsi 08-23-2012 02:41 AM

Filozoflar ( Biyografi ) '' Filozof Biyografisi Paylaşım Alanı ''
 
Hesiod

(M. Ö. VIII. yüzyıl) Hesiod'a göre insanlar altın döneminde basit ve tekdüze bir yaşam sürdüler, fakat buna rağmen çok mutluydular. Bu mutluluk döneminde henüz çelişme ve savaş yoktu. İnsanların başkalarına baskısı da söz konusu değildi. Bu dönem, insanlar arasında tam bir sessizliğin hüküm sürdüğü, doğa nimetlerinden rahatlıkla yararlanıldığı altın bir dönemdir. Hesiod'a göre, bu başlangıç dönemi, tam anlamıyla bir barış ve huzur dönemidir.

Demokrit ise bu ilk dönemin bir sıkıntı ve çaresizlik dönemi olduğuna inanır. Hesiod'a göre, insanın en tehlikeli buluşu ve icadı olan para, yani servetin ortaya çıkması, insanların güçlü-güçsüz diye iki sınıfa ayrılmasına neden olmuştur. Altın dönem sona ermiş, demir dönemi yani çekişme ve kavga dönemi başlamıştır.

Bundan sonra insanlar arasında para, servet, güç uğruna bir çekişme başlamıştır. Böylece adaletin bulunmadığı, bir baskı, bir zorlama dönemi yaşanır oldu. Fakat zamanla insanda ilk duruma geri dönme, o mutlu dönemi yeniden yaşama isteği doğdu. İnsanlık, şimdi yaşadığı kötü koşullardan kurtularak ilk mutlu döneme dönebilme tutkusunu sürekli içinde taşıdı.

Hesiod'un bu görüşü, Demokrit'in gelişme görüşü ile çatışır. Demokrit'e göre insanlık tarihi, sürekli bir gelişimdir. İnsan, tarihinin akışı içinde, başlangıçtaki hayvan yaşamından sürekli uzaklaşarak daha iyi bir yaşama kavuşmuştur.

Hesiod'a göre ise bu tarih, sürekli bir dönüşün hareketidir. Yani tarih, altın dönemden başlayarak demir döneminden geçtikten sonra yeniden altın dönemine dönen bir yol izler. Empedokles bu altın dönemi pek parlak, pek hayalci bir biçimde canlandırır: Bu dönemde insanlarla hayvanlar arasında bile düşmanlık yoktu, doğa canlılara nimetlerini bol bol sunuyordu.

Tarihin akışıyla ilgili birbiriyle çatışan bu iki görüşe, felsefe tarihinin akışı içinde sık sık rastlayacağız. Bunu doğrulamak için büyük bir sıçrama yaparak XVIII. yüzyıla bir göz atalım.

Prof. Dr. Sinsi 08-23-2012 02:42 AM

Filozoflar ( Biyografi ) '' Filozof Biyografisi Paylaşım Alanı ''
 
Holbach

HOLBACH, Paul Henri Thiry, baron (1723-1789). — Fransız materyalisti. 12 yaşında Paris'e geldi, öğrenimim, gerçek yurdu haline gelen Fransa'da, sonra da Leyde'de yaptı. Holbach, Diderot ile birlikte, Ansiklopedi’nin. hazırlanmasında etkin bir görev aldı. Ansiklopedi'ye, doğa bilimlerine ilişkin açıklamalar ve makaleler yazdı. Onun salonu, o zamanın Fransası'nın en iyi kafalarının toplantı yeriydi.

Üçüncü gücün (Tiers Etat—soylular ve din mensupları dışında kalan halk) devrimci ideolojisi bu salonda biçimlendi, daha sonra 18. yüzyılın Fransız materyalizmi diye adlandırılacak olan felsefenin ilkeleri, birkaç dostun dar çevresi içinde, bu salonda dile getirildi. Mekanikçi materyalizm, onun yapıtlarında sistemli ve tamamlanmış ifadesini buldu.

Holbach, ikiciliğe, dünyanın madde ve ruh diye ikileştirilmesi-ne karşı çıkmıştır. İnsan, doğanın zorunlu ürününden başka bir şey değildir. Doğa, hareket halinde bir maddedir. Madde, bizim duyu organlarımız üzerinde doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak işleyen, etki yapan şeydir. Ruhçu ve tanrıbilimci sistemler, ancak insan beyninin ipesapa gelmez saçmalarıdır. İnsan bilgisizliğinin meyvesi ve bu sistemlerden çıkar sağlayanların çoğunun, özellikle de kilisenin bilinçli bir aldatmacasının ürünüdür. Doğanın Sistemi (1770) adlı yapıtının, kendi zamanında, olağanüstü devrimci bir etkisi oldu.

Prof. Dr. Sinsi 08-23-2012 02:42 AM

Filozoflar ( Biyografi ) '' Filozof Biyografisi Paylaşım Alanı ''
 
Immanuel Kant

1724-1804 yılları arasında yaşamış ünlü Alman filozofudur. Kritik der Reinen Vernunft (Saf Aklın Eleştirisi), Kritik der Pratischen Vernunft (Pratik Aklın Eleştirisi) ve Kritik der Urteilkraft (Yargı Gücünün Eleştirisi) temel eserleridir.

Modern felsefenin gelişim seyrine uygun olarak epistemolojiyi ön plana çıkartmış olan Kant, öncelikle Hume'dan etkilenmiştir. Kendi deyişiyle Hume onu dogmatik uykusundan uyandıran, spekülatif felsefe alanındaki araştırmalarına yeni bir yön veren filozof olmuştur.

Öte yandan, o Descartes'in akılcılığının da birtakım olumlu yönler içerdiğini saptamış ve zihnimizin, matematikle uğraştığı zamanki işleyiş tarzı karşısında adeta büyülenmiştir. Kant, bundan başka asıl, on yedinci ve on sekizinci yüzyıllarda göz kamaştırıcı gelişmeler kaydeden bilimden, özellikle de fizikten etkilenmiştir.

Kant'ın gözünde bilim, öncülleri kesin olan ve yöntemleri, ancak Hume'unki gibi felsefi bir kuşkuculuk benimsendiği zaman, sorgulanabilen evrensel bir disiplindir. Bir bilim adamı, Kant'a göre, bir yandan kendisinden önceki bilim adamlarının ulaştığı sonuçları kabul eder; yine, bir bilim adamı kabul ettiği bu sonuçlara ek olarak, yeni araştırmalara giriştiği zaman, deneysel yöntemler kullanır. Bilim yansızdır ve nesneldir.

Öte yandan bilimin, özellikle de Newton tarafından geliştirilen modern fiziğin çok başarılı sonuçlar doğurmuş olan yöntemi, Kant'a göre, rasyonalizmi de empirizmi de aşarak gelişmiştir. Başka bir deyişle, fizik bilimi, rasyonalizmin ulaştığı sonuçları da, empirizmin ulaştığı sonuçları da yanlışlayarak gelişimini sürdürmektedir. Buna göre, kendisine en sağlam bilgi modeli olarak düşünülen matematiği örnek alan rasyonalizm, şeylerin bizatihi kendilerine yönelmeden, şeylerin kendileriyle bir temas kurmadan, yalnızca düşünceleri birbirlerine bağlamakla yetinip, şeylerin kendileriyle ilgili olarak apriori sonuçlara ulaşır. Oysa fizik, matematiği de kullanarak şeylerin bizatihi kendilerine yönelmekte, şeylerin kendileriyle, rasyonalizm tarafından kurulamayan teması, başarılı bir biçimde kurmaktadır.

Kant'a göre, İngiliz filozofu Hume'un empirizmi, belirli bir nedenden daima aynı sonucun çıkacağını hiçbir zaman kesin olarak bilemeyeceğimizi savunmak suretiyle, nedensellikle ilgili olarak kuşkucu bir tavrı benimsemiştir. Oysa, çok başarılı sonuçlar elde etmiş olan fizik bilimi hemen tümüyle nedensellik ilkesine dayanmaktadır. Kant bu bağlamda, kendisine düşen işin, rasyonalizm tarafından da, empirizm tarafından da açıklanıp temellendirilemeyen bilimi, özellikle de fizik bilimini temellendirmek, bilimsel bir biçimde düşündüğü zaman, insan zihninin nasıl işlediğini bulmak olduğunu düşünmüştür.

Başka bir deyişle, o felsefedeki ilk ve temel misyonunun bilimi temellendirmek, daha sonra da ahlakın ve dinin rasyonelliğini savunmak olduğuna inanmıştır. Bununla birlikte, bu hiç de kolay bir iş değildir, çünkü bilim ve din yüzyıllardır birbirlerine karşı amansız bir mücadele içinde olmuşlar ve bilim, dinin otoritesi karşısında mutlak bir zafer kazanma yoluna girmiştir. Bu zafer, Kant'a göre, bilimin bakış açısından iyi ve olumlu olmakla birlikte, ahlak ve dinin bakış açısından tam bir felakettir.

Bilimin dinin müdahaleleri karşısında özerkliğini kazanması hiç kuşku yok ki iyi bir şeydir, fakat bu, bilimsel olmayan tüm inançların, din ve ahlakın temelsizleşmesi ve anlamsızlaşması anlamına geliyorsa, bilimin zaferi, insanlık açısından, dinin bakış açısından gerçek bir felakettir.

Kant, öyleyse, yalnızca din, bilim ve ahlakı temellendirmek durumunda kalmamış, fakat rasyonel bir varlık olmanın ne anlama geldiğini gösterme durumunda kalmıştır. O, işte bu amacı gerçekleştirebilmek için, hem Descartes'in rasyonalizminden ve hem de Hume'un empirizminden önemli gördüğü öğeleri alarak, transendental epistemolojik idealizm diye bilinen kendi bilgi kuramını geliştirmiş, yükselen bilimin felsefi temellerini gösterdikten sonra, özgürlük ve ödev düşüncesine dayanarak Hıristiyan ahlakını savunma çabası vermiştir.

Düşüncesinde rasyonalist felsefeyle empirist felsefenin bir sentezini yapan Immanuel Kant, bilgide hem deneyimin ve hem de aklın katkısının kaçınılmaz olduğunu öne sürmüştür. O, ilk olarak en basit bir deneyimin, duyu izlenimlerinin bile apriori bir öğeyi, deneyden türemeyen, fakat deneyi yaratan ve mümkün kılan bir öğeyi içerdiğini göstermiştir. Söz konusu apriori öğelere karşılık gelen zaman ve mekana, deneyin transendental koşulları adını veren Kant, böylelikle Hume'un matematiksel bilimlerin tümüyle analitik bir yapıda olduğu görüşüne karşı, matematiğin mekan ve sayıyla ilgili yargılarının sentetik doğasını ortaya koyabilme imkanı bulabilmiştir.

Başka bir deyişle, zihnin bilgideki temel, ayırıcı faaliyetini deneyimden gelen ham ve işlenmemiş malzemeyi bir sentezden geçirmek ve bu malzemeyi birleştirip, ona bir birlik kazandırmak olarak tanımlayan Kant'a göre, zihin söz konusu sentezi, her şeyden önce, çeşitli tecrübelerimizi sezginin belirli kalıpları içine yerleştirerek gerçekleştirir.

Sezginin söz konusu kalıpları ise zaman ve mekandır. Buna göre, biz şeyleri zorunlulukla zaman ve mekan içinde olan şeyler olarak algılarız. Bununla birlikte, zaman ve mekan duyu-deneyinden türetilmiş ideler, izlenimler ya da kavramlar değildirler. Zaman ve mekanla, Kant'a göre, doğrudan ve aracısız olarak sezgide karşılaşılır. Bunlar sezginin apriori, yani her türlü deneyimden önce gelen ve her tür deneyin onsuz olunamaz koşulları olan kalıplarıdırlar. Yani, bunlar duyu-deneyindeki nesneleri her zaman kendileri aracılığıyla algılamakta olduğumuz gözlüklerdir.

O zaman ve mekanla ilgili bu öğretisine transendental estetik adını verdikten sonra, transendental analitiğe, kategoriler öğretisine geçmiş ve tıpkı, duyarlık ya da deneyimin apriori algı formları içermesi gibi, doğaya ilişkin araştırma ve bilginin de bağıntı, töz ve nedensellik türünden apriori ilkeleri içerdiğini göstermiştir. En sıradan düşüncede bile, sistematik olmayan bir tarzda varolan bu kategoriler, matematiksel-mekanik bir doğa biliminin temel öğeleri olarak ortaya çıkar ve rasyonel bir doğa kavrayışını mümkün hale getirir.

Başka bir deyişle, düşüncenin ya da insan zihninin duyu-deneyinden gelen malzemeye bir birlik kazandırması veya söz konusu malzemeyi bir sentezden geçirmesiyle ilgili olan belirli kategorilerin bulunduğunu ifade eden Kant'a göre, zihin söz konusu sentez ya da birleştirme faaliyetini çeşitli yargılar ortaya koymak suretiyle gerçekleştirir, öyle ki bu yargılar bizim dünyaya ilişkin yorumumuzun temel bileşenlerini meydana getirir.

Deneyimde söz konusu olan çokluk, Kant'a göre, bizim tarafımızdan nicelik, nitelik, bağıntı, töz gibi belirli değişmez formlar ya da kavramlar aracılığıyla değerlendirilir ya da yargılanır. Örneğin, nicelikle ilgili bir yargı söz konusu olduğunda, zihnimizde bir ya da çok olan vardır. Nitelikle ilgili bir yargı öne sürdüğümüz zaman, ya olumlu ya da olumsuz bir önerme ortaya koyarız. Bağıntıyla ilgili bir yargıda bulunduğumuz zaman ise, ya neden ile sonucu ya da özne ile yüklem bağıntısını düşünürüz.

Bütün bu düşünme tarzları, Kant'a göre, zihnin duyu-deneyinden gelen malzemeyi birleştirme, bu malzemeyi sentezden geçirme ya da söz konusu malzemeye bir birlik kazandırma faaliyetinin temel bileşenleridir. Ve biz bu sentez faaliyetiyle de duyu izlenimlerinin çokluğundan, yani sonsuz sayıdaki darmadağınık izlenimden, tek bir tutarlı dünya resmi elde ederiz.

Kant'a göre, duyu deneyinin kapsamı içine giren her nesne, bu kategorilerden birine ya da diğerine uymak durumundadır. Zira anlama yetisi, insan zihni bu kategorilere uymayan bir şeyi hiçbir şekilde konu alamaz, alsa bile anlayamaz. Görünüşlerin, fenomenlerin bir şekilde anlaşılabilmeleri için, onlara anlama yetisinin kategorileri aracılığıyla bir yapı kazandırılması gerekmektedir. Anlama yetisinin kategorilerine uymayan bir şey insan zihni tarafından bilinemez.

Kant'a göre, duyu- deneyimiz belirli bir yapı ve bir birlik sergilemektedir. İşte duyu-deneyinin sergilediği bu yapı ve birlik, ancak ve ancak görünüşleri kendi kategorilerine göre düzenleyen anlama yetisinin faaliyetiyle açıklanabilir. Bununla birlikte, kategoriler düşüncenin ya da bilginin öznel koşulları olduklarından, burada bunların nasıl olup da nesnel bir geçerliliğe sahip olabildiği, yani nesnelere ilişkin bilgimizi mümkün kılan koşulları sağlayabildikleri sorusu ortaya çıkar.

Kant'a göre, apriori kavramlar olarak kategorilerin nesnel geçerliliği, insanın nesnelere ilişkin duyu-deneyinin yalnızca bu kategoriler sayesinde mümkün olabilmesi olgusuna dayanır. Duyu-deneyinin bir nesnesi, yalnızca bu kategorilerle düşünülebilir. Bir nesneyle ilgili bir düşünce, onunla ilgili tüm yargılar ve dolayısıyla ona ilişkin bilgi, yalnızca kategorilerin sağladığı kavramsal çerçeve içinde olanaklıdır. İnsan zihninin yalnızca, kategorileri aracılığıyla kendilerine bir yapı kazandırdığı fenomenleri bilebileceğini, bunun ötesine giderek şeylerin bizatihi kendilerini bilemeyeceğini, duyu deneyindeki nesnelerin insan zihninin işleyişine uyduğu için bilinebildiklerini söyleyen ve tüm empirik yasaları insan zihninin yasalarına indirgeyen Kant'ın bu bilgi anlayışının en önemli sonuçları, mutlak bir determinizm, bilginin sınırlılığı ve metafiziğin imkansızlığıyla ilgili sonuçlardır.

Bilgimiz iki bakımdan sınırlıdır. Bilgi, her şeyden önce duyu-deneyinin dünyasıyla sınırlanmıştır. Bilgimiz ikinci olarak, algılama ve düşünme yetilerimizin deneyimin ham malzemesini işleme ve düzenleme tarzlarıyla sınırlanmıştır.

Kant elbette ki, bize görünen dünyanın nihai ve en yüksek gerçeklik olmadığından kuşku duymaz. Nitekim, o fenomenal gerçeklikle, yani duyusal olmayan ve akılla anlaşılabilir olan dünya arasında bir ayrım yapmıştır. Bir şey algılanmadığı zaman nedir? Şeyin bizatihi kendisi ne anlama gelir?

Metafiziği: biz algılamadığımız şeyleri elbette ki bilemeyiz. Bizim bildiğimiz şeyler numenler, şeylerin kendileri değil de, fenomenlerdir, şeylerin görünüşleridir. Bizim bildiğimiz nesneler duyular aracılığıyla algılanan nesnelerdir. Biz buna ek olarak, duyusal dünyanın bizim zihnimiz tarafından yaratılmadığını biliyoruz. Zihin, bu dünyayı yaratmak yerine, şeylerin kendilerinden türetilmiş olan ideleri ona yüklemektedir. Bu, bizden bağımsız olarak var olan, ancak bizim kendisini yalnızca bize göründüğü ve bizim tarafımızdan düzenlendiği şekliyle bilebildiğimiz bir dış gerçekliğin varolduğu anlamına gelir. Böyle bir gerçeklik bizim bilgimizi arttırmaz, fakat bize bilgimizin sınırlarını gösterir.

Immanuel Kant bu öğretisiyle bilimsel bilginin olanaklı olduğunu göstererek, Newton fiziğini temellendirir, fakat varlığın genel ilkeleri, Tanrı'nın varoluşu, ruhu ölümsüzlügü gibi konuları ele alan geleneksel metafiziği olanaksız hale getirir. Çünkü, metafizik alanında, ruh, Tanrı, evren kavramlarını düşündüğümüz zaman, burada duyu-deneyi tarafından sağlanan malzeme bulunmaz.

Bilginin iki temel ögesinden biri olan deney, tecrübe ögesi metafizik alanında söz konusu olmadığı için, akıl burada antinomilere düşer. Öyleyse, metafizik alanında bilimsel bilgi olanaklı değildir.

Bununla birlikte, Kant görünüş-gerçeklik ya da fenomen-numen ayırımını insan varlığına uygulayarak, ahlak imkanını kurtarır. Zira, ona göre, insanın bir fenomen, bir de numen tarafı vardır. Yani, insanın biri duyusal, diğeri akılla anlaşılabilir olan iki farklı boyutu vardır. Duyusal yönüyle ele alındığında, insan doğadaki mekanizmanın bir parçasıdır. Başka bir deyişle, insan fiziki eğilimleriyle, içgüdüleriyle fenomenler dünyasının bir ögesidir.

Buna karşin, insan kendisini hayvandan ayıran aklıyla, fenomenler dünyasının üstüne yükselir, aklı sayesinde, nedenselliğin, doğal zorunluluğun hüküm sürdüğü dünyanın ötesine geçip özgür olur. Başka bir deyişle, metafiziğin ancak pratik akıl alanında, ahlaki iradenin kesin kanaatleriyle mümkün olabileceğini savunan ve deneyimdeki apriori öğeyi çıkarsama yöntemini, ahlak alanında ahlaki yargılara da uygulayan Kant, önce ahlaki yargıları psikolojik bir açıdan değerlendirmiş ve sonra kategorik buyrukla, yani formel olarak koşulsuz olma özelliğiyle, ahlak alanında apriori öğeyi yakalamıştır.

Ona göre, kategorik buyruğun, yani insandan insan olduğu için belli şeyleri yapması isteyen ahlak yasasının, iyi iradenin tanınması, insanın yüceliğini, gerçek kişiliğini ve insan varlıklarını kişiler olarak birbirlerine bağlayan halkayı oluşturur.

Pratik ve ahlaki temeller üzerinde gelişen bir metafizik öne süren Kant'ın felsefesinde, bu ikinci alan, teorik aklın zorunlulukla belirlenen duyusal dünyasından sonra, pratik aklın özgürlükle belirlenen akılla anlaşılabilir dünyası olarak ortaya çıkar. Akılla anlaşılabilir özgürlük dünyasının fiziki ve doğal dünyayla olan ilişkisinin ne olduğu sorusu ise, Kant'ı her iki dünyayı da uyumlu kılan bir tanrısal düzen postülasıyla, ölümsüzlük postülasına götürür ki, bu postülalar da ifadesini Tanrı düşüncesinde bulmaktadır.

Prof. Dr. Sinsi 08-23-2012 02:42 AM

Filozoflar ( Biyografi ) '' Filozof Biyografisi Paylaşım Alanı ''
 
İbni Haldun

(1333 -1406) İslâm-Yahudi felsefesinin yine Batı bölümünden olan bir başka düşünür İbni Haldun'dur. İbni Haldun'un kişiliğinde, ilk kez gerçek bir "tarih filozofu" ile karşılaşıyoruz. İlkçağda tarih felsefesi, hemen hemen, yok gibidir.

Antik dönemin filozofları daha çok doğa ile ilgilenmişler, tarihe fazlaca ilgi duymamışlardır. Ortaçağın başlarında bu durum tümüyle değişti. Tarih felsefesinin Augustinus'un sisteminde ne kadar geniş yer aldığını hatırlayacağız.

Ancak Augustinus'un tarih felsefesi, tümüyle dini temellerden çıkarılmış olan bir tarih yapısalcılığıdır. Oysa İbni Haldun'un, tarih felsefesi karşısındaki tutumu tamamen farklıdır. O tarih felsefesini "empirik" bir temel üzerine kurmaya çalışır.

Birçok tarihi incelemeler yapmış olan ve özellikle İslâm devletlerinin tarihini çok iyi bilen İbni Haldun'un araştırmalarında şu durum dikkatini çekmiştir: İslâm devletleri kuruluyor, belli bir gelişme dönemi yaşıyor, sonra da yıkılıyor. İbni Haldun'a göre tüm devlet kuruluşlarının kaçınılmaz sonu budur. Acaba bunun nedeni ne olabilir?

Devletlerin önce yavaş yavaş yükselip sonra da gerilemesi neden kaynaklanıyor? İbni Haldun bu sorundan önce bir başka konuyu ele alıyor: İnsanları bir devlet halinde birleştiren sebep nedir? Bu soruya verdiği yanıtta İbni Haldun, "dayanışma" kelimesiyle karşılayabileceğimiz bir kavramı, açıklamaları içine alıyor.

Tarih felsefesini, ilk olarak, tarihi olaylara dayandıran İbni Haldun, İslâm felsefesinin en dikkat çekici isimlerinden biridir. İbni Haldun öncelikle şu soruyu soruyor: Bir devlet olarak yanyana yaşayan insanların bu birliktelikleri neye dayanır? Bu soruyu İbni Haldun, "dayanışma" kavramı ile yanıtlıyor.

Ona göre toplum yaşamında ancak "dayanışma bilinci"nin bulunduğu yerde, yani bireylerin birbirini karşılıklı olarak destekledikleri yerde dayanışma olanağı vardır. Acaba dayanışma duygusu neye dayanır? Bu duygu çeşitli etkilere, söz gelişi ortaklaşa ırk birliğine, din birliğine, tarihi kader birliğine dayanabilir.

İbni Haldun için önemli olan nokta, tüm bu temellerden "önce" insanda bir topluluk bilincinin var olması gerekir. Yani insan öteki insanlarla akraba olduğu için değil, akrabalık "bilincini" duyduğu için dayanışma duygusu taşır. Ya da insan aynı dine bağlı olduğu için değil de, böyle bir bağın bilincine sahip olduğu için kendisini ötekiler ile dayanışma içinde duyar.

O halde bir bağın var olduğuna ait olan bilinç, bağlılığın kendisinden daha önemlidir. Çünkü söz gelişi aynı kandan gelindiğine dayanan bir dayanışma bilinci, bu ortak biyolojik birlik, yalnızca bir yanılgı olsa bile, yine de, gelişme olanağı bulur. Bir başka deyişle diyebiliriz ki: Devlet biyolojik bir birlik olmayıp "ruhsal" bir birliktir. Devleti ayakta tutan "bilinç"tir. Bu bilincin dışında kalan bağların gerçekten var olup olmadığı konusu, ikinci derecede önem taşır.

İbni Haldun'a göre her devlet, belli bir şablona göre "gelişir". Her devlet başlangıçta, köylü sınıfına dayanan "tarım" devletidir. Nüfusun artması ile devlet şekli değişme gösterir. Devlet köyden "kent"t bir gelişme içindedir.

Başlangıçta devleti sırtlayan sınıf köylülerdi. Yavaş yavaş devleti kent halkı taşıyacak duruma geldi. Ancak devletin köyden kente geçişi, köylülerden kentlilerin eline geçişi, kaderci (fatal) bir yapıya sahiptir. Çünkü bu gelişme, zorunlulukla, bireyciliğe yol açar.

Bir başka deyişle: Devletin köyden kente geçmesi, devletin asıl temeli olan dayanışma duygusunun "gevşemesine", zayıflamasına neden olur. Kent yaşamı bireyleri birbiriyle yarışmaya ve mücadeleye sürükler, bireyler zengin olmaya eğilimlidirler. Böylece bu gelişim devletin şeklini zorunlu olarak değiştirir.

Her devlette, devletin bir "yönetici" sının vardır. Köy devletinde yönetici sınıf köylünün "güvenine" sahiptir. Yönetici sınıf ile devleti sırtlayan sınıf arasında bir güvenin bulunması, köy devletlerinin karakteristik özelliğini oluşturur. Fakat devlet köyden kente geçtikçe, halkın devlete ve onun yöneticilerine olan güveni kaybolmaya başlar ve bu gibi devletler daha çok "dikta"ya yönelir. Ancak; bu durum ile devletin göçmesine doğru bir adım atılmış olur.

Tarihî araştırmalardan İbni Haldun, bir devletin ancak "dört kuşak" yaşayabildiği sonucunu çıkarır. Devletlerin kurulmaları, bir yükselme dönemi yaşamaları ve sonunda batmaları, "genel bir yasa "dır. Bu yasa, devletin bir organizma olduğu anlamına gelmez. Aksine devletlerin gelişimi "psikolojik" bir temele dayanır. Böylece İbni Haldun, tarih felsefesini temelinde psikoloji bulunan ve gözlemlerinin ürünü olan bir sosyolojiye dayandırmış oluyor.

İbni Haldun'un yaşadığı dönem (1300 - 1400 araları), aynı zamanda Batıda da tarih felsefesinin konu edilmeye başlandığı bir zamana rastlar. Nitekim İbni Haldun'dan biraz sonra, Batıda "Makyavelli" yetişmiştir.

Bundan önce de değindiğimiz gibi, özünde doğayla ilgilenen Antik dönem, tarih felsefesiyle ilgili konulara oldukça yabancıdır. Ortaçağ ile bu konu değişti. Söz gelişi Augustinus'un felsefesinde doğa konularından çok tarih konuları ön plândadır.

Ancak Augustinus'un tarih felsefesi din kitaplarından yararlanmış tarih bağlantılarıdır. Augustinus tarih felsefesini, daha çok, pek yakın olduğuna inandığı kıyameti anlatmak için yazmıştır. Gerçekten deneye dayanan bir tarih felsefesini ise, ancak Ortaçağın sonlarında buluruz.

Prof. Dr. Sinsi 08-23-2012 02:42 AM

Filozoflar ( Biyografi ) '' Filozof Biyografisi Paylaşım Alanı ''
 
İbni Rüşd

Batı’da en çok tanınan İslam filozoflarından biri olan İbn-i Rüşd; felsefe, tıp, matematik gibi alanlarda çalışmış ve uzun süre doktorluk yapmıştır.

Aristoteles’ten etkilenen İbn-i Rüşd, onun sistemini de bazı noktalarda eleştirmiştir. İbn-i Rüşd'e göre evrenin başlangıcı olan Tanrı, tüm varlıkları belli bir düzene göre yaratan sınırsız bir irade ve zorunlu bir varlıktır. Ona göre Tanrı, dünyayı kendisinden türeyen "ilk akıl’la yönetir. Bu ‘ilk akıl’dan da diğer akıllar türemiştir.

Tanrı, yukardan aşağıya doğru bir hiyerarşi içinde tasarlar evreni. Tüm akılların ‘ilk akıl’dan türemesi, bütün insan akıllarının öz bakımından aynı olduğunu belirtir ve genel bir insan aklından bahseder. Sonsuz ve ölümsüz kabul ettiği ‘ebedi akıl’la da insanlığın ölümsüzlüğü sonucuna ulaşır. Bilginin insan aklıyla kavranması gibi bir sonuca ulaşması, o zamana kadar kabul edilen ruhun ölümsüzlüğü görüşüne büyük bir darbeydi.

İbn-i Rüşd’ün diğer bir özelliği de, evrenin hiçlikten ibaret olduğu değil, ezeli olduğu düşüncesidir ki bu düşüncesi daha sonra Hıristiyanlık'ı temel alan düşünürlerce kıyasıya eleştirilmiştir.

İnsanın, özü gereği bağımsız olduğunu düşünen İbn-i Rüşd, insan dışındaki olayları dikkate aldığında bağımlı varsayar. Bundan da insanı, kendi eylemlerinden, yaşamından dolayı sorumlu tutar ama kendisi dışındaki olaylar karşısında da sorumlu olmadığını söyler.

Genel olarak felsefenin konusunun varlıkları incelemek olduğunu belirten İbn-i Rüşd, tüm dini görüşlerine rağmen maddi olana işaret etmesi, o dönemde yaşayan düşünürler açısından değerlendirildiğinde önemlidir. Tanrı’ya ulaşmanın yolunu da, beş duyu ile algılanacak somutluğu incelemekle mümkün olduğunu belirtir.

İbn-i Rüşd, etkisi daha çok İslam Dünyası'nda değil, Batı Dünyası'nda olmuştur. Rüşd’ün ruhun ölümsüzlüğü, evrenin ezeliliği gibi düşünceleri, Ortaçağ Hıristiyan düşüncesini etkilemiş, hatta İbn-i Rüşdücülük diye sonradan bir akım olmuştur.

Prof. Dr. Sinsi 08-23-2012 02:42 AM

Filozoflar ( Biyografi ) '' Filozof Biyografisi Paylaşım Alanı ''
 
İskenderiyeli Clemens

(250 - tahminen 211 -215 arası) Tertullian karşıtı bir görüşü, zamandaşı olan İskenderiyeli Clemens temsil eder. İskenderiye'de bir Hıristiyan okulunun yöneticisi olan Clemens, çeşitli kitaplar yazmıştır. Bu eserlerden birisi "Halılar" gibi dikkat çekici bir isim taşır. Halı, çeşitli renk ve şekillerden oluşan bir dokumadır.

Clemens'in kitabı da çeşitli felsefî görüşleri, tıpkı bir halı gibi, renkli bir sistem halinde göstermiştir. Clemens de inancı bilgiden üstün tutar, yalnız ona göre inanç ile bilgi arasında bir karşıtlık yoktur.

Önce dogmayı yakın bir inançla benimser, sonra da felsefeye dönersek, o zaman inancın felsefe tarafından da doğrulanmakta olduğunu görürüz. Clemens sonradan bu görüşü şu kural ile dile getirmiştir: "Anlamak için inanıyorum", yani inandığım şeyin akıl tarafından da onaylandığını görmek için inanırım.

Prof. Dr. Sinsi 08-23-2012 02:42 AM

Filozoflar ( Biyografi ) '' Filozof Biyografisi Paylaşım Alanı ''
 
İskenderiyeli Philon

[Yahudi Philon] (M.Ö. 15/10 - M.S. 45/50) Yahudi filozofu. Helenstik Yahudiliğin en önemli temsilcilerinden biri olan Philon, vahye dayalı iman ile felsefi düşünce arasında bir birleşim deneyen ilk düşünür olarak felsefe tarihinde önemli bir yeri vardır. Yahudi tarihçi İosephos (M.S. I. yüzyıl) Philon'un soylu bir aileden geldiğini söyler. İskenderiye'deki diğer Yahudiler gibi Philon'da bir Yunan gymnasion'unda öğrenim görmüş olmalıdır. Tümünü Yunanca kaleme aldığı yapıtlarında çok sayıda Yunan yazarından, özellikle manzum oyun ve destan şairlerinden söz eder; Yunan retorik okullarının tekniklerini kullanır ve gymnasionları över.

Öte yandan yapıtları, kendini tam anlamıyla dindar bir Yahudi saydığını gösteren ipuçları içerir. 39 ya da 40 yaşlarında İskenderiye'de Yahudilere karşı düzenlenen bir soykırımdan sonra, Ptolemaios döneminde güvence altına alınan ve İmparator Augustus'un onayladığı Yahudi haklarını geri vermesini istemek için İmparator Caligula'ya giden bir heyete başkanlık eder.

Philon'un felsefi görüşleri özelikle Platon, Aristoteles, Yeni Pythagorasçılar, Kinikler ve Stoacılar'ın etkisi altında gelişmiştir. Temel felsefi yaklaşımı Platon'a yakındır. Ama, kozmoloji ve etik gibi konularda özellikle Aristoteles'e çok şey borçludur. Öte yandan Yeni Pythagorasçılar'dan, sayıların özellikle de yedi sayısının mistik anlamı ve ölümsüzlüğe hazırlık olarak öz disiplinli bir yaşam sürdürmekle ilgili görüşlerini almıştır. Kinikler de eleştiri yöntemleriyle, Philon'un görüşlerini açıklama biçimi üzerinde etkili olmuştur.

Başka okullara oranla Stoacılar'ın terminolojisini daha sık kullanmakla birlikte; bu okulun düşüncelerini de eleştirdi. tanrının varlığının bilinebilirliği ile özünün bilinemezliği arasındaki ayrımı ilk kez vurguladı. O dönemde geçerli olan Yunan felsefi düşüncesinin, doğanın değişmez yasalarına bağımlı evrensel kayra anlayışına karşı, doğa yasalarını geçersiz kılabilen bireysel kayra anlayışını savundu.

Platonculuğun maddenin öncesizliği kuramını reddetmedi, ama bu maddenin de yaratılmış olduğunu ileri sürdü. Yahudi ilahiyatına ilişkin görüşlerini de Platon'un idea öğretisiyle özgün bir biçimde uzlaştırdı. İdeaların Tanrının öncesiz ve sonrasız düşünceleri olduğunu, Tanrının bunları dünyayı yaratmadan önce gerçek varlıklar olarak yarattığını öne sürdü.

Prof. Dr. Sinsi 08-23-2012 02:43 AM

Filozoflar ( Biyografi ) '' Filozof Biyografisi Paylaşım Alanı ''
 
Jamblichos

(Tahminen 270 - 330) Kendisinden kalan birkaç parça dokümanda, onun felsefesinin tam anlamıyla hayalci birtakım görüşlere dayandığını görüyoruz. Bu dokümanlarda Jamblichos, görülen şeylerden çok görülmeyen şeylerden, meleklerden, şeytanlardan, daimonlardan... söz eder. Onun öğrencileri Jamblichos'a "Kutsal" unvanı vermiş ve hocalarına mucizeler yüklemiştir.

Sonraki gelişiminde Yeni Eflâtunculuk tümüyle efsaneye dönüşmüştür. Yani bu felsefe bir süre sonra çeşitli ulusların çeşitli zamanlarda inandıkları bir yığın efsane ile dolu olan bir ilahiyat olmuştur.

İlkçağın son döneminde bir dinsel kaynaşma, yani çeşitli dinlerin birbiriyle kaynaşması olayı karakteristik bir görünüm kazanmıştır. Bu dönemde, özellikle Romalılar, şu ya da bu dindeki Tanrıların reel bir varlığa sahip olduklarına inanıyorlardı. Bu arada bu Tanrıların güçlü ya da güçsüz oldukları da benimseme görüyordu. O kadar ki, bilinmeyen Tanrıların sayısının bilinen Tanrılardan fazla olduğu söyleniyordu.

Nitekim bu dönemde yazılmış olan bir Hıristiyan eserinden öğrendiğimize göre Atina'da bir tapınma yeri yapılmış ve üzerine de "Bilinmeyen Tanrı İçin" yazısı yazılmıştır. Bu dönemde, Tanrıların bedenine inanıldığı için, Tanrılara saygıda kusur olmasın diye, bilinmeyen Tanrılara ayrılmış tapınakların yalnız Atina'da değil, hemen her yerde kurulmuş olduğunu düşünebiliriz. Sayısız Tanrıları kapsayan bir Panteon'da ilahiyat biliminin oluşması doğaldır.

Bu dönemde ilahiyat için en temel ortam görevini Yeni Eflâtunculuk üstlenmiştir. Yeni Eflâtunculuğun kendisinin de sonunda bir ilahiyat şekline geldiğini biliyoruz. Tüm dinlerin birbiri içine girdiği İlkçağın son dönemi, sayısız Tanrılardan oluşan Panteon'un başına, en yüksek Tanrı olarak, Yeni Eflâtunculuğun "Bir"ini. koymuştur.

Bu dönemin çok Tanrıcılık (politeizm) akımı yönünden dikkat çekici ismi imparator Julianus Apostata'dır. Konstantin M.S. 300 yıllarında Hıristiyanlığı resmen tanıdı. Fakat onun yeğeni ve de kendisine Roma tahtında halef olan Julianus, can çekişen Roma dinini yeniden canlandırma girişiminde bulunmuştur.

Bunun için Hıristiyanlığın yayılmasına engel olmak istemiş, bu yönde pekçok önlemlere başvurmuştur. Bu nedenle kendisine "apostata Murted" denilen Julianus, teorik alanda Yeni Eflâtunculuk sistemine dayanır. Felsefî söylevlerinde Jullianus'u, hocası, Jamblikos'a bağlı bir öğrenci olarak görüyoruz, onda da karışık bir teolojiye rastlıyoruz.

Yeni Eflâtunculuğa dayanarak Hıristiyanlığın karşısına çıkmak isteyen Roma dini başarısızlığa uğradı. Çünkü Yeni Eflâtunculuk daha çok bilginlere, aydınlara seslenen bir dünya görüşü sunuyordu. Bu felsefe sistemi bir yandan kurgucu bir hayal gücünün, öte yandan skolastik bir zekânın ürünüdür. Yani bu felsefe içinde; bir kavramlar sistemi, bu kavramlar sistemi ile ilişkilendirilen ve hayalciliğin ürünü yapılan Tanrı kurguları yanyana bulunurlar.

Yeni Eflâtunculuğun son dönemlerinin dikkat çeken temsilcilerinden biri, tam ve mükemmel matematikçi olan Proklos'tur.

Prof. Dr. Sinsi 08-23-2012 02:43 AM

Filozoflar ( Biyografi ) '' Filozof Biyografisi Paylaşım Alanı ''
 
James Beattie


İskoçyalı filozof, şair ve eleştiricisi. 1735'te Kincardine kontluğundaki Lawrencekirk'te doğdu, 18 ağustos 1803'te Aberdeen'de öldü. İlköğretim önemimde gösterdiği başarılar dolayısıyla Aberdeen Üniversitesi'nin açtığı parasız öğretim müsabakasını kazanmış ve dört yıl Mreschall Kolejinde okumuştur. Sonra da öğretim mesleğine girmiştir.

Aberdeen'de Latin grameri profesörü olmuş, bir taraftan da şiirler yazmıştır. Virgile'in Eglogues'unu çevirmiştir. Ahenk, zarafet ve duyarlılıkla süslü olan bu gençlik yazılarından utanmış ve bu eserlerin anısını unutturmak için çok çalışmıştır.

Mevki ve servetini korumak için arkadaşları ona, kendinden fazla ilgi gösterdiler ve 1760'ta Mareschall Koleji'nde mantık ve ahlak profesörlüğüne tayin ettirdiler. Hocalığının ilk dönemlerinde pek de başarı gösteremedi.

1766'da evlendi,İki oğlundan biri 1789'da diğeri de 1796'da ölünce Beattie teselli edilemez bir melankoliye düştü ve hayatının son yıllarını yalnızlık ve inziva içinde geçirdi. Beattie'nin İskoçya felsefesinde kendisini onurlu bir yer sağlayan düşünceleri şunlardır;

1- Kamul duyunun verdiği gerçeklerle aklın gerçekleri arasındaki derin farkı göstermiştir. Bu farklardan birincileri apaçıktırlar, ispata gerek duymazlar. İkincileri ise, ancak alıl yürütmeyle bu nitelikleri kazanabilirler.

İskoçya felsefe sisteminde büyük bir rol oynayan bu farkı derinden göstermek isteyen Beattie, kamul duyuyu şöyle tanımlar: "Eğitim ve alışkanlıktan doğmayan fakat doğadan meydana gelip birdenbire içgüdüyle ve direnilemez bir içtepi ile gerçeği algılayan veya inanca kumanda eden bir ruh fakültesidir."

Aklı da şöyle tanımlar: "Bize bildiğimiz düşünce veya oranları arama yeteneğini veren fakülte. Onsuz, ilk ilkelerin ve sezgisel aksiyomların ötesinde, gerçeği keşfetmek için bir adım bile atamayacağımız fakülte.

2- Berkeley'in tinselci şüpheciliğiyle Hume'un evrensel şüpheciliğine ve herşeyi ispata çalışmak suretiyle çağdaş şüpheciliği yaratmış olan Descartes'a karşı giriştiği tartışmalardır. Bu son filozof hakkındaki düşüncelerinde Reid gibi hareket eder. Şüphecilikle savaşı amansızdır.

Beattie, şüpheciliğin daha çok yeni zamanda bulunduğunu, bu sistemin Descartes'ten başlayarak Hume'de en yüksek gelişmesine ulaştığını, aynı zamanda matematikçilerle fizikçilerin araştırmalarını yöneten ilkelere büsbütün zıt ilkeler kabul ettiğini, kamul duyunun apaçıklığı yerine akıl yürütmenin apaçıklığını koyduğunu ve nihayet şüpheciliğin beşeri inançların en meşru ve evrensel ilkeleriyle çelişik olan sonuçlara ulaştığını iddia eder.

Prof. Dr. Sinsi 08-23-2012 02:43 AM

Filozoflar ( Biyografi ) '' Filozof Biyografisi Paylaşım Alanı ''
 
Johannes Eriugena

(810 - 877) İrlandalı olan Johannes Eriugena kral olan Kel Karl'ın daveti üzerine Paris'e gelmiştir. "Saray Okulu"nda bir süre hocalık yapmıştır. Eriugena'dan "Dogmanın Paylaşılması Üzerine" isimli bir eser bugün elimizde bulunmaktadır. Açık mistik dinsel eğilimler içeren bu eser, Yeni Eflâtunculuğun güçlü bir biçimde etkisi altındadır; nitekim daha sonra bu nedenle kilise tarafından reddedilmiştir.

Eriugena'ya göre doğanın, birbirinden ayrı olan, dört alam vardır. Önce yaratılmamış olan, fakat kendisi yaratan doğa, yani "Allah" vardır. Eriugena yaratmayı Yeni Eflâtunculuktaki gibi anlar. Allah'tan, "Eflâtun'un ideleri"ni içeren doğa oluşmuştur.

Bu ikinci alanda tüm varlıkların başlangıçsız ve sonrası olmayan örnekleri bulunur. Doğanın bu ikinci alam Allah tarafından yaratılmıştır. Ancak, kendisi de, yaratma gücüne sahiptir. Çünkü doğanın bu bölümünü oluşturan ideler eşyanın meydana gelmesine neden olur. Doğanın üçüncü alanını, yaratılmış olan ve kendileri yaratmaktan yoksun bulunan "cisimler" oluşturur.

Son olarak, doğanın bütününde ya da çeşitli alanlarında, yaratılmamış ve artık kendisi de yaratmayan doğaya; yani "Allah"a, sonunda gerçekleşecek olan, yeniden kavuşma "eğilim"i vardır. Eriugena'nın düşüncesine göre, Allah doğanın yalnız başında değil, sonunda da bulunur. Yani evren, Allah'tan başlayıp yine Allah'a ulaşan bir devir hareketidir. Doğanın tüm amacı, dönüp dolaşıp sonunda yeniden Allah'a ulaşmaktır.

Eriugena'nın Hıristiyan olmaktan çok Yeni Eflâtuncu olan bu görüşleri, aynı zamanda "olumsuz ilâhiyat"m da başlangıcı olmuştur. Eriugena'ya göre Allah konusundaki tüm savunduklarımız doğru olmaktan çok yanlıştırlar. Çünkü Allah için "mutlak güç sahibidir, bütünlüğün (vahdet) kendisidir vb.." dediğimde bütün bunlar, Allah'ın niteliğini tam olarak ortaya koyamayan ve koyamayacak olan sıfatlardır.

Bir cisme bir sıfat yüklediğimiz zaman, aynı zamanda, bu cismin bu niteliğin karşıtı olanlarını dışında bıraktığını söylemiş oluruz. Söz gelişi tebeşire beyazdır demek, aynı zamanda, tebeşir siyah değildir demektir de. Ancak Allah konusunda böyle bir yargıda bulunamayız. Çünkü Allah'ın var olduğunu bile söyleyemeyiz, zira Allah, aynı zamanda, her şeyin içinde kaybolduğu bir uçurumdur da.

Görülüyor ki Eriugena için ancak olumsuz ilahiyat mümkündür. Çünkü Allah'a bazı sıfatlar yükleyip de, bunların karşıtlarını kendisinden kaldıramıyoruz. Ayrıca Allah'ı "kavramak" da gelişi güzel bir objeyi kavramaya benzemez. Allah'ı kavramak istersek, yalnızca dikkatimizi kendisine yöneltmek yeterli değildir. Bunun için bilinci tümüyle susturmak, tam bir kendinden geçme durumu (cezbe) sağlamak gerekir.

Bu noktada Eriugena felsefesinin tam anlamıyla mistik olan yanıyla tanışmış bulunuyoruz. Bu türden düşüncelere, yani Allah'ı kavramak için kesinkes bilincin sınırlarını aşmak gerektiği ve Allah ile ancak kendinden geçme durumunda birleşebileceği görüşüne, Ortaçağ ve Yeniçağın tüm mistiklerinde rastlarız. Ancak gerçek ve saf Skolastiğin bu gibi mistik görüşleri reddedip, onlarla kavgaya tutuşmasını doğal karşılamak gerekir. Çünkü gerçek Skolastik, Allah'ın niteliğini "yargılarla" anlamaya çalışır.

Tüm bu mistik eğilimlerine rağmen, Eriugena'yı tam bir Ortaçağ filozofu sayabiliriz. Çünkü onun felsefesinde de "Allah" asıl konu olarak işlenmiştir. Ortaçağ felsefesi, her şeyden önce, bir teoloji (ilâhiyat)dir. Doğa konulan bu felsefe için ancak ikinci plânda gelir.

Ortaçağın ilk dönemleri (V.-X. yüzyıllar) Batı için bir gerileme dönemidir. Bu dönemde, Eriugena'dan başka ismini anmaya değer bir özellikte düşünür yoktur. Fakat aynı dönemde "Doğu"nun özellikle örgütlenme durumunda bulunan "İslâm" dünyasının durumu tümüyle başkadır.

Prof. Dr. Sinsi 08-23-2012 02:43 AM

Filozoflar ( Biyografi ) '' Filozof Biyografisi Paylaşım Alanı ''
 
John Locke

(1632-1704). — İngiliz filozofu, deneyin, bütün bilginin tek temeli olduğu görüşünü savunan görgücülüğün (empirisme) temsilcisi. Anlayış Üzerine Deneme (1690) adlı kitabında, Locke, bilgi sorununun çözümü için deney ilkesine başvurur, doğuştan fikirlerin varlığını yadsır ve bütün tasarımları iki kaynaktan, dış duyu ve iç duyudan çıkartır.

Locke, dış duyumları, şeylerin bizim üzerimizdeki etkisi ile açıkladığı ve zamanı için cesurca olan madde (eğer tanrı istemiş olsaydı) düşünebilirdi varsayımını ortaya attığı ölçüde, materyalist görüşte yeralır.

Ama ruh ve tanrı fikirlerine —zaten ona göre inan alanına giren bu fikirlere— bağlı kaldığı ölçüde de ikici (yani dualist, dünyayı madde ve ruh halinde bölen) bir düşünürdür ve İngiliz tanrıcılığının gelişmesini başlatır. Onun bilgi teorisinin temel özelliği, insan anlayışını "atomlaştırması"dır (atomisation), yani bizim zihnimizi, bir duyumlar toplamı, duyumlardan yapılma bir "mozayik" haline indirger.

Bu bilinç mozayiği, atomlaşmış burjuva dünyasını aslı gibi yansıtan bir aynadan başka bir şey değildir. Toplumsal siyaset konusundaki anlayışlarında Locke, burjuva çıkarlarının kararlı bir savunucusu olmuştur; liberalizm teorisyeni olarak anayasal monarşiden, tanrıtanımazlığa karşı hoşgörüden yana olmuştur. Başlıca yapıtları: Anlayış Üzerine Deneme (1690), Hoşgörü Üzerine Mektuplar (1685-1704).

Prof. Dr. Sinsi 08-23-2012 02:43 AM

Filozoflar ( Biyografi ) '' Filozof Biyografisi Paylaşım Alanı ''
 
Karl Marx

(1818-1883). — 19. yüzyılın büyük dehalarından, bilimsel komünizmin, uluslararası modern devrimci proletaryanın sınıf savaşımı teori ve pratiğinin kurucusu. Marx'ın sistemi, diyalektik materyalizm ilkeleri üzerine oturur.

Marx, kapitalizmin kendi iç yasalarını bulmakta ya da insanlık tarihinin belirli dönemlerini ve belirli olaylarını açıklamakta görüldüğü gibi, somut sorunları ustaca tahliliyle, geçmişteki tarihsel ilişkileri araştırmak için, bugünün toplumsal evriminin gerçek devindirici güçlerini bilmek için, ve aynı şekilde gelecekteki gelişme eğilimlerini belirlemek için, teorik bir yöntem olarak diyalektik materyalizmin üstünlüğünü ortaya koymuştur.

Onun burjuva toplumu konusundaki dahice eleştirisi, aynı zamanda, hem yıkıcı, hem de yapıcı olmuştur; burjuvazinin bitişini ilan ettiği için yıkıcı, proletaryanın zaferini haber verdiği için de yapıcı. Onun diyalektiği insanın etkinliği için hem bir araştırma yöntemi, hem de iletken teldir. Onun materyalist diyalektiği, yalnızca insan tarihinin yasalarının bilinmesine değil, ama aynı zamanda doğa tarihinin bilinmesine de uzanır.

Diyalektiğin, Darwin'in evrim teorisinin doğa bilimlerinde yarattığı devrime yapışık olması, buradan gelir. Marksizmin oluşturduğu düşünce ve eylem yöntemi, proletaryanın kendi kurtuluşu için ve tam bir insancılık (hümanizm) çağının gelmesi için yürüttüğü savaşımda en değerli araçtır.

Tarih sırasına göre Marx'ın en önemli yapıtlarını sayalım: 1844 Elyazmaları (Felsefe, Ekonomi Politik); Kutsal Aile (1845) ve Alman İdeolojisi (1845-1846) — Engels'le ortaklaşa yazmışlardır—; Felsefenin Sefaleti (1847); Komünist Parti Manifestosu (Friedrich Engels'le birlikte yazılmıştır) (1848); Ücretli Emek ve Sermaye (1849); Fransa'da Sınıf Savaşımları 1848-1850 (1850); Louis Bonaparte'ın 18 Brumaire'i (1852); Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı (1859); Herr Vogt (1860); Ücret, Fiyat ve Kâr (1865); Kapital, Birinci Cilt (1867) — 2. ve 3. ciltler, Marx'ın ölümünden sonra Engels tarafından yayınlanmıştır—; Gotha Programının Eleştirisi (1875). Çoğu kez Kapitalin 4. cildini oluşturan bölümlerden biri sayılan Artı-Değer Üzerine Teorilerde gene ölümünden sonra yayınlanmıştır.

Marx ve Engels'in seçilmiş metinlerinden meydana getirilen derlemelerden bazıları: Felsefe Yazıları, Din Üzerine, Yazın ve Sanat Üzerine.

Prof. Dr. Sinsi 08-23-2012 02:43 AM

Filozoflar ( Biyografi ) '' Filozof Biyografisi Paylaşım Alanı ''
 
Karneades

(M.Ö. 215 - 129) Yunan filozofu. Kyrene'de doğan Karneades, Yeni Akademicilerin en ünlüsüdür. Derin bir filozof ve eşsiz bir hatip idi. Roma'ya elçi olarak gönderilince halk önünde felsefe meselelerini tartışma fırsatı buldu; bir gün adaleti övdüğü, ertesi gün yerdiği, ama her ikisinde de aynı heyecanla dinlendiği söylenir.

Karneades olasıcılık'ın kurucusudur. Öğretisinin amacı, Stoacıların duyumculuğunu, kesinlik nazariyesini, Tanrının varlığını ve yüce iyilik fikrini çürütmekti. Karnaedes'e göre tasavvurlar sağlam bir ölçüt olmadığı gibi, akıl da sağlam bir ölçüt sayılamaz. Akıllı insanın yapabileceği tek şey, en doğru bulduğu (çeşitli olasılık dereceleri vardır) tasavvuru onaylamaktır. Ama bu tercihler hiç bir gerçek görüşü veya onayı ihtiva etmez.

Karneades'te, hitabet, bir ikna ve zihni şu veya bu tasavvura çelme sanatıdır. Karneades'ten bugüne yazılı metin kalmamıştır; bundan ötürü, görüşleri ancak Klitomakhos aracılığı ile tanınır. Cicero ve Sextus Empiricius bu kaynaktan yararlandılar.

Prof. Dr. Sinsi 08-23-2012 02:44 AM

Filozoflar ( Biyografi ) '' Filozof Biyografisi Paylaşım Alanı ''
 
Kıbrıslı Zenon

(M.Ö. 335 - 264) Yunan filozofu. Ticaretle uğraşırken Sokrates ve Ksenphon'un yapıtlarını inceleyen Zenon, bir iş yolculuğu için Atina'ya gidince, Krates'in derslerini izledikten sonra felsefeye yöneldi. Herakleitos'un evrenbilimi ve Aristoteles mantığının bir bölümünü birleştirerek Stoacılık adı verilen felsefe okulunu kurdu. Geliştirdiği felsefeyi Poikile Stoası'nda verdiği derslerle yayması, Stoacı adlandırmasına kaynaklık etti. Zenon etik ağırlıklı felsefi sisteminde mantık, bilgi kuramı ve fizikle ilgili sorunları da ele aldı.

Mutluluğun iradeyi evreni yöneten ilahi us ile uyumlu kılmaya bağlı olduğunu ileri sürdü. Mantık ve bilgi kuramında Antisthenes ve Diodoros Kronos'dan, fizikte Herakleitos'dan etkilendi. Kaba, ama etkili bir Yunanca ile yazdığı çok sayıda incelemesinden günümüze yalnızca başka yazarlar tarafından alıntılanan bazı parçalar ulaşmıştır. Bir söylentiye göre felsefenin doruğuna ulaştığına inanınca intihar etti.

Herakleitos gibi Stoacılar da tüm insanların ortak bir dünya mantığının ya da "logos"un bir parçası olduğunu savunuyorlardı. Stoacılara göre tek insanla evren arasında bir fark olmadığı gibi, "ruh" ile "madde" arasında da bir fark yoktu. Yalnızca tek bir doğa vardı. Bu anlayışa "Bircilik" (Monizm) denir. Stoacılar gerçek anlamda bir "kozmopolit"tiler. Çağdaş kültüre "fıçı filozoflarından" (Kinik'lerden) çok daha açıktılar. İnsanın toplum içindeki yaşamına önem verip politikayla uğraşıyorlardı.


Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.