ForumSinsi - 2006 Yılından Beri

ForumSinsi - 2006 Yılından Beri (http://forumsinsi.com/index.php)
-   Tarih / Coğrafya (http://forumsinsi.com/forumdisplay.php?f=656)
-   -   Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar (http://forumsinsi.com/showthread.php?t=893721)

Prof. Dr. Sinsi 10-11-2012 12:54 AM

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar
 
Ferik
Osmanlı Devleti'nde büyük askerî rütbelerden birinin adı. Yeniçeri ocağının kaldırılmasından sonra Osmanlı ordusunda bir kolorduyu meydana getiren yedi birlikten her biri.

Feriklik, yeniçeri ocağının kaldırılmasından (1826) sonra kurulan Asâkir-i Mansûre-i Muhammediye teşkilâtında müşir ile mirliva rütbesi arasında tespit edilmiştir. O sırada iki feriklik mevcuttu, Hassa ferikliği, Mansûra ferikliği. 1830-1835 yılları arasında ferikliğin teşrifattaki (protokoldeki) yeri hakkında kesin bir bilgi yoktur. 1835’te feriklik rütbesi, Anadolu kazaskerliği ve rütbe-i sâniyenin sınıf-ı evvel mümeyyizi ile aynı derecede olduğu kabul edildi. Feriklik, Bâlâ rütbesinin kurulmasından sonra, 1847’de teşrifattaki yerini kesin olarak bulmuştu. Böylece feriklik; İstanbul pâyesi, ûlâ evvelliği ve Rumeli beylerbeyliği ile aynı derecede bir rütbe hâline geldi. 1903’te müşirlik ile feriklik rütbesi arasında sivilde bâlâ rütbesine eşit olmak üzere birinci feriklik rütbesi kurulmuş ve ilk olarak Tüfekçibaşı Tahir Paşa ile fahrî yaverlerden Salâhaddin, Şakir ve Nâsır paşalara verilmiştir.

Ferikler, paşa unvanını taşırlar ve kendilerine konuşma sırasında, “Saâdetlü paşa hazretleri” denirdi. Yazılarda ise “Saâdetlü efendim hazretleri” diye yazılırdı.

Cumhuriyet döneminde, birinci ferikler ile feriklerin sahip oldukları unvanlar kullanılmakla beraber, bunlar bir süre daha paşa unvanını korudular. Nihayet bu unvanlar; efendi, bey vs. unvanları ile birlikte 1934 tarih ve 5290 sayılı kanunla kaldırıldı.

Ferikin bugünkü karşılığı olarak; birinci ferik korgeneral, ikinci ferik ise tümgeneraldir.

Prof. Dr. Sinsi 10-11-2012 12:54 AM

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar
 
Ferman
Padişahların herhangi bir iş hakkında tuğra veya nişanını taşıyan yazılı emri. Ferman; Farsça bir kelimedir. Emir, irade ve buyruk demektir.

Ferman kelimesi, İlhanlılar tarafından, İslâmiyet'i kabul etmelerinden sonra kullanılmış, daha sonra da Osmanlılar'a geçerek yerleşmiştir. Büyük Selçuklular, Anadolu Selçukluları ve Memlûklar'da ferman yerine “tevki” kullanıldığı gibi, İlhanlılar, Timurlular, Karakoyunlu ile Akkoyunlu devletleri, Altınordu ve Kırım Hanlıklarında “yarlığ” kelimesi de kullanılmıştır. Tevki ve yarlığ kelimeleri, padişahın tuğrası bulunan ferman anlamındadır.

Osmanlılarda Ferman, yedi esas üzerine yazılırdı: 1) Ferman kelimesinin anılması, 2) Fermanın yazıldığı kişinin rütbe derecesine göre dua ve övgü yazılması, 3) Fermanın gönderilme sebebi, 4) Ferman gönderilen kişiye, padişah isteğinin emrolunması, 5) Yapılması istenilen işin belirtilmesi, 6) Verilen işin bitirilmesi için istek, 7) Fermanın tarihi ve gönderildiği yerin ismi.

Osmanlılarda iki çeşit fermana rastlanmaktadır. Fermanlardan birisi, doğrudan doğruya dîvândan, mâliyeden yazılıp üzerine hükümdarın tuğrası çekilerek gönderilen emr-i şerîf idi. Diğeri ise tuğralı bir fermanın üzerine ve baş tarafına padişahın kendi el yazısıyla fermanda yazılanı teyid eden iradedir. “Hatt-ı Hümâyûnla Muvaşşah”, yani padişahın el yazısıyla tezyin edilmiş olan ikinci çeşit ferman, işin ehemmiyetini göstermek, hakkında teveccüh gösterilen zâta, yahut da tehdit edici olarak bir vali veya serasker vesâireye gönderilirdi. Ferman şekil olarak, dîvânî hat denilen girift keşideli yazıyla yazılırdı.

Prof. Dr. Sinsi 10-11-2012 12:54 AM

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar
 
Filistin (Siyonizm ve Osmanlı)

Filistin'e Emevîler, Abbâsîler, Fâtımîler ve Selçuklular hakim oldular. 1099'da Haçlı Seferleri neticesi Kudüs'te, Hıristiyan Krallığı kuruldu. 1187'de Selâhaddin Eyyubî, Kudüs'ü yeniden fethederek Hıristiyan zulmünden kurtardı. 1281'de Akka'nın fethiyle Memlûklar'a bağlanan bölge, 1516 senesinde Yavuz Sultan Selim Hanın Mercidabık Zaferi'yle Osmanlı topraklarına katıldı. Tam 400 sene Filistin, Osmanlı Devleti'nin hâkimiyetinde kalmıştır. 8,5 sene içinde, Osmanlı Devletini iki misli büyülten Yavuz Sultan Selim Han, çok kuvvetli tarih, strateji, siyaset ve taktik bilgisine sahipti. İslâm ülkelerinin zayıf ve parçalanmış olmasının tehlikesini gören, nadir bir devlet adamıydı. Bir gün İslâm ülkelerinin Hıristiyan veya Yahudilerin sömürgesi olmaması için, o devirde en güçlü İslâm devleti olan Osmanlı Devleti etrafında topladı. Nitekim Osmanlı Devleti yıkılınca, bütün İslâm ülkeleri, Hıristiyan ülkelerin sömürgesi oldular. Osmanlı Devletinin en büyük hizmeti, Filistin'de Yahudi Devleti (İsrail'in) kurulmasını 430 sene geciktirmiş olmasıdır. İsrâil yarım asır önce kurulmuş olsaydı, bugün bütün Arap ülkeleri İsrâil işgalinde olacaktı. Bir asır önce kurulsaydı, bütün Müslümanlar imha edilmiş ve sapık yollarla İslâmiyet'ten uzaklaştırılmış olacaktı. Osmanlı Devleti, Yahudi'nin, Müslümanları ve İslâmiyet'i imha planını engellemiştir.

Osmanlı Devleti, Filistin'i, Kudüs, Gazze ve Nablus olmak üzere Şam Eyaletine bağlı üç sancağa ayırdı. Osmanlı Devleti zayıflamadan önce, Filistin halkı bolluk, refah ve huzur içinde yaşadılar. Osmanlı Devleti zayıflayınca, Filistin'deki sancaklar, eyalet sonra da bağımsız emirlikler hâline geldiler. 1799 yılında Napolyon Bonapart, Mısır Seferinde, Filistin'in Yafa'ya kadar olan bir bölümünü ele geçirdi. Ancak Cezzâr Ahmed Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu, Akka önlerinde Napolyon'u geri püskürttü. Napolyon'un ilk hezimeti, Türkler karşısında oldu ve bu topraklardan geri çekildi. Bölge bundan sonra 1840 yılına kadar, Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa'nın idaresi altında kaldı.

İngiltere, 19. asrın başlarında, Ortadoğu'nun zenginliklerinden faydalanmak, dünya hâkimiyetini devam ettirebilmek ve İslâm ülkelerini bölmek için, Filistin'de bir Yahudi devleti kurulması ve bunun için dünya Yahudilerini bir bayrak altında toplama fikrini otaya attı. Bu fikir, Avrupa, Amerika ve Rusya'da hızla yayıldı. İngiltere'de İngiliz Hükümeti ve Yahudiler, Sir Herry Finch isimli bir avukata Calling of the Jews isimli bir kitap yazdırdılar. Bu kitapta, Filistin'de bir Yahudi Devleti kurulması fikri savunularak kamuoyu meydana getirildi.

Musos Haim Montefiore isimli bir İtalyan Yahudisi, Londra'da büyük bir servet edinmişti. Filistin'de Yahudi Devleti kurma fikrine uyarak, 1824'te Filistin'e göç etti ve 1837 senesine kadar Filistin'de kaldı. Bu tarihte Filistin'de 8000 Yahudi bulunuyordu. Bu kadar az kişi ile devlet kurulamayacağını anlayınca, Londra'ya döndü. 1837 tarihinde bastırdığı bir kitapla, Filistin'in ziraata elverişli olduğunu ve Yahudilerin Filistin'e göçünü teşvik etti. İngiltere hükümeti, bir tamimle Filistin'deki İngiliz konsolosluklarını, Yahudileri himayeye memur etti. 1862'de Hess isimli bir Alman Yahudisi, Roma ve Kudüs isimli kitabında; Yahudi davasının ortaya atılacağı ve emellerinin tahakkuk edeceği günün yaklaştığını, her ne bahasına olursa olsun Filistin'de bir Yahudi devleti kurulacağını, Fransa'nın bu işte yardımcı olacağını, Fransız ihtilâlinin bu maksatla yapıldığını yazdı.

Hess'in eserine cevap veren Fransız muharriri Ernest Laharn, kurulacak Yahudi devletinin sınırlarının dar olmayacağını söyledi. 1878'de Rusya'da Yahudi talebeler, muhtelif cemiyetler kurdular. Hayfa yakınlarında iki bin dönüm arazi alınarak, Mikfeh İsrael adıyla bir ziraat okulu kuruldu. Rusya'da Siyonizm'i sevenler cemiyeti kuruldu. Filistin'e Yahudilerin göçünü teşvik ettiler. Yine bu gayeyle kurulan ?Bilu? ve ?Hovevei Ziyon? gibi faal cemiyetler, 1881'de Çar İkinci Aleksandr öldürüldükten sonra, faaliyetlerini daha da arttırdılar. Filistin'de birçok koloni kurdular.

1884 yılında Silezya'nın Kattowitz şehrinde ilk ?Yahudi Millî Kongresi? toplandı. Kongre başkanlığını Rus Yahudisi Leon Pinsker yaptı. 1891 de Rusya'dan Kudüs'e gelen El-Leze Ben Yehuda, Yahudi lisanının kaybolmaması için, İbranice lügat neşretti. Alman Yahudisi Hırsch, Yahudi devletinin Arjantin'de kurulması fikrini ileri sürdü. Yahudi muharrir Shmaryahu Levin Youth in Revolt eseri ile Yahudi devletinin Arjantin'de kurulması fikrinin, Yahudi davasına ihanet olduğunu söyledi. 1896'da Avusturyalı gazeteci Yahudi Theodor Herzl, The Jewish State (Yahudi Devleti) isimli bir kitap yazdı. Bu kitap, Siyonizm'in kuruluşunu temin etti. 1897'de Dünya Siyonist Teşkilâtı kuruldu. 1897'ye kadar Yahudilerin, Filistin'de toplanması ve Yahudi devleti kurulması bir fikir iken, 1897'de hedef oldu.

Siyonizm'in hedefini gerçekleştirmek için, ticarî bir şirket kuruldu. Çok uluslu şirketler, böylece ortaya çıktı. 1897'de İsviçre'de Basel şehrinde ilk Siyonist kongresi, Dr. Theodor Herzl başkanlığında 200 delege ile toplandı ve bu kongrede mühim kararlar alındı. İkinci Siyonist kongre 1898'de yine Basel'de toplandı. İki milyon sterlin sermayeli ?Karen Kaymet? adlı bir vezne vasıtasıyla Filistin'de, Yahudi kolonileri teşkiline karar verildi. Norman Bertwich isimli bir Yahudi, İsrâil Resurgent isimli kitabında, Filistin'de Yahudi devletinin, İngilizlerin siyasî ve malî yardımı ile inşa edildiğini itiraf etmektedir.

Sultan İkinci Abdülhamid Han, Siyonizm tehlikesini çok iyi gören bir devlet adamıdır. Osmanlı tahtına çıkınca, ilk icraatı, Filistin'in bütün topraklarını, sarayın (Osmanlı Hanedanının) mülkü hâline getirmek olmuştur. Böylece, Filistin'de toprak satışı, kesin olarak önlendi. Ayrıca, Filistin'e, 33 senelik saltanatı esnasında tek bir Yahudi'nin girmesine izin vermedi. Siyonizm teşkilâtının lideri Dr. Theodor Herzl birçok defa, saraya ve Bâbıâli'ye mektup yazdı. İngiltere'nin aracılığı ile Theodor Herzl ve Haham Moşe Levi, Sultan Abdülhamid Han ile görüştüler. Dr. Theodor Herzl, Sultan İkinci Abdülhamid Hana şu teklifleri sundu. Filistin'de altın para karşılığı toprak sattığı takdirde:

1. Yahudiler, Osmanlı Devletinin bütün borçlarını ödeyecekler.

2. Osmanlı Devletine büyük malî yardımda bulunacaklar.

3. Sultan Abdülhamid Hanın siyasetini Avrupa'da destekleyecekler.

4. Yahudiler, Osmanlı Devletinde inşa edilecek savaş üslerinin parasını ödeyecekler.

5. Sultan Abdülhamid Han'a şahsı için büyük servet verecekler.

6. Filistin'de kurulacak büyük üniversitede aynı zamanda Türk talebeleri de okuyacak. Tahsil için Avrupa'ya gitmeye lüzum kalmayacak.

Tahsin Paşa'nın hatıralarına göre, Sultan Abdülhamid Han, bu teklifler karşısında çok hiddetlendi ve yüksek sesle bağırarak: ?Dünyanın bütün devletleri ayağıma gelse ve bütün hazinelerini kucağıma dökseler, size Siyonistlik adına bir karış yer vermem. Ecdadımızın ve milletimizin kanıyla elde edilen bir vatan, para ile satılamaz. Derhal burayı terk edin. Defolun!? demiştir. Bu teşebbüsün arkasında, İngiltere ve meşhur banker Yahudi asıllı Roçide bulunuyordu. 1909'da İkinci Meşrutiyet döneminde teşkil olunan Osmanlı hükümetinde, üç Yahudi veya dönme bakan (maliye, ticaret ve ziraat ile nafia bakanlıkları) bulunuyordu. İttihat ve Terakki, azınlıkların da toprak satın alabileceğine dair kanun çıkarttı. İttihat ve Terakki'nin ihanetlerinden biri de bu idi. Yahudiler, geniş topraklar alarak üzerlerine tapuladılar. Sultan Abdülhamid Hanın şahsî (Hanedan) arazisi, kasten ve yok pahasına Yahudilere satıldı. Birinci Dünya Harbi'nden önce İngiltere ve Fransa, Yahudilere teminat verdi. Osmanlı Devleti yıkılacak ve Filistin'de Yahudi Devleti kurulacaktı. İngiliz ve Fransızlar arasında, Mayıs 1916'da imzalanan ?Sykes Picot? gizli anlaşmasına göre:

1. Irak ve Şark'ül-Ürdün İngiltere'ye bırakılacak.

2. Suriye ve Lübnan Fransa'ya bırakılacak.

3. Filistin'de önce beynelmilel bir idare, bilâhare Yahudi devleti kurulacak.

4. Hayfa, İngiltere'ye; İskenderun Fransa'ya ait birer serbest liman olarak kalacak.

2 Kasım 1917'de İngiliz bakanlarından Lord Belfour, bir beyanname neşretti. Bu beyannameyle Yahudi devleti kurulması vaad edildi. Vaad şöyledir: ?Kral hazretlerinin hükümeti, Filistin'de Yahudilere millî bir vatan tesisine muhakkak nazariyle bakıyor. Bu gayenin tahakkuku için, büyük bir potansiyel harcayacaktır.? Belfour vaadi, kanunî dayanaktan mahrum olup, devletler hukuku kaidelerine aykırıydı. Tarih boyunca buna benzer bir vaka olmamıştır. İttihat ve Terakki liderlerinin bir emrivakisi ile Osmanlı Devleti, 1914'te Birinci Dünya Harbi'ne katıldı. Osmanlı Devletinin Birinci Dünya Harbi'ne katılması ile, bu bölgede ?Sina Cephesi? açıldı. Osmanlı toprakları ve Ortadoğu'da emelleri bulunan İngilizler, Mısır'ı işgal edip, üs olarak kullandılar. Osmanlı ordusunun 160 000 kişilik bir kısmı Alman General Liman Von Sanders komutasında, Kanal Harekâtı ile 1915 Şubatında taarruz etti. Fakat başarılı olunamadı. El-Ariş'e çekildiler. 1916 Ağustosundaki ikinci taarruz da sonuç vermeyince İngilizler, Filistin ve Suriye'yi işgal için harekâtı hızlandırdılar. İngilizler, 6 Ekim 1917'de Gazze'yi, 10 Aralık 1917'de Kudüs'ü işgal ettiler. 30 Eylül 1918'de İngilizler Şam'a, Fransızlar Beyrut'a girdiler. 29 Ekim 1918'de ateşkes anlaşması imzalandı ve Mezopotamya'daki Türk cephesi düştü. Yahudiler, Belfour vaadi ile sanki müstakil bir devletmişler gibi, hemen Siyon ordusu kurdular. 11 Aralık 1917'de Kudüs'e giren İngiliz kuvvetleri komutanı Allenby, beraberinde Yahudi (Siyon) kuvvetlerini de Kudüs'e soktu. 1920 San Remo toplantısında İngiltere, Fransa ve İtalya delegeleri; Filistin, Suriye, Irak ve Lübnan'ın İngiltere ve Fransa arasında paylaşılmasına ve buralarda manda idaresi kurulmasına karar verdiler.

Tarih kitaplarında Birinci Dünya Harbi'nin hakiki ve zahiri sebepleri olarak çok şeyler söylenmiştir. Fakat gerçek sebep, Osmanlı Devleti'ni yıkmak ve Yahudi devleti kurmaktır. Filistin'i işgal eden İngilizler, derhal askerî idare ilan ettiler. Belfour vaadini ve planını tatbike koyuldular:

1. Filistin'e Yahudi muhacereti (göçü) teşvik edildi.

2. Yahudilerin toprak sahibi olmaları sağlandı.

3. Yahudilerin silah taşımalarına müsaade edildi.

4. Yahudilerin kültür teşkilatları adı altında topluluklar kurulması sağlandı.

5. Sivil idare için, 30 Haziran 1920'de Herbert Samuel isminde aşırı bir Siyonist'i komiser tayin ettiler.

6. 6 Temmuz 1921'de İngiltere'nin Filistin'deki hâkimiyetinin devamlı olacağı ilan edildi.

7. 24 Temmuz 1922'de Cemiyeti Akvam, bu kararı tasdik etti.

8. 24 Temmuz 1922'de Londra'da; İngiltere, Fransa ve İtalya, Filistin'deki manda şartları ile Yahudi devletinin kurulma hazırlıklarını tespit ettiler. Yahudi devleti (İsrâil'in) temeli bu anlaşmayla atıldı.

9. Filistin, Suriye'den ayrıldı.

10. Yahudilerin sayısı artmaya başladı.

1919'da Filistin'de, Arapların sayısı, Yahudilerin 16 misliydi. 1922'de 600 000 Araba karşılık 80 000 Yahudi bulunuyordu. 1947'de ise Yahudi sayısı ile Arap sayısı eşit duruma geldi. Filistinli Müslümanlar tehlikeyi geç de olsa anladılar. Filistin'de Yahudi devleti kurulmakta olduğunu görebildiler. 1929'da Kudüs'te, Araplar ile Yahudiler arasında 15 gün süren kanlı çarpışmalar oldu. Yahudilerden 135 kişi öldü. İngilizler, Filistin'e Yahudi göçünü hızlandırırken, bu arada Yahudileri silahlandırdılar. Yahudi göçü, 1932'den sonra hızlandı ve Hitler'in Almanya'da iktidara gelişi ve Yahudi aleyhtarı politika takibiyle, Yahudilerin Filistin'e göçleri aşırı derecede arttı.

Prof. Dr. Sinsi 10-11-2012 12:54 AM

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar
 
Gedik
Osmanlılar zamanında esnaf ve sanatkârlar arasında yardımlaşma ve dayanışmayı sağlamak, kalite kontrolü yapmak ve esnaf içinde tekelleşmeyi önlemek için kurulmuş olan sistem veya bu sistem içinde kazanılan çalışma yetkisi.

Gedik sistemi, günümüzdeki ticaret ve sanayi odalarının vazifesini görmekteydi. Bu sistem, insan gücüne dayanan ve 3-5 kişi çalıştıran işyerleri hâlinde faaliyet gösteren Osmanlı sanayiinin ve Osmanlı ülkesinin ekonomik ve siyasî hayatı içinde önemli yer tutmaktaydı. Esnaf ve sanatkârlar arasında kuvvetli bir dayanışma mevcuttu. Fakirlere yardım edilmekte, yeni işyeri açanlara sermaye verilmekte, âlet ve edevat yardımı yapılmakta, esnaf mensupları özellikle çıraklar için tertip edilen meslek kursları finanse edilmekteydi. Bu durumuyla belirli bir hayat seviyesinde bulunan esnaf, toplumun tam manasıyla bir orta sınıfını teşkil etmekteydi.

Osmanlı şehirlerinde ticaret ve sanatla uğraşmak, belli şartlara ve kaidelere bağlanmıştı. Kişiler, istedikleri ticaret ve sanat mesleğine hemen giremezler, istedikleri yerde ve biçimde çalışamazlardı. Her esnaflık ve sanatkârlık dalı, kendi içinde teşkilâtlanmıştı. Bu teşkilatlara “lonca” denirdi. Her loncanın kendine has gelenekleri ve kaideleri vardı. Bunlara titizlikle uyulurdu. Loncaya çırak olarak girilir, belli zamanlarda verilen imtihanlardan sonra dükkân veya sanat sahibi olunurdu. Loncaya girip belli bir müddet sonra usta veya dükkân sahibi olmak yetmezdi. Özellikle büyük şehirlerde plansız şehirleşmeyi önlemek, şehirler ve bölgeler arası dengesizliklere mani olmak için belli mesleklerde çalışacakların ve iş yerlerinin sayısı dondurulmuştu. Bu sebeple meslek sahiplerinin, gerekli çalışma yetkisine ve yerine sahip olmaları gerekirdi. Bu yetkiye “gedik”, bunu sağlayan sisteme de “gedik sistemi” denirdi. Memurların kadro sistemine benzeyen bu sistemde, ihtiyaç duyuldukça yeni gedik kadroları ihdas edilir, böylece, ticaret, sanayi, ziraat ve hizmet sektörleri arasındaki dengenin korunması sağlanırdı. Gerçekten halkın ihtiyacı sebebiyle kendiliğinden açılan dükkanlar ve işyerleri kapatılmaz, bunlar gedik sisteminin içine alınarak kontrol edilirdi. Hem mal ve hizmet kontrolü sağlanmış olur, hem de fiyatların fahiş bir şekilde artması önlenirdi. Hepsinden daha önemlisi, iş ve çalışma ahlâkı sağlanırdı. Esnaf ve sanatkârın, birbirlerinin üretim ve satış sahalarına taşmaları yasaktı. Ancak halkın menfaati söz konusu olunca, böyle uygulamalara izin verilirdi. Esnafın çalışma alanlarının belirlenmesi, hem haksız rekabeti hem de işsizliği önlemede önemli bir tedbirdi.

Gedik sistemiyle iş ve ticaret ahlâkına sahip olmayan, hileli mal üreten, ticarette karaborsacılık yapan veya piyasa fiyatının üzerinde fahiş fiyatla mal satan kimseler, halka ve maliyeye zarar verdikleri için teşkilattan ihraç edilirlerdi.

17. yüzyıldan itibaren lonca teşkilâtının sisteminde meydana gelen bazı gevşeklikler sebebiyle, sanatkâr kesiminde dağılmalar oldu. Kendileri için tahsis edilen toplu alış veriş yerlerini bırakan esnaf, semtlerde yeni iş yerleri açtı. Bu husus, entegre çalışma sisteminin ve kalite denetiminin giderek ortadan kalkması gibi olumsuz neticeler doğurdu. 1727 senesinde getirilen gedik hakkıyla, hizmetin veya zanaatın başkalarınca yapılması yasaklandı. Önce “müstekar gedik” ve “havâî gedik” biçiminde iki uygulama getirildi. Müstakar gedik; dükkân, mağaza, atölye gibi sabit bir işyerine veya tezgâha bağlı işleri; havâî gedik ise balıkçılık, börekçilik, suculuk gibi seyyar satıcılıkları ifade ediyordu. Havâî gedik hakkı her yerde kullanılabildiği halde, müstakar gedikte yer değiştirmek yasaktı. Havâî gedik, kişiye bağlı bir hak doğururdu. Müstakar gedik ise, bir ticaret veya zanaatı belli bir yerde yapmak hakkı doğururdu. Bu hak, aynî bir hak olup taşınmaz mala bağlıydı.

Gedik sisteminin kurulmasından bir müddet sonra müstakar gedik özelliğindeki işyerlerinde, ayrıca, bir üst veya asma kat bölünerek buralarda da havâî gedik adı altında ikinci işyerleri açılmasına izin verildi. 18. yüzyılın ikinci yarısında gedik sisteminin şümûlü (kapsamı) genişledi. Her işyerine “gedik” adı verilen bir alâmet asılması şartı getirildi. Bazı gediklerin sayısı hiç değişmediği halde, sayı sınırlaması olmayan kunduracılık, belli şartları yerine getiren her kalfaya açık tutuldu.

Boşalan gedikler için, bedel-i muaccele (peşin bedel) ödenmesi şartıyla berat verilirdi. Ölen ustanın gediği yetişmiş bir kalfaya devredilirken, vârislerine tezgâhın araç-gereç bedeli olarak, ustalık hakkı ödenirdi. Ayrıca gediğe tahsis edilmiş olan işyerinin mülk sahibine de kira bedeli verilirdi. Mülk sahibinin, ustayı çıkarma veya işyerini başka bir gayeyle kullanma yetkisi yoktu. Müstakar gediklerde “âyan-ı kâime” (ocak ve tezgâh), âyan-ı menkûle” (araç ve gereç) olmak üzere iki çeşit alâmet vardı. Gedikler, devlet adına ihtisab ağası tarafından denetlenirdi. Meslekî denetim ise, esnaf kethüdası ve ustabaşılarca yapılırdı. Gedik kayıtları ihtisab nezaretinde tutulurdu.

Sultan Üçüncü Selim Han, gedik sisteminde bazı düzenlemeler yaptı. Mecburî ihtiyaçları karşılayan işleri, gedik sistemi içinde tutmak için bir nizamname çıkardı. Sultan İkinci Mahmud Han, gedik kapsamını genişleterek, kurduğu vakıflara kaynak bulmak düşüncesiyle yeni gedikler kurdu. Birçok mülk gedikler, vakıf gediğe dönüştürüldü. Bunlara nizamlı gedik adı verildi. İstanbul’da ve taşrada bulunan han odaları, hamamlar, mahzenler, mağazalar, gedik konumu kazanırken han ağası, odabaşı, sakabaşı, sokakbaşı, tablakâr, muhallebici gibi kişilerle, dalyan, pazar kayığı, piyade kayığı işletenlere de gedik senetleri satıldı. On dokuzuncu yüzyılın başında, başlıca gedik türleri; muhder (çarşı ve sokak köşelerindeki iğreti işyerleri), müstakar, müstahlas (yanmış, yıkılmış işyeri), tabla (tabla koyma hakkı), vakıf ve havâî idi.

Gedik sistemi, Osmanlı toplum yapısında çok faydalı hizmetler gördü. Ancak idarî, siyasî, ekonomik ve adlî bakımdan Avrupaî tarzda düzenlemelerin yapıldığı Tanzimat döneminde gedik sisteminde de değişikliğe gidildi. 1860’ta çıkarılan bir kanunla gedik sisteminin sınırlı bir alanda tutulması ve serbest piyasa şartlarına geçilmesi için bir irade ve buna bağlı bir nizamnâme çıkarıldı. Bununla önce menkul gedikler kaldırıldı. Uzun yıllar, belli bir teşkilât içinde yaşamaya alışmış olan esnaf arasında, çözülme başladı. Ekonomik ve sosyal hayat, gittikçe bozuldu. Bu duruma daha fazla dayanamayan Tanzimatçılar, yarı resmî mahiyette bir teşkilât olan Islâh-ı Sanâyî Komisyonunun kurulmasını kararlaştırdılar. Komisyonun kuruluş ve çalışmalarını belirleyen on bir maddelik bir nizamnâme hazırlandı. Yapılan bu düzenlemeler, Lonca Teşkilâtının ve gedik sisteminin yerini dolduramadığı için, esnaf ve sanatkâr kesimi, kendi hâline hareket etmeye başladı. Daha sonra Nâfia Dairesi ile Ticaret ve Ziraat Meclisi kurularak, gedik sisteminin vazifesi yürütülmeye çalışıldı. Ancak, zamanın siyasî ve ekonomik istikrarsızlığı sebebiyle, istenen netice elde edilemedi. Tezgâha ve dükkâna bağlı gedikler ise, 16 Şubat 1913’te çıkarılan bir kanunla yasaklandı.

Prof. Dr. Sinsi 10-11-2012 12:55 AM

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar
 
Gidiş Alayı
Padişahların saray dışındaki gezintileri münasebetiyle tertip edilen alaylar hakkında kullanılan bir tabir. Padişah, muhafız ve saraylılardan meydana gelen bir kalabalıkla herhangi bir yere gittikleri için bu isim verilirdi.

Padişahlar; resmî ve belli günler dışında, şehir içi veya haricinde gayri resmî olarak bir tarafa gittikleri zaman, geçit yerlerine asker dizmek ve halka ilan etmek âdet değildi. Bu durum, oldukça sade bir şekilde olup, sadece görevli bulunan hizmetliler padişaha refakat ederdi.

Yolda halktan birisi atın önüne yatar, yahut yolun bir noktasından yüksek sesle hâlinden şikâyetçi olursa ve gerçekten adam fakirse, kâfi miktarda para ve hediyeler verilerek gönlü alınırdı. Bu gibi müracaatlara mahal kalmaması için padişahların gidişleri mümkün mertebe gizli tutulurdu.

Teşrîf-i hümâyûn (padişah gezisi) biraz resmîce olursa, çavuş ve çizmeciden başka, yeniçeri ağası, kapıcıbaşı, mîr-i alem, mirahur, çavuşbaşı ile üzengi ağaları da bulunurdu. Gidilen yerde gecelenecek ve çadırda kalınacak ise aşçıbaşı ve çadırları kurup kaldıracak görevliler ve mehter takımı, erzak ve malzeme taşıyan atlar ve esterler (katır) de götürülürdü. Ava çıkışlarda ise avla ilgili olan, samsoncu, zağarcı, doğancı gibi ağalar da bulunurdu.

Padişahların gittikleri yerlerde bazen pehlivan güreşleri ve at koşuları gibi oyunlar düzenlenip seyredilirdi. Sultan Birinci Ahmed Han, Kandilli Bahçesine giderek orada kayık yarışları tertip ettirip seyrederdi.

Resmî olmayan gidişlerde otağın önüne tuğ dikilmez, mehter götürülmezdi. Kayıkla gidişlerde padişahın dümenini bostancıbaşı tutardı. Kayıkla gidişlerin en parlak merasimleri, Lâle Devri'nde yapılmıştır. Bu merasimleri şairler, kasidelerinde en güzel şekilde terennüm etmişlerdir. Tanzimat'tan sonra hususî gidişlerin bir kısmı at, bir kısmı araba, bazen da kayıkla yapılırdı. Sarayda padişahın gidiş işlerini düzenleyen bir “gidiş müdürü” vardı.

Prof. Dr. Sinsi 10-11-2012 12:55 AM

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar
 
Gureba (Gurebâ, Garipler)
Osmanlı ordu teşkilâtında, kapıkulu süvarisini teşkil eden altı bölükten, Gurebâ-i Yemin ve Yesar bölüklerinin adı. Gureba, garip kelimesinin çoğulu olup, “yabancı, kimsesiz, misafir” manâsındadır.

Gureba bölüklerine Galata, İbrahimpaşa ve Edirne saraylarından çıkan acemiler, savaşta yararlık gösteren Arap ve Acem gibi yabancılar ve yeni Müslüman olmuş gençler alınırdı. “Aşağı Bölükler” veya “Garib Yiğit Bölükleri” diye de anılan bu birlikler, Sağ Garibler (Gurebâ-i Yemin) ve Sol Garibler (Gurebâ-i Yesar) adlarıyla ikiye ayrılırdı.

Sefer esnasındaki yürüyüşlerde sağ garibler sağ ulûfecilerin sağında; sol garibler, sol ulûfecilerin solunda giderlerdi. Muharebede ise, sağ garibler, padişahın sağındaki sancağın dibinde, sol garibler, sol alem dibinde bulunurlardı. Sefer esnasında, merkez kolunda her gece otağ ve ağırlıkları koruyan gurebâ bölüklerinin, savaş sırasındaki en önemli vazifeleri ise, Sancak-ı şerîfin korunması idi.

Gurebâ-ı Yemînin bayrakları sarı ile beyaz; Gurebâ-i Yesarınkiler ise, yeşil ile beyazdı. İki bölüğün de silahları bir pala, bir mızrak ile eğerin başına asılı, “Gaddare” adı verilen kılıçtı. Osmanlı başkentinde kışlaları yoktu. İstanbul, Edirne ve Bursa etrafındaki köy ve kasabalara yerleştirilmişlerdi. İstanbul’da bulunanlar, evli ise evlerinde, değilse hanlarda ikamet ederlerdi. On altıncı yüzyılda Gurebâ bölüklerinin mevcudu 1000 ve 1500 nefer arasında değişiyordu. On yedinci yüzyılda ise, sağ garibler 410, sol garibler ise 312 mevcutlu idi.

Her iki bölük, hükümdarın bizzat katıldığı savaşlara katılırlardı. Gurebâ-i Yemin ve Yesar’ın ayrı ayrı ağası, kethüda, kethüda yeri, kâtip, kalfa adlarıyla anılan büyük ve başçavuş, çavuş rütbelileri vardı. Maaşları kıdem ve ehliyete göre olup, veziriâzamın huzurunda dağıtılırdı. İki bölük de, Yeniçeri Ocağının kaldırılmasından sonra 1826 tarihinde, gümrükten bir miktar maaş bağlanarak emekli edilip, tarihe karıştılar.

Prof. Dr. Sinsi 10-11-2012 12:55 AM

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar
 
Hâcegân
Osmanlılar zamanında devlet dairelerindeki yazı işlerinin başında veya defterdarlık, nişancılık gibi vazifelerde bulunanlara verilen sivil bir rütbe. Hâcegân yerine, “Hâcegân-ı Dîvân-ı Hümâyûn” da denilirdi.

Hâcegânlığın, Osmanlı Devleti'nde ne zaman kurulduğuna dair kesin bir bilgi olmamakla beraber, Fatih Kanunnamesi’nde hâcegânların rütbesinin belirtilmesi, bu memuriyetin önceleri de varlığına işaret etmektedir. Önceleri sayıları az olmakla beraber, zamanla duyulan ihtiyaç üzerine artmış, Sultan Üçüncü Ahmed devrinde yirmiyi bulmuştur. İlk zamanlar yalnızca dîvândaki daire şeflerine bu unvan verilirken, sonradan bu unvanın daha geniş şekilde kullanıldığı görülür. Gerçekten 18. asırdan itibaren devlet merkezi dışındaki bazı hizmet sahiplerine ve vezirlerin maiyetindeki “Dîvân Efendisi” denilen memurlara da hâcegân unvanı verilmiştir.

On sekizinci asırda hâcegân rütbesini haiz memurlar şunlardı: Şıkk-ı Evvel, Şıkk-ı Sânî, Şıkk-ı Sâlis Defterdarları; Nişancı, Defter Emîni, Reisül Küttâb, Büyük ve Küçük Tezkireci, Rûznâmeci-i Evvel, Beylikçi, Baş Muhasebeci, Mektupçu, Şehremini, Tersane, Darbhâne, Matbah ve Arpa Eminleri; Teşrifâtçı, Anadolu Muhasebecisi, Atlı Muhasebecisi, Yeniçeri Kâtibi, Sipahi Kâtibi, Silahtar Kâtibi, Cizye Muhasebecisi, Maliye Tarihçisi, Maliye Tezkirecisi, Büyük ve Küçük Rûznameciler, Piyade Muhasebecisi, Dîvân Çavuşları, Cebeciler Kâtibi, Küçük Evkaf, Kalyonlar Kâtibi, Garibler Kâtibi, Tophane Nazırı, Baş Muhasebe Kesedârı, İstanbul ve Selânik Baruthaneleri Nazırı, Sergi Nazırı, Sadrazam Kethüdâsı ve Çavuşbaşı.

On dokuzuncu asrın başında maliyeden bazı Mukâtaa Memurları ile Enderûn ve Bîrûn Kâtibi Eminleri ve Asâkîr-i Mansûre Ordusu Nâzırı da, hâcegân sınıfına dâhil edilmiştir.

Bir senelik müddetle tayin edilen hâcegânların tayinleri Şevval ayı içinde yapılırdı. Vazifede kalanlara, derecelerine göre hediyeler verilirdi. Hacegânlığa tayin şu sıra ile olurdu: Sadrazam, tevcihat listesini padişaha arz eder ve Hatt-ı hümâyûn ile tasdik alındıktan sonra, tayini yapılan şahıslara, özel merasimle memuriyet beratları verilirdi.

Sadrazam, ordunun başında serdar-ı ekremlikle İstanbul dışına çıktığında, kendisine mensup hâcegânlarla, diğer hâcegân da mühim defterlerle sefere katılırlardı. Bunların yerine İstanbul’da birer vekil kalır ve işleri yürütürlerdi. Asılları dönünce, bunların vazifeleri son bulurdu.

On sekizinci asırda hâcegânlık unvanı dört sınıf olarak mütalaa olunurdu. Birinci sınıf, Üç defterdar ile Nişancı, Reisül Küttab ve Defter Emini; ikinci sınıf, Maliyeden Büyük Rûznameci, Baş Muhasebeci ve Anadolu Muhasebecisi; üçüncü sınıf, Tersane Emini, Şehremini, Darbhane Emini, Arpa Emini ve Masraf-ı Şehriyarî Emini; dördüncü sınıf ise, Maliye Dairesinin Kalem âmirleri, dört piyade ve dört mukabelecileri, Kalyonlar Kâtibi, Tersane Ambarı Emîni, Tersane Ambarı Nâzırı, Tersane Reisi, Tophane Nazırı, Sergi Nazırı, Enderûn Kâğıt Emini, Bîrûn Kâğıt Emini.

Hâcegânlıktan vezirliğe terfi edilebildiği için, hâcegânlık mühim bir rütbeydi. Sultan İkinci Mahmud Han devrinde yapılan yenilikler esnasında, önceleri bir unvan olan hâcegânlık, rütbe olarak telakki edilmiş ve bunlara mahsus nişanla, resmî günlerde giyecekleri elbise tayin olunmuş ve Hâcegân-ı Divân-ı Hümâyûn tabiri, böylelikle tarihe karışmıştır.

Prof. Dr. Sinsi 10-11-2012 12:55 AM

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar
 
Hakan
Eski Türk ve Moğol imparatorlarına verilen unvan.

Osmanlı padişahları hakkında hürmet için kullanılan unvanlardan biri. Eski Türk devletlerinde büyük han veya hanlar hanı karşılığı olarak kullanılır, bazen imparator anlamına gelirdi. Avrupa dillerinde imparator, kayser; Fars dillerinde padişah, hükümdar; Arap dilinde sultan, melik sözlerinin karşılığıdır. Eski Türkçe kağan sözünden türemiştir. Türk, Moğol ve Tatar hanları, Çin İmparatorlarına galip gelip müstakil olunca hakan unvanını kullanırlardı.

İslâmiyet'in kabulünden evvel hakanlık, Türkler için çok ulvî bir mevki idi. Türkler, hakanlarını, inandıkları tanrının yeryüzünde vekili, bütün milletin öz babası, büyük velînimet sayarlardı. Hakanın huzuruna çıkan eğilir, huzurlarında asla yüzüne bakamazlar, hakan müsaade etmedikçe oturamazlardı. Bu unvanın, Osmanlı Devleti'nde son padişaha kadar kullanılmasına devam edildi.

Prof. Dr. Sinsi 10-11-2012 12:55 AM

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar
 
Han
Eski Türklerde hükümdarlık unvanı. Osmanlılar'da “padişah” manâsına gelmek üzere, han unvanı kullanılmıştır.

Han kelimesinin eski kullanılış şekli “hang” olup, en çok kullanılan manâsı, Farsça'da “şah” kelimesinin karşılığıdır. Eski Türklerin, kendilerine büyük görünen her şeye “han” unvanını verdikleri Orhan, Denizhan, Dağhan, Kamhan, Gökhan gibi kullandıkları isimlerden anlaşılmaktadır.

Kaşgarlı Mahmud, Dîvânü Lügât-it-Türk’ünde Uygur oymaklarının “kan” şeklinde kullandığını yazıyor. Zamanla, Oğuz Türkçesi'nde kaf’ın ha’ya dönüştüğünü belirtiyor. Bu durum katûn=hatun, kangı=hangi gibi kelimelerde de görülür.

Türklerde, Müslüman devletlerden ilk defa Karahanlılar, paralarında “Han” tabirini kullandılar. Selçuklular ve Harezmşahlar'da han, asilliğin en yüksek ifadesiydi. Moğollarda da Cengiz Han ve haleflerince kullanılan han tabiri, eski Bozkır şehirlerinin isimlerinde de (Hanbalık ve Purshan gibi) geçerdi.

Orta Asya’da Hive Hanlığı, Buhara Hanlığı gibi küçük Türk devletlerinin hükümdarları ile Delhi Türk İmparatorluğunda hükümdar, vezir ile ileri gelen devlet adamları bu unvanı kullanmışlardır.

Osmanlı padişahları ise, Çelebi Sultan Mehmed’den itibaren, devletin yıkılışına kadar, diğer hükümdarlık unvanlarının yanında “Han” tabirini de kullandılar. Osmanlılarda bu unvan, ayrıca Kırım giraylarına da veriliyordu.

Prof. Dr. Sinsi 10-11-2012 12:55 AM

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar
 
Harbiye Nazırı
Askerlik işleriyle alâkalı dairenin başı.

“Millî Müdafaa Vekili” ve şimdi de “Millî Savunma Bakanı” isimleriyle karşılanan bu unvan, Osmanlı hükümetine 1908 Temmuzunda kurulan Said Paşa kabinesiyle girmiştir. Ondan evvel bu görevi yapana “Serasker” denilirdi. İlk Harbiye Nazırı Ömer Rüşdü Paşadır.

Harbiye Nazırlığına (Nezaretine), askerliğin en yüksek rütbesi olan müşirler (orgeneral) tayin olurlarken, 1908 inkılabından sonra, feriklerden (korgenerallerden) Harbiye Nazırı olanlar olduğu gibi, orduyu gençleştirmek fikriyle bir aralık rütbesi mirliva olan Enver Paşa, bu göreve getirilmiştir. Harbiye Nazırının başında bulunduğu daireye “Harbiye Nezareti” denilirdi.

Harbiye Nazırlığı, Osmanlı Devleti'nin sonuna kadar devam etmiştir.

Prof. Dr. Sinsi 10-11-2012 12:56 AM

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar
 
Haremeyn
Kendisine “Seyyidü’l-Harameyn (Haremeyn’in Efendisi)” diye iltifat edilince; “Ben Seyyidü’l-Haremeyn değil, Hâdimü’l-Haremeynim (Haremeyn’in hizmetçisiyim)” diyen Yavuz Sultan Selim Han zamanında, Osmanlı hakimiyetine giren Haremeyn’e (Mekke ve Medine), Osmanlı sultanlarının hepsi, büyük hizmetlerde bulundular. Mekke ve Medine’nin imarıyla, buralardaki mukaddes makamların korunması için “Haremeyn Evkafı” adı verilen bir vakıf teşkilâtı ve Haremeyn Evkafı Nezareti kurdular. Bu teşkilâtı, 1586 senesine kadar kapıağaları idare etti. 1586 senesinden sonra Darü’s-Saâde Ağasının idare ettiği Haremeyn Evkafı Nezaretinin gelirleri, devamlı arttı. Elde edilen bu gelirlerle Haremeyn’deki cami, mescit ve medrese gibi hayır kurumlarının inşası ve tamiri yapıldı. Ayrıca Haremeyn’de bulunan fakir kimselerin ihtiyaçları karşılandı. Haremeyn Evkafının gelirleri, 18. yüzyılda 1.300.000 kuruş, giderleri 1.250.000 kuruşa ulaştı. Bu kuruluşun, Haremeyn Hazinesi adı verilen bütçesinin hesaplarını Haremeyn Muhasebeciliği, denetimini Haremeyn Müfettişliği yaptı. Gelir kaynaklarını Haremeyn Mukataacılığı işletti. Haremeyn Evkafının düzenli gelirleri dışında, saray mensuplarından mirasçı bırakmadan ölenlerin mal varlığı, Haremeyn Evkafına kalır, sivil ve asker vazifelilerin aylıklarının 25 liranın üstündeki tutarının yüzde 10’u Haremeyn İkramiyesi adıyla maliyece kesilerek hazineye aktarılırdı. 1826 senesinde Evkaf-ı Hümâyun nezareti kurulunca, Haremeyn Nezareti bu kuruluşa bağlanmaksızın idare edildi. 1834 senesinde, Haremeyn işleri için, bir müdürlük kuruldu. Daha sonra bu vazife Haremeyn Evkafı Nezaretince yürütüldü. 1838’de Haremeyn Evkafı Nezareti kaldırılarak, Haremeyn Evkafıyla ilgili hizmetler Evkaf Nezareti tarafından yürütüldü.

Osmanlılar zamanında Haremeyn’le ilgili vakıflar kurularak gelirleriyle Haremeyn’e hizmet götürüldüğü gibi, her yıl hac mevsiminde düzenlenen Surre Alaylarıyla, devlet adamlarının ihsanları ve halkın hediyeleri Haremeyn’e gönderildi. Bu ihsan ve hediyelerle, Haremeyn’deki eserler tamir edildi, ihtiyaç sahiplerinin ihtiyaçları giderildi.

Ayrıca Mekke ve Medîne’de vazife yapan ilmiye sınıfı mensuplarına veya diğer devlet vazifelilerine, başka yerlerde çalışanlara göre, daha yüksek derece veya pâyeler verildi.

Osmanlı Devleti'nin yıkılmasından sonra Suudoğullarının idaresine geçen Haremeyn’de, çevre düzenlemesi ve genişletme bahanesiyle yapılan çalışmalar sırasında, pekçok Osmanlı eseri yıkılmıştır. İngilizlerin geleneksel İslâm ve Osmanlı düşmanlığı sebebiyle yaptıkları telkinler neticesinde, asırlar boyunca Haremeyn’de meydana getirilen Osmanlı eserleri tahrip edilerek yok edildiğinden, bunlardan günümüze pek azı kalmıştır.

Prof. Dr. Sinsi 10-11-2012 12:56 AM

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar
 
Has
Osmanlı Devleti toprak rejiminde, yıllık geliri 100.000 akçeden fazla olan dirlikler için kullanılan tabir. Bu tabire, Harezmşahlar, Memlûklar ve Anadolu Selçuklu Devleti'nde de rastlanır.

Osmanlılarda yeni fethedilen yerlerin tahriri yapılırken arazi; timar, zeamet ve has olarak üç kısma ayrılırdı. Fatih Kanunnamesi’ne göre yıllık vergi geliri 100.000 akçeyi geçen mîrî topraklar, has statüsündeydi. Bu arazilerden padişaha ayrılanlar için “Hass-ı Hümâyûn” tabiri kullanılırdı. Hass-ı Hümâyûn gelirinin bir kısmı devlet hazinesine girerken, bir kısmı ise padişaha ait olurdu. Valide ve hanım sultanlar ile padişahların kızlarına ve kızkardeşlerine ait olan haslara “paşmaklık” denilirdi. Beylerbeyi, sancakbeyleri ve vezirlere tahsis olunan haslara ise “havâss-ı vüzerâ” adı verilirdi. Bu hasların yıllık gelirleri, bir milyonla bir buçuk milyon akçe arasında değişirdi. Has sahiplerinin vergilerini toplamak üzere, “voyvoda” denilen görevliler tayin edilir, bunlar haraççılar ve cizyedârlarla birlikte has gelirlerini tahsil ederlerdi. Has sahibi, arazisini kullanan köylü iyi işleyemezse, elinden alıp başkasına verebilirdi.

Sefer vukuunda, bütün has sahibi paşalar ve sancak beyleri, hassının miktarına göre, Anadolu’da her 3000 akçesi için, Rumeli’nde 5000 akçesi için, tam teçhizatlı ve savaşmaya kadir bir atlı askeri savaşa götürmeye mecburdular. Sulh zamanında bu paşaların ve sancak beylerinin maiyetinde, “daire halkı” denilen bir kısım kuvvet bulunurdu. Bunlar, çevrelerinde asayişi temin ederlerdi. Kısaca jandarma ve polis görevini yerine getirirlerdi.

Has, zeamet ve timar arasındaki tek fark şuydu: Has, memuriyetin bitmesiyle sahibinin elinden alınır, fakat zeamet ve timar, evlâda intikal edebilirdi. Diğer hukukî menfaatler bakımından, haslarla zeamet ve timarın bir farklılığı yoktur.

Prof. Dr. Sinsi 10-11-2012 12:56 AM

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar
 
Haseki (Hasekiler)
Hükümdarların hizmetinde bulunan şahıslara verilen isim.

Saray teşkilâtında haseki ismi verilen zümre, İslâm devletleri içinde yalnızca Memlûk ve Osmanlılar'da mevcuttu. Memlûklar'da sultanın birinci derecede kölelerinden teşkil edilen bu zümreye “el-cemâat’il-hasekiyye” ismi verilmişti. Hükümdarların her bulunduğu yere giderlerdi. Bunlar, emirliğe namzet olup, sayıları ilk zamanlar 20’yi geçmezken sonradan 1000’i aşmıştır. Hasekiler maaşlarından başka, sultandan hediye alırlar, diğer hizmetkârlardan farklı olarak, sırmalı elbise giyerler ve kılıç taşırlardı. Ayrıca yaptıkları hizmetler bakımından, Osmanlı saray teşkilâtı içinde has oda gılmanlarına benzerlerdi.

Osmanlı devlet teşkilâtında üç grup haseki vardı. Bunlar; harem-i hümâyûndaki kadınlardan, bostancı ocağından ve yeniçeri ortalarından alınırlardı.

Harem-i hümâyûnda padişahın yakın hizmetindeki kadınlara “hünkâr hasekisi” denilirdi. Hünkâr hasekilerinden eğer erkek çocuğu doğan olursa, bunlar Haseki Sultan ismini alırlardı. Hasekilerden en seçkinine Kadın Efendi unvanı verilirdi.

On sekizinci asırda sayısı 300’ü bulan, küçük bostancı zâbiti rütbesinde ve haseki ismi verilen bir sınıf mevcuttu. Bunlar, kırmızı çuhadan elbise giyerler, bellerinde “gaddâre” denilen gümüşlü bıçak taşırlar, yaka ve kemerleri ile diğer bostancılardan ayırt edilirlerdi. Bostancılardan haseki tâyin edildiği zaman merasim yapılır, asası verilir, o da kendi eliyle kurban keserdi. Bostancı hasekilerinin 60’ı, padişahın gerilerinde (yanında) bulunurdu. Paşa kapısı ile saray arasında telhiscilik yaparlar, ayrıca sadrazamın yanında daimî bostancı hasekisi bulunurdu. Padişah, kayıkla gezintiye çıktığında, kayığın baş tarafında haseki ağa otururdu. İstanbul’dan taşraya gidecek gizli haberleri, bostancı hasekileri götürürlerdi.

Hasekiler, merasimlerde başlarına mahturî külah, arkalarına kırmızı çuhadan dolama (kaput) ve bellerine “gaddâre” denilen hançer sokarlardı. Merasim haricinde, başlarına barata isimli kırmızı külâh giyerlerdi.

Bostancı hasekilerinin on ikisi “tebdil hasekisi” ismini alır ve padişah, tebdîl-i kıyafet ederek saray dışına çıktığında beraberinde bulunurdu. Bostancı hasekileri, 1829’da kaldırıldı ve ihtiyarları emekli edilip, gençleri rikâb-ı hümâyûn hademesi olacak şekilde talim ve terbiye edildi.

Yeniçeri hasekileri: Ocağın 14, 49, 66 ve 67. ortalarına mensup yeniçerilere verilen isimdir. Aynı zamanda bu ortalara “haseki ortaları” adı verilirdi. Bu orta mensupları, yeniçeriler arasında ağa unvanını haiz itibarlı askerlerdi.

Fatih Sultan Mehmed Han (1451-1481) devrinde kurulan yeniçeri hasekiliğinin vazifeleri şunlardı: Padişahla ava giderler ve av köpeği beslerlerdi. Padişah, saray dışına çıktığında, dört haseki kumandanı, padişahın atının, ikisi sağında, ikisi solunda dururlardı. Haseki ortalarının en kıdemli kumandanına, baş haseki denir ve terfi ettiğinde “turnacıbaşı” olurdu. Haseki bölükleri, yaya ve atlı olmak üzere iki sınıftı.

Prof. Dr. Sinsi 10-11-2012 12:56 AM

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar
 
Hattı Hümayun (Hatt-ı Hümâyûn)
Osmanlılarda, padişahlar tarafından herhangi bir iş için çıkarılan yazılı emir. Hatt-ı Şehriyâri ve Hatt-ı şerîf de denilirdi.

Hat, Arapça yazı demektir. Hatları, padişahlar kendi el yazıları ile yazdıkları gibi, uzun olup da mabeyn kâtipleri tarafından yazılanlar da vardı. Her ne suretle olursa olsun, padişah namına çıkarılan emirlerde hünkârın imzası bulunurdu. Osmanlı tarihinde, padişahların bu yol ile emir vermeleri usulü, Sultan Üçüncü Murad Han zamanında başladı. Sultan Üçüncü Murad Han devrine kadar (1574-1595), vezir veya kazaskerlerin, padişahların huzuruna kabul olundukları arz günlerinde, sadrazamlar tarafından kendilerine arz edilen meseleler hakkında padişahlar, “olsun” veya “olmasın” diye, şifahen, düşündüklerini söylerler; sadrazamlar bunu kâğıtlara işaret ederek gerekeni yaparlardı.

Sultan Üçüncü Murad Han, hükümdar olduktan sonra, hatt-ı hümâyunu bizzat kendisi yazdı.

Osmanlı sultanlarının dört çeşit hatt-ı hümâyunları olurdu: 1) Enderûn-ı Hümâyun nakil ve tayinleri ile Enderun’dan dışarı bir hizmet verilme hakkındaki yazılar. 2) Herhangi bir mesele hakkında veziriâzamların arzlarına karşı, bizzat padişah tarafından yazılan mütalaa, 3) Herhangi bir mesele hakkında padişahın, veziriâzama doğrudan doğruya emir vermesi veya kendisinden bir mütalaa istemesi, 4) Ehemmiyetli bir iş için dîvân-ı hümâyundan çıkmış, tuğralı fermanın üstüne padişah tarafından yazılan hatt-ı hümâyun. Bu hatt-ı hümâyunlu fermanlar, en geçerli fermanlardı. Kendisine gönderilenler için, en büyük iltifat sayılırdı.

Padişahların hatt-ı hümâyunları; tâlik, tâlik kırması, nesih ve rik’a ile yazıldığı halde, Sultan İkinci Mahmud’dan sonra yalnız rik’a ile yazılmıştır. Osmanlı padişahları arasında, hatt-ı hümâyunları, yazı bakımından en güzel olan, Sultan Üçüncü Ahmed’dir. Sultan Üçüncü Mehmed’in tâlik kırması yazısı, hem güzel, hem işlektir. Sultan Abdülaziz Han’ın ve son padişahların yazıları, umumiyetle işlek ve okunaklıdır. Sultan Beşinci Murad ile Sultan Vahideddin’in yazıları, diğerlerinden daha güzeldir. Tanzimat'a kadar, hatt-ı hümâyunlar, reisül-küttâba (baş kâtibe) teslim edilirdi. Her aya ait olan hatt-ı hümâyunlar, bir torbaya konulur ve üzerleri mühürlenirdi. Sonra bunlar muhafaza altına alınır ve saklanırdı. Günümüzde Topkapı Sarayı Arşivi ile Başbakanlık Osmanlı Arşivinde bulunmaktadır.

Prof. Dr. Sinsi 10-11-2012 12:56 AM

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar
 
Hidiv
Mısır'daki Osmanlı valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa'nın torunu İsmail Paşa ve haleflerine verilen unvan.

Sadrazam hakkında da, hürmet ifadesi olarak kullanılırdı. Hidiv; Arapça'da büyük vezir, baş vezir, hakim demektir. Mısır valileri, sadaret pâyesini haiz oldukları için, bu unvan verilmişti. Sadrazamlar hakkında "hidiv-i efham" kullanıldığı gibi, Mısır valilerine "Hidiv-i Mısr" da denilirdi.

Mısır valileri, 8 Haziran 1867'de İsmail Paşanın Sultan Abdülaziz Han'dan aldığı fermana dayanarak, 1914'e kadar bu unvanı taşıdılar. Mısır hidivleri; İsmail Paşa ile oğlu Tevfik Paşa ve torunu İkinci Abbas Hilmi Paşa olmak üzere üç kişidir. 19 Aralık 1914'de, Hidivlik son buldu. Hidivin Osmanlı protokolündeki yeri, sadrazam ve şeyhülislâm ile eşit olmakla beraber, bu ikisinden sonra idi.

Prof. Dr. Sinsi 10-11-2012 12:56 AM

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar
 
Hil'at (Hilat)
Hükümdarların, taltif için bir kimseye verdikleri elbise. Türk-İslâm devletlerinde çok eski olan bu âdet, Osmanlılarda da devam etti.

Hil'at verme, İslâm devletlerinde bulunan bir usuldür. Bazı devletlerde, bir vazifeye tayin olunan kimselere, hükümdar veya ona vekâlet eden kimse tarafından, belirli bir merasim ile verilirdi. Birçok İslâm devletlerinde, hil'at dokumak için özel imalâthaneler kurulmuştu. Hil'at vermek, hükümdarların hakimiyet haklarından biriydi. Vezirlerin veya valilerin hil'at vermeleri, ancak hükümdara vekâlet şeklinde olabilirdi. Padişahların, vazifesi başındaki kimselere ihsan olmak üzere hil'at verdikleri de olurdu. Kazanılan büyük zaferler, dinî bayramlar, düğünler, bu gibi ihsanlar için bir vesile sayılırdı.

İslâm dünyasında hil'at verme, Emevîlerden itibaren görülmektedir. Bu âdet, birçok İslâm ve Türk devletlerinde ufak tefek farklarla devam etmiştir.

Osmanlılar'da hil'at, padişahlar tarafından sarayda, sadrazamlar tarafından da Bâbıâlî'de giydirilirdi. Hil'at giydirme usulü, Sultan İkinci Mahmud tarafından kaldırıldı. Ondan sonra padişahlar, taltif etmek istedikleri devlet erkânına, saat, altın tabaka, enfiye kutusu gibi hediyeler verdiler.

Hil'at, giyecek şahsın sıfat ve mevkiine göre değişirdi. Vezirlere samur, seraser kaplı kürk, diğer erkân-ı devlete ise sade hil'at giydirilirdi.

Prof. Dr. Sinsi 10-11-2012 12:57 AM

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar
 
Islahat Fermanı
Kırım Savaşının son yıllarında, Batılıların etkisiyle Sadrazam Âlî Paşa tarafından, gayrimüslimlere daha fazla hakların verilmesi için hazırlanıp, 1856’da yayınlanan ferman. Gülhâne Hatt-ı Hümâyûnu (Tanzimat Fermanı) gibi, imparatorlukta yapılması kararlaştırılan yeni bir düzenin prensiplerini ve programını içine alır. Bu ferman, esas olarak, Tanzimat hükümlerini tekrarlayan, onları açıklayan ve genişleten bir fermandır.

Kırım Savaşı'nı doğuran olaylar, Osmanlı Devleti içindeki Hıristiyan ahalinin imtiyazları (hakları) meselesine de bağlı olduğundan, barışı düzenleyen Paris Kongresi'nde bu mesele de ele alındı. Nitekim İngiltere, Fransa ve Avusturya, daha Nisan 1855’te, Viyana’da, Kırım Savaşı sonrasında yapılacak antlaşmanın esaslarını görüşerek bazı kararlar almışlar ve 16 Aralık 1855’te bir antlaşmaya varmışlardı. Bu kararlar dört madde olup, Avusturya imparatorunun ültimatomuyla Çar'a bildirildi. Bu kararların dördüncü maddesi; “Osmanlı memleketlerinde bulunan Hıristiyan tebaanın hakları, padişahın istiklâl ve hakimiyetine asla dokunulmamak şartıyla tasdik olunacak, padişah bu hususta Rusya’nın muvafakatini gerektiren bir taahhütte bulunacak” idi. Bu maddede de görüldüğü üzere Osmanlı ordusunun kazandığı zafer bile, gayrimüslimlere imtiyaz sebebi oluyordu. Rusya, kurulacak Avusturya, Fransa, İngiltere ittifakı tehlikesi karşısında, bu kararları kabul etti. Osmanlı hükümeti, kendi Hıristiyan tebaası ile ilgili maddenin, devletin iç işlerine karışma anlamına geleceğini bildirerek, 16 Aralık tarihli kararlar arasında yer almamasına çalıştıysa da başarılı olamadı. Neticede, bu maddenin programlaştırılması için şu tezler ortaya atıldı:

Rus tezi: “Osmanlı Devleti sınırları içinde yaşayan Hıristiyanların hak ve imtiyazları, Avrupa devletlerinin müşterek garantileri altına alınmalıdır.”

İngiliz tezi: “Tam ölçüde bir din serbestliği ve hukuk eşitliği sağlanmalıdır.”

Fransız tezi: “Müslüman tebaa ile Hıristiyan tebaa arasında cemiyet, haklar, vergiler, millî eğitim ve devlet memurluklarına geçme bakımından sürüp gelen farklar, bir ferman ile kaldırılarak Gülhane Hattı’nda (Tanzimat Fermanı) işâret edilen tebaa eşitliği tam manasıyla geliştirilmelidir.”

Bâbıâlî, Rusya’nın teklifini, hükümranlık haklarına müdahale, İngiliz teklifini de İslâmiyet'i küçültücü gördüğü için, Fransız teklifini kabul etti. Ayrıca, yapılacak Paris Konferansı'nda Rusların, gayrimüslimler konusunda bir istekleri ile karşılaşmak istemiyor du. Fransız tezinin kabulü üzerine, bunun bir ferman hâline getirilmesi, Bâbıâlî’ye bırakıldı.

Âlî Paşa hükümeti tarafından ilan edilen bu fermanın hazırlanmasında, İngiliz ve Fransız elçileri de bulunmuştu. Bu şekilde hazırlanan ferman, Paris Konferansından önce, 28 Şubat 1856’da Bâbıâlî’de Islahat Hatt-ı Hümâyûnu adıyla, devlet erkânı, şeyhülislâm, patrikler, hahambaşı ve cemaatlerin ileri gelenleri önünde okunarak ilan edildi. Otuz beş maddeden meydana gelen fermanın getirdiği önemli hususlar, özetle şunlardı:

1. Tanzimat fermanı ile, değişik din ve mezheplerdeki bütün tebaaya verilen teminat, bu fermanla yenilendiğinden, bunların uygulaması için gerekli tedbirler alınacaktır.

2. Müslümanlar ile Müslüman olmayanlar kanun önünde eşit olacaklardır.

3. Patrikhanelerde yeni meclisler kurulacak ve bu meclislerin verecekleri kararlar, Bâbıâlî tarafından onaylandıktan sonra yürürlüğe girecektir.

4. Patrikler, kayd-ı hayat şartıyla bu makama seçileceklerdir.

5. Cemaatlerin, ruhanî reislerine verdikleri cevâiz (bahşişler, hediyeler) ve aidatlar, tamamıyla kaldırılarak hepsi maaşa bağlanacaktır.

6. Şehir ve kasabalarda bulunan, azınlıklara ait kilise, manastır, mezarlık, okul ve hastane gibi yerlerin, tamir ve yeniden yapılmasına izin verilecektir.

7. Hiç kimse, din değiştirmeye zorlanmayacaktır.

8. Devlet hizmetlerine, askerlik görevine ve okullara, bütün tebaa, eşit olarak kabul edilecektir.

9. Irk, din, dil farkı gözetilmeyecek ve hiçbir mezhep, diğerine üstün sayılmayacaktır.

10. Bütün toplumlar, okul açabilecektir.

11. Hangi uyruktan olursa olsun her vatandaşın eşit ve serbest şekilde ticarî ve ekonomik girişimlerde bulunması sağlanacaktır.

12. Müslümanlar ile gayrimüslimler arasındaki davaları görmek üzere, karışık mahkemeler kurulacaktır.

13. Yabancı devlet ile yapılacak antlaşmalar gereğince, yabancılar da Osmanlı Devleti sınırları içerisinde mülk sahibi olabileceklerdir.

14. Her cemaatin ruhanî reisiyle, devlet tarafından bir sene müddetle tayin edilecek birer memuru, bütün tebaayı ilgilendiren meselelerde Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye müzakerelerine iştirak ettirilecektir.

Islahat Fermanı da, maddelerinden anlaşılacağı üzere, Tanzimat Fermanı gibi, Osmanlı İmparatorluğu içerisindeki gayrimüslimleri, özellikle Hıristiyanları, Müslümanlarla aynı haklara kavuşturmayı esas almıştır. Bu iki fermanın görünürdeki gayeleri, bütün Osmanlı toplumunu; ırk, din ve dil ayrımı gözetmeden kaynaştırmayı sağlamak idiyse de tatbiki aksi oldu. Bu ferman, gayrimüslimlerle Müslümanları kaynaştırmak şöyle dursun, çeşitli gayrimüslim unsurların, hattâ aynı mezhepten olan çeşitli ırkların bile birbirleriyle bir arada yaşamalarını sağlayamadı.

Bu ferman, konu olarak, sadece Müslüman olmayan uyruğun ayrıcalıklarını genişletmiştir. Nitekim, Tanzimat'ın ve arkasından 1856 Islahat Fermanı’nın getirdiği yeni haklarla, Osmanlı tebaası içindeki gayrimüslimlerin durumu, Müslümanlara nazaran çok daha iyi bir duruma geldi. Avrupa’nın himaye siyaseti sayesinde, büyük ekonomik güce ve siyasî haklara da kavuşuyorlardı. Artık resmen millet terimiyle tanımlanan dinî cemaatlerin, gelişme ve genişleme imkânları artmış bulunuyordu. Öte yandan Avrupa devletlerinin, Osmanlı hükümetini böyle bir fermanı ilana mecbur bırakması, kendilerine siyasî, ekonomik, hukukî ve kültürel alanlarda, yeni çıkarlar sağlamayı hedef alıyordu. İngiltere, Kırım Savaşı ile Rusların sıcak denizlere inmesini önlemiş, Fransa da Akdeniz ticaretini emniyete almış, ayrıca Katoliklerin hâmiliğini üzerine almıştı. Rusya ise, savaşta kaybettiğini bu fermanla masa başında kazanmıştı. Ayrıca, Âlî Paşa'nın, bu fermanın Paris Antlaşması maddeleri içinde yer almasını istemesi, batılı devletlerin, iç işlerimize müdahalesine imkân verdi.

Islahat Fermanı, Gülhâne Hatt-ı Hümâyûnu gibi, sessizlikle karşılanmamış ve çeşitli yönlerden eleştirilmiştir. En büyük eleştiriyi Fransız elçisi; “Devlet-i âliyyenin bu kadar fedakârlık edeceğini me’mûl etmez idik (ummazdık). Canning (İngiliz elçisi) ne dediyse vükelâ-yı devlet-i âliyye (Osmanlı devlet adamları) kabul etti. Eğer biraz dayanılmış olsaydı, ben bazı mertebe kendilerine yardım ederdim” diyerek, olmaması gereken bir gafleti dile getirmiştir. Cevdet Paşa da; “Bu Islahat Fermanı’ndan dolayı millet-i İslâmiyye dilgîr (gönlü yaralı) olarak vükelâyı hâzırayı fasl ve mezemmet eder (kötüler) oldular” diyerek, fermanın nasıl karşılandığını ifade etmektedir. Hariciye Nazırı Fuad Paşa ise, aksine, bu belgenin anlaşmaya konulması ile yabancı müdahalenin önleneceğini savunmuştur.

Islahat Fermanı’nda gayrimüslim vatandaşların lehine olduğu kadar, onları tedirgin eden hükümler de bulunmaktaydı. Askerlik mükellefiyeti, Fatih devrinden beri bahşedilen dinî imtiyazlarla muafiyetlerin yeni şartlar dahilinde tetkiki, papazların öteden beri cemaatlerinden almakta oldukları haraç ve keyfî aidatın ilgasıyla aylığa bağlanmaları ve bütün ruhanî reislerin, sadakat yeminiyle mükellef tutulması gibi esaslar, onlara çok ağır gelen hükümlerdi. Bu yüzden, Müslümanlar kadar gayrimüslimler de (Tanzimat Fermanı’nda olduğu gibi) Islahat Fermanı'nın aleyhinde bulunmuşlardır. Devlet içerisinde bu şekilde karşılanan Islahat Fermanı, uygulamada da birçok güçlüklerle karşılaştı. Bunlar, Osmanlı Devletinin yapısı, Avrupa’nın siyaset, cemiyet ve ekonomi alanında geçirdiği gelişme ve Paris Antlaşmasına imza koyan devletlerin, işlerine karışmalarından doğuyordu. Bu sebeple de, bazı hükümleri kâğıt üzerinde kaldı.

Mustafa Reşid Paşa tarafından hazırlanan Tanzimat Fermanı ile, onun yetiştirmesi Âlî Paşa tarafından hazırlanan Islahat Fermanı arasındaki fark, hazırlık safhasında kendisini gösterir. Tanzimat Fermanı hazırlanırken, açık bir yabancı tesiri görülmezken, Islahat Fermanı, Âlî Paşa ile İstanbul’daki Fransız ve İngiliz elçileri arasında kararlaştırılmıştır. Gülhâne Hatt-ı Hümâyûnu, yayınlandıktan sonra, yabancı elçilere sadece bilgi edinmeleri için bildirildiği halde, Islahat Fermanı, Paris Konferansına katılan devletlere, Paris Antlaşmasının bir maddesinde işaret edilmek için gönderilmişti. Bu durum, Osmanlı Devletinin iç ve dış siyasetinde, bir yabancı müdahalesine yer vermişti.

Bazı batı tarzı kuruluşların ülkeye girmesi ile, cemiyetteki kuruluş ve anlayış farklılaşması, İslâmî müesseselerin yanında batı taklitçisi bir anlayış ve batı taklidi kuruluşların tesisine sebep olmuştur. Tanzimat ve Islahat Fermanları, devletin çöküşünü engelleme yolunda hiçbir fayda sağlamamış, aksine, ülkedeki tebaa ve cemiyetler arasında, yeni ve daha büyük problemlerin çıkmasına zemin hazırlamıştır.

Meselâ, Suriye’de büyük bir galeyan başladı. Arkasından 1858’de, Cidde’de, Müslümanlar ile Hıristiyanlar arasında çatışma çıktı. Fransız ve İngiliz konsolosları öldürüldü. Bunun üzerine, İngiliz ve Fransız donanmaları, Osmanlı Devletine sormadan, şehri bombaladılar. Faillerden on kişiyi yakalayarak idam ettiler. Cidde, bir Osmanlı toprağı idi. Bağımsız bir devletin topraklarında işlenen bir suçun failini, ancak o devletin cezalandırması, milletlerarası bir kaide, teamül olduğu halde, batılı devletlerin buna aldırdıkları bile yoktu. Nihayet, Lübnan’da da büyük bir isyan patlak verdi. Uzun mücadelelerden sonra, 9 Haziran 1861’de, Lübnan Nizamnamesi imzalandı. Buna göre; Hıristiyan bir valinin başkanlığında, Lübnan, muhtar eyalet hâline getirildi. Böylece, Islahat Fermanı, batılı devletlerin istediği şekilde meyveler vermeye başladı.

Prof. Dr. Sinsi 10-11-2012 12:57 AM

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar
 
İçoğlanı
Saray hizmetine alınıp, devlet hizmetleri için yetiştirilen devşirmelere verilen ad.

Osmanlı İmparatorluğu'nda ilk defa içoğlanı yetiştirilmesine, Yıldırım Bayezid döneminde (1389-1402) başlandı. Fatih Sultan Mehmed devrinde (1451-1481) ise, içoğlanı yetiştirilmesi usulü, belirli bir sisteme kavuşturuldu. Buna göre, İstanbul’a getirilen devşirmeler, Arz Odasında tek tek padişaha gösterilir, içlerinden zeki, becerikli ve yakışıklı olanlar, içoğlanı adayı olarak, İskender Çelebi, Edirne, İbrahim Paşa ve Galata saraylarındaki Enderun mekteplerine ayrılırlardı.

Bunlardan başka, Bosna’dan devşirilen ve potur oğlanları denilen Müslüman Boşnak çocukları da, saray için alınırlardı. Ortalama 400 kişiden meydana gelen içoğlanı adayları, dört ayrı koğuşta, altı yıllık bir eğitim ve terbiyeye tâbi tutulurlardı. Buna göre, birinci koğuşta dil ve gramer, İslâmî edep ve terbiye; ikinci koğuşta askerî eğitim, binicilik, ok atmak, mızrak kullanmak, cirit vs. oynamak; üçüncü koğuşta hizmet ve sanat dersleri, yalnızca 40 kişinin alındığı dördüncü koğuşta ise, padişahın özel hizmetleriyle ilgili olarak, kâtiplik, kâhyalık, berberlik, terzilik gibi meslekleri öğrenirlerdi.

Edirne, Galata ve İbrahim Paşa saraylarında tahsil ve terbiye gördükten sonra, kabiliyet gösterenler, çıkmalarda ya asker olarak, kapıkulu süvari ocaklarına geçerler, yahut Yeni Saray’daki (Topkapı Sarayı) Enderûn-ı hümâyûna alınırlardı.

İçoğlanların, oda denilen koğuşları muntazamdı. Yiyecekleri boldu. Her oda efradının, isim ve künyesiyle yevmiyeleri miktarını gösteren maaş defterleri vardı. Maaşları, diğer ulûfeler gibi üç ayda bir verilirdi. Elbise, ayakkabı vs. ihtiyaçları, hep saray tarafından temin edilirdi. Pek sıkı bir inzibat ve kontrol altında yetiştirilen bu çocuklar, tam bir itaat ve terbiyeye sahiptiler. Bazı yabancı tarihçiler, “içoğlanı” tabirine bakarak, bunların uygun olmayan işlerde kullanıldıklarını yazmışlardır. İslâm ve Osmanlı düşmanı bazı romancılar da, bu yanlış bilgilere, hayal mahsullerini de katarak, padişahlara çirkin iftiralarda bulunmaktadırlar. Oysa, burada oğlan tabiri, delikanlı yahut ona yakın erkek demek olup, bunların yetişmelerinin İslâmiyet'e uygunluğu ve hangi hizmetlerde kullanıldıkları, teşkilâtlarında açık olarak görülmektedir. Nitekim, içoğlanları içinden, 16. ve 17. yüzyıllarda, büyük sanatkârlar ve devlet adamları yetişti. Enderûn-ı hümâyûndaki eski görevlerin yerini modern müesseselerin alması ve devşirme sisteminin bozulması sebebiyle önemini kaybeden içoğlanı uygulaması, 1833’te ortadan kalktı.

Prof. Dr. Sinsi 10-11-2012 12:57 AM

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar
 
İkindi Dîvânı
Osmanlı Devleti'nde Dîvân-ı Hümâyûn'un mutad toplantılarının dışında veziriâzamın başkanlığında kurulan dîvân. İkindi namazından sonra toplandığı için bu tabirle anılır.

Bâbıâlî’de, Dîvân-ı Hümâyûn, belli günlerde toplanırdı. Sadrazamlar, burada bitirilemeyen veya padişaha arza lüzum görülmeyen işleri, kendi konaklarında dîvân toplamak suretiyle hallederlerdi. Bu dîvânın toplanması, Salı, Perşembe veya başka günlerde olabilirdi. Sadrazamdan başka hiçbir vezir, ikindi dîvânı toplayamazdı. Dîvân başlamadan önce mehter çalınması âdetti. Sadrazam; dîvâna başkanlık eder, akşama kadar dava dinler, yaptıracağı bir işi derhal yaptırır veya emrini verirdi. Kendi yapamayacak ise veya padişaha bildirilmesi icap ediyorsa, Dîvân-ı Hümâyûna arz ederdi. Eğer mesele, dinî bir hükmün öğrenilmesi ve gereğinin ona göre yapılması ise, Kazaskere ve İstanbul Kadısına havale ederdi. Onlar da, ne yapmak icap ettiğini, yazıyla bildirirlerdi. Sadrazam bunu kabul ederse, tasdik ederdi. İkindi dîvânına herkes müracaatta bulunabilir, burada Türkçe bilmeyenler için, hazır tercümanlar bekletilirdi.

Sadrazam seferde bulunduğu zaman da, özel bir merasim ve duadan sonra, kendi otağında, ikindiden sonra dîvân kurulurdu. 1826’da yeniçeri ocağının kaldırılmasından sonra, ikindi dîvânı toplantılarına son verildi.

Prof. Dr. Sinsi 10-11-2012 12:57 AM

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar
 
İrade-i Seniyye
Osmanlı Devleti'nde özel veya resmî bir iş hakkında verilen padişah emri.

Önceleri sadrazamların arzları üzerine, yani telhis ve takrirlerin üst kenarlarına yazılan padişah mütalaalarına hatt-ı hümâyûn denilirdi. 1839’dan itibaren ise padişah emirlerine “irâde, irâde-i şâhâne” veya “irâde-i seniyye” denilmeye başlandı.

Hatt-ı Hümâyûnda, konu ile ilgili belge, ekleriyle birlikte padişaha sunuluyordu. Padişah da konu hakkında kararını bizzat kendi el yazısıyla belgenin üst tarafına yazıyordu. İradelerde ise, arz tezkiresi adı verilen telhisler, padişaha değil “serkâtib-i şehriyâri” denilen başkâtibe yazılmaya başlandı. Padişahın kendisine okunan arz tezkirelerinde belirtilen konu hakkındaki kararı, serkâtib tarafından aynı tezkirenin sol alt köşesine, yan olarak yazıldıktan sonra yine sadrazama iade edilirdi.

İradeler, sadrazamlardan başka diğer nazırlara da tebliğ olunurdu. Ayrıca 1908’e kadar diğer nazırlar da resmî veya hususî meselelerde arzlarda bulunur ve irâde-i seniyye alabilirdi. Fakat 1908’den sonra, sadece sadrazamlara münhasır kaldı. Bu dönemde padişahlar, nazırlar heyetinin kararlarını imzalamakla yetindiler.

Prof. Dr. Sinsi 10-11-2012 12:57 AM

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar
 
İzn-i Sefine
İstanbul ve Çanakkale boğazlarından geçecek, yabancı gemilere verilen izinlere karşılık alınan resim (harç, vergi).

Fatih Sultan Mehmed Han, Anadolu Hisarını tamir ettirip, Rumeli Hisarı'nı yaptırdığı sene (1452), ilk defa sefîne harcı alınmaya başlandı. İstisnasız bütün yabancı gemilerin muayenesi ile geçme hakkı alındıktan sonra gitmelerine müsaade ediliyordu. 1650-1669 yıllarında yapılan antlaşmalara göre, izn-i sefînenin miktarı, gemi başına 300 akçe olarak tespit edildi. Ancak sonraki yıllarda, gemilerin buharlı ve yelkenli olmalarına göre farklı ücretler alındı. Geçişlerden o zamanki paraya göre, senelik, ortalama olarak, 2500 altın gelir sağlanıyordu.

İzn-i sefîne fermanları, ekseriya isim yerleri açık olarak, Dîvân-ı Hümâyûn kalemince hazırlanırdı. Alınan paralar, devletin umumî gelirleri kısmına dahil edilmezdi. Bunlar, önceleri Dîvân-ı Hümâyûn kalemine ayrılırken, sonraları liman idaresine bırakıldı.

Prof. Dr. Sinsi 10-11-2012 12:57 AM

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar
 
Jön Türkler
On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında, Osmanlı Devleti'nde, batı tarzı idare ve fikirlerin gelişip yayılması için çalışanlara verilen isim.

“Yeni Osmanlılar” veya “Genç Türkler” de denilen bu grup mensupları, Avrupalıların verdikleri Fransızca “Jeunnes Turcs” adıyla meşhur olmuşlardır. Bu tabir, umumî olarak, o yıllarda Avrupa’da politika, fikir ve edebiyatta aşırılık taraftarı gençlere veriliyordu. Yeni Osmanlılar için ise, ilk defa Mustafa Fazıl Paşanın yayınladığı bir mektupta, “Yeni Osmanlılar” karşılığı olarak kullanılmıştır. Daha sonraları Namık Kemal ve Ali Süâvî tarafından da benimsenerek, Türkçe'ye yerleştirilen bu tabir, uzun süre, Osmanlı topraklarında yetişen, devlet idaresine karşı gelen ve yabancılar tarafından yönlendirilen ihtilâlcilerin tamamının ortak adı olmuştur.

Yeni Osmanlılar Cemiyeti, 1789 Fransız İhtilâlinden sonra Avrupa’da süren 1830 ve 1848 ihtilâllerine ve bunların neticesinde ortaya çıkan fikir hareketlerine heveslenenler tarafından, 1865’te, gizli bir teşkilât olarak, İstanbul’da kuruldu. Yine bu tarihte, Mısır Hidivi Kavalalı İsmail Paşa, veraset usulünü değiştirerek, kardeşi Mustafa Fazıl Paşayı bütün haklarından mahrum etti. İkbal küskünü olan bu paşa, Abdülaziz Han'a ve üst kademe devlet adamlarına düşman kesildi. İntikam için, Jön Türklerin arasına katıldı ve başlarına geçerek, onları bilhassa maddî yönden büyük çapta destekledi.

Mustafa Fazıl Paşanın, Abdülaziz Hana hitaben, Paris’te yazdığı ve küstahça ifadelerin yer aldığı mektup, 1867’de Türkçe'ye tercüme edilerek, Tasvîr-i Efkâr Gazetesi’nde yayınlandı ve Osmanlı ülkesinde binlerce adet bastırılıp dağıtıldı. Mektup, meşrutiyet fikirleri ve meşrutiyetin ilanı arzusu bahanesiyle, Osmanlı Devletine ve bazı devlet ricaline karşı ağır ifadeler ihtiva ediyordu. Bu mektubun akabinde, Mustafa Fâzıl Paşa tarafından Paris’e çağrılan Jön Türkler, onun maddî desteğiyle, Avrupa’da geniş bir yayın faaliyetine giriştiler. Bu yayınların biri sönüp diğeri açılıyor ve sayıları çoğalıyordu. Jön Türkler, bu yayınlarından, mükemmel bir fikir sisteminin ifadesi ve izahından ziyade, belli başlı birkaç nokta üzerinde durdular ve hep aynı şeyleri tekrarladılar. Namık Kemal, Ali Süâvî ve Ziya Paşa gibi meşhur isimlerin, kalemleri ile dile getirdikleri fikirleri, “Osmanlı Devletine meşrutiyet idaresinin getirilmesi ve bütün azınlıklara Avrupaî tarzda hak, hürriyet verilmesi” şeklinde özetlenebilir. Bunların sağlanması için, aralarında birlik kuramadılar. Çoğu, ihtilâl ve kanlı mücadele istedi, bir kısmı da fikrî mücadele taraftarı gözüktü. Abdülaziz Hanın Fransa ve İngiltere ziyaretleri esnasında, Padişahtan af diledikten sonra kendisine nazırlık verilen Mustafa Fazıl Paşa, maksadına kavuşup aralarından ayrıldı. Padişahın bu ziyaretinden sonra, Osmanlı Devleti ile dost geçinmek mecburiyetini hisseden Fransa ve İngiliz hükümetleri, Jön Türklere itibar etmez oldular. Hiçbir devletten destek göremeyen Jön Türkler, bir müddet çeşitli Avrupa şehirlerinde dolaştılar. Bir kısmı İstanbul’a dönüp Padişahtan özür dileyerek devlet kademelerinde görev aldılar. Bazıları da yayıncılık faaliyetlerine devam ettiler. Birinci Meşrutiyetin ilanı ile canlanan Jön Türkler (Yeni Osmanlılar Cemiyeti), zararlı faaliyetleri görülünce, İkinci Abdülhamid Han tarafından kapatılarak ortadan kayboldu. Böylece, Jön Türklerin birinci devre faaliyeti sona erdi.

Bundan sonra, yurt içinde ve dışında kurdukları birçok dernek ve yayınladıkları, sayıları yüze varan dergi ve gazete ile, İkinci Abdülhamid Hanın şahsında devlete karşı kesif bir propagandaya girişen Jön Türkler, sıkı bir işbirliği içinde oldukları Fransız ve İngiliz hükümet çevrelerinden destek gördüler. Nitekim, 4 Şubat 1902’de Paris’te toplanan Birinci Jön Türk Kongresi, Fransız Senatosu üyesi Lafeuvre Contalis’in evinde yapıldı. Bu kongreye, Osmanlı Devletinin hakim olduğu hemen her bölgeden çağrılan delegeler katıldı. Bunlar arasında bulunan her din ve milliyetten insanın ortak vasfı, Osmanlı Devletine karşı olmaktan ibaretti. Bunun dışında, aralarında hiçbir bağ ve fikrî birlik bulunmayan bu insanlar, aralarındaki sen-ben çekişmesi sebebiyle, kongreyi başarısız bir şekilde sona erdirdiler. Delegeler, Osmanlı Devletinin yıkılması hariç, başka hiçbir noktada birlik olamadılar.

27-29 Aralık 1907’de yine Paris’te toplanan İkinci Jön Türk Kongresine; İttihat ve Terakki, Prens Sabahattin’in Teşebbüs-i Şahsî ve Adem-i Merkeziyet cemiyetleri yanında, Ermeni Taşnaksutyun Komitesi de katıldı. Kendi aralarında birlik olmamasından yakınılan bu kongrede; Osmanlı Devleti aleyhine en ağır ithamlar yapıldıktan sonra, İran Mebusan Meclisine dostluk telgrafı çekilmesine, Makedonya’daki Rum, Bulgar vs. çetelerinin, devlete karşı olan isyanlarının desteklenmesine, diğer gizli cemiyetlerin birleştirilerek, ihtilâlci yayınlar yapılmasına karar verildi.

Jön Türklerin uzun yıllar devam eden faaliyetlerinde, ön planda meşrutiyet ve hürriyet fikirleri görünüyorsa da, her grup ve şahsın ayrı ayrı maksatları vardı. Azınlıklar istiklâl, hiç değilse muhtariyet kapmak, şahıslar ise şahsî hırs ve arzularını tatmin etmek peşindeydiler. Osmanlı Devletini parçalamak ve yıkmak isteyenler tarafından methedilen Jön Türklerin faaliyetleri ise, devletin yıkılışını hızlandıran belli başlı sebeplerden olmuştur. Batı dünyası karşısındaki tavırlarının taklitten öteye geçememesi, devlet kademelerinde yer almak, meşhur olmak, hattâ Mithat Paşa'da olduğu gibi, kendi ailelerini hanedan yapmak için azınlıklarla, eşkıyalarla, Rum-Ermeni çeteleri ve Avrupa devletleriyle işbirliği yapmaktan çekinmemeleri, bu faaliyetlerin en acı tarafı olmuştur. Netice olarak, Osmanlı topraklarındaki sulh ve sükûnu, dört bir yandan patlak veren ihtilaller, isyanlar, hükümet darbeleri ve savaşlarla yok etmişler, çıkarılan idaresizlik, kargaşa ve savaşlar ortamı içinde, milletin felâketini hazırlamışlardır. Birinci Dünya Savaşı, Jön Türk faaliyetinin Türkiye’de sonu olmuş, daha önce yaptıkları gibi, yine yurt dışına kaçmışlardır.

Prof. Dr. Sinsi 10-11-2012 12:58 AM

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar
 
Kabakçı Mustafa İsyanı
Osmanlı Sultanı Üçüncü Selim Hanın tahttan indirilerek yerine Dördüncü Mustafa Hanın geçirilmesiyle neticelenen isyan. Kastamonulu olan Kabakçı Mustafa’nın Mayıs 1807’de, âsîlerin lideri seçilmesinden önceki hayatı bilinmemektedir.

Kabakçı Mustafa isyanının sebepleri çok çeşitlidir. On sekizinci yüzyılın başlarında Osmanlı Devleti, içte ve dışta çeşitli düşmanlarla mücadele ediyordu. 1789 Fransız ihtilâlinden sonra Avrupa’da meydana gelen olaylar, Osmanlı ülkesini etkilemedi. Hattâ Sultan Üçüncü Selim Han, “Nizâm-ı Cedîd” adı ile askerî, mülkî, idarî, ticarî, içtimaî ve siyasî bir dizi ıslahat teşebbüslerine girişerek, devlete yeni bir hayatiyet ve canlılık getirdi. Bu durum; Rusya, Fransa ve İngiltere’nin hoşuna gitmedi. 13 Aralık 1806’da çıkarılan Sırp isyanı, 1807’de Rusya’ya harp ilanı ve İngiliz donanmasının İskenderiye’yi işgali, tamamen Osmanlı Devletinin bu gelişme programını önlemeye yönelikti. Nitekim bu faaliyetler, içeride de, Selim Hanın kurduğu modern Nizâm-ı Cedîd ordusunu istemeyen yeniçeriler ile menfaatperestleri ve Osmanlı Devletinin yıkılmasını isteyen hainleri harekete geçirdi. Akkâ yenilgisini bir türlü unutamayan Fransızların İstanbul Sefîri Sebastiani’nin teşviki ve Selânikli Sadaret Kaymakamı Köse Musa’nın tahrikleriyle âsiler, ayaklanmaya hazır hâle geldiler. Karadeniz Boğazı tabyalarındaki yeniçeriler ve yamaklar, gizlice, modern ve talimli yeni askerlere karşı kışkırtıldılar. Sadaret Kaymakamı Köse Musa’nın telkinleriyle, yamaklar, Haseki Halil Ağayı parçaladılar. Bu hareket ile isyan başlatıldı. Büyükdere Çayırında toplanan âsiler, Kastamonulu Kabakçı Mustafa’yı lider seçtiler. İsyan genişledi. Beş yüz kadar âsi, İstanbul’a yürüdü. Âsileri, Levend Çiftliğindeki bir tabur nizamî asker durdurmaya kâfiyken, Köse Musa, Nizâm-ı Cedîd askerinin harekâtını durdurdu. Sultan Üçüncü Selim Han da, Müslüman kanı dökülmesini istemedi. Sultan Üçüncü Selim Hanın; “Bu işlere sebep, benim hilmimdir (yumuşak huylu olmamdır)!” demesi üzerine, Köse Musa, âsileri teskin edeceğini ifade ederek, Nizâm-ı Cedîd askerlerinin kaldırıldığı hakkındaki fermanı çıkarttı. Kararın hemen ardından Köse Musa harekete geçti. Çardak ve Unkapanı İskelesine gelen âsiler, yeniçeriler ile birleşip, Nizâm-ı Cedîd taraftarı devlet adamlarını katlettiler. Daha sonra Pâdişâhı da istemiyoruz diye bağıran âsiler, 29 Mayıs 1807’de, Sultan Üçüncü Selim Hanı tahttan indirip, yerine Sultan Dördüncü Mustafa Han'ı geçirdiler. Bütün ilerlemeler durduruldu. Kabakçı Mustafa, Turnacıbaşılık pâyesiyle Boğaz’a tayin edildi. Hükümet işlerinde nüfuz sahibi oldu. Fakat bu çok kısa bir zaman sürdü. Temmuz 1808’de, Boğaz’daki evinde öldürüldü.

Prof. Dr. Sinsi 10-11-2012 12:58 AM

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar
 
Kadınefendi
Osmanlı Devleti saray teşkilâtında, padişah hanımlığına yükselen kadınlara, 17. asırdan sonra verilen unvan.

Kadınefendi unvanı yerine, 16. asırda, “haseki” tabiri kullanılıyordu. Erken devirlerde ve daha önce Türk-İslâm devletlerinde kullanılan “hatun” kelimesi ise, Osmanlılarda sadece padişah kızları için kullanılan bir tabirdi.

Saraya kabul edilen kadınlar, Harem-i Hümâyûnda bir okul disiplini içinde eğitim görürlerdi. Sarayda bu kadınlara okuma yazma ve dinî bilgilerin yanında dikiş-nakış, güzel konuşma ve görgü kaideleri öğretilirdi. Acemi, kalfa, haznedar gibi mertebeleri aşanlar, padişah hanımlığına yükselirler, “gözde” veya “ikbal” unvanını alırlardı. Eğer padişahtan çocukları dünyaya gelirse, “haseki” olarak isimlendirilirlerdi. Padişahların eşleri iki kısımdı; kadınefendi ve haseki sultan. Erkek çocuğu olan hasekilere, Haseki Sultan (sonraları Kadınefendi) denir ve başlarına kıymetli taşlarla süslü altın tac giydirilirdi.

Kadınefendi olanlara haslar verilir, bunlara ayrı daireler tahsis edilir ve maiyetlerine hizmetçiler, memurlar tayin edilirdi.

Prof. Dr. Sinsi 10-11-2012 12:58 AM

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar
 
Kadırga
Buharlı gemilerin yapımından evvel kullanılan harp gemilerinden biri.

Kadırgalar hafif, az su çeken, dar, uzun ve alçak bordalı, kıç tarafları baş tarafından yüksek, kürekle ve müsâit rüzgârlı havalarda üç köşe yelkenle seyir yapan, manevra kabiliyetleri yüksek harp tekneleridir. Özellikle Akdeniz devletleri tarafından kullanılırdı.

Osmanlı kadırgalarının boyları 62 ila 63, genişlikleri 25 veya 8 metre olurdu.

Fırtınalı havalar için elverişli olmayan bu tekneler, kış aylarının rüzgârlı günlerini limanlarda geçirir, yazın sakin ve fırtınasız havalarda denize açılırlardı.

Akdeniz'in en hareketli harp gemisi olan kadırgalar, 7 Ekim 1571 İnebahtı Deniz Savaşı'ndan sonra yerlerini yelkenle hareket eden ve daha çok top taşıyan gemilere terk etmeye başladı. Akdeniz devletleri, 18. yüzyılın sonuna kadar, bahriyelerinde kadırga sınıfından gemi kullanmaya devam ettiler. Osmanlı bahriyesi de yelkene geç geçen ve kadırgayı en son terk eden denizci devletlerden biridir.

Osmanlı kadırgalarında 25, Venedik kadırgalarında 26 çift kürek bulunur ve her kürek dörder kişi tarafından çekilirdi. Osmanlı kadırgalarının baş tarafında biri büyük ve ikisi daha küçük üç top bulunurdu. Küreklerin rahat çekilmesi ve tekne ortasında leventlerin ve gemicilerin dolaşabilmeleri için kadırga bordalarında “şahnişin” denilen çıkmalar yer alırdı.

Osmanlı kadırgaları, Zakala ve Bey kadırgaları olmak üzere iki sınıftı. Zakala kadırgaları, devlet tersanelerinde yapılırdı. Bey kadırgaları ise, beylerin kendi bölgelerindeki tersanelerde yaptırılır, deniz savaşlarında da doğrudan kendileri komuta ederlerdi. Son zamanlarda top sayıları arttırıldı.

Kadırgaların personel mevcudu; 196 kürekçi, 100 levent ve geri kalan gemici olmak üzere 330 kişiydi.

Kadırgadaki kürekçiler, esirlerden veya kürek cezasına çarptırılmış mahkûmlardan, bazen de kısmen gönüllülerden olurdu. On beşinci ve on sekizinci yüzyıllar boyunca, donanmalarda kullanılan kadırgalar, topçuluğun gelişmesi ve kalyon sınıfı gemilerin deniz savaşlarında önem kazanmasından sonra, önemini kaybetti.

Prof. Dr. Sinsi 10-11-2012 12:58 AM

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar
 
Kahtı Rical (Kaht-ı Ricâl)
Bir ülkede, büyük devlet ve siyaset adamları ile âlimlerin bulunmaması, yetişmemesi.

Osmanlı Devleti'nde bilhassa Tanzimat'tan sonra “kaht-ı rical” tabiri çok kullanılmıştır. Devlet adamlarının yetişmemesi, âlimlerin çok azalması, devletin yıkılış sebeplerinden birisidir.

Büyük imparatorluk hâlindeki Osmanlıları yıkmanın tek şartının, onları ilimden, dirayetli devlet adamlarından mahrum bırakmak olduğuna inanan İngilizler (iki asır boyunca bu iş için uğraştılar), fen ve din ilimlerinin okutulduğu medreselerin yozlaşması için var güçleriyle çalışarak, 19. asrın sonu ve 20. asrın başında arzularına tamamen ulaştılar. Artık Osmanlıda, devlet ve ilim adamı sayılabilecek çok az kimse yetişti. Bu bakımdan, o zamanlar, kaht-ı rical tabiri günlük lisanda çok kullanılır oldu.

Prof. Dr. Sinsi 10-11-2012 12:58 AM

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar
 
Kalyon
Yelkenli ve kürekli en büyük savaş ve yük gemisi.

Osmanlı kalyonlarının, üç ambarlı ve kapak adı verilen iki çeşidi vardı. Üç ambarlı, en üst güvertesinden başka iki alt güvertesinde top bataryası bulunan, ağır ve hantal yapılı, yalnız yelkenle yürütülen bir gemi tipiydi. Kapak, ana güvertesinden başka iki alt güvertesinde top bataryası bulunan, daha hafif bir kalyondu. Buna “karaka” da denirdi. Osmanlı denizciliğinde kalyon, ilk defa, Sultan İkinci Bayezid Han devrinde kullanıldı. Kanunî Sultan Süleyman Han devrinde de, bin beş yüzden iki bin tonilâtoya kadar yük taşımaya müsait, karaka türünden büyük gemi kullanılırdı. Bu gemiler, her ne kadar kürekle sevk olunur ise de, hareketleri yelken ve direğe, yani rüzgâra bağlı olduğundan, savaş sırasında rüzgâr esmediği zamanlarda pek fazla işe yaramazlardı. Osmanlılar, bu tür gemileri, nakliyat işlerinde kullanırlardı.

Kalyonda çalışanların aylıklarını, yiyecek ve içeceklerini ve levazım hesaplarını tutan, vazifeli kalyon kâtibi bulunurdu. Kalyonlarda, bugünkü doktor albay rütbesinde, kalyon tabibi vardı. Kalyonlarda vazifeli askerler, kalyoncu diye tabir edilirdi.

Kalyoncuların özel bir kıyafeti vardı. Bir metre uzunluğunda yatağan bıçaklar ve özel tabancalar kullanırlar, başlarına, bellerine şal takarlar, omuzlarına mevsime göre yapılmış bornoz atarlardı. Bazen başlarına sarıklar sararlar, sırma ve düz kaytandan işlemeli şalvar giyerlerdi.

Ayakkabıları küt burunlu, üzerinden ayak parmakları görülecek biçimdeydi. Buharlı gemilerin yapımından sonra, diğer yelkenli harp gemileri gibi kalyonlar da ortadan kalktı.

Prof. Dr. Sinsi 10-11-2012 12:58 AM

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar
 
Kanunname
İdarî, malî, cezaî ve çeşitli sahalarda görülen lüzum üzerine, padişahların emir ve fermanlarıyla vaz' edilen (konulan) kanun ve nizamları ihtiva eden mecmua. Kanunnâmeler, daha önceki padişahlar tarafından konulan kanun ve nizamların aynen veya hülasa edilerek toplanmak suretiyle de meydana getirilirdi.

Bütün İslâm devletlerinde, hükümde, birinci derecede esas kaynak; kitap, sünnet, icmâ ve kıyas ile bunlara bağlı delillerin teşkil ettiği İslâm hukukudur. Hicrî dördüncü asra kadar müctehidler, temel kaynaklarda hükmü açıkça bulunmayan meseleleri, kendi içtihatlarına göre hallediyorlardı. Bu asırdan itibaren, yalnız dört büyük müctehidin içtihat ve usulleri kaydedilmiş, fıkıh ve usûl-i fıkıh kitapları yazılmıştır. Bundan sonra, sorulan sualler bu kitaplara göre cevaplandırılmıştır. Zamanla, âlimlerin, fıkıh kitaplarına göre verdikleri cevaplar derlenerek, fetva kitapları yazılmıştır.

Bunların yanında, sultan tarafından emir, ferman ve kanunnameler de çıkarılmıştır. Bunlar, meydana gelen hâdiseleri halleden hükümler mahiyetindedir. Padişahların bu nevi hüküm verme hususunda mesnetleri, dayanakları yine İslâm hukukudur. İslâm hukuku, lüzum görüldüğünde padişaha hüküm vermek selâhiyeti vermiştir. Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîfte, ulülemre itaat emredilmiştir. Bu sebeple padişahlar, zaman zaman kamu yararını ve devlet işlerinin düzenli yürütülmesini dikkate alarak, hukakun çeşitli mevzularına ait kanunlar koymuşlardır.

Nitekim pazardaki bac vergisinin miktarı, timarlı sipahilerin hak ve vazifeleri, kıyafet ve sikke meseleleri, padişahın emir ve fermanları ile tanzim edilmiştir. Bu düzenlemelerde, muhitlerin dine muhalif olmayan örf ve âdetleri de önemli rol oynamıştır. Bu husus, emir ve fermanları bir araya toplayan kanunnâme mecmualarının baş tarafındaki; “Yüce İslâm kanununa uygunluğu görülüp, şimdi bile geçerli kanun ve İslâmî meseledir” ibaresinden de açıkça anlaşılmaktadır. Kemalpaşazâde’nin bir fetvasındaki; “Şer’an câiz değildir ve hem men olunmuştur. Cânib-i sultandan” ifadesi, İslâm hukuku ile kanunnâmeler arasındaki uygunluğu gösterir. Osmanlı için böyle bir uygunluk mecburîdir. Çünkü devletin temeli, İslâmı yaşama ve yayma gayesi üzerine kurulmuştur.

Osmanlı padişahlarının, İslâm hukukunun dışında olan örfe dayanarak yaptığı düzenlemeleri, İslâm hukukunun dışında görmek ve Osmanlının İslâm hukukundan ayrı, bir de örfî hukuk tatbik ettiğini söylemek mümkün değildir. Çünkü İslâm esaslarına muhalif olmayan her tasarruf dinîdir ve dine uygundur. Bunun içindir ki, Osmanlılarda hâkim mevkiinde olan kadılar, fıkıh ve fetva kitapları yanında padişah tarafından çıkarılan emir, ferman ve kanunnâmelere de hükümde kaynak olarak müracaat etmişlerdir.

İlk Osmanlı kanunnâmeleri, kanun tekniği ve bünye hususiyetleri bakımından, mücerret ve umumî bazı hükümlerin, sistemli bir tarzda, tasnif ve tertipleri suretiyle meydana gelmiş değildi. Bunlar daha ziyade, muayyen zaman ve mekânlarda ortaya çıkan hâdiselerle ilgili emir ve fermanlardan ibaretti. Ayrıca, bütün Osmanlı memleketlerine mahsus umumî kanunlar olmayıp, her yerin örf ve âdetlerine göre düzenlenmiş hususî kanunlardı. Zaten Osmanlı Devleti'nde, idarî, malî mevzuatta bölgelere göre, her biri ayrı bir teşkilât ve nizamla idare edilen ve çeşitli imtiyaz ve muafiyetlere sahip bulunan zümreler vardı. Bunlara ve vakıflar şeklinde, idarî-malî bir takım muhtariyetlere ve her biri kendi hususî statüsüne göre idare edilen teşekküllere hükmeden bir ülkede, umumî bir teşkilât ve idare kanunu tertip etmeye ve bunu herkesin eline vermeye imkân yoktu. Bu sebeple Osmanlıların, İslâmiyet'e uygun olmak şartıyla, meselâ Macaristan’da fethedilen memleketler ile Adalar'da, Mısır’da, Âzerbaycan’da veya doğu vilayetlerinde, hemen fetihten sonra, uyulacak kanunlar kaleme alınırken, o memleketlerde öteden beri geçerli örf ve âdetler ile birlikte bir kısım eski nizam ve kanunların da değiştirilmedikleri dikkati çekmektedir. Bilhassa bir kısım Türk-İslâm devletlerinden fethedilen ülkelerde bazen eski kanunların hiç değiştirilmeden, aynen ve eski isimleri ile muhafaza ve tatbik edildiği, sadece sonradan sokulmuş ve İslâmiyet'e aykırı bid’atlerin ayıklanarak atıldığı görülmektedir.

Denilebilir ki, Osmanlılar fethettikleri memleketlerdeki örf ve âdetler ile halkın alışık olduğu vergi şekillerine uzun müddet riayet etmişler, ancak lüzum duyuldukça, onları yavaş yavaş tadil ve ıslah etmek suretiyle, bütün ülke için umumî ve müşterek bir nizama doğru yükselmek imkânını bulmuşlardır. Yine bu siyaset sayesinde, hakimiyetleri altına aldıkları ülke halkının gönlünü fethetmişler ve onları İslâmiyet'e daha kolay ısındırmışlardır.

İlk zamanlarda emir ve fermanlar çıkarmak suretiyle mahalline gönderilen kanunlar, Fatih Sultan Mehmed zamanında, Kanunnâme-i Âl-i Osman adıyla tedvin edilmiştir (derlenmiştir). Nitekim, Kanunnâme’nin hemen başında yer alan; “Bu kanunnâme, atam ve dedem kânûnudur ve benüm dahî kânunumdur” ifadesi, bunun açık delilidir. Fatih kanunnâmesi, üç kısımdan teşekkül etmekteydi. Birinci kısım, devlet ileri gelenlerinin teşrifattaki yerlerine, padişaha kimlerin arzda bulunabileceklerine, kadıların mertebelerine; ikinci kısım, saltanat işlerinin tertibine, yani dîvân, hasoda teşkilâtına ve saray hizmetkârlarının bayramlaşma merasimlerine; üçüncü kısım ise, suçlar ve karşılıkları ile mansıp sahiplerinin gelirlerine dair bilgileri ihtiva ediyordu. Son kısımda ayrıca gayrimüslim devletlerin verecekleri yıllık vergiler ile devlet görevlileri ve hanedan mensuplarına dair lakap örnekleri bulunmaktadır.

Diğer taraftan, arazi ile ilgili kanunnâmeler, umumî nüfus ve arazi tahrir defterlerinin baş kısmında yer alıyordu. Burada, Osmanlı Devletinde yazıldığı yöre ile ilgili toprak işçiliğinin organizasyon şekilleri, toprakların ve o toprağı işleyen reâyânın hukukî statüleri, vergi sistemleri ve çiftçileri ilgilendiren çeşitli vergilerin önem ve mahiyeti belirtilmekteydi.

Halkın eşya ve yiyecek fiyatlarının tespit ve teftişi hususlarını tayin eden ihtisab kanunnâmeleri ise, padişahın emri üzerine, alâkalı zümre temsilcilerinin katılmasıyla mahallinde yapılan tetkiklere ve esnafın âdet ve nizamlarını tespit için vaktiyle verilmiş fermanlara dayanarak düzenlenmiştir. Kanunnâmede alışverişlerle alâkalı olarak narhın herkesi ilgilendirmesi sebebiyle, ferman çıkmadıkça fiyatların yükselip düşürülemeyeceği üzerinde durulmaktadır. Narh söz konusu edilirken, sadece tayin edilen fiyattan satmak değil, bunun yanında kalitenin de bozulmaması lazım geldiği hususuna dikkat çekilmekte; fiyata riayet etmekle beraber; sanatına hile katan, gramajı düşüren veya özellikle ekmeği çiğ çıkaranların affedilmeyip cezalandırılmaları istenmektedir. Bilhassa halkın huzur içinde yaşayabilmesini temin eden şartlardan birinin, çarşı pazarın intizamına bağlı bulunduğuna dikkat çekilmektedir. Bu yüzdendir ki, Osmanlılar, çok önem verdikleri narh müessesesinin kontrolünü, sadrazamın vazifeleri arasına almışlardır.

Fatih Sultan Mehmed, İkinci Bayezid ve Yavuz Sultan Selim Han zamanlarında düzenlenen kanunnâmeler, Kanunî Sultan Süleyman zamanında en mükemmel şeklini almıştır. Bu kanunnâme de, Fatih Kanunnâmesi gibi, üç bölümden meydana gelmektedir. Birinci bölümde, ceza kanunları genişletilmiş ve sistematik bir şekilde düzenlenmiştir. İkinci bölüm, sipahilerin yükümlülüklerine ve sipahilerle ilgili kanunlara yer vermiş, sipahilerin reâyâ üzerindeki haklarıyla onlardan alacakları vergiler, has ve timar arazilerinden alınan baçlar, yayalarla müsellemlere ilişkin kanunlar da bu bölümde ele alınmıştır. Üçüncü bölümde ise, reâyânın hak ve görevleriyle, toprakların kullanımına dair hükümler ve askerlik vazifesi yapan reâyânın özel kanunları vardır.

Bu kanunnâmelerin yanında, zamanın padişahının emirleri ve muhtelif kanunların bir araya getirilmesi suretiyle teşkil olunan kanunnâmeler de görülmektedir. Ancak bu kanunnâmeler, tatbikatta müracaat edilen asıl kanun metinleri olmaktan uzaktır. Bunlar, devlet dairelerinde tatbik edilmek üzere, resmen tanzim edilmiş bir kanunlar mecellesinin aslı olmayıp, Osmanlı devlet teşkilâtı hakkında umumî bir fikir vermeye yarayacak derlemelerden ibarettir. Ancak, bazen bunlar, bir kanunnâme sureti de olabilmektedir.

Bu arada bazı kanunnâmeler de asıl metni teşkil eden hükümlerin fetva şeklinde birer misal ile izah edildiği de görülmektedir. Bunlar arasında bilhassa Şeyhülislâm Ebüssuud Efendi'ye ait olup, mîrî arazi rejiminin esaslarını tespit ve izah eden fetvalar çok önemlidir.

Padişahlar, bu kanunları düzenlerken, mutlak olarak dîvân üyeleri ile istişâre etmişlerdir. Ayrıca şeyhülislâmın da tasdikinden geçirilmiştir.

Bu durum, devletin zayıfladığı ve dış baskılarla ilan edilen Tanzimat Fermanı'na kadar düzenli bir şekilde devam etmiştir. Tanzimat'tan sonra, Osmanlı ülkesindeki ecnebî davalarının şer’î mahkemelerde görülmesine karşı çıkılınca, batılı devletlerin baskısı ile, yabancıların davalarının halledilmesinde esas olmak üzere bazı tadiller de yapılmıştır. Hattâ bunun için, Avrupaî kanunların tercüme edilmesini teklif edenler olmuştur. Cevdet Paşa ve taraftarları, bu kanunların, Osmanlı Devletinin bünyesine uymadığını söyleyince, kabul gören bu fikir neticesinde, devrin âlimlerinden müteşekkil bir heyet; Metn-i Metîn ve Arazi Kanunnâmesi'ni (bilâhare Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye’yi) hazırlamıştır. Bunların yanında, 1840 ve 1850-51 tarihli ceza kanunları, İslâm hukukuna uygun olarak hazırlanan kanunlar grubunu teşkil eder. Bununla beraber, 1850 tarihli Ticaret Kanunnâmesi, 1858 tarihli Ceza Kanunnâme-i Hümâyûnu gibi kanunlar ise, batılı kanunların değiştirilmesi ile hazırlanmışlardır.

Prof. Dr. Sinsi 10-11-2012 12:59 AM

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar
 
Kanun-u Esasi (Kanun-u Esasî)
Osmanlı Devletinde, Sultan İkinci Abdülhamid Hanın emriyle 28 kişilik bir heyet tarafından hazırlanıp, 23 Aralık 1876’da kabul ve ilan edilen anayasa özelliğindeki kanun. Devletin şeklini, çatısını, devlet içindeki teşrî (yasama), icra (yürütme), kaza (yargı) kuvvetlerinin birbiriyle münasebetini, bunların hangi organlar vasıtasıyla kullanıldığını ve ayrıca ferdin devlete karşı olan hak ve görevlerini tayin eden Kanun-u Esasî, 12 kısım ve 121 maddeden ibarettir.

Osmanlı Devleti bir İslâm devleti olduğu için, İslâm hukukuna göre hazırlanmış, anayasa özelliğini taşıyan kanunnâmelerle idare ediliyordu. Kanunnâmelerin dışında, 1808’de Sened-i İttifak, 1839’da Gülhane Hatt-ı Hümâyûnu adıyla bilinen Tanzimat Fermanı ve 1856’da Islahat Fermanı gibi, anayasa özelliği taşımayan siyasî belgeler çıkarıldı. Bu belgeler siyasî olup, genelde Hıristiyan Avrupa devletlerinin baskısıyla, Osmanlı ülkesindeki gayrimüslim tebaaya daha fazla hak ve imtiyaz verilmesi için düzenlendi.

Tanzimat döneminden itibaren, tahsil için Avrupa’ya gönderilen şahıslar, batı kültürüyle temasa geçtiler. Fransız İhtilali'nin ortaya koyduğu liberal fikirlerin etkisinde kalan gençler, bu fikirleri Osmanlı ülkesinde yaymaya çalıştılar. Osmanlı Devletinin siyasî yapısını değiştirmek için kurulan ve Avrupa devletlerinden destek gören Yeni Osmanlılar Cemiyeti, meşrutiyet idaresinin kurulması için, içeride ve dışarıda faaliyet gösterdi. Batı rejim ve müesseselerine hayran olan Midhat Paşa'nın da dahil olduğu Yeni Osmanlılar Cemiyetine mensup kimseler, başta padişah Sultan Abdülaziz Han olmak üzere, yüksek devlet makamlarında bulunan bazı şahsiyetler aleyhinde tertiplere giriştiler. Yürütülen bu çalışmalar ve tertipler neticesinde Mahmud Nedim Paşa sadrazamlıktan alınıp yerine Mütercim Rüşdü Paşa getirildi. Hüseyin Avni Paşa da Seraskerliğe (Genel Kurmay Başkanlığı) tayin oldu. Kabinede değişiklik yapılarak Hayrullah Efendi Şeyhülislâmlığa getirildi. Midhat Paşa ve arkadaşları, kurdukları türlü hile ve tuzaklarla, 30 Mayıs 1876’da Sultan Abdülaziz Hanı tahttan indirdiler ve Topkapı Sarayı'na hapsettiler. Yerine de Beşinci Murad Hanı geçirdiler. 4 Haziran 1876’da, Sultan Abdülaziz Hanı, Fer’iye Sarayında, bir suikastla şehit ettiler. Sultan Beşinci Murad Han, bu işkenceli ölümü işitince, üzüntüden aklî dengesini kaybetti. Doktorların Sultan Murad’ın tedavisine artık imkân kalmadığını raporla bildirmeleri üzerine, Bâbıâli’de toplanan vükelâ heyeti (Bakanlar Kurulu), Sultan Murad’ın tahttan indirilmesine ve İkinci Abdülhamid Han'ın tahta geçirilmesine karar verdi.

Meşrutiyet idaresini getireceğini vâdeden Sultan İkinci Abdülhamid Han, 31 Ağustos 1876’da tahta çıktı. Meşrutiyet idaresinin esaslarını belirleyecek Kanun-u Esasî’yi hazırlamakla, Midhat Paşayı görevlendirdi. Ön hazırlık olmak üzere, yirmiye yakın proje hazırlandı. Çeşitli Avrupa anayasaları tercüme edildi. Midhat Paşanın 57 madde ve dokuz bölüm olarak hazırladığı “Kanûn-i Cedîd” adlı proje, dengesiz bir meşrutiyet rejimi taslağı olduğu için kabul görmedi. Hazırlanan diğer projeler de incelenip, Kanun-u Esasî’yi hazırlamak üzere, Cemiyet-i Mahsûsa adı verilen 28 kişilik bir özel komisyon teşkil edildi. Bu komisyonun başkanı olarak, bazı eserlerde Server Paşa, bazılarındaysa Midhat Paşa geçmektedir. Ziya Paşa ve Namık Kemal’in de yer aldığı bu komisyon, uzun münakaşalardan sonra, yüz kırk maddelik bir projeyi Padişah’a takdim etti. Sultan Abdülhamid Han, hazırlanan bu taslağın bir defa da Heyet-i Vükelâ (Bakanlar Kurulu) tarafından görüşülmesini istedi. Vükelâ heyeti, Midhat Paşanın konağındaki, uzun süren tartışmalardan sonra hazırladığı son taslağı Padişah’a takdim etti. Sultan Abdülhamid Han da kendisine sunulan taslakta bazı değişiklikler yapıp, tasdik ettikten sonra, ilan edilmek üzere, daha dört günlük sadrazam olan Midhat Paşaya gönderdi. Kanun-u Esasî, 23 Aralık 1876'da, Bâbıâli’de yapılan bir törenle ilan edildi. Bu sırada, batılı devletlerin, Osmanlı ülkesindeki gayrimüslim tebaayla ilgili yeni düzenlemeleri zorla yaptırmak üzere topladıkları Tersane Konferansı, Haliç Tersanesinde devam ediyordu. Kanun-u Esasî’nin ilan edildiğini bildiren top seslerinin duyulması üzerine söz alan Hariciye Nazırı Saffet Paşa; “Bu işittiğimiz top sesleri, Kanun-u Esasî’nin ilanını müjdelemektedir” dedi ve gayrimüslimlerin haklarının, Müslümanlarla eşit hale getirildiğini belirtti. “Artık toplantımız lüzumsuz olur” dediyse de, Avrupa devletlerinin temsilcileri, hiç aldırış etmeyerek toplantıya devam ettiler. Midhat Paşa ve taraftarlarının, Avrupalılara yaranmak için hazırladıkları ve Sultan İkinci Abdülhamid Hana kabul ettirdikleri Kanun-u Esasî’nin ilan edilmesine “Çocuk oyuncağıdır” diyerek karşılık verdiler.

Midhat Paşa, meşrutiyet rejimini ve Kanun-u Esasî’yi, Sultan İkinci Abdülhamid Hana karşı, milletlerarası bir antlaşmayla teminat (garanti) altına aldırmayı planladı. Bunun için Nafia Müsteşarı ve akıl hocası olan Ermeni Odyan Efendiyi, özel olarak vazifelendirip Avrupa’ya gönderdi. İngiliz Hariciye Nazırı Lord Derby, görüşmelerden sonra Odyan Efendiye, bu işin Osmanlı Devletinin iç meselesi olduğunu, Avrupa devletlerinin karışamayacaklarını söyledi. Midhat Paşa, bu hareketiyle, şahsî ihtirasları uğruna Osmanlı Devletinin geleceğiyle ilgili haince emeller beslediğini ortaya koydu.

Kanun-u Esasî’nin kabul ve ilan edilmesinden sonra, 1877 yılının başında, ilk mebus (milletvekili) seçimleri yapıldı. Yapılan seçimler sonunda, 69’u değişik milliyetlere mensup Müslüman, 46’sı gayrimüslim olmak üzere, 115 milletvekilinden meydana gelen Meclis-i Mebusan, 40 kişi yerine 26’sı tayin edilen Âyân Meclisi teşkil edildi. Meclis-i Mebusan ve Âyân Meclisinden meydana gelen Meclis-i Umumî, 20 Mart 1877’de Dolmabahçe Sarayının muâyede (bayramlaşma) salonunda, padişahın konuşmasıyla açıldı. İki dönem çalıştıktan sonra, patlak veren Doksanüç Harbi (1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı) sırasında devletin ve ülkenin durumunu tehlikeye sokacak tartışmalara sahne oldu. Bu sebeple Sultan İkinci Abdülhamid Han, Kanun-u Esasî’nin kendisine verdiği yetkiye dayanarak, Meclis-i Mebusan'ı 14 Şubat 1878’de feshetti. Böylece Birinci Meşrutiyet dönemi bitti. Yürürlükte olan Kanun-u Esasî’nin uygulamasına otuz sene beş ay dokuz gün ara verildi. 23 Temmuz 1908’de İkinci Meşrutiyeti ilan eden Abdülhamid Han, Kanun-u Esasî’yi tekrar uygulamaya koydu. Kanun-u Esasî’nin yeniden uygulamaya konulması ve İkinci Meşrutiyetin ilanı üzerine, Osmanlı Devletinin parçalanmasını isteyen iç ve dış mihraklar, tekrar faaliyete geçtiler.

Gayrimüslimler ve azınlıklarla birlikte hareket eden İttihat ve Terakki Fırkası, Meclis-i Mebusan'da çoğunluğu sağladı. Kanun-u Esasî gereğince padişah tarafından seçilen Âyân Meclisi'yle birlikte Meclis-i Mebusan, 4 Aralık 1908’de toplandı. İngilizlerin ve İttihat ve Terakki Komitesinin kışkırtmaları neticesinde meydana gelen 31 Mart Vak’ası'ndan sonra, Sultan İkinci Abdülhamid Han tahttan indirilerek, Selânik’e gönderildi. Yerine de Sultan Beşinci Mehmed Reşad Han getirildi. Sultan İkinci Abdülhamid Hanın tahttan indirilmesinden sonra toplanan Meclis-i Mebusan, Kanun-u Esasî üzerinde değişiklikler yaptı. 3 Mayıs 1909 tarihli oturumda yapılan değişiklikler, İttihat ve Terakki Fırkasının teklifleri doğrultusunda yapıldı. Kanun-u Esasî’nin 3, 6, 7, 10, 12, 27, 28, 29, 30, 35, 36, 38, 43, 44, 53, 55, 76, 77, 80, 113, 118, 119, 120, 121. maddeleri değiştirildi. Bu değişiklik, ana hatlarıyla, Osmanlı Devletinin şeklinde bir değişmeye sebep olmadı. Kanun-u Esasî üzerindeki bir kısım değişiklikler de, 1911-1914 senelerinde oldu. 1915’te yapılan bir değişiklikle, milletvekillerinin maaş ve harcırah meseleleri düzenlendi. 10 Mart 1916’daki değişiklikle de, 35. madde tamamen kaldırılırken, 1916’da yapılan diğer bir değişiklikle, seçme ve seçilme muamelelerinde yeni düzenlemeler getirildi. 21 Mart 1918’de yapılan bir değişiklikle de, seçimle ilgili bazı yeniliklere yer verildi.

1876 yılından 1924 yılına kadar, 48 yıl yürürlükte kalan, padişahın yetkilerini ve meşrutiyeti kabul eden Kanun-u Esasî, Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümeti devrinde de uygulandı. 1921 yılında çıkarılan Teşkilât-ı Esâsiye Kanunu’yla birlikte yürürlükte bulunan Kanun-u Esasî, 1924 Anayasasının kabulüyle, fiilen yürürlükten kalktı.

On iki bölümden ve 121 maddeden meydana gelen Kanun-u Esasî’nin 1. maddeden 7. maddeye kadar olan birinci kısmı, Memâlik-i Osmâniye başlığını taşır. Osmanlı Devletinin ülkesiyle bütünlüğü, başşehrinin İstanbul olduğu, saltanat ve hilâfetin Osmanlı sülâlesinden olan en büyük evlâda ait olduğu ve Osmanlı padişahının yetkileri hükme bağlanmıştır. İkinci kısım, Tebaa-i Devlet-i Osmâniye'nin Hukuk-ı Umûmiyesi başlığını taşımaktadır. 8. maddeden 26. maddeye kadar olan bu kısımda, Osmanlı Devleti tebaasının hak ve hürriyetleri sayılmakta ve hükme bağlanmaktadır. 27. maddeden 38. maddeye kadar olan üçüncü kısım ise; Vükelâ-yı devlet başlığını taşımaktadır. Bu bölümde, sadrazam (başbakan) ve vekillerin (bakanların) hukukî durumları, vekiller heyetinin padişah ve meclis karşısındaki durumları düzenlenmiştir. 39. maddeden 41. maddeye kadar olan dördüncü kısım, memurîn başlığını taşımakta olup bu bölümde memurların sahip olduğu hukukî teminattan, kanunî şartlara uygun olarak tayin edilen memurların hak ve vazifelerinden bahsedilmektedir.

Beşinci kısım ise 42. maddeden 59. maddeye kadar olup Meclis-i Umumî başlığını taşımaktadır. Osmanlı Devletinin parlamentosu olan Meclis-i Umumî'nin Heyet-i Âyân ve Heyet-i Mebusandan meydana geldiğini, bu meclisin ve heyetlerin vazife ve sorumluluklarını, toplanma esas ve zamanlarını hükme bağlamıştır. 60. maddeden 64. maddeye kadar olan altıncı kısımda Âyân Meclisinin statüsü düzenlenmiştir. Yedinci kısım, 65. maddeden 80. maddeye kadar olup Heyet-i Mebusan'ın çalışma esaslarını bildirmektedir. Mehâkim başlığını taşıyan ve 81. maddeden 91. maddeye kadar olan sekizinci kısımda; hâkimlerin ve mahkemelerin kuruluş ve çalışma esaslarıyla ilgili hükümler yer almıştır. Dîvân-ı Âlî (Yüce Divan) başlığını taşıyan dokuzuncu bölüm ise 92. maddeden 95. maddeye kadardır. Bu bölümde; vekilleri, temyiz mahkemesi başkanlarını ve üyelerini, kendi üyelerini yargılayan Dîvân-ı Âlî adı verilen yüksek mahkemenin çalışma esasları açıklanmıştır. 96. maddeden 107. maddeye kadar olan onuncu kısımda maliyeyle ilgili hükümlere yer verilmiştir. On birinci kısımda vilayetlerin idaresi, usûl-i tevsi-i mezûniyet (yetki genişliği) ve vazifelerin ayrılması esasları anlatılmıştır. Bu kısım, 108. maddeden 112. maddeye kadardır. On ikinci ve son kısım ise, 113. maddeden 121. maddeye kadardır. Mevâd-ı şifâ başlığını taşıyan bu kısımda; memleketin herhangi bir yerinde ihtilal ve isyan vuku bulduğu zaman örfî idâre (sıkıyönetim) ilanı, kamu düzenini bozan kimselerin soruşturma neticesinde Osmanlı ülkesi dışına sürgün edilebileceği, bütün Osmanlılara ilköğretimin mecburi olduğu, Kanun-u Esasî’nin hiçbir maddesinin, hiçbir sebep ve bahaneyle yürürlükten kaldırılamayacağı, bazı maddelerin değiştirilebileceği hükümleri yer almıştır.

Çeşitli Avrupa anayasalarından alınarak hazırlanan Kanun-u Esasî’de, devletin dininin İslâmiyet olduğu belirtilmiştir. Padişahın yetkileri sınırlandırılmıştır. Padişah, vekiller üzerinde doğrudan doğruya hakim ve icra kuvvetinin (yürütmenin) hukukî ve fiilî başkanıdır. Vekiller ise, Meclis-i Umumî'ye karşı değil, padişaha karşı sorumludurlar. Teker teker padişah tarafından tayin ve azledilirler. Padişahın aynı zamanda halifelik unvanı da taşıyacağı, kanunların İslâm dininin emir ve yasaklarına aykırı olamayacağı belirtilmiş, şeyhülislâmlık makamı ve şer’iye mahkemelerinin varlığı da yer almıştır.

Prof. Dr. Sinsi 10-11-2012 12:59 AM

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar
 
Kapan
Kapanlar; balkapanı, unkapanı, yağkapanı gibi, orada satılan mallara göre adlandırılmıştır.

Osmanlı Devleti'nin kuruluşundan itibaren yağ, bal, un, çeşitli erzak, hububat, kahve, ipek, pamuk gibi maddeler kapanlara getirilir, devlet bunlardan belli bir ardiye ücreti alarak, gerektiğinde narh koyardı. Bilhassa İstanbul’da, dışarıdan ithal edilen mal ve eşyanın satışı, bu kapanlarda, devlet resmî memurunun nezaretinde, esnafın yiğitbaşları ve ihtiyarların katılması ile yapılırdı. Böylece, malların hileli ve fazla fiyatla satılması önlenmiş ve herkesin kolayca mal temin edebilmesi sağlanmıştır. İlk Osmanlı Sultanlarının bina ettirdiği cami, mescit, medrese, imaret gibi vakıfların masraflarını karşılamak üzere, “kapan hanı” yaptırdıklarına tarihî kayıtlarda rastlanmaktadır.

Osmanlılarda zamanla gelişen kapanlar, günümüzde kurulmasına çalışılan ve bazı büyük şehirlerde açılan umumî pazar veya halden başka bir şey değildir.

Prof. Dr. Sinsi 10-11-2012 12:59 AM

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar
 
Kapitülasyonlar
Osmanlı Devletinde yabancıların statüsünü tespit eden hukukî, malî, idarî ve dinî özellikteki antlaşmalar. Kapitülasyonlara, kısaca “imtiyaz” veya “imtiyâzât-ı ecnebiyye” de denir.

Osmanlı Devleti tarihinde ilk olarak, Sultan Birinci Murad Han zamanında, 1365 yılında, Dalmaçya kıyılarında fakir bir ülke olan Ragusa Cumhuriyetine, beş yüz duka haraç karşılığında, ticarî imtiyaz verildi. 1397’de Osmanlı ülkesine gelen Bizans elçi ve konsoloslarına bazı imtiyazlar verildi. Bu imtiyazlar karşılığında, Bizans İmparatorluğundan İstanbul’da bir Türk mahallesi kurma ve bu mahallede oturan Türklerin davalarına bakmak üzere kadı ile din işlerine bakacak müfti tayin etme hakkı alındı. Yıldırım Bayezid’in oğulları Süleyman Çelebi, Musa Çelebi ve Mehmed Çelebi devirlerinde de (Bkz. Fetret Devri), yabancılara bazı imtiyazlar tanındı. Fatih Sultan Mehmed, İstanbul’u fethinde, Bizans’ın Venedik ve Ceneviz’e tanıdığı imtiyazları, küçük bazı değişikliklerle kabul etti. 1479’da yine Fatih tarafından Venedik’e, Kefe ve Trabzon’da ticaret yapma hakkı tanındı. Fatih Sultan Mehmed tarafından Venedik’e verilen bu imtiyazları, Yavuz Sultan Selim 1513’te ve Kanunî Sultan Süleyman 1521’de yapılan Osmanlı-Venedik ticaret antlaşmalarıyla genişleterek kabul ettiler. Mısır’ın fethinden sonra Fransız, Venedik ve Katalanlara Memlûklar tarafından verilen imtiyazlar, Yavuz Sultan Selim tarafından da tanındı. Osmanlı sultanları, verdikleri bu imtiyazlarla, fethettikleri ülkelerde ticarî faaliyetlerin canlı kalmasını ve ellerine geçirdikleri önemli transit yolların faal olmasını sağlıyorlardı. Ayrıca, bu asırda Amerika’nın ve Ümit Burnu’nun keşfedilmesi sebebiyle, İpek Yolu ticareti, Osmanlı topraklarından uzaklaşmış, ticaret batıya kaymıştı.

Almanya-İspanya İmparatoru Şarlken’le İran şahının, Osmanlı Devleti aleyhinde birlik kurmak istediklerini tespit eden Kanunî Sultan Süleyman Han, Şarlken’in Avrupa’ya hakim olma isteğine mani olmak için, rakibi Fransa’yı siyasî bakımdan destekledi. Veziriâzam Makbul İbrahim Paşa, Fransız konsolosu ile 1535’te tasarı şeklinde, ticarî bir muahede hazırladı. Ahidnâmeye göre, Fransız tüccarlarının yüzde beş gümrük ile her iki devlete ait gemilerle serbestçe dolaşmaları ve bütün hukukî muamelelerde, Fransız konsoloslarının kaza (hüküm erme) hakları kabul ediliyordu. Bundan başka Fransız tebaa hakkında, davalarda hüküm verecek kadıların yanında bir Fransız tercümanı hazır bulunacaktı. Müslüman tebaadan birisine olan borcunu ödemeden kaçan Fransız'ın yerine başka bir Fransız ve konsolos yakalanmayıp, Fransa kralı aleyhine dava açılacaktı. Her iki taraf için eşitlik ilkesini esas alması sebebiyle, antlaşma, padişah tarafından tasdik edilmedi.

Osmanlı padişahlarının, siyasî ve ticarî menfaatlerine uygun olarak verdikleri imtiyazlar, Avrupa’da Osmanlı idaresi lehinde büyük propaganda yapılmasına, Osmanlı Devletinin büyüklüğünün tanınmasına, dolayısıyla İslâmiyetin yayılmasına yol açtı. Hattâ Avrupa’da reform hareketlerinin önderi olarak kabul edilen Luther’in; “Ey Rabbim! Büyük Türkleri bir an önce başımıza getir de, senin ilâhî adaletinden onlar sayesinde nasibimizi alalım” demesine sebep oldu.

Kanunî Sultan Süleyman’ın vefatından sonra, 1569’da Sultan İkinci Selim Han, Fransa Kralı Dokuzuncu Charles ile 18 maddelik; 1581’de Sultan Üçüncü Murad Han, Üçüncü Henri ile 19 maddelik; 1579’da Sultan Üçüncü Mehmed Han, Dördüncü Henri ile 32 maddelik; 1604’te Sultan Birinci Ahmed Han, yine Dördüncü Henri ile 53 maddelik; 1743’te Edirne’de Sultan Dördüncü Mehmed Han, Ondördüncü Louis ile 55 maddelik; 1770’de Sultan Birinci Mahmud Han, Onbeşinci Louis ile 84 maddelik kapitülasyon antlaşmaları imzaladılar.

Bunlardan başka, 1578’de Toskana Krallığına; 1565’te Ceneviz Cumhuriyetine; 1580, 1593, 1603, 1606, 1622, 1624, 1641, 1662, 1675 yıllarında İngiltere’ye; 1598, 1612, 1634, 1668, 1712 yıllarında Hollanda Krallığına; 1617’de Avusturya’ya; 1678’de Polonya’ya; 1700’de Rusya’ya ve 1737’de İsveç Krallığına çeşitli imtiyazlar verildi.

Bu kapitülasyonlar, yabancılara; Osmanlı Devletinde yerleşmek, dolaşmak ve ticaret yapmak haklarını tanıyordu. Ancak ticaret hususunda tam bir serbestliğe sahip bulunmuyorlardı.

Bundan başka, kapitülasyonlara göre, yabancıların Osmanlı Devletine getirdikleri, ticaret eşyası üzerinden başlangıçta %5, daha sonra %3 gümrük resmi alınmaktaydı.

On sekizinci yüzyılın ilk yarısına kadar verilen kapitülasyonların bir bölümü, antlaşma niteliği taşımaktaydı. Ancak büyük bölümü (%90’ı), padişah fermanları ile tek taraflı verilmiş imtiyazlardı. Bu tip kapitülasyonlar, padişah hayatta olduğu müddetçe yürürlükte kalır, istenildiği an kaldırılabilirdi. Bu yüzden her padişah değiştiğinde imtiyazların da yenilenmesi gerekiyordu. Ancak bu yenileme işlemlerinin uzun zaman alması ve Avrupa devletlerinin her defasında yeni imtiyazlar istemeleri üzerine, 1740’ta Sultan Birinci Mahmud ile Fransa Kralı Onbeşinci Louis arasında, daimî statü ile yeni bir kapitülasyon antlaşması yapıldı. Yeni antlaşma, Fransa’ya tanınan ticarî ve hukukî imtiyazları genişlettiği gibi, kapitülasyon kavramına da yeni bir nitelik kazandırdı ve karşılıklı bağlayıcılığı olan bir ticaret muahedesi şeklini aldı. Bu devrede verilen imtiyazların hiçbirisi, devletin aleyhine olmamıştı. Zira maksat, batıya kayan ticaret yollarını tekrar Osmanlı ülkesine çekmek ve iç pazarı da devlet eliyle korumaktı. Bu durum, 1838’e kadar Osmanlı lehine devam etti.

1838’de İngiltere’yle başlayan ve diğer Avrupa devletleriyle devam eden bir dizi ticarî antlaşma, Osmanlı Devletinin iktisadî bakımdan batının hakimiyeti altına girmesine sebep oldu. Bilhassa İngilizlerin yetiştirmesi olan Mustafa Reşit Paşa ve arkadaşlarının gayretleriyle imzalanan 1838 Baltalimanı Antlaşması, yabancı ülkelere, Osmanlı Devletini sömürmek için, kapitülasyonlara ek ticaret imtiyazları sağladı.

1838 ticaret antlaşmalarıyla Osmanlı Devleti, bazı ticaret eşyası üzerinde mevcut yed-i vâhid (tekel) usulünü kaldırmayı taahhüt ederek, yabancılara iç ve dış ticaret hususunda tam bir serbestlik tanıdı. Bununla beraber Osmanlı ülkesinden çıkacak mal üzerinden % 9 iskele ve % 3 çıkış resmi olmak üzere % 12 nispetinde resim alınmaktaydı.

Mustafa Reşit Paşanın yetiştirmelerinden; Âlî ve Fuad paşalar da, 1861’de imzaladıkları yeni ticaret antlaşmalarında, 1838 ticaret muahedelerinin iç ve dış ticaret serbestliği prensibini öngörmesi yanında, ihraç edilen mallardan alınmakta olan % 12 iskele ve gümrük resmini yabancı tüccarlar için başlangıçta % 8’e ve sekiz yıl sonra da % 1’e indirdiler. Böylece 1838’de Reşit Paşa ile başlayan ve 1861’de Âlî ve Fuad paşalarla devam eden idareciler, Osmanlıyı Avrupa’nın mahkûmu yaptılar. Artık yabancı tüccarlar, Osmanlı memleketlerine yayılıp Osmanlı tüccarları gibi iç ticarette iş yapıyorlar, hammaddeyi kolaylıkla Avrupa’ya ihraç ediyorlar, mamul getirip satıyorlardı. Kendi memleketlerinde bundan daha kârlı ve imtiyazlı ticaret yapmalarına imkân yoktu. Avrupalı tüccarlara verilen bu imtiyazlara karşılık, Osmanlı tüccarlarının ve esnâfının korunması için en ufak bir tedbir alınmamıştı. Âlî ve Fuad paşaların ıslahat lâyihalarında, ticarete dair ciddî tek bir fikir yoktu.

Osmanlı topraklarından hammadde ihracı başlayınca, yerli sanayi, hammadde bulmakta sıkıntıya düştü. Başka bir ifadeyle Osmanlı sanayiinin çöküşü hızlandı. Böylece Osmanlı ekonomisi, zamanla, mevcut gücünü kaybetti ve gelişmelerin gerisinde kaldı. Nihayet Avrupa’nın gittikçe gelişen ve genişleyen ticarî, iktisadî ve teknolojik rekabeti karşısında tutunamayarak 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren hızlı bir çöküş dönemine girdi. Avrupa devletlerinin desteğine duyulan ihtiyaç, Osmanlı hükümetlerini, onların karşısında meselelerini eşit şartlarda müzakere etme gücünden mahrum bıraktı. Yapılan bu ticarî antlaşmalar, başta İngiltere olmak üzere, diğer Avrupa ülkelerinin mallarına karşı ilgiyi arttırarak, yerli mallara olan talebi azalttı. Bilhassa Osmanlı lirasının değerinin yüksek tutulması, yabancı tüccarı cezbederken, yerli sanayii hareketsiz bıraktı. Ticaret ve sanayi geriledi.

1838 antlaşmasıyla ekonomisi felce uğratılan devlet, Rusya ile harbe sokulup, 1854’te İngiliz ve Fransızlarla ilk borç antlaşmalarını imzalamak mecburiyetinde bırakıldı.

Alınan borçların faizlerinin ödenememesi ve yeni borçların alımı ile 1870’te borç miktarı, 792 milyon frangı buldu. Bunu fırsat bilen Avrupa devletleri, Osmanlı Devleti üzerinde siyasî ve askerî baskılarını arttırdılar. Bu sırada Abdülaziz Han'ın şehadeti ile tahta geçen Sultan Beşinci Murad’ın kısa süren saltanatından sonra Sultan İkinci Abdülhamid Han, padişah oldu. Birinci Meşrutiyeti ilan ederek, Kanun-u Esasî’yi kabul etti. Bu sırada Tanzimatçıların uyguladığı yanlış ekonomik politikalar ve yabancılara verilen imtiyazlar sebebiyle, devletin malî durumu iyice kötüye gitti. Avrupa basını, Osmanlı Devletinin malî iflas hâlinde bulunduğunu yazıyordu. Bu sırada Bosna-Hersek isyanı ile Midhat Paşa ve adamlarının tahrik ve teşvikleriyle Osmanlı-Rus Harbi patlak verdi. Devletin içinde bulunduğu malî kriz daha da büyüdü.

Yabancı devletlerin baskılarını önlemek ve Osmanlı Devletinin kaybolan itibarını iade etmek isteyen Sultan İkinci Abdülhamid Han, birçok malî tedbirler aldı. Düyun-u Umumiye idaresi kuruldu. Alacaklı ülkelerin temsilcilerinden ve Osmanlı memurlarından meydana gelen bu idare, tütün, tuz ve ipek vergileriyle damga pulu ve balık gelirlerini toplamaya yetkiliydi.

Yapılan bu düzenlemeyle devlet, borçlarının büyük bir kısmından kurtuldu ve yabancı devletlerin iç işlerimize müdahalesi önlenmiş oldu. Böylece Sultan’ın şahsî kabiliyeti ve akıllı siyaseti sayesinde devlet, malî itibarını elde etti ve siyasî istiklâline kavuştu. Alınan bazı tasarruf tedbirleriyle de, borçların önemli bir kısmı ödendi.

Sultan Abdülhamid Han, yürürlükte olan ekonomik imtiyazları, devleti idare siyasetinde, maharetle kullandı. Yabancı devlet şirketlerine ihaleler yoluyla çeşitli bölgelerde yeni yatırımlar yaptırdı. Bu sırada İngiliz ve Fransız şirketleriyle birlikte Alman firmalarına da imtiyazlar verdi. Bu şekilde, yabancı devlet ve firmalar arasında mücadele başladı. Demiryolu yapımındaki mücadeleyi Almanya kazandı. Almanya’dan alınan malî destekle 1888’de Haydarpaşa-İzmit demiryolu Ankara’ya kadar uzatıldı. 1902’de Ankara-Bağdat demiryolunun yapımı da Almanlara verildi. Alınan yeni tedbirlerle eğitim, bayındırlık ve tarım alanında müspet gelişmeler oldu. Bütün memlekette ticaret, ziraat ve sanayi odaları açıldı.

Yabancılara tanınan imtiyazların yer aldığı kapitülasyonlar, Birinci Dünya Harbi'ne kadar devam etti. Sultan Beşinci Mehmed Reşad Han, 9 Eylül 1914’te, kapitülasyonların 1 Ekim tarihinden itibaren yürürlükten kaldırılacağını, bütün yabancı devlet temsilcilerine bildirdi. İmtiyazlardan faydalanan Fransa, İngiltere ve Çarlık Rusyası, milletlerarası özellikte bir antlaşmanın tek taraflı olarak yürürlükten kaldırılamayacağı görüşünü ileri sürerek, Sultan Beşinci Mehmed Reşad’ın kararını protesto ettiler. Ancak, bu arada Osmanlı Devleti savaşa girdi. Birinci Dünya Savaşından sonra, 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi ile, kapitülasyonlar bütün ağırlığı ve şartları ile kendiliğinden geri geldi. 20 Ağustos 1920’de, Sultan Vahideddin Han'ın tasdik etmediği Sevr Antlaşması'yla yabancılara tanınan haklar arttırıldı. Ancak İstiklâl Savaşı'ndan sonra 24 Temmuz 1923 Lozan Antlaşması ile kapitülasyonlar kesin olarak kaldırıldı.

Prof. Dr. Sinsi 10-11-2012 12:59 AM

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar
 
Kasır
Umumiyetle hükümdarlar için şehir dışında yaptırılmış saray ve köşk manâsında kullanılan bir tabir.

Anadolu beyliklerinin ve valilerinin, tehlikelere karşı savunma tedbirlerine sahip olan binalarına da kasır denirdi. Bu tip kasırlar, şehirlerin yüksek yerlerinde yapılan hisarların içerisinde, iç kaleler özelliğindedir. Aynı maksatla, kırlarda kesme taştan yapılmış kalın duvarlı, mazgal delikleri ve gözetleme kuleleri bulunanları da vardır. Kayseri yakınlarında Haydarbey Kasrı, Hızırilyas Kasrı ve Doğubeyazıt’taki İshakpaşa Kasrı bu tip kasırlardandır.

Osmanlı sultanları yeşilliklerde, dinlenme köşkleri ve saray özelliğine sahip kasırlar yaptırmışlardır. Güzel gezinti kıyılarında, orman kenarlarında inşa edilen çok odalı kasırlar, zengin süslemelere ve sanat eserlerine sahipti. İstanbul’daki Sadâbâd, Göksu, Aynalıkavak ve tersane kasırları, bunların en güzel örnekleridir.

17. yüzyılda Valide Turhan Sultanın Ramazan aylarında ibadet etmek ve Kur’ân-ı kerîm dinlemek için Yeni Camiye bitişik ve caminin hünkâr mahfiline bir geçitle bağlı olarak yaptırdığı Yeni Cami Kasrı çok güzel olup, bir eşi daha yoktur.

Prof. Dr. Sinsi 10-11-2012 12:59 AM

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar
 
Kavalalılar (Kavalalı Hanedanı)
Mısır’daki Kavalalı Mehmet Ali Paşa hanedanı.

Ailenin atası İbrahim Ağa, aslen Konyalı olup, Osmanlılar devrinde Edirne’ye gelmiş ve Makedonya’da Kavala şehri kalesine bekçibaşı tayin edilmişti. Kavala’ya yerleşen İbrahim Ağanın kardeşi Tosun Ağa, şehrin mütesellimi, onun oğlu Ali Tosun Paşa da, Osmanlı Devleti'nde beylerbeyi vazifesindeydi. Kavalalıların en meşhur şahsiyeti, Mehmet Ali Paşa'dır. Kendisini, Osmanlı Sultanı Üçüncü Selim Han (1789-1807) vezirlik rütbesiyle Mısır valisi tayin etmiş, o da bilâhare Kavalalılar Hanedanını kurmuştur.

Kavalalılar Hanedanının başına geçenler, İsmail Paşa (1868-1879) devrinde hıdiv, Hüseyin Kâmil Paşa (1914-1917) devrinde sultan, Birinci Fuâd (1917-1936) devrinde melik unvanını aldılar. Kavalalı ailesinden, Osmanlı padişahlarının kızlarıyla evlenerek akrabalık kuranlar olduğu gibi, devletin iç ve dış işlerinde vazife alanlar da vardı. Abbas Hilmi Paşa'nın oğlu Damad İbrahim, Sultan Abdülmecid Hanın kızı Münîre Sultanla evlendi. Mehmed Tosun Paşa, müşir rütbesini haizdi. Melik Fuad Paşa da, Sultan İkinci Abdülhamid Han (1876-1909) devrinde binbaşı rütbesiyle Viyana’da askerî ataşelik yapmıştı. Kavalalılar (1805-1953), Arabistan’daki Vehhâbîlere, Osmanlılara karşı ayaklanan Rumlara karşı mücadelelerde başarılı oldular. Mehmed Ali Paşa'nın oğlu İbrahim Paşa'nın isyanı, Osmanlıları içeride ve dışarıda güç duruma düşürdü. Devletin, 19. yüzyılın sonlarında malî bakımdan İngiltere’nin kontrolü altına girmesine sebep oldular. Birinci Dünya Harbi (1914-1918) ve sonrasında İngiliz himayesi ve 1948 Arap-İsrail Harbindeki mağlubiyetleri, Kavalalılar Hanedanlığına karşı hoşnutsuzluklar meydana getirdi. 1953’te Kavalalılar Hanedanlığına son verilip, cumhuriyet ilan edildi.

Kavalalılar Hanedanlığı

Mehmet Ali Paşa (1805-1848)
İbrahim Paşa (1848- (?)
Birinci Abbas Hilmi Paşa (1848-1854)
Said Paşa (1854-1863)
Hıdiv İsmail Paşa (1863-1879)
Hıdiv Tevfik Paşa (1879-1892)
İkinci Abbas Hilmi Paşa (1892-1914)
Hüseyin Kamil Paşa (1914-1917)
Melik Birinci Fuad Paşa (1917-1936)
Mehmed Fâruk (1936-1952)
İkinci Fuad (1952-1953)

Prof. Dr. Sinsi 10-11-2012 12:59 AM

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar
 
Kılıç Alayı
Osmanlı padişahlarının tahta oturduklarının ikinci ile yedinci günü arasında, Eyüp’te hazret-i Hâlid İbn-i Zeyd’in türbesinde kılıç kuşanmaları merasimine verilen isim. Bir kısım İslâm devletlerinde olduğu gibi, kılıç kuşanma Osmanlılarda da kanun olduğundan, bu âdet ve an’ane, saltanatlarının sonuna kadar devam etmiştir.

Dinî ve askerî bir durum arz eden merasim iki safhalıdır. Birincisi; törenin yapıldığı yere kadar gidiş ve gelişi ihtiva eden kılıç alayı; diğeri de mukaddes emanetlerden olan kılıçlardan birinin kuşanma safhasıdır. Buna taklîd-i seyf denilmektedir.

Kılıç kuşanma âdetinin Osmanlılarda kesin olarak hangi tarihte ihdas edildiği bilinmemektedir. Vakâyinâmelere göre, Sultan İkinci Murad, babasının Edirne’de vefat haberi üzerine, Amasya’dan Bursa’ya geldiğinde âlimler ve eşraf tarafından şehir dışında karşılandı. Karşılamaya gelenler arasında bulunan, dedesi Yıldırım Bayezid’in damadı Emir Sultan tarafından, “el-muzaffer dâimâ” şeklinde biten bir duâdan sonra kendisine kılıç kuşatıldı. Bu “el-muzaffer dâimâ” ibaresi, İkinci Murad Hanın tuğrasında yer aldı.

Osmanlı sultanlarının, İstanbul’un fethinden sonra, Eyüp semtinde Mihmândâr-ı Peygamberî (Peygamber efendimizi misafir eden) Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin türbesinde kılıç kuşanmaları, kanun oldu. Tahta çıkan her yeni hükümdar, cülusundan birkaç gün sonra büyük bir alayla, bazen karadan, bazen de deniz yoluyla Eyüp'e gider ve türbede kılıç kuşandıktan sonra, saraya dönüş sırasında ecdâdının türbelerini de ziyaret ederdi. Buna “türbeler ziyareti” de denilmiştir. Eyüp Sultan Türbesinde padişahlara kılıç kuşatan zevât (muhterem kişiler) değişik olup, çok defa bu vazifeyi şeyhülislâmlar yapmışlardır. Fatih Sultan Mehmed Han'a Eyüp’te Akşemseddin tarafından Osman Gazi'nin kılıcı kuşatılmıştır. Sultan İkinci Bayezid’e, Eyüp’te, Nakîb-ül-Eşrâf kılıç kuşatmıştır. Sultan Birinci Ahmed Han'a, Şeyhülislâm Ebü’l-Meyâmin Mustafa Efendi; Sultan Dördüncü Murad Han'a zamanın büyük evliyasından Celvetiyye yolu büyüğü Üsküdarlı Azîz Mahmûd Hüdâî Efendi kılıç kuşatmıştır.

Kılıç kuşanma için Eyüp’e hareket, büyük merasim hâlinde yapılırdı. Devlet erkânı, resmî elbiseleriyle saraya gelirler, önceden top arabacıları, topçu, cebeci ve yeniçeri ocakları iki sıra hâlinde dizilip padişahı bekleyerek, geçişini seyrederlerdi. Daha sonra alay, intizam hâlinde Eyüp’e gelir, Eyüp Camii'ne deniz yoluyla gelecek olan padişah, iskeleye geldiğinde sadrazam, şeyhülislâm ve diğer devlet erkânı karşılar ve selamlardı. Öğle namazını müteakip hazret-i Hâlid’in türbesine gelinirdi. Padişah, edeb ile türbeye girdikten sonra sadrazam, şeyhülislâm ve yeniçeri ağasını yanına davet eder, sonra şeyhülislâm duâya başlardı. Padişah, iki rekat namaz kıldıktan sonra, duâsını yapar, kuşatılacak kılıcı saygı ile öptükten sonra şeyhülislâm veya devrin büyük âlimi tarafından beline kuşatılırdı. Bundan sonra padişah merasime katılanlara selam verir, türbeleri ziyaret ederek saraya dönerdi. Fatih Sultan Mehmed Han türbesini ziyaret âdet olmuştur. Bu merasim sebebiyle Eyüp’te kesilen 40-50 ve daha fazla koyun, çevredeki fakir fukaraya dağıtılır, merasime katılan herkese ihsanlarda bulunulurdu. Merasim, önceleri açıkta herkesin gözü önünde yapılırken, sonraları daha mahdut topluluk içinde yapılmıştır.

Kılıç alayında kullanılan kılıçlar, Peygamber efendimizin, hazret-i Ömer’in, hazret-i Hâlid bin Velîd’in, Osman Gazi ve Yavuz Sultan Selim Han'ın kılıçlarıydı.

Prof. Dr. Sinsi 10-11-2012 01:00 AM

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar
 
Kırkpınar Güreşleri
Edirne’nin sınırları içinde yer alan Sarayiçi çayırında her sene haziran ayında yapılan tarihî güreşler.

Bu güreşlerin doğuşu ile ilgili bilgilerin en yaygını, 14. yüzyılın ikinci yarısında Orhan Gazi devrindeki bir olaya dayandırılanıdır. Rumeli’nin fethi sırasında (1346-1358) Süleyman Paşa komutasında, salla Çanakkale Boğazını geçerek Gelibolu’ya çıkan, 40 Müslüman Türk yiğidi bir mola yerinde güreşe tutuşurlar. Saatlerce süren güreşte çiftlerden biri bir türlü yenişemez. Daha sonraki günlerde aynı çift, bugün Yunanistan sınırları içinde kalan Ahırköy çayırında tekrar güreş yaparlar. Gece yarılarına kadar süren güreş neticesinde, iki genç ölür. Arkadaşları bu gençleri bir incir ağacının altına gömerler. Yıllar sonra seferden (akınlardan) dönerken arkadaşlarını ziyarete gelen yiğitler, mezarların olduğu yerden bir pınarın akmakta olduğunu görürler. Yöre halkı tarafından burası “Kırkların Pınarı” olarak anılmaya başlanır. Daha sonra bu isim, Kırkpınar şeklinde söylenegelir.

Kırkpınar güreşleri, ülkemizde an’anevî olarak yapılan en büyük yağlı güreşlerdir. Osmanlılar zamanında Kırkpınar güreşleri, her sene Rûmî nisan ayının yirmisinde başlayıp, yirmi üçünde sona ererdi. Güreşleri seyre gelenler, Kırkpınar Ağasına hediyeler ve para verirlerdi. Bu hediye ve paralar, daha sonra pehlivanlara dağıtılırdı. Lozan Antlaşması'ndan sonra Kırkpınar, Yunanistan sınırları içinde kaldı. 1924 senesi baharında güreşler, Edirne’nin Sarayiçi çayırında, aynı adla yapılmaya başlandı.

Kırkpınar güreşleri, yağlı güreştir. Pehlivanlar “kispet” adı verilen, beli ve paçaları iple bağlı pantolon giyerler. Güreşten önce vücutlarının her tarafını zeytinyağı ile yağlarlar. Önceleri süresiz olan yağlı güreş müsabakaları, son yıllarda bir müsabaka süresine tabi tutulmuştur. Tarihte saatlerce, hattâ yenilme olmadığı için, ertesi güne bırakılan güreşler vardır. Bu durum, güreşleri idare eden hakem kurulunun kararı ile alınırdı.

Güreşler ve süreleri: Büyük orta, baş altı ve baş boyu 1 saat; tozkoparan, deste küçük boy, deste büyük boy, küçük orta küçük boy, küçük orta büyük boy, 30 dakikadır. Bu sürelerin sonunda yenişme olmazsa, 10 dakika puan güreşi yaptırılır.

Güreşlerde, pehlivanları seyirciye tanıtan kimseye “cazgır” denir.

Cazgır, güreşecek pehlivanları, bağırarak takdim eder. Maharetlerini sayar. Peşinden duâsını okur, salevât getirir:

Hoş geldiniz, sefâ geldiniz erler meydanına!
Şeref verdiniz, zümrüt Kırkpınar’a!
Besmele ile,
Kispetleri çektiniz ince bele.
Okudunuz, üflediniz hazret-i Pîr’e.
Söğüt dalından odun olmaz!
Moskof kızından kadın olmaz!
Her ananın doğurduğundan pehlivan olmaz!
Hey! Hey!
Allah Allah İllallah.
Hayırlar gele İnşallâh.
Pîrimiz Hamza Pehlivan.
Aslımız, neslimiz, pehlivan.
İki yiğit çıkmış meydane,
İkisi de birbirinden merdâne.
Alta geldim diye erinme,
Üste çıktım diye sevinme.
Alta gelirsen apış,
Üste çıkarsan yapış.
Vur sarmayı kündeden at.
Gönder Muhammed’e salevat.
Seğirttim gittim pınara,
Allah ikinizin de işini onara!...

Duâ bitince, cazgır, pehlivanları meydana sürer. Davullar vurmaya ve zurnalar çalmaya başlar. Pehlivanların cazgır önünden meydana gelişlerine “çıkış” denir. Peşrev yapan pehlivanlar, topuk elleme ve helâlleşme tokasından sonra, ellerini ağızlarına sürerler. Bundan sonra elense yapılır. Boşta kalan elleriyle tutuşarak sağa sola sallarlar. El ve ayak değiştirip tekrar sallarlar. Ayrılırken birbirlerinin sağ ayaklarına sağ ellerini sürerek başlarına götürürler. Pehlivan bu hareketiyle güreştiği rakibine şunu anlatmak ister; “Sen benden daha güçlüsün, ben senin ayak tozun olamam!” veya; “Sen öyle bir ustasın ki ayak tozunun başım üstünde yeri vardır!” gibi...

Yenişince veya beraberce kalınca, yensin veya yenilsin, genç yaşlının, çırak ustasının elini, o da ötekinin alnını öper. Eğer akran iseler, birbirlerinin sırtlarını sıvazlarlar. Güreş bittikten sonra pehlivanların hep birlikte merasimle hamama gitmesi âdettir.

Yağlı güreşlerde uygulanan başlıca oyunlar şunlardır: Elense, tırpan, boyunduruk, katıryuları, deveyuları, bastırma, çapraz, kazkanadı, tartma, köstek, dalma, paçakasnak, yerdesürme, kazık, sarma, künde, kepçe, topukelleme, kurtkapanı, kılıçatma, kemane vs. Bunların yapılış biçimlerine göre ad alanları da vardır.

Asırlardır yapılan Kırkpınar güreşlerinde 26 yıl üst üste başpehlivan olan Aliço, kırılması imkânsız bir rekor sahibidir. Onu 18 yıl ile, çırağı Adalı Halil takip eder. Cumhuriyetin ilanından sonra ise, 9 defa ile en fazla başpehlivanlık kazanan, Tekirdağlı Hüseyin’dir. Kırkpınar güreşlerinde günümüze kadar, cihanı titreten, demir kuşaklı nice yiğitler geçti. Bunlar “Türk gibi kuvvetli” sözünü dünyaya benimsetip, yerleşmesini sağladılar. Koca Yusuf, Kara Ahmed, Adalı Halil, Kurtdereli Mehmed, Kızılcıklı Mahmud pehlivanlar, Avrupa ve Amerika’da yaptıkları bütün güreşleri kazanarak, Türk'ün başarısının arkasındaki maddî ve manevî kuvveti, bütün dünyaya gösterdiler.

Kırkpınar güreşlerinde, Cumhuriyetten önce başpehlivanlık kazanan güreşçilerimizden bilinenleri şunlardır: Yozgatlı Kel Hasan, Arnavutoğlu Ali, Kazıkçı Kara Bekir, Şamdancıbaşı Kara İbrahim, Pamukçulu Osman, Yörük Ali, Filiz Nurullah, Filibeli Kara Osman, Katrancı Halil, Makarnacı Hüseyin, Hergeleci İbrahim, Kara Ahmed, Tekirdağlı Sarı Hafız, Bursalı Rüstem, Şumnulu Mestan, Hamlacı Kaysıoğlu, Sarı Hüseyin, Koca Yusuf, Adalı Halil, Kurtdereli Mehmed, Geçkinli Yusuf, Kara Murad, Molla İzzet, Büyük Danacı, Küçük Danacı, Karagöz Pomak Ali, Deli Murat, Deliormanlı Kara Ahmed, Hasahırlı Abdurrahman, Çorumlu Zeyne, Pomak Osman, Suyolcu Mehmed, Mümin Hoca, Koç Ali, Koç Mehmed, Nakkaşlı Eyüp, Yenici Ahmed.

Prof. Dr. Sinsi 10-11-2012 01:00 AM

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar
 
Kızılelma
Türk tarihinde cihan hakimiyeti ülküsünü temsil eden sembollerden biri. Bir murada varmak.

“Kızılelma” kelimesinin ilk defa ne zaman, nerede ve nereyi ifade etmek için kullanıldığı bilinmemektedir. Kızılelma'nın, Türk tarihinin akışı içinde, hep batı yönünde fethedilmesi gereken bir ülke, ele geçirilmesi hedef alınan bir taht veya saltanatı ifade için kullanıldığı kabul edilmektedir. Bazı Türk tarihi yorumcularına göre ise Kızılelma, Bizans İmparatorunun tahtı üzerindeki, hazret-i İsa’ya ait olduğu söylenen altın top veya Ayasofya kilisesinin imparatorlara mahsus bölümündeki kubbeden sarkıtılan “altın top” gibi müşahhas bir şeyin adıdır. Nitekim böyle düşünen yorumcular, İstanbul’un fethinden sonra, Kızılelma'nın, Roma’da Saint-Pierre kilisesinin mihrabındaki altın top olduğunu ileri sürmektedirler.

Zincirleme fetihler ve birbirini takip eden devletlerle daima batı istikametine akan Türk tarihinde, Kızılelma'nın cihan hakimiyeti mefkûresinin (ülküsünün) adı olması daha doğrudur. Zaman zaman, bazı beldeler veya saltanatlar için kullanılmış olsa bile, buraların fethini müteakip bu defa yeni beldeler için kullanılmaya başlanması da bunu göstermektedir.

Türklerin, İslâmiyet'i kabul etmesinden sonra ise, İslâm dininin bütün Müslümanlara emri olan “İ’lâ-yı Kelimetullah” (Allah’ın dînini yeryüzünde üstün kılmak), gaye ve hedef olarak Kızılelma'nın yerini almıştır. Selçuklu ve Osmanlıların çeşitli dönemlerinde de rastlanan Kızılelma, artık müşahhas şeyleri (ülkeler, tahtlar, saltanatlar vs.) sembolize etmeye başlamıştır. Nitekim, fetihten önce asker ve halk arasında Kızılelma, hazret-i Peygamberin, fethini müjdelediği İstanbul için kullanılırken, İstanbul’un fethinden sonra, Viyana, Roma gibi meşhur Hıristiyan şehirlerini ve bütün Firengistanı ifade etmeye başlamıştır. Nitekim:

“Gark-ı nûr olmak envâr-ı Muhammed’le
Bu sefer Rîm Papadan Hazret-i Îsâ’ya Firenk”

beytinde bu açıkça görülmektedir.

Asırlar ilerledikçe, ülkeler ve şehirler fethedildikçe, Kızılelma'nın temsil ettiği yer de değişmiş ve Kızılelma, padişahın sefer murad ettiği yerler olmuştur. Padişah ise, yalnız ve yalnız “İ’lâ-yı Kelimetullah” için bu işi yapmaktadır.

Son devirde Ziya Gökalp ve benzeri Türkçü yazarların şiir ve makalelerinde Kızılelma, tekrar ısrarla Türk'ün cihana hakim olması manâsında kullanılmıştır. Bu kullanılış şeklinde; inanç, fikir ve manâ itibariyle İslâmiyet'in emri olan cihad, “İ’lâ-yı Kelimetullah” gibi bilhassa Anadolu’daki yaklaşık bin yıllık Türk tarihinin temel unsuruna yer verilmemiştir. Türk tarihinin akışı içinde en mühim bölüm olan bu devir atlanarak, doğrudan Orta Asya Türklüğü örnek alındığından, son devir Türkçü şair ve yazarlarının, Kızılelma üzerindeki yeni anlayış ve yorumları kısır kalmıştır.

Çıkdı Otranto’ya pür velvele Ahmed Pâşâ,
Tuğlar varsa gerekdir Kızılelma’ya kadar.

Yahya Kemâl

Kızılelma'nın sosyal yönden başka bir durumu da, Türk halk hikâyelerinde murada erilecek yer olarak gösterilmesidir. Bu durum, daha çok düğünlerde çekilen bayraklarda kendini gösterir. Gerçekte artık kalkmak üzere olan bu âdete göre düğün alaylarında taşınan bayrağın tepesine kıpkırmızı bir elma yerleştirilir. Bu bayrak, önce oğlan evinden çıkar. Kız evine dikilir. Gelinle birlikte gelen düğün alayının en önünde taşınır ve sonunda yine oğlan evine dikilir. Tepesinde kızıl elma vardır. Bu murada işarettir. Ayrıca elmanın yanına kabından delinen bir ayna da yerleştirilir. Bu da kalp temizliği, doğruluk, aydınlık ve huzurlu olma temennisi içindir.

Prof. Dr. Sinsi 10-11-2012 01:00 AM

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar
 
Kol Gezmek
Osmanlılar zamanında şehir ve kasabaların âsâyişini muhafaza maksadıyla zabıta memurlarının dolaşması. Kola çıkmak.

Tanzimâttan evvel sadrazamlar, yeniçeri ağaları, kaptan paşalar kola çıkarlar, yolsuz hareketi görülenleri cezâlandırırlardı. Tanzimâttan sonra kurulan zaptiyelerin ve daha sonra polislerle jandarmaların gece ve gündüz, inzibat ve âsâyişin temini maksadıyla, çarşı pazarlarla mahalle aralarında dolaşmalarına da “kol gezmek” denirdi. Yine bu mânâda “devriye gezmek” tâbiri de kullanılırdı.

Geceleri sokakta fenersiz gezmesinden dolayı şekil ve kıyâfetinde, kendinde şüphe uyandıran kimseler de kol gezenler tarafından çevrilir. Bunlar karakola ve zindana gönderilmeyip sabaha kadar çalıştırılmak suretiyle cezalandırılmak üzere mahalle hamamının külhanına gönderilirdi.

İstanbul’un hemen her mahallesinde bulunan hamamların sabah namazından bir iki saat evvel hazır ve açık bulundurulması âdetti. Oldukça ağır ve pis işlerden sayılan külhancılık eskiden ekseriyetle Ermeniler tarafından görülürdü. Külhancılar, devriye tarafından yakalanıp kendilerine teslim olunanları sabaha kadar odun taşımak, külhan ocaklarını temizlemek gibi işlerde çalıştırırlar ve sabahleyin üstleri başları kurum ve kir içinde bunları salıverirlerdi.

Fenersiz gezen hüviyeti meçhul adamların bu suretle hamamlara teslim edilmesi hem kol gezenleri karakola kadar gitme zahmetinden kurtarır, hem de bir daha kimsenin fenersiz gezmemelerini temin ederdi.

Kol gezenlerin tatbik ettikleri bu cezâlar kânunî olmaktan ziyâde örfî idi. Öyle ki, Osmanlılar zamanındaki bu idârî sistem, günümüzde bâzı tabirleriyle hâlâ yaşamaktadır: (Hastalık) Kol geziyor, külhanî, fenersiz yakalanmak gibi.

Prof. Dr. Sinsi 10-11-2012 01:00 AM

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar
 
Korsanlık
Düşman devlete veya onun tebaasına âit malları ele geçiren gemilerin hareketine verilen ad.

Korsanlık eskiden savaş kurallarına uygun sayılan bir metoddu. Ele geçirilen korsan gemisinin kaptan ve tayfasına savaş esiri gibi davranılırdı.

Atlas Okyanusunda kısa süren korsanlık, bilhassa Akdeniz’de uzun yıllar devâm etti. Bir yağma ve esir toplama faaliyeti olarak zamanla çok aşırı boyutlara ulaştı ve devletler, korsan gemiler için nizamlar koymak mecbûriyetinde kaldı.

Osmanlılar bu sebeplerden “korsan” denen deniz akıncılarına önem verdi. Korsanlıktan yetişmemiş bir denizci gerçek denizci sayılmazdı.

Osmanlı deniz korsanları bahriyenin en imtiyazlı fedâî sınıfıydı. En tehlikeli vazîfeleri yüklenir ve bunu hayâtı pahasına başarırdı. Devletin sulh hâlinde bulunmadığı devletlerin gemilerini açık denize bırakmaz, zapteder veya korkuturdu. Osmanlı Devletinin devamlı muhârebe hâlinde bulunduğu İspanya ve İtalya sâhillerine kadar giderek, düşmanın mâneviyâtını alt-üst eder, ekonomik gücünü kırar, limanlar arasındaki irtibatı keser ve ticâret yapmalarına izin vermezlerdi.

Osmanlı Devleti 14. yüzyıl sonlarından başlayarak Akdeniz’de dağınık haldeki Türk deniz korsanlarını düzenledi ve gelişmesine yardımcı oldu. Akdeniz’deki Türk korsanları ile Osmanlı Devleti arasında ilk irtibatı sağlayan Sultan İkinci Bayezid Hanın üçüncü oğlu ve Yavuz Sultan Selim Hanın ağabeyi Şehzâde Korkut’tur. Bu iş için çok çalışmış ve Oruç Reisi korsanlığa sevk etmiştir. Bu korsanlardan ilk olarak devlet hizmetine giren Kemâl Reis olmuştur. Ondan sonra Türk korsanlarının pîrî Oruç Reis, sonra kardeşi Hızır Reis (Barbaros Hayreddin Paşa), onun İstanbul’a çağrılması üzerine de Turgut Reis korsan ocağının başına geçmiştir. Turgut Reis Tunus’ta Mehdiyye, Cerbe, sonra Trablusgarb ve Cezayir Beylerbeyliğinin birçok limanını belli başlı korsan üsleri hâline getirmiştir. 1513 yılı yazında Oruç Reisin Kuzey Afrika’ya, Mağrib’e ayak basması, Türk denizcilik târihinin dönüm noktasıdır. Oruç Reis bu kıyıları İspanyollardan temizleyip, yerli halkın sevgi ve îtimâdını kazandı. Batı Akdeniz’de, hâkimiyet Oruç Reisin eline geçti. Bu suları çok iyi bilen Kemâl Reisin yeğeni Pîrî Reis, Oruç Reisin maiyetinde idi.

Cezâyir-Türk korsanları, 16. asırda zamânının en iyi denizcileri idi. İstisnâsız Akdeniz’in her yerinde faâliyet gösterdiler. Bu asırda Türk deniz akıncılarının olmadığı hiçbir Akdeniz limanı gösterilemezdi. Sardunya, Sicilya, Korsika, Malta, Türklerin her yıl çıkartma yaptıkları adalardı. Hattâ Korsika’yı tamâmen Turgut Reis fethetmişti.

Tunus beylerbeyliğine âit korsan filoları da Malta şövalyelerine rağmen İtalya ve Sicilya’ya korku verdiler.

On yedinci asrın başlarında Büyük (Koca) Murâd Reisin Batı Akdeniz ve Atlantik seferleri çok meşhûrdur. Deryâ sancakbeyi rütbesi verilen Murâd Reisin kahramanlık ve gazâlarını dinleyerek hayrân olan Sultan Birinci Ahmed Han, kendisini bizzât görmek istemiş, huzûr-ı hümâyûnda hiç bir vezîrin nâil olmadığı iltifâtlar göstererek onu Mora Sancakbeyi yapmıştır. 1609’da vefat edip Rodos’ta yaptırdığı câminin yanındaki türbesine defnedilen Murâd Reisi selamlamak türbe önünden geçen Türk harb gemisi için kânun oldu.

Yine Rodos’ta medfûn bulunan Memiş Paşaoğulları, 16 ve 17. asrın büyük amirâl ve korsanlar yetiştirmiş bir denizci âilesiydi. Denizciliğe Oruç Reisle başlayan Kurdoğulları çok meşhurdur. Endonezya’ya giden Hızır Reis, Kurdoğullarından idi.

Türk korsanları, İrlanda gibi Büyük Britanya adasına da pek çok seferler yaptılar. Devamlı şekilde 30 gemilik bir Türk filosu bu sularda geziniyordu. 1625 yılında Türkler Bristol Kanalının açığında Lundy Adasını aldılar, Bristol liman ağzına hâkim oldular. İngiltere yıllarca Türkleri bu Lundy ve Scillya adalarından atamadı. 1631’de Türkler İngiliz limanlarını yıllık vergiye bağladılar.

Murâd Reisin 20 Haziran 1627’deki İzlanda Seferi meşhûrdur. Adada 26 gün kalmış, ikinci İzlanda Seferine de Ali Reis kumanda etmiştir.

Korsanlık, akıncılık gibi bir teşkilât olup, Cezâyir Beylerbeyinin Rotterdam, Amsterdam, Ceneviz, Livorno ve emsâli büyük Avrupa limanlarında gizli ajanları vardı. Bunlar o limanlara bağlı gemilerin giriş-çıkış ve rotalarını Cezâyir’e bildirirlerdi.

On sekizinci asırda da Türk deniz akıncıları eski hüviyetlerini korumakla birlikte, İngiltere ve Fransa da büyük denizci devletler arasına girdiler.

1783 yılında Amerika Birleşik Devletleri denizlerde bayrak gezdirmeye başladı. 25 Temmuz 1785’te Atlantik’te Cadiz açıklarında bu yeni bayrağı taşıyan ilk gemi, Cezâyir korsanları tarafından zaptedildi. Bu gemi Boston limanına bağlı, kaptan İsaak Stevens’in idâresindeki Mora gemisi idi. Az sonra Philadelphia limanına bağlı, Kaptan D. Brienin’in Dauphin’i aynı âkibete uğradı ve Cezâyir’e getirildi. 1793 Ekim ve Kasım aylarında 11 Birleşik Amerika gemisi daha Türk filosu tarafından zaptedildi. Kongre 27 Mart 1794 celsesinde, Türk korsanlarına karşı koyacak güçte harp gemileri îmâl edilmesi veya satın alınması için başkan George Washington’a 688.000 dolar harcama selâhiyeti verdi. Böylece Birleşik Amerika donanmasının temeli atıldı. Az zaman sonra Birleşik Amerika, Cezâyir donanması ile başa çıkamayacağını anladı ve Cezâyir’le anlaşma yoluna gitti. 5 Eylül 1795 (21 Safer 1210) târihindeki muâhede (antlaşma) ile Birleşik Amerika, Cezâyir’deki esirlerinin iâdesi ve gerek Atlantik’te ve gerek Akdeniz’de Birleşik Devletlerin sancağını taşıyan hiçbir tekneye dokunulmaması karşılığında 642.000 altın dolar ve yılda 12.000 Osmanlı altını haraç ödeyecekti.

Türkçe ve 22 madde olan muâhedeye, George Washington ve Beylerbeyi Hasan Dayı imzâ koydular. Böylece Birleşik Amerika da yıllık vergiye bağlanmış oldu.

Deryâ ve akıncı beylerinin çok mühim bir vasıfları da ellerinin son derece açık olması ve ünlü zenginlerin yapamadıkları cömertliği yapabilmeleri, fukarâ babası olmalarıydı. Bütün bir bölgenin fakirleri bir tek deryâ ve akıncı beyinin sâyesinde geçinip giderlerdi. Beylerin konakları misâfirhâne olup, herkese açıktı. Misâfir, derecesine göre ikrâm görürdü.Misâfiri çevirmek olmazdı. Geri çevirmek, düşmana silâh teslim etmek derecesinde olup büyük şerefsizlik sayılırdı.

On yedinci yüzyılda deniz korsanlarının faaliyetleri iyice artarak deniz yolculuğu tehlikeli bir hal aldı. Avrupalı korsanlar, kendi milletlerinin gemilerine bile çekinmeden saldırmaya başladılar. Avrupa kral ve prensleri yapılan yağmalardan istifâde için korsanlara arka çıkmaya başladılar. On sekizinci asrın sonuna doğru korsanlığın korkunç boyutlara ulaşması üzerine devletler, bunlardan kurtulma çârelerini araştırmaya başladılar. 1785 yılında Amerika ile Prusya arasında yapılan antlaşmaya göre, aralarında olacak muhârebelerde karşılıklı korsanlık müsaadesi vermemeleri ve tüccar gemilerinin serbestçe dolaşmaları esâsı kabul edildi. Bu konuda devletlerarası çalışmalar kesin bir netice vermedi. Ancak Kırım Harbi (1853-1856) sırasında muhârip devletler, muhârip korsan gemisi çıkarmamaya karar verdiler. Bu durum diğer devletlere de bildirildi. Kırım Harbi sonunda Paris’te yapılan kongrede, korsanlığın tamâmen kaldırılması karârı alındı. Daha sonra 14 Eylül 1937’de Lyon’da Türkiye, Mısır, Fransa, İngiltere, Yunanistan, Romanya, Yugoslavya ve Sovyetler Birliği antlaşma imzâlayarak korsanlığa karşı tedbir alınmasını kararlaştırdılar. Antlaşmada uçakla da korsanlık yapılabileceği belirtilip, tedbir alınması kabul edildi. Günümüzde korsanlık daha çok hava korsanlığı şeklinde devâm etmektedir.

Prof. Dr. Sinsi 10-11-2012 01:00 AM

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar
 
Kutadgu Bilig
Yûsuf Has Hâcib’in 1069-1070 yılında yazdığı meşhur eseri.

İslâmî devir içinde Türk Dili ve Edebiyatı’nın olduğu kadar, Türk Kültür Târihinin de asla ihmal edemeyeceği bir siyâsetnâmedir. Kutadgu Bilig, siyâsî ve kültür bakımından, Türk-İslâm muhîtinin çok mühim bir merhalesini teşkil etmektedir. Böyle olmasına rağmen uzun müddet bir kenarda unutulup kalmıştır.

Eser, Tavgaç Ulug Bugra Karahan (Hakan) Ebu Ali Hasan bin Süleyman Arslan Kara Hana ithâf edilmiştir. Bu vesîka ile beraber Kutadgu Bilig’in zikrettiği Bugra Han hakkındaki vesikaların sayısı 15’e yükselmiştir. Bunların yedisi Türkçe, diğerleri Arapçadır. Kutadgu Bilig yazıldıktan bir hayli zaman sonra unutulmuş veya çok dar bir muhitin istifâdesinde kalmıştır. Kitâba ilk ilâve edilen 77 beyitlik bir manzûme vardır. Bu manzûm önsözde eserin kendisi ve yazarı hakkında malûmât verilmektedir. Burada hükümdârlara “ilig” ve “beg” yerine “melik” tâbiri kullanılmıştır. Şark meliki ve Maçin beylerinin hepsi bu kitabı benimsemişler ve kendilerine mirâs yolu ile intikal ettiği için başkalarına vermemişlerdir. Ayrıca diğer memleketlerde kitaba başka adlar da vermişlerdir. Çinliler Edebü’l-Mülûk, Maçinliler Enîsü’l-Memâlik, İranlılar Şehnâme ve Turanlılar (Türkler) Kutadgu Bilig demişlerdir. Bu önsözü yazan Kutadgu Bilig’i bir nevi siyâsetnâme olarak düşünmüştür ki, yerinde bir düşüncedir.

Kutadgu Bilig bu devreden sonra üçüncü olarak meydana çıkarılmıştır. Bu defa manzûm önsözün bir özeti, eksik bir mukaddime olarak eklenmiştir. Burada, manzûm önsözdeki “melik” tâbiri yerine “padişah” kelimesi kullanılmıştır.

Eser, yazı bakımından iki türlü alfabe ile yazılmıştır. Bunlardan biri Uygur alfabesi, diğeri ise Araplardan aldığımız İslâmî Türk alfabesidir. Uygur harfleri ile yazılan bâzı yazıların Fâtih devrine kadar sürmesi önceleri her iki alfabenin at başı gittiğini, Fâtih Sultan Mehmed Handan sonra Uygur harflerinin yerini tamâmen Türk-İslâm alfabesine bıraktığını söylemek gerekmektedir. Kutadgu Bilig’in bu bakımdan aslının nasıl bir alfabe ile yazıldığı bilinmiyor. Çünkü yeryüzünde bilinen üç nüshasından biri Uygur harfleri ile yazılmıştır. Bu nüsha Herat nüshasıdır. Diğer iki nüshası Arap harfleri ile yazılmıştır. Böyle olmasına rağmen islâmî-Türk yazısı ile yazılmış bir nüshadan istinsah edildiği kanâatini doğurmaktadır. Aynı durum daha sonra Karahanlı ülkesinde yazılan Atabetü’l-Hakayık gibi eserlerde de kendisini göstermektedir.

Balasagun’lu Yûsuf Has Hâcib, eserinde kendi adına yalnız bir yerde yer vermiştir. O asîl bir aileye mensûb olup, ilmî, fazîletleri, zühd ve takvâsı ile cemiyetin içinde hürmet görmüş biridir. Eserini Balasagun’da yazmaya başlamış, sonra Kaşgar’a gitmiş orada tamamlayarak Tavgaç Kara Buğra Hanın huzurunda okumuştur. Bunun üzerine hükümdar iltifât etmiş ve kendisine Has Hâcib ünvanını vermiştir. Onun eserini yazmada en mühim âmil muhakkak ki çağdaşı Kaşgarlı Mahmûd’un da Türklüğü ve Türk milletinin değerlerine sâhib olma azminden başka birşey değildir. Kaşgarlı, Türkçenin Arapça karşısındaki durumundan hareketle ve Araplara Türkçeyi öğretmek niyeti ile yazdığı eserinde Türklerin gelecek için büyük ve devamlı bir hâkimiyetlerinin olacağından bahsetmiştir. Balasagunlu Yûsuf ise zamanında Fars dilinde bir Şehnâme’nin yazılmış olmasını görerek, Kutadgu Bilig’i Türk milletine bir Şeh-nâme hediye etmek arzusu ve Türkçenin kudretini göstermek niyetiyle yazmıştır. Yûsuf Has Hâcib eserini yazdığı zaman elli yaşlarında olması muhtemeldir. Şâir bu durumda 1019 yılı civarında doğmuş olmalıdır. Nerede ve kaç yılında öldüğü belli değildir.

Eserde tasvir edilen hayat ve ideâlize edilmiş olan şahıslar şâirin kendi devrinden evvelki bir zamana aittir. Yusuf, ideal fertlerden teşekkül eden cemiyet ve devleti gözünde canlandırır. Sonra kendi devrinden acı acı şikâyet eder. Eserinde, büyük meziyet olarak gösterdiği hareket ve düşüncelerin kalmadığını söylemektedir. Eser, şâirin tasavvur ettiği ideal bir hayatı işlemesine rağmen, gerçeğin içinde dolaşır. Hattâ Türk Edebiyatı içinde bir tiyatro eseri hüviyetine bürünür. Eserde saâdet ve ikbâli (kut) temsil eden vezir Aytoldu ile aklı (ukuş) temsil eden Ögdülmiş’in şahıslarında şâirin kendisini tasvir etmiş olması mümkündür.

Türk yazı diline hakkıyla hâkim ve inceliklerine vâkıf olan şâir Uygur Türklerinin an’anesini devam ve inkişâf ettirerek, Türk Milletinin hayâtına geniş yer vermiştir. Böyle olmakla birlikte Yûsuf Has Hâcib zaman zaman tecrübelere yönelir. Tecrübeli yiğitlerin, büyüklerin, milleti düşünenlerin düşüncelerine eserinde yer verir ve bu sözlerin yabana atılamayacağından bahseder. Hattâ müdâfaa ettiği fikri buna benzer sözlerin eşiğine getirerek, atasözlerine, değer verdiği tecrübeli kimselerin buyruk ve işâretlerine bırakır. Bunların içinde pekçok sözün kaynağının hadislere dayanması esere ayrı bir değer katar ve ilk İslâmî eser olan Kutadgu Bilig değerler bakımından İslâmiyete dayanır. Böylece eser dünyâ ve âhiret saâdetinin ancak bu şekilde bulunacağı fikrini işler. Yûsuf Has Hacip, bu yönü ile ilk Türk eğitimcileri arasına girmeye de hak kazanmaktadır. Zâten Kutadgu Bilig; dünyâ ve âhiret saâdetini gösteren bilgi demektir.

Yûsuf Has Hâcib, İslâm sanatkârlarını örnek tutarak, arûz vezni kullanmıştır. Eser; Şehnâme vezni olarak bilinen; Fe’ûlün, fe’ûlün, fe’ûlün, fe’ûl vezninde yazılmıştır. Şâir bu vezni pürüzsüz bir şekilde kullanmıştır.

Muhtevâ bakımından ise Kutadgu Bilig; sahnesiz bir tiyatro eseri görünüşündedir. Hükümdâr Küntogdı’nın, âkibeti temsil eden Odgurmuş ile görüştükten sonra, dünyadaki hayâtın esâsını kavrayarak üzerindeki yükü taşımak istemediğini aklı temsil eden Ögdülmiş’e söylemesi üzerine; Ögdülmiş hükümdâra yapacağı işleri hatırlatır. Ve ona iyi ad kazanmak için yeni iş sâhası gösterir. Eserin başında “tevhid, naat, dört halifenin zikri ve yaz mevsiminin tasviri vardır. Bunlardan sonra Ulug Bugra Hanın medhiyesi yer alır. Bu şekli ile eser klasik tertib usûlüne uygunluk gösterir.

Kutadgu Bilig dört esas üzerine tanzim edilmiştir:

1. Doğru kanun (köni töri); bunu Küntogdı (hükümdar),

2. Saâdet (kut); bunu Aytoldı (vezir),

3. Akıl (ukuş); bunu Ögdülmiş (vezirin oğlu),

4. Odgurmış (zâhid) tarafından temsil edilmektedir.

Bunlardan başka Aytoldı’nın Hâcib ile buluşmasını temin eden Küsemiş, huzura kabulü sağlayan Hâcib, arada hizmet gören oğlan, haber getiren Yumışçı ve zâhidin yanında çalışan Kumarı da şahıslar kadrosu içinde yer alırlar. İnsanların iki dünyâda ele geçirmek istedikleri saâdet (Aytoldı) ile kâinatın üzerine kurulduğu doğru kanun (Küntogdı) arasındaki karşılıklı konuşmalarda o devrin ferdî ve ictimaî ahlâk prensiplerine yer verilir. Küntogdı’nın akıl (Ögdülmiş) ile devam eden konuşmalarında ise cemiyet hayatının, bilgi nazariyesinin ve hayat görüşünün bütün meselelerine temas edilmektedir.

Aytoldı’nın oğlu Ögdülmiş büyümüş, hükümdârın îtibârını kazanarak babasının yerine vezir olmuştur. Şâir, bu âlim veziri hükümdârın yardımcısı olarak şahsî düşünce ve hareketlerinde de sahneye çıkarmaktadır. Ona devletin en yüksek müesseseleri hakkında konuşmak fırsatını da vermektedir. Eserde sırası ile hükümdâr, vezir, kumandan, hâcib, mâbeyinci, sefir, sır kâtibi, hazînedâr, aşçıbaşı, şarâbdâr mansıbları ve bunları işgal eden şahısların vasıf ve vazifeleri ayrı ayrı anlatılmaktadır. Hükümdâr, vezir ve diğer memûrlar şâirin tasvir ettiği ideal bir durumda maddî ve mânevî hayatı her bakımdan tanzim edilmiş bulunmakta ve ahalî hükümdara dua etmektedir. Hükümdar ilerisini düşünerek Ögdülmiş gibi birini arıyor ve bununla müellif bütün zevkleri ile birlikte, dünyadan yüz çeviren aşırı bir zâhid zümresi mümessilinin ortaya çıkmasını sağlıyor.

Hükümdâr, Zâhid Odgurmış’a Vezir Ögdülmüş vâsıtasıyla bir mektup gönderiyor. Ögdülmiş ile Odgurmış dünya ve âhiret meselelerinden konuşuyorlar. Bu konuşmalardan sonra Zâhid tereddüd ediyor. Kendisinde; dünyâda Müslümanlara hizmet etmekle ukbâyı(âhireti) kazanmak fikri doğuyor. Fakat dünyânın ağır basan kusurları karşısında niyetinden vazgeçiyor. Hükümdârın ikinci mektubu üzerine şehre, insanlar arasına dönmeye râzı oluyor. Ögdülmiş kendisine lâzım olan bâzı bilgileri veriyor. Fakat zâhid, dünya sevgisini gönülden çıkarmadan ona Allah sevgisini sokmanın mümkün olmadığını ileri sürerek şehre gelmekten vazgeçiyor. Hükümdâr, kendisini görmek için zâhidin ayağına kadar geleceğini söyleyince Zâhid, hükümdârın yanına gidiyor. Hükümdârla konuşurlar. Zâhid en çok ömrün kısalığından ve ölümden bahseder. Hükümdâr bu sözlerin tesiri altında kalarak dünyanın hiçliğini ve bu kadar yükü yüklenmenin mânâsız olduğunu düşünür.

Ögdülmiş hükümdâra, vazifesinin Allah tarafından verildiğini ve ye’se kapılmamasını söyleyerek onu iyilik yapmaya teşvik ediyor.

Ögdülmiş ihtiyarlamaktadır. Tövbe etmek ve gönlünü temizlemek lüzûmunu duymakta, kardeşi Zâhid ile istişâre etmek istemektedir. Odgurmış’ın hastalanması üzerine Ögdülmiş çağrılıyor. Odgurmış hastalık hakkında bir rüyâ görmüştür. Her ikisi bu rüyayı farklı tâbir etmişlerdir. Odgurmış tekrar kendi görüşünü hülâsa ediyor. Ögdülmüş hükümdârın da muvâfakatı ile Zâhid’in yanına gelmiştir. Fakat o çoktan ölmüştür. Bu durumda Ögdülmiş üzülmüş ve Zâhid için mâtem tutmuş, yasına hükümdâr da iştirâk etmiştir.

Şâir en sonunda esere dönüyor. Bunun yazılış sebebini ve ehemmiyetini belirttikten sonra sözlerini duâ ile bitiriyor.

Kutadgu Bilig’in nüshaları: Eserin bugün bilinen üç nüshası vardır:

1. Herat Nüshası: Kutadgu Bilig’in ilk bilinen nüshasıdır. Arap harfleri ile yazılmış bir nüshadan Uygur harflerine çevrilmiştir. Hicri 4 Muharrem 843 tarihinde istinsah edilmiştir. Bu nüsha Fatih Sultan Mehmed Han devrinde, Uygur kâtiblerinden Abdürrezzak Bahşı için Fenârî oğlu Kadı Ali tarafından Tokat’tan İstanbul’a getirtilmiştir. Eserin bundan sonraki mâcerası karanlıktır.

2. Fergana Nüshası: Kutadgu Bilig’in en önemli nüshasıdır. Nüshayı bulan Fitret, Maarif ve Okutguçı mecmuasında hakkında umumî bir bilgi vermiştir. Nerede, ne zaman ve kim tarafından, kimin için istinsah edilmiş olduğu belli değildir.

3. Mısır Nüshası: Bu nüsha Kahire’de, Hidiv kütüphanesinin o zamanki müdürü Alman Moritz tarafından 1896 yılında bulunmuştur.

Eser üzerinde yerli ve yabancı Türkologlar çalışmışlardır. Fakat en önemli çalışma Reşit Rahmeti Arat tarafından yapılmıştır. Prof. Dr. R.R. Arat; üç nüshanın karşılaştırmalı metnini 1947’de, metnin tercümesini 1959 yılında ölümünden önce yayınlamış; fakat ortaya çıkardığı fişlerle yaptığı çalışmaları ise ölümünden sonra Prof. Dr. Muharrem Ergin, Prof. Dr. Kemal Erarslan, Dr. Nuri Yüce ve Dr.O.F. Sertkaya’nın gayretleri ile ortaya çıkarılmıştır. Eserin 3. cildini meydana getiren bu indeks kısmı Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü tarafından 1979 yılında neşredilmiştir.

Prof. Dr. Sinsi 10-11-2012 01:00 AM

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar
 
Lala
Osmanlı şehzâdelerinin tâlim ve terbiyesiyle meşgul olanlara verilen isim. Selçuklularda bu vazifeyi atabegler yaparlardı.

Geleceğin hükümdarını yetiştirmek üzere görevlendirilen bu kişiler din ve fen ilimlerinde mümtaz şahsiyetler arasından seçilirlerdi. Şehzâdeler sancağa çıkarken bâzen yanlarına birden fazla da lala görevlendirilirdi. Bu durumda en kıdemlisi “Lala Paşa” ünvânını taşırdı. Lalanın ilmî kıymeti yanında pâdişâhın fevkalâde îtimâdını kazanmış emin bir kimse de olması gerekliydi. Çünkü bunlar şehzâdenin iyi bir devlet adamı olarak yetişmesi yanında onun pâdişâha karşı itâatini de kırmaması lâzımdı. Îtimâdı sarsacak durumlarda lalaların görevden alınması pâdişâhın yetkisindeydi. Lalalar yetiştirdikleri şehzâdenin pâdişâh olması durumunda büyük bir nüfuz kazanırlardı. Tahta geçen yeni pâdişâh, lalalarının en kıdemlisi olan Lala Paşayı vezirliğe ve bâzen de sadrazamlığa tâyin ederdi.

Lala deyimi ayrıca halk arasında konak ve evlerde çocukların yetiştirilmesi için alınan görevliler için de kullanılmıştır. (Bkz. Atabeg)


Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.