ForumSinsi - 2006 Yılından Beri

ForumSinsi - 2006 Yılından Beri (http://forumsinsi.com/index.php)
-   Tarih / Coğrafya (http://forumsinsi.com/forumdisplay.php?f=656)
-   -   Türk Büyükleri - Her Dalda (http://forumsinsi.com/showthread.php?t=174171)

Prof. Dr. Sinsi 06-27-2012 07:35 PM

Türk Büyükleri - Her Dalda
 

SULTAN ÜÇÜNCÜ MURAD (1574 - 1595)


Babasi : Sultan Ikinci Selim
Annesi : Afife Nur Banu Hatun
Dogumu : 4 Temmuz 1546
Ölümü : 15-16 Ocak 1595
Saltanati : 1574 - 1595
Devlet Sinirlari : 19.902.000 km2

HAYATI

Sultan Üçüncü Murad 4 Temmuz 1546 günü Manisa'nin Bozdag yaylasinda dünyaya geldi. Babasi, Sultan Ikinci Selim, annesi Afife Nur Banu Sultan'dur. Annesi Venediklidir. Sultan Üçüncü Murad orta boylu, degirmi yüzlü, kumral sakalli, ela gözlü ve beyaz tenli bir padisahti. Çok cömertti ve insanlara yardim etmeyi çok severdi.

Merhametli bir kisilige sahip olan Sultan Üçüncü Murad, Arapça ve Farsçayi çok iyi konusurdu. Babasinin 1558 yilinda, Manisa sancak beyliginden Karaman valiligine tayin edilmesi üzerine, dedesi Kanuni Sultan Süleyman tarafindan Alasehir sancakbeyligine tayin edildi. Babasi Sultan Ikinci Selim padisah olduktan sonra da tekrar Manisa sancakbeyligine atandi.

Sehzadeligi sirasinda bulundugu Manisa'da devrin en degerli ulemasindan dersler aldi. Osmanli padisahlari içinde en alim padisahlardan birisidir. Babasi Sultan Ikinci Selim'in vefati üzerine Manisa'dan Istanbul'a gelerek 22 Aralik 1574 tarihinde tahta geçti. Ancak o da babasi Sultan Ikinci Selim gibi devlet islerine fazla müdahil olmadi. Bürokrasi ve hükümet daha ziyade Sokullu Mehmed Pasa tarafindan idare edildi. Bunda Sokullu'nun tecrübe ve dirayeti ile Sultan Ikinci Murad'in idare tarzi büyük rol oynamistir.

Içkiye ve eglence meclislerine düskün olan Sultan Üçüncü Murad, saltanati boyunca Istanbul'dan hiç çikmadi ve saraydaki kadinlarin etkisinde kaldi. Daha sonraki yillarda Osmanli Imparatorlugunun bir devrini etkileyecek olan kadinlar saltanati onun devrinde basladi. 29 yasinda çiktigi tahtta 20 yil kalan Sultan Üçüncü Murad 16 Ocak 1595 tarihinde felç geçirdi ve vefat etti. Ayasofya Camii'nin avlusuna defnedildi.

Sokullu Mehmed Pasa'nin agirligini hissettirdigi III. Murad döneminde, Osmanli topraklari en genis sinirlarina ulasti. Babasi Ikinci Selim'den devraldigi 15. 162.151 km kare ülke topragini, 19.902.000 km kareye çikardi.

Ingilizlerle de dostane iliskiler gelistirildi. Ilk Ingiliz Kapitülasyonunun verilmesiyle Istanbul'a daimi Ingiliz elçisi gönderildi. Papa'nin Katolik Avrupa'da kurabilecegi haçli ittifakina karsi Protestan Ingiltere ile iliskiler gelistirildi. Daha sonra bu ittifaka Hollanda da dahil edilecektir. Devlet islerini Sokullu'ya devreden Sultan Üçüncü Murad zamaninda, sarayda kadinlar devlet islerine çokça karismaya basladilar ve bu durum Sokullu'nun ölümünden sonra da artarak devam etti.

Erkek Çocuklari: Üçüncü Mehmed, Selim Bayezid, Mustafa, Osman, Cihangir, Abdullah, Abdurrahman, Abdullah, Hasan, Ahmed, Yakub, Alemsah, Yusuf, Hüseryin , Korkud, Ali, Ishak, Ömer, Alaüddin, Davud.

Kiz Çocuklari: Ayse Sultan, Fatma Sultan, Mihrimah Sultan, Fahriye Sultan.

LEHISTAN ILISKILERI

Lehistan'in Fransiz Krali Henry, Sultan Ikinci Selim'in istegiyle diger Avrupali rakiplerini geride birakarak tahta geçmisti. Osmanli Devleti'nin Lehistan yönetiminde hakim olmaya çalismasinin nedeni, Avusturya'ya komsu olan iki müttefike sahip olmakti.

Fransizlarla Kanuni Sultan Süleyman döneminde baslayan iyi iliskiler zaten mevcuttu. Lehistan yönetimine de hakim olmak, Avusturya karsisinda Osmanli Devleti'ni güçlü kilacakti. Fakat bir süre sonra Fransa tahtinin bosalmasi üzerine, Henry, Lehistan'dan ayrilarak kral olmak üzere Fransa'ya gitti. Lehistan da olusan iktidar boslugu üzerine Sultan Üçüncü Murad duruma müdahale etti.

Sultan Üçüncü Murad'in istegi üzerine Erdel Beyi Bathary Lehistan'a kral oldu. Lehistan ile bir antlasma yapildi ve bu siyasi gelismeler sonunda Osmanli Devleti'nin kuzey siniri güvenli bir hal aldi.

VENEDIKLE ILISKILER

Sultan Üçüncü Murad döneminde Osmanli-Venedik iliskileri baris içinde devam ediyordu. 1584 yilinda bir yeniçeri isyaninda isyancilar tarafindan öldürülen Trablusgarp Valisi Ramazan Pasa'nin hanimini ve çocuklarini Istanbul'a getiren Osmanli gemisine Kefalonya açiklarinda saldiran Amiral Emmo komutasindaki Venedik gemileri, barisi bozdular.

Gemideki 250 kadar Osmanli askeri öldürüldü, kadinlara tecavüz edildikten sonra denize atildi. Bu olay Istanbul'da duyulunca Venedik Senatosu'na bir ültimatom gönderildi.

Osmanli Devleti'nin gücünden çekinen Venedik Senatosu sartlara uymak zorunda kaldi ve Amiral Emmo derhal asilarak Istanbul'a gönderildi. Ayrica Ramazan Pasa'nin hanimi, çocuklari ve mallari da eksiksiz olarak Preveze kadisina teslim edildi.

Venedik Senatosu'na gönderilen ikinci bir ültimatomda söyle deniyordu:

"Venedik korsanlari, bir daha Osmanli ahalisinin bulundugu hiçbir gemiye dokunmayacaklardir. Sayet böyle bir hadise meydana gelirse, Venedik üzerine donanma gönderilecektir."

Venedik Senatosu, Sultan Üçüncü Murad'in kararliligini karsisinda Istanbul'a arka arkaya üç elçi gönderdi ve meseleleri baris yoluyla halletmeye çalisti.

INGILTERE ILE ILISKILER

Osmanli-Ingiliz iliskileri ilk olarak ticari alanda basladi. Ingiltere Kraliçesi Elizabeth, Istanbul'a bir iki defa elçi göndermis ve Sultan Ikinci Murad'a: "Yüce Türk" diye hitap etmisti. Sultan Üçüncü Murad'da kraliçeye "Vilayet-i Ingiltere kraliçesinin yalniz dostu degil, ayni zamanda hamisiyiz" diyordu.

Ingiltere'nin gönderdigi ilk elçi William Harborne, 24 Nisan 1583'te huzura kabul edilmis ve padisaha hediyeler getirmisti. O zamana kadar Ceneviz, Venedik, Dubrovnik tüccari yanisira, 1569 yilinda verilen Kapitülasyonla Fransiz tüccari da Osmanli limanlarinda ticaret yapma hakkina sahipti. Kraliçe Elizabeth tarafindan gönderilen Ingiliz elçisi de Osmanli limanlarinda ticaret yapmak için gerekli olan kapitülasyonu alabilmek için Istanbul'a gelmisti.

Venedik ve Ceneviz haricindeki Kapitülasyonu olmayan devletlerin tüccari, Fransiz bayragiyla Osmanli limanlarina geliyordu. 1572 Bartalameos katliami ile birlikte Katoliklerden yüz çevirmeye baslayan Osmanli hükümeti, Papa'nin koydugu (barut, kalay, top güllesi gibi) stratejik harp malzemesi ambargosunu kirabilmek için, önce Protestan olan Ingiltere'ye yakinlasti. Böylece Akdeniz'de Ingiliz-Fransiz rekabeti baslamis oldu. Bu rekabetten Osmanli Devleti de birçok siyasi menfaat kazanmis oldu.

FAS'IN FETHI

Osmanli Devleti Fas'a kadar olan tüm Kuzey Afrika'yi topraklarina katmisti. Sultan Üçüncü Murad tahta geçtigi sirada Fas'ta iktidar mücadeleleri boy gösteriyordu. Fas Osmanli'dan yana olanlar ve Portekiz'den yana olanlar diye ikiye bölünmüstü.

1578 yilinda Fas sultaninin da ricasi ile Fas'a giden Ramazan Pasa komutasinda ki Osmanli kuvvetleri Vadi-üs Sebil'de yapilan savasta Portekiz kuvvetlerini yendiler ve böylece Fas Sultanligi Osmanli himayesine alindi.


Prof. Dr. Sinsi 06-27-2012 07:36 PM

Türk Büyükleri - Her Dalda
 

Yavuz Sultan Selim


Babası . Ikinci Bayezid
Annesi . Gülbahar Hatun
Dogumu : 10 Ekim 1470
Vefatı . 22 Eylül 1520
Saltanati : 1512 - 1520 (8) sene

http://frmsinsi.net/images/forumsins...sinsi.net_.jpg

Yavuz Sultan Selim, uzun boylu, geniş omuzlu, kalın kemikli ve omuzları arası geniş yuvarlak başlı, kırmızı yüzlü ve çatık kaşlı,uzun bıyıklı yigit bir padişah idi. Sert tabiatlı ve cesurdu. Bu yüzden muharebeyi Cok severdi. Kuvvetli bir ilim tahsili yapmıştı. Edebiyata merakı vardı. Bir çok Farsça Şiirler yazmıştır.Şiirleri en yüksek bir divan şâiri kadar kuvvetlidir. Geniş bir kültür ve siyasete sahipti.Harpten hoşlanmakla beraber Cok ince bir ruha da sahipti.Iran'a yaptığı seferde Şah İsmail'i 12 saatte perişan etti. Şah İsmail'in iki karısı da esir oldu. Ordugâhtaki hazine ve altın taht ele geçirildi. İran'ın o zamanki başşehri Tebriz'e girdi. 2500 km.lik bir yolu yürüyerek gelip böyle parlak bir zafer kazanmak tarihte eşine az rastlanır şeylerdendir.Adana, Gaziantep, Hatay, Urfa, Diyarbakır, Mardin, Sürt, Muş, Bingöl, Bitlis, Tunceli vilâyetlerini Osmanlı topraklarına kattı. Dulkadir Beyliği'ni, Musul, Kerkük ve Erbil'i Osmanli hudutlarına dahil etti. Eyyübi Melikliği'ni aldı.1516'da Mısır seferine çıktı. 27 Temmuz'da Ramazanoğulları Beyliği'ni ilhak etti. 24 Ağustos'ta Mısır Memlükleri ile Mercidabık Ovasında karşılaştı. Memlükleri kesin bir şekilde mağlub etti. 28 Ağustos'ta Haleb'e girdi. 29 Ağustos 1516'da bütün mukaddes emanetler İstanbul'a getirildi. Suriye, Lübnan ve Filistin tamamen fethedildi.Kendi zamanına gelinceye kadar hiçbir hükümdarın göze alamadığı bir işi yaptı ki,koskoca Sina Çölü'nü 13 günde geçti. Birinci Cihan Harbinde, yeni tekniğin verdiği imkânlarla bu çöl 11 günde geçilebilmiştir. (Türkiye Tarihi, Yılmaz Öztuna, Hayat Yayınları) 22 Ocak 1517'de Memlükleri Ridaniye'de tekrar yendi ve Kahire fethedildi. Yavuz, Memlük sultanının cenazesini bizzat omuzlarında taşıdı.Kahire'nin fethinden sonra İstanbul'a gelen Mısır ulemâsı ile, Türk ulemâsı Yavuz'un halife olmasını kararlaştırdı. Daha sonra Halife Üçüncü Mütevekkil Ayasofya Camiinde minbere çıkarak Yavuz'un hilâfetini ilân etti. Mütevazi hükümdar, her öğün yemekte tek çeşit yemek yerdi ve ağaçtan tabaklar kullanırdı. 22 Eylül 1520'de Aslan Pençesi denilen bir çıban sebebi ile vefat etti. Hayatının son dakikalarında Yasin-i Şerif okuyordu. Oğlu Kanüni Süleyman, Fatih Cami'inde namazını kıldıktan sonra, Sultan Selim Cami avlusundaki türbeye defnettirdi. (Allah rahmet eylesin.)Tahtı devraldığında 2.375.000 km. kare olan Osmanlı topraklarını 6.557.000 km. kareye çıkarmıştır. Bu büyük fütuhatı ise sadece 4 seneye sığdırmıştır.Mevahib sahibi Şeyh İmam Ahmed Kastalâni, Emir Buhâri ve Reisü'I Hattâtıyn Şeyh Hamdullah, Yavuz Sultan Selim zamanında vefat eden şahsiyetlerdir.
Erkek çocuğu : Kanüni Sultan Süleyman.
Kız çocugu : Hatice Sultan, Fatma Sultan, Hafsa Sultan, Şah Sultan.


Prof. Dr. Sinsi 06-27-2012 07:36 PM

Türk Büyükleri - Her Dalda
 

HASAN TAHSİN

http://frmsinsi.net/images/forumsins...sinsi.net_.jpg

Selanik'te doğan Hasan Tahsin'in asıl adı Osman Nevres'tir. 1904'te Teşkilat-ı Mahsusa'ya girdi ve Bükreş'te Türkler'e karşı kışkırtıcı çalışmalar yapan iki İngiliz gazeteciye suikast düzenlediği için 10 yıl hapse mahkûm edildi. 1916'da hapisten kaçarak İstanbul'a döndü. Verem tedavisi için İsviçre'ye gitmek zorunda kalınca, tanınmamak için pasaportuna babasının adı olan Hasan Tahsin'i yazdırdı ve hep bu adı kullandı. 1918'de İzmir'e yerleşerek gazeteciliğe başladı. Hukuk-ı Beşer Gazetesinde çıkan başyazılarında İttihat ve Terakki Fırkası'nı şiddetle eleştirdi.

15 Mayıs 1919'da İzmir'e giren Yunan askerlerine ilk kurşunu sıkarak işgallere karşı silahlı direnişi başlatan Hasan Tahsin, hemen oracıkta Yunanlılar tarafından şehit edildi. 1973'te İzmir Konak Meydanı'nda Hasan Tahsin anısına İlk Kurşun Anıtı dikilmiştir.

http://frmsinsi.net/images/forumsins...sinsi.net_.jpg
1919 Yılı 15 Mayıs'ında İzmir Limanını dolduran Yunan Donanmasının içinden karaya ayak basmak için sabırsızlanan Yunan Efzun alayını yaşlı gözlerle izleyen İzmirliler, tarihin en karagününü yaşıyordu. Mavi - Beyaz bayraklarla donatılmış Kordonboyu o sabah hiç de ışıldamıyordu. Rum kızları eteklerini savurarak şarkılar söyleyip dans ederken ,Yunan Efzun Alayı karaya ayakbastı. Bando önde Başpapaz Hristamos önderliğindeki Efzun Alayı arkada Kordon boyunda gövdegösterisine başlamıştı. Hemen orada bir kıraathanede saçları dağınık esmer tenı güneşten iyiceyanmış bir genç kendi kendine söyleniyordu 'Kollarını sallaya sallaya mı girecekler? Olmaz... Olamaz ki. Sonunda ölüm var .. Kan var. .Bunu anlamalılar.

Bu genç Selanik'ten İzmir'e göç etmiş , Recep oğlu Osman Nevres beyden başkası değildi.Hasan Tahsin takma adını kullanıyordu. Selanik'te 1888 'de dünyaya gelen Hasan Tahsin orada Fevziye Lisesi'ni bitirdi. Devlet sınavını kazanıp Paris'te Sourbonne Üniversitesi Siyasi İlimlerAkademisi'ni bitirdi. İstanbul'a döndükten sonra, Osmanlı Devleti aleyhine Balkanları karıştıranİngiliz Buxton kardeşlerin bu faaliyetlerini önlemekle görevlendirildi. Buxton kardeşlere Bükreş'te birtünelde suikast düzenleyen Hasan Tahsin 10 yıla mahkum edildi. Birinci Dünya Savaşında, Bükreş'in Osmanlı Devleti ve müttefik Almanya tarafından alınmasından sonra , 2 yıl hapis yattığıbu yerden 1916 yılında kurtuldu. Mütarekenin karanlık günlerinde İzmir'e geldi. Osmanlı Sulh veSelamet Cemiyeti'nin sözcülüğünü yapan Hukuk-u Beşer (İnsan Hakları) Gazetesi'nin başyazarlığınıyapmaya başladı.

Hukuk-u Beşer Gazetesi'nin başyazarı vatanperver Hasan Tahsin takma isimli Osman Nevres ogüne kadar kalemiyle , eylemleriyle bu istila akıbetini göstermeye çalışmış bir gazeteciydi. İştekorktuğu başına gelmiş , Efzun Alayı Kordonboyunda zafer çığlıkları atıyordu.Birden yerinden fırladı,aynı anda kendisini Yunan işgal askerlerinin karşısında buldu. Az önce kalemini hırsla kıranparmakları arasındaki Rovelver silahı ile ilk kurşunu attı. Kalabalığı yarıp tek başına fırlayan uzunboylu siyah elbiseli adamın attığıilk kurşun Efzun Alayının sancaktarını yere serdi. Sancaktar boğukbir sesle yere yıkılırken, o elindeki Rovelverle peşi sıra kurşun sıkmaya başladı. Hiç beklenmedik buateş karşısında, önce paniğe uğrayan Yunanlılar gerilediler , peşlerindeki Rum kalabalığıarasından denize düşenler görüldü. Fakat karşılarında ateş edenin yalnızca bir kişi olduğunu farkedenYunan Efzun Alayı hemen karşı ateşe başladı. Silahlardaki kurşunlar biten Hasan Tahsin, süngüdarbeleriyle şehit edildi. Hırslarını Hasan Tahsin'in vücudunu paramparça etmekle de alamayanEfzunlar, bu defa sağa sola tüfekle, mitralyözle ateşe başladılar, hatta denizden Yunan torpidolarıda ateşe katıldı. Bu sırada sivil halk arasından çok sayıda can veren oldu.

Hasan Tahsin şehit edildiğinde 31 yaşındaydı. Güler yüzlü, neşeli bir vatansever olaraktanımlanan Hasan Tahsin, işgal acısına dayanamayan yüreğinin sesini dinleyip tek başına da olsa bir alaya savaş açacak kadar cesurdu. Atılan bu kurşun Türk Kurtuluş Savaşının meşalesiniyakarken, bütün dünyada Türk ulusunun bu işgali hazmedemeyeceğinin mesajını veriyordu.

Bugün Konak Meydanı'nda bir elinde bayrağı diğer elinde Rovelveri ile anıtlaşan bu genç,TürkBasınının bir sembolü olarak tarihe gülümsüyor.


Prof. Dr. Sinsi 06-27-2012 07:36 PM

Türk Büyükleri - Her Dalda
 

AHMET YESEVÎ

Büyük Türk Mutasavvıfı Ahmet Yesevî, Kazakistan'ın YESİ şehrinde, yaygın görüşe göre 1093 yılında doğmuş ve 1166 yılında ölmüştür. İlk mürşidi Arslan Baba olmuş, sonra Yusuf-i Hemadanî'ye intisap etmiştir.

Yesevî, Arapça ve Farsça'yı çok iyi bilmesine rağmen TÜRKÇE'yi seçmiştir.

Yesevî, eski Türk inanışlarının kalıntılarını İslâmiyet ile uzlaştırmaya çalışan, İslâm'ı yeni kabul etmiş insanlara bu dinin sıcak, samimi, hoşgörülü, insan ve tanrı sevgisine dayalı gerçek yüzünü tanıtmıştır.

HİKMET adını verdiği dörtlüklerinde Yesevî;

Benim hikmetlerim hadîs hazinesidir
Kişi pay görmese, bil habistir
Benim hikmetlerim süphanın fermanı
Okuyup bilsen, hepsi Kur'an'ın anlamı

demektedir.

Büyük Türk mutasavvıfı Ahmet Yesevî, Türk dünyasının yetiştirdiği önemli şahsiyetlerden ve Türklüğün sembol isimlerinden biridir.

Ahmet Yesevî'nin Türk tasavvuf geleneğinin kurucusu olması ve kendisinden sonraki büyük mutasavvıflar, Yunus Emre, Mevlâna, Hacı Bektaş-ı Veli ve diğerleri üzerindeki etkisi, böylece Anadolu'nun bir Türk Yurdu haline gelmesindeki manevi rolü, İslamiyet'i dosdoğru anlayan ve anlatan, sade ve temiz üslubu, güzel Türkçe'mizin mimarlarından oluşu, insanlığın ihtiyacı olan yüksek değerleri daha o zamanlar dile getirdiği kardeşliğe, dostluğa, sevgi ve hoşgörüye dayalı düşünceleri bilinmektedir.

Türk'lerin İslâmiyeti anlama ve algılama noktasında YESEVÎ bir ekoldür. Bu açıdan bakıldığında Yesevî, tüm Türk dünyası için çok önemli bir konuma sahiptir. Kendini tanıma umdesi, kültürünü, dilini, tarihini ve dinini tanımak Yesevî düşüncesinin özüdür.

Karahan'lı Hükümdarı Saltuk Buğra Kara Han'ın 950 yılında İslâmiyet'i resmî devlet dini olarak kabul etmesi, TÜRK dünyasının önemli bir dönüm noktasıdır. İslâmiyet'i benimseyen Türk'ler, Türk - İslâm sentezine dayanan yeni bir kültür sahibi olmuşlar, sosyal nizamları ile devlet ve dünya görüşlerine bu kültür ile yeni bir şekil vermişlerdir.

"Pir-i Türkistan" Ahmet Yesevî, Güney Kazakistan'da, Çimkent şehrine 7 km. uzaklıktaki, bugün Türkistan adı ile tanınan YESİ şehrine 157 km. uzaklıktaki Sayram kasabasında doğmuştur. Doğum yılı bilinmemektedir. Ancak 73 yaşında ve 1166 yılında vefat ettiği şeklindeki yaygın görüşe göre 1093 yılında doğduğu tahmin edilmektedir. Doğum yeri olarak YESİ şehri de belirtilmekte ise de anne ve babasının Türbe'lerinin SAYRAM'da olması, O'nun da Sayram'da doğduğunu düşündürmektedir. Babası, Hazret-i Ali soyundan Şeyh İbrahim isimli bir zatdır. Annesi ise Şeyh İbrahim'in halifesi Musa Şeyh'in kızı Ayşe Hatun'dur. Rivayetlere göre önce annesini, sonra babasını kaybeden 7 yaşındaki Ahmet, ablasının himayesinde büyümüştür. Yesi'ye gelen Arslan Baba adlı bir mürşit, O'nun tahsil, terbiyesini üstlenir. Bir süre sonra Arslan Baba ölür, Yesevî de o zamanın önemli kültür ve ilim merkezlerinden olan Buhara'ya gider. Burada Hâce Yusuf-i Hemedani'ye intisap eder ve onun irşadı altına girer.

Yesevî, mürşidi Hemedanî'nin ölümünden sonra bir süre Buhara'da irşad postuna oturursa da, şeyhinin vaktiyle işaret ettiği şekilde YESÎ'ye döner. Ölene kadar da orada aydınlatmaya devam eder.

Menkıbeye göre tekkesinin bahçesinde bir çilehane kazdırır ve ömrünü burada tamamlar. Daha önce de belirttiğim gibi 1166 yılında vefat ettiği sanılmaktadır.

Ahmet Yesevî'nin türbesini Sultan Timur'un yaptırdığı bilinmektedir. Rivayete göre, Hoca, Timur'un rüyasına girip zafer müjdeler. Timur da Türkistan zaferinden sonra Yesi'ye gelir ve Hoca'nın kabrinin üstüne, bir şükran ifadesi olarak, türbe yaptırır. Zamanla harap olan türbe, Şibanî Han tarafından onartılır. Birçok defa tamir gören türbe, Sovyetler Birliği zamanında korumaya alınıp 1978 de ziyarete açılmış, 1989 yılında türbenin bulunduğu bölge "Tarihi Kültür Koruma Mıntıkası" olarak ilân edilmiştir.

Kazakistan bağımsızlığını kazandıktan sonra, Türkistan şehrindeki bu türbenin restorasyon çalışmaları Türkiye tarafından 1992 yılında başlatılmış ve 2 senede bitirilmesi ön görülmüşse de çalışmalar Temmuz 2000 e kadar sürmüş ve türbenin açılışı Ekim 2000 de Türkistan şehrinin 1500. kuruluş yıldönümünde yapılmıştır.

Ahmet Yesevî, Anadolu'ya hiç gelmemiş olmasına rağmen Anadolu'da tanınmış ve sevilmiştir. Bektaşî'lik, Mevlevi 'lik, Yunus Emre ekolü Yesevi'den çok etkilenmiştir.

Anadolu'ya gitmediği bilinmesine rağmen Pülümür'ün Kangallı Köyü'nde Ahmet Yesevî�ye atfedilen bir türbe vardır. Pülümür'deki bu mezar, Yesevî�nin makamı olarak, halkın muhayyilesinde gelişmiş ve türbe O'na atfedilmiştir.

Bundan başka, Baskil ilçesinin Tabanbükü Köyü'nde Ahmet Yesevî kolundan gelen Hasan Dede'nin mezarının bulunduğu biliniyor. Bu köyün doğusundaki bir mezarın da Ahmet Yesevî'ye ait olduğu rivayet edilmektedir.

Şimdi, Yesevî ve Türk diline etkisinden söz etmek istiyorum.

Selçuklular, tarihimizin çok uzun bir dönemini doldurmuş, büyük bir devlettir. Sınırları, Orta Asya ve Anadolu'nun büyük bölümünü kapsamıştır. Devlete adını veren Selçuk Bey ve beraberindekilerin Türkçe adlar taşımalarına rağmen, son hükümdarların isimleri Keykavus , Keykubat gibi Farsça adlardır. En önemlisi, Devletin resmî dili Türkçe değil Farsça'dır. Selçuklu'nun önemli bir şahsiyeti, Alpaslan'ın veziri, Nizam -ül Mülk bir Fars'dır. Adına kurduğu Nizamiye Medreseleri Farsça vermekte idiler. Bütün bu sebeplerle Selçuklu'da Türkçe avam dili, Farsça ise aydın ve bilgin dili olmuştur. Edebiyat ve yazı dili Türkçe değil Farsça alarak kullanılmıştır.

Bütün bu olumsuzluklar arasında Yesi'de bilinçli bir Türk ortaya çıkmış, Arapça ve Farsça'yı çok iyi bilmesine rağmen Türkçe'yi seçmiştir.

Yesevî, İslâm tasavvufunu esas alan, bilim, edebiyat ve san'ata önem veren bir medrese kurdu. Bu medresenin, konuşma dili, yazışma dili, şiir ve edebiyat dili, eğitim ve öğretim dili Türkçe idi. Buradan yetişen binlerce insan Türk Dünyası'nın her tarafına dağıldılar. Bu yetişenler, gittikleri her yerde Yesevî'nin Türkçe şiirlerini, yani HİKMET'lerini tekrar tekrar seslendirdiler. Bu şekilde yeni bir Türk edebiyatı doğdu. Bu arada, Farsça'yı kullananlar, Yesevî'yi, Türkçe yazdığı için eleştirmişlerdir. Yesevî ise bir hikmetinde şöyle demektedir.

Sevmiyorlar bilginler sizin Türkçe dilini
Erenlerden işitsen açar gönül dilini
Ayet - hadis anlamı Türkçe olsa duyarlar
Anl***** erenler başı eğip uyarlar
Miskin hafız Hoca Ahmet yedi atana rahmet
Fars dilini bilir de sevip söyler Türkçe'yi

Daha sonra, Cengiz'ler, Osmanlı'lar dönemlerinde Türkçe egemen olmuştur. Bu konuda büyük şair Yahya Kemal "Ahmet Yesevî kim? bir araştırın, göreceksiniz, bizim milliyetimizi asıl onda bulacaksınız. " demektedir.

Burada, Ahmet Yesevî'nin ilme ve bilgiye verdiği önemi bir, iki Hikmet'i ile dile getirmek istiyorum:

Ey dostlar, cahil ile yakın olup
Bağrım yanıp, candan doyup öldüm ben işte.

Bir başka hikmetinde ise:

Cahil ile geçen ömrüm nar sakar
Cahil olsan cehennem ondan çekinir
Cahil ile cehenneme doğru kılmayın sefer
Cahiller içinde yaprak gibi soldum ben işte

demektedir.

Şimdi de Yesevî'nin din anlayışını irdelemek istiyorum.

Tarih devirlerinde milletimiz bir çok dini kabul etmiştir. Bunların içinde Şamanizm en önemli yeri kaplasa da Budizm, Musevilik ve Hristiyanlık da Türkler arasında yaygınlık kazanmış dinlerdir. Bin yıldan beri ise gittikçe gelişen boyutlarda İslâm dini Türk'lerin inanç birliğini oluşturan din haline gelmiştir.

Şamanizm, sadece Türklerin değil, Asya'nın birçok halklarının ortak inanç sistemidir. Dolayısı ile Şamanizm'i Türklerin ulusal dini olarak kabul etmek yanlıştır.

Göktürk kitabelerinde, Atalarımızın, bir din anlayışı bulunduğu açıklaması vardır. Bu din, yeri, göğü ve insanı yani bütün varlıkları yaratan ve yöneten "Bir Tanrı" anlayışıdır. Belki de çok daha eskilerden, derinlerden gelen Şamanizm inançları "Bir Tanrı" veya "Gök Tanrı" dini ile birlikte yaşamaya devam etmiştir. Oğuz Han'ın "Tanrının Birliği" sözünü temel alan bir anlayışın yayıcısı olduğu görüşü de konuya daha açıklık kazandırır.

Bilinen bir gerçektir ki, bir toplumun kabul ettiği yeni bir din, eski inançları tümüyle ortadan kaldıramaz. Eski inançlar çok defa yeni inancın kisvesi altında yaşamaya devam ederler. Bu manada Şamanizm'in Türklere ait topluluklarda devam ettiğini görebiliyoruz. Meselâ, ataların ruhlarına evliya kudreti, ağaçlara evliya adı verilerek Şamanizm, İslâmî bir kavramla yeniden ifade edilmiştir.

Bugün, büyük çoğunluğu Müslüman olan Dünya Türklüğünün İslâmi anlayışında binlerce yıllık geçmişlerini görmekteyiz. Bu hal, İslâm'ın ana ilkelerinden sapma anl***** gelmemektedir. Söylemeliyiz ki, milletimiz, küçük bir kesim hariç, İslâm'ı doğru anlamış ve doğru uygulamıştır. Bugün, Müslüman milletler içinde en samimi dinî hayatın milletimizce yaşandığı bir gerçektir.

Ahmet Yesevî, eski Türk inanışlarının kalıntılarını İslâmiyet ile uzlaştırmaya çalışan ve dolayısı ile kitaplı dinin, yani İslâmın emirlerini tam yerine getiremeyen yeni Müslüman olmuş insanlara, İslâmın sıcak, samimi, hoşgörülü, insan ve Tanrı sevgisine dayalı, gerçek yüzünü tanıttı.

Ahmet Yesevî, içinde yaşadığı dönemin Türk toplumunun, bozkırlarda at koşturan yarı göçebe insanlar olduklarını, kadın - erkek, genç - ihtiyar, hareketli, kendi gelenek ve göreneklerini diri tutma yolunda başarılı ve mücadele ile geçen bir hayatın içinde olduklarını çok iyi biliyordu. Yesevî, bu insanlara fıkıh kuralları içinde, Arap - Acem kültür etkileri ile boğulmuş karma karışık bir İslâm yerine, samimi ve sarsılmaz bir iman anlayışını telkin eden dinî ve ahlâki kuralları, kendisi Arapça ve Farsça'yı çok iyi bildiği halde, kendi dilleri ile ve daha da önemlisi, onların seviyesinde bir söylem tarzı ile sunmanın, başarının temeli olacağını, görmüş ve uygulamıştır. Onun için de Türk Boyları'nın halk edebiyatından alınmış şekillerle insanlar arasında dostluğu, sevgiyi, dayanışmayı, dünyayı Tanrı ve insan sevgisi ile kucaklamayı öğretmiştir.

Nitekim, Yesevî

Benim hikmetlerim hadis hazinesidir
Kişi pay görmese, bil habistir
Benim hikmetlerim Süphan'ın fermanı
Okuyup bilsen, hepsi Kur'an'ın anlamı

demektedir.

Hoca da öteki mutasavvuflar gibi, âlemi ve âlemde var olan herşeyi ilâhi aşkın eseri olarak gördüğü içindir ki, her şeyi gönülden sevmektedir. Ancak bu sevgi ile Allah'a ulaşılabileceğini söylemektedir. O'na göre Aşk'sız, Mevlâyı anlamak mümkün değildir.

Üstelik Aşk'sız kişi gerçek insan değildir.

Dertsiz insan insan değil, bunu anlayın
Aşk'sız insan hayvan cinsi, bunu dinleyin
Gönlünüzde Aşk olursa, bana ağlayın
Ağlayanlara gerçek Aşk'ımı hediye eğledim.
Aşk'sızların hem canı yok, hem imânı,
Resûlullah sözün dedim mânâ hani.

Diyen Yesevî 140 numaralı hikmetinde, ilâhi aşk hakkındaki görüşlerini,

insanın samimi inancı ile bağlantılıyarak anlatır.

Aşk davasını bana kılma, sahte aşık,
Aşık olsan, bağrın içinde göz kanı yok,
Muhabbetin şevki ile can vermese,
Boşa geçer ömrü onun, yalanı yok.

Aşk bağı sıkıntı çekip yeşertmesen,
Hor görülse nefsini öldürmesen,
"Allah" diyerek içe nuru doldurmasan,
Vallah, billah sende aşkın eseri yok.

Hak zikrini can içinden çıkarmasan,
Üçyüz altmış damarlarını kımıldatmasan,
Dörtyüzkırkdört kemiklerini kul eylemesen,
Yalancıdır Hakk'a aşık olduğu yok.

Rahatı bırakıp can sıkıntısını hoşlayanlar
Seherlerde canını incitip çalışanlar,
Hay-u heves, ben-benliği terk edenler,
Gerçek aşıktır, asla onun yalanı yok.

Kul Hoca Ahmet, candan geçip yola gir,
Ondan sonra erenlerin yolunu sor,
Allah diyerek, Hakk'ın yolunda canını ver,
Bu yollarda can vermesen, imkânı yok.

"İlâhi Aşk" Allah'dır ve bu Aşk'a düşen kişi, bencillik, gösteriş, iki yüzlülük, kişisel çıkar gibi küçük hesapları düşünmemek gerekir. " diyen Yesevî, bir hikmetinde:

Nerde görsen gönlü kırık, merhem ol,
Öyle mazlum yolda kalsa, yoldaşı ol,
Mahşer günü dergâhına yakın ol,
Ben - benlik güden kişilerden kaçtım ben işte.

Demektedir. Bütün hikmetlerinde yer alan bir gerçek vardır ki o da insana verilen büyük değerdir. İslâm tasavvufunda insan, kâinatın özü alarak kabul edilir. Herşey insan içindir. O halde insana düşen, "Kamil İnsan" olmaya çalışmaktır. Ahlakın kemaline ulaşmıya gayret etmektir. Bunun da bir yolu yaratılmışları sevmek, incitmemek ve incinmemektir. Alçak gönüllü olan insanlar, her hususta samimi olan kişilerdir.

Yesevî, asıl kavgasını, sahte şeyhler ve mollalara karşı yapar. Bunlara karşı da

"Talibim" deyip söylerler vallah, billah insafsız
Namahreme bakarlar, gözlerinde yok insaf;
Kişi malını yiyerler, çünkü gönülleri değil saf
Arslan Baba'nın sözlerini işittiniz teberrük.

Zâkirim deyip ağlar, Çıkmaz gözünden yaşı;
Gönüllerinde gamı yok, her an ağrıya başı;
Oyun-hile kılarlar, malûm Hüda'ya işi,
Arslan Baba'nın sözlerini işittiniz teberrük.

Gibi bir çok Hikmet söylemiştir.

Yesevî, ilim üzerinde çok durmuş, inananların aydın kişiler olduğunu, bunların bilgisizlikten ve bilgisizlerden kısaca cahillikten uzak durduklarını anlatmıştır. Ayrıca bir başka Hikmet'inde: " Bilgisizlik her kötülüğün kaynağıdır. " demiştir. Bir başka Hikmet'inde ise

İlim, iki inci, beden ve cana rehberdir
Can âlimi Hazret'ine yakındır
Muhabbetin şarabından içer
Öyle âlim, gerçek âlim olur dostlarım,

demiştir.

Özetle, Yesevî okulunun ana ilkelerini:

Allahın varlığına ve tekliğine inanmak,

Kur'ana uymak,

İslâm'a dayalı yolda yürümek,

İnsanın kendisini disipline etmesi,

Belli zamanlarda benlik muhasebesi yapmak

olarak özetliyebiliriz.

Ayrıca, Yesevî'liği kabul eden kişinin de :

Hakk'ı bilmek,

Kalbinde Allah ve İnsan sevgisi taşımak,

Cömert olmak,

Gerçekleri kabul etmek,

Geçer ve doğru bilgili olmak,

Kanaatkar olmak,

Nefsine hakim olmak,

Kendini bilmek,

Gönül gözü ile görmek,

Felsefeye yatkın olmak gibi hasletleri kendisinde toplaması gerekiyordu.

Dikkat edilirse, 1000 yıl önce yaşamış bir Türk düşünür, kendini bilmeyi, hurafelerden uzak durmayı, Tanrı'ya inanmayı, kendini geliştirmeye çalışmayı, özellikle hoşgörülü olmayı büyük bir açıklıkla ifade etmiştir.

Yazımı Ahmet Yesevî'nin büyük takipçisi YUNUS EMRE'nin Pirinden öğrendiğini veciz bir şekilde anlattığı dörtlükle bitirmek istiyorum.

Çalış, kazan, ye, yedir,
Bir gönül ele getir
Bin kâbe'den iyrektir,
Bir gönül ziyareti.


Prof. Dr. Sinsi 06-27-2012 07:36 PM

Türk Büyükleri - Her Dalda
 

http://frmsinsi.net/images/forumsins...sinsi.net_.jpg


ENVER PAŞA


İsmail Enver, 1881'de İstanbul'da Divanyolu'nda dünyaya geldi. Sonraları
oğlunun etkisiyle Paşa ve Surre Emini olan Ahmet Bey'in oğludur. Annesi Ayşe Hanım da, babası Ahmet Paşa da İstanbulludurlar.

Soğuk çeşme Askeri Rüştiyesinde öğrenim gördü. Harp Okulu'nu 1899 yılında piyade teğmeni olarak bitirdikten sonra, 1903'te kurmay yüzbaşı olarak Harp Akademisinden mezun oldu.

Kurmay Yüzbaşı Enver, o zamanki Üçüncü Orduya tayin edildi. Manastır, Selanik ve Üsküp'ün çeşitli bölgelerinde eşkıya çeteleriyle çarpışmalarda bulundu. Merkezi Selanik'te bulunan İttihat ve Terakki Komitesi, ordunun genç subaylarının arasından onu da elde etmişti.Enver Bey, 1906'da binbaşı oldu. İttihat ve Terakki Cemiyeti kurucuları arasına yeraldı.Bu topluluk içinde tutunup, kendini sevdirdi.

İttihat ve Terakki Cemiyetine katıldıktan sonra da, meşrutiyeti ilan ettirebilmek için girişilen harekette en önemli rollerden birini oynamıştı.

1908 Meşrutiyetinin ilan edildiği günlerde Rumenlideki bazı subaylar. Devlete karşı ayaklanan Bulgar ve Makedon çetelerine karşı kendi birlikleri ile dağlarda tıpkı çete nizamında dövüşüyorlardı. Bunlardan biride Kurmay Binbaşı Enver'di. Rumenlindeki Devlete karşı olan isyanları bastırmak için bu subayların adlarıyla birlikte hayatları da ortaya konmuş oluyordu. Bu durum, Kurmay Binbaşı Enver Beyin memleketi uğruna neler yapabileceğini ve nelerini gözden çıkarabileceğini göstermesi bakımından önemlidir. 1908 İnkılabından sonra Enver Beyin adının yıllarca Hürriyet Kahramanı diye dillerde dolaşması boşuna değildir.

Enver Bey Makedonya Genel Müfettişliği, 1909 yılında da Berlin Ataşemiliteri olmuştu. 1911'de İtalyanlar Trablusgarb'a asker çıkardıkları zaman memleketi seven bir çok genç Türk subayları gibi Enver Bey de oraya gitti ve onu hürriyet kahramanı olarak zaten alkışlayan halk Trablus'a koşmuş olmasından dolayı da ayrıca beğenmiş ve sevmişti.

İşkodra Mutasarrıfı ve cephe komutanı olarak İtalyan saldırısına başarıyla karşı koyan Enver Paşa, 1912'de yarbay oldu.

23 Ocak 1913'te İttihat ve Terakki tarafından düzenlenen Babıali baskınına katıldı. Sadrazam Kamil Paşanın istifasını sağladı. Böylece İttihat ve Terakki Cemiyetinin iktidarı ele geçirmesinden sonra, Edirne'nin kurtarılmasında önemli rol oynadı.
Bu başarısından sonra Enver Bey'in hızlı yükselişi devam etti. 1913'te yarbay iken yine aynı yılın sonlarında albaylığa, 19 gün sonra ise 1 Ocak 1914'te tuğgeneralliğe yükseldi.
Genelkurmay Başkanlığı'ndan bir süre sonra da Başkumandan Vekilliği yetkilerini de elinde topladı.

Harbiye Nazırı Mahmut Şevket Paşa'nın bir suikasta kurban gitmesiyle 1914'te de Sait Halim Paşa hükümetinde Harbiye Nazırı oldu. Orduda bazı düzenlemeler yapan Enver Paşa, Fransız modeli yerine Alman stilini uyguladı.
Naciye Sultanla evlenip saraya, padişaha damat oluşu da bu döneme rastlar. Şehzade Süleyman Efendi'nin kızı Naciye Sultan ile evlenerek saraya damat olan Harbiye Nazırı Enver Paşa'nın durumu bir kat daha güçlenmişti. Enver Paşa, kendini zirveye ulaştıran basamakları yine kendi elleriyle döşemişti.

Enver Paşa, 1914 yılında Osmanlı Devletini I. Dünya Harbi'ne sokan kişi olarak haksız olarak itham edildiği gibi Sarıkamış mağlubiyetinin sorumluluğu da onun üzerine yıkılmıştır.

Ciddi ve tarafsız tarihçiler Osmanlı İmparatorluğunun Birinci dünya savaşına girmemesinin söz konusu olmadığını; Düvel-i Muazzama denilen (İngiltere, Fransa, Almanya ve Rusya ) tarafından daha savaş başlamadan Osmanlı İmparatorluğunun mutlaka bu savaşa sokulacağının kararlaştırıldığını yazarlar. Enver Paşa'nın Bu kararı tersine çevirmek için çok uğraştığı bilinmektedir. Ama bunda muvaffak olamaz. O zaman Enver Paşa bu seferde en karlı çıkacak tarafta yer almayı planlar. Nitekim bu düşüncesini gerçekleştirir o dönem en kuvvetli gözüken Alman Pakt ında Osmanlı Devleti Yerini alır.

Enver Paşa, Harbiye Nazırı olduktan sonra, ilk olarak mevcut üç orduya bir dördüncüsünü ekleyerek, uzun zamandır tasarladığı planın ilk bölümünü ortaya koymuştur. Gerek harp okulu yılları, gerekse subaylık yıllarında olsun, kendi kadrosunu oluşturabilme mücadelesi veren Enver Paşa, elindeki adamlarla sistematik bir çalışma progr***** girdi. Büyük Kafkasya İdeali için kolları sıvadı. Kısa süre içinde kendi kurduğu orduya başkumandanlık etmeye başlayan Enver Paşa, arkadaşı Talat Paşa ile birlikte Türk ve İslam dünyasını kucaklayan, hatta Turani soydan bütün Milletleri kapsayan Pan Turanizim kampanyasını yürürlüğe koydu.

Enver Paşa'nın burda yatan bir gayesi de, Türk olmayan ama Türklere akraba millet ve unsurlarıda kadrosuna katarak güçlü bir ordu kurmak ve Kafkasya'yı Türkleştirmekti.
Şüphesiz ki, Enver Paşa'nın niyeti, Türkiye'nin bu savaş sonunda mağlup ve yıkılmış bir hale gelmesi değildi. O dönemde Almanların askeri gücüne inanmış olan Enver Paşa, Almanların zaferine kesin gözüyle baktığı için, bu savaşta onlarla müttefik olmakla Türkiye'nin de büyük istifadesi olacağına inanıyordu. Böylelikle son zamanlarda kaybedilen birçok toprakların yeniden Osmanlı imparatorluğu sınırları içine alınacağı düşüncesinde idi.
Enver Paşa'nın bir emeli de Rusya'nın mağlup edilmesiyle Kafkasya ve Türkistan'daki Türkleri de Osmanlı toplumuna katmaktı.
Belli bir süre ön hazırlıklar yapıldıktan sonra, Ahmet Cemal Paşa'nın da desteğiyle III. Ordunun başına geçen Enver Paşa, ele aldığı orduda bazı önemli değişiklikler yaptı. Eski komutanların yerini yeni ve yaratıcı subaylara devrettikten sonra Erzurum'a geçerek Kafkasya savaşını başlatan Paşa, Rusları Allahuekber Dağlarında durdurmuş Sarıkamışta onların Anadolu'yu istilasını önlemişti. Tabi şartların çok ağır olması hesabiyle Türk ordusunundu kayıpları çok büyüktü. Bu kayıplar daha sonraları Enver Paşanın aleyhine sıkça kullanılmıştır.

Yirmi gün süren çatışmaların sonunda ortaya çıkan tablo Türkler için hiç de iç açıcı değildi. Savaş boyunca genelde savunma yapılmış, hücum kanatlarında ise ağır darbeler yenmişti. Ancak her iki ordu da sanki yüzyıllar süren bir hıncı kesin olarak bitirmeye niyetlenmişçesine savaşı sürdürmek istiyorlardı. Savaş, soğuğa, hastalığa ve savaş araç-gereçlerindeki inanılmaz yetersizliğe rağmen on dört gün kadar devam etti.
Enver Paşa'nın hayallerini süsleyen İran, Hindistan, Turan ve Kafkasya'ya hakim olma düşünceleri o günün şartlarında gerçekleşemedi.

Almanlar safında Türkiye'yi harbe sokarken düşündüklerinin ilk kısmını, ağır yenilgi yüzünden gerçekleştirememişti. Kaybedilen toprakların değil yeniden geri alınması, aksine elden pek çok vatan parçası kopup gitmişti.

Ancak Enver Paşa, İstanbul'a döndükten sonra gücünden bir şey kaybetmedi. Tam tersine, bu olaylardan sonra ona güvenenlerin güvenleri hiç eksilmedi.
Rusya'nın Kafkas savaşının hemen arkasından Tebriz'i işgal etmesiyle, bir süre için askıya alınan dar anlamda Pan-Türkizm esas anlamında Turan ideali yeniden canlandı. Üstelik bu sefer halktan da büyük bir destek buldu. Buna bağlı olarak Tebriz, Türk gönüllülerince savunulmaya çalışıldı.

Artık Enver Paşa, Dış Türklerin manevi lideri ve yetkili kurtarıcısı konumundadır. Dünya Türklüğü Paşaya mektuplar göndermekte ve kendisinden haklarının geri alınmasını istemektedirler.

1917 yılında patlak veren Bolşevik İhtilali, Pan-Türkizm emellerine davetiye çıkartacak ve Enver Paşa'ya bir kez daha mücadelenin yolu görünecektir. Kendisine, zamana göre en malik Türk cumhuriyeti olan Azerbaycan'ı üs olarak seçen Paşa, Turan Orduları Başkumandanı adı altında yardım toplamaya muktedir olmuştu. Yeniden kurduğu 28.000 kişilik Kurtuluş Ordusu'nun başına kardeşi Nuri Paşa'yı getirdi. İlk olarak silahlanma tamamlanacak, daha sonra ise başkent Bakü kızılların zulümden kurtarılacaktı.

Enver Paşa, bu kez planlarını iyi yapıyor zamanlama hatasınyapmamak ve hissi davranmamak için Kafkaslara gitmeyerek, planlarını İstanbul'da hazırlamaya özen göstermiştir.
Enver Paşa, Bakü'yü dört, altı hafta içinde, Kafkasya'yı ise iki yıl zarfında ele geçirmeyi hesaplıyordu. Ayrıca bütün Kafkas Hinterlandını ele geçirme planları kuruyordu. Denebilir'ki Tarihin en cüretkar Turan çıkarmasını düşünüyordu.

Ancak tam bütün hazırlıklar tamamlanıp iş Bakü'nün alınmasına geldiğinde, Enver Paşa büyük bir sürprizle karşılaştı. Alman İmparatorluğu, Bakü petrol rezervlerinin İngiltere'nin eline geçmemesi için Rusya ile anlaşma yapmış ve Türklere ihanet etmişti.

Mondros Antlaşması'nın imzalanmasının ardından Almanya'ya geçen Enver Paşa ve arkadaşları, içlerinde bir ukde olarak kalan Büyük Turan Düşüncesinden vazgeçmeyerek çalışmalarını Almanya topraklarında yürütme kararını aldılar.

1918-1920 yıllarını, hazırlıklarını tamamlayabilmek için harcayan Enver Paşa, 1920 yılında harekatına kaldığı yerden devam etmek üzere Rusya'ya gitmek isterken yakalanıp bir süre hapis yatacak, ancak sonunda arkadaşı Ahmet Cemal Paşa'nın yanına gelmeye muvaffak olacaktır.

İşte tam bu noktada Enver Paşa'nın düşünce yapısında bir değişiklik görülecek ve ünlü komutan, Rusya ile sıcak ilişkiler içine girecektir. Pek tabii ki Enver Paşa'nın amacı komünist sisteme entegre olmak ve bu yeni düzen uğruna çalışmak değildir. Onun amacı, Osmanlı Devleti'ni yok eden ve başkent İstanbul'u işgal eden İngilizlere hadlerini bildirmektir. Uğruna bir ömür harcadığı devletini yıkmaya çalışan İngilizlere karşı Sovyet sınırları içinde mücadeleye girişmektir.

1917 Bolşevik Devrimi ile devrim yılları içinde Enver Paşa'nın eylemleriyle ve fikirleriyle Ruslarla İngilizlere karşı mutabakata vararark Büyük turan devletini kurmak düşüncesi, şehit olduğu 1922 yılına kadar devam eden bir süreci kapsamaktadır.
Enver Paşa'nın bu yola girişi pek çok insanın kaderine hükmeden tarihi şartların zorunluluğundandır. Bu nedenledir ki, Enver Paşa için birinci derecede önemli olan husus, İngiliz emperyalizmine topyekün savaş açan Sovyetlerle bir Turan ittifakına girişerek, Büyük Turan hareketin tutunmasını sağlamaktı.

Nitekim genç Sovyet Devrimi, doğunun siyasi ufkunda çok ciddi şekilde değişikliğe uğrayarak, Bolşeviklerle Türkleri yan yana getirmiştir. Enver Paşa için bu durum Orta Doğu ve Türkistan'daki Müslüman topraklarda gerçekleştirmeyi düşündüğü hedeflere ulaşma yolunda yardımcı olabilecek bir konum demekti.

Ancak Enver Paşa'nın düşünce formasyonundaki köklü değişiklik Bakü Doğu Halkları Kongresi'nden sonra olur. 1920 Bakü Kongresinde dünya güç dengelerini, bu dengeler arasında Osmanlı İmparatorluğunun durumuyla, Osmanlı-Alman ittifakının ve İttihat ve Terakki'nin siyasal tavrının köklü bir tahlilini yapan Enver Paşa, kongre sonrası, Sovyetlerin üç hedefi geliştirmiş olduğuna dikkat çekecektir.

Bunlardan birincisi, Müslüman ve doğu ülkelerindeki anti-İngiliz hareketin özerk karakterine itibar etmek ve desteklemek, ikincisi, ihtilalin Müslüman ve Doğu ülkelerine zorla ihracı ve oralardaki demokratik unsurlarla işbirliği, üçüncüsü ise, İslam dünyasında Müslümanlar dışında faaliyet gösteren herhangi bir hükümet modelinin kabul edilmemesidir.
Kısa zamanda Sovyet Devriminin yapısıyla, dünya siyaseti içinde sömürülen halkların kimler olduğunu tespit eden Enver Paşa, Bakü Kurultayı'nda bu tespiti şöyle ortaya koyar:

"Arkadaşlar... Bugün Bakü şehrinde Dünya emperyalizm ve kapitalizmine karşı harbeden Şarkın ihtilalci alemi vekilleri olan bizlerin burada toplanmasına vesile olan Üçüncü Enternasyonal'e ve bunun azimkar reislerine umum ve arkadaşlar adına teşekkür ederim. Bugün bizi asırlardan beri ezen ve çırılçıplak soymakla kalmayarak kanımızı emen, öldüren dünya emperyalist ve kapitalistlerine karşı mücadelemizde elini tutacak ve Avrupa politikacılarının yalancılığının büyüklüğü nispetinde hak yolunda doğru ve sözüne inanılır ve milletlerin hukuk ve hürriyetini tanımayı progr***** yazmış olan Üçüncü Enternasyonal gibi bir müttefikin yanında mevki almakla mübağı olduğumuzdan birbirimizi tebrik edelim..."

Kongre tebliğinin devamında Trablus ve Çanakkale savunmasıyla birlikte asıl savaşın Batılı emperyalist güçlerle, bu güçler karşısında yer alan Sovyetler ve Doğunun ezilen bütün halkları olduğunu belirten Enver Paşa'nın zihninde bir tek ideoloji ve ideal vardır oda Büyük Turan Devletini kurmaktır.

Özellikle Bakü Kurultayı'nda dünya siyaseti ve bu siyaset içinde İttihat Terakki ile Doğu halklarının yerinin ne olduğuna dair yaptığı değerlendirme; Turancılığın ne olduğu, daha sonraki politik faaliyetlerindeki milliyetçiliğin ne olduğu ve nasıl olması gerektiğine dair fevkalade bir dönüm noktasıdır.

Enver Paşa, ülkenin en yüksek askeri mercii konumunda yer alması sıfatıyla ve kurduğu ilişkilerle İslam-Doğu dünyasının bu yolda yeniden yapılanmasını sağlayarak katıldığı kongrede yeni açılan mücadele safhasında, kendilerini kongrede temsil etme yetkisini veren Cezayir, Tunus, Trablusgarp, Mısır, Arabistan ve Hindistan İhtilal Cemiyetleri İttihadı'nın ortak fikir birliği içinde olduğunu açıklayacaktır. Enver Paşa bu tahlili mazlum milletlerin kurtuluş yolunun açılması ve dünya mazlumları için bir zafer yolu olarak görüyordu.

Ancak genç Sovyet devletinin kısa zaman içinde Rus egemenliğine dayanan bir rejime dayanmasının ardından Moskova ile ittifak yolları ayrılan Enver Paşa için yeni bir strateji oluşmuştur ki bunun adı bilindiği gibi Büyük Turan Devletidir.
Bu düşüncesini 1922 yılında Afganistan Kralı Emanullah Han'a yazdığı mektupta şöyle dile getirecektir:

"Rus idaresine son vererek, bizim gözetimimiz altında, Doğu Müslüman-Türk hükümetlerinin konfederasyonu gerçekleşecektir. Majestelerinin yardımına çok teşekkür ederiz. Bu bağlamda, dünyada tek başına ayakta duracak ve Alman federasyonuna benzeyecek bu devlet, kısa bir süre içinde ortaya çıkacaktır."

Bu projenin altındaki gerçek hedef ise, eski gücüne ulaşmış Türkiye sınırlarından Hindistan sınırlarına dayanan yeni Türk-Turan İmparatorluğu'nun çekirdeğini oluşturmaktı. Buna bağlı olarak Enver Paşa, Doğu Türkistan ve dahası Afganistan'daki Müslümanları kapsayıp böylesi bir Pan-İslamist ve Pan-Türkist devlet içinde önemli bir rol oynamak istiyordu. Böylece, Türkistan''n geniş topraklarında yaşayan Türklerin alsancak altında birleşmelerini ve kendi liderliği altında yeni doğmuş Sovyet devletinin yanı sıra İngiliz emperyalizmine karşı da cephe alabilecekti.

Enver Paşa, bu projenin gerçekleşmesi yolunda Sovyet devletiyle ittifaka girdiği dönemden başlamak üzere, projenin politik zeminini oluşturmak amacıyla daha başlangıçta Mesai Halk Fırkası adıyla bir teşkilat kurmuştu.
Programı olabildiğince radikal olan Mesai, o zamana kadar alışılmışın dışında idi. Sosyalist birlikçi, İslam ve milliyetçilik fikirlerinden oluşan bu programı Enver Paşa daha sonra, Mesai'nin ruhunun toplumculuk olduğu şeklinde yorumlayacaktır.


Ancak bu programda daha da ilginç olan taraf, Enver Paşa'nın Federe Milliyetçiliği'nin teorik zeminini oluşturmaya yönelik ilk ciddi çabaya da girmiş olmasıdır.

Bu nedenle Enver Paşa, halkın Mustafa Kemal idaresinden daha radikal ve daha yenilikçi olduğunu unutmaması için devamlı olarak siyasi planının taslaklarını yaymaktaydı.
Enver Paşa, milliyetçiliği ilk kez politik boyutun yanında sosyo-ekonomik boyutuyla ele alır. Teorik zemininin de sosoyal temalara yer vermesi, toplumcu çizgilerini taşıması onu, Batıcı milliyetçilerin tek boyutluluğundan olduğu kadar, dayatmacı bir fikir yapısından da kurtarmaktadır.

Ona göre, her şeyden önce savaşın özü, kapitalizm ve kapitalizmin ürünleri olan tekelci, tefeci ve çalışmadan kazananlardır ki, bunun dünya ölçeğindeki temsilcisi Doğu milletlerine topyekün taarruza geçen batı emperyalizmidir. Batı emperyalizmi, bütün Doğuyu sömürebilmek için halkları birbirine düşürerek pek çok bahaneler uydurmaktadır.
Bu nedenle Enver Paşa: "Müslüman milletlerin bağımsızlık davasının Pan-İslamizm şartlarından çok, Büyük Turan içinde yer alarak başarıya ulaşacağını düşünmektedir. Düşüncelerindeki bu değişiklik, Komünist Enternasyonal'in Temmuz 1920'deki İkinci Kongresinden sonra oluşmuştur.

Enver Paşa, 4 Ekim 1921 günü yanında bir kaç güvendiği arkadaşı olduğu halde Buhara'ya giden Enver Paşa, orada Bolşevik Rusya'ya karşı ayaklanan Türkistanlıların arasına katıldı. Daha doğrusu başlarına geçti. Yeni Turan yolunda Ruslar ile amansız bir mücadeleye giriştiler hep birlikte.

Tam on ay sürdü bu yaman mücadele. Bir bayram sabahı olan 4 Ağustos 1922 Cuma günü Tacikistan'da, Belcivan yakınlarındaki Abdere mevkiinde, Çegen Tepesi'nde, Ruslarla yapılan bir çete harbi sırasında Derviş isimli atının üzerinde yalın kılıç dövüşerek ve kalbinden vurularak şehit düştü.

ENVER PAŞA'NIN ŞEHADETİ

Türk tarihinin zaman içindeki akış sürecinde yetişmiş ender kahramanlarımızdan biri olan Enver Paşa'nın şehadeti de hiç şüphesiz, nesillere örnek bir ulviyet ve yücelik taşır.
Bunun detaylarını; Paşanın Türkistan Savaşı'nda, başından sonuna kadar yanında bulunan Türkistanlı mücahit Abdullah Receb Baysun'un Türkistan Millî Hareketleri adlı kitabında şu şekilde açıkça görüyoruz.

Temmuz'un son günleri, karargâh Âbıdere köyünün şirin bağları arasında... Henüz olmaya başlayan üzümleri güneş, sıcaklığıyla olgunlaştırmağa çalışıyor... Günlerce devam eden muharebeli yolculuğun yorgunluğu burada geçirilecek... Dinlenilecek... Hazırlanılacak...Yine ümit dolu göğüsler, düşmanın mermilerine açılacak...Kurban Bayramı da yaklaşıyor...

Ağustosun 3. günü, Perşembe... Paşa'nın en neşeli günlerinden biri... Ailesinden aldığı ikinci mektup; iki gün sonra gelecek bayramdan, daha evvel neşe getirmişti. Hayatının birer parçası olan yavrularından ve ailesinden bu ses, hiçbir sevince benzemiyordu.

Devletmend Beyin; bayram namazını beraber kılmak için, Paşayı arkadaşlarıyla beraber Havâlin civarında olan karargâhına davetini, Paşa memnuniyetle kabul etti.
1922 Ağustosunun 4. Perşembe günü kılınacak olan bayram namazına yetişmek için, 30 kişilik bir grup gün doğmadan yola çıktı...

Enver Paşa ile beraber bayram namazını kılmak arzusuyla gelen kalabalık bir halkla birleşen bu grubu, askerleriyle Devletmend Bey karşıladı.Ulu ağaçların gölgeleri altında uyuyan suyun kenarında çaylar içildi. Devletmend Beyin takdim ettiği Tartuk'u, Enver Paşa, büyük bir memnuniyetle kabul etti. Türkistan'da, Emir ve Hanlara halk tarafından verilen hediyelere Tartuk denir. Paşaya verilen bu Tartuk da altın ve gümüş işlemeli bir cübbe ve bir sarıktan ibaretti.

Büyük bir cemaatla namaza duruldu. Allahü Ekber sesleri; göklerin sonsuzluklarından, yerlerin esrarı arasına iniyordu... Namaz bitti, tebrikler yapıldı. Buz gibi köpüklü kımızlar içilerek yemekler yendi. Çok neşeli bir gün geçti. Akşam oldu. Dönülüyor... Paşanın yasaklamasına rağmen, kalabalık bir halk, yarı yola kadar uğurladı...Yolda Paşanın yüzünde, solan günün hüznünü andıran izler belirmeye başladı... Gece saat 10.. Paşanın yanında toplanmıştık. Bir hayli konuşuldu. Gelecek bayram namazı inşallah Buhara'da kılarız; temennisinde bulunan Paşaya teşekkürler ediyorduk.

Çekilen bu yurt hasretinden kendine hiçbir pay ayırmadan, bunu hafifletecek hikâyeler anlatıyordu. Fakat; halinde bir başkalık vardı. Yüzünde, gözlerinde bambaşka bir yasın derin gölgeleri göze çarpıyordu. Gece ilerlemişti. Kalktık... Paşa'nın, bir şey söylemek istediği anlaşılıyordu. Soramıyorduk... Nihayet gülerek:

"Size verecek bir bayram hediyesi bulamadım. Arkadaşlığımızı belirten birkaç satır yazı yazsanız, mühürlesem. Günün birinde, size, beni hatırlatacak olan bu yazıların, millî mücadele arkadaşlığımızın da birer hatırası olacağını düşündüm." dedi...

Memnuniyetle kabul ederek yanından çıktık...
Geleceği görmeyen insan aczi içinde; Paşanın bu bambaşka hâlini birbirimize de soruyor, iki ihtimal arasında dolaşıyorduk.
1- Yurt ve aile hasretini kamçılayan bayramın gelişi...
2- Millî Hareket'in son günlerdeki beklenmeyen olayları... bütün bunlar Paşanın neşesini kırmış olabilirdi.

Arkadaşlarımızdan Nafi Bey, Paşanın istediği kâğıtları hemen kâtiplerden Ömer Efendiye yazdırdı. Mühürlemek için Paşaya götürdü. Gelen kâğıtların altına, Paşanın resmî mühründen başka, İstanbul Harbiye Mektebinde talebe iken 1300 tarihinde yaptırdığı hususî mührünü de bastığını gördük.Şehadet Günü: 5 Ağustos 1922 Cuma Sabahı.
Karargâh derin bir sessizlik içinde. Gecenin karanlığını, doğan güneşin, bahtımızı karartacağını bilmiyoruz.

Alışkanlığı üzerine erken kalkan Paşa, askerlerin geniş bir yerde toplanmalarını emretti. Askerin bayramını tebrik edecek, harçlıklar dağıtacaktı. Saat altı... İleri karakoldan bir silâh atıldı. Bu, baskın hareketini bildiren bir parola idi.Askerlerin yanına gitmek için atına binen Paşa; hemen dönerek bazı emirler verdi, yirmi kadar askeriyle, silâhın atıldığı tarafa koştu. Rusların bu gibi taarruzları günlük işlerden olduğu için, pek ehemmiyet verilmemişti.Rus askerleri gittikçe çoğalıyor... Bu taarruz, günlük taarruza benzemiyor. Harp büyüyor. Bu ciddiyeti anlayan Paşa; derhal bütün kumandanların ve askerlerin harbe iştirakini emretti.

Faruk, Danyal, Boribetaş ve sair kumandanlar hep vazife başında... Harp şiddetlendi...

Ruslar; bayram namazında baskın yaparak millî mücadele kumandanlarını, bilhassa Paşayı harpsiz esir etmeyi ve şu suretle gururlarına dokunan, tahammüllerini tüketen bu millî mücadele dâvasının ortadan kalkmasını tasarlamışlar...Paşanın, bayram namazını yanlışlıkla bir gün evvel kılması, bu plânın tatbikini suya düşürmüş olduğundan; Ruslar, Moskova'nın aylardan beri büyük ehemmiyetle hazırladıkları bu hücuma geçmişlerdi. Türkistan'ın her tarafında olan mücahitlerin üzerine, aynı günde hücum eden Ruslar emellerine yine kavuşamadılar.
Ateş her tarafı sardı. Paşa, yanında Hüseyin Nafiz, Eş Murad, Kerim Beylerle Müslümankul (Rayef) ve askerler olduğu halde ilerledi. Karşı tepede düşman ile aralarında beş altı metre mesafe kalınca, Paşa kılıcını çekiyor. Rusların üzerine atılıyor. Askerlere de hücum diye bağıran Paşa; birkaç Rusu öldürüyor. Harp, şiddetleniyor...

Çok şiddetli olan bu ilerleyiş, düşmanı şaşırtıyor. Mitralyöz başında olan Rus askerleri teslim diye bağırarak ellerini yukarıya kaldırıyorlar. Fakat, arka saftaki Rus takviyeli mitralyözleri hemen çok şiddetli ateşe başlıyor.

Atı ile ateş içinde koşan Paşanın; kalbine amansız bir kurşun giriyor.
Paşa; ALLAH!.. diyerek atından düşüyor.

Ateşin şiddetinden yanına gidilemiyor. Ruslar, işledikleri cinayetin farkında bile değiller.Şehadet haberi, her tarafı bir yıldırım süratiyle sarıyor.Rusların ikinci bir kolu ile harp etmekte olan Devletmend Bey, bu kara haberi duyunca bir an şuurunu kaybediyor.
- Ne? Enver Paşa mı? Enver Paşa mı? Şehit mi oldu? Eyvah!..

Artık Enver Paşa yok mu? diyerek kılıcını çekiyor. Askerlerine: Haydi İntikam!.. İntikam!.. Bu intikamı almak, bize farz oldu; feryadıyla mahşeri andıran harbin içine atılıyor. 10 dakika sonra Devletmend Bey de şehit oluyor.

Harp yavaşlıyor. Mücahitlerin susmasını bir zafer diye kabul eden Ruslar da susuyor.
Enver Paşa; bu büyük kahramanın cesedi Rusların eline düştü diye, çok üzülüyoruz. İki katlı felâketin altında eziliyoruz.

Ümit güneşimiz sönmüş, karanlıklar içinde kalmıştık. Yer gök ağlıyor.
Kaybolan, sade bir insan değil; milyonlarca Türkün ümidi, istiklâli, zaferi, tarihi idi.
Kendimizden geçmiş, şaşkın, bitkin bir hâldeyiz... Ne olacak? Ne yapacağız?

Çegen Tepesi'ne geçmek için, suyu çekilmiş olan dereye doğru inmeye başladık. İniyoruz, indik, çıkıyoruz... Bir Rus kolu, dere kenarından ateş ettiyse de hiçbir zarar veremedi. Yalnız, birkaç dakika evvel Paşayı sırtında taşıyan Derviş adındaki at gelen bir kurşunla öldü...

Çegen Tepesi'nin ayağında, Devletmend Bey'in köyünde toplanıldı. Başsız kalan bu mukaddes topluluğun kumandası geçici olarak Danyal Bey'e verildi.

Sabahleyin ihtiyar bir köy imamı geldi. Dereyipayân'da, Enver Paşa'nın cesedini gördüğünü haber verdi.Bu haberi, bir müjde saydık. Hemen koştuk... Baktık ki, Rusların götürdüğünü zannettiğimiz şehit Paşa, burada yatıyor. Paşayı tanımayan Ruslar, üzerindeki elbise ve çizmelerini alıp gitmişler.

Paşa'nın yerde yatan cesedini âdeta göz yaşlarımızla yıkadık. Üzerine bayrak örterek, etrafına nöbetçiler konuldu.Kumandanlar derhal toplandı. Kabir yeri ve cenaze merasimi tespit edildi. Şehadet haberi dalgalar hâlinde her tarafa yayılıverdi. Bu kara haberi duyan kadın, erkek yollara dökülmüşler, inleye, ağlaya Çegen'e doğru geliyorlar. Çok kısa bir zamanda Çegen'de 25.000 den fazla insan toplandı. Bu kara habere inanmayan birçok insanlar, hakikati gözleriyle gördükleri hâlde, acaba doğru mu diye birbirlerine soruyorlardı. Halk, bir sel hâlinde...

Ceset, tabuta kondu... Hafızların tekbir sesleri, okunan mersiyeler, halkın feryatları, yeri göğü inletiyordu. 30.000 kişinin elleri üzerinde, gök kubbenin altında şerefle sallandığını görmek istediği sevgili bayrağına sarılı olan tabutu ağır ağır ebediyet yolunda...
Paşa'nın ölüm acısına tahammül edemeyerek ateşin içine dalan Belcivan Kumandanı Devletmend Bey'in tabutu ile Paşa'nın tabutu yan yana...

Pınarı gölgeleyen iri ceviz ağacına yaklaşıyoruz. Acılar daha derinleşiyor. Ahıret yolcularının âkıbetleri burada...Yaklaştıkça kalplere çöken acı ölçüsüz, ifadesiz bir şekilde taşıyor... Bayılanlar var... Ellerimiz üstünde taşıdığımız bu kumandanı, toprağın karanlıklarına terk etmek istemiyoruz... Namazları kılınıyor. 30.000 kişinin acı sükûtunu haykıran (ALLAHÜ EKBER) sesi, varlığın sırrına erişemeyen insan aczini feryat ediyor.
İmam Efendi'nin yaptığı merasim esnasında birçok bayılanlar oldu... Bunların arasında kumandan Faruk Bey'in de birdenbire yere düştüğünü gördük...

Dinî merasim bitti... Paşa'dan ebediyen ayrılacağımız an gelmişti. Fanileri, ebediyete götüren mezarlara tabutlar yavaş yavaş iniyor. Üzerlerine inen her toprak parçası Türkistan tarihine çöken bir matem, sonsuz bir elemdi.

Cesedi toprağa, ruhu da kalplere gömülen Enver Paşa'nın mezarı Türkistan halkı için mukaddes bir ziyaretgâh oldu... Günlerce bu kabir etrafında Kur'an okundu.

Kumandanlardan Halil ve Paşa'nın özel hizmetlerinde bulunan Mirza Muhiddin Beyler de şehit Paşa'nın tabanca ve kanlı çamaşırlarını Afganistan'da bulunan Osman Hoca ve Sami Beylere gönderdiler. Paşa'nın tabancası, o zaman Afgan Harbiye Nazırı olan Nadir Han'a Bedehşan'da takdim ediliyor. Sultan adındaki atı da isteği üzerine Miralay Ali Rıza Beye veriliyor.

Afganistan'da hususi murahhası olarak bulunan Bartınlı Muhiddin, Halil ve Mirza Muhiddin Beyler de, Paşanın çamaşırlarını ailesine vermek üzere İstanbul'a hareket ediyorlar.

KİŞİLİĞİ

Enver Paşa hakkında yaşadığı dönemden bugüne kadar pek çok yorum yapılmış, her yönüyle inceden inceye işlenmiştir. Enver Paşa adlı eseriyle bu konuda inceleme yapan Şevket Süreyya Aydemir, Enver Paşa'yı 1908-1914 arası döneme bakarak "1908'in Hürriyet Kahramanı Binbaşı Enver Bey, işte bu kısa devrede Enver Paşa, daha doğrusu imparatorluğun tek söz sahibi olan, genç, inançlı, ve hırslı, daha doğrusu hem kaderci hem de kaderini yaratan adam olarak sahnededir." şeklinde tanımlar.

Enver Paşa için söylenebileceklerin başında, onun duygusal ve aceleci bir kişiliğe sahip olduğudur. Ama şu gerçeği de belirtmek gerekir: Enver Paşa yetkili olduğu andan itibaren kimilerini de küstürerek bir çok subayı emekliye ayırmış ve orduya genç ve dinamik bir ruh getirmiştir.

Gerek siyasi hesaplaşmalar nedeniyle, gerekse yeniden yapılanma çalışmaları amacıyla yapılan bu işlemde yaklaşık 2000 asker ordudan ayrılmıştı. Balkan savaşından yenik çıkmış olan Osmanlı Ordusu, tüm imkansızlıklara karşın başarı ve inançla mücadele etmiştir. Osmanlı Ordusu bütün bu olumsuz şartlara rağmen tam 4 yıl boyunca 10 ayrı cephede aynı güçle savaşı sürdürmüştür.

Zaten bunun içindir ki yorumcular Enver Paşa'yı Büyük Kumandan olmanın yanında, güçlü bir ordu teşkilatçısı olarak değerlendirirler.Yaşadığı süre içinde ideallerini gerçekleştiremeyen Enver Paşa, amaçları uğruna verdiği mücadelelerde gözle görülür başarılar elde etmiştir.

Ancak Enver Paşa'nın fonksiyonu Türk dünyasında tam olarak anlaşılamamıştır. O, Türklerin yeterince iyi teşkilatlanması halinde bağımsızlıklarına kavuşabileceklerini tüm dünya önünde ispat etmiş ve baskı altında yılmaya yüz tutmuş bir ırkın, içine atmak mecburiyetinde kaldığı bağımsızlık ve özgürlük çığlıklarını gün yüzüne çıkarmıştır.

Sosyologların da dediği gibi, eğer Enver Paşa olmasaydı, belki de Türk topluluklar hiçbir zaman baş kaldırma ve isyan etmeyi akıllarına getirmeyecekler, ilelebet baskı altında yaşamaya mahkum kalacaklardı. O büyük komutan, Türkî halkların yoluna ışık tutan bir lider, bir bağımsızlık ve hürriyet meşalesi olarak, tarihin tozlu yaprakları arasındaki yerini hak ederek almayı başarmıştır.

ENVER PAŞA'NIN MUSTAFA KEMAL İLE GÖRÜŞMESİ

Sarıkamış felaketinden sonra orduya katılıp görev almak için Sofya'dan gelen M. Kemal ile Enver Paşa arasında şu konuşma geçmişti :

"Biraz sonra Enver Paşa ile karşı karşıya bulunuyorduk. Enver Paşa, zayıf düşmüş, rengi solmuş bir haldeydi. Söze ben başladım :
* Biraz yoruldunuz.
* Yok, o kadar değil.
* Ne oldu?
* Çarpıştık. O kadar...
* Şimdi vaziyet nedir?
* Çok iyidir!..
Enver'i daha fazla üzmek istemedim. Kendi işime sözü getirdim :
* Teşekkür ederim. Numarası 19 olan bir tümene beni kumandan tayin buyurmuşsunuz. Bu tümen nerededir. Hangi kolordu ve ordunun emrinde bulunuyor?
* Ha, bunun için belki Genelkurmayla görüşürseniz daha kati malumat alabilirsiniz.
* Pekiyi, o halde siz daha fazla rahatsız etmeyeyim. Genelkurmayla görüşürüm..."


ENVER PAŞA'NIN SARIKAMIŞ VASİYETİ

Enver Paşa Sarıkamış'ta, "Hükümete" başlıklı bir vasiyet bırakmıştı. Vasiyeti şöyleydi:
Hükümete
"Planım, Ruslara, hemen iki misli faik iki Kolordu ile arkalarına düşerek ricata mecbur etmek ve bu suretle XI. Kolordu ve Süvari Fırkasıyla takip olunan düşmanı karşılayıp, tamamıyla mahvetmekti. IX. Ve X. Kolordu ve Süvari Fırkasını bekliyorum. Gelir de yetişirse, düşmanı bozacağım. Fakat gelmeden düşman zayıflamış kıtaatımıza taarruz eder ve taarruzda muvaffak olursa o vakit Ordu mahvolmuş demektir.
Şimdiye kadar asker ve zabitler hiç kusursuz harp ettiler. Her manevrayı yaptılar. Eğer Allah da yardım ederse, muvaffakiyet katidir. Eğer muvaffak olmazsam, son neferimle beraber öleceğim. Bu halde vasiyetim: Ben vazifemi yaptığımı sanıyorum ve öyle ölüyorum. Yaşasın Dinim, Milletim,vatanım, Padişahım.
Eğer geride kalanlarıma yardım etmek isterseniz, refikam Sultan Efendi hazretlerinin muhassısatı kafi değildir. Kendisinin müreffehen yaşaması için hiç olmazsa, Başkumandanlık muhassısatımın kendi muhassısatına zammı ve ebeveynimin temini refahı ile, rahmeti ilahiyeye mazhariyetim için birkaç hayır yapılmasını rica eder ve tealisine çalışmaktan başka bir maksat beslemediğim din ve milletimin tealisine dua eder, tanıyanlara selam ederim."


ENVER PAŞA'DAN MUSTAFA KEMAL'E MEKTUP

"Anadolu Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine: 16 Temmuz 1921 Moskova"

Muhterem Paşam!
Yusuf Kemal ve Rıza Nur Beyler Moskova'da iken, Berlin'den avdetimde gerek bunlara ve gerekse Ali Fuat Paşa biraderimize hariçteki mesaimizi ve size yazdığım mektupta ve gönderdiğim nizamnamede ve programla da izah ettiğim veçhile hariçteki tarzı mesainin memlekette bir fırkaya istinat etmesi lüzumunu bildirmiştim.

Bu sırada ise gerek Rus doktorları ve gerekse bizim doktorların muayenesi neticesinde veremin başlamış olduğu, Halil Paşa'nın memlekete gitmesi ve havası mutedil bir yerde oturması cümlece muvafık görülmüş, bu sebeple hareket etmişti. Kendisinin hareketinden sonra gelen mektupla ailesinin Taşkent'e gitmek üzere Trabzon'a geldiği, mamafih kendisi oraya çağırıldığı, Fuat Paşa bir akşam Afgan Sefaretinde Halil Paşa'nın Anadolu'dan gelecek iznini beklemesini söylemiş olduğunu anlatması üzerine, anlayamadığım tuhaf bir vaziyet karşısında bulunduğumu hissettim.

Halbuki size yazdığım telgrafa rağmen Avrupa'da İttihat ve Terakki manevrası başladı diye üzerimize yükleniyorlar. Biz buradan ve sonra da siz Bolşeviklerle münasebette bulundunuz diye, memleketten çıkmasında ısrar edilmiş...O da ailesi geldikten sonra yola çıkmıştır. Sonra bunu müteakip Küçük Talat Beyin tevkif ettirilerek çıkarılmış olduğunu buraya gelince anladım. Biraderim Nuri Bey'in de Erzurum'da kalebent edildiğini öğrendim. Her şeyi size açık bildirdiğim halde akraba ve arkadaşlarımın bu muameleye maruz olmalarını doğru bulmuyorum. Binaenaleyh size bir kere daha vaziyeti ber vechi ati izah etmeyi muvafık buldum.

1- Memleketten çıkınca, ben Kafkasya'da kalmalarını İzzet Paşa Kabinesi vasıtasıyla temin etmiş olduğum kuvvetler yanına gitmek ve diğer arkadaşları hariçte bularak siyaseten çalışmak ve dahildeki arkadaşlar üzerine düşmanlarımızın hücumunu kısmen tahfif etmek için meclisi umumi kararıyla çıktıklarını biliyorsunuz.
2- Ben Kırım'da kalıp Kafkasya'ya geçmeye uğraştım. Birçok tehlikelere rağmen muvaffak olamadım. Sonra Berlin'de bulunan arkadaşlar ile görüşmek üzere Talat paşa merhumun arzusu üzerine oraya gittim. Müzakereler neticesi o anda Anadolu'ya imdadın ancak Rusya'dan geleceğini anlayarak Bahattin Şakir bey ile Rusya'ya hareket etmiştim. Halbuki bir sene zarfında iki defa tutulup beş ay hapsedilmiş ve altı defa tayyareden düşmek suretiyle nihayet Moskova'ya geldim.
Halbuki son mahpusiyetim zamanında kararlaştırdığımız veçhile Moskova'ya başka tarikle gelen Cemal Paşa ve arkadaşları bu sırada Moskova'ya gelmiş olan Halil Paşa ile birlikte Anadolu'ya yapılacak yardımı temine çalışmışlardır. Verilen karar bir taraftan bunu temin ile beraber İngiltere'ye karşı hareket etmek üzere Halil'in İran'a ve Cemal Paşa'nın Afganistan'a geçmesi kararlaştırılmış ve bu suretle hareket olunmuştur.
Bu sırada Cemal paşa tarafından zatı alinize yazılan mektuba Mülazım İbrahim Efendi'nin vurudiyle gerek Halil'in ve gerekse Cemal Paşa'nın Anadolu hesabına bir şey yapmalarını emretmişsiniz. Bunun üzerine tabii onlar belki vakitsiz olmakla beraber bu arzunuza tevkifi hareketi muvafık görmüşler ve Anadolu'ya resmen merbut olmayarak yardım ve maksada hizmet etmişlerdir.

3 Ben geldiğim zaman Bekir Sami Bey rüfekasını buldum. İki aydan beri Moskova'da bulunuyorlardı. Ben arzunuzu haber alınca Çiçerin'in sualine karşı resmen bir vazifem olmadığını, yalnız her suretle Anadolu'ya yardım edilmesine taraftar olduğumu söyledim. Bekir Sami Bey'in arzusu üzerine yalnız bir kere Çiçerin'e Anadolu Hükümeti taraftarı olduğunu göstermek için beraberce gittim. Sonra da aynı arzu üzerine yalnız arkadaşların hususi müzakeresinde bulundum. Ruslar henüz müzakereye bile başlamamışlardı. Çünkü Yusuf Kemal Bey biraderimize, bunlar Anadolu'nun komünist olmasını isteyecekler dedim.
Ben hususi olarak Berlin'de hapishanede çalıştığımız Radek ve diğer rüesa ile işin bir an evvel halline çalıştım. Nihayet müzakere başladı. Yusuf Kemal Bey biraderimizin zannı gibi Bolşeviklik de teklif edilmedi.

Maddi yardıma gelince; Bunda ne verirlerse alınmasını prensibinin takip edilmesinin muvafık olacağı, böylece Anadolu'nun Rusya'dan bir şeyler geliyor diye, kuvveyi maneviyyesinin artacağı ve Avrupa'da, Anadolu Bolşeviklerle anlaştı diye bizi daha kuvvetli ve mehip göreceğini bildiğiniz ilk maddi anlaşmaya çalıştım. Fakat ben hiçbir vakit resmen Anadolu n***** hareket etmedim. Sonra Bakü'ye geldiğimde değil, yalnız ve Türkiye'de ve bütün İslam memleketlerinde derhal aksi tesiri görüleceğine ve böylece İngilizlere yardım edileceğine kani olduğumdan Türkiye ve şarkın Bolşevizm taraftarı olmadığını alenen kongrede söylediğim gibi, Anadolu halkının menfaatine daha muvafık ve cidden ezilen halkı düşünür bir idare esasına müstenit bir program ile Talat Bey ve diğer bir iki arkadaşın Anadolu'ya geçmesine karar verdik.

Şimdi bugün bu açıklıklara rağmen, siz karşımızda bir hasmımız varmış gibi hareket ediyorsunuz. Evvelce de dediğim gibi ben ve arkadaşlarım yalnız öteden beri takip ettiğimiz siyaset, memleketin ve Türk Milletinin salahı emelini güdüyoruz. Bununla beraber memleketin halka müstenit ve cidden onun menfaati düşünülerek onlarla çalışmaya taraftarız.

Beni eğer zatı alinize rakip telakki ediyorsanız, yanılıyorsunuz, bu aklımdan geçmemiştir. Bizce memleketin kurtuluşu esastır. Değil bunu sizin gibi uzun seneler beraber çalıştığımız bir arkadaş, belki Ferit paşa gibi ihtiyar bir herif yapabilseydi ona bile hürmet eder ve muvaffakiyetine yardım ederdim. Cenabı Hakkın şimdiye kadar size yaver kıldığı talihinize biz de hürmet ederiz. İktidarınızı bundan evvel takdir ettiğimden Harbiye Nezaretini ve ondan evvelki hareketlerimle de belli olduğundan, buna dair fazlaca bir şey söyleyemem. Yalnız bir ricam var. Tekebbüre kapılmayınız!.. Sizi cidden seven bir arkadaş gibi rica ediyorum. Senin muvaffakiyetin Anadolu'nun muvaffakiyeti demektir. Fakat eğer siz şimdiden şiddetli davranırsanız, korkarım hayırlı neticeler vermez. Millet Sultan Hamit zamanındaki millet değildir. Artık tahakküme dayanamaz.

Bak! Seni bütün arkadaşlarım n***** temin ederim ki, bizim hiçbir mevkide ve memuriyette gözümüz yoktur. Bana gelince, ben bir ideal takip edeceğim, o da İslam'ı ezen Avrupalılar ile pençeleşmek için bütün Müslüman ve Türkleri harekete geçirmektir. Başta Türkiye olmak üzere kurtarmaya çalıştığımız İslam alemi için faydamız ve belki de tehlike olduğunu hissettiğimiz anda memlekete geleceğiz... İşte bu kadar.

Şimdi, ben kemali hürmetle gözlerinden öper, Cenabı Hak'tan senin için yücelikler, İslam'a ve vatana nâfii büyük, büyük muvaffakiyetlere dilerim.

ENVER

http://frmsinsi.net/images/forumsins...sinsi.net_.jpg


Prof. Dr. Sinsi 06-27-2012 07:36 PM

Türk Büyükleri - Her Dalda
 

http://frmsinsi.net/images/forumsins...sinsi.net_.jpg

Rauf Denktaş (1924 - .... )

Rauf Raif Denktaş, 27 Ocak 1924 tarihinde Kıbrıs'ın Baf bölgesinde doğdu. Rauf Denktaş 1,5 yaşında iken annesini kaybetti. Babası hakim Raif Bey'dir. Anneannesi ve babaannesi tarafından büyütülen Denktaş, 1930 yılında eğitim için İstanbul'a gönderildi.

Arnavutköy'de ilkokuldan liseye kadar eğitim veren Fevzi Ati Lisesi'nde yatılı okumaya başladı. Ortaokuldan sonra Kıbrıs'a döndü ve liseyi Kıbrıs'ta bitirdi. II. Dünya Savaşı'ndan sonra hukuk eğitimi için İngiltere'ye gitti. Mezun olduktan sonra avukatlığa başladı. 1949 yılı yaz aylarında savcılık yapmaya başladı. Yine aynı yıl Aydın Hanım'la evlendi.

27 Kasım 1948 tarihinde Kıbrıs Türklerinin düzenlediği ilk mitingte Dr. Fazıl Küçük ile beraber hatiplik yaptı. Türk Cemaatının iki önemli ismi Faiz Kaymak ve Dr. Fazıl Küçük arasında arabulucu rolünü üslenip, toplumun çıkarlarının takipçisi oldu. Faiz Kaymak'ın teklifi ve Dr. Fazıl Küçük'ün tasvibiyle Kıbrıs Türk Kurumlar Federasyonu kongresinde başkanlığa seçildi. Savcılık görevinden İngiliz yönetimini zorlukla ikna ederek istifa etti ve Cemaat sorunlarıyla uğraşmaya başladı.

1955'te terörist bir hüviyete bürünen Enonisle mücadelede ve EOKA karşısında Kıbrıs Türklerinin direnişine yön veren Denktaş, 1958 yılında hükümetteki görevinden istifa etti. Arkadaşlardıyla 1.8.1958'de Türk Mukavemet Teşkilatı'nı kurdu.

1959 Zürih ve Londra Antlaşmaları ile, 1960 antlaşmaları ve Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası'nın hazırlanmasında emeği geçti. Aynı yıl Türk Cemaat Meclisi'yle İcra Komitesi Başkanlığı'na seçildi.

1958 yılında Rum tedhişçiler, Türk köylerine saldırınca, Türkler de bu olayları protesto etti. Zürih-Londra antlaşmaları öncesinde Dr. Fazıl Küçük ve Rauf Denktaş, Ankara'ya Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ile görüşmeye gitti. Bu görüşmede Denktaş adaya Türk askeri gönderilmesi teklifini dile getirdi.

16 Ağustos 1960 tarihinde 650 kişilik Türk Alayı Magosa Limanı'na ayak bastı. 1963 olaylarından sonra Denktaş temaslarda bulunmak üzere Ankara'ya gitti. Temaslarını tamamlayan Denktaş bir sandalla Kıbrıs'a geçti ve Türk direnişini örgütlemeye başladı.

1964 Londra Konferansından sonra Makaryos tarafından �istenmeyen adam� ilan edildi. Yeşilada'ya girmesi yasaklandı. Gizlice Erenköy'e çıkarak savaşa katıldı. 1967'de adaya gizlice girerken tutuklandı. Yoğun girişimler sonucu Türkiye'ye geri verildi. 1968'de adaya giriş yasağı kaldırıldığından Kıbrıs'a döndü.

1970 seçimlerinde Türk Cemaat Meclisi Başkanlığı'na seçildi. 28.2.1973'e kadar Kıbrıs Cumhurbaşkanı Muavini ve Kıbrıs Türk Yönetim Başkanı seçildi.

13 Şubat 1975'te Kıbrıs Türk Federe Devleti'nin ilanından sonra devlet ve meclis başkanı görevlerini de yürüten Denktaş, anayasa uyarınca 1976'da yapılan ilk genel seçimlerde devlet başkanlığına seçildi. 1981 yılında ikinci kez devlet başkanı oldu.

22.4.1990'da yapılan erken seçimde ikinci kez cumhurbaşkanı seçildi. 1995'teki seçimlerde de cumhurbaşkanı seçildi.

17 Nisan 2005'te yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aday olmayan Denktaş, 24 Nisan'da görevi Mehmet Ali Talat'a devretti.


Prof. Dr. Sinsi 06-27-2012 07:36 PM

Türk Büyükleri - Her Dalda
 

http://frmsinsi.net/images/forumsins...sinsi.net_.jpg

NENE HATUN


Erzurum'da doğdu. 98 yıl Erzurum'da yaşadıktan sonra yine Erzurum'da, zatürre hastalığından hayata vedâ etti. Ölümünden üç ay önce Türk Kadınlar Birliği tarafından yılın annesi seçilmişti.


Tarihimizde 93 Harbi olarak anılan 1877 - 1878 Osmanlı - Rus Savaşı sırasında, Erzurum'daki Aziziye Tabyası'nın savunulmasında kahramanca çalıştı. Adını bu şekilde tarihe yazdırdı. Mücâdeleye, küçük yaştaki oğlunu ve kızını evde bırakarak katılmıştı. O sıralarda 20 yaşlarında genç bir gelindi.


7 Kasım 1877 gününün gece yarısında, bölge halkından olan Osmanlı vatandaşı Ermeni çeteleri Erzurum'un Aziziye Tabyası'na girmeyi başarmışlardı. Tabyayı koruyan Türk askerlerini öldürdüler. Arkadan gelen Rus askerleri, hiçbir mukavemetle karşılaşmaksızın tabyayı ele geçirdiler. Baskından yaralı olarak kurtulmayı başaran bir er, şehir merkezine ulaşıp kara haberi Erzurum'lulara ulaştırdı. Sabah ezanından hemen sonra minârelerden şehir halkına duyuru yapıldı. "Moskof askeri Aziziye Tabyası'nı ele geçirdi." Bu haber, Erzurum halkı tarafından, vatan savunması için emir telakki edildi. Silâhı olan silâhını, olmayanlar; balta, tırpan, kazma, kürek, sopa ve taşları ellerine alarak Tabya'ya doğru koşmaya başladı. Kadın - erkek tüm Erzurum halkı yollara dökülmüştü. Koşanlar arasında, erkeği cephede çarpışan bir tâze gelin de vardı. Ağabeyi bir gün önce cepheden yaralı olarak gelmiş ve kollarında can vermişti . Üç aylık bebeğini emzirmiş, "Seni bana Allah verdi. Ben de O'na emânet ediyorum." Diyerek vedâlaştıktan sonra birkaç saat önce ölen ağabeyinin kasaturasını alarak sokağa fırlamıştı.


Erzurumlular, ölüme gittiklerini bildikleri halde, Aziziye Tabyası'na doğru koşuyordu. Tabyaya yerleşmiş olan Rus askerleri, gelenlere yaylım ateşi açtı. Ön sıradakiler o anda şehit oldular. Arkadakiler, geri çekilmek yerine daha bir kararlı ve hızlı olarak ileri atıldılar. Demir kapılar kırılıp içeri girildi. Boğaz boğaza bir savaş başladı. Mükemmel silâhlarla donanmış Moskof ordusu, baltalı - tırpanlı, taşlı - sopalı eğitimsiz halk karşısında ancak yarım saat tutunabildi. 2300 Moskof öldürülüp, Tabya geri alındı. Türkler, 1000 kadar şehit vermişlerdi.


Hemen yaralıların tedâvisine başlandı. Nene Hâtun da yaralılar arasındaydı. Fakat o yarasına aldırmıyor, evindeki bebeğini unutmuş, diğer yaralıların kanını durdurabilmek, yaralarını sarmak için çırpınıyordu. Nene Hâtun böyle bir ortamda tanındı ve saygı ile sevil di.


O'nun, vatan için gece başlayan mücâdelesi, tüm düşman Erzurum'dan kovuluncaya kadar devam etti. Erzurum'un her karış toprağında cephâne taşıyarak, yaralılara hemşirelik yaparak, yemek pişirerek, su dağıtarak, hizmetten hizmete koşarak destanlaştı. Gazi Ahmet Muhtar Paşa'nın zaferinde Nene Hâtun'un ve O'nun vatan aşkını paylaşan sivil insanların da payı vardı.


Savaştan sonra da Nene Hâtun, destan kahramanlarına yaraşır bir asâletle yaşadı. Kendisini ziyâret eden NATO'da görevli Amerika'lı subayın bir sorusuna: "O zaman vazifemi yapmıştım. Bu gün de ilerlemiş yaşıma rağmen aynı hizmeti, daha mükemmeliyle yapacak güç ve heyecana sahibim." cevabını vermişti.


Prof. Dr. Sinsi 06-27-2012 07:37 PM

Türk Büyükleri - Her Dalda
 

Barbaros Hayreddin Paşa (1478 - 1546)

Barbaros Hayreddin Paşa, 1478 yılı civarlarında Midilli'de doğdu. Aslen Vardar yenicesinden olan babası Yakup Ağa, bir Osmanlı sipahisiydi ve 1461 yılında Midilli'nin fethi sırasında Fatih Sultan Mehmed ile birlikteydi. Asıl adı Hızır olduğu halde Barbaros ve Hayreddin lakaplarıyla tanınır. Batılılar havuç rengine çalan kırmızı sakalından dolayı, ağabeyi Oruç'a verdikleri "Barbarossa" adını daha sonra Hızır içinde kullandıklarından Barbaros diye tanınmış, Hayreddin lakabını ise kendisine Yavuz Sultan Selim takmıştır.


Barbaros Hayreddin Paşa, kardeşleri İlyas ve Oruç ile beraber birçok deniz savaşında bulundu. Diğer kardeşi İshak ise Midilli'de kaldı. Barbaros Hayreddin Paşa, Cezayir seferine Oruç Reis ile birlikte çıktı. Cezayir'in fethedilmesinden sonra Oruç Reis, Cezayir'e Bey oldu. Barbaros Hayreedin Paşa, İshak ve Oruç Reis'ler şehit olunca Cezayir Beyliği'ne atandı. Beylerbeyi ünvanını alan Barbaros Hayreddin Paşa, İstanbul'a gelip 1534 yılında Kaptan-ı Derya oldu.


Bir çok zafer kazanan Barbaros, Avrupa'da nam saldı. Avrupalılar çocuklarını Barbaros geliyor diye korkutur hale geldiler. 5 Temmuz 1546 tarihinde vefat eden Barbaros Hayreddin Paşa, sağlığında Beşiktaş'ta yaptırdığı medresenin yanındaki türbesine defnedildi. Onun ölümü için "Mate reisü'l-bahr-Denizin reisi öldü" denildi. Barbaros Hayreddin Paşa zamanında Osmanlı denizciliği gücünün zirvesine ulaşmış, onun mektebinde yetişen değerli denizciler ve teşkilatlı tersane sayesinde bu güç varlığını bir süre daha devam ettirmiştir.


Barbaros Hayreddin Paşa, alim ve cesur bir komutandı. İri yapılı ve kumral tenliydi. Saçı, sakalı, kaşları ve kirpikleri çok gürdü. Ömrü denizlerde geçtiğinden Rumca, Arapça, İspanyolca, İtalyanca ve Fransızca gibi Akdeniz dillerini çok iyi bilirdi. Çinili Hamam kendisine aittir. Oğulları Mehmed Paşa, Hasan Paşa ve Vali Paşa'dır.


Prof. Dr. Sinsi 06-27-2012 07:37 PM

Türk Büyükleri - Her Dalda
 

ALPARSLAN

Selçuklu Devleti hükümdarı, Türk milletinin en büyük kahramanlarından. Selçuklu Devletinin kurulmasında önemli rolü olan Horasan valisi Çağrı Beyin oğludur. 20 Ocak 1029�da doğdu. İyi bir tahsil gördü, sayısız zafer kazanarak mertliği ve iyi kumandanlığı ile ün saldı. Babasının ölümünden sonra Horasan valisi oldu. Amcası Tuğrul Bey, 4 Eylül 1063�te öldüğü zaman, vasiyeti üzerine, Selçuklu tahtına Alparslan�ın ağabeyi Süleyman getirildi, fakat Türk beyleri buna itirazda bulundular ve Alparslan�ı hükümdar tanıdılar.

Alparslan 27 Nisan 1064�te büyük bir törenle tahta çıktı. Amcasının vezirliğini yapan ve Süleyman�ın tahta çıkmasını isteyen Amidülmülk Kündiri�yi azledip, büyük bir devlet adamı olarak tarihe adı geçen Nizamülmülk�ü vezir tayin etti. Başına buyruk beylerle mücadeleye girişen Alparslan, hepsini bir bayrak altına toplamayı başardı. Böylece Selçuklu Devleti kuvvetlendi.

1064 yılının sonuna doğru Alparslan, Bizans İmparatorluğu�nun üzerine yürüdü. Gürcistan�ı zaptetti. İsyan eden kardeşi Kavurd�u itaate zorladı. 1065�te Amuderya ırmağını geçti, o bölgedeki hükümdarla anlaştı. Alparslan�ın beyleri, Anadolu�da akınlar yapıp sayısız zafer kazandılar. Selçuklu Sultanının gittikçe kuvvetlenmesi Bizans İmparatorluğu�nu telaşlandırdı. İmparator Romanos Diogenes ordusunu toplayıp sefere çıktı. Palu�ya geldiğinde Malatya�da bıraktığı ordusunun Türkler tarafından perişan edildiği haberini aldı. Geri dönmeye mecbur kaldı.

1070 yılında Alparslan, Horasan ve Irak ordularının başında Azerbaycan�a girdi, sınırdaki kaleleri fethetti. Van gölünün kuzeyinden geçerek Malazgirt önüne vardı, kale teslim oldu. Diyarbekir'den Elcezire�ye girdi, Urfa�yı kuşattı. Mısır�da birbirleriyle mücadele eden Fatımi komutanları, Alparslan�ı Mısır�ı almaya teşvik ediyorlardı. 1071 yılında Selçuklu ordusu Halep�te toplandı.

Alparslan�ın Mısır Seferine çıktığını öğrenen Bizans İmparatoru Diogenes son bir hamle yapmayı düşündü. Azerbaycan�a kadar giderek Türk kalelerini zapta ve Türkleri Anadolu�dan atmaya karar verdi. Rumeli�de yaşayan Peçenek ve Oğuz Türklerini de ordusuna kattı. 13 Mart 1071�de 200.000 kişilik Bizans ordusu İstanbul�dan yola çıktı. İmparator, halkına büyük zaferle dönmeyi vaad etmişti. Diogenes ve ordusu yol boyunca katliam yaparak Erzurum yoluyla Malazgirt�e ulaştı. Halep�i teslim aldığı sırada Bizans ordusunun gelmekte olduğunu öğrenen Alparslan, Mısır Seferinden vazgeçip kuzeye doğru yola çıktı. Bizans ordusunun harekatını günü gününe haber alarak, vaziyetini ona göre ayarladı. Musul, Rakka, Urfa yoluyla Diyarbekir ve Bitlis�e ulaştı. Ordusundan on bin kişilik bir kuvvet ayırıp Ahlat�a gönderdi. Bizans kuvvetleri ile ilk çarpışma Ahlat�ta oldu. Bizanslılar bozuldu. Buna iyice kızan imparator, Malazgirt Kalesine hücum edip, içerde yaşayan kadın-çocuk, ihtiyar ne varsa hepsini öldürdü. Malazgirt�e doğru devamlı yol alan Alparslan, 24 Ağustos günü Malazgirt�in doğusundaki Rahva Ovasına ulaştı. Ahlat�a gönderilen kuvvetlerin gelmesi ile kısa bir zamanda karşısına çıkmasına şaşıran Bizans İmparatoru da, ordusunu Rahva Ovasının öbür tarafında düzene koydu. Anlaşma tekliflerinin reddedilmesi üzerine savaş hazırlıkları başladı.

26 Ağustos Cuma günü askerlerini toplayan Alparslan, atından inerek secdeye vardı ve; �Ya Rabbi! Seni kendime vekil yapıyor; azametin karşısında yüzümü yere sürüyor ve senin uğrunda savaşıyorum. Ya Rabbi! Niyetim halistir; bana yardım et; sözlerimde hilaf varsa beni kahret!� diye dua etti. Sonra atına binerek askerlerine döndü ve; �Ey askerlerim! Eğer şehid olursam bu beyaz elbise kefenim olsun. O zaman ruhum göklere çıkacaktır. Benden sonra Melikşah�ı tahta çıkarınız ve ona bağlı kalınız. Zaferi kazanırsak istikbal bizimdir.�

Bu sözler orduyu coşturdu. Büyük şevkle ileri atıldılar. Alparslan son derece kurnazca bir harp taktiği planlamıştı. Hilal şeklinde yaydığı ordusuyla akşama kadar Malazgirt meydanında dövüştü. Şaşkına dönen Bizans ordusu, hilalin içine düştü. 200.000 kişilik koca ordu perişan oldu. İmparator esir edildi (Bkz. Malazgirt Meydan Muharebesi).

Sultan Alparslan savaştan sonra huzuruna getirilen imparatoru, hiç ümid etmediği şekilde affetti. Bizans imparatorunun harp tazminatı ödemesi, her yıl haraç ve ihtiyaç halinde Selçuklu ordusuna asker göndermesi karşılığında barış antlaşması yapıldı. Fakat Diogenes, İstanbul�a geri dönerken, Bizans tahtının el değiştirmesi, antlaşmayı geçersiz kıldı. Alparslan da, Selçuklu şehzadelerini Anadolu�yu fetihle görevlendirdi. Türkler, kısa zamanda Anadolu�ya hakim oldular.

Sultan Alparslan, Malazgirt zaferinden sonra 1072 senesinde çok sayıda atlı ile Maveraünnehir�e doğru sefere çıktı. Türkleri bir bayrak altında toplamak istiyordu. Ordunun başında Buhara�ya yaklaştı. Amuderya nehri üzerinde bulunan Hana kalesini muhasara etti. Kale komutanı, Batınî sapık fırkasına mensup Yusuf el-Harezmi, kalenin fazla dayanamayacağını anladı ve teslim olacağını bildirdi. Hain Yusuf, Alparslan�ın huzuruna çıkarıldığı sırada Sultan�a hücum edip, hançer ile yaraladı. Yusuf�u derhal öldürdüler. Fakat Sultan Alparslan da aldığı yaralardan kurtulamadı. Dördüncü günü, 25 Ekim 1072 tarihinde; �Her ne zaman düşman üzerine azmetsem, Allahü tealaya sığınır, O�ndan yardım isterdim. Dün bir tepe üzerine çıktığımda, askerimin çokluğundan, ordumun büyüklüğünden, bana, ayağımın altındaki dağ sallanıyor gibi geldi. �Ben, dünyanın hükümdarıyım. Bana kim galip gelebilir?� diye bir düşünce kalbime geldi. İşte bunun neticesi olarak, Cenâb-ı Hak, aciz bir kulu ile beni cezalandırdı. Kalbimden geçen bu düşünceden ve daha önce işlemiş olduğum hata ve kusurlarımdan dolayı Allahü tealadan af diliyor, tövbe ediyorum. Lâ ilâhe illallah Muhammedün resulullah!...� diyerek şehid oldu. Tahran yakınlarındaki Rey şehrine defnedildi. Yerine oğlu Melikşah geçti.

Sultan Alparslan, saltanatı müddetince İslam dinine hizmet etti. İslamiyet�i içten yıkmaya çalışan gizli düşmanlara ve Batınî, Şiî hareketlerine karşı çok hassastı. Hatta bir defasında; �Kaç defa söyledim. Biz, bu ülkeleri Allahü tealanın izniyle silah kuvveti ile aldık. Temiz Müslümanlarız, bid�at nedir bilmeyiz. Bu sebepledir ki, Allahü teala, halis Türkleri aziz kıldı� demişti.

Alparslan, büyük tarihi zaferlerinin yanısıra, medreseler kurmak, ilim adamlarına ve talebeye vakıf geliri ile maaşlar tahsis etmek, imar ve sulama tesisleri vücuda getirmek suretiyle de hizmetler yaptı. İmam-ı Âzam�ın türbesi, Harezm Camii ve Şadyah kalesi gibi pek çok eser inşa ettirdi. Zamanında; İmam-ı Gazali, İmam-ül-Haremeyn Cüveyni, Ebu İshak eş-Şirazi, Abdülkerim Kuşeyri, İmam-ı Serahsi gibi büyük alimler yetişmişti.


Prof. Dr. Sinsi 06-27-2012 07:37 PM

Türk Büyükleri - Her Dalda
 

PİRİ REİS


Türk gemilerinin Karadeniz, Ege ve Akdeniz'den baska Kizildeniz'i de bir Türk gölü haline getirdiklerini, Bati Hindistan kiyilarinda sancak dalgalandirdiklarini görmüstük.
Hint seferine çikan ünlü deniz kumandanlarindan biri de Piri Reistir. Pirî Reis Hint seferine 30 kadar gemi ile çikmisti. Herhangi bir fetih gerçeklestiremedi ama Türk gemilerinin Hint Okyanusu'nda büyük bir güç oldugunu gösterdi.

Fakat, Hürmüz'ü kusatan Pirî Reis'in burasini ele geçirmeden kusatmayi kaldirmasi hos karsilanmadi ve azline sebep oldu.

Pirî Röis'in en önemli yani bir cografya ve kartografya bilgini olmasidir. Pirî Reis'ten sonra Süveys Kaptan-i Derya-ligi'na Murad Reis tayin edildi. Murad Reis de kisa süre sonra görevden alindi ve yerine Seydi Ali Reis getirildi. Seydi Ali Reis, Gucerat'a kadar üç yil süren bir sefer düzenledi. Portekiz donanmasiyla savasarak, Hint Okyanusu'nun azgin dalgalariyla mücadele ederek geçen bu macerali seferde de herhangi bir fetih olmadi. Fakat bu sefer Türk gemilerinin dünyanin bütün denizlerine açildigini gösteren baska bir olaydir.

Kanunî Sultan Süleyman zamaninda Habesistan (Etyopya)'da Türk hâkimiyetine alinmistir. Süleyman Pasa'nin Hindistan seferine katilan kumandanlardan biri olan Özdemir Bey (sonra pasa oldu) daha sonra Nilden güneye inerek Nübya'ya (Sudan'a) ulasmis, buradan doguya yönelmis, Eritre, Somali ve Habesistan'in önemli bölgelerini'ele geçirmistir. Bu bölgeler önce Misir beylerbeyligine baglandi, fakat daha sonra Habesistan beylerbeyligi haline getirilerek, Özdemir Bey, pasa rütbesiyle Habes beylerbeyi oldu.

Habesistan'in Hristiyan krali bir yil kadar sonra Portekizlilerin yardimi ile Türk hâkimiyetinden kurtulmak isteyince, özdemir Pasa 30 bin kisilik bir kuvvetle Habesistan fetihlerine basladi. Bu harekât sirasinda Nil'in kaynagina dogru ilerleyerek nehrin iki yaninda kaleler yaptirdi. Böylece beyazlarin ilk defa ayak bastigi bu yerlerde Türk hâkimiyetini kurdu. Bu putperestler diyarina saray, mescid, cami ve çesitli yapilarla medeniyet getirmeye çalisti.

Habesistan beylerbeyligi 7 yil süren Özdemir Pasa, bir tropikal hastaliga yakalanarak öldü (1560). Cenazesi, Habesistan'in (Etyopya'nin) Kizildeniz kiyisindaki Massava sehrine gömüldü ve yerine oglu Osman Pasa tayin edildi.


Prof. Dr. Sinsi 06-27-2012 07:37 PM

Türk Büyükleri - Her Dalda
 

2. ABDUL HAMİD


http://frmsinsi.net/images/forumsins...sinsi.net_.jpg



Ikinci Abdülhamid Ìstanbul'da dogmustur. Uzun boylu, bugday benizli, siyah ve sik sakalliydi. Kaslarinin üzeri hafifçe çikintili ve gözleri de siyahti.

Devrinin en kiymetli alimlerinde, çok iyi bir tahsil yapti. Kuvvetli bir hafiza ve basirete sahipti. Gayet güzel ve düzgün konusurdu. Dehâ derecesinde bir siyasete sahipti. Ayni zamanda çok cesur bir padisahti. Spor yapmaktan hoslanirdi. Gayet güzel silah ve kiliç kullanirdi. Son derece takva idi. Tasavvufa ait genis bilgisi vardi.

Padisahligi zamaninda yikilmak üzere olan devleti ayakta tutacak en iyi tedbir ne ise onlari hiç tereddüt etmeden yerine getirdi ve devletin yikilmasini tam 33 sene geciktirdi. Devrinde yapmis oldugu isleri, bazi aydin gecinen tabaka hariç, herkes takdirle karsiliyordu. Aleyhine her türlü iftiralar en kötü isnatlar uyduruluyor ve Avrupa devletlerinin himayesinde yasayan çeyrek aydin bile olamiyanlar gazetelerinde, durmadan bu iftira ve isnatlari yaziyorlardi. Hiç yilmadan ve bikmadan, Devlet-i Aliyyeyi 33 sene idare etti. Dünya savasinin çikacagina inaniyor, ciktiginda ise Osmanli Devletini kurtaracak seyin, ancak denizlerde kuvvetli bir devletin yaninda savasa katilmak oldugunu düsünüyordu. Tahttan indirildiginden hemen sonra bu görüsünün tam ziddi yapilmis koca devlet de tamamen yikilmisti.

Prens Bismark'a göre 100 gram aklin 90 grami Abdülhamid Han'da, 5 grami kendisinde, 5 grami da diger siyasîlerdedir.

En büyük talíhsizligi devleti en kötü sartlar altinda eline almis olmasidir. Tahttan indirildikten sonra zaman ilerledikçe, aleyhinde olup da pisman olmayan hemen hemen kalmamis gïbiydi.Son derece dindar ve namuslu idi. Zevk ve sefaya düskün degildi. Abdestsiz olarak hiç bir devlet isine imza atmadigi meshurdur. 1908 senesinde düzmece bir irtica olayini bahane ederek tahttan indirdiklerinde yüksek bir velî derecesinde olan Büyük Hakan : "Bu Cenabi Hakkin takdiridir." diyerek elinde muazzam kuvvetler oldugu halde müdahale bile etmeden tahtini terketmistir. Tahttan indirilmesinde birinci derecede Yahudilerin rolü vardi. Çünki daha o zamanlar Yahudiler Filistin'den toprak istemisler, Sultan Abdülhamidde reddetmisti.

Siyasî ve diplomatik hadiselerin en cok oldugu devir süphesiz Abdülhamid Han devridir. Bu büyük padisaha, bütün tarihî hakikatler ortaya çikmis olmasina ragmen, hala iftira edenlere rastlamak mümkündür.

Tahta çiktiginda, amcasi Sultan Abdülaziz' in intihar edip etmedigini tesbit etmek icin bir mahkeme kurdurmus ve kurulan bu mahkemede; Hüseyin Avni, Mithat Pasa ve daha bazilarinin oldurttuklerini tesbit etmis, bunun uzerine Mithat Pasanin idam edilmesini, Gazi Osman Pasa ve Ahmed Cevdet Pasa gibi buyuk dahiler bile istemis olmalarina ragmen idam cezzasini muebbet hapse cevirmistir.

Yeryüzünün son bagimsiz Müslüman Türk Devletinin Hükümdari Íkinci Abdülhamid'e Cuma selâmliginda camiden çikarken atilan bombanin fitilini bir sahis degil, koca bir ehlisalip cephesi ateslemisti. O gün gaflet içinde bulunan bazi aydinlarimiz, bu arada sâir Tevfik Fikret suikastçinin Sahsinda ehlisalip cephesine kasîde yaziyorlardi. Çocugu Halûk'a verdigi terbiye ile onu ancak papaz yapabilen bir sâirin bu açik ihanet vesikasi çok acidir.

Abdülhamid neler yapmistir:

Polis teskilâtini gelistirdi. Komiserlik ve baskomiserlik makamlarini ihdas etti. Savcilik müessesesini kurdu. Ceza ve Ticaret usulü kanunlarini çikartti. Askerï dikimevleri, tersaneler, feshaneler kurdurdu. Ístanbul, Ízmir limanlarini tesis etti. Taht'a çiktigi zaman 252 milyon altin borcumuzu taht'i biraktiginda 30 milyon altina indirdi. Hereke Hali ve Dokuma, Beykoz Deri, Yildiz Çini, Cibali Tütün, Yedikule Íplik ve Havagazi, Kireçburnu Tugla, Cubuklu Carn, Istinye Buz Fabrikalarini isletmeye açti. Ziraî alanda haralar, örnek çiftlikleri tesis etti; Ziraat, Baytar, Ipek böcekçilik, Halkali Ziraat, Orman ve Maden, Ticareti Bahriye, Mülkiye, Hukuk, Sanayiî Nefise, Tibbiye, Ticaret ve Hendesei Mülkiye, Dârü'I-muallim, Därülfünûn gibi her dereceden okullari açtirdi ki bugün hepsi kullanilmaktadir. Köylerdeki ilkokullarin disinda 300 tane ortaokul açtirdi ki bu okullarda yabanci dillere kadar birçok yeni dersler okutuluyordu. Arkeoioji, Askerî Müze, Yildiz Müzesi, Yildiz ve Beyazit Kütüphaneleri yine o devirde acildi. Gureba Hastanesi, Hamidiye Etfal Hastanesi, Yildiz Askerî Hastanesi o devirde hizmete girdi. Kuduz Müessesesi o devirde açildi, bugünkü Darülâceze vine o devirde hizmete girdi. o Hamidiye çesmeleri ve Terkos Su Sirketini yine Abdülhamit kurdurdu ve Kirkçesme ile Halkali Sularl'nin Islahi yine Abdülhamid'e nasip oldu.

Tahttan indirildikten sonra Selãnik'e sürülmüs, bir çok iskenceler yapilmis ve Selânik'in düsman isgali altinda kalma ihtimali çikinca Ístanbul'a Beylerbeyi Sarayi'nda oturmaya mecbur ediÌmistir. Büyük Hakan 1918 senesinin 10 Subat'inda bu sarayda hayata gözlerini yummus, Divanyolu'ndaki Sultan Mahmud türbesine, amcasi Sultan Abdülaziz ile dedesi Ikinci Mahmud'un yanina defnedilmistir. Vefatinda 75 yasini 4 ay geçiyordu. Cenazesinde en hareketli aleyhtarlari bile aglamislardir. (Allah rahmet eylesin).

Erkek çocuklari : Mehmed, Selim, Abdülkadir, Ahmed Nuri, Mehmed Burhaneddin, Abdürrahim, Ahmed Nureddin, Mehmed Ãbid, Ahmed.

Kiz çocuklari : Ulviye Sultan, Zekiye Sultan, Naime Sultan, Naile Sultan, Ayse Sultan, Refia Sultan, Sadiye Sultan.


Prof. Dr. Sinsi 06-27-2012 07:37 PM

Türk Büyükleri - Her Dalda
 

MEHMET AKİF ERSOY

Türk, şair. İstiklal Marşı'nı yazmış, günlük konuşma dilinin şiirle kaynaşmasını sağlayarak halkçı bir nazmın doğuşuna ön ayak olmuştur.

İstanbul'da doğdu, 27 Aralık 1936'da aynı kentte öldü. Bir medrese hocası olan babası doğumuna ebced hesabıyla tarih düşerek ona "Rağıyf" adını vermiş, ancak bu yapma kelime anlaşılmadığı için çevresi onu "Âkif" diye çağırmıştır. Babası Arnavutluk'un Şuşise köyündendir, annesi ise aslen Buharalı'dır. Mehmed Âkif ilköğrenimine Fatih'te Emir Buharî mahalle mektebinde başladı. Maarif Nezareti'ne bağlı iptidaîyi ve Fatih Merkez Rüştiyesi'ni bitirdi. Bunun yanı sıra Arapça ve İslami bilgiler alanında babası tarafından yetiştirildi. Rüştiye'de "hürriyetçi" öğretmenlerinden etkilendi. Fatih camii'nde İran edebiyatının klasik yapıtlarını okutan Esad Dede'nin derslerini izledi. Türkçe, Arapça, Farsça, ve Fransızca bilgisiyle dikkati çekti. Mekteb-i Mülkiye'nin idadi (lise) bölümünde okurken şiirle uğraştı. Edebiyat hocası İsmail Safa'nın izinden giderek yazdığı mesnevileri şair Hersekli Arif Hikmet Bey övgüyle karşıladı. Babasının ölümü ve evlerinin yanması üzerine mezunlarına memuriyet verilen bir yüksek okul seçmek zorunda kaldı. 1889'da girdiği Mülkiye Baytar Mektebi'ni 1893'te birincilikle bitirdi.
Ziraat Nezareti (Tarım Bakanlığı) emrinde geçen yirmi yıllık memuriyeti sırasında veteriner olarak dolaştığı Rumeli, Anadolu ve Arabistan'da köylülerle yakın ilişkiler kurma olanağı buldu. İlk şiirlerini Resimli Gazete'de yayımladı. 1906'da Halkalı Ziraat Mektebi ve 1907'de Çiftçilik Makinist Mektebi'nde hocalık etti. 1908'de Dârülfünûn Edebiyat-ı Umûmiye müderrisliğine tayin edildi. İlk şiirlerinin yayımlanmasını izleyen on yıl boyunca hiçbir şey yayımlamadı. 1908'de II. Meşrutiyet'in ilanıyla birlikte Eşref Edip'in çıkardığı Sırat-ı Müstakim ve sonra Sebilürreşad dergilerinde sürekli yazılar yazmaya, şiirler ve çağdaş Mısırlı İslam yazarlarından çeviriler yayımlamaya başladı.

1913'te Mısır'a iki aylık bir gezi yaptı. Dönüşte Medine'ye uğradı. Bu gezilerde İslam ülkelerinin maddi donatım ve düşünce düzeyi bakımından Batı karşısındaki zayıflıkları konusundaki görüşleri pekişti. Aynı yılın sonlarında Umur-u Baytariye müdür muavini iken memuriyetten istifa etti. Bununla birlikte Halkalı Ziraat Mektebi'nde kitabet ve Darülfununda edebiyat dersleri vermeye devam etti. İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne girdiyse de cemiyetin bütün emirlerine değil, sadece olumlu bulduğu emirlerine uyacağına dair and içti.

I. Dünya Savaşı sırasında İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin gizli örgütü olan Teşkilât-ı Mahsusa tarafından Berlin'e gönderildi. Burada Almanlar'ın eline esir düşmüş Müslümanlar için kurulan kampta incelemeler yaptı. Çanakkale Savaşı'nın akışını Berlin'e ulaşan haberlerden izledi. Batı uygarlığının gelişme düzeyi onu derinden etkiledi. Yine Teşkilât-ı Mahsusa'nın bir görevlisi olarak çöl yoluyla Necid'e ve savaşın son yılında profesör İsmail Hakkı İzmirli'yle birlikte Lübnan'a gitti. Dönüşünde yeni kurulan Dâr-ül -Hikmetül İslâmiye adlı kuruluşun başkâtipliğine getirildi. Savaş sonrasında Anadolu'da başlayan ulusal direniş hareketini desteklemek üzere Balıkesir'de etkili bir konuşma yaptı. Bunun üzerine 1920'de Dâr-ül Hikmet'deki görevinden alındı.

İstanbul Hükümeti Anadolu'daki direnişçileri yasa dışı ilan edince Sebillürreşad dergisi Kastamonu'da yayımlanmaya başladı ve Mehmed Âkif bu vilayette halkın kurtuluş hareketine katkısını hızlandıran çalışmalarını sürdürdü. Nasrullah Camii'nde verdiği hutbelerden biri Diyarbakır'da çoğaltılarak bütün ülkeye dağıtıldı. Burdur mebusu sıfatıyla TBMM'ye seçildi. Meclis'in bir İstiklâl Marşı güftesi için açtığı yarışmaya katılan 724 şiirin hiçbiri beklenilen başarıya ulaşamayınca maarif vekilinin isteği üzerine 17 Şubat 1921'de yazdığı İstiklal Marşı, 12 Mart'ta birinci TBMM tarafından kabul edildi. Sakarya zaferinden sonra kışları Mısır'da geçiren Mehmed Âkif, laik bir Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulması üzerine Mısır'da sürekli olarak yaşamaya karar verdi. 1926'dan başlayarak Camiü'l-Mısriyye'de Türk dili ve edebiyatı müderrisliği yaptı. Bu gönüllü sürgün yaşamı sırasında siroz hastalığına yakalandı ve hava değişimi için 1935'te Lübnan'a, 1936'da Antakya'ya birer gezi yaptı. Yurdunda ölmek isteği ile Türkiye'ye döndü ve İstanbul'da öldü.

Mehmed Âkif'in 1911'de 38 yaşında iken yayımladığı ilk kitabı Safahat bağımsız bir edebi kişiliğin ürünüdür. Bununla birlikte kitabın Tevfik Fikret'ten izler taşıdığı görülür. Fransız romantiklerinden Lamartine'i Fuzuli kadar, Alexandre Dumas fils'i Sâdi kadar sevdiğini belirten şair, bütün bu sanatçıların uğraşı alanlarına giren "manzum hikâye" biçimini kendisi için en geçerli yazı olarak seçmiştir. Ancak, sahip olduğu köklü edebiyat kaygusu onun yalınkat bir manzumeci değil, bilinçle işlenmiş ve gelişmeye açık bir şiir türünün öncüsü olmasını sağlamıştır. Mehmed Âkif'in düşünsel gelişiminde en belirleyici öğe onun çağdaş bir İslamcı oluşudur.

Çağdaş İslamcılık, Batı burjuva uygarlığının temel değerlerinin İslam kaynaklarına uyarlı olarak yeniden gözden geçirilmesini, Batı'nın toplumsal ve düşünsel oluşumuyla özde bağdaşık, ama yerel özelliklerini koruyan güçlü bir toplum yapısına varmayı öngörür. Bu görüşe koşut olarak Mehmed Âkif'in şiir anlayışı Batılı, hatta o dönemde Batı'da bile örneklerine az rastlanacak ölçüde gerçekçidir. Kafiyenin geleneksel Osmanlı şiirinde bir bela olduğunu savunan, resim yapmanın yasak sayılmasının, somut konumların betimlenmesini aksattığı ve bu yüzden şiirin olumsuz etkiler altında kaldığı görüşünü ileri süren Mehmed Âkif, Fuzuli'nin Leylâ vü Mecnûn adlı yapıtının plansız olduğu için yeterince başarılı olamadığını dile getirecek ölçüde çağdaş yaklaşımlara eğilimlidir. Konuşma diline yaslandığı için kolayca yazılıvermiş izlenimi veren şiirleri biçime ilişkin titiz bir tutumun örnekleridir. Hem aruzdan doğan bağların üstesinden gelmiş, hem de şiirin bütününü kapsayan bir iç musiki düzenini gözetmiştir. Dilde arılaşmadan yana olan tutumunu her şiirinde biraz daha yalın bir söyleyişi benimseyerek somutlukla ortaya koymuştur.

Mehmed Âkif geleneksel edebiyatın olduğu kadar, Batı kültürünün değerleriyle etkileşimi kabul eder, ancak Doğu'ya ya da Batı'ya öykülenmeye şiddetle karşı çıkar. Çünkü her edebiyatın doğduğu toprağa bağlı olmakla canlılık kazanabileceği ve belli bir işlevi yerine getirmedikçe değer taşımayacağı görüşündedir. Gerçekle uyum içinde olmayı herşeyin üstünde tutar. Altı yüzyıllık seçkinler edebiyatının halktan uzak düştüğü için bayağılaştığına inanır. İçinde yaşanılan toplumun özellikleri göz önüne alınmadan Batılı yeniliklere öykünmenin doğrudan doğruya edebiyata zarar vereceği, "edebsizliğin başladığı yerde edebiyatın biteceği" anlayışına bağlı kalarak "sanat sanat içindir" görüşüne karşı çıkmış, "libas hizmetini, gıda vazifesini" gören bir şiiri kurma çabasına girişmiştir. Bu yüzden toplumsal ve ideolojik konuları şiir ile ve şiir içinde tartışma ve sergileme yolunu seçmiştir. Bütün çıplaklığıyla gerçeği göstermekteki amacı okuyucusunu insanların sorunlarına yöneltmektir. Bu kaygıların sonucu olarak yoksul insanların gerçek çehreleriyle yer aldığı şiirler Türk edebiyatında ilk kez Mehmed Âkif tarafından yazılmıştır.

Mehmed Âkif şiirinin yaşadığı dönemde ve sonrasında önemini sağlayan gerçekçi tutumudur. Bu şiirde düş gücünün parıltısı yerini gözle görülür, elle tutulur bir yapıya bırakmıştır. Şairin nazım diline bu dilin özgül niteliğini bozmaksızın elverişli olduğu gelişmeyi kazandırması, aruz veznini yumuşatmayı, başarmasıyla mümkün olmuştur. Bu aynı zamanda Türkçe'nin şiir söylemedeki olanaklarının ne ölçüde geniş olduğunu göstermesi demektir. Söz konusu dönemde her şairin dili kişisel bir dil kurma adına dar bir vadiye sıkışmak zorunda kalmıştı. Mehmed Âkif dilin toplumsal kimliğini öne çıkarmış, üslupta öz günlük ve kişiselliğe ulaşmıştır. Yenilikçi bir şair olarak, yaşadığı dönemde görülen ölçüsüz yenilik eğiliminin bozucu etkilerine, ölçüsü işleviyle bağlantılı bir şiir kurmak suretiyle sınır çekmeye çalışmıştır.

YAPITLAR (başlıca): Safahat, 1911; Süleymaniye Kürsüsünde, 1911; Hakkın Sesleri, 1912; Fatih Kürsüsünde, 1913; Hatıralar, 1917; Âsım, 1919; Gölgeler, 1933.


Prof. Dr. Sinsi 06-27-2012 07:37 PM

Türk Büyükleri - Her Dalda
 

KARAMANOĞLU MEHMED BEY


Karamanoğulları'nın ikinci beyi Kerimüddin Karaman'ın oğludur. Doğum tarihi belli olmayıp, ölümü 1280'dir. Mehmet Bey, askerî ve İdarî yönden bilgili bir devlet adamı idi. Bilim adamlarını etrafına toplayıp, onlara büyük önem vermiştir. 13.yüzyıl ortalarında, Selçuklular, edebî dil olarak Farsça'yı, ilim dili olarak Arapça'yı kullanırlardı. Halk ise öz dilimiz olan Türkçe'yi kullanıyordu. Mehmet Bey, halk olarak birlikte yaşamanın ilk şartı olan dil birliğinin gerekliliğine inanıyordu. Bu birliği gerçekleştirmek için, Toroslar üzerinde yaşayan bütün Türkmen boylarını, çevresinde toplayarak bir ordu oluşturdu.

Üzerine gönderilen Selçuklu ve Moğol kuvvetlerini, büyük bir yenilgiye uğratarak Konya'ya girdi. Burada yaşayan Selçuklu Türkleri, Karamanoğulları ile birlik oldular. Kısa zamanda, Konya vilayeti ve bazı çevre iller, Karamanoğulları�nın hakimiyeti altına girdi. Daha sonra, Selçuklu Sultanı İzzettin Keykavus'un oğlu Gıyaseddin Siyavuş'u başa geçiren Mehmet Bey'in kendisi de vezir oldu. İlk önceleri, Moğol baskısına başarı ile karşı koymasına ve bir çok kere galip gelmesine rağmen; daha sonraki çarpışmaların birinde iki kardeşi ile beraber şehit düşmüştür.

İdareciliği sırasında, Türkçe'yi resmi dil olarak ilan eden fermanını yayınlamıştır. 13 Mayıs 1277�de yayınladığı bu fermanda;

"Bu günden sonra divanda, dergahta ve bargahta, mecliste ve meydanda Türkçe'den başka dil kullanılmayacaktır"

diyerek, Türk diline büyük bir hizmette bulunmuştur.


Prof. Dr. Sinsi 06-27-2012 07:38 PM

Türk Büyükleri - Her Dalda
 

MAREŞAL MUSTAFA FEVZİ ÇAKMAK




1876'da İstanbul'da doğdu. 28 Ocak 1896'da Harp Okulundan Piyade Teğmen rütbesiyle mezun olarak kurmay sınıfına ayrıldı. 25 Aralık 1898'de Harp Akademisini bitirerek Genelkurmay 4'üncü Şubesine atandı.

11 Nisan 1899'da 3'üncü Ordunun Metroviçe'deki 18'inci Tümen Kurmayında görevlendirildi. 6 Şubat 1901'de Kıdemli Yüzbaşı, 18 Nisan 1902'de Binbaşı, 19 Temmuz 1906'da Yarbay ve 17 Aralık 1907'de Albay oldu. 29 Aralık 1908'de Taşlıca Mutasarrıflığı ve 35'inci Tugay Komutanlığına getirildi. 27 Temmuz 1910'da Kosova Kolordu Kurmay Başkanlığına atandı.

15 Ocak 1911'de Genelkurmay 5'inci Şube Müdürü oldu. 18 Nisanda İşkodra Kolordusu Kurmay Başkanlığına atandı. 2 Ekim 1911'de Batı Ordusu Kurmay Başkanı olarak görevlendirildi. 3 Temmuz 1912'de Yakova Tümen Komutan Vekilliğine, 6 Ağustosta Kosova Genel Kuvvetler Komutanlığı Kurmay Başkanlığına, 29 Eylülde Vardar Ordusu Komutanlığı 1'inci Şube Müdürlüğüne tayin edilerek Balkan Savaşı'na katıldı. 2 Ağustos 1913'te Ankara Redif Tümeni, 6 Kasım 1913'te 2'nci Tümen Komutanı oldu. 24 Kasımda Albaylığa ve 2 Mart 1914'te de Tümgeneralliğe yükseltildi.

Birinci Dünya Savaşında; 2'nci Kafkas Kolordusu Komutanı, Diyarbakır 2'nci Ordu Komutanı, Filistin Cephesinde 7'nci Ordu Komutanı olarak görev yaptı. 28 Temmuz 1918'de Korgeneralliğe terfi ettirildi. 24 Aralık 1918'de Genelkurmay Başkanlığına getirildi. 14 Mayıs 1919'da 1'inci Ordu Müfettişliğine atandı. 3 Şubat 1920'de Ali Rıza Paşa Kabinesinde Harbiye Nazırlığına getirildi. 8 Nisanda İstanbul'un işgal edilmesi üzerine Anadolu'ya geçmek üzere 17 Nisanda İstanbul'dan gizlice ayrıldı. 27 Nisanda Ankara'ya geldi. TBMM Genel Kuruluna Kozan Milletvekili olarak takdim edildi. 3 Mayısta Milli Müdafaa Vekili oldu. 24 Ocak 1921'de İcra Vekilliği Heyeti Reisliğine ve tekrar Milli Müdafaa Vekilliğine seçildi. 2 Nisan 1921'de Orgeneralliğe yükseltildi. 16 Mayısta İcra Vekilliği Heyeti Reisliği ve Milli Müdafaa Vekilliğinden istifa etti ise de 19 Mayısta aynı görevlere yeniden seçildi. 5 Ağustosta Genelkurmay Vekilliğine seçildi. Büyük Taarruz için 25 Ağustosta Kocatepe'deki Çadırlı Ordugâha intikal etti. 3 Eylül 1922'de Mareşalliğe yükseltildi. 27 Ekim 1922'de Genelkurmay Vekilliğini koruyarak Batı Cephesi Komutanlığına atandı.

II. Dönemde (11.08.1923 - 26.06.1927) İstanbul'dan Milletvekili seçildi. 14 Ağustos 1923'te bir kez daha Genelkurmay Vekilliğine getirildi. 30 Ekim 1924'te milletvekilliğinden çekildi. 23 yıl Genelkurmay Başkanlığı görevinde bulunduktan sonra 12 Ocak 1944'te emekliye ayrıldı. 1946 seçimlerinde Demokrat Parti listesinden Bağımsız İstanbul Milletvekili seçilerek Meclise girdi. 1948'de Millet Partisini kurdu.

10 Nisan 1950'de vefat etti.



Prof. Dr. Sinsi 06-27-2012 07:38 PM

Türk Büyükleri - Her Dalda
 

Oğuz Kağan


Binlerce yıllık tarihinde Yüce Türk Milletinin feyz kaynağı olan Türk (Oğuz) Töresine ad veren, büyük Türk Hakanı Oğuz Kağan'ın babası Kara Kağandı. Kara Kağanın bir oğlu dünyaya geldi. Bu çok güzel bir çocuktu. Doğduğunda annesinin sütünü emmedi, daha sonra annesi rüyasında, çocuğun kendisine "Tanrıya imam etmedikçe sütünü emmeyeceğini" söylediğini gördü. Annesi bu rüyayı üç gece üst üste görünce, Tanrıya imam etti ve çocuk annesinden birkere süt emdi ve bir daha emmedi. Bir yıl sonra büyük bir adam gibi konuşmaya başladı. "Ben bir çadırda doğduğum için adımı Oğuz koymak gerekir" dedi. Adını Oğuz koydular. Harikulade halleri görülen Oğuz, çocukluğundan ergenlik çağına kadar, her fırsatta Tanrıyı anardı. Ona Tanrının nurlu feyzi erişti. Her türlü bilim ve hünerde, ok atmada, kargı kullanmada, kılıç çalmada ve bilgi hususunda, aleme ün salacak gelişme gösterdi. Babası onu amca kızıyla everdi. Fakat evlendiği kız imam eetmediği için ona yanaşmadı. En sonunda kendine imam eden bir kızla evlendi. Oğuz'un bir tek Tanrıya inandığını duyan babası, onu bir av dönüşü öldürmeyi planladı. Bu haberi alan Oğuz, putperes babasıyla yaptığı savaşı kazandı. Ok yarası alan Kara Kağan öldü. Bunun üzerine Oğuz, Kağan oldu ve puta tapanlara hiç bir merhamet göstermedi.

Oğuz Kağan destanında anlatılan Oğuz Han, aynı zamanda Büyük Hun Türk İmparatorluğunun kurucusudur. Türk devlet geleneğinin temel taşlarını koyan, Türk Hakanının vazettiği kanunlar, Oğuz (Türk) Töresi olarak ün yapmış ve 16 Büyük Türk İmparatorluğunun da güç kaynağı olmuştur. 24 Oğuz Boyunun atası olan Oğuz Han, Türk Töresini; Disiplin , Adalet, Ahlak ve Millete hizmet esası üzerine inşa etmiştir.

İlk teşkilatı orduyu kuran Oğuz Han, Onlar-Yüzler-Binler-Onbinler diye tasnif yapıp, kumandanlarınada, Onbaşı, Yüzbaşı, Binbaşı, Tümenbaşı diye de ünvanlar vermiştir, Orduda itaatı esas kılmış, itaat etmeyenlerin boynunu vurdurmuştur.

Daha sonra Oğuz Kağanın üç oğlu olmuş. Onlara Gün, Ay, Yıldız adını verir. Bir daha evlenir ve ondanda üç oğlu olur. Bu oğullarına da Gök, Dağ, Deniz adlarını verir. Gün gelir büyük bir toy (şölen) verir. Halkı çağırır, yenilir içilir sonra Beylerine ve Halka buyruk verir.

"Ben sizlere oldum Kağan
Alalım yay ile kalkan
Nişan olsun bize buyan
Bozkurt olsun bize uran"

Dedi ve Dünyanın dört bir yanına yarlığı yazdı, Elçilere verip gönderdi. Bu fermanlarda şöyle yazıyordu: "Ben Türklerin Kağan'ıyım Dünyanın dört bucağına hakim olmam gerekir. Sizlerden itaatinizi istiyorum. Kim benim buyruğuma baş eğerse, hediyelerini kabul eder dost sayarım. Her kimde baş eğmez ise, ona gazab eder, üzerine Ordu çekip, baskın yapar yok ederim. "Çin Kağan'ı itaatini ve dostluğunu bildirdi. Urum Kağan'ı itaatini bildirmedi. Bunun üzerine Oğuz Kağan ordusuyla onun üzerine yürüdü ve onların yenip kendine bağladı. Daha sonra Oğuz Kağan devletin sınırlarını güneyde Hindistan, kuzeyde Sibiryaya, doğuda Çindenizi, batıda Akdeniz ve Mısır'a kadar genişletti. Buralarda yaşayan Milletleri ve Devletleri kendine bağladı. Daha sonra büyük ganimetlerle ülkesine döndü.

Büyük bir toy verir Oğuz Kağan ve Devleti oğulları arasında pay eder. Boz Oklar denen, Ayhan Yıldızhan ve Gökhan arasında devleti payeder. Üç Oklar denen Denizhan, Dağhan ve Günhan oğullarına da "Sizlerde Boz Oklar altında Beylik yapın" der. 75 yılı savaşlarla geçiren Oğuz Kağan 116 yıllık hükümdarlığının sonunda hayata gözlerini yumar.

Oğuz Kağan Milletine hizmeti daima ön planda tutardı. Eşsiz bir devlet adamı ve bilge kişiydi. Türk Milletinin ona atfettiği kutsallıktan ötürü onun bir Veli veya Nebi olabileceği tarihe geçmiştir. Onun buyruk ve vazettikleri Töre olmuş, bugünkü manada dini kurallardı. Oğuz Kağanın hayatı boyunca iki öğe çok önemli bir şekilde göze çarpar. Birincisi; Tanrıyı bir bilip ve daima ibadet etmesi. İkincisi; Millete hizmeti. Milletini daima ön planda tuttuğunu şu olay en iyi şekilde bize örnektir: Devletin zayıf olduğu bir zamanda, düşmanları ondan en sevdiği atını isterler, verir. Sonra eşini isterler onuda verir. Daha sonra çorak bir toprak parçası isterler, Oğuz Kağan "Atım ve eşim kendi malımdı verdim, fakat toprak çorakta olsa milletimindir veremem" der ve birliklerini toplar, kendinden emin olan düşmana ani baskın yaparak onları mağlup eder. Bu olayda Devlet malının Millete ait olduğunu ve Devlet malının üzerinde tasarruf edilemeyeceğini göstermiştir. Yani önce Devlet ve Millet manfaati gelir daha sonra diğer menfaatler gelir. Önce Devletim ve Milletim bir Oğuz Türk Töresidir.

Bugünde Oğuz Türk Töresini yaşayan ve yaşatan büyük devlet adamlarımız şükürler olsunki vardır. Önce Ülkem ve Milletim sonra Partim diyen devlet adamlarımıza Allah uzun ömürler versin. "İl gider Töre kalır" ata sözü daima haklı olarak kalıcıdır.



Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.