ForumSinsi - 2006 Yılından Beri

ForumSinsi - 2006 Yılından Beri (http://forumsinsi.com/index.php)
-   Tarih Musahabeleri (http://forumsinsi.com/forumdisplay.php?f=516)
-   -   Soğuk Savaş Dönemi (1945-1960) (http://forumsinsi.com/showthread.php?t=83639)

KRDNZ 06-21-2009 02:03 PM

Cevap : Soğuk Savaş Dönemi (1945-1960)
 
SAVAŞTAN SONRA TÜRKİYE 1945-1960
II. Dünya Savaşı'ndan sonra Türkiye'nin dış politikasına hakim olan esas mesele, daha savaş sırasında tahmin ettiği gibi, savaş sonrası Avrupa dengesinde meydana gelen boşluklardan yararlanan ve bütün ağırlığı ile Türkiye üzerine de çöken Sovyet emperyalizmine karşı güvenliğini sağlama endişesi olmuştur. Türkiye NATO'ya girmekle bu güvenliğe kavuşmuş ise de, Doğu Asya'da Çin Halk Cumhuriyeti'nin ortaya çıkması neticesi, Kore Savaşı ile milletlerarası komünizmin dünyanın çok geniş bir alanında tehlike yaratması karşısında, Türkiye kendi güvenlik sistemini genişletme yoluna gitmiş ve Balkan ve Bağdat ittifaklarının kuruluşunda aktif bir rol oynamıştır. Bu gelişmeler Türk dış politikasını 1945-1955 arasında meşgul ederken, 1954 de milletlerarası mahiyet kazanan Kıbrıs meselesi ise, Türk dış politikasının 1955-1960 arasındaki başlıca konusunu teşkil edecektir.



Bağdat Paktı
1955 yılından itibaren nasıl Balkan ittifakı sarsılmaya başlamış ise, Türkiye’nin 1955 Şubatında meydana getirdiği Bağdat Paktı da aynı şekilde önemli sarsıntılar geçirmiştir.
Türkiye, 1954 Ağustosunda Balkan İttifakını gerçekleştirir gerçekleştirmez hemen arkasından, yine 1954 yazından itibaren bir de Orta Doğu’da bir savunma ittifakı sistemi meydana getirmek için faaliyete geçti. Fakat bu faaliyetin esas kaynağını, Birleşik Amerika Dışişleri Bakanı John Foster Dulles’ın bir tasarısı teşkil ediyordu. Kore Savaşı, Amerika Dışişleri Bakanını, komünist emperyalizmi tehlikesine karşı daha güçlü tedbirler almaya sevketmişti ki, bu çerçeve içinde Uzakdoğu bakımından alınan tedbirlerden söz etmiştik. Dulles, Orta Doğu memleketlerini de bir ittifak sistemi içinde toplamak istiyordu ve bu amaçla 1953 Mayısında bütün Orta Doğu memleketlerini teker teker ziyaret etti. Bu arada 25-27 Mayıs 1953 günlerinde Ankaraya da geldi ve bu ülkelerle görüşmeler yaptı. Bu sırada İngiltere ile Mısır arasındaki Süveyş anlaşmazlığı henüz çözümlenmemiş ve Arap memleketleriyle İsrail arasındaki münasebetler de gerginliğini muhafaza ediyordu. Bu sebeple, Dulles, bütün Orta Doğuyu kapsayacak bir savunma sisteminin kurulması için gerekli müsait atmosferi bulamadı ve Vaşington’a dönüşünde radyo ve televizyonlarda yaptığı bir konuşmada, Arap ülkelerinin İsrail, İngiltere ve Fransa ile olan çatışmalara bütün dikkatlerini çevirmiş olduklarını ve bundan ötürü de Sovyet komünizmi tehlikesine hemen hiç aldırmadıklarını söylemiş ve "Bir Orta Doğu Savunma Teşkilatı meselesi, yakın bir ihtimal olmaktan ziyade, ancak geleceğe ait bir iştir" diyerek, kurmak istediği Kuzey Seddi (Northern Tier) tasarısını ileriye attı.
Fakat Türkiye, Amerika tarafından terkedilen bu fikrin peşini bırakmadı. 27 Temmuz 1954 de, İngiltere ile Mısır arasındaki Süveyş anlaşmazlığını sona erdiren antlaşma parafe edildi ve bu antlaşma 19 Ekim 1954’de de imzalandı. Bu antlaşmanın ilgi çeken tarafı, 17 Haziran 1950 tarihli Arab Ligi Devletleri Ortak Savunma Antlaşmasını imzalayan devletlerden birine veya Türkiye’ye, silahlı bir saldırı olması halinde, İngiltere’nin Süveyş kanalına asker sokmak hakkını kazanmasıydı. Antlaşmanın bu hükmünün ve Mısır’ın da bu hükme rıza göstermesinin, Türkiye’yi, Orta Doğu Savunma sisteminin kurulması hususunda büyük ümitlere sevkettiği anlaşılmaktadır. Çünkü, Irak Başbakanı Nuri Said Paşa’nın Ankaraya yaptığı on günlük bir ziyaret sonunda 18 Ekim 1954 de yayınlanan bir bildiride Türkiye ile Irak’ın Orta Doğu’da bir güvenlik teşkilatı kurmaya karar verdikleri ve Türkiye’nin Arab devletlerinin meşru menfaatlerine aykırı bir politika izlemiyeceği bildirildi. Bu son cümle ile anlatılmak istenilen, Türkiye’nin İsrail Meselesinde Arapların meşru menfaatlerine aykırı hareket etmiyeceği ve İsrail’i körü körüne desteklemiyeceği idi. Arab devletlerine bir taviz verilmek isteniyordu.
Irak ile Türkiye’nin bir Orta Doğu savunma teşkilatı kurma teşebbüsleri, başta Mısır olmak üzere Arab devletleri tarafından tepki ile karşılandı. Çünkü, İngiliz-Mısır Süveyş antlaşmasının parafe edilmesinden sonra, Mısır, kendi liderliği altında bir Arab devletleri bloku kurmak üzere diplomatik faaliyetini birdenbire arttırmıştı. Mısır Milli İstikamet Bakanı Salah Salim, Ağustos ve Eylül aylarında, Bağdat da dahil olmak üzere bütün Arab başkentlerini ziyaret ederek görüşmelerde bulunmuştu. Yine Mısır’ın Suudi Arabistan ve Pakistanla yaptığı temaslardan sonra, Eylül ayında, Doğu ve Batı blokları arasında bir denge unsuru olmak üzere, bir İslam Kongresi’nin kurulması dahi söz konusu olmuştur.
Şimdi Türkiye ile Irak’ın Mısır’dan önce davranarak, bir Orta Doğu güvenlik teşkilatı kurmak için harekete geçmeleri Başkan Nasır’ın kendi liderliği altında gerçekleştirmek istediği Arab blokunu engelleyici nitelikte ve daha da önemlisi, Mısır’ın liderliğini köstekleyici nitelikte idi. Bunun için Mısır’ın tepkisi sert oldu. Kurulacak olan güvenlik teşkilatına katılmıyacağını hemen açıkladı. Mısır’ın bu tutumu diğer Arab ülkelerini de etkiledi ve bunlar Türk-Irak teşebbüsüne karşı çekingen bir durum aldılar. Bu durum da Türkiye ile Irak’ın teşebbüsünü köstekleyici nitelikte idi. Bu sebeple Türkiye Başbakanı Menderes, 1955 Ocak ayında Şam ve Beyrut’u ziyaret etti. Suriye kurulacak pakta katılmayı reddetti. Lübnan ise, Mısır ile Suriye’nin bu redleri karşısında, bu pakta katılmaya birdenbire karar veremedi. Orta Doğu Güvenlik Paktı meselesi, Arab Ligi Konseyi’nin 22 Ocak-6 Şubat 1955 arasında yaptığı toplantıda tartışma konusu oldu. Mısır, Suriye ve Suudi Arabistan Pakt’a karşı şiddetli cephe aldılar. Irak ise Pakt fikrini savundu. Lübnan ile Ürdün uzlaştırıcı bir rol oynamak istedilerse de, Konsey toplantısı sonuç vermeden dağıldı.
Bu durum karşısında Türkiye ve Irak 24 Şubat 1955 de Bağdat Paktı’nı imza ettiler. Taraflar arasında "güvenlik ve savunma" konusunda işbirliği yapılmasını öngören bu Pakt’ın 5’inci maddesine göre, bu Pakt’a her devlet katılabilirdi. Yalnız şu şartla ki, bu devletin ya bir Arab Ligi üyesi olması veya taraflarca "tanınmış" olması gerekmektedir. Bunun anlamı şuydu ki, İsrail için bu Pakt’a katılma imkanı yoktu. Çünkü bir Arab devleti olan Irak İsrail’i tanımamıştı. Şüphesiz bu hüküm, diğer Arab devletlerinin İsrail düşmanlığına verilmiş bir tavizdi.
Bağdat Paktı imza edilirken, diğer Arab devletleri ve özellikle Lübnan ve Ürdün’ün buna katılması halinde, Mısır-Suriye blokunun izole edilmiş olacağı va sonunda da yalnız kalan bu devletlerin, ister istemez Pakt’a katılacakları düşünülmüştü. Fakat düşünülen gerçekleşmedi. Lübnan ve Ürdün nezdinde yapılan teşebbüsler bir sonuç vermedi. Bununla beraber, bu iki devlet Mısır-Suriye blokuna da katılmadılar.
Pakt’ın imzasından sonra Mısır ve Suriye, Türkiye ve Irak’a karşı geniş bir kampanya açtılar. Bağdat Paktı, Batı emperyalizminin bir vasıtası, İsrail’e hizmet eden bir alet olarak gösterildi. Mısır ve Suriye’nin bu kampanyasını etkisiz bırakmak için Paktın genişletilmesine çalışıldı. 4 Nisan 1955 de İngiltere, 23 Eylül 1955 de Pakistan ve 3 Kasım 1955’de de İran Bağdat Paktı’na katıldılar. İngiltere’nin katılması Mısır ve Suriye’nin eline yeni bir silah verdi. Bu da Bağdat Paktı’nın İngiltere’nin Orta Doğu’daki sömürgeciliğinin yeni bir eseri olduğu idi. İran’ın katılması ise büyük bir şey ifade etmedi. Zira Pakistan ve İran Orta Doğu’nun Arab kuşağına dahil değildi. Böylece Bağdat Paktı Arab devletlerinin desteğinden tamamen mahrum kaldı. Bu da Pakt için önemli bir zaaf oldu. Öte yandan, Arab ülkelerinde doğan muhalefet karşısında Amerika da Pakt’a katılmaya cesaret edemedi. Bu da Pakt’ın ikinci büyük zaafı oldu. Böylece Bağdat Paktı, gerçekleştirmek istediği gayeye oranla, çok zayıf temeller üzerine oturtulmuş garip bir bina oluyordu.
Mart 1955 başlarında bir yandan Mısır ve Suriye, öte yandan da Mısır ve Suudi Arabistan, aralarında birer askeri pakt imzalamaya karar verdiler. Yemen de bunlara katılacağını bildirdi. Gerçekten, 20 Ekim 1955 de Mısır-Suriye 27 Ekim 1955 de Mısır-Suudi Arabistan Savunma antlaşmaları imzalandı. 21 Nisan 1956’da da Mısır-Suudi Arabistan-Yemen savunma antlaşması imzalandı. Orta Doğu’da Bağdat Paktına karşı mukabil bir blok ortaya çıkmış oluyordu. Her iki blokun dışında kalan Lübnan ve Ürdün de göz önünde tutulunca, Bağdat Paktı, Orta Doğu’da ve özellikle Arab kuşağında birleştirici bir rol oynamak isterken, bu kuşağı üç parçaya ayırmış olmaktaydı. Bu parçalanmadan ve parçalar arasındaki rekabetten Sovyet Rusya faydalanmıştır. Böylece Bağdat Paktı’nın bir sonucu da, Sovyetlerin Orta Doğu’ya girmesi olmuştur. Halbuki bu Pakt Sovyet tehdidine karşı bir savunma bloku teşkil etmek için kurulmuştu. Halbuki tamamen aksi oldu. Çünkü, Mısır, Bağdat Paktı’na karşı mukabil bir blok kurmakla da yetinmeyip, sözde İsrail’in muhtemel bir saldırısına karşı kendisini kuvvetli bulundurmak için, 1955 sonbaharından itibaren Sovyet Rusya ve peykleriyle silah alış-verişine girişti. Suriye Sovyetlerle yakınlık kurmakta Mısır’dan da ileriye gitti. Bu iki devlet Sovyetler Birliğini adeta Orta Doğuya çektiler. Bu ise Orta Doğu’daki Doğu-Batı mücadelesini daha da şiddetlendirdi. Şimdi, 1950 de faaliyet alanlarını Avrupa’dan Uzakdoğu’ya aktaran Sovyetler Birliği, bu gelişmelerle faaliyetlerini Uzakdoğu ve Asya’dan Orta Doğu’ya aktarmış oluyordu. Bu ise 1956’dan itibaren Orta Doğu buhranlarını daha da şiddetlenmeye götürecektir.
Bağdat Paktı’nın kendisine gelince: Orta Doğu buhranları bu Pakt’ı bambaşka bir nitelik ve gayeye götürecektir. 14 Temmuz 1958 de Irak’da patlak veren ihtilalin sonunda gerek monarşinin ve gerek Nuri Said rejiminin yıkılması ve General Kasım’ın liderliğinde 1963 yılına kadar devam edecek rejimin Irak’ın kaderine egemen olması üzerine, Irak Bağdat Pakt’ından çekilmiş ve bundan sonra Pakt’ın adı değiştirilerek Merkezi Antlaşma Teşkilatı (Central Treaty Organization -CENTO) olmuştur. CENTO ise, faaliyetlerinin yönünü, daha ziyade üyeler arasındaki ekonomik, kültürel ve teknik işbirliğine çevirmiş ve bunda da daha belirli başarılar kazanmıştır. Öte yandan, Bağdat Paktı’nın geçirdiği bu nitelik değişikliği Birleşik Amerika’yı Paktın bu yeni şekliyle çok daha yakından ve sıkı bir işbirliğine yöneltmiştir.




Kıbrıs Meselesi
http://www.psywarrior.com/BritsSearchCypriots.jpg

Türkiye, Balkan İttifakını ve Bağdat Paktı'nı gerçekleştirdiği bir sırada, Kıbrıs meselesi gibi, kendisini 1959 yılının başlarına kadar uğraştıracak ve zaman zaman gayet şiddetli buhranlardan geçecek olan bir mesele içine girmeye başlamıştır.

Yunanistan daha II. Dünya Savaşı'nın sonundan itibaren Kıbrıs meselesini kurcalamaya başlamış ve bu adayı kendisine ilhak (Enosis) etmek için faaliyete geçmiştir. İlgi çeken bir nokta da, Orta Doğu üzerinde Sovyet tehlikesinin belirli bir hal aldığı, Yunanistan'da komünist Markos'cuların iç savaşı çıkardıkları bir sırada Kıbrısta da komünistlerin, Kıbrıs'ı Yunanistan'a ilhak için faaliyetlerini arttırmalarıdır. Bu gelişmenin sebebi açıktı: Doğu Akdeniz'de stratejik bir mevkide ve İngiltere'nin elinde bulunan Kıbrıs adasından İngiltere'nin çıkmasına sağlamak suretiyle, Doğu Akdeniz'de Batılıların durumunu zayıflatmak ve hatta bu adayı bir komünist üssü haline getirmek.

Komünistlerin bu taktiği sağcıların emperyalizmi ile işbirliği yapınca, bilhassa 1947 yılından itibaren Yunan kamuoyu Kıbrıs meselesinin üstüne düşmeye başladı. 1947 yılı başka bir sebepten de Yunanistan için mühim bir gelişme yılı olmuştu. II. Dünya Savaşı'nın yenilmiş devletlerinden İtalya ile 10 Şubat 1947 de Paris'te imzalanan barış antlaşması ile İtalya, 1911-12 de Osmanlı Devleti'nden işgal etmiş olduğu On İki Ada'yı Yunanistan'a verdi. Bu hadise Yunan Megalo İdea'sı için kışkırtıcı bir unsur oldu. Zira, On İki Ada'yı alan Yunanistan ve Yunan kamuoyu şimdi gözlerini Kıbrıs'a çevirmeye başladı. Bu durum, sorumlu veya sorumsuz, resmi veya gayrı resmi, herkes tarafından çeşitli amaçlara alet edilince, mesele günden güne şiddetlenen bir gelişme gösterdi.

Kıbrıs adasında 120 bin Türkün bulunması dolayısiyle, Yunanlıların Enosis davası tabiatiyle Türkiye'yi yakından ilgilendirdi. Onun içindir ki, Türk basını ve kamuoyu 1947 yılından itibaren Kıbrıs gelişmelerine karşı yakın bir ilgi göstermiş ve Türk Hükümeti'nin devamlı olarak dikkatini çekmekten kaçınmamıştır. Buna karşılık Türk Hükümeti, 1955 yazına kadar, denebilir ki, meseleye adeta sırt çevirmiştir. Böyle bir davranışın 1952 yılına kadar olan sebeplerini izah etmek belki güç değildir. Çünkü bu yıla gelinceye kadar Türkiye için en önemli dava, Sovyet ve komünist emparyalizmine karşı güvenliğini garanti altına almaktı. Lakin 1952 Şubatında Türkiye NATO'ya katıldıktan sonra, Türkiye'nin bu hayati davası gayet tatmin edici bir çözüm yoluna ulaşmış olmaktaydı ve dolayısiyle Türkiye için bu davanın üstüne düşme imkanı mevcuttu. Fakat, Türk Hükümeti'nin 1954'e kadar olan ilgisizliğini de bir dereceye kadar izah imkanı mevcuttur. Çünkü, 1952-1954 arasında Yunanistan'ın, Kıbrıs'ın kendisine terki için İngiltere nezdinde yaptığı her teşebbüs İngiltere tarafından reddedilmiş ve İngiltere adanın statükosunu değiştirmiyeceğini daima tekrar etmiştir. Fakat bu olayın önemli tarafı şuydu ki, Yunanistan İngiltere'ye resmen başvurup adayı istiyordu. Şu halde, bunun Türk Hükümeti için bir şey ifade etmesi gerekirdi. Aksine, Türk Hükümeti, bütün bu gerçeklere gözlerini kapayarak, Yunanistanla Balkan İttifakını gerçekleştirmeye çok daha fazla önem vermiştir. Balkan Paktı'nın gerçekleşmesini önleyebilecek herhangi bir engelin çıkmasından Türk Hükümetinin adeta korktuğu görülmüştür.
http://www.psywarrior.com/DigenesFighter.jpg

Türk Hükümeti Balkan İttifakını gerçekleştirdi. Lakin, Yunanistan daha ertesi günden itibaren, Kıbrıs meselesi vasıtasiyle bu ittifakı geri plana atmak istediğini açıkça gösterdi. Balkan İttifakı 9 Ağustos 1954 de imzalandı. Fakat 16 Ağustos 1954 günü Yunanistan Birleşmiş Milletlere resmen başvurup, İngiltere'den şikayet etmiş ve ada halkına self- determination yani kendi mukadderatını kendisinin tayin hakkının verilmesini istemiştir. Bu haktan kasdedilen ise, adanın rum halkına, kendilerini Yunanistan'a katma yetkisinin verilmesinden başka bir şey değildi. Birleşmiş Milletler 1954Eylülünde meseleyi ele aldı, fakat meseleyi inceleyip bir karar vermeyi reddetti.

Yunanistan'ın Kıbrıs meselesini Birleşmiş Milletlere getirmesimeselenin milletlerarası plana intikal ettirilmesi demekti. Böyle olunca, Türkiye'nin de mesele içine girmesi gerekirdi. Gerçekte, Birleşmiş Milletler müzakerelerinde Türkiye de meseleye karıştı. Lakin kendi haklarını açık ve kesin bir şekilde belirtmek ve savunmak için değil, fakat meselenin bir an önce kapanması ve büyümemesi için. Türk Hükümetine göre, adanın statükosunun korunması, Doğu Akdeniz'deki genel barış düzeni için olduğu kadar, ilgili tarafların menfaatleri bakımından da faydalı ve gerekliydi. Türkiye adanın İngiltere'nin elinde kalması taraftarıydı.

Birleşmiş Milletlerin 1954 Aralık ayında, Kıbrıs meselesini görüşmeme kararı Türk Hükümet Başkanını o kadar hoşnut bırakmıştı ki, Başbakan Menderes, 18 Aralık 1954 de verdiği bir demeçte, "Bu mesele tamamiyle kapandığı için artık müttefikimiz Yunanistan ile aramızdaki dostluğun hatta gölgelenmemesine dikkat ve itina göstermek zamanı gelmiş bulunuyor" demiştir.

Olaylar, Türk Hükümet Başkanı'nın, meselenin artık kapandığı ve Türk-Yunan ittifakının titizlikle korunması gerektiği hususundaki inancını yalanlamıştır. Yunanistan şimdi meselenin üstüne daha fazla düşmeye başlamış ve işin kötüsü de adada tethişçiliği kışkırtma ve bu tethişçiliğe yardım etme yoluna gitmiştir. Adada olayların bir buhran haline gelmesi üzerine, İngiltere Hükümeti, meseleyi görüşmek üzere Türkiye ve Yunanistan'ı, 29 Ağustos 1955 de Londra'da toplanacak bir konferansa davet etmiştir. Bu suretle Türkiye, İngiltere tarafından Kıbrıs meselesinin içine ister istemez çekilmiş oluyordu. Tabiatiyle, bunda İngiltere'nin bir taktiği de vardı. İngiltere, Yunanistan karşışında yalnız kalmamak için, Türkiye'yi de Yunanistan'ın karşısına çıkarıyordu.

Londra Konferansı müsbet bir netice vermeden 7 Eylülde dağıldı. İngiltere, Yunanistan'ın isteklerine bir miktar taviz olmak üzere, adaya muhtariyet vermeyi teklif etti. İngiltere'nin Yunanistan lehine gösterdiği bu durum değişikliğine rağmen, Türkiye statükonun korunmasında ısrar etti. Yunanistan ise, sef-determination'da, yani adanın kendisine katılmasında dayattı.

Bu durum karşısında İngiltere, kendi görüşünü yürütmek üzere, 1955 yılı sonundan itibaren adaya muhtariyet vermek üzere hazırlıklara başladı. Bu ise Türkiye'nin savunduğu görüşün aleyhine bir dönüştü. Bunun için 1956 yılının başında yine statüko üzerinde ısrar eden Türkiye, İngiltere'nin muhtariyet konusundaki kesin kararı karşısında, bu olup-bittiyi kabul ile, o da muhtariyete bir eğilim gösterdi ve muhtariyet rejimi içinde Kıbrıs Türklerinin hürriyet ve yaşama haklarını garanti altına alacak olan kendi muhtariyet tekliflerini İngiltere'ye bildirdi.

Bu arada 1956 yılının başından itibaren Kıbrıs'ta rum tethişçiliği günden güne şiddetini arttırıyordu. İngiltere'yi muhtariyete götüren sebeplerden biri de bu tethişçilik faaliyeti ve bunun Yunanistan tarafından da beslenmesiydi. Bunun için, İngiltere 1956 Temmuzunda Lord Radcliffe'i Kıbrıs için bir anayasa hazırlamakla görevlendirdi. Lord Radcliffe; Kıbrıstaki incelemelerinden sonra hazırladığı muhtariyet anayasası raporunu, 12 Kasım 1956 da İngiltere Sömürgeler Bakanlığına sundu.

Radcliffe raporu üzerine, İngiltere Sömürgeler Bakanı Lennox Boyd 19 Aralık 1956 da Avam Kamarası'nda yaptığı konuşmada, İngiltere Hükümeti'nin bu rapordaki anayasa tekliflerini aynen kabul ettiğini belirttikten sonra şöyle diyordu: "İngiliz Hükümeti, Kıbrıstaki gibi gayet karışık bir ahali için self-determination hakkının tatbiki için, muhtelif hal çareleri arasına, Ada'nın taksimi hususunun da ithal edilmesi gerektiğini kabul etmektedir.

İngiltere'nin, bu şekilde, Kıbrısta iki ayrı toplumun varlığını kabul ile, self-determination hakkını her iki toplum için de ayrı ayrı tanınması gerektiğini, yani adanın taksiminin de bir çözüm yolu olarak ele alınabileceğini söylemesi, Türk Hükümetini bundan sonra, taksim tezi üzerinde ısrara götürmüştür. Lennox Boyd'un sözlerindeki adanın taksimini öngören kısımları, Türk Hükümeti, meselenin nihai şekilde çözümünü sağlıyabilecek bir "hareket noktası" saymış ve taksim tezine bağlanmıştır.

İngiltere taksim'i de bir çözüm yolu olarak göstermekle beraber, bağlandığı esas görüş bu değildi. İngiltere, esas itibariyle muhtariyet fikrine bağlanmış, fakat belirli bir süre devam edecek olan muhtariyetten sonra, kesin çözüm yoluna gidildiği takdirde, taksimin bu çözüm yollarından biri olabileceğini belirtmişti. Halbuki Türkiye, uzun yollara gitmeden, meselenin en kısa yoldan çözümü için taksim'i hemen gerçekleştirmek istemiştir. Öte yandan, Türk kamuoyu, bu sırada meselenin başındanberi benimsemiş olduğu görüşte ısrar ediyordu. Bu da, ya adada statükonun devamı, yani adanın İngiltere'nin elinde kalması, veya, eğer İngiltere çekilecekse, adanın gerçek ve eski sahibi Türkiyeye iade edilmesiydi. Bu sebepten ötürü, Türk Hükümeti 1956 yılı sonunda taksim tezini kabul ettikten sonra, 1957 yılında, bu tezi bir yandan Türk kamuoyuna benimsetmek, bir yandan da İngiltere ve Yunanistan'a kabul ettirmek için uğraşmıştır. Türk Hükümeti, yeni tezini Türk kamuoyuna benimsetmede başarı kazanmış ve 1958 yılında bütün Türkiye'nin sesi, "Ya Taksim! Ya Ölüm!" olmuştur.

Bu arada Yunanistan Kıbrıs meselesini her yıl Birleşmiş Milletlere götürmekten geri kalmamıştır. Birleşmiş Milletler ise bu dikenli meselede kesin bir formül kararı almaktan kaçınmış ve meselenin Türkiye, İngiltere ve Yunanistan arasında müzakere yolu ile çözümlenmesi fikrini benimsemiştir.
http://www.psywarrior.com/1950Referendum.jpg

1958 yılında; tethişçiliğin şiddetlenmesi dolayısiyle, gerek Kıbrısta durum adamakıllı kötüleşmiş, gerek Türk-Yunan ve Yunan-İngiliz münasebetleri gerginleşmiştir. Bu durum tabiatiyle Türk-İngiliz münasebetleri üzerinde de etkisiz kalmamıştır. Bu ise, NATO'nun Doğu Akdeniz'deki sağ kanadını etkilemiştir. Bundan dolayı, bir yandan Birleşik Amerika'nın, bir yandan da NATO'nun aracılık ve baskıları ile, Türkiye ile Yunanistan ikili müzakerelere girişmişler ve iki devletin başbakanları arasında 5-11 Şubat 1959 da Zürich'de yapılan görüşmelerde bağımsız bir Kıbrıs Cumhuriyeti kurulmasına karar verilerek, bu bağımsız devlet içinde Krbrıs Türk Toplumu'nun hürriyet ve yaşama haklarını garanti altına alan anayasa esasları ile, diğer ilgili anlaşmalar tesbit edilmiştir. Bu anlaşmalar, 19 Şubat 1959 da Londra'da, Türkiye, Yunanistan ve İngiltere ile Kıbrıs Türk ve Rum toplumlarının temsilcileri tarafından imza edilmiştir.

Zürich ve Londra Anlaşmaları, bağımsız Kıbrıs ile Türkiye, Yunanistan ve İngiltere arasında organik münasebetler ve bağlar kurmaktaydı. Bu anlaşmaların biri Garanti Antlaşması olup, Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasasının ayrılmaz bir parçasını teşkil eden bu antlaşmaya göre, Kıbrıs Cumhuriyeti, Anayasa düzenini bütün ayrıntıları ile korumayı taahhüt ediyordu. Eğer bu anayasa düzeni bozulacak olursa, bu düzeni tekrar yerleştirmek için gerekli tedbirler konusunda, Türkiye, İngiltere ve Yunanistan, birbirlerine danışacaklar ve alınacak tedbirler konusunda bir anlaşma olmaz da anayasa düzeni bozulmuş olmakta devam ederse, üç devletten herbiri, anayasa düzenini yerleştirmek için, tek başına müdahale hakkına sahip olacaktı.

Yine Anayasa'nın ayrılmaz parçasını teşkil eden İttifak Antlaşması'na göre, Yunanistan Kıbrıs'da 950 kişilik bir askeri kuvvet ve Türkiye de 650 kişilik bir askeri kuvvet bulundurmak hakkına sahiptirler.

Nihayet, bu anlaşmalarla Kıbrıs Cumhuriyeti için enonis ve taksim yasaklanıyordu.

Bu esaslar çerçevesi içinde hazırlanan Kıbrıs Anayasası 16 Ağustos 1960 da yürürlüğe girerek Kıbrıs Cumhuriyeti resmen kurulmuştur. Fakat bu Cumhuriyet 21 Aralık 1963 tarihine kadar devam edecektir.



Türkiye'nin NATO'ya Katılması

http://www.istanbulbarosu.org.tr/Images/Haber/nato.jpg
1945-1946 yıllarında Sovyetlerin bir yandan Türkiye'nin doğu Anadolu topraklarını resmen istemesi ve öte yandan da Boğazlara yerleşmek hususundaki isteklerini resmen açıklaması, Türkiye Cumhuriyetini, Milli Mücadeledenberi en kritik safhaya sokmakta idi. Egemenlik ve toprak bütünlüğüne karşı yönelen bu tehlike karşısında Türkiye; Sovyet Rusya karşısında gerçekten bir denge unsuru olabilecek bir kuvvete dayanmak ve böyle bir kuvvetin ittifakını elde etmek zorunda bulunuyordu. Bu kuvvet hangisi olabilirdi?
Rus tehlikesine karşı Osmanlı Devleti 1818'e kadar İngiltereye dayanmış ve Rusya'nın Akdeniz'e sarkarak kendi imparatorluğunu tehdit etmesi karşısında da İngiltere Osmanlı Devletini desteklemeyi kendi menfaatleri için yararlı bulmuştu. Fakat Osmanlı İmparatorluğunun yıkılmasını mukadder sayan İngiltere, yine Rus tehlikesine karşı, bu imparatorluğun parçalanması ve yerine kendisine bağlı devletler kurulması yoluna gidince, Osmanlı Devleti de İngiltereden boşalan yere Almanya'yı oturtmayı zorunlu görmüştü. Osmanlı Devleti'nin 1878'den sonra izlediği bu politika kendisini yıkıntıdan kurtaramadı, Milli Mücadele sırasında İngiltere bu sefer hayati bir tehlike olarak ortaya çıkınca, Türkiye, aynı menfaatlere sahip Sovyet Rusyaya dayanma yoluna gitmişti. Fakat Akdeniz'de İtalyan tehdidinin belirmesi karşısında, Türkiye ile İngiltere tekrar birleşmişlerdi. Bununla beraber Türkiye, Sovyet Rusyayı dış politikasının bir unsuru olarak muhafazaya da özel bir dikkat göstermişti. Lakin 1939'un şartları Rus emperyalizmini tekrar canlandırınca, Türkiye ile Sovyet Rusya'nın yolları tekrar birbirinden ayrıldı ve Türkiye Batılılar yanında yer aldı. Fakat daha savaşın ortalarından itibaren Türkiye şunu açık olarak gördü ki, Mihver savaşı kaybedecektir ve özellikle Almanya'nın yenilgisi Avrupa dengesinde büyük bir boşluk eydana getirecektir. Bu boşluktan da Sovyet Rusya yararlanacaktır. Yenilmiş olan Fransa ie, savaşın ağır zahmetleri ile yıpranan İngiltere bu dengeyi kurabilirler miydi? Türkiye unu, grçekleşebilecek bir ihtimal olarak görmedi. Şu halde Sovyet emperyalizmi ve bu emperyalizmin kendisine yönelen tehdit ve tehlikeleri karşısında Türkiye için en iyi yol, ovyet Rusya'dan çok daha güçlü bulunan Birleşik Amerikaya dayanmaktı. İşte savaşın son ıllarından itibaren Türk dış politikasının yöneldiği doğrultu bu olmuştur.
Türkiye Birleşik Amerika'nın ittifakını aramakla beraber, genel oarak ittifaklar ve özellikle kili ittifaklar Birleşik Amerika'nın bir dış politika prensibi değildi. 1947 Truman Doktrini; Sovyet tehlikesi
karşısında Birleşik Amerika'nın Türkiyeyi kendi haline bırakmıyacağını göstermişti. Lakin bu yeterli değildi. Fiili garanti, Türkiyenin güvenliği bakımından sahip olunması gereken asgari zorunlu unsurdu.
4 Nisan 1949 da NATO'nun kurulması ve bu ittifak sistemi ile Birleşik Amerika'nın kolektif ittifak sistemini benimsemesi, şüphe yok ki, en fazla Türkiye için ferahlatıcı olmuştur. Bunun için Türkiye, kurulduğu günden itibaren bu ittifak sistemine katılıp, Birleşik Amerika'nın ittifakına sahip olmak için çaba harcamıştır. Bu çabaların olumlu sonuç vermesi, Türkiye bakımından sıkıntılı geçen birkaç yılı aldı. İlgi çekici bir nokta da, Türkiye'nin NATO'ya katılmasına Birleşik Amerika'nın itirazı olmadığı halde, NATO'nun küçük üyeleri ile İngiltere, bu işe en fazla itiraz edenlerin başında geldi. Norveç, Danimarka, Hollanda, Belçika gibi küçük devletler, Sovyet tehdidine en fazla ve en ağır şekilde maruz bulunan Türkiye'nin NATO'ya katılması halinde, Sovyetlerin buna sert bir tepki göstererek, hemen bir savaş yoluna gitmesinden korktular. Bu devletler, NATO'yu bir güvenlik supabı olarak görmekteydiler. Yoksa Sovyet Rusyaya karşı hemen savaşa girebilecek bir ittifak sistemi olarak almak istemediler. Bu devletlerin bu itirazı, Türkiye'nin NATO'ya katılmasında geciktirici bir faktör olmuştur.
İngiltere'nin itirazı ise bambaşka bir sebepten doğmaktaydı. İngiltere 1947 yılından itibaren, Truman Doktrini ile Amerika'nın ilgisini Doğu Akdeniz bölgesine çektikten ve bu bölgenin güvenliği sorumluluğunu Amerika'nın sırtına yükledikten sonra, Orta Doğudaki sömürgecilik hevesine yeniden hız verdi. İngiltere özellikle Süveyş'ten çekilmek istemiyordu. Halbuki Mısır ise, tam bağımsızlığına kavuşabilmek için, daha 1945'den itibaren İngiltere nezdinde teşebbüste bulunup, bir an önce Süveyş'ten çekilmesini istedi. İki devlet arasında bu konuda müzakereler başladı. Gerçekten İngilterenin Süveyş'ten çekilmek istemeyişinin bir sebebi de, Orta Doğu üzerindeki Sovyet tehdidi idi. Fakat İngiltere aynı zamanda petroller dolayısiyle, Orta Doğu'da tekrar yerleşmek de istiyordu.
Süveyş konusundaki İngiliz-Mısır görüşmeleri tartışmalı bir şekilde devam ederken, Türkiye de NATO'ya katılmak için ısrar etmekteydi. İngiltere, önce, Türkiye'nin güvenlik endişeleri ile kendisinin Süveyş menfaatlerini birleştirerek, Orta Doğu'da bir savunma sistemi kurmak istedi. Mısırın da katılacağı bu savunma sistemi içinde, İngiltere Süveyş'te kalma yetkisini elde edecekti. Halbuki, Türkiye bakımından mühim olan, Birleşik Amerika'nın fiili garantisini, yani Amerika'nın ittifakını elde etmekti. Bu sebeple, Türkiye, Orta Doğu savunma sistemine katılmakla beraber NATO üyeliği üzerinde ısrar edince, İngiltere, 1951 Temmuzunda, Orta Doğu Savunma Sistemine katılması şartiyle, Türkiye'nin NATO üyeliğini desteklemeye karar verdi.
Öte yandan, 25 Haziran 1950 de patlak veren Kore Savaşıa Türkiye, Birleşmiş Milletler emrine bir tugaylık bir kuvvet vermek suretiyle, en geniş ve en aktif bir şekilde katılan bir kaç devletten biri oldu. Kore savaşlarında Türk askerinin gösterdiği kahramanlık ve mücadele azmi, her türlü övgünün üstündeydi. Kore'de Türk askeri Türk Milletinin savaş değerini belirgin bir şekilde ispat ettiği için, Türkiye'nin NATO üyeliğine yapılan itirazlar da bertaraf edilmiş oldu. Görüldü ki, Türkiye'nin NATO'ya katılması ancak bir kazanç teşkil edecekti. Bu sebeple, 1951 Eylülünde Ottowa'da toplanan NATO Bakanlar Konseyi, 21 Eylül 1951 de yayınladığı bildiride, Türkiye ile Yunanistan'ı da NATO'ya katılmaya davet etmeye karar verdiğini açıkladı.
Bu karar üzerine, İngiltere Orta Doğu savunma sistemini kurma çabalarını hızlandırdı. 13 Ekim 1951 de, Birleşik Amerika, İngiltere, Fransa ve Türkiye, bir Orta Doğu Müttefik Komutanlığı kurulması hususunda Mısır'a teklifte bulundular.
http://img.blogcu.com/uploads/pumafa...arargahxz0.jpg
Teklife göre, bu komutanlığa Avustralya, Yeni Zelanda ve Güney Afrika Birliği de katılacak ve Süveyş Kanalı'nda bulunacak askeri kuvvetler, bu komutanlık emrinde olacaktı. Bu teklifi, İngiltere'nin Süveyş'ten çekilmemek için bulduğu yeni bir kombinezon olarak gören Mısır, 17 Ekimde teklifi reddetti. İngiltere Süveyş konusundaki tasarısını gerçekleştirememişti. Bunun üzerine NATO Konseyi, aynı gün Londra'da imzaladığı bir protokol ile, Türkiye ve Yunanistanın NATO'ya katılmalarını kabul etti.
Türkiye Büyük Millet Meclisi de, 19 Şubat 1952 de, Türkiye'nin NATO'ya katılmasına karar verdi. Bu şekilde Türkiye Sovyet tehdidine karşı, sadece Birleşik Amerika'nın değil, diğer 13 ülkenin de ittifakını elde etmek suretiyle güvenliğini sağlamış olmaktaydı. Bu yeni gelişme ile, Türkiye şimdi Birleşik Amerika'yı, güvenliğinin, bağımsızlık ve toprak bütünlüğünün korunmasında temel bir unsur olarak almış oluyordu.
Türkiye'nin NATO'ya üye olmak için gösterdiği faaliyet, daha başlangıçtan itibaren Sovyet Rusya'yı rahatsız etmiş ve bilhassa 1951 yılı sonbaharından itibaren Türkiye'nin NATO'ya katılma kararını önlemek için her türlü çabayı harcamıştır. Türkiye ise, Sovyet Rusya'nın yapmış olduğu bu baskılara boyun eğmemiş ve hatta NATO'ya girmek isteyişinin esas sebebinin, Sovyetlerin Türkiyeye yönelttiği tehditler olduğunu belirtmekten de kaçınmamıştır.
Türkiye'nin NATO üyeliği, Stalin'in 5 Mart 1953 de ölümünden sonra Sovyetleri daha da rahatsız etmiştir. Bu sebeple, yeni Sovyet liderliği, 30 Mayıs 1953 de yaptığı bir açıklamada, Türkiye'den toprak talebinde bulunmaktan ve Boğazların ortak savunması hakkındaki görüşlerinden vazgeçtiklerini ifade etmişlerdir. Mamafih, bu bildiriden, Boğazlarda üs isteklerinden vazgeçip geçmedikleri de kesinlikle anlaşılamamıştır. Bu sebeple, Yeni Sovyet liderliğinin Türkiye hakkındaki bu yeni tutumu, Türkiye'de bir güven duygusu yaratmaktan çok uzak kalmıştır. Türkiye'nin Sovyetlere karşı duyduğu bu güvensizlik, bundan sonra, bilhassa Orta Doğu buhranları dolayısıyla daha da artacak ve Türk-Sovyet münasebetleri peşpeşe buhranlar ve gerginlikler içine girecektir.

KRDNZ 06-21-2009 02:23 PM

Cevap : Soğuk Savaş Dönemi (1945-1960)
 
Sosyalist Blokta Sarsıntılar
Sovyet diktatörü ve 1924 yılındanberi Rusya'nın dizginlerini elinde tutan Jozef Vissarionoviç Stalin 74 yaşında iken 5 Mart 1953 günü Moskova'da öldü. Stalin'in ölümü ile Sovyet Rusya'da dört yıl sürecek olan bir iktidar mücadelesi başladı. Stalin'in ölümü ve iktidar mücadelesi, Sosyalist ülkelerde hem komünist rejimlere karşı ve hem de Moskova'ya karşı ayaklanmaların ve patlamaların ortaya çıkmasına sebep oldu. Blok içindeki bu sarsıntılar, gerek Blok-içi münasebetlere ve gerek Sovyet Rusya'nın dış politikasına da tesir etmiştir. Bu gelişmeler neticesi, her iki alanda da bazı yumuşamaların meydana geldiği bir gerçektir


20. Kongre
http://updatecenter.britannica.com/e...2&rendTypeId=4
Stalin'in ölümü Sovyet Rusya'nın tarihinde bir dönemi kapatıp yeni bir dönemi açmıştır. Stalin 1924'ten 1953'e kadar 29 yıl boyunca Sovyet Rusya'nın kaderine hakim olmuş ve gerek Sovyet dış politikasına, gerek Sovyet sistemine kendi damgasını vurmuştur. Bir halde ki, Marksizm ve Leninizm'den sonra bir de Stalinizm ortaya çıkmıştır. Stalinizm, esasında, Marksizm ve Leninizm gibi gerçek anlamda bir doktrin veya Marksizmin yeni bir yorumu olmaktan ziyade, komünizmin bir tatbik şekli olmuştur ki, bu şeklin temel unsurunu da Stalin'in kişisel diktatörlüğü teşkil etmiştir.

Stalin'den sonrakilerin hiç biri kişisel diktatörlüklerini kurma yetenek ve gücüne sahip olmadıkları için, önce kollektif liderlik kavramını ortaya atmışlar, ondan sonra da iktidar mücadelesine girişmişlerdir. Bu mücadelede Kruşçev galip çıkmıştır. Fakat bir başkası da çıkabilirdi. Ne var ki, bu oldukça uzun süren iktidar mücadelesi, Stalin'in yakın çalışma arkadaşları ile, yine Stalin devrinin önde gelen isimlerinden pek çoğunu sahneden silmişti. Şimdi yeni liderin ve ekibinin kendisini kabul ettirme meselesi ortaya çıkıyordu. Halbuki bir "Stalin Putu" mevcut olduğu sürece, bu iş kolay olmazdı. O halde önce bu "Put"un yıkılması gerekirdi. İşte Sovyetler Birliği Komünist Partisi'nin 20 Kongresinin görevi bu oldu. "Put" yıkıldıktan sonra, Sovyet Rusya'nın iç ve dış politikasının tatbikatında da bir takım değişiklik yapmak kolaylaşmıştır.

Sovyetler Birliği Komünist Partisi'nin kongreleri umumiyetle dört veya beş yılda bir yapılırdı. 19'uncu Kongre 1952 Ekiminde yapılmıştı. 20'inci Kongre ise 14-25 Şubat 1956 günlerinde yapıldı. Kongre'nin en mühim hadisesi, Kruşçev'in 25 Şubat 1956 günü bir gizli oturumda yaptığı konuşma olmuştur. Gizli oturuma sadece Parti delegeleri alınmış, yabancı komünist partilerinin temsilcileri alınmamıştır.

Kruşçev bu uzun konuşmasında Stalin'i yerden yere vurmuş, politikasını hatalarla dolu olarak göstermiştir. Stalin'in yaptığı işkenceleri, zulmü ve rakiplerini bertaraf etmek için nasıl adam öldürttüğünü uzun uzun anlatmıştır. Stalin idaresinin kötülüklerini ve ülkeye ve Parti'ye yaptığı zararları anlatmıştır. Stalin'in sadece kişisel diktatörlük kurmuş olduğunu ve bir "kişiye tapma" (Cult of the Individual, Personnality Cult) yarattığını söylemiştir.

Kruşçev konuşmasında Stalin'in yaptıklarını anlatırken, delegeler zaman zaman Stalin aleyhine gösteriler yapmışlar ve tepkiler göstermişler ve konuşmanın sonunda da Kruşçev'i ayakta uzun uzun alkışlamışlardır. Bununla beraber, Stalin aleyhtarlığı kamu oyuna, basın ve yayın organları tarafından yavaş yavaş yayılmaya çalışılmıştır.

20'inci Kongre'nin getirdiği yeniliklerden biri de, milletlerarası münasebetlerde "Barış İçinde Birarada Yaşama" (Peaceful Co-existence -Coexistence Pacifique) prensibinin kabulüdür. Esasında bu prensip 20'inci Kongre'nin bir icadı değildir. Daha önce, 1954 Temmuzunda Hindiçini meselesi için Cenevre'de yapılan konferanstan dönen Çin Başbakanı Chou En lai, Yeni Delhi'de Hindistan Başbakanı Nehru ile görüşmelerde bulunmuş ve iki başbakan, iki ülke arasındaki münasebetlere Beş Prensip'in (Panch Shela) hakim olmasına karar vermişlerdir. Bu Beş Prensip şöyle idi: Birbirlerinin toprak bütünlüğü ve egemenliklerine karşılıklı saygı, Saldırmazlık, Birbirlerinin içişlerine karışmama, Eşitlik ve karşılıklı fayda ve barış içinde bir arada yaşama.


Barış içinde birarada yaşama politikası, Stalin'in sertlik politikasından milletlerarası politikada bir yumuşamaya doğru gidişin bir işaretini taşımaktaydı. Kruşçev'i böyle bir politikaya iten en mühim sebep, ekonomiktir. Sovyet Rusya'nın ekonomik kalkınması hızlandırma arzusudur. Zira devamlı bir savaş psikozu, çabaların ekonomik kalkınmaya yönelmesini önleyecekti. Halbuki Sovyet komünizmi ekonomik refahı gerçekleştirmedeki üstünlüğünü göstermek zorunda idi. Sovyet komünizminin ekonomik üstünlüğü gerçekleşecek olursa, bu diğer ülkelere de tesir edebilirdi. Dolayısiyle, barış politikasında Sovyet Rusya'nın menfaati vardı.

1961 Ekimindeki 22'inci Kongre'de taktik ve stratejileri daha ayrıntılı bir şekilde geliştirilen ve daha muhtevafı hale getirilen Barış İçinde bir arada Yaşama politikası, ister istemez Marksizm-Leninizm'e ters düşmekteydi. Bir defa Doktrine göre, Kapitalizm ile Sosyalizmin birarada yaşaması mümkün değildi. Çünkü Sosyalizmin varlığı Kapitalizmi ortadan kaldırmak içindi. Kapitalizm var oldukça Sosyalizmin varlığı tehlikede idi.

İkincisi, Marksiz-Leninizme göre, Kapitalizm var olduğu sürece savaşlar kaçınılmazdı. Barış, ancak kapitalizm ortadan kalktığı zaman mümkün olabilirdi.

Şimdi Sovyet Rusya bu yeni politikası ile, Marksizm-Leninizm'in bu iki temel kavramından vaz mı geçiyordu? Şüphesiz ki hayır. Esasında bu politika, Kruşçev'in milletlerarası komünizm hareketi için benimsemiş olduğu bir takım yeni taktiklerdir başka bir şey değildi. 22'inci Kongre'de kabul edilen Parti Programında şöyle deniyordu:

"Barış İçinde birarada yaşama, sosyalizm ile kapitalizm arasında... sınıf mücadelesinin özel bir şeklini teşkil etmektedir." Kruşçev de Komünist Partisi Merkez Komitesi'nin 21 Haziran 1963 günlü toplantısında yaptığı konuşmada, meseleye daha fazla açıklık getirmiş ve şöyle demiştir: "Farklı sosyal sistemlere sahip devletler arasındaki barış içinde birarada yaşama, milletlerarası plandaki sınıf mücadelesinin gevşetilmesi demek değildir. Sınıf mücadelesi devam ederken, ideoloji alanında barış içinde birarada yaşama imkansızdır. Kim ki ideolojik barış içinde birarada yaşamaya taraftar olur, o sosyalizme ihanet ediyor demektir, komünizme ihanet ediyor demektir."

Daha ilerde göreceğimiz gibi, Sovyetlerin barış içinde bir arada yaşama politikası va bununla ilgili olarak Marksizm-Leninizme getirdikleri yeni yorumlar, Çin Komünist Partisi'nin sert tenkitlerine, hedef olacaktır.

20'inci Kongre'nin getirdiği bir üçüncü yenilik de, sosyalizmi gerçekleştirmede farklı ve çeşitli yolların varlığının kabul edilmesidir. Bu görüş Yugoslavya ile ilgili olarak ortaya atılmıştır. Kruşçev, Yugoslavya'nın Kominform'dan çıkmasında da Stalin'in hatası olduğunu söylemiş ve bu vesile ile sosyalizme ulaşmada farklı yolların olabileceği kabul edilmiştir. Tabiat ile bu ideolojik değişiklikte, bir yandan Yugoslavya ile münasebetleri düzeltmek arzusunun, diğer yanda da bilhassa Batı sömürgelerindeki milliyetçi hareketlere ve diğer sosyalist hareketlere şirin görünme gayretinin rol oynadığından şüphe yoktur.
Lakin Stalin Putu'nun devrilmesi, Stalin'in kötülenmesi ve sosyalizm için farklı yollar kavramları, diğer ülkelerden önce, Polonya ve Macaristan gibi uyduları harekete geçirdi. 20'inci Kongre'nin hemen arkasından Polonya ve Macaristan ayaklanmaları patlak verdi.

KRDNZ 06-21-2009 02:24 PM

Cevap : Soğuk Savaş Dönemi (1945-1960)
 
Çekoslovakya'da Pilsen Ayaklanması
http://web.ku.edu/~eceurope/hist557/...liceGdansk.jpg
Stalin'in cenaze töreninde Çekoslovakya'yı, Komünist Partisi Lideri ve 1948 Şubat darbesinin kahramanı, Klement Gottwald temsil etmişti. Fakat cenaze töreninde soğuk aldığı için pnömoni oldu ve Prag'a dönünce, Stalin'den altı gün sonra, 14 Mart 1953 de öldü. Bunun üzerine, Malenkov'un yakın adamı ve liberallerden Antonin Zapoiocky Cumhurbaşkanı oldu. Viliam Siroky Başbakan ve Antonin Novotny de Komünist Partisi lideri seçildi. Novotny, 49 yaşında olmakla beraber Parti'nin, en eskilerindendi ve komünist dünyasının "Bolşevik"lerinden yani en bağnaz komünistlerindendi.
Bu "Troika"nın kollektif idaresi başladığı sırada, Çekoslovak ekonomisi çok kötü bir durumdaydı. Enflasyon gittikçe artarken, aşırı endüstrileşmenin neticesi olarak, tarım üretimi ve tüketim endüstrisinin üretimi de azalmaktaydı. Tabiatile bu durumda fiyatlar da hızla yükselmekteydi. O kadar ki, karaborsada tüketim maddelerinin fiyatı, resmi fiyata nisbetle iki mislinden beş misline çıkmıştı.
Hükümet enflasyonu frenlemek amacı ile bir para operasyonuna başvurdu. Çekoslovak parası "Kuron"ları, yenisi ile değiştirme yoluna gitti. Bu yapılırken 50 eski Kuron yerine sadece 1 Kuron veriliyordu. Yani halkın elindeki tasarruflar birdenbire azalıyordu. Halk ve işçiler çok zarar etti. Vakıa, hükümet enflasyonu önlemek için, halkın satın alma gücünü düşürmekteydi. Lakin bu tedbir büyük tepki ile karşılandı.
Para reformu 30 Mayıs 1953 tarihli bir kararname ile yapılmıştı. Fakat, yeni hükümetten ekonomik şartların daha iyiye götürülmesini beklerken böyle bir durumla karşılaşınca, 1 Hazirandan itibaren ortalık karıştı. 1 Haziran sabahı Pilsen'deki Lenin fabrikalarında (eski adı ile Skoda fabrikaları) çalışan 5000 işçi sokaklara döküldü ve gösterilere başladı. Bunun arkasından, Ostrava'daki Çelik fabrikaları işçileri ile Prag'daki makina endüstrisi işçileri de gösterilere başladı. Fakat esas ayaklanma Pilsen'de idi. Pilsen'de işçiler belediye binasını basarak yağma ettiler. Ellerine geçirdikleri hoparlörlerle "hür seçim istiyoruz" diye bağırıyorlardı. Göstericiler, Stalin ve Gottwald'ın resimlerini ayaklar altında parçaladılar. Ellerine geçirdikleri Rus bayraklarını paramparça ettiler. Güvenliği sağlamakla görevli milis kuvvetleri, göstericileri dağıtacakları yerde, onlarla bir oldular.
İşçilerin bu ayaklanması devam ederken, yaz aylarında da köylüler kolektif çiftçilere hücum edip toprakları kendi aralarında paylaşmaya başladılar.
Bu ayaklanmalar, Çekoslovak Komünist Partisi içinde görüş ayrılıklarına sebep oldu. Cumhurbaşkanı Zapotocky, rejimin biraz gevşetilmesi ve liberal tedbirlerin alınması taraftarı idi. Lakin Komünist Partisi lideri Novotny tamamen sertlik taraftarı bulunuyordu. Novotny sırtını Moskova'ya dayadı ve 1954 Nisanında çok gizli olarak yapılan Politbüro toplantısına Kruşçev bizzat katıldı ve Novotny'yi destekledi. Novotny de sertlik tedbirleri ile ülkedeki kaynaşmaları bastırmaya muvaffak oldu.

Doğu Berlin Ayaklanması
1953 baharında ekonomik şartlar Doğu Almanya'da da kötüleşmekte idi. Yiyecek maddeleri karneye bağlandığı halde, hükümet gereken yiyeceği karne ile veremiyecek duruma geldi. Bunun üzerine Doğu Almanya'nın Komünist Partisi lideri Walter Ulbricht, Sovyet Rusyaya başvurup yardım istedi. Sovyetler bu isteğe menfi cevap vermekle birlikte, sosyalistleştirme kampanyasını yavaşlatmasını ve halkın üzerindeki siyasi baskıların hafifletilmesini tavsiye ettiler. Lakin Ulbricht, 28 Mayısta yayınladığı bir kararname ile, üretimi arttırmak için, çalışma şartlarını daha da ağırlaştırdı. Ulbricht'in bu tutumu, Moskova'daki kollektif liderlikten de cesaret alan, Doğu Alman Komünist Partisi içindeki liberallerin Ulbricht'e karşı çıkmasına sebep oldu.
Fakat Doğu Alman halkı komünizmden kurtulmak için her gün yüzlerce insan Batı Berlin'e kaçıyordu. Bir yandan Stalin'in ölümü, öte yandan Komünist Partisi içindeki görüş ayrılıklarından cesaret alan Doğu Berlin'deki işçiler 16 Haziran sabahı ayaklandılar. Başlangıçta bir kaç yüz kişi olan bu inşaat işçilerine, bir kaç saat içinde katılmalar oldu ve geniş bir ayaklanma haline gelen gösteriler o gün bütün Doğu Berlin'e yayıldı. İşçiler, çalışma şartlarının hafifletilmesini ve fiyatların düşürülmesi yanında, hükümetin istifasını ve gizli ve serbest seçim istiyorlardı.
17 Haziran sabahından itibaran durum daha da kötüleşti. O günün sabahından itibaren Doğu Berlin'in kenar mahallelerinde toplanan kalabalık şehrin merkezine doğru yürümeye başladı. Genel grev ilan edilmişti. Binlerce insan şehrin merkezindeki hükümet binasına saldırdı. Meşhur Brandenburg Kapısı üzerindeki kızıl bayrak indirilerek yakıldı.
Bu durum karşısında şehirde bulunan iki Sovyet zırhlı tümeni harekete geçti. Halk taş ve sopalarla Sovyet tanklarına karşı koydu. Tanklar halkın üzerine ateş açtı. Lakin 17 Haziran akşamı saat 19.00 sıralarında Sovyet kuvvetleri şehre hakim olmuşlar ve ayaklanmaları bastırmışlardı.
Doğu Berlin ayaklanması sırasında Doğu Almanya'nın diğer şehirlerinde de ayaklanmalar çıkmıştı. Leipzig'de işçiler genel greve gittiler ve hapishaneyi işgal ettiler. Rostock, Dresden ve Jena gibi diğer büyük şehirlerde de aynı şekilde hadiseler oldu. Fakat bu ayaklanmalar da Sovyet kuvvetleri tarafından bastırıldı.

KRDNZ 06-21-2009 02:26 PM

Cevap : Soğuk Savaş Dönemi (1945-1960)
 
Macar Milli Ayaklanması
Polonya'da işlerin Sovyetler için 20 Ekimden itibaren iyiye gitmesinden bir aç gün sonra, Macaristan'da patlak veren milli ayaklanma, Sovyetlerin başına milletlerarası bir dert oldu ve bir Macar gazetecisinin dediği gibi, 13 gün süre ile adeta Kremlin'i temelinden salladı.
Stalin'in ölümü ve 17 Haziran 1953'teki Doğu Berlin ayaklanması Macaristan'a da tesir etmekten geri kalmamış ve Haziran sonlarında Macaristan'ın bazı fabrikalarında işçiler ayaklanmışlardı. Sebep, her yerde olduğu gibi, ekonomik hayattan şikayet idi. Bu durum Sovyetleri endişelendirdi ve Macar Komünist Partisi lideri ve Başbakan Rakosi'yi Moskova'ya çağırdılar. Matyos Rakosi koyu bir Stalinci idi. Sovyet liderleri Rakosi'ye Başbakanlığı bırakmasını ve sadece Parti liderliği ile yetinmesini bildirdiler. Sovyet liderliğinin Başbakan adayı Imre Nagy (Naj okunur) idi.
Gerçekten Rakosi 28 Haziranda Başbakanlıktan çekildi ve Imre Nagy onun yerine Başbakan oldu. Kollektif liderlik Sovyet Rusya'da olduğu gibi Macaristan'da da tatbik ediliyordu.
Nagy başbakan olur olmaz komünist rejimin bir çok sert tatbikatını hemen yumuşattı. Köylülerin kollektif çiftliklere girme mecburiyetini kaldırdı ve köylüye toprak mülkiyetini tanıdı. Tüketim malları üretimine hız vererek, halkın ekonomik sıkıntılarını karşılamaya çalıştı. Din konusunda daha geniş bir musamaha gösterdi. Bunlara benzer daha bir çok yumuşama tedbirleri alan Nagy kısa sürede halkın sevgisini kazandı.
Fakat Nagy'ın bu yumuşak komünizmi bu sefer Sovyet liderlerini korkuttu. "Şovenizm" ve "küçük burjuva demagojisi" yapmakla suçlanan Nagy, 1955 Nisanında Başbakanlıktan alındığı gibi, Komünist Partisi Merkez Komitesi üyeliğinden de çıkarıldı.
Nagy'ın azli, halk ve bilhassa aydınlar tarafından tepki ile karşılandı. Aydınlar, yazarlar ve öğrenciler arasında birdenbire bir hürriyetçilik akımı başladı. Bu akımın merkezi Petöfi Kulübü idi. Petöfi Kulübü 1955 yılında genç aydınlar tarafından kurulmuştu. Bu Kulübün faaliyetleri her gün artarken, üyeler de sık sık Nagy'ı ziyaret ederek kendisi lehine açık ve gizli sempati gösterileri yapıyorlardı.
Bir yandan halkın Nagy'a karşı artan sevgi gösterileri, öte yandan 28 Haziran 1956 da Polonya'da Poznan ayaklanmasının çıkması Sovyet liderlerini endişelendirdi. Bunun üzerine Rakosi'yi feda etmeye karar verdiler. 18 Temmuzda istifa eden Rakosi'nin yerine Parti Genel Sekreterliğine Erno Gerö, yardımcılığına ise, Titoizm yapmaktan dolayı beş yıldır hapiste bulunan Janos Kadar getirildi. Gerö'nün ilk işi Nagy ile temasa geçmek oldu. Macaristan'da yeniden bir yumuşama devri açılmak isteniyordu.
Poznan ayaklanması Macar halkı tarafından nasıl hararetle desteklendi ise, 20 Ekimde Gomulka'nın Polonya'da işbaşına getirilmesi de büyük heyecan uyandırdı. 23 Ekim günü Budapeşte'de büyük gösteriler başladı. Kalabalık bir kaç saat içinde 200.000 kişiyi bulmuştu. Göstericiler eski Başbakan Nagy'ın evinin önüne gitti. Nagy balkona çıkıp "Yoldaşlar" diye halka hitap etmek istediği zaman, halk "Biz yoldaş değiliz!" diye bağırdı. Halkın ellerinde taşıdığı bayrakların ortası delikti. Çünkü bayraklardaki orak-çekiç'i çıkarmışlardı. Göstericiler o gece radyo binasını ele geçirmek için harekete geçince, güvenlik kuvvetleri halkın üzerine ateş açtı. Buna rağmen halk gösterilerine devam etti. Stalin'in büyük boydaki heykelini bir kamyona bağlayan halk, heykeli devirdi ve parçaladı. Bu sırada Macaristan'ın üçüncü büyük şehri olan Debrecen'de de halk ayaklanmıştı.
Bu durum karşısında Macar Komünist Partisi, 24 Ekim sabahı Imre Nagy'ı tekrar başbakanlığa getirdi. Nagy hemen radyoda yaptığı bir konuşmada, kamu hayatının daha geniş şekilde demokratize edileceğini ve sosyalizmin inşasında Macar milli karakterinin gözönünde tutulacağını bildirerek, halktan silahlarını bırakmasını istedi. Halk bu isteğe uymadı, çünkü bu sırada, (nasıl olduğu hala tartışmalıdır), güya hükümetin isteği üzerine Sovyet tankları Budapeşte sokaklarını tutmuşlardı.
25 Ekim sabahından itibaren gösteriler ve genel grevler Macaristan'ın her tarafına yayılmıştı. Macaristan tümüyle kaynıyordu. Sovyet adını alan komiteler bütün şehirlerde idareyi ele almışlardı. Halk, hürriyet ve Sovyet askerlerinin Macaristan'dan çıkmasını istiyordu.
Yine aynı gün, Erno Gerö Parti Genel Sekreterliğinden ayrıldı ve yerine Janos Kadar Genel Sekreter oldu. Kadar'ın radyodan halka hitaben yaptığı yatıştırıcı konuşmalar da fayda vermedi. Aksine, o gün paniğe kapılan Sovyet tankları halkın üzerine ateş açtı ve bir çok kişi öldü. Şimdi milli ayaklanma kana boyanıyordu.
27 Ekimde yeni bir kabine kuruldu ve kabineye, Rakosi zamanında lağvedilmiş bulunan eski partilerden, Köylü Partisi ile Küçük Emlak Sahipleri Partilerinden de üye alındı. Sosyal Demokratlar bu kabineye girmedi. Fakat bu tedbirler halkı yumuşatmadı. 28 Ekim günü Budapeşte'de çarpışmalar devam ediyor ve taşranın büyük kısmında da milliyetçiler duruma hakim bulunuyordu. Taşradaki milliyetçiler Budapeşte üzerine yürümeye hazırlanınca, Başbakan Nagy, bir yandan halkı yatıştırmaya çalışırken, bir yandan da güvenlik kuvvetlerine, kendilerine ateş edilmedikçe karşılık vermemeleri talimatını verdi.
Bu sırada, ayaklananlar bir Milli İhtilal Komitesi kurmuşlardı ve başkanlığına da Macar Generali Pal Maleter'i getirmişlerdi. Macaristanın bütün şehirlerinde de milli ihtilal komiteleri kurulmuştu. Kısacası, Macaristan bir iç savaşa sürüklenmişti. Lakin şu farkla ki, bu iç savaş, bir ülkenin iki ayrı grubu arasında değil, emperyalist ve işgalci bir kuvvet ve onu destekleyenlerle milli bağımsızlık mücadelesi verenler arasında idi.
Bu arada, gerek Gomulka, gerek Tito, Nagy'a mesajlar göndererek işin kıvamında bırakılmasını ve hareketin daha ileriye götürülmemesini tavsiye ettiler. Lakin ok yaydan çıkmıştı. Bu şartlar içinde Nagy'ın bu milli hareketi, bilhassa bu karışık durum içinde durdurması mümkün değildi.
Sovyet Rusya da işin ciddiyetini gördüğü için, 30 Ekim akşamı bir deklarasyon yayınladı. Sovyet kuvvetlerinin Macaristan da Varşova Paktı gereğince bulunduğu söylenen bu bildiride, ilk defa olarak bir "sosyalist milletler topluluğu"ndan söz edilmekte idi. Böylece Sovyetler 1968 Kasımındaki Breinev doktrini'nin temellerini daha 1956 da atmış olmaktaydılar. Çünkü bu bildiriye göre, Varşova Paktı çerçevesinde bir sosyalist ülke diğerinin işlerine askeri müdahalede bulunubilecekti.
Mamafih, deklarasyon veya bildiri, aynı zamanda ortalığı teskin etmek amacını da güdüyordu. Çünkü deklarasyona göre, Macar hükümetinin gerekli gördüğü anda ülkedeki Sovyet kuvvetlerinin geri çekilebileceği ve bu ülkede Sovyet kuvvetlerinin bulunmasının Macar hükümeti ve "diğer Varşova Paktı üyeleri ile" müzakere edilebileceği bildiriliyordu. Ayrıca, deklarasyon, "sosyalist milletler topluluğu"na dahil ülkeler arasındaki münasebetlerin, tam bir hak eşitliği, toprak bütünlüğü, siyasal bağımsızlık ve egemenliğine saygı ve birbirlerinin içişlerine karışmama ilkesine dayanması gerektiğini söylüyordu.
Tarihin hiç bir döneminde bu kadar iki yüzlülük görülmemiştir. Bu, komünizmin başlıca vasıflarındandır.
Fakat Sovyet hükümetinin bu demeci için vakit çok geçti. Çünkü Macaristanın her yerinde mahalli hükümetler kurulmaya başlamış ve bu hükümetler artık Imre Nagy'ı bile tanımaz olmuşlardı. Bu mahalli hükümetler şimdi Birleşmiş Milletlerin Macaristan'a müdahale etmesini istemekteydi.
Bu gelişme karşısında Janos Kadar ve arkadaşları yeni bir Komünist Partisi kurdular. Bunun adı Sosyalist İşçi Partisi idi. Lakin bunlar ayaklanmanın devam etmesinin de aleyhinde idiler.
30 Ekim deklarasyonuna rağmen, Sovyet tankları 31 Ekimden itibaren Budapeşte'yi tamamen muhasara altına aldılar. Sovyetler müdahaleye kararlı görünüyorlardı. Bu durum karşısında Imre Nagy, Sovyetlerin Varşova Paktı'nı ve 30 Ekim deklarasyonunu ihlal ettiklerini belirterek, Macaristan'ı Varşova Paktı'ndan çıkardığını ve tarafsızlığını ilan etti. Nagy, 2 Kasımda da Birleşmiş Milletler Genel Sekreterine gönderdiği mektupta, Macaristan'ın "tarafsızlığının" B.M. tarafından garanti edilmesini istedi. Nagy, bugün Sovyetler Birliği'nin lideri olan ve o sırada Budapeşte büyükelçisi bulunan Yuri Andropov'u da makamına davet ederek alınan kararı bildirdi ve şöyle dedi: "Tanklarınız Budapeşteye girerse, sokağa ineceğim ve çıplak ellerimle size karşı döğüşeceğim". Ne yazık ki, Ruslar Imre Nagy'a bu imkanı vermediler.
Başbakan Imre Nagy, 3 Kasımda Sovyet Büyükelçisi Yuri Andropov'u tekrar makamına davet ederek, hem Sovyet askerlerinin Macaristan'dan çekilmesini ve hem de Macaristan'ın Varşova Paktından çıkması meselesini müzakere etmek istediğini bildirdi. İşte bu müzakereler hem Imre Nagy'ın ve hem de Macar milli ayaklanmasının sonunu getirdi. Zira, 4 Kasım akşamı Başbakan Imre Nagy ile Savunma Bakanı Pal Maleter, Tuna nehrindeki Csepel adasında bulunan Sovyet karargahına müzakereler için gittiklerinde Sovyet gizli polisi tarafından tutuklandılar. Bundan sonra Pal Maleter ve Imre Nagy'dan haber alınamayacak ve yalnız 17 Haziran 1958 de bir Sovyet hapishanesinde idam edildikleri açıklanacaktır.
4 Kasım sabahından itibaren yüzlerce Sovyet tankı Budapeşte'ye amansız bir şekilde girmeye başladı. O kadar acımasız ve amansız davrandılar ki, bir gıda mağazasının önünde kuyruk yapmış olan ev kadınlarını bile makinelı tüfek ateşine tutmaktan çekinmediler. Sovyet tanklarının bu kanlı baskını üzerine onbinlerce Macar, kadın ve erkek, genç ve ihtiyar, ülkelerinden kaçmak için değil, komünizmden kaçmak için yollara döküldüler. Macar Milli ayaklanması bitmişti. Yakın tarihin kanlı bir yüz karası kapanmakta idi.
Macar milli ayaklanmasının en hazin tarafı, Batı'nın bu hadise karşısındaki tutumudur. Bu tutumun iki veçhesi vardır. Birinci veçhesi, Batı basın ve yayın organlarının bu iki haftalık süre içinde yaptıkları yayınlarda, sanki her an Batılı ülkeler ve bilhassa Amerika'nın Macar Milliyetçilerinin yardımına geleceklermiş gibi bir intiba vermeleri ve Macarları komünizme ve Sovyet Rusyaya karşı kışkırtmaları idi. Halbuki gerçekte böyle bir şey söz konusu değildi. Gerçekten Amerika'nın teşebbüsü ile Macaristan meselesi Birleşmiş Milletler'e intikal ettirildi ve Genel Kurul da bir takım kararlar aldı. Fakat bu kararlardan hiç bir şey çıkmadı. Çünkü bu durumun ikinci bir veçhesi vardı. Sovyet Rusya'nın Macaristan'da başının derde girmesinden yararlanmak isteyen İngiltere ve Fransa, aynı günlerde Süveyş Kanalına asker çıkararak fiilen Mısırı işgal teşebbüsünde bulundular. Bu şartlarda Doğu'nun saldırganlığı ile Batı'nın saldırganlığı arasında bir fark kalmamıştı ve her iki tarafın da birbirine söyleyecek sözü yoktu.
Macar milli ayaklanmasının ve bu hadisede Sovyetlerin tutumunun diğer sosyalist ülkelerdeki tepkilerine gelince: Çekoslovakya, Bulgaristan ve Arnavutluk, bu meselede Sovyetleri tam anlamı ile desteklemişlerdir. Bulgaristan Komünist Partisi'nin organı Rabotnichesko Delo'ya göre, Sovyetlerin Macaristan'da yaptıkları, sosyalist kampa değerli bir yardımdı. Arnavutluk lideri Enver Hoca ise Pravda gazetesinde yayınlanan bir yazısında, Macaristan meselesine hiç değinmeden, "Sovyetler Birliği ile dostluk, halkımızın hür varlığının ve Arnavutluk Halk Cumhuriyeti'nin bağımsızlık ve egemenliğinin temelinde yatmaktadır" diyordu. Çekoslovak Komünist Partisi'nin organı Rude Pravo'da 1 Kasım günü yayınlanan yazı ise, çok daha ilginçti. Çekoslovak Komünist Partisi, 12 yıl sonra, 1968 Ağustosunda başına gelecek olanı, farkında olmadan şu sözlerle hazırlamaktaydı:
"Bir kere daha belli olmuştur ki, ihtilalci sosyalist hareketin gücü ve belli bir ülkede sosyalizmin kaderi, her Komünist Partisi'nin, sadece kendi milleti ve ülkesinin kaderi için değil, fakat aynı zamanda bütün sosyalist hareketin, sosyalizmin ve komünizmin kaderi içinde sorumluluğa sahip olmasına bağlıdır."
Gomulka ise, işbaşına geçtikten bir kaç gün sonra patlak veren Macar milli ayaklanmasının ve Sovyetlerin bu ayaklanmayı kanlı bir şekilde bastırmasının, Polonya'da yeni bir Sovyet aleyhtarlığını canlandırmasından korkmuş ve halkı devamlı olarak yatıştırmaya çalışmıştır.
Çin Halk Cumhuriyeti ise, Polonya ve Macaristan ayaklanmalarını haklı bulmuş ve bu iki ülkedeki hadiselerin Sovyetlerin hatalı politikasından doğduğunu belirtmiştir. Ve aynı zamanda Çin, sosyalist ülkeler arasında da barış içinde birarada yaşamanın beş ilkesinin hakim olmasını kabul eden, Sovyetlerin 30 Ekim 1956 Deklarasyonunu da hararetle desteklemiştir.

KRDNZ 06-21-2009 02:27 PM

Cevap : Soğuk Savaş Dönemi (1945-1960)
 
Polonya'da Poznan Ayaklanması
http://www.poloniatoday.com/images/Riot.jpg

Stalin'in ölümü ilk mühim tesirini Polonya üzerinde gösterdi. Polonyalılar geleneksel olarak milliyetçi ve dinlerine bağlı bir milletti. 20'inci yüzyılda Polonyalıların en büyük korkusu Almanlardı. Fakat savaştan sonra Stalin'in Polonya'da kurduğu komünist rejimin baskısı çok daha ağır oldu. Bu sebeple Stalin'in ölümüne en fazla sevinenler Polonyalılardı.
Stalin öldüğünde Polonya Komünist Partisi'nin başında Bierut bulunuyordu. Bierut Stalin'in adamı ve Stalin gibi bir diktatördü. Buna rağmen, Stalin'in ölümü üzerine Parti içindeki ılımlılar hemen harekete geçtiler. 1954 Martında yapılan Parti Kongresinde, Bierut'un diktatörlüğü sona erdirilerek, kolektif liderlik başlatıldı. Devlet Başkanlığına ılımlılardan Zawadski ve Başbakanlığa da Cyrankiewicz getirildi.
Bu yumuşama ve liberalleşme havası 1954 de devam etti. 1954 Aralık ayında gizli polis teşkilatı lağvedildi. Yine aynı yıl sonlarında binlerce siyasi mahkum serbest bırakıldı.
Bu siyasi yumuşamaya paralel olarak ekonomik tedbirlerde alındı. 1953 Ekiminde Merkez Komitesi'nin aldığı bir kararla, endüstri yatırımlarına milli gelirin % 25'i ayrılmış iken, bu nisbet % 19-20 ye indirildi ve yine tüketici fiyatlarında da indirim yapıldı.
Bierut 1956 Martında yani 20'inci Kongre'den biraz sonra öldü. Bierut'un ölümü, Sovyet aleyhtarlığının birdenbire canlanmasına sebep oldu. Bu atmosfer içinde 20 Mart 1956 günü Komünist Partisi Merkez Komitesi toplandı. Toplantıya bizzat Kruşçev de katıldı. Kruşcev şimdi, kendisinin açmış olduğu çığır neticesinde Polonya'nın kontrolunu kaybetmekten korkuyordu. Bu sebeple 20'inci Kongre'de söyledikleri ile tam bir çelişki içinde, toplantıda ağırlığını Stalinciler tarafına koydu. Fakat buna rağmen, Merkez Komitesi, Parti liderliğine, ılımlılardan Edouard Ochab'ı seçti. Kruşçev bundan hiç hoşlanmadı.
Ochab'ın Parti liderliğine gelmesi, Sovyet aleyhtarlığını daha da tahrik etti. Ochab'ın ilk işi, 1948 de Partiden atılıp, hapse mahkum olan eski Parti lideri Gomulka ile arkadaşlarını serbest bırakmak oldu. Ayrıca bir af kararnamesi ile 25.000 siyasi tutuklu serbest bırakıldı.
Gomulka'nın serbest bırakılması, onu, liberal ve yumuşak bir komünist rejimin sembolü haline getirdi. Çünkü Gomulka, bir komünist olmakla beraber, "milli komünizm" görüşünün ilk öncülerindendi. Yugoslavya ile Sovyet Rusya arasında 1948 de çıkan anlaşmazlıkta Tito tarafını tutmuş ve bunun için de Stalin'in gazabına uğramıştı.
Durum bu şekilde iken, Poznan'da 28 Haziran 1956 günü işçiler ayaklandılar. Buradaki Zispo otomobil, vagon, ve askeri malzeme fabrikalarında 15.000 kadar işçi çalışmakta idi ve 1955 yılından beri bunların bir takım problemleri vardı. Bunların başında çalışma normlarının ağırlığı, ücretlerin yetersizliği, gibi meseleler geliyordu. Bunların yüzde 40 kadarı da Komünist Partisi üyesi idi. Lakin dertlerini Varşova'ya Parti Merkezine aksettirdikleri halde hiç ilgilenen olmamıştı. Son defa olarak Varşova'ya bir heyet daha gönderdiler. Fakat nasıl oldu ise, bu heyetin tutuklandığına dair söylentiler ortalığı kapladı. Bunun üzerine o gün, yani 28 Haziran günü, işçiler toplanarak şehrin merkezine doğru yürümeye başladılar. Kendilerine halk ve gençler de katılınca gösteri yürüyüşü iyice büyüdü. İşçiler, ellerinde, ücretlerin arttırılmasını, fiyatların düşürülmesini ve ekmek isteyen pankartlar taşıyorlardı. Lakin kalabalık büyüdükçe sloganlar da sertleşti. Topluluk şimdi, "Kahrolsun Rusya.... Kahrolsun Sovyet işgali", "Bize dinimizi veriniz", "Yaşasın ekmek, hürriyet ve adalet" diye bağırmaya başlamıştı.
Şehrin merkezine gelindiğinde, göstericiler emniyet müdürlüğünü, radyo binasını ve hapishaneyi bastılar. Oralardaki silahları ellerine geçirdiler. İlk ateşi kimin açtığı bilinmez, ama şimdi güvenlik kuvvetleri ile göstericiler arasında karşılıklı ateş başlamıştı. Güvenlik kuvvetleri göstericilerle başa çıkamayınca öğleden sonra tanklar şehre girmeye başladı. Akşam olduğunda ayaklanma bastırılmıştı. Lakin, 44'ü işçilerden olmak üzere 54 ölü ve 300 yaralı ile 320 kişide tutuklanmıştı.
Ayaklanma bastırılmakla beraber, yeni bir demokratizasyon dönemini de beraberinde getirdi. Komünist Partisi Merkez Komitesi 18-28 Temmuz arasında yaptığı toplantılarda, halkın siyasi ve ekonomik sıkıntılarını hafifletmek amacı ile bir çok kararlar aldı. Ağustosta da Gomulka tekrar Parti üyeliğine kabul edildi. Yine Ağustos ayında hükümet, Aralık ayında Parlamento (Sejm) için yeni seçimler yapılacağını ilan etti. Katolik Kilisesinin faaliyetine müsaade edildi.
Eylül başında üniversiteler açıldığında tam bir kaynaşma içinde idi ve öğrenciler Stalin ve komünizm aleyhtarı gösteriler yapıyorlardı. Aydınlar, proleterya diktatörlüğü yerine sosyalist demokrasisi, proleteryanın yerine aydınların liderliğini, milletlerarası komünizm yerine, sosyalist ülkeler arasında eşitlik ve kardeşlik istiyorlardı.
Polonya Komünist Partisi Merkez Komitesi, yeni bir programı müzakere etmek ve Gomulka'yı tekrar Parti liderliğine, yani Genel Sekreterliğe geçirmek için 19 Ekim 1956 günü toplanma kararı aldı. Gomulka'nın liderliği Sovyet idarecilerini telaşlandırdı. 19 Ekim sabahı Kruşçev, Molotov, Kaganoviç, Varşova Paktı kuvvetleri Başkomutanı Mareşal Koniev ve 11 generalden mürekkep bir Sovyet heyeti aniden Varşova'ya geldi. Sovyet heyeti ile Polonya Komünist Partisi Merkez Komitesi arasında 20 Ekim sabahına kadar süren görüşmelerde, Sovyet liderleri Gomulka'nın Genel Sekreterliğini önlemeye çalıştılar. Fakat Polonyalılar direttiler. Neticede bir anlaşma oldu. Gomulka Genel Sekreter olacaktı, fakat buna mukabil Polonyada Sovyetler Birliği'nden kopmayacak ve Sovyetler Birliği ile yakın münasebetler içinde olacaktı. Keza Polonya'nın sosyalizmden ayrılması da söz konusu edilemiyecekti. Buna karşılık Sovyetler de Polonya'nın içişlerine karışmayacaklardı. Bu anlaşma üzerine Sovyet liderleri 20 Ekim sabahı Varşova'yı terkederken. Wladyslow Gomulka'nın Genel Sekreterliği ilan ediliyordu.
Sovyet liderleri ile Polonyalılar arasında bu görüşmeler olurken, Polonya'nın bütün fabrikalarında işçiler işlerini bırakmışlar, harekete geçmek için hazır bekliyorlardı. Üniversitelerde de öğrenciler aynı durumda idi.
Polonya ayaklanmasının en mühim neticelerinden biri de Polonya Savunma Bakanı görevini yapmakta olan Rus Mareşalı Rokossovsky'nin ve Polonya rdusundaki Rus subaylarının ülkeden uzaklaştırılması oldu.
Gomulka 20 Ekim günü Merkez Komitesi Toplantısında yaptığı konuşmada, ekonomik ve siyasi görüşlerini uzun uzun açıklamış ve Polonyadaki liberalleşme hareketinin durdurulamıyacağını, lakin Polonya'nın komünizmden ayrılmasının da söz konusu olamıyacağını, yalnız sosyalizme giden çeşitli yollar olduğunu, bunun Sovyet metodu olduğu gibi, Yugoslav modeli de ve hatta bambaşka bir model de olabileceğini, Polonya'nın devlet olarak bağımsızlığını sürdüreceğini ve Varşova-Moskova münasebetlerinin eşitlik esasına dayanması gerektiğini söyledi.
Gomulka başkanlığındaki bir Polonya heyeti, 14-18 Kasım 1955 günlerinde Moskova'yı ziyaret etti. Gayet samimi geçen görüşmeler sonunda, 18 Kasımda, Polonya'daki Sovyei kuvvetlerinin statüsüne ait bir anlaşma imzalandı. Buna göre, Sovyet kuvvetlerinin "geçici olarak" Polonya'da buunması, Polonya'nın egemenlik haklarının ihlaline sebep olamıyacağı gibi, olonya'nın içişlerine karışma hakkını da vermeyecekti. Bu kuvvetlerin Polonya opraklarındaki hareket serbestileri de iyice kısıtlanıyordu.
Gomulka başkanlığındaki Polonya heyeti Moskova'dan trenle ayrılırken, Kruşçev geçirmeye gelmiş ve Gomulka'nın elini uzun uzun sıkarak "En iyi ostlarınızın Moskova'da bulunduğunu daima hatırlayınız" demişti.

KRDNZ 06-21-2009 02:29 PM

Cevap : Soğuk Savaş Dönemi (1945-1960)
 
Romanya Gelişmeleri


Romanya'daki komünist rejimin gelişmeleri, ülkede Sovyet askerinin bulunmasına rağmen, diğer sosyalist ülkelerden çok farklı olmuş ve Romen Komünist Partisi lideri Gheorghiu Dej'in elinde bu ülke, daha başlangıçtan itibaren, Moskova'dan kopmadan, bağımsız bir tutuma doğru gitmiştir. Bunda, Romenlerin Slav değil Latin ırkından oluşu ve bir de, II. Dünya Savaşı'ndan önce Sovyet-Romen münasebetlerinin kötü oluşu ve savaş içinde Romenlerin Besarabya ile Bukovina'yı Sovyetlere terketmek zorunda kalışları mühim bir rol oynamıştır.
Gheorghiu Dej tam bir diktatör idi. Stalin'in ölümünden sonra Sovyet Rusya'da ve diğer sosyalist ülkelerde başlayan kollektif liderlik meselesine ve yumuşamaya Dej hemen hemen hiç aldırmamıştır. Moskova'ya karşı, her iki istikamette de bir takım şeyler yapar görünmüş, fakat gerçekte kendi kişisel diktatörlüğünü zayıflatabilecek her şeyden kaçınmıştır. Bilhassa 1955 Aralık ayında, iki yakın arkadaşı Nicolae Ceausescu ile Alexandru Draghici'yi de Merkez Komitesine soktuktan sonra, durumunu iyice kuvvetlendirmiş oldu.
Macaristan ayaklanması Romanya üzerinde pek fazla tesir etmedi. Yalnız Transilvanya'da yaşayan Macarlar arasında bazı kıpırdanmalar oldu ise de, Dej bunları kontrol altına almasını bildi.
Dej'in dış politikası, bilhassa 1955'ten itibaren belirgin bir şekilde Moskova'nın dışına kayma eğilimi göstermiştir. 1955 Mayısından itibaren Moskova, Tito Yugoslavyasına yanaşıp bu ülke ile münasebetlerini yeniden geliştirmeye başladığı zaman, Dej bu fırsatı kaçırmadı. Romen-Yugoslav münasebetlerinde kısa zamanda gelişme görüldü. Halbuki, Stalin Tito'yu aforoz ettiği zaman Dej Stalin'in destekçisi olmuştu.
Dej 1956 yılı Eylülünde de Çin Komünist Partisi'nin Kongresine katılmak için Pekin'e gitti. Bu ziyaret sırasında Çin liderleri Dej'i çok etkilediler. Romanya Başbakanı Stoica 23 Mart 1957 günü Romen Milli Meclisi'nde yaptığı konuşmada, "Sovyetler Birliği ve Çin Halk Cumhuriyeti tarafından idare edilen sosyalist kamp" deyimini kullandı. Bunun manası şuydu ki, Romanyaya göre sosyalist kampın lideri artık sadece Sovyetler Birliği değildir, fakat aynı zamanda Çin Halk Cumhuriyetidir. Bu, tamamen Çinlilerin görüşü idi.
Stoica aynı konuşmasında, Romanya'nın Fransa ve İtalya ile de münasebetlerini geliştirmek istediğini belirtiyor ve bu iki ülkeden "dostluk ve işbirliği geleneklerimizle bağlı bulunduğumuz Fransa ve İtalya" diye söz ediyordu. Bununla da yetinmeyen Stoica, Romanya'nın, Avrupa ve Güney Amerika'daki "latin halklarla" da münasebetlerin geliştirileceğini söylüyor ve bu halklar için "ortak bir kültür adetler ve gelenekler hazinesi ile bağlı bulunduğumuz" ifadesini kullanıyordu. Kısacası, Sovyetlerin Ruslaştırma politikasına karşı Romanya şimdi bir "latinizasyon" potitikasını başlatıyordu.
Bu latinizasyon politikası ile birlikte, bir Romen milliyetçiliği akımıda başladı. Bir kaç yıl önce, milliyetçilik yaptıkları için üniversitelerden uzaklaştırılan Profesörler tekrar kürsülerine döndüler. Yine milliyetçi oldukları için susturulmuş bulunan yazarlar, tekrar yayın hayatına katıldılar. Kraliyet ordusunda çalıştıkları için kendilerine emekli maaşı verilmeyen subaylara emekli maaşı bağlandı.
Romanya'nın bir yandan Batı'ya açılma ve bir yandan da milli komünizm yolunda attığı adımlar, 1958'den itibaren gittikçe belirgin hale gelen Moskova-Pekin çatışması ile daha da artacaktır. Romanya'nın Moskova'ya karşı patlaması 1961 yılında COMECON içinde olacak, fakat 1968 Ağustosunda Çekoslovakya'nın işgal edilmesi üzerine Romanya daha ihtiyatlı bir tutum içine girmeye başlayacaktır.



Sovyet Rusya'da İktidar Mücadelesi



Stalin'in ölümünün ertesi günü, yani 6 Mart 1953 günü, yayınlanan bir bildiri, Georgi MaJenkov'un Başbakan ve Beria, Molotov, Bulganin ve Kaganoviç'in de Başbakan Yardımcıları olduğunu açıklıyordu. Böylece Stalin'in yerine göz koyanlar, hemen bir iktidar mücadelesi içine girmemişler, adeta geçici bir anlaşma ile Kolektif Liderlik denen toplu idareyi tercih etmişlerdi. Fakat mücadele, Stalin'in 9 Martta yapılan cenaze töreninden sonraki günlerde ve önce alttan, sonra da açık bir şekilde başlayacaktır.
Georgi Malenkov, daha Stalin'in sağlığında onun halefi olarak bilindiğinden, Başbakanlığa gelmesi süpriz yaratmadı. Lavrenti Beria ise, Stalin'in İçişleri Bakanı olarak yıllarca Sovyet gizli polis teşkilatını idare etmiş ve bu teşkilatı, Partinin hizmetinde iyi kullanmıştı. Stalin'in halefi olarak adı geçenlerden biri de o idi. Vyaçeslav Molotov ise, 1939-1949 yılları arasında Sovyet Dışişleri Bakanlığı yapmış ve savaştan sonra Sovyetlerin emperyalist politikasının yürütülmesinde Stalin'in sağ kolu haline gelmişti. Fakat 1949 da Dışişleri Bakanlığından alınmıştı. Şimdi Stalin'in ölümü ile tekrar ön plana geçiyordu.
Nikolay Bulganin de orduda siyasal komiserlik yapmış, Mareşal rütbesine sahip bir sivildi. Şimdi onun da hem Başbakan Yardımcısı ve hem Savunma Bakanı olması, Stalin'in yerinde onun da iddiasının olduğunu gösteriyordu. Lazar Kagonoviç'e gelince, o da Stalin'in yakın adamlarından biri olarak bilinmekteydi.
Yine aynı bildiride, Moskova Komünist Partisi Genel Sekreteri Nikita Sergeyeviç Kruşçev adında birinin de, Parti Merkez Komitesi üyeliğine getirildiği açıklanıyordu. İşte iktidar mücadelesini kazanan adam bu olacaktır.
Malenkov Başbakan olduğu zaman, aynı zamanda Parti Sekreterliği görevini de üzerinde tutuyordu. 14 Martta ise, Malenkov'un Parti Sekreterliğinden çekildiği ve sadece Başbakanlık görevi ile yetineceği açıklandı. Kruşçev de, bir adım daha ileri giderek, Merkez Komitesi üyeliğinden Parti Sekreterleri arasına girdi.
10 Temmuz 1953 günü yayınlanan bir başka bildiri ile de Başbakan Yardımcısı ve İçişleri Bakanı Beria'nın, "devlet aleyhtarı faaliyetleri "ve" yabancı sermaye hesabına Sovyet Devletine tevcih ettiği sabotajlar" sebebiyle her iki görevinden de azledildiği bildirildi. Gerçek şu idi ki, Beria, elinde tuttuğu gizli polis teşkilatına dayanarak diğer arkadaşlarını tasfiye edip kendisi iktidarı ele geçirmek istemişti. Beria mahkemeye verilerek idama mahkum oldu ve resmi bildirilere göre de 1953 Aralık ayında idam edildi. Halbuki, Beria'nın daha 26 Haziran günü Kremlin'de yine kendi arkadaşları tarafından "temizlenmiş" olduğuna dair iddialar vardır.
Beria'nın "temizlenmesinden" sonra, Kruşçev bir adım daha atarak 1953 Eylülünde Sovyetler Birliği Komünist Partisinin Birinci Sekreteri (bugünkü Genel Sekreterlik) oldu. Bu, Parti'nin Kruşçev'in eline geçmesi demekti.
1955 Şubatında Malenkov'un "kendi isteğile" Başbakanlıktan ayrıldığı görüldü. Yerine Mareşal Bulganin Başbakan oldu. Kruşçev, Malenkov'u da bertaraf etmiş ve zayıf bir kişi olan Bulganin'i Başbakanlığa getirmeyi başarmıştı.
Malenkov'un Başbakanlıktan ayrılmasından sonra Savunma Bakanlığına, II.Dünya Savaşında Sovyetlerin en başarılı komutanlarından Mareşal Jukov getirilmişti. Savaştan sonra Jukov'un yıldızı çok parlayınca, Stalin korkmuş ve onu geri plana itmişti. Bir daha Jukov'un adı işitilmez olmuştu. Fakat Jukov Silahlı Kuvvetler tarafından sevilirdi. Şimdi Kruşçev Jukov'u Savunma Bakanı yaparken, silahlı kuvvetlerin desteği ile, diğer rakiplerini tasfiyeyi düşünmekteydi. Nitekim, Komünist Partisi Merkez Komitesi'nin 29 Haziran 1957 günü yapılan toplantısında "Stalinist Grup", "Parti aleyhtarı grup" adını verdiği Molotov, Malenkov ve Kaganoviç'i hem bakanlık görevlerinden ve hem de Partideki görevlerinden azlettirmeye muvaffak oldu.
Kruşçev'in önünde şimdi iki engel kalmıştı: Kendilerine dayanarak öbürlerini temizlemeye muvaffak olduğu Mareşal Jukov ve Mareşal Bulganin. Bu ikisinin tasfiyesi de fazla sürmedi. Mareşal Jukov, 1957 Kasım ayında, Arnavutluk ve Yugoslavyayı ziyaret etmekte olduğu bir sırada, Savunma Bakanlığından alındı ve yerine Mareşal Rodion Malinosky getirildi.
1958 Martında da Bulganin Başbakanlıktan çekildi ve Kruşçev, Parti Birinci Sekreterliği ile beraber Başbakanlığı da üzerine aldı.
Kruşçev'in iktidarı 14 Ekim 1964 tarihine kadar devam edecektir. Bu tarihte, kendisinin ön plana çıkardığı Leonid Brejnev ve Aleksey Kosigin tarafından iktidardan düşürülecektir.

KRDNZ 06-21-2009 02:33 PM

Cevap : Soğuk Savaş Dönemi (1945-1960)
 
Uzak Doğu Çatışmaları 1950-1954
Avrupa'da NATO'nun ve dolayısiyle Doğu ve Batı blokları arasında dengenin kurulması üzerine, bu iki blok arasındaki çatışmalar ve soğuk savaş gelişmeleri, Avrupa'dan Uzak Doğuya intikal etmiştir. Daha doğrusu, Sovyetler, yayılma faaliyetlerini Uzak Doğuya intikal ettirmişlerdir.
Bunun iki sebebi vardır: Birincisi, şimdi Uzak Doğu'da kuvvetler dengesinin, tıpkı 1945'te Avrupa'da olduğu gibi, Sovyetlerin fevkalade lehine olması idi. Çünkü, Japonya'nın yenilmesinden sonra meydana gelen kuvvet boşluğunu Komünist Çin doldurmuş ve böylece milletlerarası komünizm Asya'da büyük bir ağırlığa sahip bulunmaktaydı. Yalnız Asya'da Sovyet Rusya ile Komünist Çin'i rahatsız eden iki husus vardı. Bunlardan biri, Amerika'nın güney Kore'de bulunması diğeri de Fransa'nın da hala güney-doğu Asya'da, yani Hindiçin'inde bulunması ve Amerika'nın da Fransa'yı desteklemesi idi. Bunun içindir ki, 1950-54 arasında Uzak Doğu çatışmalarının iki temel gelişmesi Kore Savaşı ile Hindiçini Savaşı olmuştur.
Doğu-Batı çatışmalarının Uzak Doğuya intikal etmesinde, Sovyetler için ikinci bir sebep de, Batılıların Uzak Doğu'da NATO gibi herhangi bir ittifak sistemine sahip olmayışları idi. Böyle bir kolektif ittifak sistemi olmayınca Sovyetlerin hesabına göre, Batılılar hep birlikte karşı koyamıyacaklardı. Lakin bu hesap yanlış çıktı.

Amerika'nın Uzak Doğu'da Yeni Tedbirleri
Kore Savaşı Amerikaya, bu bölgeye ait politikasını yeniden düzenleme ve Avrupada olduğu gibi, dünyanın bu bölgesinde de komünizmin empeıyalizmine karşı bir takım savunma tedbirleri alma zorunluluğunu gösterdi. Bilhassa Japonya ile münasebetlere şimdi yeni bir şekil vermek gerekiyordu.
http://www.us.emb-japan.go.jp/englis...eacetreaty.jpg

Japonya 2 Eylül 1945 de teslim olduğundan beri Amerikanın işgali altında bulunuyordu. Müttefikler adına işgal komutanı General MacArthur idi. MacArthur daha ilk günden itibaren Japonyayı demokrasi yoluna sokmak ve demokratik müesseseleri geliştirmek için faaliyete geçmiş ve bunda da büyük bir başarı sağlamıştı. Ne varki, MacArthur Japonyayı otoriter bir şekilde idare etmekteydi. Ayrıca, Japonyanın bu şekilde Amerikanın işgali altına düşmesi, milli haysiyetine düşkün Japonların hoşnutsuzluğuna sebep olmaktan da geri kalmadı. Beri yandan, Sovyetler ve Çin de, propagandaları ile Japon halkını Amerika aleyhine kışkırtıyorlardı. Bütün bunların üstünde, Kore Savaşı şimdi Uzak Doğuda bir de Çin tehlikesini ortaya çıkarmıştı. Böyle bir karmaşık durumda Amerikanın Japonyaya ihtiyacı vardı. Bu sebeple, Japonya ile münasebetleri yeni bir düzene sokmak ve bunun için de ilk önce Japonya ile barış yapmak gerekirdi.
Amerika, 20 Temmuz 1951 de, Japonyaya savaş ilan etmiş olan 52 devleti (Türkiye'de dahil), Japon barışını görüşmek üzere San Francisco'da toplantıya çağırdı. Bunlar arasında Sovyet Rusya, Polonya ve Çekoslovakya da vardı. Konferans 4-7 Eylül 1957 günlerinde çalıştıktan sonra barış antlaşmasını hazırladı. Sovyet Rusya, Polonya ve Çekoslovakya, bu çalışmaları kösteklemek için her türlü çabayı harcadılarsa da, bir şey yapamadılar. Sonunda da barış antlaşmasını imzalamayı reddettiler.
Japonya ile barış antlaşması 8 Eylül 1951 de San Francisco'da imzalandı. Bu barış ile Japonya, Kore, Formosa, Pescadores ve Kuriles adaları ile Sakhalin adasının güney kısmı ve Spratly ve Paracels adaları üzerindeki her türlü hak ve iddialarından vazgeçiyordu. Japonya tamirat borcu ödeyecekti. Barış antlaşmasının yürürlüğe girmesinden itibaren 90 gün içinde Japonya'daki işgal kuvvetleri ülkeyi terkedeceklerdi.
Bu son hükümle Amerika'nın Japonya'dan çekilmesi gerekiyordu. Fakat Uzak Doğu'nun açıkladığımız durumu ve şartları karşısında bunu yapmasına imkan yoktu ve bu kuvvetlerin Japonya'da kalması zaruri idi. İşte Amerika bunu sağlamak için aynı gün, yani 8 Eylül 1951 günü, Japonya ile bir Güvenlik Antlaşması imzaladı. Buna göre, "Uzak Doğu'da milletlerarası barış ve güvenliğin korunması için", Japonya, Amerikaya, topraklarında kara, deniz ve hava kuvvetleri bulundurmak hakkını tanıyordu. Taraflar, şartlar müsait olduğu takdirde, bu antlaşmayı sona erdirebileceklerdi.
Amerika'nın Japonya ile barış yapmak istemesi, II. Dünya Savaşı sırasında Japonya'nın işgaline uğramış olan Filipinleri endişelendirdi. Bu sebeple, Amerika 31 Ağustos 1951 de Filipinler Cumhuriyeti ile, Karşılıklı Savunma Antlaşması adını alan bir ittifak imzaladı. Bu ittifak, Pasifik bölgesinde bir saldırı halini öngörmekteydi.
Amerika'nın Japonya ile barış imzalaması ve Japon emperyalizminin tekrar canlanması tehlikesi ve ihtimali sadece Filipinler için değil, aynı zamanda Avustralya ve Yeni Zelanda için de söz konusu idi. Bu iki devlet bu endişelerini Amerikaya bildirmekten geri kalmadılar. Amerika bu iki devletin de endişesini gidermek için, 1 Eylül 1951 de bu iki devletle de bir Güvenlik Antlaşması imzaladı. Üç devletin ingilizce isimlerinin baş harflerini alarak (Australia, New Zealand, United States) ANZUS Paktı adını alan bu ittifaka göre, üç devlet, Pasifik bölgesinde bir saldırıya uğramaları halinde birbirlerine yardım edeceklerdi. Antlaşmada Japonya'nın adı zikredilmediği için, bu anlaşma sadece Japonya'dan değil, herhangi bir devletten, mesela Çin'den gelen bir saldırı halinde de tatbik edilebilecekti.
Japonya 28 Nisan 1952 de Milliyetçi Çin ile ve 9 Haziran 1951’de de Hindistan ile barış antlaşması imzalıyarak, Uzak Doğu politikasındaki yerini almıştır.
Kore mütarekesinin yapılması Amerikayı Kore ile de aynı şekilde bir ittifak imzalamaya götürdü. Çünkü, mütareke anlaşmasına göre, Kore topraklarındaki bütün yabancı kuvvetler 90 gün içinde geri çekilecekti. Bu sebeple, Birleşik Amerika, 1 Ekim 1953 de, Pasifikteki ülkelerine bir saldırı halini öngören ve Güney Kore'de asker bulundurma hakkını veren bir ittifak antlaşması imzaladı.


Hindiçini Savaşı
http://img170.imageshack.us/img170/8...minh320zc9.jpg
II. Dünya Savaşından sonra nasıl İngiltere tekrar Orta Doğuya yerleşmek istemişse, Fransa da Hindiçini'deki sömürge düzenini tekrarsürdürmek istedi. Halbuki, Orta Doğu gibi, güney-doğu Asya'da da şartlar çok değişmişti. Savaş sırasında bu topraklar Japonya'nın işgaline uğramıştı. Japonya, buralarda Fransa'nın izlerini silmek için sarı ırk milliyetçiliğini ve buralar halkının bağımsızlık duygularını her vasıta ile tahrik etmişti. Kaldı ki, Müttefikler de savaş sırasındaki demeçlerinde, sömürgelere bağımsızlık vaadini ifade eden şeyler söylemişlerdi. Mesela bunlardan, Amerika Cumhurbaşkanı Rossevelt ile İngiltere Başbakanı Winston Churchill arasında yapılan bir toplantıdan sonra yayınlanan 14 Ağustos 1941 tarihli Atlantik Demeci'nde bütün milletlerin, kendi seçtikleri idare altında yaşayacakları belirtilmişti.
Bu sebeple, Fransa savaştan sonra Hindiçini'deki sömürgelerine (Vietnam, Laos, Tayland ve Kamboçya) tekrar yerleşerek eski düzeni kurmaya kalkınca, Fransaya karşı bağımsızlık ayaklanmaları başladı. Vietnam'ın kuzey bölgelerinde bu bağımsızlık hareketini Ho Chi-minh liderliğindeki komünistler yürütmekteydi. Ho Chi-minh, Japonya savaştan çekilir çekilmez, Kuzey Vietnam'da Vietnam Demokratik Cumhuriyeti'ni ilan etti. Fransa bunu kabul etmediği gibi, Vietnam, Laos ve Kamboçya (bugünkü Kampuchea)yı içine alan bir Hindiçini Federasyonu kurmak istedi ise de, bu tasarısını yürütemedi.
Bilhassa, Ho Chi-minh liderliğindeki Vier-Minh kuvvetleri başına dert oldu. Bundan sonra Fransa ile Viet-Minh arasında çetin bir mücadele başladı. Zira, 1950 yılından itibaren Viet-minh'in arkasında Çin de yer almaktaydı.
Bu mücadele devam ederken Kore Savaşı patlak verdi. Sovyet Rusya ile Çin, esas itibariyle Kore savaşı ile uğraştıklarından, Viet-Minh'in mücadelesi ikinci planda kaldı. Fakat Kore Savaşı 1953 Temmuzunda sona erince, Moskova ve Pekin yardımlarını bu kere Ho Chi-minh'e daha yoğun aktarmaya başladılar. Dolayısile, Kore savaşı sırasında bir nebze tavsamış görünen Hindiçini savaşı, 1953 yazından itibaren yeniden şiddetlendi.
Bu savaşların şiddetlenmesi, 1954 yılında Hindiçini meselesini Doğu ve Batı blokları arasında ciddi bir buhran haline getirdi. Bunun üzerine, Birleşik Amerika, Fransa, Sovyet Rusya, Çin Halk Cumhuriyeti ve İngiltere'nin katılması ile 1954 Nisanında Cenevre'de bir konferans toplandı. Bu konferans toplandığı sırada Viet-Minh bütün kuzey Vietnam'a hakim olmuş bulunuyordu.
Cenevre Konferansı, 20 Temmuz 1954 de, Hindiçini yarımadasında bir mütareke sağlayan bir anlaşmanın imzası ile kapandı. Bu anlaşma ile Fransa, Vietnam, Laos ve Kamboçya'dan tamamen çekilerek bu ülkeler bağımsız olmaktaydılar. Lakin, Vietnam 17'inci enlemden itibaren ikiye bölündü ve kuzeyi Ho Chin-minh ve Viet-Minh'e bırakıldı. Güneyde ise ayrı bir Vietnam devleti kurulmaktaydı. Almanya ve Kore'den sonra Vietnam da ikiye bölünmüş olmaktaydı.
Fransa'nın çekilmesinden sonra Güney Vietnam Amerika'nın kanadı altına sığınacak ve bu da 1960'lardan itibaren Amerikayı Vietnam'da bir maceraya sürükleyecektir.


Kore Savaşı
http://img217.imageshack.us/img217/7853/51rv1.jpg
1945 Mayısında Amerika ile Sovyet Rusya arasında yapılan bir anlaşmaya göre, savaş bittikten sonra Kore, Birleşik Amerika, Sovyet Rusya, İngiltere ve Çin'in ortak vesayeti altına konacaktı. 1945 Temmuzundaki Potsdam Konferansında da Sovyet Rusya Uzak Doğu savaşına katılmaya karar verince, askeri harekat bakımından Kore toprakları 38'inci enlem çizgisi ile ikiye ayrıldı ve bu çizginin kuzeyi Sovyet, güneyi de Amerikan askeri harekat sahası olarak kabul edildi. Fakat Sovyetler hemen Japonyaya savaş ilan edip Uzak Doğu savaşına girmediler. Lakin ne zaman Amerika Hiroshima ve Nagasaki'ye atom bombalarını attı, o zaman Sovyetler hemen Japonyaya savaş ilan edip, askerlerini Kuzey Kore'ye soktular ve 38'inci enlem çizgisine kadar ilerlediler
Böylece Kore, savaşın sonunda, kuzeyi Sovyet, güneyi Amerikan işgali altında olmak üzere fiilen ikiye bölünmüş oluyordu. Bir yandan Amerikan-Sovyet müzakereleri, öte yandan Birleşmiş Milletlerin çabaları, bu iki Kore'nin birleşmesini sağlayamadı. Bunun üzerine Amerika, 10 Mayıs 1948 de güney Kore'de seçimler düzenledi ve bunun neticesinde de Syngman Rhee'nin başkanlığında Güney Kore Cumhuriyeti kuruldu.
Sovyetler de Kuzey Kore'de 1948 Ağustosunda kendilerine göre bir seçim düzenlediler ve onlar da kuzeyde, 9 Eylül 1948 de Kore Halk Cumhuriyeti'ni kurdular.
Kore Asyanın stratejik bir bölgesiydi. Asyaya ayak basmak için gayet avantajlı bir tramplen durumundaydı. Güney Kore'de ve Japonya'da Amerikan Kuvvetlerinin bulunduğu gözönüne alınınca, Amerika'nın stratejik bakımdan kuvvetli bir durumda olduğu açıktı. Sovyetler, komünistler Çin'de duruma hakim oluncaya kadar bu duruma tahammül gösterdiler. Fakat Çin 1949 sonunda komünist rejimin idaresi altına girince, Sovyetlerin Asyadaki kuvvet pozisyonları iyice güçlenmiş oluyordu. Sovyetlere göre, Amerikayı Asya kıtasından atmak zamanı gelmişti. Hem bu yapıldığı takdirde, Amerikanın Japonyadan da atılması kolaylaşabilirdi.
İşte bu sebeplerden dolayı, Moskova'nın talimatı ile Kuzey Kore kuvvetleri 25 Haziran 1950 sabahından itibaren Güney Kore'ye karşı saldırıya geçti. Saldırının bütün sınır boyunca yapılması her şeyin önceden planlandığını gösteriyordu.
http://www.army.mil/cmh-pg/reference/korea/korani.gif
Bu açık saldırganlık karşısında Amerika Birleşmiş Milletleri harekete geçirdi. Güvenlik Konseyi, Birleşmiş Milletler Antlaşması hükümleri gereğince, Güney Kore'nin yardımına gönderilmek üzere, çeşitli milletlerin askerlerinden meydana gelen, fakat esas yükü Amerika'nın sırtlandığı bir Birleşmiş Milletler Kuvveti teşkil etti. Bu kuvvetin komutanlığına Amerikalı general MacArthur getirildi.
Türkiye Birleşmiş Milletler Kuvveti'ne bir tugaylık bir kuvvetle katıldı. Milli Mücadeleden beri muharebe alanlarına girmemiş olan Türk askeri, Kore Savaşında, gerçekten destan denebilecek kahramanlık örnekleri vermiştir. Kore'de akan Türk kanı ve Türk kahramanlığı, Türkiyenin 1951 yılında NATO'ya alınmasında çok mühim bir rol oynamıştır.
1950 Haziranında başlayan Kore savaşı, 1953 Temmuzunda Panmunjom mütarekesinin imzası ile neticelenmiştir. Bu üç yıllık süre içinde taraflardan hiç biri kesin bir üstünlük gösterip zafere gidememiştir. Çünkü, 1950 Ekiminden itibaren Komünist Çin, gönüllü adı altında gönderdiği silahlı kuvvetleri ile Kore Savaşına dahil olmuştur. Bununla beraber, ne Sovyet Rusya ve Çin, ve ne de Amerika, bu savaşı Kore'nin sınırlarının dışına taşırmamaya dikkat etmişlerdir. Zira yanlış bir hareket bir genel savaşa gidebilirdi.
Kore Savaşını sona erdirecek mütareke görüşmeleri, 1951 yılı Temmuzunda başladı. Mütareke teklifi Kuzey Kore'den geldi. Mütareke görüşmeleri iki yıl sürdü ve bu görüşmeler sırasında da çarpışmalar devam etti. Nihayet, Sovyet lideri Stalin'in 1953 Martında ölmesi ve içerdeki iktidar mücadelesi dolayısile, Sovyet Rusya mütarekeye razı oldu ve mütareke anlaşması 27 Temmuz 1953 de Panmunjom'da imzalandı. Gerek mütareke görüşmelerine, gerek mütarekenin imzasına, "gönüllüler" adına Çin Halk Cumhuriyeti de katılmıştır.
Panmunjom mütarekesi ile Kuzey ve Güney Kore arasındaki sınır yine 38'inci enlem çizgisi oluyordu. Değişen bir şey yoktu. Fakat Sovyetler de Amerikayı Kore'den çıkaramıyacaklarını anlamışlardı.


SEATO'nun Kuruluşu
Vietnam Savaşı Amerikayı, Kore Savaşından sonra almaya başladığı savunma tedbirlerini daha da kuvvetlendirmeye sevketti. Bu savaş, güneydoğu Asya'nın karşı karşıya bulunduğu tehlikeyi açıkça gösterdiği gibi, bölgenin stratejik ehemmiyetini de arttırmıştı. Bu bölge komünizmin kontrolu altına düştüğü takdirde, Sovyet Rusya ve Çin Singapore ve Malacca Boğazına da hakim duruma geçerlerdi ki, bu da Pasifiğin savunması açısından büyük mahzurlar ortaya çıkarırdı.
Amerika'nın bu bölgeyi korumak istikametinde attığı ilk adım, şimdi tam bağımsızlıklarını kazanmış bulunan Tayland, Laos, Kamboçya ve Güney Vietnam'a askeri ve ekonomik yardımlarını arttırmak oldu. İkinci adım, SEATO veya Manilla Paktı denen Güney-Doğu Asya Antlaşma Teşkilatı (South East Asia Treaty Organization)nın kurulmasıdır. Bu kollektif savunma sistemi, Eylül 1954 de, Amerika İngiltere ve Fransa ile, Uzak Doğu ülkelerinden Yeni Zelanda, Avustralya, Filipinler, Tayland ile Pakistan'ın katılması ile kurulmuştur. İttifakın sorumluluk alanı, imzalayan ülkelerin Asya toprakları ile 21'inci enlemin güneyinde kalan Güney Batı Pasifik bölgesi idi ki İngiltere'nin Singapore'daki deniz üssü de bu savunma alanı içine bu suretle girmiş oluyordu.
SEATO'nun imzası ile Amerika Sovyet Rusya ve müttefiki Çin etrafında, Avrupa'nın Atlantik kıyılarından Pasifiğe kadar uzanan bir ittffaklar çemberi meydana getirmiş oluyordu. Zira, bu arada 1952 yılında Türkiye ile Yunanistan da NATO'ya katılmışlardı. Arada bir Yugoslavya kalmıştı, fakat 9 Ağustos 1954 de Türkiye, Yunanistan ve Yugoslavya arasında da Balkan İttifakı imzalanarak bu boşluk da kapatılmıştı.
Batılılar bununla da yetinmediler, Avrupa'da NATO'yu kuvvetlendirmek için ek tedbirler aldılar. Amerika, İngiltere ve Fransa, 23 Ekim 1954 de Federal Almanya ile imzaladıkları antaşmalarla Almanya'daki işgal statüsüne son verdiler ve Batı Almanya bu şekilde tam egemenliğine kavuştu. Yalnız, Batı Almanya'nın savunmasını sağlamak amacı ile bu üç devlet bu ülkede asker bulundurmak hakkını elde ediyorlardı.
Bu anlaşmaların yapıldığı aynı gün, yani yine 23 Ekim 1954 de, NATO Konseyi de Batı Almanya'yı NATO'ya katılmaya davet etti. Gerekli işlemler tamamlandıktan sonra, Batı Almanya 5 Mayıs 1955'ten itibaren NATO'nun 15'inci üyesi oldu.
Şimdi Uzak Doğu'da da bir tek boşluk kalmıştı. Amerika bu boşluğuda kapatmak için, 2 Aralık 1955 de Milliyetçi Çin (Formosa) hükümeti ile de bir ittifak imzaladı. SEATO antlaşması gibi, bu ittifakın da süresi yoktu.
Bu arada şunu da belirtelim ki, Almanya'nın NATO'ya katılması üzerine Sovyet Rusya da kendi uydularını etrafına toplayarak Varşova Paktı dediğimiz Varşova Güvenlik Paktı'nı kurdu. Bu ittifak Sovyet Rusya, Arnavutluk, Bulgaristan, Doğu Almanya, Polonya, Romanya ve Çekoslovakya arasında 20 yıl için imzalanmıştı. Antlaşmanın giriş kısmında, ittifakın sebebi olarak, Batı Almanya'nın NATO'ya girişinin, "yeni bir savaş tehlikesini arttırdığı ve barışsever devletlerin milli güvenlikleri için bir tehdit teşkil ettiği" belirtilmekteydi


Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.