![]() |
Osmanlıca Sözlük (E Harfi)-Osmanlıca Sözlük (E Harfi)Osmanlı Terimleri Sözlüğü...
RE: Osmanlıca Sözlük (E Harfi) EMR
İş buyurma. * Buyurulan şey. * Madde, husus, hâdise. EMR-İ ADEMÎ Olması mümkün olan birşeyin sebeblerinden bir veya birkaçını yapmamakla o şeyin olmamasına sebep olmak. EMR-İ Bİ-L-MARUF, NEHY-İ ANİL-MÜNKER Dinin emirlerini, Kur'âni ve İslâmi hakikatleri neşretmek ve bildirmek, men'edilen şeyleri de yaptırmamak. İyiliği, İslâmi hususları emretmek ve teşvik etmek, kötülüğü men'edip yaptırmamağa sevketmek. (Fakat bu kudsi vazifeyi âdabına itaat ve riâyet ederek ifâ etmek lâzımdır, zirâ bu itaat da dinimizin emirlerindendir.) EMR-İ HAK Hakk'ın emri, Allah'ın emri. Ölüm. EMR-İ HÂS Hususi emir. Belli bir şahsa verilen emir. Özel ve belli bir iş. EMR-İ İLAHÎ Allah'ın emri. Mc: Ölüm.(Ubudiyet, emr-i İlahîye ve rıza-yı İlahîye bakar. Ubudiyetin dâisi, emr-i İlahî ve neticesi rıza-yı Hak'tır. Semeratı ve fevaidi, uhreviyedir. Fakat ille-i gaiyye olmamak, hem kasden istenilmemek şartıyla, dünyaya ait faideler ve kendi kendine terettüp eden ve istenilmiyerek verilen semereler, ubudiyete münafi olmaz. Belki zaifler için müşevvik ve müreccih hükmüne geçerler. Eğer o dünyaya âit fâideler ve menfaatlar, o ubudiyete, o virde veya o zikre illet veya illetin bir cüz'ü olsa, o ubudiyeti kısmen ibtal eder. Belki o hâsiyetli virdi akim bırakır, netice vermez. İşte bu sırrı anlamıyanlar, meselâ yüz hâsiyeti ve fâidesi bulunan Evrâd-ı Kudsiye-i Şâh-ı Nakşibendî'yi veya bin hâsiyeti bulunan Cevşen-ül Kebir'i, o fâidelerin bazılarını maksud-u bizzat niyet ederek okuyorlar. O fâideleri göremiyorlar ve göremiyecekler ve görmeye de hakları yoktur. Çünki, o fâideler o evrâdların illeti olamaz; ve ondan, onlar kasden ve bizzat istenilmeyecek. Çünki onlar fazlî bir surette o hâlis virde talebsiz terettüb eder. Onları niyet etse, ihlâsı bir derece bozulur. Belki ubudiyetten çıkar ve kıymetten düşer. Yalnız bu kadar var ki; böyle hâsiyetli evradı okumak için, zaif insanlar bir müşevvik ve müreccihe muhtaçtırlar. O fâideleri düşünüp, şevke gelip, evrâdı sırf rıza-yı İlahî için, âhiret için okusa zarar vermez. Hem de makbuldür. Bu hikmet anlaşılmadığından, çoklar, aktabdan ve selef-i salihînden mervî olan faideleri görmediklerinden şüpheye düşer, hatta inkâr da eder. M.N.) EMR-İ İSTİHBABÎ Müstehab veya sünnet olan vazife.* Sevdirmek için verilen emir. * Muhabbetin gereği olarak yapılması gereken iş. EMR-İ İ'TÂ Verme emri. Verilme emri. EMR-İ İTİBÂRÎ Hakikatta, hariçte vücudu olmayıp, var kabul edilen emir, iş. (İnsanın fiilleri, kesbi gibi.) (Bak: İtibâri) EMR-İ KÜFRÎ İmansızlığa ait bir iş ve bir husus. EMR-İ KÜN Kün emri. Cenâb-ı Hakk'ın verdiği Ol mânasına gelen Kün emri. Allah (C.C.) bir şeye Ol diye emretse, (Yani, Kün dese) o şey derhal olur. (Yâni, Fe Yekun) EMR-İ MAAŞ Geçinme işi ve hususu. Hayat ihtiyaçları. EMR-İ MÜŞKİL Zor iş, müşkil emir. EMR-İ NİSBÎ Kıyas ile olan emir. Öncekilerine veya diğerlerine göre olan iş veya emir veya hâdise. İllet-i tâmme istemiyen ve vücud-u haricisi bulunmayan emir. EMR-İ TEKVİNÎ Yaradılışa ait İlâhi kanun ve nizam. Tekvine dair işler, hâdiseler, maddeler. Fıtri kanunlar ve Âdetullahın tazammun ettiği emirler. (Meselâ ilmin i'tâsı, mânen ameli emrediyor. Zekânın i'tası ilmi emrediyor. İstidadın bulunması zekâyı, aklın verilmesi ma'rifetullahı, kudretin verilmesi çalışmayı, cesaretin verilmesi cihadı mânen ve tekvinen emrediyor. İ.İ.) EMR-İ VÂKİ' Beklenilmeyen iş, sürpriz. Zorlayıcı bir baskı ile bir işi yapmaya mecbur etmek. EMRAN (Mern. C.) Kürkler, mernler, hayvan derileri, postları. EMRAZ (Maraz. C.) Hastalıklar. Marazlar. EMRAZ-I AKLİYE Akıl hastalıkları. EMRAZ-I ASABİYE Sinir hastalıkları. EMRAZ-I AYNİYYE Göz hastalıkları. EMRAZ-I DAHİLİYE Dahilî hastalıklar, iç hastalıkları. EMRAZ-I EFRENCİYE Frengi hastalıkları, efrenci marazları. EMRAZ-I İNTANİYYE Mikroplu ve ateşli hastalıklar. EMRAZ-I KALBİYE Kalb hastalıkları.(Arkadaş! Kalb ile ruhun hastalığı nisbetinde felsefe ilimlerine meyil ve muhabbet ziyade olur. O hastalık marazı da ulum-u akliyeye tevaggul etmek nisbetindedir. Demek mânevi olan hastalıklar, insanları aklî ilimlere teşvik ve sevkeder. Ve akliyat ile iştigal eden, emraz-ı kalbiyeye mübtelâ olur!.. M.N.) EMRAZ-I NİSAİYE Kadın hastalıkları. EMRAZ-I SÂRİYE Geçici, bulaşıcı, sâri hastalıklar. EMRE Ak gözlü, beyaz gözlü. EMRED Henüz tüyü bitmemiş, sakalı gelmemiş olan genç. EMREŞ şerli, kötü kimse. EMRET Kaşının kılı dökülmüş kimse. * Yeleksiz ok. EMRÎ (Emriye) Emirle ilgili, emre ait. EMS Dünkü gün. EMSAH Yürürken uylukların birbirine sürtmesi. EMSAL (Misâl. C.) Denk. Benzer. Yaşları birbiriyle aynı olanlar. * Mat: Kat sayı. * (Mesel. C.) Kıssalar, hikâyeler, romanlar, masallar, destanlar. EMSAR (Mısr. C.) Büyük şehirler, beldeler, memleketler, kasabalar. EMSEL (Misil. C.) İmtisale şayan olan. Tam benzer. Efdal, ekrem ve eşref olan. EMSEN Bevlin akması. EMSİLE (Misâl. C.) Misaller. Örnekler. * Arapçada fiil tasrifini gösteren kitap. EMSİYE (Mesâ. C.) Akşamlar, akşam vakitleri. Günün son zamanları. EMŞAC (Meşc. C.) Nutfenin vasfı. Karışık. Dağınık. EMŞAK Yürürken uylukların birbirine sürtmesi EMT Yüksek yer. Küçücük tepecikler. * Doldurma. EMTAR (Matar. C.) Yağmurlar. EMTEN Pek metin, çok dayanıklı, en sağlam, fazlaca muhkem. EMTİA ('. C.) Ticaret malları. EMTİA-İ ECNEBİYE Yabancı memleket malları. EMTİA-İ TİCARİYYE Tüccar malları. EMUMİYYE Analık. EMUN Kuvvetli, dayanıklı deve. EMVÂC (Mevc. C..) Dalgalar. EMVÂC-ÜL BİHÂR Denizlerin dalgaları. EMVAH (Ma'. C.) Sular. EMVAL (Mal. C.) Mallar. EMVAL-İ BÂTINA Nakit paralarla, evlerde, mağazalarda bulunan ticaret malları. EMVAL-İ GAYR-İ MENKULE Bir yerden başka yere taşınamıyan, sabit olan mallar. (Dükkan, ev, tarla...gibi.) EMVAL-İ MENKULE Bir yerden başka yere taşınabilir, götürülebilir eşya ve mallar. (Masa, karyola, perde, çakı... gibi.) EMVAL-İ METRUKE Sahipleri olmayan, sahipleri kaybolmuş, sahipsiz mallar. Terkedilmiş mallar. EMVAL-İ ZÂHİRE Sâime denilen hayvanlar ile bir kısım arazi mahsulâtı ve madenleri ile yer altındaki hazineler ve gümrüklere uğrayan ticaret mallarıyla, nakitler. |
Osmanlıca Sözlük (E Harfi)-Osmanlıca Sözlük (E Harfi)Osmanlı Terimleri Sözlüğü...
RE: Osmanlıca Sözlük (E Harfi) EMVAT
(Meyyit. C.) Meyyitler. Ölüler. EMYA(N) f. Para kesesi, içine para konulan torba, çanta. EMYAL (Mil. C.) Miller. (Bak: Mil) EMYAL-İ BAHRİYYE Deniz milleri. 6080 kadem, yani 1852 metreden ibaret olan deniz mesafesi. EMYUS Anason dedikleri ot. * Kendisinden tuz meydana getirilen taş ki, Türkçe ona "tuz taşı" derler. EMZA Çok te'sirli olan, çok müessir. * Hükmü çok geçen. * Kat'i, şüphesiz. EMZAH Yürürken uylukları birbirine sürüyüş. EMZER Katı gönüllü, katı kalbli kimse. EMZER Karnı büyük olan, şişman. EMZİCE (Mezc. den) Mizaclar, tabiatlar, huylar, meşrebler. ENA Ermek, idrak. * Saat. ENA' Eğlenmek. ENABİB (Ünbube. C.) Kamış gibi boğum, boğum olan şeyler. İçi boş olan fen âletleri, borular. ENABİK (İnbik. C.) İnbikler. ENACİL (İncil. C.) İnciller. ENADİD Perişan, saçılmış, dağılmış, pejmürde şeyler. Perakende. ENAET Acele etmeyip teenni üzere olmak. Yavaş hareket. ENAFİS (Enfes. C.) En nefis olan şeyler. ENAHİD f. Venüs gezegeni. Zühre seyyaresi. ENAK Ferahlı, sürurlu, neş'eli, sevinçli. ENAM Halk. Bütün mahlukat. EN'AM Deve, sığır, koyun gibi hayvanlar. * Kur'ân-ı Kerimin altıncı Suresinin adı ve bir kısım Kur'ân âyetlerinden ve Surelerinden müteşekkil dua kitabı. ENAMİL (Enmele. den) Parmak uçları. EN'AMTE Sen nimet verdin, in'âm ettin (meâlinde). ENANİYET (Enâniyyet) Benlik. Kendine güvenmek, gurur. Hodbinlik. Sadece kendine taraftarlık. Her yaptığı işi kendinden bilmek.(Gök, zemin, dağ, tahammülünden çekindiği ve korktuğu emanetin müteaddit vücuhundan bir ferdi, bir vechi, "Ene" dir. Evet "Ene" , zaman-ı Âdem'den şimdiye kadar âlem-i insaniyetin etrafına dal budak salan nurani bir şecere-i tuba ile, müthiş bir şecere-i zakkumun çekirdeğidir. Şu azîm hakikata girişmeden evvel, o hakikatın fehmini teshil edecek bir mukaddime beyan ederiz. Şöyle ki:Ene, künuz-u mahfiye olan esmâ-i İlâhiyyenin anahtarı olduğu gibi, kâinatın tılsım-ı muğlakının dahi anahtarı olarak bir muamma-yı müşkilküşadır, bir tılsım-ı hayretfezadır. O ene, mahiyetinin bilinmesiyle, o garib muamma, o acib tılsım olan ene açılır ve kâinat tılsımını ve âlem-i vücubun künuzunu dahi açar. Şu mes'eleye dair "Şemme" isminde bir risale-i Arabiyemde şöyle bahsetmişiz ki:Âlemin miftahı insanın elindedir ve nefsine takılmıştır. Kâinat kapıları zâhiren açık görünürken, hakikaten kapalıdır. Cenab-ı Hak, emanet cihetiyle, insana ene namında öyle bir miftah vermiş ki; âlemin bütün kapılarını açar ve öyle tılsımlı bir enaniyet vermiş ki; Hallâk-ı Kâinat'ın künuz-u mahfiyesini onun ile keşfeder. Fakat ene, kendisi de gayet muğlak bir muamma ve açılması müşkil bir tılsımdır. Eğer onun hakiki mahiyeti ve sırr-ı hilkati bilinse; kendisi açıldığı gibi kâinat dahi açılır. Şöyle ki:Sâni-i Hakîm, insanın eline emanet olarak Rububiyyetinin sıfât ve şuunatının hakikatlarını gösterecek işaret ve nümuneleri câmi' bir ene vermiştir. Tâ ki; o ene, bir vâhid-i kıyâsi olup, evsaf-ı rububiyyet ve şuunat-ı Uluhiyyet bilinsin. Fakat vâhid-i kıyâsi, bir mevcud-u hakiki olmak lâzım değil. Belki, hendesedeki farazi hatlar gibi, farz ve tevehhümle bir vâhid-i kıyasî teşkil edilebilir. İlim ve tahakkukla hakiki vücudu lâzım değildir.Sual : Niçin Cenab-ı Hakk'ın sıfât ve esmâsının mârifeti, enaniyete bağlıdır?Elcevab: Çünki mutlak ve muhit bir şey'in hududu ve nihayeti olmadığı için, ona bir şekil verilmez ve üstüne bir suret ve bir taayyün vermek için hükmedilmez, mahiyeti ne olduğu anlaşılmaz. Meselâ: Zulmetsiz daimî bir ziya, bilinmez ve hissedilmez. Ne vakit hakiki veya vehmî bir karanlık ile bir hat çekilse, o vakit bilinir. İşte Cenab-ı Hakk'ın, ilim ve kudret, Hakîm ve Rahim gibi sıfât ve esmâsı; muhit, hudutsuz, şeriksiz olduğu için onlara hükmedilmez ve ne oldukları bilinmez ve hissolunmaz. Öyle ise, hakiki nihayet ve hadleri olmadığından farazî ve vehmî bir haddi çizmek lâzım geliyor. Onu da enaniyet yapar. Kendinde bir rububiyyet-i mevhume, bir mâlikiyet, bir kudret, bir ilim tasavvur eder; bir had çizer. Onun ile muhit sıfatlara bir hadd-i mevhum vaz'eder. "Buraya kadar benim, ondan sonra O'nundur" diye bir taksimat yapar. Kendindeki ölçücükler ile, onların mahiyetini yavaş yavaş anlar. Meselâ: Daire-i mülkünde mevhum rububiyetiyle, daire-i mümkinatta Hâlikının rububiyyetini anlar ve zâhirî mâlikiyyetiyle, Hâlıkının hakiki mâlikiyyetini fehmeder ve "Bu haneye mâlik olduğum gibi, Hâlık da şu kâinatın malikidir." der ve cüz'i ilmiyle O'nun ilmini fehmeder ve kesbî san'atçığıyla O Sâni-i Zülcelâl'in ibdâ-i san'atını anlar. Meselâ: "Ben şu evi nasıl yaptım ve tanzim ettim. Öyle de şu dünya hanesini birisi yapmış ve tanzim etmiş" der. Ve hâkezâ... Bütün sıfât ve şuunat-ı İlâhiyyeyi bir derece bildirecek, gösterecek binler esrarlı ahval ve sıfât ve hissiyat, enede münderiçtir. Demek ene, âyine-misâl ve vâhid-i kıyasî ve alet-i inkişaf ve mâna-yı harfî gibi; mânası kendinde olmayan ve başkasının mânasını gösteren, vücud-u insâniyetin kalın ipinden şuurlu bir tel ve mâhiyet-i beşeriyenin hullesinden ince bir ip ve şahsiyet-i âdemiyyetin kitabından bir eliftir ki, o elifin "İki yüzü" var. Biri, hayra ve vücuda bakar. O yüz ile yalnız feyze kabildir. Vereni kabul eder: Kendi icad edemez. O yüzde fâil değil; İcattan eli kısadır. Bir yüzü de şerre bakar ve ademe gider. Şu yüzde o fâildir, fiil sahibidir. Hem, onun mahiyeti, harfiyedir; başkasının mânasını gösterir. Rububiyeti hayâliyedir. Vücudu o kadar zaif ve incedir ki; bizzat kendinde hiçbir şey'e tahammül edemez ve yüklenemez. Belki, eşyanın derecat ve miktarlarını bildiren mizân-ül-hararet ve mizân-ül-hava gibi mizanlar nev'inden bir mizandır ki, Vâcib-ül Vücud'un mutlak ve muhit ve hudutsuz sıfâtını bildiren bir mizandır.İşte, mahiyetini şu tarzda bilen ve iz'an eden ve ona göre hareket eden $ beşaretinde dâhil olur. Emaneti bihakkın edâ eder ve o ene'nin dürbüniyle, kâinat ne olduğunu ve ne vazife gördüğünü görür ve âfâki malûmat nefse geldiği vakit, ene'de bir musaddık görür. O ulum, nur ve hikmet olarak kalır. Zulmet ve abesiyete inkılâb etmez. Vaktâki ene, vazifesini şu suretle ifa etti; vâhid-i kıyâsi olan mevhum rububiyetini ve farazi mâlikiyetini terkeder. Hakiki ubudiyetini takınır. Makam-ı "ahsen-i takvim"e çıkar.Eğer o ene, hikmet-i hilkatini unutup, vazife-i fıtriyesini terkederek kendine mâna-yı ismiyle baksa kendini mâlik itikad etse; o vakit emanete hiyânet eder. $ altında dâhil olur. İşte bütün şirkleri ve şerleri ve dalâletleri tevlid eden enaniyetin şu cihetindendir ki, semâvat ve arz ve cibal, tedehhüş etmişler; farazi bir şirkten korkmuşlar. Evet ene ince bir elif, bir tel, farazî bir hat iken, mahiyeti bilinmezse, tesettür toprağı altında neşvünema bulur; gittikçe kalınlaşır. Vücud-u insanın her tarafına yayılır. Koca bir ejderha gibi, vücud-u insanı bel'eder. Bütün o insan, bütün letâifiyle âdeta ene olur. Sonra nev'in enaniyeti de bir asabiyet-i nev'iye ve milliye cihetiyle o enaniyete kuvvet verip, o ene, o enaniyet-i nev'iyeye istinad ederek, şeytan gibi, Sâni-i Zülcelâl'in evamirine karşı mübareze eder. Sonra kıyas-ı binnefs suretiyle herkesi, hattâ herşeyi kendine kıyas edip, Cenab-ı Hakk'ın mülkünü onlara ve esbaba taksim eder. Gayet azîm bir şirke düşer...Evet, nasıl mirî malından kırk parayı çalan bir adam, bütün hâzır arkadaşlarına birer dirhem almasını kabul ile hazmedebilir. Öyle de: "Kendime mâlikim" diyen adam, "Herşey kendine mâliktir" demeye ve itikad etmiye mecburdur.İşte, ene, şu hâinâne vaziyetinde iken; cehl-i mutlaktadır. Binler fünunu bilse de, cehl-i mürekkeble bir echeldir. Çünki duyguları, efkârları; kâinatın envâr-ı mârifetini getirdiği vakit, nefsinde onu tasdik edecek, ışıklandıracak ve idame edecek bir madde bulmadığı için, sönerler. Gelen herşey, nefsindeki renkler ile boyalanır. Mahz-ı hikmet gelse; nefsinde, abesiyet-i mutlaka suretini alır. Çünki şu haldeki ene'nin rengi, şirk ve ta'tildir, Allah'ı inkârdır. Bütün kâinat parlak âyetlerle dolsa; o ene'deki karanlıklı bir nokta, onları nazarda söndürür; göstermez. S.) |
Osmanlıca Sözlük (E Harfi)-Osmanlıca Sözlük (E Harfi)Osmanlı Terimleri Sözlüğü...
RE: Osmanlıca Sözlük (E Harfi) ENAR
f. Nar meyvesi. ENASE Demirin yumuşak olması. ENASİ (Enâsiye) (İnsan. C.) İnsanlar. * Basar, göz. ENASİYA Bir mürekkeb ilâç. ENB Horlamak, tahkir etmek. Ayıplamak. ENBAHUN f. Sağlam, metin, muhkem, tahkim edilmiş yer. * Hisar, kale. ENBAN(E) f. Yiyecek çantası, heybe. Dağarcık adı verilen deri çanta. ENBAR f. Yığın, dolu, küme. * Gübre. Ekinlere, kuvvet vermesi için dökülen eski fışkı, hayvan tersi. ENBAR (Nibr. C.) Anbarlar, nibrler. İçinde çeşitli mallar saklanan kapalı mahfaza, oda. ENBAŞTE f. Yıkılmış, dağılmış. * Tıkanmış. ENBAZ (Nebez. C.) Namlar, lâkablar, takma adlar, soyadları. ENBAZ f. Ortak, şerik, eş. ENBAZÎ f. Şeriklik, ortaklık. ENBEL En şerefli. ENBER Kadın tuzluğu adı verilen ufacık kara yemiş. ENBERUT f. Armut. ENBESTE f. Koyulaşmış, katılaşmış, sıvılığını kaybetmiş. * Uyuşmuş, miskinleşmiş insan. ENBESTE-DEM f. Miskin, uyuşuk kişi. Tenbel, gayretsiz kimse. ENBİR f. Yaş ve kuru çamur. ENBİRE f. Üzeri toprakla sıvalı olan damlarda sıvanın altına konulan çalı, saz, talaş gibi şeyler. ENBİYA (Nebi. C.) Nebiler. Peygamberler (Aleyhimüsselâm.)(Eğer suâl etseniz ki: Bi'set-i enbiya ile beraber şeytanların vücudundan ekser insanlar kâfir oluyor, küfre gidiyor, zarar görüyor. "El hükmü lil-ekser" kaidesince, ekser ondan şer görse, o vakit halk-ı şer, şerdir; hattâ bi'set-i enbiya dahi rahmet değil denilebilir?Elcevab: Kemiyetin, keyfiyete nisbeten ehemmiyeti yok. Asıl ekseriyet, keyfiyete bakar. Meselâ: Yüz hurma çekirdeği bulunsa... toprak altına konup su verilmezse ve muamele-i kimyeviye görmezse ve bir mücahede-i hayatiyeye mazhar olmazsa, yüz para kıymetinde yüz çekirdek olur. Fakat su verildiği ve mücâhede-i hayatiyeye mâruz kaldığı vakit, su-i mizâcından sekseni bozulsa; yirmisi, meyvedar yirmi hurma ağacı olsa, diyebilir misin ki: "Suyu vermek şer oldu, ekserisini bozdu?" Elbette diyemezsin. Çünki o yirmi, yirmi bin hükmüne geçti. Sekseni kaybeden, yirmi bini kazanan, zarar etmez; şer olmaz. Hem meselâ : Tavus kuşunun yüz yumurtası bulunsa, yumurta itibariyle beşyüz kuruş eder. Fakat o yüz yumurta üstünde tavus oturtulsa, sekseni bozulsa; yirmisi, yirmi tavus kuşu olsa, denilebilir mi ki: "Çok zarar oldu, bu muamele şer oldu, bu kuluçkaya kapanmak çirkin oldu, şer oldu?" Hayır öyle değil, belki hayırdır. Çünkü o tavus milleti ve o yumurta taifesi, dörtyüz kuruş fiatında bulunan seksen yumurtayı kaybedip, seksen lira kıymetinde yirmi tavus kuşu kazandı.İşte nev'-i beşer bi'set-i enbiya ile, sırr-ı teklif ile, mücâhede ile, şeytanlarla muharebe ile kazandıkları yüzbinlerle enbiya... ve milyonlarla evliya... ve milyarlarla asfiyâ gibi âlem-i insaniyetin güneşleri, ayları ve yıldızları mukabilinde, kemiyetçe kesretli, keyfiyetçe ehemmiyetsiz hayvanat-ı muzırra nev'inden olan küffarı ve münafıkları kaybetti. M.) ENBİYA SURESİ Kur'ân-ı Kerim'in 21.suresi olup Mekke-i Mükerreme'de nazil olmuştur. ENBUB f. Minder, döşek, yatak. Döşeme. ENBUDE f. İstif edilmiş, katlanmış, nizamlanmış, nizama konmuş, devşirilmiş. ENBUH f. Ziyade, çok, kalabalık. * Çokluk, ziyadelik, cemaat, izdiham. * Meclis, kurultay. * Kalın, yoğun. * Duvarın yıkılıp dökülmesi. ENBUŞE Patates gibi yerden çıkarılan şeyler. * Ağaç kökleri. ENBÛY f. Koklama, koku alma. ENBUZEN f. Asıl, esas, madde. ENBÜR f. Ateş veya ocağı karıştırmağa mahsus âlet. ENBÜRE f. Dere, çay. * Tüyü dökülmüş olan hayvan. * Dolap beygiri. * İşkembe. ENCAD (Necd. C.) Yüksek yerler, yüce mekânlar. ENCÂM Son, nihayet, netice. ENCÂM-I KÂR İşin neticesi, amelin sonu. ENCAS (Necis. C.) Pisler. Necis şeyler. ENCERE Gemi lengeri. ENCİN f. Tane tane, ufak ufak, parça parça. * Sıvacı. ENCİR(E) f. İncir meyvesi. ENCUH (Encug) f. Kıvrım. * Buruşmuş, solmuş meyve. ENCÜM (Necm. C.) Yıldızlar. Necmler. ENCÜMEN f. Cemiyet. şura. Meclis. Komisyon. ENCÜMEN-İ DÂNİŞ Akademi. İlim encümeni. ENCÜMEN-GÂH f. Cemiyet, meclis. ENDA' Yüksek, yüce, âlâ. * (Nedâ. C.) Nedâlar, çiğler, şebnemler. ENDAD (Nidd. C.) Benzerler. Emsâller. * Misiller. şerikler, eşler.(Vahdaniyet ve kudret-i İlâhiye bu kadar âyât-ı fiiliye ve kavliyesiyle zâhir ve bâhir iken, buna karşı insanlardan bazıları vardır ki, Allah'a karşı denkler, nazirler tutarlar ki onları Allah gibi severler. Emirlerine, yasaklarına, arzularına itaat ederler de Allah'a isyan ederler. Şübhe yok ki böyle yapmak gerek Allah'ı inkâr ederek olsun ve gerek olmasın, mâna-yı uluhiyette onları Allaha ortak yapmaktır. Bunların bir kısmı bu şirki açığa vururlar. Firavunlara, nemrutlara yapıldığı gibi onlara açıktan açığa ilâh, mâbud nâmını vermekten çekinmezler, Rabbimiz, tanrımız derler. Ve hatta İlâhlarının tevellüd ve tevâlüdüne kail olarak onlara aynı cinsten, mâbud payesinde oğullar, kızlar tasavvur ve isnad ederler. Diğer bir kısmı da tasrih etmeden aynı muameleyi yaparlar, onları Allah sever gibi severler, veliyy-i nimet tanırlar, onların muhabbetini mebde-i hareket ittihaz ederler. Allah'a yapılacak şeyleri onlara yaparlar. Allah rızasını düşünmeden onların rızalarını kazanmağa çalışırlar. Allah'a isyan olan şeylerde bile onlara itaat ederler.İnsanlar tarafından böyle muhabbet ile mâbud pâyesi verilen endâd o kadar çeşitlidir ki; bir taş, bir mâden parçasından, bir ot, bir ağaçtan tut, tâ, yıldızlara, ruhlara, meleklere kadar çıkar.Filvaki servet, haşmet, kuvvet, câh u ikbâl, güzellik, hüsün gibi herhangi bir ümide sebep sayılan dilberler, kahramanlar, hükümdarlar gibi insanları, Allah gibi seven ve onun uğrunda herşeyi göze alan nice kimseler vardır ki bu nokta-i şirkin putperestlik esasını, beşeriyetin en büyük yarasını teşkil eder.Hasılı, reislerini ve büyüklerini Allah sever gibi sevenler ve onları, Allahın emirlerine muhalif olan emirlerini dinliyerek Allah'a isyan edenler; bunları Allah'a nazir ve emsâl kabul etmiş olurlar ki, bütün putperestlik esası, bu muhabbet tarzındadır. E.T.) (Bak: Put, Sanemperest) |
Osmanlıca Sözlük (E Harfi)-Osmanlıca Sözlük (E Harfi)Osmanlı Terimleri Sözlüğü...
RE: Osmanlıca Sözlük (E Harfi) ENDAD Ü EZDAD
Benzerler ve zıtlar. ENDAHT (Endâhten. den) f. Atmak. İlka etmek. * Silâh boşaltmak. ENDAHTE f. Terkedilmiş, bir tarafa atılmış. Bırakılmış. ENDAM f. Beden. Vücud. * Vücudun tenasübü. Vücudun görünüşü. * Letafet. İntizam ve üslub. ENDAM-I MEVZUN Düzgün endam, düzgün beden. ENDAMÎ f. Vücuda uygun, bedene münasib, biçimli. ENDAR f. Baştan geçen bir olay, vakıa, sergüzeşt, hikâye, kıssa. ENDAVE f. Sıvacı malası. * Şikâyet. ENDAYİŞ f. Yaldızlama, sıvama. ENDAYİŞGER f. Yaldızcı, sıvacı. ENDAZ f. Atan, atmış, atıcı mânasında birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Dehşet-endaz $ : Dehşet verici, korkutucu. ENDAZE f. Ölçü, mikyas. * Arşının bez, basma vesâire ölçmeğe mahsus küçük cinsi. (60 cm.dir) * Tahmin, takdir. * Derece, mertebe. * Mc: Hesap. END-BEND f. Utanmış, mahcub. * Boğum boğum, kısım kısım, parça parça. ENDEK f. Az, kalil. * Yaşı küçük, küçük yaşlı. ENDEME f. Mazideki sıkıntıları hatırlama, geçmişdeki ıztırabları tahattur etme. ENDER (Nâdir. den) Çok az, pek az bulunan, daha nâdir. * (C.: Enâdir) Harman yeri. ENDER (Zarfiyet edatıdır) f. İçinde. Derununda. Dahilinde. ENDEREZ f. Nasihat, öğüt, vasiyet. * Mektub. ENDERÎ Kalın ip, halat. * Şam yakınında bir köyün adı. * Bir dağ adı. ENDERUN İç, dâhil. * Kalb, içyüz, gönül. * Vaktiyle Osmanlı Sarayının iç teşkilâtı. ENDİŞ Düşünen, mülâhaza eden, ölçülü davranan mânasında sıfat terkiblerinde kullanılır. Meselâ: Akibet-endiş $ : Her işin sonunu düşünen. ENDİŞE f. Korku. Düşünce. Merak, keder, kuruntu. ENDİŞE-İ İSTİKBAL Gelecek zamanı düşünmekten gelen merak, üzüntü, keder. Geleceği düşünmek. ENDİŞE-İ MEVT Ölüm endişesi. Ölüm korkusu. ENDİŞNAK f. Endişeli, kederli, meyus, sıkıntılı, düşünceli. ENDİYE (Neda. C.) Çiyler, şebnemler. ENDUH (Endüh) : f. Keder, elem, gam, gussa, kaygı, sıkıntı, ıztırab, üzüntü. ENDUH-GÜSAR f. Kederi yok eden. Gamı, sıkıntıyı gideren. ENDUH-NÂK f. Kederli, sıkıntılı, gamlı, üzüntülü. ENDUHTE f. Biriktirmiş, biriktirilmiş. Kazanmış, kazanılmış, Hazırlanmış. * Ödenmiş. ENDUZ f. Kazanan, elde eden, biriktiren, toplıyan mânalarına gelir ve kelimeleri sıfat yapar. ENDÜLÜS (Mi: 756-1031) Dört halife devrinden sonra kurulan Emevi devleti yıkıldıktan sonra Emevilerin Afrikadan Avrupa'ya geçip şimdiki Portekiz ve İspanya'da kurdukları İslâmi devletin bir ismidir. Bunlara Endülüs Emevileri denir. Abbasilerin katliâmından kurtulan Abdurrahman ismindeki zât Afrika yoluyla İspanyaya geçerek Emevilerin orada devamı sayılabilecek Endülüs Emevi devletini kurdu. El-Dahil (muhacir) lakabiyle maruf Abdurrahmandan itibaren lll. Hişamla sona ermek üzere 16 halife gelip geçmiştir. lll. Abdurrahman'a kadar Kurtuba emirliği diye adlandırılan bu devlete bu hükümdar zamanında Emdülüs Emevi Hilâfeti nâmı verildi. Hükümdar, Emir-ül Mü'minîn ünvanını aldı. Bu devir; ilim ve irfanın zirveye ulaştığı, Avrupalıların ilim tahsili için Endülüs'e akın ettikleri devirdir. Bundan sonra Emevilerin inhitat ve sukut devri başlar. Ne kadar çalışırlarsa da kaderin fetvasıyla icraatı sona erer. (Bak: Emevi) ENDÜSTRİ Fr. Sanayi, imalât, sanatlar. Hammaddeyi mâmul eşya hâline getirme. Bu da ikiye ayrılır. 1- Küçük sanayi: Ev ve atölyelerde basit âlet ve makinelerle eşya imalâtıdır. 2- Büyük sanayi: Su buharı, akaryakıt, elektrik, atom enerjisi gibi büyük çapta enerji kaynaklarından faydalanılarak fabrikalarda seri hâlde ve çok miktarda yapılan imalâttır. ENE Ben. * Gr: Birinci şahıs zamiri. (Bak: Enaniyet) ENERJİ Fr. Kuvvet. Güç. Fiziki kuvvet. * Gücünü harcama isteği ve iktidarı. ENES Üns mânasına kullanılır ve vahşetin zıddıdır. ENES İBN-İ MALİK Ensardan ve Ashâb-ı Kiram'ın fakihlerindendir. Hicretin ibtidasından itibaren on sene Resul-i Ekrem Efendimizin (A.S.M.) hizmetinde bulunmakla şeref kazanmıştır.Resul-i Ekrem'den (A.S.M.) 2630 Hadis-i Şerif rivâyet etmiştir. 100 yaşına kadar yaşamış, hicri 92 veya 94 senelerinde Basra'da ebedî hayata kavuşmuştur. En son vefat eden sahabe, Hazret-i Enes'tir. (R.A.) ENF Burun. Koku ve teneffüse mahsus âzâ. * Bir şeyin ucu veya evveli veya en şiddetlisi. * Bir şeyin sivri yeri. * Bir şeyin en şerefli olan yeri. ENFA' Daha nâfi. Daha menfaatli. Pek faydalı. ENFAL Ganimetler. Düşmandan alınan mallar. ENFAL SURESİ Kur'ân-ı Kerim'in 8. suresidir. ENFAR (Nefir. C.) Cemaatler, topluluklar, cemiyetler. Halk, ahali, kalabalıklar, izdihamlar. ENFAS (Nefes. C.) Nefesler. Soluklar. * Ruhlar. Canlar. * Cevherler. * Duâlar. ENFAS-I HAYRİYYE Hayırlı nefesler. ENFAS-I MA'DUDE Sayılı nefesler. İnsan hayatı. Miktarı muayyen olan ömür dakikaları. ENFES Daha hoş. Çok hoş. Daha iyi. Pek nefis. ENFES-İ ÂSÂR Eserlerin en nefisi, eserler içinde en değerli olanı. ENFEZ En nüfuzlu, daha tesirli. ENFÎ Burunla ilgili. ENFİYE Buruna çekilen çürütülmüş tütün tozu. ENFLASYON Fr. Piyasaya gerektiğinden fazla kâğıt para çıkartmaktan dolayı paranın değeri düşüp fiyatların yükselmesi. ENFÜS (Nefs. C.) Nefsler, ruhlar, canlar. Yaşayanlar. ENFÜSÎ Bir kimseye mahsus görüş ve düşünüş. Nefse, kendi hayatına aid, dâhile aid. (Subjektif) (Objektifin zıddı)(İ'lem eyyüh-el-aziz! Afaki mâlumat, yâni; hâriçten, uzaklardan alınan mâlumat, evham ve vesveselerden hâli olamıyor. Amma bizzat vicdâni bir şuura mahal olan enfüsi ve dâhili mâlümat ise evham ve ihtimallerden temizdir. Binaenaleyh merkezden muhite, dâhilden hârice bakmak lâzımdır. M.N.) ENGAM f. Vakit, zaman, an. Mevsim. (Aslı: Encam'dır.) ENGAME f. Topluluk, cemaat, kalabalık, izdiham. Toplanma yeri, meclis. * Muharebe yeri, ceng meydanı. * Oyuncular derneği. ENGAR f. Sanma, zan, tasavvur. şüphelenme. * Tamamlanmayan, eksik kalan iş. ENGARE f. Tamamlanmayan, eksik kalan iş, nakış veya taslak. * Hikâye, efsâne, roman, kıssa. * Başdan geçen bir olayı tekrarlama. * Hesap defteri. * Utanarak geri geri çekilme. ENGAZ f. San'atkârların kullandıkları san'at âletleri. ENGEL f. İlik, düğme. * Sözü sohbeti çekilmeyen kaba kimse. ENGEL t. (Bak: Mâni') ENGİHTE f. Yükseltilmiş, karıştırılmış, oynatılmış, koparılmış. ENGİŞT f. Kömür. ENGİŞTAL f. Hasta ve zayıf kimse. Dermansız, bî-derman kişi. ENGİZ f. Koparan, karıştıran, tahrib eden. ENGİZİSYON Fr. XVI. ve XVII. asırlarda Hristiyan Katolik Mezhebine âit kiliselerden alâkayı kesen veya Papa'ya karşı gelenlere yapılan -insanları arslanlara parçalatmak, fırında yakmak gibi- dehşetli işkenceler veya onları bu azaba mahkûm eden mahkemelere verilen isim. * Çok ağır ve çok zâlimce cezâya hükmeden mahkeme. * Çok ağır işkence. |
Osmanlıca Sözlük (E Harfi)-Osmanlıca Sözlük (E Harfi)Osmanlı Terimleri Sözlüğü...
RE: Osmanlıca Sözlük (E Harfi) ENGÛR
f. Üzüm. ENGÛREK f. Gözbebeği. ENGÜBİN f. Bal. ENGÜJ f. Filcilerin fili idare etmekte kullandıkları ucu eğriltilmiş demir karga burnu. ENGÜRUS Macar. * Macaristan. ENGÜŞT f. Parmak. ENGÜŞT-İ KİHİN Serçe parmak. ENGÜŞT-İ MUHANNÂ Kınalı parmak. ENGÜŞT-İ NİL Fakirlik, fukaralık. ENGÜŞT-İ SÜTÜRG Baş parmak. ENGÜŞTANE f. Dikiş yüksüğü. ENGÜŞTE f. Ekincilerin harman savurdukları âlet, yaba. ENGÜŞT HAİDEN f. Yok farzetmek, bir an için olmadığını kabul etmek. * Mahvetmek. * Parmakla göstermek. ENHA (Nahv. C.) Nahvlar, taraflar, canibler, cihetler, yanlar. * Yollar, tarikler. ENHAR (Nehr. C.) Nehirler, çaylar, ırmaklar. (Bak: Enhür) ENHAR-I AMÎKA Derin olan nehirler. ENHAS En uğursuz, pek uğursuz. Eş'em. ENHÜR (Nehr. C.) Nehirler, ırmaklar, çaylar, akarsular. (Bak: Enhar) ENİD Ham. * Henüz olmamış çığ nesne. * Değişik olmak. ENİK(A) Güzel, ince. Latif şey. Ahsen. ENİN Acı ve sızıdan inleyiş. ENİNDÂR f. İnleyen, enin eden. ENİR Çirkin huy, fena tabiat, kötü mizac. ENİS(E) (Üns. den) Dost, arkadaş, ünsiyet edilmiş olan. Alışılmış, kendisi ile ülfet edilmiş olan. Sevgili. * Sulu ve ağaçlı yerlerde bulunan ve sesi gayet hoş bir kuş. Çeşitli nağmelerde öter, kâh deve gibi kükrer ve at gibi kişner; insana alışır. * Yaban horozu. ENİS-İ DİL Gönül dostu. ENİSAN f. Boş ve mânasız yalan söz. ENİSE Ateş, nar, od. ENİSE f. Donmuş, pekişmiş şey. ENİSUN Türkçede hafifleterek "anason" derler. ENİŞE f. Hafiye, gizli polis. * Casus. Gizli haberler öğrenerek veya sırları çözerek düşmanlara haber veren kimse. * Dalkavuk, yaltakçı. ENİT Hased etmek. ENKA Daha temiz, en pâk. ENKAD Bir alaca kuşun adı. ENKAL İşkence âletleri. Bukağılar, kayıt ve kelepçeler. * Nefsin cismani alâkalara ve bedeni lezzetlere bağlanıp kalması. ENKAS En noksan, çok noksan, pek eksik. ENKAZ Yıkıntı, yıkılmış şeyin artıkları. Harabenin parçaları. ENKAZ-I REMİME Kazaya uğramış ve esaslı tarafları tahrib olmuş gemi veya tekne enkazı. ENKAZ-I ÜMMİD Ümit yıkıntısı, ye'se düşme. ENKEB Omuzunda yük olduğu için eğilip yürüyen. * Yanında oku ve yayı olmayan kişi. ENKER (Neker. den) Çok kötü, çok nefret edilen. Menfur. Müstekreh. ENLEM (Arz dairesi) t. Yer yüzünde herhangi bir noktanın ekvatora olan uzaklığının açı cinsinden değeri. Dünyanın büyüklüğü X. yy. başlarında Sincar sahrasında ve Kûfe civarında bir meridyenin uzunluğunu ölçmek suretiyle bulan Musa Oğulları nâmıyla tanınan Muhammed, Ahmed ve Hasan isimlerindeki üç kardeş İslâm âlimidir. Avrupa'da bu ölçme, 800 yıl sonra 1736 yılında yapılmıştır. ENMA (Nümuv. den) En çok, en ziyade bereketli ve büyümüş olmak. ENMAR (Nimr. C.) Nimrler, kaplanlar. ENMAS Kaşının kılları az olan kişi. ENMELE (C.: Enâmil) Parmak ucu. ENMUZEC Nümune, misâl, örnek. ENNANE Çok inleyen ve çok şikâyetçi olan kadın. ENNE Çok inleyen. ENNE Gr: Kat'iyyet bildirir ve kelimenin başına getirilir. (Bak: İnne) EN-NUR Cenab-ı Hakk'ın her çeşit nurun Halik'ı olması ve onlara nur vermesi dolayısıyla bir ismi. ENSA (Nesy. C.) Unutmalar, nesyler. ENSAB (Neseb. C.) Soylar, nesebler. Baba tarafından hısımlar. ENSAB (Nasb. C.) Dikili taşlar. Müşriklerin, yanında kurban kestikleri putlar. ENSAB Doğru boynuzlu. ENSAC (Nesc. C.) Nesicler. (Bak: Nesc) ENSAF (İnsaf. dan) Daha insaflı, çok acıyan, en merhametli. ENSAF (Nısf. C.) Nısıflar, yarımlar. ENSAL (Nesl. C.) Nesiller. Soylar. Zürriyetler. Sülâleler. ENSAR (Nâsır. C.) Yardımcılar. Müdâfiler. * Peygamberimiz Resul-ü Ekrem (A.S.M.) Mekke'den Medine'ye hicretinde Onun mücadelesine iştirak edip ona yardımcı, müdâfi, muhafız vaziyetini alan ve Cenâb-ı Hak'tan ve Hz. Peygamber'den (A.S.M.) yardım ve nusret dileyen Sahabe-i Kiram hazeratı. Bu Zevat-ı Kirâm Medine'deki "Evs ve Hazreç" kabilesindendirler. (R.Anhüm) Ensârullah da denir. (Bak: Ashab) |
Osmanlıca Sözlük (E Harfi)-Osmanlıca Sözlük (E Harfi)Osmanlı Terimleri Sözlüğü...
RE: Osmanlıca Sözlük (E Harfi) ENSEB
En lâyık, çok münasib, tam yerinde. ENŞAT Kovası, bir defa çekmekte çıkan, dibi yakın kuyu. ENTAK (Nutk. dan) Çok güzel söz söyliyen, çok iyi nutuk veren. ENTE Sen. (Bak: Şahıs zamiri) ENTELLEKTÜEL Fr. (Bak: Münevver) Aydın. Akıl ve zihinle ilgili. ENTERESAN Fr. Alâka çekici, dikkate lâyık, nazarı celbedici. Câlib-i dikkat. ENTERNE Fr. Belirli bir yerde oturmağa mecbur edilen yahut gözaltına alınan kimse. ENTİMEM yun. Man: Mantıkta kısaltılmış kıyas şekli. Öncül veya had denilen ve bilinen kaziyelerden biri söylenmeden sonuca varmak. Örnek: (Orucu bozdu, o halde 61 gün keffareten oruç tutması gerekir.) Burada hadlerden biri (Orucu bozan, 61 gün keffareten oruç tutar), kaziyesi biliniyor kabul edilerek söylenmiştir ve yalnız (Orucu bozdu) kaziyesinden hareket edilerek sonuç çıkarılmıştır. ENTRİKA İtl. Hile, gizli tedbir ve dolap. ENUK Kartal kuşu. ENUŞA f. Mecusi mezhebi. * Sevinç, sürur, neş'e. * Adalet, âdillik, doğruluk, hakdan ayrılmamaklık. ENUŞE f. Hoş, mes'ut, saadetli. * Genç padişah. * şarab, içki. ENÜK Kurşun. EN'ÜM (Ni'met. C.) Nimetler, iyilikler, lütuflar, ihsanlar. * Medine-i Münevverede bir mevki ismi. ENVA' (Nev'. C.) Neviler, çeşitler, türler. ENVA'-I KESİRE Çok çeşitler, çok neviler. ENVAH (Nevh. C.) Nevhler, ölmüş olan bir kişinin arkasından ağlayan kadınlar, matem tutan hanımlar, ağıt yakanlar. ENVAR (Nur. C.) Nurlar, ışıklar, aydınlıklar. Maddi veya mânevi karanlıktan kurtarmaya vâsıta olanlar. ENVEK (C.: Nevkâ) Ahmak. ENVER En nurlu, daha nurlu, çok parlak. ENYAB Çenenin yan tarafındaki kesici veya azı dişleri. ENZA' Kılsız, tüysüz kimse. ENZAD (Nazad. C.) Şanlı, şerefli, namlı ve tertibli kimseler. * Toprak tabakaları. ENZAL (Nezl ve Nizil. C.) Soysuzlar, alçaklar, âdi ve aşağılık adamlar. ENZAM Balıkların karınlarında peydâ olan yumurta dizileri. ENZAR (Nazar. C.) Bakışlar, görüşler. Seyr. ENZAR-I DİKKAT Dikkatli bakışlar, dikkatli görüşler. EPİK Fr. Mevzuu kahramanca olan yazıların frenkçe ismi. EPSAN f. Bileği taşı. EPÜRNAK f. Delikanlı, genç yiğit, bahadır. ER f. Eğer, şâyet, ise, olsa, olur ise... mânalarına gelir. ER Erken, geç değil. ERABET Akıllı, zeyrek ve uslu olma. E'RAC Anadan doğma topal, aksak. ERACİF Uydurma, yalan sözler. (Bak: Recefe) ERACİF VE EKÂZİB Yalan ve uydurma sözler. ERACİH (Urcuha. C.) Salıncaklar. ERACİZ (Ürcuze. C.) Mısraları kafiyeli, kısa vezinli şiirler, kasideler. ERADÎN (Arz. C.) Yerler. Arzlar, dünyalar. ERAHH Tırnağı yassı ve geniş olan hayvan. ERAİK (Erike. C.) Tahtlar. Koltuklar. ERAK Uykusuzluk. ERAKK Çok ince, ziyade rakik, ince ve yumuşak. ERAKK-I HİSSİYAT Duyguların en inceleri. Gizli hisler, ince duygular. ERAMİL(E) (Ermele. C.) Bekârlar. Dul kadınlar. Kocaları ölmüş veya boşanmış kadınlar. ER'AN Ahmak, bön, salak, ebleh. * Deli, çılgın. * Şaşkın, şaşırmış, taaccüb etmiş. * Uzun boylu, akılsız kişi. * Leşker. * Dağ. (Müe: Ra'nâ) ERANİB (Erneb. C.) Tavşanlar. ERANİB (Ernebe. C.) Burun uçları. ER'AS Zayıflığından veya yorulduğundan dolayı yab yab yürüyen kişi. ERAS Başı büyük olan kimse. ERASS Sık dişli. ERAVEND f. şevk, arzu, istek, taleb. * şan, nam, şöhret, meşhur olma. ERAYİS (Eris. C.) Çiftçiler, ekinciler. ERAZİL (Erzel. C.) Reziller, namussuzlar, yüzsüzler. ERBAA Dört. ERBAB f. Ulu, ulvi, âlâ. * Reis, başkan, şef. ERBAB (Rab. C.) Sahipler. * Rabler, Terbiyeciler. * Bâtıl ilâhlar. * Türkçede diğer bir mânası: Maharet sahibi, elinden iyi iş çıkan kimse. Bir işin ehli. ERBAB-I DENÂET Alçak ve rezil kimseler. ERBAB-I GARAZ f. Garaz sahibleri, kötü niyetliler. ERBAB-I SİYER Tarihçiler. Peygamberimiz Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) hayatını bilenler. ERBAH (Ribh. C.) Ribhler, faydalar, kazançlar, kârlar, gelirler. * Faizler. ERBAİN Kırk. Kırk gün devam eden kara kış. ERBAİYYET Dört olmak. |
Osmanlıca Sözlük (E Harfi)-Osmanlıca Sözlük (E Harfi)Osmanlı Terimleri Sözlüğü...
RE: Osmanlıca Sözlük (E Harfi) ERBAŞ
Ask: Subay ve assubayların dışında kalan rütbeli asker. ERBAUN Kırk sayısı. ERBED Boz renkli. ERC f. Kıymet, kadr, değer. * Gergedan. ERC Uzunluğuna yapılan ev. ERCA (Recâ. C.) Taraflar, yönler, cihetler. ERCA Çok rica edilen, pek fazla taleb edilen, çok istenilen. ERCAF (C.: Eracif) Yalan haber. ERCAH Daha üstün, daha râcih. ERCAL (Ricl. C.) Ayaklar. ERCAN Fars diyarında bir yerin adı. ERCEL Büyük ayaklı kişi. * Ayakları siğilli olan at. ERCEN Dübüründe zahmeti olan deve. ERCİL bot.: Ceviz-i hindi. Hindistan cevizi. ERCİYE Arkaya, sonraya bırakılan şey. ERCMENDÎ f. Haysiyetli, şerefli, itibarlı, muhterem. ERCUZE (Bak: Kaside-i Ercuze) ERCÜL (Ricl. C.) Ricller, ayaklar. ERCÜMEND f. Muhterem, şerefli. Muazzez. ERCÜVAN Erguvan çiçeği. * Kırmızı kadife. * Kırmızı şey. ERD f. Öfke, kahır, kızgınlık, hiddet. * Un. ERDA Ağaç kurdu. ERDE Çürük nesne. ERDEB f. Muharebe, ceng, cidâl, kavga. ERDEB Bir ağırlık ölçüsüdür. Arab ülkelerinde kullanılır. Miktarı, İstanbul kilesiyle dokuz kileyi karşıladığı gibi, kullanıldığı mahalle göre de değişir. ERDEM Usta gemici. ERDEN Bir nevi kumaş. ERDİYE (Rıdâ. C.) Baş örtüleri. ERD-ŞİR f. Eski İran hükümdarlarından bazılarının adıdır. EREB Hâcet, ihtiyaç. San'at. EREC Güzel ve hoş koku. Misk ü anber ve ıtır gibi şeylerin güzel kokusu. EREDA (C.: Erad-Erâdât) Ağaç kurdu. Güve. ER'EF Daha rauf, çok şefkatli. EREK Misvak ağacını çok yediğinden dolayı devenin karnı incinmek. EREN t. Yetişen. Ermiş. Veli. EREN Sevinmek, sürur. ERENDAN f. "Hâşâ" mânasına inkâr ifade eden bir kelimedir. ERENDİZ Müşteri gezegeni. Jüpiter yıldızı. ERES Çiftçilik, çiftçi olma. ER'ES Başı büyük, kocakafa. ERETT Peltek adam, kekeme kimse. ERFA' Daha yüksek, çok ulvi, en yüce. ERFA'-I DERECÂT Derecelerin en yükseği. ERFAK En ziyade yumuşak. * Arkadaş, refik olmaya en çok lâyık, elyak. ERFEŞ Nefsî isteklerine düşkün olan. * Kulakları uzun ve kaba (adam). ERGA(B) (Ergav) : f. Irmak, dere, çay, nehir, akarsu. * Su akıtmak için açılan yol, ark. ERGAD Maişetçe daha ferahlık. Geniş maişet. ERGAL Sünnet olmamış kişi. ERGAN Söz dinlemek. ERGANDE f. Hırslı, öfkeli. * İçkiye düşkün olan sarhoş. ERGAVAN Bir kırmızı çiçek. Ercüvân denilen kırmızı çiçekli ağaç. ERGEN (Bâliğ) Çocukluk çağından gençlik çağına geçmiş olan, aklı ermeğe başlamış, bâliğ.Erginlik çağına gelen müslüman genç, namaz kılmak, oruç tutmak, zekat vermek gibi Allah'ın farz kıldığı emirlerini yerine getirmeğe mükellef (yükümlü) olur. Küçük yaştan itibaren derece derece gerekli dini bilgiyi öğrenir. Ve iyi alışkanlıklar edinirse ergenlik çağında bunlara daha kolay uyar. ERGİDE f. Hiddetlenmiş, kızmış, öfkelenmiş, asabileşmiş. ERGİDE-NİGÂH f. Öfkeli, hiddetli bakış. ERGİMEK (Bak: Zeveban etmek) ERGUN f. Sert başlı at. Hızlı ve oynak olarak giden at. ERGÜVAN Güzel ve parlak kızıl renkli bir çiçek. (Garbda ercuvan denilir.) ERHA (Rehâ. C.) El değirmenleri. ERHAB Vâsi, geniş, açık. ERHAM (Rahim. C.) Döl yatakları, rahimler. * Yakın hısımlar, akrabalar. ERHAM En rahim, en merhametli, en çok şefkatli. ERHAM-ÜR RÂHİMÎN Merhametlilerin en merhametlisi. * Allah'ın (C.C.) sıfatlarındandır. ERHAM Başı beyaz olan at. ERHAS (Rahis. den) Pek ucuz. ERİC Güzel koku. Misk, anber ve ıtır gibi hoş ve lâtif olan şeylerin kokusu. ERİD Besili, semiz. ERİH Râyiha-i tayyibe. Temiz ve güzel koku. ERİKE Taht. Padişahın tahtı. * Oturulacak yer. Koltuk. ERİKE-ÂRÂ f. Tahtı güzelleştiren, süsleyen (Padişah.) ERİKE-NİŞİN f. Tahtta oturan. ERİKE-PİRÂ f. Tahtı süsleyen, pâdişah. ERİS f. Zeki, akıllı, uyanık, zeyrek, uslu. ERİS(Î) Çiftçi, çift süren, ekinci. ERİŞ f. Bilek. * Arşın, endaze. ERİŞ Sakatlanan bir uzuv için yaralayandan alınan şer'i diyet. * Satıldıktan sonra kusuru ve noksanları belli olan malın, kıymetinden bunun için indirilen miktar. |
Osmanlıca Sözlük (E Harfi)-Osmanlıca Sözlük (E Harfi)Osmanlı Terimleri Sözlüğü...
RE: Osmanlıca Sözlük (E Harfi) ERK
Tıb: Uykusuzluk hastalığı. ERK Kuvvet, kudret, güç, iktidar, nüfuz. ERKA Ziyade yükselen. Çok yükselen. ERKAB Boynu kalın olan adam veya arslan. ERKABAN Uzun boyunlu. ERKAH (Rükh. C.) Rükhler, sığınılacak yerler, sığınaklar, siperler. ERKAM Rakamlar. Sayı işaretleri. * Yazılar. ERKAM-I AŞERE Sıfır da dahil olduğu birden dokuza kadar olan sayılar. ERKAM-I CÜMEL Ebced hesabı. ERKÂN (Rükn. C.) Rükünler. Esaslar. Temeller. İleri gelen kimseler. ERKÂN-I ASKERİYE Yüksek rütbeli askerler. Zabitler, subaylar. ERKÂN-I DEVLET Devletin ileri gelenleri, dünyevi makamca ileri olanları. ERKÂN-I HARB Harb için yetişmiş zâbit. Kurmay subay. * Harb işlerini idare eden kumandanlar. Harb erkânı. ERKÂN-I İSLÂMİYE İslâmiyetin esasları, temelleri, rükünleri. (Şehâdet getirmek, Namaz kılmak, Oruç tutmak, Zekât vermek ve Hacca gitmek.) ERKÂN-I SALÂT Namazın rükünleri. ERKÂN-I SEB'A Yedi rükün. ERKAN Sarılık denilen bir hastalık çeşidi. * Ekini ifsâd eden âfet. ERKAM (C.: Erâkım) Alaca yılan. ERKAŞ (C.: Erakiş) Siyahlı-beyazlı alaca yılan. ERKAT(A) (C.: Erâkıt) Aklı karalı alaca yılan. * Yer yer beyazlığı olan her kara nesne. ERKE Misvak ağacı. Bu ağaç sıcak memleketlerde ve bilhassa Yemende yetişir. ERKEB Büyük dizli. Dizleri büyük olan kimse. * Bir dizi diğerinden büyük olan deve. ERM Bükmek. ERMAGAN f. Armağan, hediye. Bir kimseye bir işteki muvaffakiyetinden dolayı verilen hediye. ERMAH (Remh. C.) Remhler, darbeler, vuruşlar. * (Rumh. C.) Rumhlar, süngüler, mızraklar. ERMAM (Rimme. C.) Çürük kemikler. ERMAN f. Arzu, istek, taleb. * Pişmanlık, pişman olmak, nedamet. ERMAN-HÂR f. Pişman olan, nedamet eden. ERMAS Eski ve köhne nesne. * (Remes. C.) Sallar. ERMAS Gözü çapaklı kişi. ERMED Kül rengi, gri. Boz renkli nesne. * Gözü ağrıyan adam. ERMEDA Ateş külü. ERMEL (C.: Erâmil) Ayakları siyah olan koyun. * Kadını olmayan erkek. ERMELE (C.: Erâmil) Erkeği olmayan kadın. ERMENİ Eskiden batı Asya'nın kuzey kısmında ve Avrupa'nın Asya'ya komşu olan bazı yerlerinde dağınık şekilde yaşayan bir milletti ki, İranlılar ve Romalılar tarafından birçok defa mağlub edilmeleri üzerine çeşitli yerlere dağılmışlardır. Ve bu dağılma sonucunda büyük şehirlere de yerleşerek san'at, kuyumculuk ve ticaret gibi işleri elde etmişlerdir. Ermeniler nerede varsa, bugün kendi dillerini konuşmaktadırlar. Anadolu'da yaşayanların bir kısmı Türkçe ve Kürtçeyi de iyi bilirler. ERMİDA' Kül. ERMİYE (Remi. C.) Remiler, kasırga bulutları ki, bu bulutlardan dolu yağar. ERMUN f. Gündelikçiye verilen peşin ücret. ERNEB Tavşan. * Kadın ziynetlerinden biri. * İri fare. ERNEBE (C.: Eranib) Burun ucu. ERRAC Fesatçı, müzevir, yalancı adam, sahtekâr. ERRAHİM En merhametli, büyük nimetler veren, verdiği nimetleri iyi kullananları daha büyük ve ebedi nimetler vermek suretiyle mükâfatlandıran Allah (C.C.) ERRE f. Tahta kesecek dişli âlet, bıçkı. (Küçüğüne verilen testere ismi bundan gelir.) ERRE-HÂNE f. Bıçkı yeri, hızar. ERRE-KEŞ f. Bıçkıcı. ERREZZAK Bütün rızıkları ve faydalanacak şeyleri yaratan ve ihsan eden Allah (C.C.) ERS f. Gözyaşı. ERS Ekmek. ERSAD (Rasad. C.) Rasadlar, gözlemler, gözetlemeler, gözlemeler. ERSAH Uylukları etsiz, zayıf (adam). * Kurt. ERSEM Üst dudağı beyaz olan at. ERSEN f. Meclis, kongre, cemiyet. ERSUSA Şeair-i İslâmiyeden olan ve Osmanlı İmparatorluğu zamanında kullanılan kavuk, büyük sarık. ERŞ Fesat, niza, ihtilaf, rüşvet. * Fışkırmak. * Tırmalamak. * Fık: Yaralanan veya kesilen bir uzuvdan dolayı verilmesi lâzım gelen diyet. ERŞAH Cin fikirli adam. ERŞED Her hali daha iyi olan. * Doğru yola diğerlerinden daha yakın olan. ERŞEM Yemeğin kokusundan iştahı gelep karnı acıkan (adam). * Vücuduna iğne batırıp çivit ile şekil veya resim yapan adam. ERTA Bir ağaç cinsidir ve yaprağıyla debbağlar sahtiyan boyarlar. ERTEL Peltek adam. ERUME (C.: Erum) Kök, anakök. Asıl, menba. * Ağacın ve boynuzun kökleri. ERVA' Çok güzel olan genç. * Son derece yiğit, cesur ve bahadır adam. * Korkmak. ERVAH (Ruh. C.) Ruhlar. Canlar. ERVAH-I HABİSE Habis, kötü ruhlar. Allah'a isyan eden, itaati sevmeyen anarşist ruhlar. ERVAH-I TAYYİBE İyi ruhlar, iyi kimselerin ruhları. ERVAH Halk içinde yürürken at üzerindeymiş gibi görünen uzun boylu kimse. * Adımları birbirine yakın olan. ERVAK (Revk. C.) Revkler, perdeler, örtüler. * Çadırlar, muvakkat olarak bezden yapılan odalar. ERVAK Sâfi nesne. * Uzun dişli adam. ERVAM (Rumi. C.) Romalılar, Roma imparatorluğu halkından olanlar, rumlar. * Rumiler, Arap diyarının haricinde bulunanlar. ERVEB Yoğurt. ERVEC Halk içinde çok geçen şey. ERVENAN Dik ses, sadâ. * Iztırablı, sıkıntılı, üzüntülü gün. ERVEND f. Tecrübe, deneme, sınama. * şeref, şan, şöhret, nam ve itibar, haysiyet. |
Osmanlıca Sözlük (E Harfi)-Osmanlıca Sözlük (E Harfi)Osmanlı Terimleri Sözlüğü...
RE: Osmanlıca Sözlük (E Harfi) ERYAF
(Rif. C.) Verimli, mamur, düz ve ekini bol olan yerler. ERZ f. Kıymet, baha, değer. Kadir ve itibar. ERZAK (Rızık. C) Rızıklar. Azıklar. Yiyecek içecek maddeler. İhtiyaçlar. Maddi, mânevi muhtaç olduğumuz şeyler. ERZAK-I ASKERİYYE Askere verilen erzak. ERZAL (Rezil. C.) Reziller. Kepâzeler. Herkesten hakaret ve nefret görenler. ERZAN f. Ucuz, değeri düşük, pahalı olmayan. * Lâyık, münâsib, muvafık, elyâk, şâyân, müstehak, uygun, yerinde. ERZANÎ f. Ucuzluk. * Lâyıklık, liyakat, münasiblik, muvafakat, uygunluk. ERZANİŞ f. Hayır ve iyilikler. ERZE Çam ağacı. ERZE f. Samanlı sıva çamuru. * Çamdan çıkarılan zift. ERZE-GER f. Sıvacı. ERZEL Daha rezil. Çok fena. Pek kötü. En rezil. ERZEL-İ NÂS İnsanların en rezili, en fenası. ERZEL-İ ÖMR İhtiyarlığın sonları, bunaklık günleri. ERZEN Kendisinden sopa ve baston yapılan bir cins sağlam ağaç. * Şam darısı denen beyaz ve iri cins darı. ERZENÎN f. Darı ekmeği. ERZİDE f. Pahası kesilmiş, kıymeti kararlaştırılmış, değeri belli edilmiş olan şey. ERZİZ f. Kalay. ES Koyuna iys iys demek. ESA' Atmak. ESA Merhem, tiryak, ilâç. ES'AB (Sa'b. dan) Pek zor, çok zor. ES'AB-I UMUR İşlerin en zor olanı. ESABE (C.: Esâib) Bir nevi ağaç. ESABİ' (İsbi'. C.) Parmaklar. ESABİ-ÜL KADEM Ayak parmakları. ESABÎ' (Üsbu'. C.) Haftalar, yedi günlük zamanlar. ES'ABÎ Gayet güzel ve beyaz göz. ES'AD Daha mes'ud, en bahtiyar. Daha said olan. En mes'ud. ESADD Menedici. ESAFİL (Esfel. C.) Esfeller. Sefâlet çekenler. Pek adi ve bayağı kimseler. Çok alçak olanlar. ESAHH En sahih. Çok doğru. İllet ve kusurdan çok uzak ve beri olan $ ESAKIF (Üskuf. C.) Piskoposlar, başpapazlar, metropolitler. ESAKİF (Eskef. C.) Eskiciler, kunduracılar. ESAKK Yürürken dizlerini birbirine vuran. ESAL Tâzim etmek, övüp medhetmek. ES'AL Dişinin yanında zâid bir diş daha biten kimse. ESALE Uzun yüzlü olmak. Sarkık olmak. ESALİB (Üslub. C.) Üslublar. Tarzlar. Cihetler. ESAM Günah. * Günah için olan cezâ. ESAME Askerlerin. ve bilhassa Yeniçerilerin kaydı, ulüfe defteri. ESAMİ İsimler, adlar. ESAMM (C.: Summun) Kulağı sağır olan. * Katı taş. ESANİD İsnadlar. Senedler. ESANS Çeşitli yollarla bitkilerden elde edilen veya suni olarak yapılan, kokulu ve uçucu sıvı. ES'AR (Sı'r. C.) Narhlar. Satılan şeylerin bilinen ve değişmeyen fiatları. ES'AR (Su'r. C.) Yiyecek içecek artığı. ESAR Esirlerin ellerini bağladıkları ince kayış. ESARET Esirlik. Kölelik. Kullara kendini teslim etmiş olmak. Başka milletten olanlara boyun eğmek. ESARET-İ HAYVANÎ Hayvanlara yakışır bir esirlik. Zulüm, işkence ve haksızlık içinde hayat geçirmek. ESARİR Gizli sırlar. * Yüz ve avuçtaki çizgiler. ESAS Temel. Kök. Rükün. şart. Hakikat ve mahiyetler. ESAS Ev eşyası. Eve âit lüzumlu şeyler. * Mal. Rızık. ESASAT (Esas. C.) Esaslar. Temeller, kökler. ESASE f. Gözucu ile bakma. ESASEN Kendiliğinden, aslından, temelinden. ESASİYYE Asılla temelle alâkalı. Esasa ait ve müteallik. ESATÎN Sütunlar. Üstüvaneler. Direkler. * Mc: İleri gelen kimseler. ESATİR İlk zamanlara ait uydurma hikâyeler. Masallar. Mitoloji. * Saflar. Sıralar. |
Osmanlıca Sözlük (E Harfi)-Osmanlıca Sözlük (E Harfi)Osmanlı Terimleri Sözlüğü...
RE: Osmanlıca Sözlük (E Harfi) ESATİR-ÜL EVVELÎN
İlk zamanlara ait efsâneler. ESATÎZ (Esâtîze) : (Üstaz. C.) Usta başıları. Bir işin tedbirinde, öğretilmesinde önderlik edenler. ESATT (C.: Sitât) Köse. ESAVİD (Sevâd. C.) Sevadlar, karanlıklar, siyahlıklar. ESB At, beygir, feres. ESB-İ SABÂ-REFTER f. Rüzgâr gibi giden at. ESB-İ TÂZİ Arap atı. ESBAB (Sebeb. C.) Sebebler. Bir şeye vâsıta olanlar. Sebeb olanlar. (Evet, izzet ve azamet ister ki; esbab, perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında. Tevhid ve Celâl ister ki; esbab, ellerini çeksinler te'sir-i hakikiden. M. N.)(Cenab-ı Hak, müsebbebatı esbaba bağlamakla, intizamı, temin eden bir nizamı kâinatta vaz'etmiş. Ve her şeyi, o nizama müraat etmeğe ve o nizamla kalmaya tevcih etmiştir. Ve bilhasa insanı da, o daire-i esbaba mürâat ve merbutiyet etmeğe mükellef kılmıştır. Her ne kadar dünyada, daire-i esbab, daire-i itikada galip ise de; Ahirette hakaik-i itikadiye tamamen tecelli etmekle, daire-i esbaba galebe edecektir. Buna binaen, bu dairelerin herbirisi için ayrı ayrı makamlar, ayrı ayrı hükümler vardır. Ve her makamın iktiza ettiği hükme göre hareket lâzımdır. Aksi takdirde daire-i esbabda iken; tabiatiyle, vehmiyle, hayaliyle daire-i itikada bakan; Mu'tezile olur ki, te'siri esbaba verir. Ve keza, daire-i itikadda iken, ruhuyle, imaniyle daire-i esbaba bakan da, esbaba kıymet vermeyerek Cebriye mezhebi gibi tenbelcesine bir tevekkül ile nizâm-ı âleme muhalefet eder. İ.İ.) ESBAB-I FESHİYYE Huk: Bir i'lâmın istinaf suretiyle bozulmasını icabettiren sebepler. ESBAB-I HAKİKİYE Gerçek sebepler, hakiki sebepler. ESBAB-I MÛCİBE Gerektiren sebebler. İcab eden sebepler. ESBAB-I MUHAFFİFE (Esbâb-ı mazeret) Yapılan bir cürmün ve kabahatın cezasını hafifletici sebebler. ESBAB-I MÜCBİRE İcbar eden, cebreden, zorlayan sebepler. ESBAB-I MÜŞEDDİDE Kuvvetlendiren, artıran sebepler. Cezâ hukukunda; cezâyı ağırlaştıran kanuni veya takdiri sebepler. (Esbâb-ı muhaffifenin zıddıdır.) ESBAB-I NAKZİYYE Bir hükmün daha yüksek bir merci tarafından bozulmasını icâb ettiren sebepler. Bozma sebepleri. ESBAB-I NÜZUL İnmesinin sebebleri. * Kur'an-ı Kerim âyetlerinin gelmesine (Cebrail Aleyhisselâm vasıtası ile indirilmesine) sebeb olan hâdiseler. ESBAB-I SAHİHA Doğru ve sahih sebepler. ESBAB-I SÜBUTİYE İsbata yarıyan sebepler. Sübut delilleri. ESBAB-I TABÎİYE Tabiattaki sebepler. (Bak: Delil-i İnâyet) ESBABPEREST Allah'ı unutarak sebeblere haddinden ziyade değer veren. Her şeyi bir sebebe bağlayıp, Allah'ın fâil ve her şeyin hâkimi olduğunu inkâr eden veya ona kıymet vermek istemeyen.(Arkadaş! Esbab ve vesaiti, insan, kucağına alıp yapışırsa, zillet ve hakarete sebep olur. Meselâ kelb, bütün hayvanlar içerisinde birkaç sıfat-ı hasene ile muttasıftır ve o sıfatlar ile iştihar etmiştir. Hatta sadâkat ve vefâdarlığı darb-ı mesel olmuştur. Bu güzel ahlâkına binâen, insanlar arasında kendisine, mübarek bir hayvan nazarıyla bakılmağa lâyık iken, maalesef insanlar arasında mübarekiyet değil necis-ül-ayn addedilmiştir.Tavuk, inek, kedi gibi sair hayvanlarda, insanların onlara yaptıkları ihsanlara karşı şükran hissi olmadığı halde, insanlarca aziz ve mübarek addedilmektedirler. Bunun esbabı ise, kelpte hırs marazı fazla olduğundan esbab-ı zâhiriyeye öyle bir derece ihtimam ile yapışır ki; Mün'im-i Hakiki'den bütün bütün gafletine sebep olur. Binaenaleyh, vasıtayı müessir bilerek Müessir-i Hakiki'den yaptığı gaflete ceza olarak necis hükmünü almıştır ki tâhir olsun. Çünki hükümler, hadler, günahları afveder; ve beyn-en-nas tahkir darbesini, gaflete keffâret olarak yemiştir.Öteki hayvanlar ise vesaiti bilmiyorlar ve esbaba o kadar kıymet vermiyorlar. Meselâ, kedi seni sever, tazarru' eder (senden ihsanı alıncaya kadar). İhsanı aldıktan sonra öyle bir tavır alır ki; sanki aranızda muârefe yokmuş ve kendilerinde, sana karşı şükran hissi de yoktur. Ancak Mün'im-i Hakiki'ye şükran hisleri vardır. Çünki, fıtratları Sânii bilir ve lisan-ı halleriyle ibadetini yaparlar. Şuur olsun olmasın...Evet kedinin "mır! mır! ları "Yâ Rahim! Yâ Rahim! Yâ Rahim!" dir. M.N.) |
Osmanlıca Sözlük (E Harfi)-Osmanlıca Sözlük (E Harfi)Osmanlı Terimleri Sözlüğü...
RE: Osmanlıca Sözlük (E Harfi) ESBAK
Geçenki, geçen, evvelki, önceki. Daha önce geçmiş olan. Evvel gelen. ESBAN Kadınların başlarını örttükleri güzel ve ince bir örtü. * Kadınların, yüzlerini örtükleri peçe, tül. ESBAT Rahatlar, huzurlar. * Haftanın son günleri. ESBAT (Sıbt. C.) Torunlar. Çocuğunun çocukları. Oğlunun oğulları. * Beni İsrâil kabileleri. ESBEL Bıyıkları uzun olan adam. ESBİL f. At hırsızı, at çalan. ESBRAN f. At süren, süvâri, at koşturan. ESBRİZ (Esb-riz) f. At koşusu. * Savaş meydanı. ESBSÜVAR (Esb-süvâr) f. Ata binmiş. ESBTAZ f. At koşturucu, at koşturan. * At koşturacak meydan, saha. * Her şemsî ayın onsekizinci günü. ESCA' (Sec'. C.) Edb: Nesirde fıkra sonlarının kafiye tarzında olan uygunlukları, vezinli nesirler. ESCAL (Secel. C.) İçi su dolu kovalar. ESCER Kırmızı gözlü kimse. * Su biriken yer. ESDAF Sadefler, inci kabukları. * Midye ve isridye gibi deniz mahluklarının şeffaf, parlak kabukları. ESDAK (Sıdk. dan) Çok sadık, doğru ve emniyetli kimse. ESDİKA Sâdıklar, sâdık olanlar. ESED Arslan, şir. ESEDD Sağlam, kavi, muhkem. ESEDÎ Arslana aid. * Üzerinde arslan resmi bulunan mâdeni para. ESEDULLAH Allah'ın arslanı. * Hz. Ali'nin (R.A.) bir nâmı, lâkabı. ESEF Hüzün, gam, nedamet, pişmanlık. Daralmak. Elden çıkan bir şey için hâsıl olan üzüntü. ESEFA Vâ esefâ! Eyvah, yazık! ESEF-HAN f. Acıyan, merhamet eden, şefkat eden, esef eden. ESEF-NAK f. Hüzünlü, acıklı, esefli. ESEKK Tavşan. * Kulağı kesik olan. * Küçük kulaklı. * Kulağı işitmeyen. Sağır. ESELE (C.: Eslâl-Üsül) Ilgın ağacı. * Asıl. ESELE (C. Eselât) Dil ucu. * Urgan ucu. Uzun süngü. ES'ELÜKE Senden isterim (meâlinde). ESENN Daha yaşlı, en yaşlı. İhtiyar. ESER Yapı, birinin meydana getirdiği şey. * Bir hususa dâir Peygamberimizden (A.S.M.) rivâyet bulunması. Sünen-i Resul. * Bir şeyin varlığına delâlet eden te'sir. * Meydana getirilen kitap. Kitap te'lifi. ESER-İ DEST El eseri, kendi kuvvet ve kudretinin eseri. ESER-İ HAYAT Hayat alâmeti, hayat eseri, hayat belirtisi. ESER-İ SAN'AT San'at eseri. San'at değeri olan eser. ESER-İ CEDİD Eskiden imâl edilen kâğıt cinslerinden birinin adı idi. ESER Serçe kuşu. Usfur. * Göbeğinde illeti olan. ESFA En saf, pek safi, pek temiz. ESFA Alnı dar at. * Tez yürüyüşlü katır. ESFAD (Safd. C.) Atiyye ve ihsanlar. ESFAR (Sefer. C.) Seferler, yolculuklar, yola gidişler. * Düşmana karşı gidişler, akınlar. * (Sifr. C.) Büyük kitaplar, ciltler. ESFAR-I BAHRİYYE Deniz yolculukları. Deniz seferleri. ESFAR-I BAÎDE Yolculuklar, uzak seferler. ESMAK (Semek. C.) Semekler, balıklar. ESMAN (Sümn-Semen. C.) Her şeyin pahası, tutarları, semenleri. * Sekizde birler. ESMAR (Semer. C.) Meyveler, Yemişler. ESMAR (Semer. C.) Masallar. Akşam sohbetleri. |
Osmanlıca Sözlük (E Harfi)-Osmanlıca Sözlük (E Harfi)Osmanlı Terimleri Sözlüğü...
RE: Osmanlıca Sözlük (E Harfi) ESMAT
(C.: Sümut) Saçının ve sakalının karası beyazıyla karışıp ikisi beraber olmak. ESMER Siyaha, karaya çalan kumral renk. ESNA Ara. Aralık. Sıra. Vakit. Zaman. Hengâm. ESNA-İ HARB Ask: Savaş anı, harb sırası, ceng zamanı, muharebe esnâsı. ESNA-İ TESADÜM Ask: Çarpışma anı, müsademe zamanı, vuruşma esnası. ESNA Daha parlak. En parlak. ESNA' Bülent, yüksek, yüce, ulvi. ESNAF Sınıflar. Sıralar. Türlüler, menbalar, menşe'ler, asıllar, esaslar. ESNAH (Sinh. C.) Kökler, menbalar, menşe'ler, asıllar, esaslar. ESNAM (Sanem. C.) Putlar. Tapılan heykeller. Suretler. Sanemler. ESNAMPEREST Puta tapan, putperest. ESNAN (Sinn. C.) Dişler. * Yaşlar. İnsanın doğduğu andan ölümüne kadar uzvî sîretinde birbirini takibeden muhtelif zamanlar. (Yâni: Tufuliyet, Sabavet, Şebabet, Kühûlet ve Şeyhuhet denilen zamanlar.) ESNİYE (Senâ. C.) Övmeler. Senâlar. Medhetmeler. ESR Esir etmek. * Muhkem bağlamak. * Takviye etmek. (Bak: Esir) * Göbeğinde illeti olan. ESRA' Daha çabuk. Pek çabuk. Çok sür'atli. Çok seri. * (C.: Esâri) Asma filizi. * Başı kırmızı, gövdesi beyaz olup, kum içinde bulunan bir böcek. ESRAR (Sır. C.) Sırlar. Gizli hikmetler ve mânalar. Bilinmeyen şeyler. * Keyif veren zehir. Uyuşturucu madde. * Elinde ve el ayasında olan hatlar. ESRAR-I HAFİYYE Gizli ve saklı sırlar. ESRAR-I HÜSN Ü ÂN Güzelliğin sırları. ESRAR-ENGİZ f. Esrarlı, gizli, ürperti verici. ESRAR-KEŞ f. Esrar denen zehiri kullanan kimse. Esrar içen. ESREM Kırık dişli, dişleri kırılmış veya dökülmüş olan kişi. ESRİK Sarhoş, mest. * Azgın, kızgın. * Zayıf, hasta, hâlsiz, dermansız, tâkatsiz. ESRÜM Dişi dökük olan kimse. ESS Otun vaya saçın çok ve sık olup birbirine dolaşması. ESSALAVAT Peygamberimiz Resul-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimize veya Cenab-ı Hakk'a (C.C.) karşı hamd, şükür ve teşekkür ifade eden dua, selâm ve salâvâtlar. (Bak: Salâvat) ESSEBEBÜ KELFAİL (Essebebü ke-l fâil) Bir işe sebeb olan, o şeyi yapan fâil gibidir (mealinde). (Hizmet-i Kur'âniye ve imâniyenin yapılmasına sebeb olanlar, bu mukaddes hizmeti yapmış gibi mes'ud ve me'cur olurlar, hayırlara, ecir ve sevablara nâil olmak nimet-i uzmasına erişirler.) EST Ayakları uzun olan. ESTA' (Satı. dan) Uzun boyunlu. Boynu uzun olan insan veya hayvan. ESTAĞFİRULLAH Cenâb-ı Hak'tan kusurumun örtülmesini dilerim. Allah (C.C.) kusurumu efvetsin (mealinde, kusurunu anlayan bir müslümanın duâsı. Hürmet veya ikramlara karşı tevâzu maksadı ile de söylenmektedir.) (Bak: İstiğfar) ESTAN(E) f. İstirahat edilecek ve uyunacak rahat yer. ESTAR Örtüler, perdeler. ESTAR (Satr. C.) Yazı dizileri, satırlar. ESTEH f. Çekirdek. * Kemik. Vücud iskeletini meydana getiren nesne. ESTEÎN Yardım isterim, istiâne ederim (meâlinde fiil olup, müfred birinci şahıstır.) ESTER Katır. ESTERVEN f. Çocuk doğurmayan, kısır kadın. ESTİNE f. Yumurta. ESÛF Fazlaca eseflenen, pek üzülen, çok kederlenen, çok fazla acıyan, yufka yürekli. ESUK Deli koyun. ESUM Çok yalancı, iftiracı, kabahatli ve günahkâr olan adam. ESUS Katı, sağlam, muhkem nesne. ESVA' (Sâ'. C.) Kuyular, çukur yerler. * Ölçekler. ESVAB (Sevb. C.) Sevbler, giyecekler, giyimler. ESVAF (Suf. C.) Suflar, koyun yünleri. ESVAK (Sûk. C.) Çarşılar. Pazarlar. ESVAK Uzun incikli. ESVAR (Sur. C.) Surlar, hisarlar, kaleler, kal'alar. * Ziyafetler, şölenler. ESVAT (Savt. C.) Sesler. Savtlar. ESVE' Yaramaz nesne. ESVED Çok siyah. kara renkli olan. ESVED-ÜL-KALB (Bak: Süveydâ) ESVEDEYN İki siyah mânâsına gelen bu kelime, yılanla akreb için kullanılır. ESVEL Karnı sarkık olan erkek. (Müe: Sevlâ) ESVİDE (Sevâd. C.) Sevâdlar, karanlıklar, siyahlıklar. Karaltılar. * Çok mallar, fazla mülkler. ESY Tasa, keder, hüzün. ESYAF (Seyf. C.) Seyfler, kılıçlar. ESYAH (Seyh. C.) Nehirler, akarsular. * Çizgili elbiseler. ESYAN Kederli, gamlı, tasalı, kaygılı, hüzünlü, üzüntülü. EŞA (C.: Âşâ) Hurma ağacının küçüğü. EŞAİM (Eş'em. C.) En şomlar, en uğursuzlar. EŞAİRE (Eş'ari. C.) Dinde meşhur imam Eb-ul-Hasan-ül-Eş'arî'ye bağlı olan sünnet ehlinin bir kısmı. EŞAKK Meşakkatli, zahmetli. EŞ'AL Kuyruğu beyaz olan at. |
Osmanlıca Sözlük (E Harfi)-Osmanlıca Sözlük (E Harfi)Osmanlı Terimleri Sözlüğü...
RE: Osmanlıca Sözlük (E Harfi) EŞAM
f. Ölmiyecek kadar az olan yiyecek ve içecek şeyler, kut-i lâyemut. EŞ'AR (C.: Eşâir) En iyi şâir. * Kılı çok olan kimse. * Davarın tırnağı çevresinde olan kıl. EŞ'AR (Şa'r. C.) Kıllar. Tüyler. Tüycükler. * (Şiir. C.) Şiirler, manzum ve güzel yazılar. EŞ'ARÎ Eş'arî mezhebi veya o mezhepte olan. Asıl adı Eb-ul Hasan-ül-Eş'arî olan İmam-ı Eş'arî, Ehl-i Sünnet itikadını âyetlere, hadislere göre izah ve şerh ederek tesbit etmiştir. Ehl-i Sünnet Mezhebi itikadına tercümanlık ederek İslâmiyet'e büyük hizmet etmiştir. (Hi. 260-324) İtikada dâir meydana koyduğu hakikatları kabul edenlere Eş'arî ve Mezhebine de Eş'ariye denir. EŞ'AS Saçı dağınık olan. * Saçı dökülmüş kişi. EŞAVİZ Halk. Millet. Nâs. EŞBAH (Şebâh. C.) Şahıslar, cisimler, vücudlar. * Büyük kapılar. * Uzaktan görünen karaltılar, hayâller. * Renk, levn. EŞBAH (şibh. C.) Benzeyenler. şibihler. Nazirler. EŞBAL (Şibl. C.) Arslan yavruları. EŞBEH Daha çok benzeyen. Pek benzeyen. EŞBEH Mert, yiğit, kabadayı, cesur kimse. (Bu tâbir bilhassa yeniçeriler hakkında kullanılırdı.) EŞBÛ f. Odunluk, kömürlük. Kömür ve odun konulacak yer. EŞCA' Daha yiğit, pek kahraman. En şecaatli. * Parmak ardlarının sinirleri. EŞCAN (Şecen. C.) Şecenler, elemler, gamlar, kederler, tasalar, sıkıntılar, ıztırablar. EŞCAR (Şecer. C.) Ağaçlar. EŞCAR-I BAĞ Bahçenin, bağın ağaçları. EŞCAR-I MÜSMİRE Meyve ağaçları. EŞDAK Doğru konuşan. Yalan söylemeyen. Sâdık. * Büyük ağızlı. EŞEBB Arasından geçmek mümkün olmayan ağacın sıklığı. EŞEDD Daha şiddetli. Çok fazla şiddetli. Pek fazla şiddetli. EŞEDD-İ İHTİYÂÇ En şiddetli ihtiyaç. EŞEDD-İ MÜCÂZÂT En şiddetli ceza. EŞEDD-İ ZULÜM Zulmün en şiddetlisi. EŞEFF Çok parlak. Daha şeffaf. Işığı daha iyi geçiren. * Suyu kendine çok fazla çeken. EŞEKK Çok şek ve şüphe sahibi. Tereddütte ileri giden. EŞELL Çolak. Kolu sakat olan. * Eli dâima hareketli olan kimse. EŞ'EM (C: Eşâim) En uğursuz, pek şom. EŞEMM Burnu kuvvetli koku duyan. EŞEN f. Karpuz ve kavun hamı, kelek. * Ters giyilmiş elbise. EŞERR Çok fazla sevinmek. * Tekebbürlük etmek, gururlanmak. * Çok şerli. En kötü ve şerli. EŞERR-İ NÂS İnsanların en şerlisi, nasın en kötüsü. EŞFA' En çok şefaat eden. En şafi. EŞFA Hastalığı def'e çok faydalı, şifa-bahş olan. EŞFAK Daha fazla şefkatli. Çok şefkatli. EŞFAR (Şüfr. C.) Göz kapağının kenarları, kirpik yerleri. EŞGAL (Şugl. C.) İşler. Meşguliyetler. EŞGAL-İ MÜHİMME Ehemmiyetli ve mühim işler. EŞHA şefkat. EŞHAD Şevâhidler. Şâhitler. (Bak: Alâ-ruûs-il eşhâd) EŞHAR f. Kalye taşı denilen radyom hamızı. * Nişadır. EŞHAS (Şehs. C.) Şahıslar. Kişiler. EŞHAS-I MA'RUFE Tanınmış kişiler, bilinen şahıslar. EŞHEB Kır (at). Kır, çil renkte olan aslan. * Güç iş. * Soğuk gün. * Bir nesnenin kenarı. EŞHEL Kırmızı ile karışık koyu mavi, elâ. * Elâ gözlü adam. EŞHER (Şehir. den) Çok meşhur, pek fazla tanınmış, en şöhretli olan. EŞHÜR (şehr. C.) Aylar. EŞHÜR-ÜL-HACC Hac ayları mânâsına gelen bu kelime; İslâmiyetten evvel Kâbenin tavaf edildiği; Şevval ve Zilka'de ile Zilhicce ayından da alınan 10 günle cem'an 70 günlük zamana verilen addır. EŞHÜR-ÜL HURUM İslâmiyetten evvel Arab kabileleri arasında vuruşmanın ve muharebenin haram kılındığı Zilka'de, Zilhicce, Muharrem ve Receb ayları. EŞİ'A (Şuâ. C.) Şualar. Aydınlıklar. EŞİDDA Çok şiddetli sert olanlar. Pek şiddetli davrananlar. EŞİHA f. At kişnemesi. EŞİR Pek sevinçli, çok mesrur. * Kibirli, mütekebbir kimse. EŞİRRA Çok şerliler. Çok kötü insanlar. Çok şerli mahluklar. EŞ'İYA (A.S.) Beni-İsrail peygamberlerindendir. (M.Ö. 759-700) tarihlerine kadar Beni-İsrail arasında peygamberlik yapmış, birçok mucizeler göstermiştir. Zamanının padişahı tarafından takib ettirilerek bir ağaç oyuğunda gizli olduğu halde, ağaçla beraber biçki ile kesilerek şehid edilmiştir. 66 babdan ibaret kitabında İsa'nın (A.S.) geleceğini müjdelediğinden hıristiyanlar arasında Eş'iyanın İncili diye şöhret bulmuştur. (K. A'lâm) EŞK f. Gözyaşı. Dem. EŞK-İ ŞÂDİ Sevinçle ağlayış. Sevinçten dökülen gözyaşı. EŞK-İ TARAB Sevinçten dolayı akan gözyaşı. EŞK-İ TEESSÜR Teessürden dolayı akan gözyaşı. EŞKA En şaki, haydut, eşkiya, katı-üt tarik. |
Osmanlıca Sözlük (E Harfi)-Osmanlıca Sözlük (E Harfi)Osmanlı Terimleri Sözlüğü...
RE: Osmanlıca Sözlük (E Harfi) EŞKAH
Kırmızı yüzlü (adam). al renkli (at). EŞKÂL (Şekil. C.) Şekiller, kılık. EŞKÂL-İ HAYAT Hayatın şekilleri. EŞKÂL-İ ZEMAN Zamanın şekilleri. * Ahmet Rasim'in bir romanı. EŞK-ALUD f. Gözü yaşlı. EŞKAR Mavi gözlü ve sarı tenli kimse. * Yelesi ve kuyruğu kırmızı olan sarı at. EŞK-BAR f. Çok ağlayan. Çok gözyaşı döken. EŞK-EFŞAN f. Çok ağlayan, gözyaşı döken. EŞKEL Gözlerinin akı kırmızılı olan adam. * Beyaz koyun. EŞKELE Hâcet. EŞKİYA Şakiler. Yol kesenler. Asiler. Allah'a veya kanunlara isyan edip kötülük yapanlar. Haydutlar, anarşistler, âsiler. Hak ve kanunlara baş kaldıranlar, Allahın emirlerine karşı gelenler. EŞKİL Yaban soğanı. EŞK-RÎZ f. Gözyaşı döken, ağlayan. EŞKU (şekâ. dan) şikâyet ediyorum (mealindedir). EŞKU(B) f. Tavan. * Tabaka, kat, derece, mertebe. EŞK-VER f. Ağlayan, gözyaşı döken. EŞMAT Saç ve sakallarına kır düşmüş olan. EŞME Kumsal yerde kaynayan pınar. EŞMEL Daha şâmil. Çok şeyleri içine alan. Daha çok kaplamış. EŞNA f. Yüzücü, yüzgeç. * Kıymeti büyük olan mücevher. EŞNA' Daha şeni. Çok çirkin ve fena. EŞNE Ağaç yosunu. EŞNEB Dişleri inci gibi beyaz olan adam. EŞRAF (şerif. C.) Şerefliler. İleri gelen büyükler. EŞRAF-I BELDE Memleketin ileri gelenleri. EŞRAK Ortaklar. şerikler. EŞRAR Tahribçiler. Kötülük edenler. * Kötü şeyler. şerliler. EŞRAT Nişanlar. Alâmetler. şartlar. EŞRAT-I SAAT Kıyâmet alâmetleri. (Bak: Kıyâmet). EŞREF En şerefli. Daha şerefli. En iyi, en güzel. EŞREF-İ MAHLUKAT Mahlukatın en eşrefi, yaradılmışların en şereflisi. İnsan. EŞREF-İ SAAT Saatlerin şereflisi. Uğurlu ve işlerin rast gittiği, dua ve dileklerin kabul edildiği an. EVAMİR-İ TEKVİNİYE Tekvine âit emirler.(Fıtrat yalan söylemez. Bir çekirdekteki meyelân-ı nümuv der: "Ben sünbülleneceğim, meyve vereceğim", doğru söyler. Yumurtada bir meyelân-ı hayat var. Der: "Piliç olacağım", Biiznillâh olur, doğru söyler. Bir avuç su, meyelân-ı incimad ile der: "Fazla yer tutacağım", metin demir onu yalan çıkaramaz, sözünün doğruluğu demiri parçalar. Şu meyelânlar iradeden gelen evâmir-i tekviniyenin tecellileridir, cilveleridir. M.) (Bak: Emr-i tekvinî) EVAN (Bak: Avân) EVANİ Kapkacaklar, kaplar. EVAR(E) f. Hükümet dairelerine ait defterler, resmî defterler. * İmaret. EVARİN f. Güzel olmayan, çirkin. EVASIT (Evsât. C.) Vasatlar, orta hal ve vaziyetler. EVAVİN (İyvan. C.) Büyük salonlar, sofalar, holler. Kasırlar, köşkler. EVB Dönülmesi lâzım gelen yere dönmek. * Kasd. İstikamet. EVBAR f. Yutma, yutuş. EVBAŞ Mahalle çapkını. Şahısların rezilleri. * Muhtelif yerlerden gelmiş, toplanmış bir cemaat, bir bölük. EVBAŞAN (Evbaş. C.) Aşağılık kimseler, âdi kişiler, alçak ve rezil insanlar. Ayak takımları. EVBE Rucu etmek. Geri çekilmek, dönmek. EVC Bir şeyin en yüksek derecesi, en yüksek noktası. Zirve. * Koz: Seyyare mahreklerinin merkezden en uzak noktaları. EVC-İ BÂLÂ En yüksek nokta. EVC-İ RİF'AT Yüksekliğin son noktası, zirvesi, tepesi. EVCA' (Veca. C.) Ağrılar. Acılar. Sızılar. EVCA-İ BATN Karın ağrıları. |
Osmanlıca Sözlük (E Harfi)-Osmanlıca Sözlük (E Harfi)Osmanlı Terimleri Sözlüğü...
RE: Osmanlıca Sözlük (E Harfi) EVCA-İ ŞEDİDE
Şiddetli ağrılar. EVCAR İçinde gizlenmek için avcılar tarafından yapılan siperler, çukurlar. EVCEB Çok vacib. Çok gerekli. Çok lüzumlu. EVCEB-İ VECÂİB Lüzumluların en lüzumlusu, en çok lüzumlu olan şey. EVCEDETHU-L ESBAB (İcad. dan) "Onu sebepler icadediyor. Sebepler bu şeyi icadediyor." mânasında dinsizliği ima eden bir söz. EVCEH En vecihli, çok uygun, en münâsebetli. EVCEH-İ AKVÂL Sözlerin en uygunu, kavillerin en münasebetlisi. EVCEL Çok korkak adam. Cesaretsiz kişi. EVCER Çok çekingen, utangaç kimse. EVC-GİR f. Yükselen, yükseğe çıkan. EVC-PERVAZ f. Yüksekte uçan. EVCÜMEND f. Top, küme, yığın, toplanma. * Toplu, idareli, evini muntazam tutan. Hanesini iyi ve tertipli bir hâlde bulunduran. EVDA Yaban faresi. * Kursağının tüyleri beyaz olan güvercin. (Bak: Kası'a) EVDA Ednâ. EVDAD (Vedid. C.) Sevgililer, sevilenler. EVDİYE (Vâdi. C.) Vâdiler. Dereler. EVED Kuvvet. Ağır yük götürmek. * Eğrilik. EVEND f. Kap. Kabkacak. EVFA Çok vefalı. Çok sadakatli. Ahdine vefası kuvvetli. * En çok. Pek tamam. * Tam yetişmek. EVFAD Çeşitli fırkalar. EVFAK Daha muvafık. En uygun. En muvafık. EVFER (Vâfir. den) Çok. Bol. EVGAD (Vagd. C.) Ahmaklar, eblehler, salaklar, bönler, akılsızlar. EVGENC f. Nedâmet, pişmanlık, pişman olma hâli. EVHAD Vahid. Tek. EVHAL (Vahal. C.) Sıvalar, balçıklar, çamurlar. * Mekânlar, hâneler, evler, durulacak veya oturulacak yerler. EVHAM Olmayan bir şeyi olur zannı ile meraklanma. Üzüntü. Vehimler. Kuruntular. Zarar ihtimâli çok az olan bir şeyden meraklanma ve üzülme. EVHAMIN MÜDAFAASI Vehimlerin def'edilmesi, kuruntuların kovulması. EVHAM-SÂZ f. Evham veren. EVHAŞ Daha vahşi. En vahşi. EVHAŞ Nefret veren şey. EVHEN En gevşek, çok zayıf, pek dayanıksız, kuvvetsiz tâkatı kalmamış. EVİDDA Ahbablar. Hâlis ve sâdık dostlar. EVİL Siyaset. EVİND f. Hud'a, hile, aldatma, oyun. EVİY Yerleşme. Yerine gelme. Koruma. EV'İYE (Viâ. C.) Mahfazalar, kaplar, gizlemeye veya saklamaya yarayan şeyler. * Damarlar. EV'İYE-İ ŞA'RİYYE Tıb: Siyah ve kırmızı kan damarları arasındaki gayetle ince olan damarlar. EV'İYE-İ VERİDİYYE Tıb: Siyah kan damarları. EVK (C: Evâk) Ağırlık, yük. * İçinde su biriken çukur yer. EVKAF (Vakıf. C.) Allah yoluna hizmet için verilip devamlı bırakılan şeyler. Sahibi tarafından şeriata uygun olarak bir hayır iş ve hasenata tahsis olunmuş mülk veya mallar. (Bak: Vakıf)Osmanlı devletini asırlar boyu kuvvetli bir devlet olarak ayakta tutan kuruluşlardan biri de vakıftır. Osmanlı tarihini inceleyen batı tarihçileri vakıf kuruluşlarına hayran kalmışlar ve kendi ülkelerinde bunun örneklerini kurmaya başlamışlardır. Amerika'da kurulmuş önemli vakıflar hâlen vardır. Vakıf müessesesini komünizme karşı çok mühim bir set olarak görmektedirler. Atalarımızın bu hayır kuruluşlarının bugün memleketimizde takdir edilmesi ve ihmâl edilmemesi gereklidir. EVKAF-I HÜMAYUN Tar: Padişahların ve onlara mensub olan kişilerin bıraktıkları vakıflar. EVKAF-I MAZBUTE İdaresi Evkaf Nezareti'ne ait olan vakıflar. EVKAR (Vekr. ve Vekre. C.) Kuş yuvaları. EVKAS Boynu kısa olan. EVKAŞ Ayak takımı. Terbiyesiz, ahlaksız, adi ve alçak kimse. EVKAT (Vakit. C.) Vakitler. EVKAT-I HAMSE Beş vakit. Sabah, öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarının kılındığı vakitler. EVKAT-I MUAYYENE Belli vakitler, belli zamanlar. EVKAT-I SALÂT Namaz vakitleri. EVKED Pek te'kitli, çok kuvvetli, en kavi. EV-KEMA KAL Söylediği gibi. Söylendiği gibi. * Hadis-i Şerifi lâfzı ile aynen nakletmekte bir hata olmuşsa, mes'uliyetten kurtulmak için bu kelâm söylenir. "Bu naklettiğim hadisin metninde yanlışım varsa Peygamber (A.S.M.) aslında nasıl söylemiş ise aynen onu kastediyorum" demektir. EVKES Pinti ve soysuz kişi. EVL (Bak: Te'vil) EVLA Daha iyi, birincisi, başta gelmesi lâzım geleni. EVLÂD (Veled. C.) Veledler. Çocuklar. EVLÂD-I VATAN Vatan çocukları. EVLÂD-I ZÜKUR Erkek çocuklar. EVLADİYET Evlâda mahsus, evladlık, bünüvvet. EVLADİYYE Evlatlık, evlada mahsus. * Mc: Çok sağlam ve dayanıklı ev veya eşya. EVLAD Ü IYAL Çoluk çocuk. Evlâdlar ve karısı. EVLAK Delilik, cünun. EVLEVİYET Daha öncelik. Başta gelir olmak. Daha beğenilir. Daha münâsip olmak. EVLİYA (Veli. C.) Veliler. Nefsine değil, dâimâ Cenab-ı Hakk'ın rızâsına tâbi olmağa çalışan, ibâdet ve taatta, takvâ ve riyâzatda çok yüksek mertebelere ulaşıp Allahın (C.C.) mahbubu ve karibi olan büyük ve ender zâtlar. (Bak: Veli) |
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.