ForumSinsi - 2006 Yılından Beri

ForumSinsi - 2006 Yılından Beri (http://forumsinsi.com/index.php)
-   İslami Yazılar & Hikayeler (http://forumsinsi.com/forumdisplay.php?f=320)
-   -   =>İslami Sözlük (http://forumsinsi.com/showthread.php?t=35479)

gülgüzeli 01-04-2008 02:16 AM

Cevap : =>İslami Sözlük
 

GADR, GADDARLIK

Vefasızlık, ihanet, verilen sözü yerine getirmemek, ahdi bozmak. Arapça'da "gadîr veya gaddâr adam" denilince, sözüne hiç güvenilmeyen kişi anlaşılır (İbnü'l-Manzûr, Lisânü'l-Arab, Beyrut 1388/1968, V, 8vd; er-Râgıb el-lsfahânî, el-Müfredât, İstanbul 1986, s. 536-537). Ayrıca söz konusu anlamlarla yakından alakası olan bir şeyi ihlâl etmek ve bırakmak manasına da gelir (Firûzâbâdî, Besâiru Zevi't-Temyîz, Beyrut t.y. IV, 122). Nitekim Kur'an-ı Kerim'de şu ayetlerde bu manadadır: "O gün dağlan yürütürüz. Yer yüzünü dümdüz ve pürüzsüz görürsün. (İnsanları) kabirlerinden kaldırıp mahşer yerinde toplarız da, onlardan hiç birini geride bırakmamış oluruz" (el-Kehf, 18/47). "Aşmel defteri konulmuştur. Günahkarları (o amel defterindeki yazılı) şeylerden titreyerek korktuklarını ve " eyvah! bu nasıl defterdir ki, bize, küçük büyük hiçbir şey bırakmayıp, hepsini sayıp dökme" dediklerini görürsün. zira dünyada işlemiş olduklarını hazır bulmuşlardır"(el-Kehf, 18/49).
İslâm'da ahde vefa emredilirken, ihanet ve vefasızlığın da yasaklandığı kesin emirlerle bildirilmiştir. Fakat, Kur'an-ı kerim'de ahde vefa gadr kelimesinden ziyade, Türkçe'de de kullandığımız, "hıyanet" kelimesi ve türevleri ile "ahd" ve "vefa" kelimeleri ile ifade edilmiştir: "Öyle ki, onlar kendileri ile yaptığın anlaşmayı her defasında hiç korkmadan (çekinmeden) bozarlar. Savaşta onları (her ne zaman yakalarsan, öylesine bozguna uğrat, darmadağın et ki, arkalarındakiler öğüt ve ibret alsınlar. Şayet bir topluluğun (milletin) hıyanetinden korkarsanız, eşit ölçülere göre sen de anlaşmayı bozup (suratlarına) at! Çünkü Allah hainleri sevmez" (el-Enfâl, 8/56-59).
Gadr, yapılan anlaşmayı bozmak manasında hadislerde de kullanılmıştır. (Buhârî, cizye, 7). Gerek ayetlerde, gerekse hadislerde, karşı taraf anlaşmayı bozmadıkça, müslümanların anlaşmayı bozmamaları emredilmiştir. Öbür taraftan, bir ayette "Ey iman edenler! Yaptığınız akidleri yerine getiriniz..."(el-Mâide, 5/1). buyurulurken, diğer bir ayette Yüce Allah İsrailoğullarına (Yahudilere) kendilerine verdiği nimet ve ihsanları hatırlatarak, "ahdimi yerine getirin ki, ben de ahdimi yerine getireyim..."(el-Bakara, 2/40), "elest bezminde" kullardan aldığı söze sadık kalmalarını emretmektedir. (Gadr kelimesi ve türevlerinin geçtikleri hadisler için bkz. Buhârî, cizye, 7, 22; Ebû Dâvûd Cihad,150, Müslim, Cihad, 73; İbnü'l-Esîr, en-Nihâye fi Garîbi'l-Hadîs, III. 344-345). Meselâ burada, insanları evinde bırakıp, hapsedecek kadar şiddetli karanlık manasına gelen ve "gadr" kelimesinden türeyen "muğdire" kelimesinin geçtiği bir hadis şöyledir: "Şayet" "Hur-ı Iyn'den" bir kadın, dünyaya insanların dışarı çıkamadığı şiddetli karanlık bir gecede doğsa (inse), (bütün) dünya üzerindeki şeyleri aydınlatırdı.
Söz konusu gadr veya gaddarlık Türkçe'de Arapça'daki manalarından daha değişik manalarda kullanılmıştır. Dilimizde "zulüm, hiç merhameti olmayan, zalim, merhametsizlik veya merhametsiz insafsız" manalarında kullanılan bu kelimelerin bu manalarıyla de İslâm dininde yasak olan fiilleri ve müslümanlara yakışmayan sıfatları ihtiva eder. "Allah'ın, insanlardan kendisine en çok kızdığı buğzettiği kişi, husumette gaddâr olandır" (Tecrîd-ı Sarih Tercemesi, VIII, 387). Buradan hareketle, Türkçe'de kullanılan gaddâr kelimesinin zulüm ve düşmanlıkta zalimden bir derece daha aşırı olanı ifade ettiğini anlamak mümkündür.

gülgüzeli 01-04-2008 02:19 AM

Cevap : =>İslami Sözlük
 

El-GAFFÂR

Çok örten ve perdeleyen manasına gelen Allah'ın (c.c.) sıfatlarından biri. Arapça -ğafere- örttü, perdeledi, bağışladı fiilinden mübalağalı ism-i fâildir. Allah'ın sıfatı olarak şu anlamlara gelir:
Günâhları çok örten, mağfireti çok olan, kullarının günâhlarını pek çok bağışlayan Yüce Allah.
"Hiç şüphe yoktur ki ben; tövbe ve iman edenleri, iyi amel işleyenleri, sonra da doğru yolda (ölünceye kadar) sebat edenleri elbette çok yarlığayacağım" (Tâhâ, 20/82).
Bu ayetteki Gaffâr kelimesinin meâli "çok yarlığayıcıyım' dır. Fakat aynı manaya gelen ve aynı kökten olan Gafur ism-i şerifi Kur'ân-ı Kerîm'de daha fazla geçmektedir.
Cenâb-ı Hak; Gafûr-Gaffâr ve Rahîm olduğunu birçok ayet ve hadislerde haber vermektedir.
"Ey Muhammed, kullarıma haber ver ki; hakikaten ben, çok yarlığayıcr, kemâliyle esirgeyiciyim" (el-Hicr, 15/49).
"De ki: Ey kendilerinin aleyhinde (günahta) haddi aşanlar, Allah'rn rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Çünkü Allah bütün günahları mağfiret eder. Şüphesiz ki O, çok mağfiret edici, çok esirgeyicidir" (ez-Zümer, 39/53).
Resulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
"Hayatım kudret elinde olan Allah'a yemin olsun ki, siz günah işlemezseniz. Allah sizi dünya sahnesinden giderir ve (sizin yerinize) başka bir ümmet getirir: Onlar, günah işlerler sonra Allah'tan bağışlanmalarını isterler. Allah da onları mağjiret eder, bağışlar" (Müslim, Tevbe,1 1 ; Tirmiî, Cennet, 3).
Meşhur bir hadîs-i kutsîde şöyle buurulmaktadır:
"Ey kullarım, hiç şüphesiz ki siz, gece-gündüz hata işliyorsunuz. Ben ise bütün günahlarr mağfiret ederim. O halde benden bağışlanmanızı isteyiniz sizi bağışlayayım"(et-Tâc, V,148).
Maddî kir ve pisliklerden temizlemek için su ve sabunu vasıta kılan Allah (c.c.) ruh ve kalpleri günah kirlerinden temizlemek izin de Gafûr ve Gaffâr isimlerinin tecellisini mağfirete ve bağışlamaya sebep kılmıştır. Bu isimler, günahların varlığını ister. Onun için Hz. Peygamber (s.a.s.), " Eğer siz, hiç günah işlemezseniz Allah sizi yeryüzünden giderir" buyurdu. Her insan az veya çok günah işler. Günah işlemeyen; günahtan korunmuş (mâsum) kişiler yalnızca peygamberlerdir. Fazilet; hatada ve günah işlemekte ısrar etmemek, Gaffâru'z-Zunûb olan (günahları çok bağışlayan) Allah'ın rahmet kapısını tövbe ile çalmak, O'ndan mağfiret talep etmektir.
Allah, kendisine şirk koşmanın dışındaki bütün günahlara mağfiret edeceğini bildirmektedir:
"Şüphesiz ki Allah, kendisine şirk koşulan günahı bağışlamaz. Şirkin dışındaki günahları, dilediği kimse için mağfiret eder. Kim Allah'a şirk koşarsa muhakkak ki o, uzak bir sapıklıkla sapmıştır" (en-Nisâ, 4/116).
Mümin, tövbe ve mağfiret ile ilgili olarak daima korku ile ümid arasında bulunmalıdır. Müslüman, ne kadar ibadet ederse etsin, Allah'ın azabından güven içerisinde olamaz; ne kadar günahkar olursa olsun Allah'ın mağfiretinden ve bağışlamasından ümidini kesemez. Bundan dolayıdır ki; vitir namazının son rekâtında okunması vacib olan kunut dualarının sonunda "Ya Rabb; rahmetini umar, azabından korkarız" diye dua edilmektedir. Yine aynı prensip ve kaideden hareketle İslâm, ibadete teşvik ile günahlardan caydırmak için azap ile korkutmaktadır. Yani müslüman cennetle müjdelenmiş, cehennemle korkutulmuştur.
Bu korku; Allah'ın sevgisinden, O'nun mağfiretinden ve rahmetinden mahrum olma korkusu ve endişesidir. Korku ile ümid arasındaki dengenin korunması İslâmî akîde gereğidir. Zira Gaffâr olan yüce Allah aynı zamanda Kahhâr'dır.


GAFÛR

Örten, perdeleyen, gizleyen; eşyayı kabın içine yerleştiren. Allahu Teâlâ'nın esmâ-i hüsnâsından biri. Kullarını dünya ve ahirette rezil etmeyen onların günahlarını gizleyen, örten ve günahlarından dolayı cezalandırmayan. Gafûr ve Gaffâr mübâlağa ifade eden isimlerden olduğundan, yalnız Allah için kullanılır (Beyhâkî, el-Esmâ' ve's-Sıfât, s. 104-106).
Allah, iyiyi-güzeli açığa çıkaran, kötüyü-çirkini örtendir. Günahlar çirkin davranışların neticesidir. Allah dünyada üzerlerine örtü örtmek, ahirette de cezalarını vermekten vazgeçmek suretiyle bunları örter (İmam Gazâlî, Esmâü'l Hüsnâ, terc. Y. Arıkan s. 128). Allah'ın affediciliğini ifade eden "Ga-fe-re" kökünden ism-i fâil olan Gâfir de Allah'ın sıfatlarındandır. Gafîr; günahkarı rezil-rüsva etmemek için hatasını gizleyen, onu cezalandırmayandır (Beyhakî, a.g.e., s. 104). Kur'an'da iki defa geçen Gâfîr, mübâlağa anlamında olmadığından Allah'ın dışındakiler için de kullanılabilir: "Sen bağışlayanların (Gâfir) en iyisisin" (el-A'râf, 7/155). Gaffâr Kur'an'da beş defa geçmektedir:
"Tövbe eden, iman ederek iyi işler yapan, sonra da doğru yoldan ayrılmayanları bağışlarım (Gaffâr)" (Tâhâ, 20/82). Gafûr ise Kur'an'da sık ve diğer isimler ile beraber ayet sonlarında fezlekeler hâlinde zikredilmektedir. Gaffar Kur'an'da doksan defa geçmiştir: "Rabbin gafûrdur, merhametlidir" (el-Kehf,18/58).
Günahların açıkça işlenmesi, teşhir edilmesi toplumun diğer fertlerine kötü örnek olacağı gibi, insan şahsiyetini de zedeler. İnsanlar yaptıkları kötülükleri başkalarının da işlediğini görünce psikolojik olarak rahatlar; musîbetin paylaşılması elem yükünü hafifletir ve o kötülüğün daha rahat ve cesurca işlenmesine psikolojik zemin hazırlar. İnsan, hayatının zayıf bir döneminde yapmış olduğu bir kötülüğü terkettikten sonra unutmak ve başkalarının da unutmasını ister. Ancak günahını başkalarına anlatmışsa, insanlar onu hayat boyunca o kötülüğü ile hatırlayacaktır. Bunun için kötülüğün şuyûunun vukûundan daha zararlı olduğu kabul edilmiştir.
Allah, Gafûr sıfatını insanlara hatırlatarak, günahların örtülmesi ve gizlenmesinin gerekliliğine dikkat çekmektedir.
Kişinin günahını gizlemesi bir nevi pişmanlık olduğundan, tövbenin kabulü için ilk adım sayılmış ve Allah, günahını gizleyen insanları affedeceğini bildirmiştir. Hz. Peygamber "Allah (c.c.) kıyamet gününde mümin kuluna yaklaşır, şefkatiyle örterek insanlardan gizler; "Şu, şu günahını biliyor musun?' der; kul Evet Rabbim biliyorum' der. Allah tekrar "Şu şu günahını da biliyor musun?' der; o kul Evet Rabbim' der. Böylece o insan bütün günahlarını ikrar eder. Artık ben kurtulamam diye düşünmeye başlayınca Allah, "Ben senin bütün o günahlarını dünyada örttüm. İşte bugün de onları mağfiret edeceğim' der" (Buhârî, Mezâlim, 3).
Allah insanı üç çeşit örtü ile örtmüştür. İlk örtü; insanın ayıp ve çirkin görünen yerlerini gizleyen elbiseleridir. İkincisi; insanın fikir, düşünce ve hayallerinin kalbinde gizlenmesidir. Üçüncüsü ise; Allah kulunun günahlarını örtmüş, gizlemiş; günahlarını sevaba çevirmiş, sanki hiç günah işlememiş gibi ahirette yalnızca sevaplarını yazan kitabını vermiştir (Gazâlî, a.g.e., s. 128).
Hz. Ebû Bekir Resulullah (s.a.s.)'e,
"Bana namazlarımda edebileceği bir dua öğret" dedi. Hz. Peygamber, "Ey Allah'ım, ben nefsime çok zulmettim, günahları ancak sen bağışlarsın, fadlından günahlarımı mağfiret et; şüphesiz ki Gafûr ve Rahîm olan ancak sensin" de buyurdu (Buhârî, Ezân, 149; Müslim, Zikir, 47).


GADÎRU HUM

Mekke ile Medine arasında Cuhfe yakınlarında bir yerin adı (Mu'cemü'l-Buldân, VI, 268). Burası, Cuhfe'den 2-3 mil mesafede bataklık bir yer olup, bataklığı kesif bir ağaçlık kuşatmaktadır. Şia'nın doğusu ile ilgili olarak karşılaşılan en önemli mesele Gadîru Hum olayıdır.
Şiî kaynaklara göre, Hz. Peygamber'den sonra hilâfete Hz. Ali'nin daha fazla hak sahibi olduğu Gadîru Hum'da belirlenmiştir. Şia bilginlerinden herhangi birisine ait bir kitabın Gadîr konusuna baktığımızda şu bilgileri bulmamız mümkündür:
Hz. Muhammed (s.a.s.) Veda Haccı dönüşünde Gadîru Hum'da konaklamış, gruplar memleketlerine dönmeden .önce onları toplayarak bir hitâbede bulunmuştur. Bunun sebebi orada nâzil olan şu ayeti tebliğ etmekti: "Ey Peygamber, sana indirileni tebliğ et, eğer bunu yapmazsan; O'nun elçiliğini yerine getirmemiş olursun. Allah seni insanlardan korur. Doğrusu Allah kafirlere yol göstermez" (el-Mâide, 5/67). Şiî müelliflere göre bu ayet Hz. Ali hakkında nâzil olmuştur. Ayette tebliğ edilmesi gereken şey, Hz. Ali'nin hilâfetidir. Hz. Peygamber takiyye için eşi Âişe(r.anhâ)den bazı şeyleri gizlemiş, bu yüzden Cenâb-ı Hak onu ikaz etmiştir (Vâhidî, Esbâbü'n-Nüzûl,115; Tirmizî, Menâkıb, 20; İbn Mâce, Mukaddime, II; H. Neysâbûrî, el-Müstedrek, III,109; Kûleynî, el-Kâfî, II, 72).
Hz. Peygamber Gadîr'de bu ayeti tebliğ ettikten sonra şöyle demiştir:
"Cebrâil (a.s.) bana Rabbimden şu emri getirdi ki; Ali b. Ebî Tâlib benim kardeşim, vasîm, halîfem ve benden sonra imamdır. Ey insanlar, Allah onu size velî ve İmam olarak tayin etti; ona itaat etmeyi herkese farz kıldı. Ona karşı çıkan lânetlenecek, saygı gösteren ise merhamete erecektir. Dinleyiniz ve itaat ediniz; Allah mevlânız, Ali ise imamınızdır. İmâmet ondan sonra onun soyundan kıyamete kadar devam edecektir" (Vâhidî, Esbabü'n-Nüzûl,115). Yine Şiîlere göre orada Allah Resulu şu hususları ilân etmiştir:
1) O, müslümanlara iki ağırlık (sekaleyn) bıraktığını bildirmiştir. Bunlardan birisi Allah'ın kitabı olup, onun bir tarafı Allah'ın, diğer tarafı ise müslümanların elindedir. İkincisi Hz. Peygamber'in sünnetidir.
2) Hz. Ali'nin elini kaldırarak "Ben kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır" demiştir.
3) Resulullah (s.a.s.) şöyle dua etmiştir: "Allah'ım, Ali ye yardım edene yardım et; ona düşmanlık edene düşmanlık et".
4) Yine şöyle buyurmuştur: "Allah'ım, hakkı döndüğü yerden Ali tarafına döndür."
Yukarıda Şiî alimlerin öne sürdüğü ve Gadîru Hum meselesi içinde yer verdiği bu rivâyetleri ehl-i sünnet şu şekilde değerlendirmektedir.
Şiîlerin iddiâsına göre, Hz. Peygamber'in vefatından sonra, ehl-i beyt dışında samimi müslümanların sayısı on'u geçmez. Halbuki Gadîr hutbesini yüzbin'in üzerinde sahâbe dinlemiştir. Bunun anlamı şudur: "Yüzbinin üzerinde sahâbe Hz. Peygamber'in vefatından sonra sözlerinde durmamış ve Hz. Ali'yi hilâfetten mahrum etmek için işbirliği yapmışlardır." Bu ittifâkın meydana gelme ihtimâlini akıl kabul etmez. Bunda hangi maslahat ve fayda olabilir.
Diğer yandan Gadîru Hum hutbesi, hicretin onuncu yılında Zilhiccenin onsekizinci günü Veda Haccı'ndan dönerken okunan bir hutbedir. Aynı yıl Zilhiccenin dokuzuncu günü Arefe günü, "Bugün sizin için dininizi ikmal ettim, size olan nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm'ı seçtim" (el-Mâide, 5/3) ayeti inmiştir. Bu ayetin, Hz. Muhammed'e peygamberliğin tebliğini emreden, yukarıda meâlini verdiğimiz Mâide suresinin altmış yedinci ayetinden daha önce inmesi mümkün müdür? Dinin tamamlandığını bildiren ayet inmiş ve yüzbin'in üzerinde hacıya tebliğ edilmiştir. İslâm alimlerinin büyük çoğunluğu Mâide suresi altmışyedinci ayetin daha önce, Mekke fethi ve Hayber gazvesinden önce indiğini tesbit etmişlerdir (Saîd İsmail, Hakîkatü'l-Hılâf Beyne Ulemâi-ş-Şîa ve Cumhûri Ulemâi'l-Müslimîn, Carbondale 1983, . 25, 26).
Gadîru Hum olayını bütünüyle reddeden müelliflere karşılık, onu inkâr etmeyen, fakat olayı açık olarak ortaya koymayan Sünnî bilginler de vardır.
Nesaî bu olaya Alî b. Ebî Talib'in fazîletlerine dair eserinde yer vermiştir. Zeyd b. Erkam'dan nakledilen bu rivâyette "Gadîr" hadîsi ile "Sekaleyn" hadîsi birleştirilmekte ve her ikisinin de Gadîr günü söylenmiş olduğu belirtilmektedir. İbn Mâce de Gadîr hadîsine Sünen'inde yer vermiş, fakat hadîsin söylendiği yerin ismini zikretmemiştir (Nesâî, Hasâis,16; İbn Mâce, Sünen, Mukaddime, II).
Zeyd b. Erkam (Ö. 66/689)'ın rivâyet ettiği Gadîr hadîsi şöyledir: "Resulullah (s.a.s.) bir gün Mekke ile Medine arasında Hum denilen su başında bize bir hutbe irad etti. Bu hutbesinde önce Allah'a hamd ve senâ etti, va'z ve nasihatta bulundu, Allah'ı zikretti. Sonra şöyle buyurdu: "Ey insanlar, dikkat ediniz. Ben ancak bir beşerim, Rabbimin elçisi Azrâil (a.s.)'in gelmesi yakındır, ben ona icabet edeceğim. Size iki ağırlık (sekaleyn) bırakıyorum. Birincisi, kendisinde hidayet ve nur olan Allah'ın kitabıdır. Allah'ın kitabını alınız ve ona sımsıkı sarılınız." Böylece O Allah'ın kitabına teşvik etti ve ona rağbet ettirdi. Sonra şöyle dedi: "Îkincisi, ehl-i beytimdir. Size eh!-i beytim hakkında Allah'ı hatırlatırım." Bu son sözü üç defa tekrar etti. (Nesâi, Hasâis, 15; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II,114, IV, 367; Dîrimî, Fezâilü's-Kur'an,1). İbn Kesîr, Hum hadîsinin hemen bütün rivâyetlerini zikretmiş, râvîlerin güvenilir ve zayıf olanlarına işaret etmiştir (İbn Kesîr, es-Sîretü'n-Nebeviyye, IV, 414).
Yukarıdaki hadîsi naklettikten sonra, Zeyd b. Erkam'a "Hz. Peygamber'in ehl-i beyti kimlerdir. Onun hanımları da ehl-i beytinden midir" diye sorulmuş; Zeyd, "Peygamber'in hanımları da ehl-i beytindendir, fakat onun asıl ehl-i beyti kendisinden sonra sadaka almaları haram olanlardır" demiş ve bunları şöyle sıralamıştır: "Ali ailesi, Âkil ailesi, Ca'fer ve Abbâs aileleridir" (Müslim, Fedâilü's-Sahabe, 36).
İbn Teymiye Gadîru Hum rivayetleriyle ilgili olarak şunları söyler: "Bu uydurmanın mütevâtir olması bir yana sahih bir isnadı bile yoktur. Bu mesele hakkında Sakîfe gününde, Hz. Ömer'in vefatında, altı kişilik şûrâ teşekkül ettiği zaman ve nihâyet Hz. Osman'ın şehâdetini müteâkip, Hz. Ali hilâfeti üzerine münakaşalar yapıldığı günlerde, sahabeden hiç değilse bir kişinin ortaya çıkıp durumu açıklaması gerekmez miydi? Görüldüğü gibi bu, Rafızilerin uydurmalarından biridir" (İbn Teymiye, Minhâcü's-Sünne, IV, 118).
Müsteşrik Goldziher konuyla ilgili olarak şunları yazar: "...Durum bu olunca, Ali taraftarları onun Peygamber'in doğrudan doğruya tayinine mazhar bulunduğunu göstermeye ma'tuf rivayetler icat edecek ve onları söz sahibi kılacaklardı. Bu niyete cevap olmak üzere vücut bulan Hum hadîsi, Ali fırkası nazariyâtının en sağlam temellerinden birisini teşkil etmektedir. Son derece meşhurdur. Sünnî otoriteler dahi onun sıhhatine itiraz etmemektedirler. Fakat ona başka bir mânâ vererek gerçek hedefinden çevirmiş bulunmaktadırlar" (Goldziher, M. Studient, M. Hatipoğlu'nun basılmamış Tercemesi).
Hz. Ali'nin hilâfete başkalarından daha fazla hak sahibi olduğunun delili olarak öne sürülen Gadîr hadîsinin Hulefâ-i Râşidîn döneminde bir tek râvî tarafından bile nakledilmemiş olması, bunun varlığı üzerinde ciddî şüpheler doğurmaktadır. Öyle anlaşılıyor ki, Şiîler daha sonraları Gadîr hadîsi diye yaydıkları bu hadîse bir vürûd sebebi icat etmişlerdir. Bizzat Hz. Ali bile en çok ihtiyaç olan zamanda böyle bir rivâyetten söz etmemiş, aksine beyanları olmuştur. Meselâ Hz. Peygamber'in hastalığında Ali b. Ebî Tâlib onu ziyaretten çıktıktan sonra halk, "Ey Ebû Hasan, Resulullah nasıl oldu?" diye sordular. "Elhamdülillah iyidir" diye cevap verdi. Râvî diyor ki; "Bunun üzerine Abbâs, Ali'nin elinden tutup, "Bana bak, vallâhi sen üç gün sonra köle olacaksın. Allah'a yemin ederim ki, Abdulmuttaliboğullarının yüzünde gördüğüm ölümü Resulullah'ın yüzünde de gördüm. Haydi Resulullah'a gidelim ve bu işin (hilâfet) bize ait olup olmadığını soralım. Eğer bize ait ise bilelim, şayet bize ait değilse Hz. Peygamber bizi vasiyet etsin" dedi. Hz. Ali ona şöyle cevap verdi: "Vallâhi ben bunu yapamam, eğer Hz. Peygamber'e gider de bunu bize vermezse, kimse onu bize daha sonra vermez" (Buhârî, İsti'zan, 29; Geniş bilgi için bkz. Cemal Sofuoğlu, Gadîri Hum Meselesi-Ankara Ü. İlâhiyet Fakültesi Dergisi, Ankara 1983, c. XXVI, s. 461-470).
Şiîlerin iddia ettiği gibi Gadîru Hum'da, Hz. Ali'nin Hz. Peygamber'den sonra devlet başkanı olacağı ilân edilmiş ve müslümanların buna uyması emredilmiş bulunsaydı, yüz binden fazla sahabe önünde cereyan eden böyle bir vasiyyetiyle Abbâs (r.a.) dahil bütün sahabelerin öğrenmiş olması gerekirdi. Diğer yandan Hz. Ali ile Abbâs arasında cereyan eden yukarıdaki konuşmanın bir anlamı kalmazdı. Ancak Ehl-i Sünnet kaynakla'rında da yeralan şekliyle Gadîr'de Resulullah (s.a.s.) bir hutbe irâd etmiştir. Orada Hz. Ali ile ilgili sözler söylemiş ve vefatından sonra ehl-i beyte dikkat etmelerini vasiyyet etmiştir. Fakat Sünnî âlimler "Ben kimin mevlâsı ise.m Ali'de onun mevlâsıdır" gibi sözleri Şiîlerden farklı bir şekilde yorumlamaktadırlar. İbn Kuteybe bu konuda şöyle diyor: "Hz. Peygamber her müslümanın velîsidir. Velayet Hz. Peygamber'le müminler arasında olduğu gibi, müminlerin kendi aralarında da olur. Hz. Peygamber'in Ali ile olan münâsebeti de böyledir. Ayrıca mü'minlerin bazıları bazılarının velîleridirler" (et-Tevbe, 9/717). Velî ve mevlâ kelimeleri arasında bir fark yoktur. Bu da Hz. Ali'ye bir üstünlük sağlamaz. Bu konu ile ilgili birçok ayet vardır (et-Tahrîm, 66/4 et-Tevbe, 9/71; el-Bakara, 2/247; Yunus, 10/62). Hz. Peygamber benzer sözleri Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer gibi büyük sahabeler hakkında da söylemiştir. Ebû Ubeyde b. el-Cerrâh için "Bu ümmetin emînidir" buyurmuştur. Ehl-i Sünnet'in kabul ettiği görüşe göre, müslümanların Hz. Ali'yi sevmesi Hz. Peygamber'i sevmesi gibi farz; O'na düşman olmak da Hz. Peygamber'e düşman olmak gibi haranıdır. Bu, ehl-i beytin görüşüne de uygundur (Abdulaziz Dehlevî, Muhtasaru't Tuhfeti'l-İsnâ Aşeriyye, 161).


GALLE

Arazilerden elde edilen mahsul ve gelirler. Fıkıh ıstılahında galle kelimesi, daha çok vakfın geliri anlamında kullanılır. Vakıf bahçelerinin meyveleri, binalarının kiraları, vakıf paralarının sağladığı kârlar, hep vakfın gallesidir.
Vakfın gallesi (geliri)'nin ne şekilde taksim edileceği ve ondan nasıl yararlanılacağı fıkıh eserlerinde "kitâbu't-vakf" adı altında önemli bir konu olarak incelenir.
Vakıf gallesinin görünmesi ve meydana gelmesi, vakfın çeşidine göre değişir. Meselâ; tahıl cinsinden olan gallenin ortaya çıkması, ekinlerin yetişip dane bağlaması veya değer verilebilecek bir hale gelmesiyle olur. Meyvaların gallesinin meydana gelmesi meyvelerin yetişip tabiî afetlerden emin bir hale gelmesiyle olur. Kira bedelinden ibaret olan bir gallenin meydana gelmesi, ödeme zamanının gelmesi ile olur.
Bir kimse vakfının bütün gallesini, yakınlık derecesine göre akrabalarına verebilmeyi şart koşsa, gallenin tamamı, en yakın akrabasına verilir (Geniş bilgi için bk. Vakıf).


el-GANÎ

Zengin olmak, başkasına ihtiyacı olmamak anlamına gelen "Gınâ" mastarından sıfat olan Allah'ın güzel isimlerinden biri. el-Ganî ismi ve sıfatı Kur'an-ı Kerîm'de yedi yerde Allah hakkında kullanılmıştır.
Allah'ın ganî olması, zat ve sıfatları itibariyle başkasından müstağnî olması anlamındadır. Gerek zat ve sıfatlarında, gerek işlerinde hiçbir zaman, hiçbir sûrette, hiçbir şeye muhtaç olmayan, bunun yanında herşeyin kendisine muhtaç olduğu tek zengin O'dur:
"Ey insanlar, siz Allah'a muhtaçsınız; Allah ise, işte zengin ve hamde lâyık olan O'dur" (el-Fâtır, 35/15). "Allah zengindir, sizler fakirsiniz" (Muhammed, 47/38).
Allah'ın, başkasının kendisine ibadet etmesine de ihtiyacı yoktur. İnsanların O'na inanıp ibadet etmeleri, kendisine bir yararı olmadığı gibi, inanmamaları ve emirlerine itaat etmemelerinin de kendisine bir zararı yoktur.
"Ve Musa dedi ki: "Siz ve yeryüzünde bulunanlar hep nankörlük etseniz, iyi bilin ki Allah zengindir, (sizin Şükrünüze muhtaç değildir, zatında) övülmüştür" (İbrahim, 14/8): "Kim şükrederse kendisi için şükreder., kim nankörlük ederse muhakkak ki, Allah zengindir ve övgüye lâyıktır." (Lokman 31/12)
Allah'ın bu ismi Kur'an'da, diğer isimlerinden Halîm, Hamîd, Kerîm gibi isimlerle zikredilmektedir. Böylece Allah'ın, başkalarına muhtaç olmamakla birlikte yaratıklara ve özellikle insanlara karşı ilgisiz, ihtimamsız olmadığı belirtilmektedir. Allah, "rahmet sahibi gânîdir" (Suad Yıldırım, Kur'an'da Ulûhiyet, İstanbul 1987, s. 206).
Allah'ın ibadetlerimize bir ihtiyacı yoktur. Kur'an-ı Kerîm bunu gayet açık ve birçok ayetinde ifade etmektedir: O'nun rızası için kesilen "kurbanlık hayvanların ne etleri, ne kanları Allah'a ulaşmaz; O'na ancak sizden takva ulaşır" buyurur (el-Hacc, 22/37). O halde insan Allah'a kulluk ederken, O'nun emirlerini yerine getirirken Allah'a minnet etme gibi bir duyguya kapılmamalıdır.
Kula yaraşan, Rabbini bu şekilde tanıması; O'na muhtaç olduğunu hatırından çıkarmaması, bütün ihtiyaçlarında O'na yönelmesidir.

gülgüzeli 01-04-2008 02:24 AM

Cevap : =>İslami Sözlük
 

FIRKA-I NACİYE

İslâmî akideyi en net ve sağlam şekliyle kabul eden topluluk. Bu deyim iki kelimeden meydana gelmiş bir isim tamlamasıdır. Terkibin birinci ismi olan fırka kelimesi için bk. "Fırak-ı Dalle". Naciye kelimesi Necat kelimesinden türetilmiş olup kurtuluş, kurtulmak, refah ve saadete ermek, umduğuna kavuşmak manalarına gelir.
Şu halde, Fırka-ı Naciye, kurtuluşa eren, ahiretteki her türlü azabtan beraet ederek, necatını, kurtuluşunu eline alan topluluk, zümre demektir ki, bunun bir adı da Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaattir. Diğer bir ifade ile Fırka-ı Naciye, Kur'an-ı Kerîm'in hükümlerini kabul ve tasdik etmekle onlara uyan, Hz. Peygamberin ve O'nun büyük Ashâbının yolunu aynen takip eden büyük topluluk, Cemaat demektir.
Hz. Peygamber (s.a.s) Ebû Hureyre'den rivayet edilen bir hadislerinde: ".... Ümmetim yetmişüç fırkaya ayrılacak, kurtuluşa eren fırka (Fırka-ı Naciye) dışında kalan yetmiş iki fırka Cehenneme gidecektir", buyurmuşlardır. Ayrıca bu türden olan hadislerin devamında sahabîlerin, Fırkaı Naciye'den sormaları üzerine Hz. Peygamber, Fırka-ı Naciye'yi: "Benim yürüdüğüm yola ve bu yolda beni takip eden ashabımın yoluna uyanlardır." diye tarif etmiştir.
İşte Yüce Allah'ın Resulü Sevgili Peygamberimizin ashabının yoluna uyanlara "Sünnet ve topluluk mensubları" anlamında Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat" denilmiştir. Bu anlamda Fırka-ı Naciye'yi de Allah'ın Kitabına, yani Kur'an-ı Kerim'e ve Resulünün ve ashabının diliyle nakledilmiş dosdoğru yoluna, Sünnetine uyan Cumhûrun, yani müslümanların çok büyük bir topluluğunun görüşlerini benimseyip kabul eden ve bunlarla amel eden büyük topluluk olarak anlamak gerekir.
Gazalı, Fırka-ı Naciye'nin bu doğru yolunun, kurtuluşa götüren yolunun esaslarını itikadı noktadan toplu bir şekilde şu üç hükümde toplamaktadır: 1) Allah'a İman, 2) Nübüvvete İman -ki meleklere ve kitaplara imanı da içine alır- 3) Ahirete İman (İmam-ı Gazâlî, Faysalu't-Tefrika, Mısır 1325, s.15).
Zira Peygamberimiz bu esaslara inanan kimsenin müslüman olarak, bu dinin nimetlerinden faydalanacağını ve mümin olacağını, birini veya tamamını-yalanlayıp inkâr edenin de ne mümin ne de müslim sayılacağına, onun kâfir olduğunu bildirmiştir. Kur'an-ı Kerîm'in pek çok ayetinde bu doğru yola ve bu yolun Hz. Peygamberin yolu olduğuna işaret edilmiştir: "Ey İnananlar, And olsun ki, sizin için, Allah'a ve Ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok anan kimseler için Allah'ın Resulü (Hz. Peygamber) en güzel örnektir" (el-Ahzâb, 33/21).
"... Peygamber size ne verirse onu alın, sizi neden menederse ondan geri durun; Allah'tan sakının, doğrusu Allah'ın cezalandırması çetindir" (el-Haşr, 59/7).
"Ey Muhammed! Eğer sana cevab veremezlerse, onların sadece heveslerine uyduklarını bil. Allah'tan bir yol gösterici olmadan hevesine uyandan daha sapık kim vardır? Allah zalim milleti şüphesiz ki doğru yola eriştirmez" (el-Kasas, 28/50).
"Ey Muhammed! de ki, Allah'ı seviyorsanız bana uyun, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah affeder ve merhamet eder" (Âl-i İmrân, 3/31).
İslâm Tarihi boyunca olduğu gibi, bu gün de akaid sahasında en isabetli yolu takip ettiği kabul edilen ve müslümanların büyük çoğunluğunu sinesinde toplayan Fırka-ı Naciye veya Ehl-i Sünnet, mezhebler Tarihi âlimlerinin büyüklerinden olan Abdülkâhir el-Bağdadî'ye (ö: 429/1037) göre şu sekiz sınıf, topluluktan meydana gelmiştir:
1- Ehl-i Bid'atın hatalarına düşmeyen, Râfızîler, Hâricîler, Cehmiyye, Neccâriyye ve diğer sapık fırkalar gibi düşünmeyen Sıfatiyyenin yolunu takip eden Kelâm âlimleri,
2- Hem re'y, hem de hadis grubuna mensup fıkıh imamlarından ve usulu'd-Dıne, Sıfatıyyenin Allah'a ve O'nun ezel; sıfatlarına inanışı gibi inananlardan meydana gelen Fıkıh âlimleri,
3- Hz. Peygamberden gelen sağlam haberler ve sünnetlerin yollarıyla ilgili bilgilere sahib olanlar ve bunlardan sahih ile zayıfını ayırdedebilen muhaddisler,
4- Edebiyat, dilbilgisi ve söz dizimi ile ilgili pek çok şeyin bilgisine sahip olan âlimler,
5- Kur'an okuma şekilleri ve Kur'an ayetlerini açıklama yolları ve bunların sapık fırka mensublarının tevilleri dışında Ehl-i sünnet mezhebine uygun tevilleri hakkında geniş bilgiye sahib müfessirler ve Kıraat İmamları,
6- Sûfi zâhidler
7- Müslümanların sınırlarında kâfirlere karşı nöbet tutan, müslümanların düşmanlarıyla savaşan müslüman, kahraman mücâhidler,
8- Ehl-i Sünnet akıdesinin yayıldığı, onların davranışlarının hâkim durumda bulunduğu beldelerin ve memleketlerin ahalisinden, halk kitlelerinden müteşekkil topluluklar (AbdulKâhir Bağdâdî, El-Fark Beyn'il-Fırak, s.289/292).
Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaatin üzerinde Birleştiği Esaslar:
Sünnet ve Cemaat Ehli'nin büyük çoğunluğu dinin rükünlerinden belli esaslarda ittifak etmişlerdir. Dinin bu rükünlerinden her birinin hakikatını bilmek buluğ çağına ulaşmış her akıllı kimseye vacibtir. El-Bağdadî'ye göre her rüknün şubeleri vardır ve onların şubelerinde, Ehl-i Sünnetin tek görüş halinde üzerinde birleştikleri meseleler vardır:
1- Kâinat vehim ve hayalden ibaret olmayıp onun bir öz varlığı ve hakikatı mevcuttur. İnsan bu kâinatı tanımaya, ayrıca bilgi edinmeye muktedirdir.
2- Kâinat bütün ayrıntılarıyla yaratılmış bir şeydir. Onun mutlaka bir tek olan yaratıcısı vardır.
3- Allahu Teâlâ'nın zatından ayrılmayan ezelî sıfatları vardır.
4- O'nun isimleri, vasıfları, adaleti ve hikmeti zatının gereğidir, bunları da bilmek gereklidir.
5- Yüce Allah'ın Resuleri ve Nebîleri vardır, onların mucizelerini bilmek de zorunludur.
6- Yüce Allah'ın emir ve yasaklara dair hükümleri ile teklifin (mükellef olmanın) bilgisini elde etmektir. Yani İslâm'ın üzerine bina kılındı beş rüknü kabul ve tasdik etmektir ki, bunlar: Allah'tan başka bir ilâhın bulunmadığına ve Hz. Muhammed'in Allah'ın Peygamberi olduğuna şahitlik etmek, Namaz kılmak, Zekât vermek, Ramazan orucu tutmak ve Kâbe'ye hacca gitmek
7- İnsanların fani olduğuna, öldükten sonra dirilecekleri Ahiret âleminin varlığına ve bu âlemin müştemilatı denilen, haşr, sual, hesab, mizân, Cennet, Cehennem gibi hususlara inanmak,
8- Ahirette Allah'ın müminler tarafından görüleceğini bilmek,
9- Kaderin hak olduğunu, fakat kulların işlerinde mecbur olmadıklarını bilmek,
10- Kelâmullahın kadım olduğunu, fakat ses ve harflerden meydana gelmediğini bilmek.
Görüldüğü gibi bütün bu ve benzeri olan itikâdı esaslar Fırka-ı Nâciye'nin, yani Ehl-i sünnetin büyük çoğunluğunun üzerinde ittifak edip birleştikleri noktalardır. Ayrıca bu esasların herbiri Kur'an-ı Kerîm'in muhkem ayetlerine, Hz. Peygamber'in sahih hadislerine dayanmaktadır.
Bu itibarla Fırka-Naciye Allah'ın emirlerini bilip onları yerine getirdiği, yasaklarını anlayıp onlardan uzak durduğu ve Hz. Peygamberin gösterdiği hak yolda ilerlemeye devam ettiği için bu adı almış, yani kurtuluşa eren büyük topluluk olmuştur. Fırka-ı Naciye'yi ilk devirdeki topluluklara göre Ehl-i Sünnet-i Hasse denen Selefiyye, Ehl-i Sünnet-i Amme denilen Mâtûridîlerle Eş'ârîler meydana getirmiştir. (Geniş bilgi için bk. Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, s.332; Ebû Dâvud, Sünen, II, s.259; İbn Mâce, Sünen, II, s.479; Gazâlı, İhyâ', I, s.179; Şâtibî, Muvâfakat, IV, 48-52; Teftâzânî, Şerhu'l-Makârıd, II, s.199; Abdulkâhir Bağdâdî, el-Fark Beyne'l-Fırak, Mezhebler Arasındaki Farklar, Tercüme: Doç. Dr. E. Ruhi Fığlalı s.289-335; Eş'ârî, Makalât, 277-284).

FISK, FÂSIK

İsyan, Allah'ın emrini terk, hak yoldan çıkma, günah işleme tohumun kabuğunu delip çıkması. Fısk'ın çoğulu fesekâ ve füssâk'tır. Istılahi anlamı ise, büyük günahları işlemek veya küçük günahlarda devam etmek suretiyle Allah'a itaat etmekten çıkmak (Muhammed Hamdı Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, I, 282). Ayette "Rabbinin emrinden, O'na itaattan dışarı çıktı" (el-Kehf, 18/50) denilmiştir. Emrini tanımayan, sapkın, günah işleyen, fesatçı, kötülük eden, amel etmediği halde kelime-i şehâdet getiren ve inanan kimse anlamlarında kullanılır (İbnü'l-Manzûr, Lisânü'l-Arab, X, 308; el-Cürcânî, et-Ta'rifât, fâsık mad).
Fıskın; Günahı çirkin kabul etmekle beraber, zaman zaman işlemek, devamlı olarak günah işlemek ve günahın çirkinliğini inkâr ederek işlemek (Kâdı Beydâvı, I, 58) şeklinde üç mertebesi vardır. Üçüncü mertebe, küfür mertebesidir. Yani günahın çirkinliğini ve kötülüğünü kabul etmeyerek haram olduğuna inanmayarak işleyen kimse dinden çıkmış olur.
Fıskın sahibine Fâsık denir. Fâsıkın üçüncü mertebesinde olmayan fâsık, günahkâr mümindir. Ehl-i Sünnet'e göre mümin ünvanı kendisinden ahrımaz. Mutezileye göre; Büyük günahişleyen fâsık, mümin değildir. İnkâr etmiyorsa kâfir de değildir. Küfürle İman arasında kalır. Mutezile buna "El-menziletu beyne'l-menzileteyn"* der. Yani küfürle iman arasında üçüncü bir mertebe. Haricilire göre; Fıskın hangi mertebesinde olursa olsun fâsık kâfirdir (Abdusselam İbn İbrahim, Şerhû Cevheretu 't- Tevhıd, s . 244-245).
Fısk ve fâsık terimleri ile çoğulları Kur'an da elli kadar ayette, kullanılmıştır.
Ayetlerde görülen değişik anlamlara birer örnek vereceğiz: Zalim anlamında; ''Fakat zalimler kendilerine söylenen sözü değiştirip başka sekle koydular. Biz de fâsık olmaları yüzünden, üzerlerine gökten azap indirdik" (el-Bakara, 2/59).
Hak yoldan çıkma anlamında: "Ayetlerimizi yalanlayanlara ise, doğru yoldan çıkmaları sebebiyle azap dokunacaktır" (el-En'âm, 6/49). Yalancı anlamında: "Ey iman edenler, eğer fâsık bir kimse size bir haber getirirse, onun doğruluk derecesini araştırın" (el-Hucurât, 49/6). Mücâhid ve Katâde'den nakledildiğine göre, Hz. Peygamber Müstalik Oğullarına, Velid b. Ukbe'yi toplanan zekâtları teslim almak üzere gönderdi. Ancak Velîd, oraya gitmekten korkarak yoldan geri döndü ve Hz. Peygamber'in huzuruna çıkarak müstakil oğullarının dinden döndüklerini ve Medine'ye saldın için toplandıklarını, öldürülmekten korktuğu için aralarına girmediğini söyledi. Bunun üzerine Allah elçisi, Hâlid b. Velîd'i araştırma için müstalik oğullarına gönderdi. Hâlid, oraya gece vardı ve casuslarını önden gönderdi. Ezan okunduğunu ve namaz kılındığını görünce haberin yalan olduğu ortaya çıktı. Bu olay üzerine yukarıdaki ayet nâzil oldu ve bu şekilde yalan uyduran Velîd b. Ukbe ve benzerleri için "fâsık" terimi kullanıldı (İbn Kesir, Muhl İhtisaa ve tahkik, Muhammed Alı es-Sâbûnî, Beyrut 1402/1981, III, 360, 361).
Yine Kur'an'da iffetli bir kadına zina iftirası atan kimseye fâsık denilmiştir. "İffetli kadınlara zina isnâd edip de, sonra bu iddialarını doğrulayacak dört şahit getirmeyenlere seksen değnek vurun. Onların şahitliklerini de ebediyen kabul etmeyin. İşte"onlar fâsıkların ta kendileridir. Ancak, bundan sonra tövbe edip islah olanlar bu hükmün dışındadır..." (en-Nûr, 23/4, 5).
Ebû Hanife (ö. 150/767)'ye göre, zina iftirası ezası uygulanan kimse sonradan tövbe ederse, Fâsıklıktan kurtulur, fakat ölünceye kadar şâhitliğine güvenilmez. Çünkü ayetteki "tövbe ederlerse" istisnası, yalnız cümlenin son kısmına aittir. Diğer çoğunluk hukukçulara göre ise, istisna ayetin bütününe aittir. Tövbe edince hem fâsıklıktan kurtulurlar ve hem de şahitlikleri geçerlidir (Vehbe ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletuhû, VI, 173, 174).
Hz. Peygamber fâsık âlimden uzak durulmasını (Dârimî, Mukaddime, 29), karga eti yiyenin fâsık olduğunu (İbn Mâce, Sayd. 19), Fâsıkların cehennem ehli olduklarını (Ahmed b. Hanbel, III, 428, 444) ve bir müslümanın diğerini fâsıklıkla itham etmemesini (Tecrid-i Sarih Tercümesi XII, 137, Hadis No: 1988) bildirmiştir. Ayrıca pek çok rivâyeti bulunan bir hadiste beş hayvan için fâsık terimi kullanılmıştır. Hz. Âişe'den gelen rivâyet şöyledir: "Beş fâsık hayvan vardır ki, bunlar haremde de harem dışında da öldürülebilir. Yılan, Akrep, Fare, Kuduz Köpek ve Karga" (Müslim, Hacc, 67, 68, 69; Nesaî, Menâsik, 113, 114,118, 119, İbn Mâce, Menâsik, 91). Burada fâsık terimi; zararlı haşarat, söz dinlemeyen, kötülük yapan anlamındadır.
Ayet ve hadislerden anlaşıldığına göre fâsık tabiri kâfir ve münâfığı içine alan geniş anlamda kullanıldığı gibi, ehl-i Sünnet âlimlerine göre daha çok büyük günah işleyenler için kullanılmıştır. Ehl-i Sünnete göre inkâra düşmeksizin büyük günah işleyen ne kâfir ne de münâfık olur. İmandan da çıkmaz. Tövbe etmeksizin ölürse, Allah'ın onu ya bir şefâatçının şefâati veya fazl ve keremi ile affetmesi, ya da suçuna göre onu cezalandırması mümkündür. Sonra onu cennete sokar. Çünkü Allahû Teâlâ "Ey iman edenler, Allah'a nasûh (kesin) tövbe ile tövbe ediniz" (et-Tahrim, 66/8) ayetinde, günah işleyene iman sıfatiyle hitabetmiştir. Bunun gibi daha pek çok ayet vardır (bk. el-Bakara, 2/178; el-Hucurât, 49/9; el-Mâide 5/106; Ebû Mansur Mâtûridî, Kitabü't Tevhid, İstanbul 1979, s.354). Ayrıca İslâm ümmeti Hz. peygamber asrından günümüze ehl-i kıble için büyük günah işleyip işlemediğini dikkate almaksızın salât, dua ve Allah'tan mağfiret dileyegelmiştir. Yine müminlerin namazlarda ana-baba, hısımlar ve tanıdıkları için bir ayırım yapmaksızın istiğfâr etmesi meşhur olmuştur. Halbuki onlar kâfir için istiğfârın caiz olmadığına inanırlar.
Ayet ve hadislerde günahlar büyük ve küçük olmak üzere ikiye ayrılır. Kur'an'da; "Eğer yasaklandığımız büyük günahlardan sakınırsanız, sizin öbür küçük günahlarınızı örteriz ve sizi şerefli bir makama koyarız" (en-Nisâ, 4/31), "O, iyi amellerde bulunanlar; küçük kusurları hariç, büyük günahlardan ve hayasızlıklardan kaçmışlar" (en-Necm, 53/32) buyurulur.
Büyük günah (kebire) şöyle tarif edilebilir; ayet ve hadislerde büyük günah olarak belirtilen, hakkında nassı ile bir ceza konulan veya bir tehdîd unsuru bulunan fiiller ile, nass'larda belirtilmediği halde kötülüğü bunlar seviyesinde bulunan fiillerdir. İmam Mâtûridî (ö. 333/944) büyük günahları itikat ve amelle ilgili olmak üzere ikiye ayırmaktadır. Birincisi küfür ve şirk türünden olup, amelle ilgili olanı kişiyi küfre götürmez (Maturidî, 187 a.g.e., s.338).
Hadislerde bazı büyük günahlar sayılmıştır; Allah'a şirk koşmak, ana-babaya itaatsizlik etmek, yalancı şahitlik, sihir, haksız yere adam öldürmek, yetim malı yemek, faiz yemek, cihâd alanından kaçmak, iffetli mümin bir kadına zina iftirasında bulunmak, zina yapmak, Mescid-i Haram'da günah işlemek bunlar arasındadır (Bıharı» Edeb, 6; Müslim, İman, 38; Tirmizî, Tefsır, 5; Şehadatı 3; Birr, 4; Ebû Davûd, Vesaya, I0; Nesâî, Tahrım, 3; Ahmed b. Hanbel, III, 131, V, 36, 38; Dârimî, Diyât, 9). Hz. Ali (ö. 40/661) buna hırsızlık ve şarap içmeyi de ilave etmiştir (Teftâzânî, Şerhu'l-Akaid, Istanbul 1326/1908, s.140 vd).
Ancak işleyeni fısk derecesine düşüren bu günahlar, hadislerde örnek kabilinden ve hadisin vârid olduğu sıradaki şartlara göre söylenmiş olmalıdır. Çünkü ez-Zehebî (ö. 784/1 347) ' nin yazdığı "Kitabü'l-Kebairı de büyük günahların sayısı yetmişe ulaşırken, el-Heytemî (ö. 974/1566)'nin "ez-Zevacir an İktirafeıl-Kebairı adh eserinde bu sayı 467'ye kadar çıkar.
Hanefilere göre büyük günah işleyen fâsık, hâkimlik görevine tayin edilmişse, vereceği hüküm ihtiyaç sebebiyle geçerli olur. Fakat hâkimin, fâsığın şahitliğini kabul etmemesinde olduğu gibi kendisininde bu göreve atanmaması gerekir. Ancak iffetli kadına zina iftirası suçundan hüküm giyen kimse hakimliği ve şâhitliği geçerli değildir (Vehbe ez-Zühaylî a.g.e., VI, 745).
Fâsık kendisi ve çocukları üzerinde velâyet hakkına sahiptir. O, malını saçıp savurmaması şartiyle sırf fıskı yüzünden hacredilmez. Çünkü tasarruf ehliyetini kısıtlama (hacr) israf ve saçıp savurmayı önlemek için meşrû kılındı. Ayrıca ilk müslümanlar büyük günah işleyenlerin ehliyetlerinde kısıtlama yapmadılar (İbn Âbidîn, Reddu'l-Muhtar, V, 102).
Fâsık, yahudi, hristiyan veya mecusiye zimmî yahut harbî olsun sadaka vererek maddi yardım yapmak mümkün ve caizdir. Ayette: ''Onlar yemeğe ihtiyaç ve istekleri olduğu halde, onu, yoksula, yetime ve esire yedirirler" (el-İnsan, 76/8) buyrulur. Burada "Esir" harbî durumunda sayılır. Yine Hz. Peygamber, susuz köpeği sulayan kimse hakkında "Her canlı hayvan için ecir vardır" (Buharı. Mezalim. 23. Edeb, 37, Müsakat, 9, Müslim, Selam 153) buyurmuştur. "Senin yemeğini, Allah'tan sakınan kimseden başkası yemesin" (Tirmizi, Zühd, 56; Ebû Dâvud, Edeb, 16; Ahmed b. Hanbel, III, 38) hadisi ise, yardım konusunda tercih önceliğini bildirir (ez-Zühaylî, a.g.e., II, 920).
Fıskın zıddı adl; fâsık'ın zıddı adil'dir. Adâlet; dini istikamet üzere bulunmak, dini görevleri yerine getirmek, zina, şarap içmek, ana-babaya asi olmak ve benzeri durumlardan kaçınmak, küçük günahlarda ısrardan sakınmaktır. Şâfiîler, bir aile reisinin çocukları üzerinde velâyet hakkına sahip olması için onun adâlet sahibi olmasını şart koşmaktadırlar. Delilleri Hz. Peygamber'in şu hadisidir: "İki adâletli şahid ve rüşde ermiş veli bulunmadıkça nikâh olmaz" (Ebû Dâvûd, Nikâh, 19; Dârimî, Nikâh, II; es-Serahsı, el-Mebsût, V, 31). Çünkü nikâh velâyeti görüş ve takdir hakkını kullanmayı gerektirir. Fâsık ise, mal velâyetinde olduğu gibi, bu konuda da isabetli karar veremez.
Hanefi ve Mâlikilere göre velâyetin sabit olması için adâlet şart değildir. Veli, adil olsun, olmasın kendi kızını veya erkek kardeşinin kızını evlendirebilir. Çünkü onun fâsıklığı yanında bulunan kimselere karşı şefkat göstermesine ve hısımlarının maslahatını gözetmesine engel olmaz.
Velâyet hakkı geneldir. Ne Hz. Peygamber devrinde ve ne de ondan sonra hiçbir velinin fıskı sebebiyle çocuklarına velâyetten menedildiği nakledilmemiştir. Tercihe şayan olan görüş budur. Yukarıda zikredilen hadisi hanefiler zayıf görmüştür.
Hanefilere göre fâsık, velâyete ehil olduğu gibi şahitliğe de ehildir. Adâletli veya adâletsiz şahitliğe de ehildir. Adâletli veya adâletsiz şahitlerin önünde yapılacak akitler geçerli olur. Şia da aynı görüştedir. Onlara göre şâhitlik akdin sıhhati için gerekli bir şart olmayıp, mendûbtur (ez-Zühaylî, a.g.e., VII, 75, 197).




FİTEN

Azgınlık; sapıklık; azap; fikir karışıklığı, ayrılığı. Birşeye tutkunluk; günah, küfür, rüsvaylık, göz alıcı güzellik; mal ve evlat. Fiten, fitnenin çoğulu. Fitne, ilk önce imtihan, deneme ve sınama anlamında kullanılmış, daha sonra kapsamı genişlemiştir. Fitne kelimesi fetene-yeftinu'den mastar. Kur'an-ı Kerîm'de altmış kadar ayette bu kelime ve türevleri çeşitli anlamlarda kullanılır.
Değişik anlamlar için şu ayetleri örnek verebiliriz: "Fitneden sakının. Çünkü o, içinizden, sadece zulmedenlere dokunmakla kalmaz (onun musîbeti) günâhsızlara da dokunur" (el-Enfâl, 8/25). Ashab-ı kirâmdan Zübeyr b. el-Avvâm şöyle demiştir: "Biz bu ayetin kimler ve ne tür olaylarla ilgili olarak indiğini önceleri anlayamamıştık. Hz. Ali'nin hilâfeti sırasında vukûbulan Cemel Vak'ası'nda müslümanlar birbirlerine karşı cephe alınca, ayetin sahâbe hakkında indiğini anladım (Sahîh-i Buhâri Muhtasarı Tecrid-i Sarîh Tercemesi, XII, 291, 292).
"Yeryüzün de hiçbir fitne kalmayıncaya ve din tamamen Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer kötülükten vazgeçerlerse, şüphesiz ki Allah, onların yaptıklarını çok iyi görür." (el-Enfâl, 8/39)
"Onları bulduğunuz yerde öldürün. Sizi yurtlarınızdan çıkardıkları gibi, siz de onları çıkarın. Fitne çıkarmak adam öldürmekten daha kötüdür" (el-Bakara, 2/191).
"Allah'ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni saptırmalarından sakın" (el-Mâide, 5/49).
"Kalplerinde eğrilik bulunanlar, fitne çıkarmak ve arzularına göre açıklamak niyetiyle müteşâbih ayetlere uyarlar" (el-Bakara, 2/7).
"Bilin ki, sizin için mallarınız ve evlatlarınız ancak bir imtihandır" (el-Enfâl, 8/28).
Hz. Peygamber'in fitne mefhumunu tefsir eden sözleri, hadis kaynaklarının "Kitâbü'l-fiten" kısımlârında yeralmıştır.
Hz. Âişe (r.anhâ)'dan rivâyet edildiğine göre Resulullah (s.a.s.) namazın sonunda şöyle dua ederdi: "Allah'ım, kabir azabından, Mesih, Deccal'in fitnesinden, hayatın ve ölümün fitnesinden sana sığınırım. Allâh'ım, hayatın ve ölümün fitnesinden, günâh ve borçtan da sana sığınırım". Bir kimse "Borçtan dolayı çok sığınmanızın sebebi nedir?" diye sorunca; "İnsan borçlanınca konuşur ve yalan söyler. Söz verir ve sözünde duramaz" cevabını verdi (Buhâri, Vudû, 37,Ezân, 149, Cenâiz, 86-88, Cihad, 25, Deavât, 38, 39, 44-46; Müslim, Mesâcid, 128, 130, 132, Zikr, 49, Cenâiz, 86).
Hadisteki, kendilerine karşı Allah'tan korunma isteğinde bulunulan altı fitne; kabir azabı, mesih-deccâl, hayat, ölüm fitneleri ile günâh ve borçtur.
Kabir azabından sözedilmesi onun varlığına delildir (bkz. mad. Kabir azabı). Mesih, Hz. İsa için de, Deccal için de kullanılır. Fakat ikincisi daima "Deccâl"' ilâvesiyle birlikte bulunur. Deccâl'a Mesih denilmesi; hayır yönünün kalmaması, tek gözlü olması veya çıktığı zaman yeryüzünü çok kısa sürede dolaşabilme özelliğine sahip olmasıdır. İlâhlık davasında bulunması, hakkı bâtıl göstermesi, hilekârlık, yalancılık onun vasıflarındandır.
Hayatın fitnesi" dünyaya aldanmak, şehevi arzuları meşrû olmayan şekilde kullanmak, cehâletin arkasında koşmak ve en kötüsü ölüm sırasında imtihana tabi tutulmaktır. Ölümün fitnesi ise; ölen kimseye görevli meleklerce sorulan, "rabbin kimdir?" sorusuna, şeytanın, bu kimsenin karşısına geçip; "Şüphesiz rabbin benim" diyerek onu yanıltmaya çalışmasıdır (Tirmizî).
Huzeyfe b. el-Yemân şöyle demiştir: "Bir gün halîfe Ömer'in yanında oturuyorduk. Ömer, "Resulullah (s.a.s.)'in fitne hakkındaki sözlerini hanginiz hatırında tutmuştur?' diye sordu. "Ben bilirim' dedim. Ömer "Bu sırrı açığa vurmada cesursun' dedi. Ben de, "İnsanın ailesi, malı, çocukları ve komşusu yüzünden mâruz kaldığı fitneye namaz, oruç, sadaka, iyiliği emretme, kötülüğü menetme keffâret olur' dedim. Ömer "öğrenmek istediğim fitne, deniz dalgalanıp kabardığı gibi kabaran ve kuduran fitnedir' dedi. Bunun üzerine Huzeyfe şöyle dedi: "Ey müminlerin emiri, bu fitneden sana bir zarar yoktur. Çünkü seninle onun arasında kilitli bir kapı vardır, dedi (Buhârî, Mevâkît, 4, Fiten, 17; Müslim, İman, 231; Tirmizî, Fiten, 71; Ahmed b. Hanbel, V, 386, 401, 405). Bir kimsenin ailesi yüzünden fitnesi, onlardan dolayı meşrû olmayan işler yapması, sözler söylemesi; malı yüzünden fitnesi, haram yoldan kazanıp, meşrû olmayan yerlere sarfetmesi; çocukları yüzünden fitnesi, onlara olan aşırı düşkünlüğü sebebiyle birçok hayır işlerine fırsat bulamaması, onların geçimi için haram yoldan kazanç sağlamaya kalkışması; komşusu yüzünden fitnesi ise, iyi ve varlıklı olan komşusuna karşı kıskançlık duymasıdır (Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, II, 469).
Sonuç olarak İslâm'da kişinin fitne ve fesattan uzak, temiz bir hayat sürmesi, mânevî olgunluğa ulaştıracak amellere sarılması amaçlanmıştır. Bu konuda Hz. Peygamber'in müslümanı tarif eden şu hadisi bize ışık tutmaktadır. "Müslüman, diğer müslümanların elinden ve dilinden güvende olduğu kimsedir" (Buhârî, İman, 4, 5, Rikâk, 36; Müslim, İman, 64, 65; Ebû Dâvûd, Cihad, 2; Tirmizî, Kıyâme, 52).



FITRAT

Yaratılış, yapı, karakter, tabiat, mizaç, Peygamberlerin sünneti, Kâlb-i selim, adetullah. Ayrıca hilkat, tabii eğilim, hazır olmak, huy, cibilliyet, içgüdü, istidât gibi manalara da gelir. Terim olarak fıtrat: "Allah Teâlâ'nın mahlûkatını kendisini bilip tanıyacak ve idrak edecek bir hal, bir kabiliyet üzere yaratmasıdır (İbn Manzur, Lisânü'l-Arab, Beyrut, (t.y.), V, 55).
Fa-ta-ra fiil kökünden türeyen fatr: yarmak, ayırmak; iftar: orucu açmak; infitâr: yarılmak, açılmak; futûr: yarıklar, çatlaklar anlamındadırlar. Fıtrat; ilk yaratılışı kavramlaştırdığı gibi, sürüp giden her yaratılışı da anlamında toplar. Yani herhangi bir şeyin bir maddeden veya ilk yaratılıştaki gibi yokluktan ilk icadı ve ilk çıkışına fatr, bunun ortaya çıkış biçimine ve taşıdığı özellikleriyle birlikte görünüşüne fıtrat denir. Yaratığın fitrat üzerinde kazandığı öz niteliklerine de tabiat denilmiştir. Kâinatın Allah'ın fitratı üzere işleyişi İslâmî dilde âdetullah, sünnetullah, fitratullah ifadeleriyle isimlendirilmektedir (Râgıp el-İsfahânî, el-Müfredât, 38 vd.; M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, III, 1889 vd.; Ali Ünal, Kur'an'da Temel Kavramlar, İstanbul 1986, 198 vd).
Fıtratın geniş anlamları Kur'an-ı Kerîm'de şu ayetlerde açıklanmaktadır:
"Sen Hakka yönelerek kendini Allah'ın insanlara yaratılışta (Fıtratallah) verdiği dine ver. Zira Allah'ın yaratmasında değişme olmaz. İşte dosdoğru din budur, fakat insanların çoğu bilmezler" (er-Rûm, 30/30).
"Allah sizi annelerinizin karnından bir şey bilmez halde çıkarmıştır. Belki şükredersiniz diye size kulak, göz ve kalb vermiştir'' (en-Nahl, 16/78).
"Allah'ın kanununda bir değişme bulamazsın " (el-Fâtır, 35/43; Ayrıca bk. el-İsrâ, 17/77; el-Ahzâb, 33/62; el-Mümin, 40/85; el-Feth, 48/23).
"Nefse ve onu şekillendirene... Ona bozukluğunu ve korunmasını ilham edene andolsun ki nefsini temizleyen iflâh olmuş, onu kirletip örten ziyana uğramıştır. Semûd, azgınlığından yalanlandı... Rableri de günahları yüzünden azabı başlarına geçirdi, orayı dümdüz etti" (eş-Şems, 91/7-14).
"Biz ona hayır ve şer olmak üzere iki yol gösterdik" (el-Beled, 90/10).
"Biz ona yolu gösterdik, ya şükredici veya nankör olur" (el-İnsân, 76/3).
"Rabbimiz, her şeye yaratılışını verip sonra onu doğru yola iletendir" (Tâhâ, 20/50).
"Kendini tezkiye eden mutluluğa ermiştir'' (el-A'lâ, 87/14).
"O (adamın) tezkiye olmamasından sana ne?" (Abese, 80/7).
"De ki: Herkes yaratılışına göre davranır. Rabbiniz kimin en doğru yolda olduğunu bilir"? (el-İsrâ, 17/84).
"Nefislerinizde olanı gözlemiyor musunuz?" (ez-Zariyât, 51/21).
"Öncekilere uygulanan yasayı görmezler mi? Sen, Allah'ın kanununda bir değişiklik bulamazsın" (el-Fâtır, 35/43)
"Dilediğini yaratır ve onlar için hayırlı olanı seçer" (el-Kasâs, 28/68).
"De ki: Yeryüzünde gezin ve bakın, yaratılış nasıl başlamış?" (el-Ankebût, 29/20).
"Yaratıcıların en güzeli olan Allah'ın şanı ne yücedir" (el-Mü'minûn, 23/14).
"Onlar nefislerinde olanı değiştirmedikçe Allah bir toplumun durumunu değiştirmez" (er-Ra'd, 13/11).
Kur'an-ı Kerîm'deki bu ayetler birbirini tefsir ederek fıtratın anlamını açıklar. Hz. Peygamber (s.a.s.)'in şu hadisleri bu anlamı apaçık bir şekilde genişletmektedir:
"Kötülük yapmak seni üzüyorsa, artık sen müminsin" (Ahmed b. Hanbel, Müsned, V. 251-252).
"Her çocuğu annesi fıtrat üzere dünyaya getirir. Onun bu hali konuşma çağına kadar devam eder, sonra ebeveyni onu hristiyan; yahûdi, mecûsî yapar. Eğer ana-babası müslüman iseler, çocuk da müslüman olur" (Buhâri, Cenâiz, 79; Müslîm, Kader, 23-25; İman, 264; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 233, 435).
"Beş şey fıtrattandır: Sünnet olmak, kasıkları traş etmek, bıyıkları kısaltmak, tırnakları kesmek, koltuk altındaki tüyleri yolmak" (Buhâri, Libas, 51, 63, 64; Müslim, Tahara, 49; Ebû Dâvûd, Tereccül, 16; Tirmizî, Edeb, 14).
''Çocuklarınıza öğreteceğiniz ilk söz Lailaheillallah olsun " (Abdurrezzak Sanânı, Musannef, Beyrut 1970, IV, 334)
"İçini tırmalayan, kalbinde çarpıntılar oluşturan, gönlünü bulandıran şeyi terket" (İbn Hibban. Hakîm).
"Hayr, nefsin kendisine ısındığı, kalbin rahatladığı, yüreğin oturduğu şeydir. Şer de nefsin kendisine ısınamadığı, kalbin mutmain olmadığı, içinde tereddüt ve ıztırablar meydana getiren şeydir, her ne kadar müftiler hilafına fetva verseler de. " (Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 194).
"Müftiler sana fetva verseler de bir kere kalbine danış" (Dârimî, Buyû, 2). "Ameller niyete göredir" (Buhâri, Itk., 6).
"Seni işkillendiren şeyi bırak, işkillendirmeyene geç" (Hanbel, Nesâî, Taberânî), "Kötülük, insanın içine sıkıntı verir" (Müslim, Birr, 14).
"Rabbim buyuruyor ki: Ben bütün insanları Hanif (salim fıtrat) üzere dünyaya gönderdim. Sonra şeytanlar onu dinden saptırdılar. Benim helâl ettiklerimi onlara haram ettiler, insanlara bana ortak koşmalarını söylediler. Oysa o ortaklar hakkında hiçbir delil indirmemiştim" (Müslim, Cennet, 63; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 162).
Bütün bu açıklamalar fıtratın anlamını belirlemektedir:
Her doğan Allah'ın en güzel yaratması ile doğar.
Eğitim ve çevre faktörü, fıtratı ya İslâm üzere devam ettirir, yahut fıtratı bozarak yaratılış amacından saptırır.
Bütün insanlar Hanif üzere yaratılmakta, sonra şeytan ve nefis onları bozmaktadır.
Allah insanın nefsini takva ve fücurla yoğurarak yaratmış, şeytanın hilelerine karşı yine de kullarını kurtarmak için peygamberler aracılığıyla onları fıtrat dini hakkında bilgilendirmiştir.
Allah'ın yaratılış kanunu kevnî ve şer'î şekillerde değişmeyen bir yasadır.
İnsanı yaratan Allah onda iyilik ve kötülüklerle dolu dünya hayatında iyilikten yana tercih yapabilecek bir kabiliyet (vicdan) vermiştir. Bozulmamış, fıtratım korumuş insan iyiden yana tavır aldığı gibi, herhangi bir şekilde Allah'ın ayetlerini de akıl veya kalble kavramaya meyillidir. Ancak insanoğlunun kalbine her an şeytan veya melekler tarafından hayır ve şer telkin edilmektedir. İşte bunu kesin olarak hidâyete çevirmek İslâm dininin görevidir. İslâm, fıtratı korur, geliştirir, nefsi arındırarak insanların kurtuluşunu gerçekleştirir. Allah, yaratıklarını en güzel şekilde yaratır ve terbiye eder. Vahye bilerek karşı çıkan insanı şeytan ve grubu -fıtrata aykırı her türlü eğitimci, devlet, aile, toplum düzeni- saptırır. Bu aşamada İslâm ancak bir öğüt, bir tebliğdir, dileyen inanır, kurtulur, dileyen batağa sapar.
İslâm ümmeti insanları yaratılışlarındaki hayra eğilimli taraflarını ortaya çıkarmak ve onları en yüksek ahlâka ulaştırmakla yükümlüdür. İnsanlığın günah ve şirk bataklığından doğru yola çekilmesi, vicdanların ilâhı saflığına dönüşü, takva ile en güzel olana uyulması için ilâhı, kutsal bir nur yani İslâm'ın rehberliği şarttır.
-İnsanlar fert olarak nefislerinde olanı gözlerlerse veya kainattaki her çeşit, sayısız nimetleri aklederlerse veya geçmiş ümmetlerin başına gelenlerden ibret alabilirse hakikati idrak edebilirler.
Her insan, nefsine ve topluma karşı yaptıklarında bir kötülük oluştuğunun farkındaysa vicdan azabı duyabiliyorsa onda bozulmamış bir ahlâkı yapı vardır. "En güzel ahlâkı" tamamlamıştır, artık geçerli olan onun ahlâkıdır.
Bütün yaratılmış varlıklar bu kâinatta Allah'ın değişmeyen yasası (âdetullah)na göre yasamaktadırlar. İnsan bu kâinatta halife olarak yaratılmış ve emaneti yerine getirmekle sorumlu tutulmuştur: Allah'ın "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye yaratılışta sorguladığı insan, Rabbine şu sözü vermişti: "Evet, şahidiz."(el-A'râf, 7/132). Allah insanı yaratmış, ona düzen ve ölçülü bir biçim vermiştir. Onu en güzel şekilde yaratmış, doğruyu ve yanlışı göstermiş, insan da ya şükreder yahut inkâr eder halde temkin edilmiştir. Bundan sonra dünya hayatında kendini arıtan, yüzünü hanif olarak Allah'a çeviren, kendisini fatr edene ibadet eden kurtulacaktır (bk. el-İnsân, 76/3; et-Tîn, 95/4; el-Beled, 50/10; en-Nisâ, 4/28; el-İsrâ, 17/51; el-Mülk, 67/3; el-İnfitâr, 82/7-8).
Yine Kur'an-ı Kerîm'deki kutsal bilgilendirme yolu, insanı âfâk ve enfüsteki ayetleri düşünmeye, akletmeye çağırdığı gibi, insanın en çok acz içindeyken, meselâ denizde bir gemide yol alırken aniden gelen bir fırtınada deniz orasında acz içinde kalınca, bütün yalanlama, fitne ve fücûru, ortak koştuklarını unutan insan, hemen Allah'a dua etmektedir. Bu, insanın fıtraten Allah'ın bilincinde olduğuna bir delildir. Bu manevî hak duygusu her ferdde mevcuttur ve İnsanı yoldan çıkaran, işlediklerini süslü göstererek onu asi yapan şeytandır (Münâvî, Feyzu'l-Kadir, Beyrut 1972, V. 34; Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, İstanbul 1978, VI, 3822).
Dünyadaki her yeni doğan çocuk, tertemiz, sâf, her şeyi alma kabiliyeti ile donatılmış yapısını konuşma çağına kadar sürdürür. Bundan sonra ona Lailaheillallah öğretilmez ve fıtratın anlamıyla eğitilmezse ailesi onu yahudi, hıristiyan, mecusi, vb. yollarda eğitir ve buna göre onda bir kişilik yapısı gelişir. Halbuki Allah: "Yüzünü samimiyetle ve tamamen bu dine çevir. Allah'ın sıfatlarında sebat et ki o insanları bu fıtrat üzerinde yaratmıştır. Allah'ın yaratması değiştirilemez. İşte doğru din budur, fakat insanların çoğu bilmezler" (er-Rûm, 30/30) buyurmaktadır.
Buna göre bütün insanlar Allah'a inanmak ve ona kulluk etmekle fıtratta sebat etmelidirler. Yoksa Allah'ın öğütlerinden yüz çevirerek, bağımsız davranarak, ayetleri yalanlayarak fıtrata aykırı düşüleceği gibi, bu sebeple Allah'ın azabına da müstahak olurlar. Çünkü fıtratı bozmak, Allah'a karşı gelmek demektir. Meselâ müşrikler, fıtrata uygun doğan hayvan' yavrularının kulağını keserlerdi. Kız çocuklarını diri diri toprağa gömerlerdi. Kâbe'de Allah'a ortak koştukları birçok putlar bulundururlardı. Fıtratı inkâr etmek için kendilerine de vahiy indirilmesini veya peygamberlerin birer melek olması gerektiğini ileri sürerlerdi. Onların helâk edilmeleri de bu yüzden oldu. Hiç kimse Allah'ın insanı kul olarak yaratması kanununu değiştiremedi ve değiştirmeye kalkanların azabla kuşatılması da bir kanun olarak uygulandı.
İslâm'a göre hayatın anlamı ancak fıtrata uygun yaşamaktır. Yeryüzündeki gelmiş geçmiş hiçbir din ve ideoloji bunu sağlayamamıştır. Üstelik lâik çağdaş düşünce sistemleri, vahye karşı "doğal-pozitif akıl lâiklik" karşıtlığıyla oldukça, basit ve insan fıtratıyla uyum sağlamayan bir şekilde insanın kurtuluşunu din dışı bir yola sokmak istemişlerdir. Ancak insanın fıtratı her şeye rağmen, her türlü muhteşem teknik gelişmelere, maddi ilerlemelere rağmen tabiatı gereği gerçek mutluluğu bulamamakta, büyük bir manevî boşluğa düşmektedir. Bu boşluk Allah'ın sınırlarını aşmak ve nefsine zulmetmektir (et-Talâk, 65/1). Bu boşluğu çeşitli dinler doldurmak istemekte ancak hepsi de fıtrata aykırı muharref ve ilkel teklifler getirdikleri için insanlar İslâm'dan başka kurtuluş olmadığını anlamaktadırlar. Çünkü: "Kalpler ancak Allah'ı sanmakla huzur bulur" (er-Ra'd, 1 3/28).



FUCÛR

Azmak, günaha dalmak, doğru yoldan ayrılmak, yemin ve sözünde yalancı çıkmak. Allah'ın emirlerinden çıkmak, dinî ölçü ve prensiplere aykırı hareket etmek, fısk ve isyana düşmek.
Kur'an-ı Kerîm'de, bu kelime benzer kalıplarıyla yedi yerde geçmekte, fakat "fücûr" kalıbı halinde sadece bir yerde geçmektedir. O da eş-Şems suresi 8. Ayet-i Kerîmedir ki, meâlen şöyledir: "Sonra da ona iyilik ve kötülük kabiliyeti verene andolsun ki..." (Diğer ayetler için bkz. "Facir" maddesi)
Bu ayette "fücûr" kelimesi "takvâ" kelimesinin zıddı olarak ifade edilmekte ve "takvâ", "iyilik kabiliyeti" olarak, "fücûr" ise, "kötülük kabiliyeti" olarak ele alınmaktadır. Buradan da "takva" ve "fücûr"'un zıt anlamlar taşıdığını ve her ikisinin de insanda yerleşmiş birer durum olduklarını çıkarmak mümkündür.
Bilindiği üzere "takvâ", insanın Allah'tan hakkıyla korkup, O'na hakkıyla inanıp, bağlanmak, nefsini O'nun himayesi altında tutup kötülüklerden koruma anlamlarını taşımaktadır ki, buna bağlı olarak "fücûr" da, Allah'ı hakkıyla tanımamak, O'ndan hakkıyla korkmamak, tam anlamıyla bağlanmamak ve dolayısıyla O'nun himayesi ve tasarrufunun dışında günah işleyerek, kötülük içinde bulunmak anlamlarına gelmektedir.
Yine aynı ayette "fücûr" kelimesi,
"takva" kelimesinden önce zikredilmiştir. Bu da genel bir kuralı hatırlatmaktadır ki, o da, iyi bir hasletin yerleşmesi için, kötü hasletin terki esas tır. Her ikisinin bir arada bulunabileceğini düşünmek doğru değildir. Bir insan hem fısk-u fücûr içinde bulunup hem de takva üzere yaşamış olamaz. Takva için esas şart, fücûr halini terketmektir. Önce, günaha dalmaktan, Rabbına karşı gelmekten ve asi olmaktan uzaklaşıp, daha sonra da O'nun emrettiği şeyleri tam bir ihlasla yapıp, O'na tam anlamıyla bağlanmak, yani "takva" ya ulaşmak sözkonusudur.
fücûr, her ne kadar Allah'ın emir ve yasaklarını çiğnemek durumlarını ihtivâ etmiş olsa da, bu durumlarda eğer kesin bir inkar görülmüyorsa, fücûru küfürle aynı sayamayız. Küfür ancak açık bir inkâr ve Allah'a ortak koşma söz konusu olduğunda ortaya çıkmaktadır. Kısaca söylemek gerekirse, her küfür fücûr sayılmış olsa da, her fücûr, inkâr olmadığı sürece küfür olarak ele alınamaz.


FUKAHAY-I SEB'A

Medine'de aynı asırda yaşayan tabiîlerden yedi fakih.
Emevilerin iktidarda bulunduğu yıllarda bazı sahâbe çocukları ve tabiînden kimselerin bu iktidar ve yönetime karşı gelip toplumda çeşitli karışıklıkların çıkması yüzünden bir kısım sahâbîler, tabiîler hükümet merkezinden uzak şehirlere çekilip İslâmi ilimlerle uğraşmışlardı.
Onların ilmî çalışmaları ve çevrelerinde toplanan öğrencilerinin gayretleri daha sonra tefsir, hadis ve fıkıh gibi ilimlerin teşekkül ve tedvinini doğurmuştur.
Tabiatiyle birbirinden uzak ve değişik toplumsal şartlara sahip olan bu şehirlerdeki bilginler arasında görüş farkları gittikçe belirgin hâle geliyor ve her şehirde kendisine göre bir fıkıh ekolü doğmaya başlıyordu. Bunların en etkili olanları Hicaz ve Irak ya da diğer adıyla Medine ve Kûfe ekolleriydi. Kur'an, sünnet ve sahâbîlerin icmâlarıyla hükmü belirtilmemiş olan meseleleri Iraklı bilginler, akıl ve ictihad ile çözmeye çalışıyorlardı. Hicazlılar ise daha ziyâde hadis ve geleneklerden hareket ediyorlardı. Dolayısıyla bunlara "Hadis" veya "Eser" ehli adı veriliyordu.
İşte Hicaz ekolünü Fukahây-ı Seb'a denilen yedi fakih temsil etmektedir. Bunların basında Saîd b. el-Müseyyeb gelir. Bunlar, hakkında nass bulunmayan konularda ictihad yaparlarken en çok maslahata önem verirler ve genellikle ortaya çıkmamış problemler üzerinde durmaz ve bu gibi konularda görüş beyan etmezlerdi.
Fukahay-ı Seb'a'ya bu ismin verilmesinin sebebi, sahâbeden sonra fetva işinin bunlara kalması, ilim ve fetvanın daha çok bunlardan etrafa yayılması ve bununla şöhret bulmaları içindir. Nitekim onların yaşadığı asırda Salim b. Abdullah b. Ömer ve benzeri birçok tâbiî âlimler olmasına rağmen fetva işi en çok bu yedi fakihten soruluyordu (İbn Hallikan, Vefeyâtu'l-A'yân, I, 117).
Bu yedi Fakih şunlardır:
1- Saîd b. el-Müseyyeb (ö. 94/712): Tâbiîlerin reisi idi. Hadis rivâyeti, zühd, ibâdet ve takvayı nefsinde toplamıştı. Aynı zamanda rüya tâbirini de çok iyi biliyordu. Sa'd b. Ebı Vakkas ve Ebû Hureyre gibi bir grup sahâbîden ve Peygamber efendimizin hanımlarından hadis dinlemiştir. Ebû Hureyre'nin kızı ile evli idi ve hadislerin çoğunu da Ebû Hureyre'den rivâyet etmiştir. Kendisi der ki: Elli seneden beri cemâatle namazda imamın ilk tekbirini kaçırmadım ve elli seneden beri namazda bir adamın kafasına bakmadım (ilk safta durduğu için). Ayrıca elh yıl sabah namazını yatsı abdestiyle kıldığı söyleniyor. Kendisi şöyle diyordu: Allah'a ibâdet gibi insanı şerefli kılan ve Allah'a karşı günâh işlemek gibi insanı küçük düşüren bir şey yoktur.
Emevi yöneticilerinden Abdülmelik b. Mervan'ın oğulları Velid ve Süleyman'ın veliaht olmalarına bey'at etmediği için Abdülmelik'in emriyle Medine valisi Hişâm b. İsmail tarafından kendisine elli değnek vurulup Medine sokaklarında teşhir edildi. Zâlimlerle ilgili şunu söylüyor: Zâlimlerin çevresindeki yardımcılarına ancak kalben nefret ederek bakın, ta ki amelleriniz yok olmasın. Said b. el Müseyyeb Medine'de vefat etmiştir.
2- Ebû Bekr b. Abdirrahman b. Hâris b. Hişâm (ö. 94/712): Tâbiîlerin ileri gelenlerindendir. Kureyş Rahibi diye adlandırılırdı (İbn Hallikan, a.g.e., I, 117).
3- Kasım b. Muhammed b. Ebı Bekr es-Sıddîk (ö. 107/725): Tâbiîlerin ve zamanının en üstün şahsiyetlerindendi. İmam Mâlik, "Kasım bu ümmetin fakihlerindendir" diyordu. Kendisi bir grup sahâbîden rivâyet etmiş, kendisinden de tâbiîlerin büyüklerinden bir cemâat rivâyet etmiştir. Mekke ve Medine arasında bulunan ve Kudeyd denilen bir yerde vefat etmiştir (İbn Hallikan, a.g.e., IV, 60).
4- Urve b. Zübeyr b. el-Avvâm (ö. 94/712): Alim ve sâlih bir zat idi. Kur'an-ı Kerîm kıraatlarıyla ilgili kendisinden rivâyetler yapılmıştır. Kendisi teyzesi olan Hz. Âişe'den hadis dinlemiş, ondan da İbn Şihâb ez-Zührî ve diğer bazı âlimler rivâyet etmiştir. Medine'de kendi adıyla anılan Urve kuyusunu kendisi kazdırmıştır. Medine yakınında Fur' denilen bir köyde vefat etmiştir (İbn Hallikan, a.g.e., III, 255-258).
5- Süleyman b. Yesâr (ö. 107/725): Âlim, âbid ve güvenilir bir zat idi. Kendisi, İbn Abbâs, Ebû Hureyre ve Ümmü Seleme'den hadis rivâyet etmiş, ondan da İmam Zührî ve büyük hadisçilerden bir grup rivâyet etmiştir (İbn Hallikan, a.g.e., lI, 399).
6- Hârice b. Zeyd b. Sâbit (ö. 104/722): Kadri yüce âlim ve zâhid bir tâbiî idi. Zührî kendisinden hadis rivâyet etmiş, Medine'de vefat etmiştir (İbn Hallikan, II, 223).
7- Ubeydullah b. Abdullah b. Ute b. Mes'ud (ö. 98/716): Belli-başlı tâbiîlerdendi. Kendisi İbn Abbâs, Hz. Âişe ve Ebû Hureyre'den hadis dinlemiş ondan da Ebu'z-Zenad, Zührî ve diğer bazıları rivayet etmiştir. Zührî, "Dört denize ulaştım" diyor ve onların arasında Ubeydullah'ı da zikrediyor. Ömer b. Abdilaziz, 'Ubeydullah'ın bir gecesi bana bütün dünyadan daha sevimlidir'; O'nun bir gecesini beytulmâlin parasından bin dinara satın alırım" diyordu. Medine'de vefat etmiştir (İbn Hallikan, a.g.e., III, 125).


FURKÂN

Hakkı bâtıldan, doğruyu yanlıştan ayıran.
Furkân. ism-i masdardır: Masdar değildir. Fark kelimesinden daha anlamlıdır. Çünkü furkân sadece hak ile bâtılı birbirinden ayırma manasında kullanılır. Fark ise, daha umumî olup, ayırmanın mümkün olduğu bütün nesneler hakkında kullanılır (Abdu'r-Rauf el-Mısrî, Mu'cemü'l-Kur'an, Beyrut 1367/1948, II, 77).
Furkân, Kur'an-ı Kerîm'de değişik anlamlarda kullanılmıştır:
1- Zafer anlamında: "Hani Musa 'ya doğru yola gelirsiniz diye, o kitabı (Tevrât'ı) ve Furkân'ı (zaferi) vermiştik" (el-Bakara, 2/53).
2- Dinde insanı sapıklıktan ve şüphelerden çıkarma anlamında: "(O Kur'an ki) insanlara tam hidayettir, doğru yolu ve hak ile bâtılı ayırdeden (dalâletten kurtaran) hükümlerin nice açık delilleridir'' (el-Bakara, 2/185).
3- Kur'an ile eş anlamda: "Furkân'ı, âlemlerin (ilâhi azap ile) korkutucusu olsun diye, kuluna (Hz. Muhammed 'e) indiren (Allah'ın şânı) ne yücedir" (el-Furkan, 25/1). (Ebu'l-Ferec Abdurrahman ibnü'l-Cevzî (V. 597/1200), Nüzhetü'l-A'yfini'n Navâzir fi İlmu'l-Vücûh ve'n-Nazâir, Beyrut 1405/1985, s.459-460).
Müfessir Zemahşeri el-Bakara suresinin 53. ayetini tefsir ederken Furkân'la ilgili olarak daha değişik anlamlar vermekte ve şöyle demektedir: "Yani Musa'ya Tevrat'ı verdik. O Tevrat ki, hem ilâhı bir kitaptır, hem de hak ile bâtılı birbirinden âyırdedendir. Veya ayette geçen Furkân; hüccet, âsâ, yed-i beyzâ (ışık saçân el) ve diğer mucizeler demektir. Yani Hz. Musa'ya bunlar verilmiştir. Furkân, helâl ile haramı birbirinden ayırdeden ilâhı kanunlar anlamına da alınabilir. Başka bir görüşe göre de furkân, Hz. Musa ile düşmanlarını biribirinden ayırdeden Zafer anlamındadır. Nitekim el-Enfâl, suresinin 21. ayetinde geçen "Furkân Günü" Bedir'de kazanılan zafer anlamına gelmektedir" (Zemahşerî, el-Keşşâf, Kahire, 1397/1977, I, 69).
Zamahşen de el-Bakârâ, suresinin 185. ayetinde geçen furkan, "hak ile bâtılı, hidayetle dalâleti birbirinden ayıran" manasına alır (el-Keşşaf, I, 111).
Bazı bilginlere göre furkân masdardır. Kur'an-ı Kerîm hak ile bâtılı birbirinden ayırdettiği için "Furkân" diye isimlendirilmiştir.
Veya Kur'an, bölüm bölüm, parça parça indirildiği için Furkân olarak adlandırılmıştır (Zemahşerî, a.g.e., IV, 139)
4- ''Bundan evvel Tevrat ve İncil'i de indirmişti (ki onlar) insanlar için birer hidayet idi. O hak ile bâtılı ayırdeden hükümleri de indirdi" (Âl-i İmrân, 3/4). Ayet-i kerimede geçen Furkân'dan maksat, bütün semâvî kitaplardır. Çünkü bunların hepsi hak ile bâtılı birbirinden ayırdeder. Veya furkân'dan maksat, ayette geçen Tevrat, İncil ve Kur'an'dır. Veya dördüncü kitaptır ki, o da Zebûr'dur; yahut Allahu Teâlâ evvelâ Kur'an-ı Kerîm'i cins bir isimle (kitab olarak) zikretti, sonra şanını yüceltmek ve faziletini izhar etmek için onu bir vasıfla, yani hak ile bâtılı biribirinden ayırdeden bir sıfatla tekrarladı (Zemahşerî, el-Keşşâf, Kahire 1397/1977, I, 161-162).
5- "Ey İman edenler; eğer Allah'tan korkarsanız, O, size iyi ile kötüyü ayırdedecek olanı verir" (el-Enfâl, 8/29) ayet-i kerimesinde gecen furkân zafer manasında olabileceği gibi, beyân ve zuhûr manasına da gelebilir: "Allah size furkân verir" Yani sizi üne kavuşturur; sesiniz her taraftan duyulur; eserleriniz yeryüzüne yayılır. Veya "Size furkân verdi'' demek, sizi başarıya ulaştırır, kalplerinize huzur verir. Ayrıca Furkân'dan maksat, dinî ve dünyevî üstünlükler demektir. Buna göre "Size furkân verir" demek, sizinle diğer dinlerin mensuplarını birbirinden ayırdeder; hem dünyada ve hem ahirette size üstün meziyyetler ihsan eder demektir (Zemahşerî, a.g.e., II, 164).
Seyyid Şerif Cürcânî, Furkân'ı şöyle tarif eder: "Furkân, hâk ile bâtılı birbirinden ayırdeden tafsîli ilimdir" (Seyyid Şerif Cürcânî, et-Ta'rifât, s.166


FURKÂN SURESİ

Kur'an-ı Kerîm'in yirmibeşinci suresi. Mekkî surelerdendir. Ayetleri yetmişyedi, kelimeleri bin sekizyüzyetmişiki ve harf sayısı üçbinyediyüzotuzüçtür. Sure; adını birinci ayette geçen ve "ayırmak, ayırdetmek, mühim davaları çözüme kavuşturan kesin delil, mûcize gibi manalara gelen "furkân" kelimesinden almıştır. "el-Furkân", aynı zamanda Kur'an-ı Kerîm'in isimlerinden birisidir.
Sure, Mekke kâfirlerinin Kur'an, Hz. Muhammed (s.a.s.)'in peygamberliği ve getirdiği öğretilere karşı yükselttikleri şüphe ve itirazları ele almaktadır. Her itiraza uygun cevap verilmekte ve insanlar, gerçeği reddetmenin sonuçları hakkında uyarılmaktadır. Surenin sonunda, Müminûn suresinin başında olduğu gibi Resulullah'a iman eden ve onun getirdiği öğretileri izleyen insanların üstün nitelikleri, ahlâkî ve mânevî üstünlükleri tasvir edilmektedir.
Sure, bütünü itibariyle Resulullah (s.a.s.)'i teselli edici, tatmin ve takviye edici, ruhunu okşayan ifadelerle doludur. Bir yanıyla Allah'ın, kulu ve Resulü Hz. Muhammed'e tatlı, sevimli ve ruh okşayıcı ifadelerini ihtiva etmekte; bir başka yanıyla da Allah'a ve Resulüne karşı direnen sapık insan yığını ile yapılan savaşı tasvir etmektedir.
Konuyu ele alış tarzı bakımından sureyi dört ana bölümde incelemek mümkündür:
I. Bölüm: İnsanları uyarmak için Allah'ın, Kur'an'ı kuluna indirmesinden dolayı hamd ve tesbihle başlıyor. Göklerin ve yerin tek sahibi, kâinatı hikmet ve takdirine göre idare eden, oğul ve ortak koşmaları reddeden Allah'ın birliğini anlatıyor:
"Alemlere uyarıcı olsun diye kuluna Furkân'ı indiren, göklerin ve yerin hükümranlığı kendisine ait olan, evlat edinmeyen, mülkünde ortağı bulunmayan ve herşeyi yaratıp ona bir nizam veren, mahlukâtın mukadderatını tayin eden Allah, yüceler yücesidir" (1, 2).
Sonra müşriklerin tek Allah'a inanmayı reddedip O'nunla beraber başka tanrılar edindikleri, bu tanrıların kendileri yaratılmış olduğu halde onlara tapınmaları eleştiriliyor:
"O'nu bırakıp, hiçbir şey yaratmayan, bilakis kendileri yaratılmış olan, kendilerine bile ne zarar ne de fayda veremeyen, öldürmeye, hayat vermeye ve ölüleri yeniden diriltip kabirden çıkarmaya güçleri yetmeyen tanrılar edindiler" (3).
Bunun ardından, onların Peygamber'in getirdiği gerçekleri yalanladıklarını ve bu gerçeklerin geçmişlerin masallarından ibaret bulunduğu, hatta bunları bir başkasının Peygamber'e yazdırdığını söylediklerini belirtiyor:
"İnkâr edenler, Bu olsa olsa onun uydurduğu bir yalandır. Başka bir zümre de bu hususta kendisine yardım etmiştir' derler. Böylece onlar hiç şüphesiz iftira ve zulme başvurmuşlardır" (4, 5).
İnkârcıların, Peygamber'in diğer insanlar gibi bir beşer olmasını, yemek yiyip çarşılarda dolaşmasını yadırgadıklarını belirtiyor; gerçekten bir peygamberse ona bir meleğin inmesi gerektiğinden söz ettiklerini naklediyor; bu aşırılıklarını yüzsüzlüğe çevirerek Hz. Peygamber'in büyülenmiş birisi olduğunu iddiaya kadar vardırdıklarından söz ediyor:
"Ve dediler ki; "Bu ne biçim peygamberdir? Yemek yiyor, çarşılarda dolaşıyor! O'na, kendisiyle birlikte uyarıcı olarak bir melek indirilmeli değil miydi? Yahut kendisine bir hazine verilmeli veya içinden yiyeceği bir bahçesi olmalı değil mi?O zâlimler "Siz olsa olsa büyüye tutulmuş bir adama uymaktasınız' dediler" (7, 8).
Cenâb-ı Allah, bunu açıklamakla, inkârcıların, Hz. Peygamber (s.a.s.) ve onun risâleti hakkındaki sözlerini etkisiz kılmak istiyor.
Ondan sonra da sapıklıklarından ve kıyâmeti yalanlamalarından söz ederek, kendilerine hazırladığı cehennem azabını beyân ediyor. Elleri boyunlarına bağlı olarak dar bir yere atılacaklarını; bu esnada yol olup gitmeyi temenni edeceklerini belirtiyor:
"Üstelik saati (kıyâmeti) de yalan saydılar. Biz de saati yalan sayanlar için çılgın bir ateş hazırladık. Cehennem ateşi uzak bir mesafeden kendilerine görününce, onun müthiş kaynamasını ve uğultusunu işitirler. Elleri boyunlarına bağlı olarak, dar bir yerine atıldıkları zaman, oracıkta yok oluvermeyi isterler. Onlara, "Bugün bir kere yok olmayı istemeyin, aksine birçok defalar yok olmayı isteyin' denilir" (11-14).
Müminlerin cennetteki durumundan söz ettikten sonra, konunun derinliklerine dalarak inkârcıların mahşer günündeki hallerini gözler önüne seriyor. Allah'tan başka tapınmış oldukları şeylerle yüzyüze gelmelerini ve bu tapındıkları şeylerin, Allah'a karşı koşulan her türlü şirki yalanlamaları bölümüne geçiliyor.
I. Bölüm: Resulullah'ı teselli ile son buluyor ve ona, kendisinin de diğer bütün peygamberler gibi bir beşer olduğunu, onlar gibi yiyip-içip çarşılarda gezindiğini belirtiyor:
"Senden önce gönderdiğimiz bütün peygamberler de şüphesiz yemek yerler, çarşılarda gezinirlerdi. Sabreder misiniz diye sizi birbirinizle deneriz. Ve Rabbin herşeyi hakkıyla görendir" (20).
II. Bölüm: Ahireti inkâr edenlerin Allah'a karşı dil uzatmaları ve, "Bize melekler indirilmeli değil miydik? Veya Rabbimizi görmeli değil mi idik?" (21) dediklerini belirterek başlıyor ve çabucak, melekleri gördükleri kıyamet gününden bir tablo getiriyor gözlerinin önüne: "Melekleri görecekleri gün, işte o gün, günahkârlara hiç iyi haber yoktur. Melekler iyi haberler size yasaktır, yasak' derler. O gün gök, beyaz bulutlar halinde parçalanacak, melekler bölük bölük indirileceklerdir. O gün, gerçek hükümranlık Rahmân'ındır. İnkarcılar için yaman bir gündür o" (22, 25, 26).
Böylece Kur'ân'a karşı gelenlerin düşeceği hâli açıklayarak Peygamber'ine teselli vermektedir. Onlardan önce geçen ve peygamberlerini yalanlayan, Musa (a.s.), Nuh (a.s.)'ın kavminden, Âd ve Semûd kavminden, Ress halkından söz ederek başlarına gelenleri tasvîr ediyor, onların hayvanlarla aynı safta bulunduklarını, hatta onlardan aşağı olduklarını beyân ediyor: "Onlar dört ayaklı hayvanlar gibidirler. Belki daha da sapıktır yolları" (44).
III. Bölümde, gece ile gündüzün ardarda gelmesinden, hayat bahşeden sudan ve insanların bu sudan yaratıldıkları halde, Allah'tan başka kendilerine fayda veya zararı dokunmayan varlıklara tapınmalarından, yaratıcılarına ise karşı gelmelerinden söz ediliyor:
"Onlara; "Rahmân'a secdeye varın" denildiği zaman; "Rahmân da nedir, emrettiğine mi secdeye varacağız?' derler, ve bu onların nefretini arttırır"
IV. Bölümde ise Allah'a ibâdet edip secdeye kapaman ve Allah'a kulluk sıfatını hakeden "Rahmân'ın kulları" tasvir ediliyor; Rahmân'ın kullarının gittiği yoldan gitmek isteyenlere tövbe kapıları açılıyor; iman ve ibadetin mükellefiyetlerine sabredip dayananların mükâfatı tasvîr olunuyor: "İşte onlar sabrettiklerinden dolayı cennetin en yüksek dereceleriyle mükâfatlondırılırlar. Ve orada sağlık ve selâmla karşılanırlar" (75).
Surenin son ayeti, Allah'ı tanıyan ve emirlerine gönülden bağlanan kullar olmayacak olsa, inkârcılardan müteşekkil yol sapmalarının Allah katında hiçbir değerlerinin olmayacağını bildiren ifadelerle son buluyor



FÜRÛ'

Dallar, kısımlar, ikinci derecede önemli şeyler, ayrıntılar, teferruatlar. Furû'un tekili olan fer' kelimesi "asl' kelimesinin zıddı olup "kendisinden başka birşeye bina edilen herhangi birşey" diye tarif edilir (es-Seyyid eş-Şerif el-Cürcânî, et-Ta'rîfât, İstanbul 1283, s.111).
Bu kelime çeşitli ilimlerde kullanılır. Fakat daha çok fıkıh ve fıkıh usûlü ilminde kullanılan bir terimdir. Çünkü fıkıh ilmi herşeyden önce "usûl" ve "fürû" diye ikiye ayrılır. Fıkıh usulü, fıkıh ilminin köklerini (kaynaklarını) veya dayandığı delilleri konu olarak ele alan ve bu deliller vasıtasıyla hüküm çıkarma metodlarını anlatan bir ilimdir.
Böylelikle "fürû'", tanımını verdiğimiz usûl-i fıkıh üzerine bina edilen ve fıkhın bölümlerinden birine isim olarak verilen bir terimdir. Fıkıh usûlünde konulan metodlar çerçevesinde ayetlerden ve hadislerden çıkarılarak tesbit edilmiş hükümler furû' fıkhın konusunu oluşturur. Bu sebeple fıkıh ilmini meydana getiren usûl, furû' ve kaideler birbirine sıkıca bağlı olduklarından, ayrı ayrı düşünülmesi gerekir.
Fıkıh usûlüne dair birçok eser yazılmıştır. Fakat bunlar usûl kitaplarından daha çok fürû' konularını içeren eserlerdir. Bu gibi fürû'a dair fıkıh kitapları genellikle temizlik bölümüyle başlar; bunları ibâdet yani namaz, oruç, hac ve zekât konuları izler. İbâdet bölümlerinden sonra "muâmelât" dediğimiz kısımlar gelir. Muâmelât konuları ise, genellikle, alış-verişler, kefâlet, havâle, muhakeme usulleri, şahitlik, miras hukuku... gibi konulardır. Bu ve bunun gibi konular, Kur'an 've hadisten çıkarılan hükümler ve âlimlerin kendi görüşleri ile birlikte, en ince noktalara kadar inilerek, meseleler anlatılmış ve ortaya konulmuştur Meselâ es-Serahsî'nin (544/ 1149), Mebsut'u; el-Kâsânî'nin (587/1191) el-Bedâyiü's-Sanâyi; İmam Şâfiî'nin (204/819) El-Ümm'ü, fücû'a dair fıkıh kitaplarından birkaç örnektir.
Furû'nun diğer bir anlamı da; Kişinin anne ve babası, bunların anne ve babaları... sonuna kadar usûlü; buna karşılık, çocukları, çocuklarının çocukları ...sonuna kadar da furû'udur. Kişi fürû'una zekât veremez. Zira bunlara bakmakla yükümlüdür. Mirasından da belli hisselere sahiptirler. Bir kadı (yargıç) kendi fürû'nun davasına bakamaz. (Ayrıca bk. ferd).


gülgüzeli 01-04-2008 02:27 AM

Cevap : =>İslami Sözlük
 

FUSSİLET SURESİ

Kur'an-ı Kerîm'in kırkbirinci suresi.
Mekke'de nâzil olmuştur. Ellidört ayet ve yediyüz kelimedir; fâsılası: Dât, Zı, Tı, Sâd, Be, Zı, Rı, Dâl, Nun, Mîm harfleridir. "Fussilet, uzun uzun ve ayrıntılı olarak anlatmak demektir. Sure adını üçüncü ayette geçen "Teğabün Fussilet" (Tafsilâtlı Kitap) lâfzından almıştır.
Kur'an-ı Kerîm'in tafsilâtlı kitap olması şöyledir:
Onda yüzondört sure, altıbinalıtıyüzaltmışaltı ayet bulunmaktadır. Bütün kitapta mucizevî bir üslûp, beliğ ifadeler hakim olup; temel olarak inancı Allah'ın varlığı ve birliği, kudretinin delilleri, ahiret günü, müminler, münâfıklar ve kâfirlerin durumları, emirler, yasaklar, öğütler, kıssalar yeralmaktadır.
Kur'an'da geçmiş, hal ve geleceğe ilişkin temel bilgiler yeraldığı için bu kitap tafsilâtlı bir kitaptır. Bu bilgiler kesindir ve başka hiçbir bilgi onların verdiği malûmatı ihtiva etmez. Hangi yaklaşımla okunursa okunsun her okuyan onun çok anlamlı mucizevî bir metin olduğunu farkedebilir. Allah, kullarına acımış ve bütün hakikatleri bu kitapta bildirmiştir. Yeryüzündeki milyonlarca kitap işte bu Kur'an'a dayanmakta ve onu tefsir etmektedir. Kur'an öyle tafsilâtlıdır ki, hemen her surede birbirine benzer veya tekrar tekrar vurgulanan gerçekler, birbiriyle bağlantılı olarak birçok açıdan değişik meseleleri işlemektedir.
Bu sebeple tarih boyunca yüzlerce tefsir yazılmıştır.
Yirmiüç yılda ayet ayet, sure sure tamamlanan bu kitabın koruyucusu Allah'tır ve O, kitabını Arapça indirmişse bunun mutlaka dil açısından bir hikmeti vardır. Kur'an'ın iki kelimesini anlatmak için sayfalarca tercüme yapılması da buna basit bir delildir. Ve hiçbir kitap onun gibi göze, kulağa, bütün ruha tesir etmez. Hiçbir musiki onun tilâveti kadar insanı rahatlatmaz, duygulandırmaz. Bu yüzden o indirildiği zaman şairler şiirlerini Kâbe duvarından indirmişler, herkes onun ilâhî bir nur olduğunu anlamıştır.
Fussilet suresinin ilk ayetleri şöyle başlamaktadır:
"Hâ, Mîm. Bu Kur'an, Rahman ve Rahîm olan Allah tarafından bilen bir kavim için ayetleri çeşitli biçimlerde teker teker açıklanmış, Arapça bir Kur'an ve müjde verici bir uyarıcı olarak indirilmiştir. Böyleyken onların çoğu bunu düşünüp kabul etmekten yüz çevirmiştir. Arlık onlar dinlemezler. Onlar, Bizi davet ettiğin şeye karşı kalplerimiz bir örtü içindedir, kulaklarımızda bir ağırlık, bizimle senin aranda bir perde vardır. Artık sen dinince yapabileceğini yap, biz de dinimize göre hareket ederiz.' derler" (1-5).
Surenin başındaki mukattaa harflerinin manasını ancak Allah bilir. O nedenle sureye Hâ-Mîm ve Secde olmak üzere iki kelimeden oluşan Hâmîm secde adı da verilmiştir. Ayrıca Mesâbih, Secde, Akvât adları da verilmektedir.
Surenin nüzûl sebebi olarak şu rivâyet nakledilir: Ebû Cehil ve Kureyş'in ileri gelenleri biraraya gelirler; Muhammed (s.a.s)'in durumunu araştırmak üzere sihir, kehânet ve şiirden anlayan birini araştırırlar. Utbe b. Rabia, "Ben, bu hususlardan anlarım; Muhammed'in bu gibi işlerle bir ilgisi varsa, bunu ortaya çıkarırım" der. Utbe, Hz. Peygamber (s.a.s.)'e gider ve, "Ey Muhammed' sen mi daha hayırlısın, Hâşim mi; sen mi daha hayırlısın, Abdûlmuttalib mi?" der. Bu sözleriyle, peygamberlik gelse gelse bunlara gelirdi, demek ister. Peygamber (s.a.s.), cevap vermeden dinlemeye devam etti. Utbe, sözlerini sürdürdü: "İlahlarımızın aleyhinde konuşuyorsun, atalarımızı sapıklıkla itham ediyorsun. Reislik istiyorsan seni reis edinelim, mal istiyorsan, seni zengin kılacak kadar mal verelim. Kadın istiyorsan, Kureyş kızlarından beğendiğin on tanesini seç, al. Hasta isen seni tedavî ettirelim." Hz. Peygamber (s.a.s.), hep susuyor, Utbe'nin sözlerini bitirmesini bekliyordu. Sözünü bitirdiğinde, Resulullah (s.a.s.) "Sözlerin bitti mi?" dedi ve, "Bismillahirrahmanirrahim" diyerek Fussilet suresini okumaya başladı: "Eğer yüz çevirirlerse de ki: Ben sizi Âd ve Semûd kavimlerinin başına gelen yıldırıma benzer bir yıldırıma karşı uyardım" ayetini okuyordu ki, Utbe, yerinden fırladı ve Peygamber (s.a.s.)'in ağzını eliyle kapadı, devam etmemesi için yalvardı.
Utbe, okunan ayetlerin etkisi altın da kalarak, birkaç gün Kureyşlilere görünmedi. Ebû Cehil, Utbe'yi arayarak onu buldu. Utbe, olayı anlattıktan sonra şöyle devam etti: "Bundan böyle ben Muhammed'e hiçbir şey söylemeyeceğim. Bana öyle birşeyle cevap verdi ki, Allah'a yemin ederim, Muhammed'in okuduğu ne sihir, ne şiir, ne de kehânet türünden birşeydir. Bilirsiniz, Muhammed'in söylediği yalan çıkmaz Onu rahat bırakın. Başınıza bir azap gelmesinden korkuyorum" (Razî, et-Tefsîru'l-Kebîr, XXVII, 3: İbn Hişâm, I, 313 vd., İbn Kesir, IV, 90 vd.).
Rivâyetten de anlaşıldığı gibi, sure indiği sıralarda Kureyşli müşrikler, bu tür meselelerin dedikodusunu yapıyor; Kur'an'ı sihir, kehânet ve şiir olmakla itham ediyorlardı. (Araplara göre şiir de cin işidir. Her şaire şiiri imlâ ettiren bir cinni vardır Böylece Kur'an'ı anlaşılmaz kapalı sözler manzumesi olmakla suçluyorlardı.
Sure, iddia ettikleri gibi Kur'an'ın anlaşılmaz sözlerden değil, Arapça bir da kitap olduğu ve sözlerinin apaçık olduğunu anlatmakla konuya giriş yapar. Hem Hz. Peygamber de aralarından çıkmış bir insandır. Kur'an'ın onun eseri olması mümkün değildir; ve o, herşeye gücü yeten yüce Allah'ın eseridir.
Sure, girişinde konusunu belirlemektedir: Konu, Kur'an-ı Kerîm'dir; Allah'ın bu indirdiği ayetleri, kâinatta her an olup biten ayetleridir. Ayrıca kâfirlere karşı deliller getirilmekte, müminlerin özelliklerine deyinilmektedir. İbret alınsın diye azaba uğrayan kavimlerin haberleri anlatılırken onların neden helâk edildikleri açıklanmaktadır.
Surede Kur'an hakkında indirilen ayetlerde şöyle buyurulmaktadır: "O küfredenler, şöyle dedi: "Bu Kur'an'ı dinlemeyin. Onun hakkında (okunurken) manasız yaygaralar yapın; belki üstün gelirsiniz (susturursunuz)."işte biz o kâfirlere en çetin bir azabı tattıracağız. Onları yapageldiklerinin en kötüsüyle cezalandıracağız. Halbuki o Kur'an cidden sarp bir kitaptır ki, ne önünden ne ardından ona hiçbir bâtıl yanaşıp gelemez. O, bütün kâinatın hamdettiği o yegane hüküm ve hikmet sahibi Allah'tan indirilmedir. Eğer biz onu yabancı dilden bir Kur'an yapsaydık muhakkak ki, " Ayetleri açıklanmalı değil miydi? Arabra, Arapça olmayan bir Kur'an mı?" diyeceklerdi. Onlara de ki: "O Kur'an, iman edenler için bir hidayet ve şifâdır. İman etmeyenlerin ise kulaklarında bir ağırlık vardır. Onlar Kur'an'ı duymazlar, duymak istemezler. O Kur'an bunlara karşı bir körlüktür. Onlar, uzak bir yerden çağrılıp da duymayan kimseler gibidir. Andolsun ki biz Musa ya kitap (Tevrat'ı) verdik de, onda da ihtilâf edildi. Eğer Rabbinden bir söz geçmiş olmasaydı (hesab gerektirilmemiş olsaydı), aralarında olup bitirilmişti (helâk olmuşlardı). Herhalde onlar bundan, şüpheci bir tutum içindeler. De ki: Eğer o Kur'an Allah nezdinden gelmiş de sonra siz ona küfretmişseniz, bana haber verin, haktan uzak bir muhâlefette bulunanın ta kendisi olan sizden daha sapkın kim vardır?"
Günümüzde de inanmak istemeyenler, Kur'an'ın Arapça bir kitap olarak indirildiğini ve onun yalnız Araplara geldiğini söylerler. Halbuki, herhangi bir kitabın ve bu Kur'an'ın bütün yeryüzüne şâmil olması için yine yeryüzü dillerinden biriyle indirilmesi kadar doğal bir şey olamaz. Aslında onların her birine tek tek de Kur'an indirilse onlar yine inanmazlar. Kaldı ki Allah'ın elçisi ve sevgili kulu Muhammed (s.a.s.) Arap toplumunda doğdu ve ona -o ümmiye- Kur'an Arapça indirilmeseydi de meselâ İbranice indirilseydi, bu sefer de Allah'ın buyurduğu gibi "Arap'a Arapça olmayan bir kitap mı?" diyeceklerdi. Kısaca, kâfirler, yolu yokuşa sürmek için her zaman saçmasapan iddialarda bulundular. Kâh onu Muhammed uydurdu" dediler, ama o ümmî idi; kah "Bunlar defi saçması" dediler ama onun gibi bir ayet dahi getiremediler. Yine onlar ayetlerin mucizeliğini reddettiler; siyak ve sibakını, ayetlerin anlam örgüsünü bozarak ayetleri asıl manalarından başka manalara tefsir ederek sapıttılar. Ama, Kur'an'ın hiçbir bilgisini yalanlayamadılar. Kur'an'ın doğruluğu her zaman ortada var oldu ve var olup gidecektir. Onlar Muhammed'e "mecnun" dediler ama onun doğumundan beri aralarında yaşayan en dürüst insan olduğunu da reddedemediler. Allah onlara ayetlerini gösterdi. Her peygamberi ve onlara verilen kitabı da geçmişte kavimleri yalanlamışlardı. Ama başlarına korkunç azap gelmiş Meselâ Âd ve Semud bunlardandı. Doğru yol gösterildiği halde körlüğü tercih etmişlerdi. Allah da onları alçaltıcı azabın yıldırımı ile yakalayıverdi. Ancak iman edenleri ve sakınanları kurtardı. Allah şöyle buyurmaktadır: "İşte siz kulak, göz ve derileriniz aleyhinizde Şahitlik eder diye korunuyordunuz. Aksine, yapmakta olduklarınızın birçoğunu Allah'ın bilmeyeceğini sanıyordunuz. İşte bu sizin zannınız, Rabbiniz hakkındaki zannınız sizi bir yıkıma uğrattı; böylelikle de kayba uğrayanlar olarak sabahladınız" (22-23). Hz. Peygamber, (s.a.s.) bu ayeti çok veciz bir şekilde açıklamıştır: "Rabbin, kulum beni nasıl tasavvur ederse ben öyleyim, der." Yani insan Allah'ı nasıl tasavvur ederse, amellerini ona göre ayarlar. Müminin amelinin doğru olması, kâfirin amelinin yanlış olması gibi.
Suredeki ahlâkî kaideler:
1. "Allah'a çağıran, salih amelde bulunan ve gerçekten ben müslümanlardanım diyenden daha güzel sözlü kimdir? İyilikle kötülük eşit olmaz. Sen en güzel olan tarzda kötülüğü uzaklaştır; o zaman görürsün ki, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse sanki sıcak bir dost oluvermiştir. Buna da sabredenlerden başkası kavuşturulmaz. Ve buna büyük bir pay sahibi olanlardan başkası da kavuşturulmaz. Şayet sana şeytandan yana bir kışkırtma gelecek olursa hemen Allah'a sığın. Çünkü O işitendir, bilendir" (33-36). "Kim sâlih bir amelde bulunursa kendi nefsi lehinedir, kim de kötülük ederse o da kendi aleyhinedir. Senin Rabbin kullara zulmedici değildir... İnsan hayır istemekten bıkkınlık duymaz, fakat ona bir şer dokundu mu artık o umutsuzluğa kapılır" (46, 49). "İnsana nimet verdiğimiz zaman yüz çevirir ve yan çizer, ona bir şer dokunduğu zaman ise artık o geniş dua eden biridir" (51).
Bu âyetlerde Allah, insan psikolojisinin değişmez gerçeklerini bildirmekte, mü'minlerin amellerinin boşa gitmeyeceğini, fazlasıyla karşılığını vereceğini, beyan edip onları cennetle müjdeleyerek teşvik etmektedir. Daha önce kötü insanlara kötü, iyi insanlara iyi arkadaşları nasib ettiğini haber veren Allah Teâlâ, müslümanlar henüz az bir grup iken ve Mekkeli kâfir çoğunluğun baskılarıyla bunalırken, onlara kötülüğün tabiatı icâbı zayıf ve çökmeye mahkum bulunduğunu beyan etmekte; iyilik ve doğruluğun iddia ettikleri gibi zayıf değil, aksine hakiki fethedici bir güç olduğunu bildirmektedir. Kaldı ki, mü'minlerin en büyük vasfı, kötülüğe iyilikle karşılık vermektir. Hiçbir kötülük, iyiliğin yüceliği karşısında tutunamaz, çöker. İşte Allah mü'minlerin bu vasfını "büyük bir pay" diye nitelendirmektedir. Çünkü gerçekten bunu herkes yapamaz. Genellikle insan, kötülüğe kötülükle mukabele etmek ister; hatta insan kinci ve intikamcıdır. Ancak o en güzel ahlâka sahip Rasûlullah'(s.a.s.)'dir ki, kendisine her kötülüğü yapanları, hattâ zehirlemek isteyenleri bile affetmiştir. İşte müslümanın tavrı budur.
Üstelik müslümanın bu tavrından şeytan kahrolur. Çünkü o her zaman müslümanın hatalı bir tavrını yakalamak ister. Şeytanın kışkırtması işte budur. Onun tuzağı müminlerin açığını kollamaktır. Ebû Hûreyre bu konuda şöyle demektedir: "Bir gün birisi Resulullah'ın yanında Ebû Bekir'e geldi ve ona sürekli sövmeye başladı. Ebû Bekir susuyor, cevap vermiyor, Resulullah da sesini çıkarmıyordu. Ebû Bekir sonunda taştı ve sert bir karşılık verdi. Resulullah'ın çehresi hemen değişti ve oradan uzaklaştı. Hz. Ebû Bekir ona yetişerek niçin böyle davrandığını sorunca o şöyle buyurdu: "Sen sessiz durduğun sürece bir melek senin yerine ona cevap veriyordu. Fakat sen ağzını açtığında yanına şeytan geldi. Bense şeytanın olduğu yerde bulunmam. " Bu tavır, müminlerin her zaman Allah'ın hiçbir şeyden habersiz olmadığını dâima hissetmektir. Zaten kâfirler haksız yere kötülük çıkarırlar; giderek bunalıma düşerler; sürekli şek ve şüphe içinde hastalığa yakalanmış gibi olurlar ve sonunda hevâ ve hevesleri onları helâka götürür. Allah hiçbir zaman zulmetmez, salih amelleri zayi etmez ve kötülükleri de cezasız bırakmaz.
Nihayet sure şu ayetlerle sona ermektedir:
"Biz ayetlerimizi hem âfakta hem de (enfüsde) kendi nefislerinde onlara göstereceğiz. Öyle ki, şüphesiz onun hak olduğu kendilerine besbelli olsun. Herşeyin üzerinde senin Rabbinin şahit olması yetmez mi? Dikkatli olun; gerçekten onlar Rablerine kavuşmaktan yana derin bir kuşku içindedirler. Gözünü aç; gerçekten O, herşeyi kuşatandır" (53-54).
Müfessirler ayetlerin gösterilmesi konusunda şu önemli görüşleri ortaya koymuşlardır:
1. Onlar, İslâm'ın kısa bir sürede çevreye yayılacağını, ve kendilerinin de teslim olacaklarını tahmin edemezler. Nitekim İslâm'ın adâleti her yere yayılınca herkes ayetleri gördü.
2. Allah insanlara kendi vücutlarında, yeryüzünde, gökyüzünde ayetlerini göstermektedir. Her devirde bilimin yeni bulguları keşifler ve icatlar buna bir işarettir.
3. Tabiî ölüm halinde veya ölmeden önce ölerek herşeyden hakkı görmekle ayetler gösterilecektir.
4. Bu ayetler, indikleri tarihsel ortam içerisinde Bedir zaferi, Mekke'nin Fethi vb. olaylara işaret ederek mucizevî haberler yakın gelecekte gerçekleştiği gibi; dünya döndükçe genelde tüm insanlar ve toplumlar üzerinde de gerçekleşecektir.
Genel Olarak Fussilet Suresi şu mesajları taşır:
1. Allah'ın kelâmı Arapça'dır; bir müjde, bir uyarıcıdır; dileyen akıl sahipleri onu okursa gerçeğin farkına varır. Kalpleri kapanmış kişiler ise onu anlayamazlar.
2. İnkârcılar ne yaparlarsa yapsınlar kendi acı sonlarını hazırlamaktan başka birşeye nâil olamazlar. Allah'ın bir olduğu gerçeği değişmez.
3. Ne kadar ***** beyinsizdir şu inkârcılar. Allah onları yoktan varetmiş, işte şu kâinatta sayısız nimetleri onların emrine vermiş, şu âlemin nizamını sağlamış olduğu halde ve kullarına hidâyete iletmek için İslâm'ı bildirdiği halde ona inanmıyorlar ve üstelik elçisini, kitabını yalanlıyorlar. O halde geçmiş ümmetlerin anlatılan acı âkıbetleri de onları düşündürmüyorsa, cehennem ateşinde yanmaları kaçınılmazdır.
4. Şimdi müminlere karşı güçlü gibi görünen, şeytanın da her kötülüğü güzel gösterdiği, akılsız güruh, kıyâmette birbirini bile tanımayacaktır.
5. Kur'an, istenildiği kadar mesajı engellenmeye çalışılsa da tahkim edilmiştir ve kimse onun insanlara ulaşmasını önleyemez.
6. Allah herşeyi yaratandır; yaratıklarına karşı çok merhametlidir ve o yarattıklarını başıboş bırakmaz, onlara doğru yolu gösterir; bu onun büyük bir fazlıdır. Zaten hayat bir imtihandır, bir oyalanmadır.
7. Peygamber de bir insandır ve aldığı vahyi tebliğ eder.
8. Allah rızıkları dört günde takdir etti; sonra kendisi duman halinde olan göğe yöneldi; yeri ve göğü yedi gök olarak iki günde tamamladı ve her bir gökte kendi emrini vahyetti; dünya göğünü de kandillerle süsleyip donattı ve bir koruma altına aldı. İşte bu üstün ve güçlü olan, bilen Allah'ın takdiridir. O halde nasıl O'na ortaklar koşabiliyorlar? Allah'a karşı edepsizlik edip de Resulünü tanımıyorlar ve,
"O dileseydi bize melek gönderirdi" diye yalanlıyorlar? Veya Kur'an'ı Arapça diye küçümsüyorlar?
9. Müminler, kâfirlerin bu dünyadaki geçici üstünlüklerine aldırmasınlar. Şeytan ve dostları bir tarafta, müminler ve melekler bir taraftadır. Müminler, cennete gitmekle müjdelenirler ve onlara, "Orada artık tüm sıkıntınız, çileniz bitti, sonsuz nimetler sizin," denilir. Oysa kâfirler "bir yolcunun ağaç gölgeliğinde dinlenmesi gibi olan şu kısacık oyalanma dünyasından" sonra cehennem'e giderler. Onlar da orada ebedî kalıcıdırlar.

gülgüzeli 01-04-2008 02:29 AM

Cevap : =>İslami Sözlük
 
FEY'

Geri dönmek, vazgeçmek, gölge yayılmak fâe-yefıu-fey'en fiilinden mastardır. Bir isim olarak fey'; güneşin doğudan batıya dönmeye başlayan gölgesi; güneşin gurubuna kadar olan gölgesi; haraç, cizye, ticaret rusûmu; düşmandan savaşsız elde edilen ganimet; beytü'l-malde bulunan herhangi bir mal anlamlarına gelir.
İslâm arazi hukuku terimi olarak fey'; düşmandan savaşla veya savaşsız ele geçirilen toprakların mülkiyetinin devlette, yararlanma hakkının ise haraç vergisi karşılığında eski sahiplerinde bırakılması demektir. Bu, bir bakıma, geliri toplum ihtiyaçları için harcanmak üzere arazilerin topluca vakfedilmesidir .
Fetihle ele geçirilen araziler üç kısma ayrılır: Savaşla (anveten) elde edilen; düşmanın savaşsız başka yere göç etmesiyle boş kalan ve sulh yoluyla ek geçirilen araziler.
A. Savaşla ele geçirilen araziler.
Düşman toprakları zorla (anveten) ele geçirilmişse, İslâm devlet başkanı, bu topraklara şu üç statüden birisini uygulayabilir:
I) Bu arazileri savaşa katılanlar arasında paylaştırabilir. Hz. Peygamber'in Hayber topraklarını taksim etmesi gibi.
2) Arazileri eski sahiplerinin ellerinde bırakabilir. Bu taktirde onlara şahısları için cizye, arazileri içinde haraç vergisi bağlar. Arazi, haraç arazisi, gayri müslim olan halk da zimmî olur. İhtiyaç olması halinde ganimeti hak sahipleri arasında taksim etmek daha uygundur. Ancak buna ihtiyaç yoksa, gelecekte müslümanlar lehine bir güç oluşturmak için, eski sahiplerinin elinde bırakmak daha uygun olabilir.
İslâm hukukçuları, savaş ganimetlerinin, ganimeti hak eden sahiplerine taksim edilmesinin caiz oluşunda görüş birliği içindedirler.
"Biliniz ki, savaştan ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri, mutlaka Allah'ın, peygamberin ve yakınlarının, yetimlerin, düşkünlerin ve yolcularındır" (el-Enfal, 8/41) ayeti bu konuya delil gösterilmektedir. Bu duruma göre, ganimetlerin beşte biri ayette zikredilenlere veya İslam devletine, beşte dördü ise, diğer hak sahibi gazilere aittir.
Hz. Peygamber'in kavlî ve fiilî sünneti de buna delildir: "Herhangi bir yerleşim merkezine girip yerleştiğiniz zaman, orada sizin hisseniz vardır. Allah'a ve Resulüne karşı gelen bir yerleşim merkezini ele geçirdiğinizde ise, buranın beşte biri Allah'ın, peygamberinin, sonra sizindir" (Ebû Ubeyd, el-Emvâl, Kahira, 1353 H., s.57). Bu hadiste ilk ele geçirilen yerden "fey' " arazileri ikincisinden ise savaşla ele geçirilen "ganimet" toprakları kastedilmiştir. Hz. Peygamber yine zorla fethedilen Hayber topraklarını ganimet haklı sahiplerine taksim etmiştir. Medine halkı İslâm'a girince, menkul ve gayri menkul mallarının sahibi olarak kalmışlardır. Allah Rasûlü Mekke'yi zorla (anveten) ele geçirmiş, fakat topraklarını gazilere taksim etmemiştir (ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâm; ve Edilletüh, V, 533, 534).
Hanefi ve Hanbelilelere göre, İslâm devlet başkanının fethedilen araziler üzerinde, gâzilere taksim etme veya vakıf hâline getirme yetkisi vardır. Nitekim Hz. Ömer hilâfeti zamanında fethedilen Suriye, Irak ve Mısır topraklarını vakıf hâline getirerek, "fey'" hükümlerini uygulamıştır. Burada arazinin kuru mülkiyeti (rakabesi) devletin, yararlanma hakkı ise zilyed olarak daha önceki sahiplerinin olur. Irak toprakları fethedilince gâziler buranın kendilerine taksim edileceğini bekliyorlardı. Hz. Ömer dağıtmak istemeyince, uzun müzâkere ve istişareler oldu. Hz. Zübeyr, Abdurrahman b. Avf ve Bilâl Habeşî ile aynı düşüncede olanlar,.bu toprakların ganimet olarak kabulü ile Resulullah'ın Hayber topraklarını dağıttığı gibi gâzîlere dağıtmasını istediler. Muaz b. Cebel ve Hz. Ali gibi sahabe büyükleri de Hz. Ömer'i desteklediler.
Hz. Ömer şöyle diyordu: "Bu toprakları dağıtırsam sizden sonra gelecek müslümanlara ne kalır. Onlar toprakların ahalisiyle birlikte taksim edilmiş olduğunu, babalardan oğullara miras olarak intikal ettiğini, böylece kendilerinin her şeyden mahrum edilmiş olduklarını görecekler. Bu görüş, görüş değil". Bunun üzerine Abdurrahman b. Avf; "Görüş dediğin nedir? Arazi ve sahipleri Allah'ın gâzilere ihsan ettiği fey' ve ganimetlerden başka bir şey değildir" dedi. Hz. Ömer şöyle cevap verdi: "Onlar senin dediğin gibidir. Fakat ben meseleyi öyle görmüyorum. Allah'a yemin ederim ki, benden sonra müslümanlara çok şeyler sağlayacak bir ülke fethedilmez. Aksine fethedilen ülkelerin müslümanlara maddî bakımdan bir yük ve külfet olması da muhtemeldir. Irak ve Şam arazileri işleyicileri ile birlikte taksim olunursa, o zaman kaleler nasıl korunur? Daha sonra gelen nesillere, yetim ve dullara Irak ve Şam arazisinden ve diğer beldelerden ne kalır?" Toplantıda bulunanlar bu defa; "Allah'ın bize kılıçlarımızla ihsan ettiği ganimetleri savaşa katılmayan, taksime bile yetişmeyen kimselere, onların çocuklarına ve ortada hiç mevcut olmayan daha sonraki çocuklarına mı vakfedeceksin?" dediler.
Muaz b. Cebel; "Vallahi bu toprakları dağıtırsan hoşa gitmeyen şeyler ortaya çıkar. Toprağın büyük bir kısmı müslümanların eline geçer. Sonra bu sahipler zamanla ortadan kalkar ve büyük topraklar bir kişinin elinde toplanır. Onun için bu topraklara şimdiki müslümanların da, sonra gelecek olanların da faydalanmasını sağlayacak bir statü ver."
Hz. Ömer bu arada Kur'an-ı Kerîmden fey' ile ilgili şu ayetleri delil olarak göstermiştir:
"Allah'ın fethedilen diğer düşman ülkeleri ahalisinden peygamberine verdiği "fey' "Allah'a, peygamberine, hısımlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalanlara aittir. Ta ki bu mallar, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir devlet olmasın. Peygamber size ne verdi ise onu alın, size ne yasak etti ise ondan da sakının" (el-Haşr, 59/7).
"Bilhassa o fey hicret eden yoksullara ait olup, onlar Allah 'tan fazlu inâyet ve hoşnutluk ararlar" (el-Haşr, 59/8, bkz. ayet, 6, 9, 10).
Yukarıdaki ayetler, umumî olarak ganimetin taksiminden söz eden el-Enfâl Suresi kırkbirinci ayeti tahsis etmiştir. Yani ganimet ayeti, menkul ve gayr-i menkul tüm malları kapsamına alır. Haşr Suresindeki fey' ayetleri ise, ganimeti araziler dışındaki menkullere tahsis etti. Haşir Suresindeki ayetler, savaşla veya savaşsız alınan topraklar üzerinde devlet başkanına maslahata göre tasarruf yetkisi verir. Hz. Peygamber Hayber toprakları için Enfâl ayetiyle, Hz. Ömer ise Suriye, Irak ve Mısır toprakları için fey' ayetleriyle amel etmiştir. Buna göre, fey' ayeti bütün müminleri içine alır. Bu gayri menkuller üzerinde hak sahibi olmada, sonradan gelenler önceden gelenlere ortak olurlar. Bu, ancak arazileri taksim etmemekle gerçekleşir. Bunlar vakıf sayılır, fakat miras yoluyla geçebilir. Gerçek vakıf ise mirasla geçmez (Ebû Yûsuf, Kitabü'l-Harac, Mısır 1352 H, s.75, 83,85; Ebû Ubeyd, el-Envâl, Kahîra 1968, s.94; Muhammed Hamidullah, el-Vesâiku's-Siyâsiyye, s.314, vesika: 325; Ali Şafak, İslâm Arazi Hukuku s.146-149; Fahri Demir, İslâm Hukukunda Mülkiyet ve Servet Dağılımı, s.202-207; Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm Hukuku, İstanbul 1983, s.572, 573; ez-Zühaylî, a.g.e., V, 532-537) .
Hz. Peygamber bazı beldelerin topraklarını eski sahiplerinin ellerinde bırakmış ve taksim etmemiştir. Meselâ; Mekke'yi kılıç zoruyla fethetmiş, arazilerini gâzilere dağıtmamıştı. Yine Kurayza, Nadîr ve Arap yurtlarından diğer yurtlar fethedilmiş, ancak Hayber dışında bunlardan hiçbirinin toprakları taksim edilmemiştir. Bu konuda Devlet başkanı muhayyerdir. Dilerse, Resulullah (s.a.s.)'in yaptığı gibi taksim eder, dilerse, yine Resulullah'ın Hayber dışındaki toprakları eski sahiplerinde bıraktığı gibi bırakır. Bu ikinciler fey' topraklarını oluşturur (ez-Zühaylî, a.g.e, V, 537).
Hz. Ömer Irak topraklarını eski sahiplerinin elinde bırakırken Haşr Suresi'nin fey' ayetlerine (ayet, 6-10) dayanmıştır. Araziler için haraç, gayri müslim sahipleri için ise cizye vergisi bağlamıştır. Bu uygulama, müzâkere ve istişâreler sonucunda sahabenin icmaı ile ortaya çıkmıştır. İşin başında Bilâl ve Zübeyr (r.anhüma) gibi sahabiler karşı çıkmışsa da, sonradan onlar da bu görüşe katılmışlardır (Ebû Yusuf, Haraç, 27, 35; ez-Zühaylî, a.g.e., V, 537).
Şam ve Mısır toprakları fethedildiği zaman ordu komutanları bu yerlerin hükmünü Hz. Ömer'den sormuşlar, Halife de şu cevabı vermiştir: "Araziyi sahiplerinde bırak, menkul ganimetleri muhariplere dağıt. Böyle hareket, tedbirimiz gereği, müslümanların yararı içindir..." İlk devirlerde başlayan bu fey' uygulaması, sonraki devirlerde aynen devam etmiş, Osmanlılarda mîrî arazi uygulamasının temelini teşkil etmiştir. Emevi halîfesi Ömer b. Abdilaziz valilerine gönderdiği mektuplarında şöyle yazmıştır: "Arazi sahiplerinden kim müslüman olursa o anda elinde bulunanların hepsi kendisinindir. Ama evi ve arazileri müslümanların olmakta devam eder. Çünkü-onlar Allah'ın bir fey'idir" (İbn Zenceveyh, Kitabü'l-Emvâl, Arapça Uzm., Burdur Kütüphanesi, No: 183; Yahya b. Adem, Kitabü'l-Haraç, thk. Ahmed Muhammed şakir, Kahîra 1347 H., s.52, 62'den naklen Ali Şafak, a.g.e., s; 150).
B. Gayrimüslim halkın savaş korkusuyla başka yere göç etmesi sonucu boş kalan araziler. Bunlar da fey' adını alır. Müslümanların bu beldeye girmesiyle arazilerin mülkiyeti beytülmale intikal eder. Bunlar vakfedilmiş devlet mülkü haline gelir. Devlet başkanı bu arazileri ekip-biçen müslüman veya zimmîlerden haraç vergisi alır. Böyle bir beldede düşmandan kalan menkul mallar da fey'e dahil olur. İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre bunlar vakfedilir ve müslümanların maslahatı için harcanır (İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, I, 389; es-Şırâzı, el-Mühezzeb, II, 247; İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, IV, 353; el-Mâverdî, el-Ahkâmü's-Sultâniyye, s.133).
C. Sulh yolu ile (savaşsız) İslâm ülkesine katılan topraklar. Diğer sahipsiz topraklar gibi bunlar da devlet mülkiyetine geçer. Bu topraklar devlet namına işletilip geliri toplum yararına harcanabileceği gibi, devletçe gerekli görülen özel şahıslara da, dağıtılabilir. Nitekim Benî Nadir arazisi (Fedek ve çevresi), servetlerini Mekke'de bırakıp Medine'ye hicret eden yoksul sahabelerle, Medineli üç yoksul sahabeye taksim edilmiştir. Devletin şahıslara tahsis edeceği bu topraklar prensip olarak arazinin bulunduğu bölgeye göre öşür veya haraç vergisine tabi olur (Fahruddin er-Râzı; et-Tefsîru'l-Kebîr, XXIX, 284-285; İbn Abidin, Reddü'l-Muhtar, III, 288).
Sonuç olarak, savaşla veya savaşsız alınan toprakların kuru mülkiyeti (rakabesi) devlete tahsis edilerek, eski sahipleri olan müslüman veya gayrimüslim kimseler kiracı kabilinden bu topraklardan yararlanırlar. Tesbit edilen haracı da beytülmale ödemeye devam ederler. Kiracı durumundaki bu kimselerin araziyi satma, hibe, rehin verme gibi tasarrufları, ve mirasla intikal hükümleri kanunla düzenlenir. (bk. Arazı, Mîrî arazi).


FEYZ-İ İLÂHİ

Bir şeyin taşıp akması, çoğalması. Sufî terminolojisinde birincisi kozmoz (evren) ikincisi marifet nazariyesi (Epistemoloji-Theorie de Connaissance) ile ilgili olarak iki değişik anlamda kullanılır.
İslâm Felsefesinde de bu terim, kozmozun meydana gelişi ile ilgili bir kullanıma sahiptir. Ancak İslâm filozofları özellikle Farabı ve İbn Sina bu kelime yerine, Batı dillerinde, daha aşağı olanın daha yukarı olandan çıkmasını ifade eden "Emenation" kelimesinin ifade ettiği manayı karşılayan "sudür" kelimesini kullanırlar.
Sudur nazariyesine göre kainat, İlâhı Varlık'tan tedricî olarak genişleme ve yayılma (Extantion) yoluyla meydana gelmiştir. Bu nazariyenin temeli büyük ölçüde Platinos'un düşüncesine dayanır. Plotinos'a göre her şey (kâniat) kendisine "varlık" sözünün bile bir sınırlama getireceği; kuvve ve fiil halinin de üstünde olan, diğer bir ifade ile varlık sözünün ifade ettiği manayı dahı askın olan ilk ilke'den sudür etmiştir. O, ilk ilke'nin "tek"liği üzerinde titizlikle durur. Her şeyin ilk İlke'den suduru (tasması çıkması), her şey ancak O'nunla varolur anlamına gelir. Plotinos'un ilk ilke'sine Farâbı ve İbn Sina Zorunlu Varlık (Vacibu'l-Vücûd) derler. Bu aynı zamanda düşünür ilkedir. O'nun düşünmesi varlığın nedenidir. Zorunlu varlığın kendi kendini düşünmesinden (akletmesinden) ilk akıl meydana gelir ki, Sufiler buna Hakikat-ı Muhammedı veya Nûr-ı Muhammedî derler. İlk Akıldan da, Zorunlu Varlığı düşünmesi sonucu İkinci Akıl; kendisinin Zorunlu Varlığa nazaran zorunlu oluşunu düşünmesinden birinci göğün (felek) Nefsi; kendi özüne göre kendisinin mümkün (olurlu) oluşunu düşünmesinden de birinci göğün cismi meydana gelir. Bu tedrici oluş Faal Akıl ve Yer küresine kadar devam eder (bk. İbn Sina, En-Nefsü'l-Beşeriyye, s.36, Beyrut 1986; Farabî, es-Siyasetü'l-Medeniyye, s.48, Beyrut 1911; İbn Sinâ, Necât, s.288, Beyrut, 1985; Abdurrahman Bedevî, Eflûtın (Plotinos) İnde'l-Arab, s.134-39; Kuveyt 1977; İsmail Fennî, lügatçe-i Felsefe, s.26-17, İst. 1341).
Gazzâlî sudur nazariyesini, sünnı kelamcıların yoktan yaratma düşüncesine ters düşdüğü ve sudür sürecinin zorunlu olduğu gerekçesiyle; bu yüzden de Allah'ın "Mürîd" oluşu ile çeliştiği için eleştirir. Meşhur tehafütü'l-Felâsife' adlı eserinde bu konuyu genişçe ele alır. Hatta bu nazariyenin mantıkı sonucunun Allah'ın her şeyi bildiği hakikatine ters düşeceğini ileri süren Gazzâlî, filozofları tekfiri neticesini çıkarmıştır. Oysa İbn Rüşd Gazzâlî'nin filozofları yanlış anladığı kanaatindedir (İbn Rüşd, Faslu'l-Makâl, s.54-55, Leiden, 1959).
Böylece sudur nazariyesi, İslâm filozoflarının Tanrı-Kâinat ilişkisini ortaya koydukları Kozmoloji öğretileri ile ilgili bir anlayıştır (S. Hüseyin Nasr, İslâm Kozmoloji Öğretilerine Giriş, İstanbul 1985).
Yukarıda da belirttiğimiz gibi Feyz veya feyz-i ilâhı kavramı Tasavvuf literatüründe iki anlama gelir: Birinci anlamda, ilâhı gerçeklerin Levh-i Mahfuzdan insan kalbine nüzulü anlamında marifet nazariyesi ile ilgili kullanılır; ikinci anlamda ise, sufi kozmoloji ile ilgili olarak kullanılır.
Sûfiler hicrî üçüncü ve dördüncü asırdan itibaren, Kelamcılar ve filozoflardan farklı olarak, özel bir bilgi nazariyesi geliştirmişlerdir ki, İkbal'in deyimiyle, Kur'an'ın üç ilim kaynağından biri olarak belirttiği batını tecrübe esasına dayanır (M.İkbal, İslâm'da dinî Tefekkürün Yeniden Teşekkülü, İstanbul 1964, s.I 1 3). Onlara göre insan, Levh-i Mahfuz'dan olan ilâhı gerçekleri vasıtasız olarak bilebilir. Nitekim insan için iki türlü bilgi edinme söz konusudur. Birincisi tecrübe ve deney yoluyla (buna nazarı-istidlâlî bilgi de dahil) elde edilen bilgiyi içerir; ikincisi, "Rabbânî Ruhânî bir latife" diye ifade edilen ve insanî bir yeti olan "kalb" ile elde edilen bilgiyi ifade eder ki, bu bilgi vasıtasız, doğrudan ve keşf yoluyladır. Ancak burada kalb kelimesiyle ifade edilen şey Ruh, Nefs-i Natıka veya Akıl da denilen ve herkeste bulunan bir melekedir. Daha açık bir ifadeyle kalb, aklın değişik fonksiyonlarından dolayı onun işleyişinin farklarını ayırmak için kullanılan bir terimdir (bk. Gazzâli, İhya, III, 3 vd; Mişkât, 43-44; Taşköprülüzâde, Miftah, IIIIV, 319-320; Râgıb el-lsfahânı, ez-Zerı'a, s.64 vd; Müfredât, ilgili maddeler).
Sûfî'ler birinci yolla elde edilen bilgiye "Husûlî"; ikinci yolla elde edilen bilgiye de "Huzûrı' bilgi de derler.
Batı Felsefesinde İntuition (hads) kelimesiyle ifade edilen ve ilk kez Kant tarafından sistemli bir tarzda ele alınan, daha sonraları özellikle Bergson tarafından geliştirilen bilgi anlayışı da Sûfilerin düşüncesiyle benzerlik arzeder.
Sûfilerin marifet anlayışlarına göre insan, nefs tezkiyesi ve kalb tasfiyesi (nefsin arındırılması ve kalbin parlatılıp cilalanması) neticesinde, bir takım gerçeklere vakıf olur. Bu, ilahı gerçeklerin Levh-i Mahfuzdan insan kalbine taşması (feyzi) yoluyla gerçekleşir. Onlar bu ilme ilm-i mukayese de derler.
İkinci anlamında ise Feyz, sufi kozmolojinin oluşumunu ifade eder: Buna göre Allah "gizli bir hazine" iken bilinmeyi istemiş ve bu irade neticesinde evreni varetmiştir. Bu varoluş süreci tedrici bir iniş (tenezzül) sistemini ifade eder. Bu anlayışın ilk sistemleştiricisi ise Muhyiddin el-A'râbı'dir. Ona göre varoluş tenezzülât-ı seb'a dediği bir iniş sırası (mertebe) takib eder. O'nun bu anlayışı Yeni-Eflâtuncu sudur nazariyesine bir çok yönden benzer. Şu farkla ki, Muhiddin el-A'rabî'nin sitemin de ikinci mertebe de Hakikat-ı Muhammediyye bulunur ve son mertebe de ise insan bulunur (bk A . Avni Konuk, Fususu'l-Hikem Tercüme ve Şerhi, 1, 10 vd. İst. 1987; İsmail Fennî, Madiyyûn Mezhebinin İzmihlâli, s.259-262, İst. 1928).
Nihayet sufiler bu son anlamında feyzi ikiye ayrılırlar:
1- Feyz-i Akdes: Allah'ın kendi zatına tecellisi ile eşyanın arke tipleri olan sabit gerçeklerin (Âyanı Sâbite) İIm-i İlâhı detaayyünü (belirmesi). Burada tecellî zatı olduğundan âyanı sabite'nin dış dünyada varoluşu söz konusu değildir. Bu itibarladır ki Sûfîler, âyanı sabite varlığın kokusunu bile almamıştır derler.
2- Feyzi Mukaddes: Allah'ın esmâ ve sıfatları yönünden tecellisi neticesinde ilm-i ilâhideki sabit gerçekler dış dünyada varlık kazanırlar. Feyzi mukaddes Feyzi Akdes üzerine müretteb olduğundan dolayıdır ki, bu öğretiye bağlı sûfîler şeylerin özlerinin (ayn) yaratılmamış olduklarını sadece Onlara dış dünyada eğreti bir varlık bahşedildiğine inanırlar (bk. Cürcânı, Ta'rifât, ilgili maddeler; Şeyhülislam M. Sabri
Efendi, Mevgıfu'l-Beşer Sahte Sultani'l-Kader, s.267 vd. Kahire 1356).


FİCÂR SAVAŞLARI

Câhiliye döneminde müşrik Araplar arasında haram aylar* dan birisinde yapılan savaşlar.
İslâm'da yasak olduğu gibi câhiliye döneminde de Müşrikler arasında haram aylarda savaş yapmak, kan dökmek, haksızlık ve kötülüklerde bulunmak yasaklanmış idi. Muharrem, Receb, Zilkâde ve Zilhicce aylarından oluşan bu aylarda yasağın ihlâl edilmesi, büyük bir günâh ve suç sayılıyordu.
Bu telâkkiye rağmen câhiliyye döneminde zaman zaman haram ayların kudsiyeti çiğnenmiş, kanlı bazı savaşlar meydana gelmişti. İşte bu savaşlar, müşrikler tarafından, günâhın işlendiği savaşlar anlamını ifade etmek üzere "ficâr savaşları" diye adlandırılmıştır.
Arap tarihinde dört ficâr savaşı vukû bulmuştur. I. ficâr savaşı, Gıfâr kabilesinden bir şahsın Ukâz Panayırı'nda ayaklarını uzatıp oturarak "Arapların en şereflisi benim!" demesine kızan bir şahsın, kılıcıyla onun ayaklarını kesmesi üzerine iki tarafın adamları arasında cereyan etmiştir.
II. Ficâr savaşı, Kureyş'ten Benû Amir ile Kureyş'ten Benû Kinâne arasında meydana gelmiştir. Yine Ukâz Panâyırı'nda Benû Amir'den bir kadına Kinâneoğullarından bazı gençlerin sarkıntılık etmesi bu savaşa sebep olmuştur.
III. ficâr savaşı ise, Kinâneoğullarından bir şahsın, Âmiroğullarından birisine olan borcunu zamanında vermediği gibi oyalama cihetine gidip ödemeye yanaşmaması sebebiyle bu iki kabile arasında ortaya çıkmıştır.
IV. ficâr savaşı ise, Kinâneoğullarının yanısıra Kureyş ile Hevâzin'in Kays-ı Aylân kabileleri arasında meydana gelmiştir. Hıre hükümdarının çıkardığı bir kervana kılavuzluk ve muhafızlık etme konusunda aralarında ihtilâf ve husûmet çıkan Kinâneoğullarına mensup bir şahsın Kays-ı Aylân'dan birisini öldürmesi bu savaşa sebep teşkil etmiştir. Kinâneoğullarının yanında Kureyş'in diğer sülâleleri de savaşa katılmış, bu arada Peygamber efendimiz de amcalarıyla birlikte bu savaşta bulunmuştur. Ancak genellikle kabul edildiğine göre o sırada yirmi yaşında olup savaşabilecek güçte olmasına rağmen sadece savaş alanının gerisine düşen okları toplayıp amcasına vermekle yetinmiştir. Sonunda bu savaş, iki tarafın ölülerinin sayılıp ölüsü fazla olan tarafa fazlalık miktarınca diyet verilmesi kararı ile sulha bağlanarak neticelendirilmiştir.


FİDYE-İ NECÂT

Kurtuluş fidyesi, kurtulma bedeli. Fidye ve eş anlamlısı "fıdâü" sözlükte; esirleri kurtarmak için verilen bedel, bazı ibâdetlerdeki eksikliklerden dolayı Allah için yoksullara verilen meblağ, ve kurban anlamlarına gelir. Fidyenin çoğulu fidâ'dır. Bir islâm hukuku terimi olarak; savaşta esir düşen kimsenin, kurtulmak için vermek zorunda kaldığı bedel anlamına gelir.
Hz. Peygamber bazı savaş esirlerini karşılıksız olarak serbest bırakmış, bazıları öldürülmüş, bazıları da mal karşılığında veya esir mübâdelesi sonunda salınmıştır (eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, VIII, 2-6). Bu uygulama, toplum yararını gözetme ve müslümanların durumuna en uygun olanı tercih etme esasına dayanır.
Hanefilere göre, İslâm devlet başkanı, savaş esirleri hakkında üç alternatiften birisini uygulayabilir. Öldürme, köle edinme veya zımmî olarak serbest bırakma. İmam Ebû Hanife'den bir rivâyette, savaş bittikten sonra esirleri mal karşılığında veya esir mübâdelesi yoluyla salıverme caiz değildir. İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed'e göre ise esir mübâdelesi yoluyla salıverme caizdir. İmam Muhammed es-Siyeru'l-Kebır'de şöyle der: İhtiyaç varsa mal veya müslümanların esirleri karşılığında salıverme caizdir. Çünkü Resulullah (s.a.s.) müslümanlardan iki kişiyi, müşriklerden bir kişi karşılığında kurtarmış, yine Mekke'de esir olan birçok müslümanı bir kadın karşılığında serbest bırakmıştır (eş-Şevkanî, a.g.e., VII, 305). Hanefilerin çoğunluğuna göre, esirleri fidye almadan salıvermek caiz değildir. Çünkü bu, düşmanın kuvvetinin artmasına sebep olur. İmam Muhammed'e göre ise, devlet başkanı müslümanlar için yararlı görürse bazı esirleri karşılıksız olarak salabilir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s.) Yemâme halkının büyüğü Sümâme b. Üsal'i fidye almadan serbest bırakmıştır (ez-Zeylâî, Nasbü'r-Râye, II, 391, 402; eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, VII, 301 vd.; es-Sâbûnî, Tefsiru Âyâti'l-Ahkâm, II, 455-457; Ö. Nasuhi Bilmen, İstilâhat-ı Fıkhıyye Kamusu, III, 401, 402).
Şâfiî, Hanbeli, İmâmiyye, Zeydiyye ve Zâhiriyye mezheplerine göre; devlet, esirler hakkında İslâm ve müslümanlar için uygun göreceği şu dört alternatiften birisini uygulayabilir. Öldürme, köle edinme, fidye almadan veya mal yahut müslüman esirler karşılığında salıverme. Mâlikiler buna cizye koymayı da ilave ederler (ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletuhu, VI, 472, 473).
Kurtuluş fidyesi karşılığında salıverme; ya esir mübâdelesi, ya da bir bedel karşılığında serbest bırakmayı ifade eder. "Bundan sonra esirleri ya karşılıksız ya da fidye karşılığında salıvermek vardır" (Muhammed, 47/4) ayeti bunun delilidir. İslâm'da ilk kurtuluş fidyesi Abdullah b. Cahş'ın Amr b. el-Hadrami'yi öldürmesi ile ilgili olarak ortaya çıktı. Hz. Peygamber (s.a.s.) Bedir Gazvesi'nden iki ay önce, bu seriyye tarafından yakalanan iki esir için kurtuluş fidyesi aldı (Zeylâî, a.g.e., II, 403). Bundan sonra Bedir Gazvesi esirlerinin kurtuluş fidyesi dört bin dirhemdir. (Beş dirhem yaklaşık bir koyun bedelidir). Bunu temin edemeyen esirler ise, ashâb-ı kirâm çocuklarından on tanesine okuma-yazma öğretme karşılığında serbest bırakıldılar.
Diğer yandan Hanefiler, kurtuluş fidyesi karşılığında salıvermeyi bildiren (Muhammed 47/4) ayetinin, aşağıdaki ayetler tarafından neshedildiğini söylemişlerdir: "Müşrikleri nerede bulursanız öldürünüz" (et-Tevbe, 5). "Allah'a ve ahiret gününe iman etmeyen kimseleri öldürünüz" (et-Tevbe, 9/29). Bu görüş, Mücâhid'den nakledilmiştir. Buna bağlı olarak Bedir esirleriyle ilgili uygulama da mensûh sayılmıştır. Ancak İmam Muhammed, müslümanların mal ve paraya ihtiyacı varsa, fidye karşılığı salıvermeyi caiz görür (es-Sâbûnî, a.g.e., II, 455, 456).



FİİLÎ SÜNNET

Hz. Peygamber (s.a.s.)'in davranışları ve fiilî uygulamalarıyla oluşan sünnet.
Hz. Peygamber'in sözle veya fiille açıktan gördüğü ya da duyduğu olayları susarak onaylamak suretiyle zımnen yaptığı açıklamaların tümü diye tarif edilen sünnet; kavlı, fiilî ve takrirî olmak üzere üç bölümde mütâla edilir.
Resulullah'ın bütün fiil ve hareket tarzları, sözünü ettiğimiz bu üç ana esastan biri olan fiilî sünneti oluşturur. Bu çeşit sünnetlerde ifade Hz. Peygamber'e değil de sahâbeden birine ait olur: "Kâne'n-Nebiyyü sallallahu aleyhi ve sellem..." (Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle idi, şöyle şöyle yapardı...); "Raeytü'n-Nebiyye sallallahu aleyhi ve sellem..." (Resulullah (s.a.s.)'i şöyle şöyle yaparken gördüm...) şeklindeki ifade tarzları fiilî sünnetin rivâyet usul ve kavramlarıdır.
Hz. Âişe'nin Resulullah'ın Şaban ayındaki nâfile orucu ile ilgili açıklaması fiilî sünnete güzel bir örnektir:
O şöyle nakleder: "Rasulullah (s.a.s.) öylesine oruç tutardı ki biz, daha artık iftar etmez derdik. Bir kere de iftar etti mi biz artık daha oruca niyet etmez derdik" (Buhâri, Savm, 52, 53; Müslim, Sıyâm, 175, 179; Muvatta Sıyâm, 56).
Fiilî sünnetler de diğer sünnetler gibi kısmen yazılarak ama büyük bir kısmı hâfızadan hâfızaya ezberle nakledilerek tevâtür, meşhur, âhâd tarikleriyle bize kadar ulasan, hadis adı verilen sözlü ifadelerle belgelenmiş ve bunlar hadis kitaplarında toplanmıştır. Fıkıhta Hanefilerden Serahsı; Şâfiîlerden Ebû İshâk Şirâzî; Mâlikîlerden Kadı Abdulvehhâb; Hanbelilerden Ebû Ya'lâ ve bütün Ehli Hadîs, şöyle der: Buhâri ve Müslim'in veya ikisinden birinin Sahîh'lerine aldıkları hadisler şüphesiz Hz. Peygamber'e aittir yani sübûtu kat'îdir. Sözü ve manası mütevâtir olan hadisin Sübûtu kesin; meşhur ve âhâd olanların sübûtu ise zannîdir. Ayrıca delâlette açıklık ve kapalılık, nakledenlerin cerh ve ta'dili çok önemli ikinci meseledir. Usulcüler hadisleri senet ve metin yönleriyle tenkid ederler. Hadisleri, Hz. Peygamber'den bize kadar bütün râvîleri zikredilenlere müsned; bir veya birkaç râvîsi eksik olanları da mürsel diye nitelendirmişlerdir. Muhaddisler ise mürsel hadis tabirinden tabiînin sahâbiyi atlayarak Hz. Peygamber'den rivâyet ettikleri hadisi anlarlar.
Bir hadis müsned muttasıl olur, ravîleri de gerekli şartları taşırsa o hadisle amel edilir. Zâhirîler ve Şâfiîler mürsel hadislerle amel etmezler. Ancak Şâfiîler, İmam Şâfiî'nin belirttiği şartları taşıyan mürsellerle amel ederler. Hanefi, Mâlikî ve Hanbeli hukukçuları ise mürselle amel etmiş onu kıyasa tercih etmişlerdir. Hadisle amel edilen konunun içeriği hakkında da haber-i vâhidin hüccet olduğu yerin yalnız fiil ve amelle ilgili olan şer'î hükümler olduğu belirtilmiştir. Sahih hadisle amel etmek için onun ayet ve mütevâtir sünnete muhalif olmaması, akla aykırı olmaması, ilk râvînin fakih olması şartlan aranır. Bu son şart Hanefilere göredir.
Hz. Peygamber (s.a.s.)'in fiilleri üç kısımdır:
İlki, bütün ümmetin yapması caiz olanlardır. Bunları O yapmış, fakat ümmetine emretmemiştir (bk. Buhâri, Büyû')
İkincisi, Hz. Peygamber'in kendine ait işleridir. Teheccüd namazı gibi. Bu namaz ona farz ümmetine müstehabdır.
Üçüncüsü, bir insan olarak yaptığı işlerdir. Yemekte sağ elle yemek, saçını ortadan ayırmak gibi. Bu fiiller ümmetine farz değildir; çünkü bunlar beşerî fiillerdir.


gülgüzeli 01-04-2008 02:32 AM

Cevap : =>İslami Sözlük
 

FIKH-I EKBER

Hanefi mezhebinin kurucusu İmam-ı A'zam Ebû Hanîfe (ö. 150/767)'nin itikâda dair kısa ve özlü eseri. Fıkıh, Mecelle'de "şer'î amel; meseleleri bilmek" (madde, I) şeklinde tarif edilmişse de Ebû Hanife devrinde, çeşitli ilimlerin henüz bağımsızlığını kazanmadığı bir dönemde fıkıh, kelâm ilmi ve inanç esaslarını da içine alıyordu. Eser bu yüzden "el-Fıkhu'l-Ekber (En Büyük Fıkıh)" adını almıştır. Fıkh-ı Ekber'i, Aliyyü'l-Kârı, Ebû Hanife'nin diğer eserlerindeki düşüncelerini bir araya getirerek ve Fahruddin er-Râzı, Taftazanî, Konevî gibi bilginlerin fikirlerinden de yararlanarak şerh etmiştir.
Fıkh-ı Ekber'de yer alan akîde esaslarını şöyle özetleyebiliriz:
Bir yükümlüyü mümin hâline getiren iman esasları şunlardır: Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, öldükten sonra dirilmeye, kadere, hayır ve şerrin Allah'tan olduğuna inanmak, Allahü Teâlâ zatında birdir. Fakat bu birliği sayı bakımından değil, ortağı bulunmaması bakımındandır (el-İhlâs, 112/1-5; el-Cin, 72/3; Enbiyâ, 21/22). Allah'ın yarattığı şeylerden hiçbir varlık ona benzemez (eş-Şûra, n/l 1). Allâh'ın geçmişte, gelecekte zatı ve fiilî sıfatları vardır. Hayat, kudret, ilim, kelâm, semî*, basar*, irade zatı sıfatlardır. Yaratma, rızık verme, ilk başta yaratmak, eşsiz bir şekilde yaratmak, Allah'ın sanatı; diriltmek, yok etmek, büyütmek, üretmek eşyaya şekil vermek ise fiilî sıfatlardandır. Allah'ın isim ve sıfatları sonradan yaratılmış olmayıp ezelîdir. Allah'ın kelâmı olan Kur'an, yaratılmış değildir. Mûsa peygamber ve başkalarının sözleri ise yaratılmıştır Allahü Teâlâ cisimsiz, cevhersiz var olan bir şeydir. Allah'ın sınırı, zıddı ve benzeri yoktur (el-Bakara, 2/22; eş-Şûra 42/11), Allah'ın eli ve yüzü vardır. Ancak biz bunların keyfiyetini bilemeyiz (el-Kasas, 28/88; er-Rahmân, 55/27; el-Leyl, 92/20; el-Feth 48/10; Sa'd 38/75; Yâsin, 36/83; el-Mâîde, 5/116; el-Bakara 2/1 15).
Allahu Teâlâ eşyayı, hiçbir şey olmaksızın maddesiz olarak yaratmıştır. (el-Fâtır, 35/1; ez-Zümer, 39/62). Dünyada ve ahirette Allah'ın dilemesi, kader, kaza, bilgi, yazgı ve levh-ı Mahfûz'da yazısı olmaksızın hiçbir şey var olmaz. Ancak Allah'ın kaderi yazması vasıf şeklinde olup, hüküm tarzında değildir. Meselâ, "Hasan cehennemliktir", yazısı bir hüküm iken, "Hasan dünyada kendi iradesiyle kötü yolu tercih edip, kötü ameller işleyecek ve bunun sonucunda cehenneme girecek" yazısı, vasıf şeklinde yazmadır.
Allah, insanları küfür ve imandan boş olarak yarattı, sonra onlara emir verip muhatap kıldı. Küfre düşen, kendi işiyle kâfir olur. Allah ondan yardımını keser. İman eden de kendi fiil, ikrar ve tasdiki ile iman eder. Allah ona yardım edip, imanda muvaffak kılar. O, yaratıklarından hiçbirini küfür veya imana zorlamamıştır. İman ile küfür kulun kendi işleridir; İnsan fiilinin yaratıcısı gerçekte Allâh'tır (ez-Zümer, 39/62; en-Nahl, 16/17; es-Sâffât, 37/962. Kulların bütün fiilleri Allah'ın dileme, bilgi, kaza ve kader ile meydana gelir. Tâat ve ibâdetlerin hepsi Allah'ın emri, sevme, rıza, bilgi, dilemesi, kaza ve kader ile sabit olur. Kötülükler de aynı şekilde meydana gelir. Allah kötülüğü yaratmakla birlikte, ondan razı değildir (el-Kasas, 28/68; Alû İmrân, 3/32, 76, 134; el-Bakara, 2/222).
Bütün peygamberler büyük veya küçük günah işlemekten, küfre düşmekten ve çirkin işlerden korunmuşlardır. Ancak peygamberlerden bir bölümünün bazı kusur ve hataları olmuştur. Hz. Âdem'in unutarak veya azîmeti terkederek cennetteki ağaçtan yemesi (el-Bakara, 2/35), Hz. Peygamberin bir soru soran Abdullah b. Ummü Mektûm'a yüzünü buruşturması ve bu yüzden uyarılması (Abese, 80/1,2) bunlar arasında sayılabilir. Kusursuzluk Allah'a mahsustur. Hadiste şöyle buyurulur: "Eğer siz günah işlemeseydiniz Allahü Teâlâ günah işleyen bir kavim yaratırdı. Bu kavim günah işler, Allah'tan mağfiret diler, Allah da onları mağfiret ederdi" (Müslim, Sahîh, IV, 2106, 2749).
Hz. Muhammed Allah'ın elçisidir. Peygamberi ve kuludur. Hadiste "Hristiyanların İsa (a.s.) 'yı övdükleri gibi beni övmeyin. Allah'ın kulu ve elçisi, deyin" (Buhâri, Enkiyâ, 48, Ahmet b. Hanbel, I, 23) buyurulur. Hz. Peygamber putlara tapmamış, Allah'a kesinlikle eş koşmamış, küçük ve büyük hiçbir günah işlememiştir. Sadece bazı davranış tercihlerinde uyarılmıştır. Şu ayette bu manayı görmek mümkündür: "Allah seni affetti. Onlara niçin izin verdin?" (et-Tevbe, 9/43).
Hz. Peygamber'den sonra insanların en faziletlisi Hz. Ebû Bekir, sonra Ömer, sonra Osman, sonra Ali (r.anhüm)'dür. Hz. Peygamberin sahâbelerini yalnız hayır ile anarız. Büyük günah işleyen kimse, bu günahın helâl olduğuna inanmadıkça dinden çıkmaz, Mümindir.
Mestler üzerine mesh etmek sünnettir. Ramazan ayında teravih namazı kılmak sünettir. Fâsık imamın arkasında namaz kılmak caizdir. Fâsık, mümin olarak dünyadan ayrılırsa ebedî cehennemde kalmaz. Hadiste "Günahından tövbe eden, günahsız gibidir" (İbn Mâce, II, 1420; Zühd, H. No 4250). "Allah, kulundan tövbesini kabul eden ve kötülüklerini affedendir" (eş-şûrâ, 42/25).
Peygamberlerin mucizeleri ve evliyânın kerâmeti haktır. Mucize, peygamberlik iddiasında bulunan kişinin davasını doğrulamak için gösterilir. Ölüyü diriltmek, az olan suyu çoğaltmak gibi. Ümmetin kerâmeti, uyduğu peygamber'in kerâmetidir. Veli, taatlara devam eden, kötülüklerden sakınan, dünyevî lezzet, şehvet, gaflet, oyun ve eğlencelere dalmaktan yüz çeviren, Allah'ı ve sıfatlarını tanıyan kimsedir. Hz. Ömer'in Medine'de minber üzerinde iken Nihavend'te yerde askerlerini görmesi, Hâlid b. Velîd'in zehiri içtiği halde, bundan bir zarar görmemesi kerâmet kabilindendir (Aliyyü'l-Kârı, Fıkh-ı Ekber Şerhi, Terceme, Y. V. Yavuz, İstanbul 1979, s.191). İblis, Firavun ve Deccal gibi Allah düşmanlarında görülen olağanüstü hallere mucize veya kerâmet denilmez. Bunlara, ihtiyaçların giderilmesi denir. İblis'e yeryüzünde mesafe katetme yetkisinin verilmesi, Firavun'un emriyle Nil Nehri'nin dilediği yöne akması (ez-Zuhruf, 43/51) bu niteliktedir. Cenâb-ı Hak onlara bu yardımı küfür ve azaplarının artması için yapar



FIKIH

Bilmek, anlamak, bir şeyin bütününe vakıf olmak. Istılahta, bir kimsenin leh ve aleyhindeki hükümleri bilmesi demektir. Başka bir tarife göre fıkıh; kişinin ibadetlere, cezalara ve muamelelere ait şer'î hükümleri mufassal delilleriyle bilmesidir. Ayrıca, söz ve fiillerin amaçlarını kavrayacak şekilde keskin ve derin anlayış diye de tarif edilmiştir (Muhammed Maruf Devâlibî, İlmi Usûl-i Fıkıh, Beyrut 1965, 12; İbn Âbidin, Reddü'l-Muhtâr Ale'd-Dürri'l Muhtâr, İstanbul 1982, I, 34; İmam Burhaneddin, ez-Zernûci, Ta'limü'l Müteallim, İstanbul 1980, 27; M. Ebû Zehra, İslâm Hukuk Metodolojisi (Fıkıh Usulü), 13; Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslâmiye ve Istılâhât-ı Fıkhıyye Kamûsu, İstanbul 1976, I, 13).
Kur'an-ı Kerîm'de: "... O kavme ne oluyor ki (kendilerine söylenen) hiçbir sözü anlamaya (fıkhetmeye) yanaşmıyorlar?" (en-Nisâ, 4/78) ayetinde geçen "lâ yefkahûn" ince anlayış ve keskin idrak anlamına gelmektedir. Başka bir çok ayette kâfirler için "fıkhetmeyenler" denilmektedir (el-A 'râf, 7/179; Hûd, l l/91). Tevbe suresinde, "...bir topluluk da dinî hükümleri iyice öğrenmek için kalmalıdır" (et- Tevbe, 9/122) buyruğunda özel bir fukahâ topluluğuna işaret edilmiştir.
Resulullah (s.a.s.): "Allah, kimin için dilerse, onu dinde fakîh (dini hükümlerin inceliğini kavrayan bilgin) kılar" (Buhâri, ilim, 10).
Allah Teâlâ (c.c.)'nın imtihan için beyan buyurduğu emir ve nehiylerin tamamına teklif denilir ve fıkhın konusu, insanın bu tekliflere muhatap olarak (mükellef) ortaya çıkan fiilidir. İnsanın lehindeki ve aleyhindeki bütün haklarını delillere dayanarak çıkarmak fukahanın görevidir. Din hususunda Resulullah (s.a.s.)'dan başka kimseye ilmi bir delile dayanmadan dinde söz söyleme hakkı tanınmamıştır. İlmi bir delile dayanmadan kasıt edille-i şer'iyye, yani dört delildir. Bunlar, Kitap, Sünnet, icma ve kıyastır.
Dört halife ve Tâbiûn devrindeki fıkıh kelimesiyle ilim kastediliyordu. Fıkh-ı Ekber tabiri, akâid ve tevhid ilmini, Fıkh-ı Vicdâni kavramı, nefis terbiyesi ve ahlâk ilmini, sadece fıkıh kelimesi ise, ameli konuları kapsıyordu. Usul-i Fıkıh ilmi ise, kişinin lehinde ve aleyhindeki haklarını öğrenmesinde takip edeceği kaide ve tavırlar konu alan ilimdi. İmam Ebû Hanife (Ö. -150/767)'nin fıkhı "kişinin leh ve aleyhinde olan hükümleri bilmesi" şeklindeki tarifi, genel bir tarif olup, kelâm, iman, ahlâk ve tasavvuf gibi ana ilimler bağımsızlaşmamış, bu yüzden "el-Fıkhu'l-Ekber" adlı eseri itikâdi konuları kapsadığı halde bu ismi almıştı. Ancak giderek fıkıh ilmi yalnız ibadet, muamelât ve ukubâti içine alacak şekilde "amellerin" ilâvesiyle tarif edilmiştir. Mecelle'nin 1. maddesindeki târifte şöyle denilmiştir: "İlm-i fıhh mesâil-i şer'iyye-i ameliyye"yi bilmektir. Fıkıh usulüne büyük hizmeti geçen İmam Şâfiî (Ö. 204/819)'nin tarifi de şöyledir: "Fıkıh, dayandığı delillerden çıkarılmış şer'i, amelî hükümleri bilmektir" (İmam Şâfiî, er-Risâle, Kahire 1979, 503 vd).
Fıkıh yerine yeni kullanılmaya başlanan "İslâm hukuku" deyimi, fıkh yerine nisbî olarak kullanılmaktadır. Bu terim, ibadetler dışında muamelât, ukûbat ve ferâizi kapsamaktadır. Halbuki fıkhın sınırı daha geniş olup, temizlik ve ibadet konularını da içine almaktadır. Fıkhın konusu İslâm; emir ve yasaklarla yükümlü kimsenin fiilleridir. Bu fiiller, namaz kılmak gibi yapma ile; gasp gibi terketme ile ve yeme-içme gibi muhayyer bırakma şekilleri ile ilgili olabilir. Akıllı ve ergin kimsenin şer'î hükümlerle yükümlülüğü ehliyet ile ifade edilir.
İbadet ve muamelâtla ilgili dini hükümlere "şeriat" denir. Bu kelime, din anlamında da kullanılır. Bu takdirde itikâdi ve amelî hükümlerin hepsini içine alır. Ancak şeriat, genellikle amelî hükümler için kullanılır. Buna göre, ilâhı nizâmın amel ve dış yönünü temsil eder. Dinin iç yönünü, özünü teşkil eden itikâdı hükümler, bütün semavî dinlerde ortak olduğu halde, ilâhı nizâmın dış yönünü oluşturan amelî hükümlerde zaman içinde değişmeler olmuştur. İslâm, geçmiş şeriatların büyük bir kısmını değiştirmiş, kaldırmıştır. Allah, melek, peygamberlik ve ahiret günü gibi inanç esaslarında ise, herhangi bir değişiklik olmamıştır. İşte, fıkıh, İslâm dini'nin amelî ve dünyevî yönünü ifade eder. Yirminci yüzyılda bu kelimelerin aktüel kullanımları ise, olumsuz bir ideolojik manaya tekâbül etmektedir. Ve gerek fıkıhçı, fukaha, gerekse şerîatçı terimlerinin muhtevası kasıtlı olarak yanlış anlaşılmaktadır.
Hz. Peygamber hayatta iken fıkıh, bugün bildiğimiz sistematik manada değildi; kaynaklar, Kur'an ve Sünnetti. Bi'setten tedvîn devrine kadar amelî hükümler peyderpey gelmiş ve risâlet yirmi üç yılda tamamlanmıştır. Onüç yıl süren Mekke devri'nde daha çok inanç ve ahlâk ayetleri, Medine döneminde ise, daha ziyade hüküm ayetleri inmiştir. Zira İslâm devleti oluştuktan sonra uygulayacağı hukuk esasları cihad, ibadetler, muamelât ve devletler arası ilişkiler olup bu devrede nâzil olmuştur.
İslâm fıkhı, bir takım devirlerden sonra oluşmuştur:
1 Resulullah'ın devri: Bu devirde, fıkhın asıl kaynakları olan Kur'an ve Sünnet ortaya çıkmıştır.
2- Sahabe devri: bu devir, Ahkâmla ilgili ayet ve hadislerin sahabe tarafından tefsir ve izah edildiği devirdir.
3- Müçtehid imamlar devri: fıkıh meselelerinin yazılmaya başlanması ve büyük müçtehidlerin ortaya çıktıkları devirdir. Bu devir, İslâm fıkhı için gelişme ve olgunlaşma devridir.
4- Taklid devri: bu da fıkıh ilminde duraklama devri sayılır.
İslâm fıkhı, şu özelliklere sahiptir:
a) Hükümlerin esası vahye dayanır. Kitap ve Sünnet'te açıkça ifade edilen kesin hükümler hiçbir şahıs veya kurumun tasdikine gerek olmaksızın geçerlidir ve bütün müminler için bağlayıcıdır. Bunlar, tek kânun koyucu Allah ve Resulü'nün emir ve nehiyleridir. Bunların esasa ait olan hükümleri, bütün fukahanın görüş birliğiyle yani icma ile sabit olmuş, artık değiştirilmesi mümkün olmayan kurallardır. Bunlara 'şer'i şerif', 'şer'î hukuk' veya 'şer'î hükümler' denmiştir.
Beşeri hukuklarda kanun koyucu ve anayasalar her zaman değiştirilebilir. Kanun koyucular, bazen kral, sultan, şah gibi tek kişi, bazen bir meclis vs. kalabalık bir grup olabilir.
b) Kur'an ve Sünnet'te açık hüküm bulunmayan, hakkında İslâm fukahasının icma'ı da olmayan hükümlerde müçtehidler, furuâ ait meselelerde farklı içtihadlarda bulunmuşlardır.
İslâm hukukçularının farklı ictihadlarıyla çözümlenen bu hükümlerin dayanağı; istihsan, maslahat (kamu yararı), örf, âdet, sahâbe kavli, önceki şeriatler ve sedd-i zerâyi' (kötülüğe giden yolu kapama) gibi tali delillerdir. Bu çeşit hükümleri ortaya çıkartan ve şer'i ölçülere göre tespit edenler müçtehid hukukçulardır. Burada bir yönüyle kanun veya kaide koyma faaliyeti mefhumu, müçtehid imamların içtihadlarına inhisar etmektedir. Bir İslâm beldesinde Ulü'l-emr yani üst otorite, içtihad yapacak güce sahipse, o da bu yasama işine dahil olur. Aksi hâlde, yasama, mevcut mezhep veya içtihadlar arasında tercih yaparak uygulanır. İslâm Devleti'nin en üst organının yaptığı düzenlemeler, şer'î esâslar dahilinde yapılmak şartıyla bağlayıcı ve meşrûdur. Ulû'l-emr'in bu faaliyeti özellikle içtihâdı hükümlerin bağlayıcılık vasfını kazanması için gereklidir. O, isterse bu meseleleri mütalaa ve müzakere etmek üzere ehli'l-hal ve'l-akd denilen uzman kişilerden oluşan şûra meclisinin görüşlerini alır (bkz. en-Nisâ, 4/59; Buhâri, Ahkâm, 4; Müslim, İmâre, 39).
c) İslâm fıkhının kapsamı insanın kendisi, toplum ve yaratıcıyla olan münasebetlerini düzenler. Çünkü fıkıh, hem dünyevî, hem uhrevî niteliğe sahiptir. Hem din, hem devlettir, kıyamete kadar süreklidir ve bütün insanlığa yöneliktir. Bu hükümlerin özelliği bütüncül oluşudur. Yani iman, ahlâk, ibâdet, muameleler içiçedir, birbirinden ayrışmış hayat alanları veya lâik temellerle dini hükümlerin ayrışmışlığı sözkonusu değildir. Gönül huzuru, toplum düzeni, fert ve toplum hayatı, herkesi mutlu ve huzurlu kılma düşüncesi, Allah'ın gizli-açık her şeyi kontrol etmekte olduğu esası bu hukuku güçlendiren iç motiflerdir. İslâm, bu anlamda bütün beşerî sistemlerden ayrılmaktadır.
Fıkh'ın yöneldiği mükelleflere ait söz, fiil, akit ve tasarruflar iki alanda cereyan eder: ibadetlere ait hükümler; temizlik, namaz, oruç, hac, zekât, adak, yemin gibi insanla Rabbi arasındaki münasebetleri düzenleyen hükümler. Bu konu ile, ilgili olarak, Kur'an-ı Kerîm'de yüzkırk kadar ayet vardır.
kincisi, muamela hükümleridir. Akit, hukuki tasarruf, suç ve ceza gibi insanların birbirleriyle ve toplumla olan münasebetlerini düzenleyen hükümler. Bunlar, beşerî hukuktaki umûmî ve hususî hukuk alanına girmektedir. Bunların gâyesi; ferdin fertle, ferdin toplumla veya toplumun diğer toplumlarla münasebetlerini düzenlemektir.
Muamelat hükümleri şu dallara ayrılmaktadır:
Aile hukuku: "el-ahvâlü'ş-şahsiyye" denilen bu hükümlere Kur'an'da nikâh, talâk, iddet, nafaka, mehir, nesep, miras gibi terimlerle yer verilmiştir. Bu konuda Kur'an-ı Kerîm'de yetmiş kadar ayet vardır.
Medenî hükümler: Alım-satım, kira, kefâlet, ortaklık, borçlanma, borcu ödeme gibi fertler arasındaki mâli ilişkileri düzenleyen ve hak sahibinin hakkını koruyan hükümler, bu niteliktedir. Bu hususta da Kur'an-ı Kerîm'de yetmiş ayet vardır.
Ceza hükümleri: Bunlar, mükellefin işlediği suçlar ve bunlara uygulanacak müeyyidelerle ilgilidir. Amaç, can, mal, ırz ve hakları korumak, suçlu ile mağdur ve toplum arasındaki ilişkileri düzenlemek ve güveni sağlamaktır. Bu konuda otuz kadar âyet-i kerime vardır.
Usûl hukuku: Kaza, dava, isbat yolları gibi konuları kapsar. Bunlarla ilgili olarak yirmi kadar ayet vardır.
Anayasa hukuku: Devlet nizâmını ve bu nizâmın işleyiş tarzını belirleyen, yönetenle yönetilenler arasındaki ilişkileri düzenleyen hükümler olup, "el-Ahkâmü's-Sultaniyye" adıyla incelenmiştir.
Devletler umumi ve hususî hukuku: Bu hukuk dalı, İslâm devletinin barış ve savaş zamanlarında diğer devletlerle olan münasebetlerini, müslüman ve zimmet ehli vatandaşların haklarını düzenler. Bu konu ile ilgili olarak yirmibeş ayet vardır.
İktisat ve maliye hukukuna dair on ayet vardır. Bu ayetler, İslam devleti'nin gelir kaynakları ile harcama yerlerini gösterir (ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletuhu, Dimaşk 1984, I, 15 vd; M. Ebû Zehra. Usulü'l-Fıkh, s.96 vd).
Bu prensipler, fertle devlet arasındaki mâlı ilişkileri düzenler. Bir İslâm ülkesindeki mallar şu kısımlara ayrılır:
1- Genel ve özel devlet malları: gânimetler, öşür, gümrük, haraç, katı ve sıvı madenler, tabii kaynaklar. 2- Toplum malları: Zekât, sadakalar, adak ve krediler. 3- Aile malları: nafakalar, miras ve vasiyetler. 4- Fert malları: ticaret, kira ve şirket gelirleri ile diğer meşrû gelirler, mâli cezalar; keffâretler, diyet ve fidyeler.
d) İslâmî amelî hükümler, helâl ve haram olarak dinî bir vasıfla nitelenir. Beşerî hukukta, böyle bir değerlendirme sözkonusu değildir. İslâm'da muâmelelerin hükümleri, dünyevî ve uhrevı diye ikiye ayrıldığı için, dünyevî olan fiil veya tasarrufun dış görünüşüne dayanır.
Mahkeme kararları (kazâı hüküm) bu gruba girer. Çünkü hâkim, gücünün yettiği şekilde hüküm verir. O'nun hükmü bâtılı hak, hakkı bâtıl kılmaz. Yani gerçekte haramı helâl, helâlı haram yapmaz. Diğer yandan kaza, fetvanın aksine bağlayıcıdır. Uhrevî hüküm ise, bir şeyin gerçeğine dayanır. Bununla kişi ve Allah arasında amel edilir. Buna diyânı hüküm denir. Hükmün bu yönü, fetva ile ilgilidir. Fetva, sorulan dinî bir meselenin şer'î hükmünü bağlayıcı olmamak üzere haber vermek demektir. Hükümler arasında böyle bir ayrımın yapılması şu hadise dayanır:
"Ben, ancak bir beşerim. Siz bana muhakeme ile başvuruyorsunuz. Taraflardan birisi davada delillerini diğerinden daha iyi açıklayabilir. Ben de dinlediğim ifadelere göre, onun lehine hüküm verebilirim. Kime bir müslümanın hakkını verirsem, bu, (onun elinde) ateşten bir parçadır; onu alsın veya terketsin" (Kütübi Sitte, Mâlik ve Ahmed b. Hanbel'de yer almaktadır).
Bu ayırımın faydası şudur: Boşama, yemin, borç, ibrâ, ikrâh vb. konularda hâkimin görevi müftününkinden farklıdır. Hâkim, olayların dış görünüşüne göre hüküm verir. Eğer bu iki yön çatışırsa, iç görünüşe göre fetva verir. Meselâ: Bir kimse, borçlusuna bildirmeksizin, onu borçtan ibrâ etse, sonra da mahkemeye başvurup, alacağını talep etse, hâkim, borcun ödenmesine hüküm verir. Fetvaya göre ise, ibrâ ettiği için artık bu alacağını talep edemez (ez-Zühaylî, a.g.e., I, 2 1 -22) .
d) Fıkhın, bu günkü devletler umumi hukukuna tekabül eder bölümüne 'siyer' denir.
e) Usul-i Fıkıh, fıkıh metodolojisi ve fıkıh nazariyesidir. Delillerin istinbat usulünü ele alır.

gülgüzeli 01-04-2008 02:33 AM

Cevap : =>İslami Sözlük
 

FİL SÛRESİ

Kur'ân-ı Kerîm'in yüzbeşinci suresi. Mekke'de nâzil olmuştur; beş ayettir. fâsılası Lâm harfidir. Adını birinci ayetinde geçen "fil" kelimesinden alır. Fil, Asya ve Afrika'da yaşayan, iri yapılı, güçlü hortumlu, büyük kulakları ve boynuzları (fildişi) olan bir kara hayvanıdır. Sure, önceki bir dönemde Allah'ın müminlere yardımını ve büyüklenenlere karşı gösterdiği gazâbını anlatmaktadır.
Surenin nüzul sebebi şudur: Habeşistan'ın Yemen vâlisi Ebrehe, San'a'da büyük bir tapınak yaptırdı. Gayesi, Kâbe hacılarını buraya çekmekti. Fakat Kinâne kabilesinden bir veya birkaç kişi geceleyin bu tapınağa girerek burayı pisledi. Buna son derece kızan Ebrehe büyük bir ordu hazırladı. Bu muazzam ordunun karşısında kimse dayanamazdı. Geçtiği yerlerde her önüne çıkanı yendi. Ordusu, büyük fillerle desteklenmekteydi ve bu fillerin "Mamut" denilen en iri olanı, karşısındakini ezip geçiyordu. Ebrehe'nin ordusuna Ashâbu'l-Fil (fil sahipleri) denmiştir. Bu ordu zayıf olan Kureyş'i de korkuttuktan sonra, tam Kâbe'ye saldıracağı sırada Allah ebâbil kuşlarını üzerlerine gönderdi. Kuşlar ağızlarında ve ayaklarında taşıdıkları taşları askerlerin üzerine atarak bu muhteşem orduyu helâk ettiler. Olay Hz. Peygamber (s.a.s.)'in doğduğu yılda meydana gelmişti. Aynı zamanda bu olay onun peygamberliğine delâlet eden mucizelerden sayılmıştır.
Surenin manası şudur: "Görmedin mi nasıl etti Rabbin ashâbı file, Kılmadı mı tedbirlerini müstağrak tadlile? Saldı da üzerlerine sürü sürü kuşlar. Atıyorlardı onlara siccilden taşlar. Derken bir yenik hasıl gibi oluverdi." Onlar (Muhammed Hamdi Yazır meâli). Yani "Görmedin mi Rabbin Fil sahiplerine ne yaptı? Onların tuzaklarını boşa çıkarmadı mı? Üzerlerine sürü sürü kuşlar gönderdi. Onlara çamurdan sertleşmiş taşlar atıyorlardı. Nihayet onları kurt tarafından yenilmiş ekin yaprağı gibi yaptı" demektir.
Burada "görmedin mi?" lafzı hem Fil olayını bilenlere, hem Resulullah'a, o zamanda yaşayan herkese ve de bütün insanlara yöneliktir.
Fil suresi önemli ve ibret verici özellikler içermektedir.
Allahu Teâlâ, Kâbe'yi mübârek kılmıştır. Ona herhangi bir şekilde saldırıda bulunan, surede zikredildiği gibi korkunç bir azaba uğrar. Allah, buyruklarına uyanları kurtarır, onlara yardım ederken; karşı gelenleri azâbıyla kuşatır. Allah zâlimlere karşı zayıflara, ezilenlere, hakka inanıp da zâlimlere karşl çıkamayanlara daima yardımcıdır ve en güçlüler bile O'nun intikamı karşısında yok olur giderler.
Ebrehe Kâbe hakkında, "Allah onu elimden kurtaramayacaklar" deyip büyüklendi. O dönemde Mekke'nin başkanı sayılan Abdülmuttalib de, "Bu Beytullah'ın bir sahibi var, O onu koruyacaktır" dedi. Rivâyetlerde ayrıca Ebrehe'nin, "Bu Beytullah'ın emin bir ev olduğunu duydum; onun eminliğini yok etmeye geldim" dediği de kaydedilir. Abdülmuttalib'in de, "Bu, Allah'ın evidir. Bugüne kadar hiç kimse ona saldıramadı" demesine karşılık Ebrehe, "Ben onu yıkmadan geri dönmeyeceğim" diyerek Mamut'u Kâbe'ye doğru yöneltti. Ancak hayvan olduğu yere çökmüştü. Kureyşlilerin niçin savaşmadıkları hem bu fillerden, hem de sayılarının azlığından anlaşılmaktadır. Kureyşliler ancak onbin kişi kadarken Ebrehe ordusu altmışbin kişiydi. Kureyşliler katliamdan kurtulmak için dağlara çekilince Kâbe ortada kaldı. İşte bu sırada Allah intikamını aldı; sürülerle kuşlar, askerlere taş yağdırdılar. Rivâyetlere göre bu taşlar askerleri parçaladı; değdiği askeri hemen parçalayan, veya değdiği eti ve kemiği hemen çürütüp eriten taşlardı bunlar. Askerlerin et ve kanları su gibi akıyor, kemikleri dışarı fırlıyordu. Kısacası, korkunç bir fâcia meydana gelmişti. Milâdı 571 yılında cereyan eden bu olaya Araplar "Fil Vak'ası" ve bu seneye "Fil Yılı" demişlerdir. Olay, Müzdelife ile Mina arasındaki Mahasab vadisi yakınındaki Muassıb'da meydana gelmiştir. Müzdelife'de durmak, Muassıb'da hızlanarak geçmek Resulullah'ın bir sünneti olmuştur. Bu olay üzerine Araplar pekçok şiir ve kasîdeler yazmışlar ve müşrik Mekkeliler bir müddet (on yıl) tek Allah'a iman edip putlarmı Kâbe'den kaldırmışlardır. Ama bir süre sonra yine ortak koşmaya başladılar ve ardından Hz. Peygamber risâletle kendilerine gönderildi. Kureyş, Ebrehe'nin helâkının her yerde duyulmasıyla itibar kazanmış ve kervanları gittikleri yerlerde âdeta dokunulmazlığa sahip olmuştur. Kureyş suresinde onların "Kâbe hizmetçiliği" görevleri sayesinde Araplar arasında nasıl dokunulmaz kılındıkları anlatılmaktadır (Mevdûdî, Tefhimu'l-Kur'ân, VII, 235-243; M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, VIII, 6097-6146.
O devirde, yani Milâdı altıncı yüzyılda Arabistan yarımadasında tek bir din hâkimdi ve Mekke bu dinin merkeziydi. Mekke, beşinci yüzyılda Zemzem kuyusu yanında kuruldu. Buraya ilk defa Amalikalılar onlardan sonra da Cürhüm kabilesi yerleşti. Cürhümîler'den sonra Mekke'ye Huzaa oğulları hâkim oldu. Resulullah'ın dördüncü göbekten dedesi olan Kusay b. Kilâb 440 yılında Mekke ve Kâbe hâkimiyetini ele geçirdi. Böylelikle, sikaye, hicâbe*, rifâde ve livâ denilen Kâbe hizmetleri Kureyşlilerin eline geçmiş oldu. Mekke'ye "Beytü'l-haram", "Ümmü'l-Kurâ", "el-Beledü'l-Emin","el-Beytü'l-Atik" denilir (Bk. el-En'âm, 6/92; et-Tîn, 95/1-3; el-Hacc, 22/28). Resulullah'ın bir hadisinden Hz. İsmail neslinden Kinâneoğulları; onlardan Kureyş, ondan Haşimoğulları ondan da Resulullah'ın seçildiği kaydedilmiştir. Kâbe'yi Allah'ın emriyle Hz. İbrahim ve oğlu Hz. İsmail (a.s.), birlikte inşa etmişlerdir (el-Bakara, 2/127). Yine Allah İbrahim'e insanlara haccı bildirmesini tebliğ etti ve insanlar Kâbe'yi bir hac yeri kıldılar (el-Hac, 22/27). Kâbe, tavansız, dört köşe, küçük bir yapıdır. Dört köşe olmasından dolayı Kâ'be denilir.

FIRAK-I DALLE

Fırak kelimesi fırka kelimesinin çoğulu olup, fırkalar, topluluklar demektir. Fırka kelimesi de lügatta kendilerini başkalarından ayırdedecek özelliklere sahip insan toplulukları, zümreler anlamında olup tarihimizde ve Türkçede fırka kelimesi parti anlamında da kullanılmıştır: Terakki Perver Fırka, Cumhuriyet Halk Fırkası, Serbest Fırka gibi, Siyasi parti manasına gelmiştir.
Dalle kelimesinin aslı dalletun'dur, dâlle fiilinin ikinci mastarı olup isim gibi mana kazanır; sapmak, doğru yoldan ayrılmak, kayıp olup telef olmak anlamlarına gelir. Böylece ele aldığımız terkip doğru yoldan sapmış, ayrılmış fırkalar, topluluklar anlamına gelmektedir.
Bu fırak-ı dalle tabiri, dini terim olarak İslâm Dininin belirlediği doğru yoldan, sıratı müstakimden ayrılan, ondan uzaklaşan, kendi heves ve arzularına uyan topluluklar, insan grupları veya kendilerine göredini inançlara sahip partiler, zümreler demektir. Fırka-ı Nâciye'nin yani Cehennem azabından kurtulup saadete erenlerin takip ettiği, Yüce Allah'ın beyan ettiği, Sevgili Peygamberimizin gösterdiği yoldan ayrılıp kendi anlayış ve düşünce tarzına göre başka başka yollara girerek parça parça olarak küçük küçük topluluklar oluşturanlara, büyük ve kalabalık İslâm toplumundan ayrılanlara fırak-ı dâlle adını vermek âdet olmuştur.
Türkçede dini topluluklar anlamında kullanılan fırka kelimesinin karşılığı olarak "mezheb" kelimesi kullanılmaktadır. Zira mezheb kelimesi gidilen, takip edilen yol anlamındadır ve İslâm dininde itikâdı (inanç ve iman esasları) ve amelî (ibadet ve muamelat esasları) sahadaki düşünce ekolleri, grupları ister siyası ve itikadi olsun, isterse amelî ve fıkhı olsun dilimizde müştereken "mezheb" ismiyle anılmaktadır.
Halbuki fırak-i dalle daha özel bir tabir olup Fırka-ı Nâciye'den ayrılan, daha geniş bir ifade ile Kur'an-ı Kerîm'in beyan buyurduğu hükümlerden ve Hz. Peygamber'in Sünnetinde işaret edilen esaslardan ayrılan topluluklara verilen isim olmuştur. Görüldüğü gibi bu toplulukların, grupların kendilerin diğerlerinden ayırdedici ilk özellik, akâid sahasında, iman esaslarında Sünnetten ve Cemaatten (Ehl-i Sünnet ve'l-Cemâat) ayrılmaları, yani Hz. Peygamberimiz ile onun büyük sahabîlerinin inanç sahasında takibettikleri yolu terkedip bid'ata düşmeleridir. Bu itibarla fırak-ı Dalle'ye Ehli Bid'at da denir.
Bid'at kelimesi bede'a fiilinden mastar olup, örneği, benzeri ve modeli olmaksızın bir şeyi ortaya çıkarmak meydana getirmek, yeniden icad ve ihdas etmek demektir. Öyleyse bid'at eskiden olmadığı halde sonradan icad edilip ortaya çıkarılan şey demektir. Dini terim olarak Hz. Peygamber'den sonra, dinde olmadığı halde icad ve ihdas edilmiş şeylerin hepsine bu ad verilmektedir.
Bu sebeble bid'at, yani Yüce Allah'ın Kitabı olan Kur'an-ı Kerîm'e ve Hz. Peygamberimizle ashabının büyüklerinin sünnetine aykırı olmak, dinin akâid ve ibadet kısımlarında, dini hükümlerin asıllarında vukû bulmaktadır ki, bunda ittifak vardır. Bazıları da bid'atı âdet ve ananelere teşmil etmişler, İslâm Dininin esasından ve temel hükümlerinden olmayan, kıyafet, ev ve mutfak aletleri, tasıma vasıtaları gibi sonradan ortaya çıkan alet, araç ve gereçleri de bid'ad diye isimlendirmek istemişlerdir ki, bu hatalıdır.
Şüphesiz, ortaya çıkan her yeni şeyi dinen meşru görmemek, bid'at diye isimlendirmek mümkün değildir. Nitekim Sevgili Peygamberimizden rivayet edilen bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur:
"Kim benden sonra terkedilmiş bir sünnetimi ihya ederse (canlandırıp ortaya çıkarırsa), onunla amel eden herkesin aldığı sevab kadar, o kişi de sevap alır, hem de ötekilerin sevabından hiç bir miktar eksilmeden. Kim de Yüce Allah'ın ve Peygamberinin rızasına uygun düşmeyen sapık bir bid'atı (dalâlet bid'atı) icad ederse, onunla amel eden insanların bu yüzden hakettikleri günahları kadar o kişiye de günah yüklenir, hem de ötekilerin günahlarından hiçbir şey eksiltmeden" (Tirmizî, el-ilm, 16; Müslim, el-ilm, 6).
Görüldüğü gibi burada Sevgili Peygamberimiz icad edilen kötü bid'atı, doğru yoldan saptıran ve ayıran bid'atı "dalâlet bid'atı" diye isimlendirmekle, her sonradan icad edilen şeyin birinci anlamda bid'at olmayacağına da işaret etmiş bulunmaktadır. Nitekim II. Halife Hz. Ömer, Teravih namazını yirmi rekat olarak bir İmam arkasında camide cemaatle kılınmasını icad ve emir buyurduktan sonra ertesi gün ve daha sonraki gün müminlerin büyük bir arzu ve vecd içerisinde Teravih namazını cemaatle eda ettiklerini görünce: "Bu ne güzel bid'at oldu" demiştir ki, bu da her yeni şeyin bid'at olmayacağına güzel bir örnektir. Çünkü bu ve benzeri şeyler ibadet sahasındaki zaruretler sebebiyle ortaya çıkmışlardır, bunlarda asla kötü bir niyet, hevâ ve hevese uyma kasdı yoktur.
Bu yüzden: "Her bid'at dalâlettir, Her mübtedi (yeni bir şey ortaya koyan) dâldir (sapıtmıştır, doğru yoldan ayrılmıştır); fakat her dâl olan (doğru yoldan ayrılan), ehl-i nâr değildir, yani azabı hak edip Cehennemlik olmaz" şeklinde bir rivayet vardır ki, bid'at veya dalâlet ehli, maksadın, niyyetine göre, ya mâzu olur, Cenabı Hak affeder, veya günaha girer, azam ile karşı karşıya kalır. Hz. Peygambere muhalefet etmek, ona aykırı ve zıt bir şeyler ortaya koymak arzusu ve niyeti içinde değilse, isabetli bir görüş veya fiil ortaya koyamadığı için mazur sayılır.
Fırak-ı Dalle sayılan fırkalar Ehl-i Sünnetin dışında kalan şu dokuz fırkadır: Hariciler (Havâriç), Gulat-ı Şiâ, Mu'tezile, Mürci'e, Müşebbihe, Cehmiyye, Dırâriyye, Neccâriyye, Kilâbiyye. Ayrıca Hâriciler onbeş, mu'tezile altı, Mürci'e oniki, Şi'a otuziki grub veya topluluğa ayrılmışlardır. Bunların hepsine aynı zamanda "ehl-i bid'at" da denir.
Bu dokuz fırkanın küçük topluluklarından bazılarının adları şöyledir: Haricilerin kısımlarından bazıları: Ezârika, Necedât, Acâride, Şu'aybiye, İbâdiyye...
Mu'tezile'den bazıları: Vâsiliyye, Huzeliyye, Nazzâmiye, Hişâmiyye, Cübbâiyye...
Şi'a'nın bazı kısımları: Zeydiyye, İsmâiliyye, Kâmiliyye, Bâkirıyye, Şumeytiyye...
Fırak-ı Dalle'nin veya Ehl-i Bid'at'ın genel özellikleri:
1- Şayed bir fırkanın, bir topluluğun veya zümrenin görüşleri içinde dinin asılları, temelleri ve kâidelerinden birine aykırı düşen bir fikirleri veya fırka-ı Nâciye'nin, yani Ehl-i Sünnet ve'l Cemaatin mezhebinin kabul ve tasdik etmiş olduğu kullî ve genel bir hükmünde veya kâidesinde onlara zıt bir görüşleri varsa ve onların takib ettiği hak yolda sapma olmuşsa, işte o topluluk bu görüşleri veya bu durumları sebebiyle ehl-i Bid'at sınıfına girmiş olur. Buna karşılık küllî ve genel sayılmayan hususlarda ortaya çıkan aykırılık, Fırka-ı Nâciye'den ayrılmayı, değişik bir fırka kurmuş olmayı gerektirmez. Eğer bir mesele, müslümanlar arasında düşmanlık, kin, nefret ve ayrılık (tefrika) doğuruyorsa, o mesele dini ve meşru değildir, diğer ifadeyle bid'at ve dalâlettir.
2- Bilindiği gibi Kur'an-ı Kerîm'in ayetlerinden bazıları muhkem ayetlerdir ki, manaları açık ve bunlardan çıkarılan hükümler kesin ve kat'îdir. Bazıları da mütesâbihtir ki, onları açık ve kesin bir tarzda anlamak pek kolay değildir ve bunlar gelişi güzel te'vil edilip yorumlanamaz. Nitekim Yüce Allah Âlu İmrân Suresinin Yedinci âyetinde: ".... kalblerinde eğrilik olan kimseler, fitne çıkarmak, kendilerine göre yorumlamak için onların müteşâbih olanlarına uyarlar. Oysa onların yorumunu ancak Allah bilir..." buyurmakla ehl-i bid'atın bu özelliğini beyanı buyurmuştur. Şu halde müteşâbih ayetlere tabi olmak, onları kötü niyyetle yorumlamak ehl-i Bid'at'ın özelliklerinden bir diğeridir.
3- Kitap ve Sünnete uymak, bunların hükümleriyle amel etmek yerine, kendi hevâ ve heveslerine, nefsanî arzularına ve anlayışlarına uymak da ehl-i Bid'atın bir başka özelliğidir. Çünkü bu topluluklar kendi görüşlerinin doğruluğunu isbat etmek ve taraftarlarını çoğaltmak, diğer mezhebleri kötülemek için doğru yolda olduklarını iddia ederek, ayet ve hadislere sarılırlarsa da, bunları kendi arzularına, kendi kötü emellerine, nefsanî menfaatlerine göre tevil edip yorumladıklarından Ehl-i Sünnetin yolundan ve görüşlerinden ayrılmışlardır. (Geniş bilgi için bk. Tehânevî, Keşşâf, "bid'at ve dalâlet" maddeleri,; eş-Şâtibî, el-İ'tisâm, I, s.36; İsfahânı, Müfredat, ilgili maddeler; Abdülkâhirel-Bağdadî, el-Fark Beyne'l-Fırak, Mezhebler Arasındaki Farklar, Terc. Doç. Dr. E. Ruhi Fiğlalı; el-Cîlânı, el-Ğunye, I, s.59, Kahire, 1331).

FİRASET

Düşüncede tutarlı olmak, bir şeyde düşünerek davranmak ve basiretli hareket etmek, bir şeyin gerçek mahiyetini görebilmek. Bir kişi işlerin iç yüzünü görebildiği, önceden tahmin edip, düşünebilme kabiliyet ve maharetine sahip olduğu müddetçe firasetli sayılır.
Bir müslüman kalbini kin, nefret, münafıklık, çekememezlik, düşmanlık ...vb. her türlü kalb hastalıklarından temizleyip, iman nuru ile takva muhabbetiyle doldurduğunda, aynaya akseden eşyanın sureti gibi bazı sırlar adeta cilalanmış olarak kalbine akseder, "başkalarının gönüllerindeki saklı olan şeyleri de keşfedebilir ki, işte bu gerçek "firasettir". Nitekim Hz. Peygamber "müminin firasetinden sakınınız; zira o Allah Teâlâ'nın nuru ile bakar" (Suyûtî, el-Câmiu's-Sağır, 1, 24) buyurmuştur (Gazzalî, İhyau Ulumi'd-Din tıc. Ahmet Serdaroğlu, İstanbul 1973, II. 726).
Firaset kabiliyetinin iman nuru ile yakından alakalı olduğunu destekleyen şu ayeti burada hatırlatmak gerekir. "Ey iman edenler! Şayet Allah'dan ittika ederseniz, o size fürkân (hem zahir, hem batında hak olanı olmayandan, iyiyi kötüden, temizi habisten ayırt edici bir marifet ve nur) verir" (el-Enfâl, 8/29) (Elmalılı Hamdı Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, IV. 2392).
Yukarıda sözü edilen hadiste iki ayrı yorum yapılmıştır: Birincisi, hadisin zâhirinin delalet ettiği anlamdır ki, bunu Allah Teâlâ, evliyasının kalbine koyar da, onlar da bunun sayesinde kerâmet, isabetli zan ve hades (başkalarının bilmediği şeyleri bilebilme yeteneği) çeşitleri ile insanlardan bazısının durumlarını bilirler. İkinci görüşe göre ise; hadiste sözü edilen firaset, delillerle, tecrübelerle, yaratılış ve ahlâkla öğrenilen bir tür (maharettir) ki, bazıları insanların bâtın hallerini bu maharetleri sayesinde bilebilirler (İbnü'l-Esir, en-Nihâye, Beyrut (t.y), III. 428).
Bu tecrûbî ve rasyonel izahın da hadislerde izahını bulmak mümkündür. Zira Hz. Peygamber mümini akıllı, zeki ve ince görüşlü olarak tavsif etmekle (Suyûtî, a.g.e., Şam(t) II. 571), iman ve takva sayesinde elde ettiği firâseti sayesinde her türlü hile, tuzak ve entrikaya da düşmemesi gerektiğini de şu hadisleri ile işaret etmişlerdir: "Mümin bir kovuktan iki defa ısırılmaz (Buhâri, edeb, 83; Müslim, zühd, 63; Ebû Davud, edeb, 29; İbn Mace, fiten, 13; Darimi, rikak, 65; Ahmed b. Hanbel II. 1 15).




gülgüzeli 01-04-2008 02:38 AM

Cevap : =>İslami Sözlük
 

FER'İ MESELE

Fer' sözlükte; ayrıntı, bir asıldan ayrılan kolların herbiri ve şu'be, esas olmayıp ikinci derecede önemli olan şey anlamlarına gelir. Asl'ın karşıtıdır. Çoğulu fürû'dur. Fer'i ise asla ait olmayıp fer'a ait olana denir. Mesele de sorulup cevabı istenilen şey, soru; bir ilim ve fenle ilgili olup çözümü istenen konu ve bugünkü dilde sorun anlamlarına gelir.
İslâm dininin iman ve amelin birleşmesinden meydana gelen bir bütün olduğu gözönünde tutulursa; imana ilişkin konular aslı mesele; ibadet, muamelat (medenî ilişkiler), ve ukûbat (cezalar) ile ilişkin konular da fer'i mes'ele kapsamına girer. Ehl-i Sünnet âlimlerine göre itikadı meseleler dinin aslını ve temelini oluştururlar; ki, bu esaslar ilk insan ve ilk peygamber Hz. Adem (a.s)'dan Allah tarafından tebliğ ettikleri ilâlû dinlerin temelini oluşturmaktadır. Hz. Peygamber (s.a.s): "Esasen peygamberler baba bir kardeştirler, anaları ayrıdır, dinleri birdir" (Tecrid-i sarih Tercümesi IX, 180) buyururken bütün peygamberlerin tebliğ ettiği iman esaslarının aynı, şerîat hükümlerinin ise ayrı olduğunu vurgulamak istemiştir.
Amel, iman-küfür açısından, imandan bir cüz olmamakla birlikte, amel imanın kemale ermesi için gerekli görülmüş; bu nedenle de imandan bahseden ayetlerin hemen ardından sâlih amel adı verilen İslâm'ın ibadet, muâmelat ve ukûbat ile ilgili hükümlerine uyulması emredilmiştir. İman, amelle desteklenip beslendiği sürece güçlenir; amel ve ibadet olmayınca veya eksik bulununca imanı korumak zorlaşır.
İtikadı ve amelî konuların bütününü teşkil eden hükümler topluluğuna "din", diğer bir deyişle "şerîat" denir. Ancak şerîat kelimesi, uygulamada, ibadet, medenî hukuk, ceza hukuku ile ilgili fer'i meseleler hasredilmiştir.
İslam'da şer'î hükümlerin dört ana kaynağı vardır: Kitap (Kur'an); Sünnet (Hz. Peygamber'in söz, fiil ve takrirleri); icma (bir konuda bir asırda yasayan İslâm âlimlerinin ittifakı); Kıyas (hakkında kesin nass bulunan bir meselenin hükmünü, illeti ile o meseleye benzeyen ve hakkında hüküm bulunmayan meseleye vermek).
Hakkında ilk üç kaynakta hüküm bulunan meseleler İslâm hukukunda "aslı mesele" olarak kabul edilirken; Kitap, Sünnet ve icma'da hükmü bulunmayan bir meselede kıyas ve ictihat yoluyla verilen hükümler de "fer'i mesele" kapsamına girer.
Kıyas, hakkında nass olan bir meselenin hükmünü, hakkında nass olmayan bir meseleye tatbiki demektir. İcdihad da, hakkında kesin nass bulunmayan bir meselenin fıkıh sahasında otoriter sayılan kişilerce (müctehid) İslâm'ın ruhuna aykırı olmayacak ölçüde verilen hükümlerdir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s) Yemen'e vali olarak gönderdiği Muaz b. Cebel'e "İslâm adına ne ile hüküm vereceksiniz?" diye sorunca Hz. Muaz sırasıyla "Allah'ın Kitabı ile onda bulamazsam Peygamber'in sünneti ile hükmederim. Onda da bulamazsam kendi görüşümle ictihad ederim" buyurmuştur. (Ebû Davud, Akdiye, II; Tirmizi Ahkâm, 3; A. b. Hanbel, Müsned, I, 37, V, 230, 236).
Genel olarak. İslâmî ıstılahta akaid ilmine "usûlü'd-dın"; fıkıh ilmine de "fürû'u'd-dın" adı verilir

FERMAN

Padişah'ın bir iş veya gereklilik ile ilgili arzusunu gösteren yazılı emri. Kelime Farsça'dan gelmiş olup, "emir, buyruk" manalarına gelmektedir
Ferman ilk olarak İslâmiyeti kabul eden İlhanlılarda daha sonra ise Osmanlılarda kullanılmıştır. Padişah yazdırdığı yazıya kendi tuğrasını basarak bir resmi emir çıkarmış olur. Padişah'ın bu emrine "Ferman-ı Hümayun veya Ferman-ı şerif"de denmektedir.
Fermanın kendine has şartları ve özellikleri vardır. Öncelikle gönderilen mesajın Ferman olduğu belirtilir. Ferman'ın gönderildiği kişiye dua ve niyaz edilir. Ferman'ın gönderiliş sebebi, Ferman çıkaranın arzusuna açıklandıktan sonra fermanın çıkarıldığı gerekli emir verilir. Söylenmesi ve yapılması istenen şey açıklanır, Ferman'da istenilen şeyin yerine getirilmesi ve muvaffakiyeti için dua edilir ayrıca fermanın tarihi ve gönderildiği yer belirtilir (M. Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, I, 607).
Osmanlılarda hükümdarın tuğralı fermanı, içindeki bilgi ve malumatın çeşidine göre; hüküm, biti, misâl, tevki, nişan, berat, menşur ve yarlığ denilirdi. Bunların hepsi padişahın yazılı emrine delil teşkil eden kelimelerdi.
Fermanlar çok çeşitli sebeplere göre çıkarılırdı. Meselâ Fatih Sultan Mehmed dönemi hakkında 1951-52'de tedâvüle çıkarılan akçeler ile ilgili bir ferman'a göre, "darphane amih", yeni akçeleri Anadolu vilayetleri sarraflar ve yasakçılar aracılığı ile gönderir. Akçe naklinin güvenliğini sağlamak amacıyla Sancakbeylerine, Kadılara, Tımar Sahiplerine Kethüdâların güzergâh üzerinde emniyet tedbirlerini alması istenerek geceleri konaklamalarda keşif yapması emredilmiştir. Sultan, herhangi bir şekilde emrinin ifasında ihmâl gösterenlere ağır cezalar verir.
Fermanlar, Osmanlılardan önce Anadolu Selçuklu Devletinde de vardı. Anadolu Selçuklu devleti İlhanlılara bağlı olduğundan Han, Selçuk Hükümdarına kılıç, hil'at, murassa külâh ve bir de ferman göndermiş ve Nâib Şemsüddin İsfahani'yi kendi tarafından Memalik-i Rum'a hâkim yapıp eline bir de Yarlığ vermişti.
Anadolu Selçuklularında büyük divanda bulunan arazi defterlerinde has ve iktaa yani dirlik olan tımara ait tevcihâtı yapan ve buna dair menşur ve beratları hazırlayan mühim bir dairenin reisine Pervaneci denmiş ve bu berat ve menşurlara da Pervane denilmiştir (İ Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti Teşkilatına Medhal, Ankara 1970, s.95).
Pervane birçok lügat ve eserlerde Ferman ve hükm-i padişahı demek olup, bir nevi yazının adına da pervane denildiği ve Moğollarda devletin dört mühüründen birinin adı olduğu ve altından yapılmış olan bu küçük hükümdar mührüyle hazineye ait vesikaların damgalandığı Hacib veya Perdedara Pervane denildiği kaydedilmektedir (Tarih-i Osmanî Encümeni Mecmuası, sene 8, s.46)
Pervane büyük Selçuklularda da vardır. Siyasetname'de Pervanenin alelıtlak ferman manasına geldiği anlaşılmaktadır. Pervanecinin divan, hazine, ikta ve atiyyelere ait verilen fermanları tetkik ve icabını yapan bir memur olduğu görülmektedir. Bazı Osmanlı beratlarıyla bâzı eserlerde de pervanenin ferman ve berat anlamında kullanıldığı görülmektedir.
Ferman'ın Osmanlı Padişahlarına ait bir "teşri" (kanun koyma) sıfatı olduğunu dile getiren bazı yazarlar vardır. Bu konu, aslı olmayan bir husustur. Kaldı ki, bu hususu ileri süren yazarların eserlerinde de ferman gibi padisah buyruklarına kanunname ile ilgili malumatlar verilirken temas edilmiştir.
Şu hususu açıklamakta fayda vardır ki, Osmanlı devlet sistemi, kuruluş biçimi itibariyle tam bir İslâmî yapı göstermiyorsa da, İslâmî hukuk ve siyâsetin ana meselelerini yüklenen bir devlet sistemi idi.
Devletin çeşitli icraatları bunu göstermektedir. İkinci olarak, Osmanlı'da kanunnameler veya bunların bağlı olduğu örfi hukuk, İslâm'a ters olmayan hükümlerden oluşan ve daha çok toplumsal meselelerle ilgili hükümlerden oluşmaktaydı. Kanunnameler, örfi hukukun en etkili ve yaygın örnekleriydi. Ülke içindeki sonradan ortaya çıkan idari, siyası ve malı konular, İslâm şerîatı ile çerçevelenmiş örfi hukukun bir dalı olan kanunnameler ile çözülmeye çalışılıyordu.
Ferman ise, daha anı ve küçük meseleler için verilen padişah buyruklarıydı. Ferman ve kanunnamelerin genelinde İslâmî bir öz ve prensip hakim ise de, padişahın herhangi bir meseledeki kanaat ve görüşüne göre bazen İslâmî esasların ihlâl edildiği de olabiliyordu. Eğer ulema ve bilhassa şeyhülislâm ile veziriazam ve diğer ileri gelenler bu tür yanlışlığa karşı çıkmaz ise, bazen keyfi kararlar uygulanabiliyordu. Padişahın keyfî karar vermesine çoğunlukla engel olan böyle bir karar mekanizmasının Osmanlı devlet yapısında olduğunu görüyoruz. Fakat zaman zaman da olsa yönetimde olanlardan bir bölümünün keyfi tutumları ile İslâmî esasların ihlâl edilmiş olduğu bilinmektedir. Bu durumlar İslamî hayat ve anlayışın ortadan kalkması ile başlayan dönemle birlikte ortaya çıkıyordu. Yani, İslâm insanının giderek idarî seviyede kaybolması ile gayrı İslâmî tavır ve icraatlar kendisini göstermeye başlamıştır.
Osmanlı devletinde fermanlar, divanı hat denilen girift bir yazı ile yazılırdı. Bu yazı şekli, son zamanlara kadar devam etmiştir.

FERSAH

Bir mesafe ölçüsü, Farsça "fersenk" kelimesinden Arapça'ya "fersah" şeklinde geçmiştir. Kâmûs-u Osmânî'de bu kelime: "Üç mil uzunluğundaki mesafeye denir" diye tarif edilmiştir.
Hem maddî hem de manevî şeyler için kullanılır. Maddî olmayan şeyler için kullanıldığında genellikle mükerrer olarak gelir. Meselâ: "Falanca kimse ustasını fersah fersah geçmiştir" denir (M. Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimler sözlüğü, Fersah maddesi).
Kuzey İran lehçelerindeki bir şekilden Arapça'ya geçmiş bir tabir olup, fars, frasang, pehl ve farsang şeklinde, İran'da kullanılan bir yol ölçüsü olup, aşağı yukarı at ile bir saatte gidilen mesafeye denktir.
Altı bin zirâ' veya zirâ'ı resmî (1,0387 m.) den ibaret olan bir fersah, 6232, 2 m.ye tekâbül eder. Arap fersahı 3 mil veya 12000 zürrâ-5762,7 m. idi." (CL. HUART, Fersah, İA c. IV, İstanbul 1948 s.574)
Fersah; çok eski bir mesafe ölçüsü olması hasebiyle ve henüz metrenin bilinmediği bir dönemde kullanıldığı için, bugün metre cinsinden karşılığını tam olarak tesbit etmek zordur. Ancak yaklaşık bazı rakamlar vermek mümkündür.
Yukarda bir fersahın 6232,2 m.ye, bir Arap fersahının da 3 mil yani 5762 m. olduğu belirtiliyor. Ayrıca deniz fersahının 5555 m., kara fersahının da 4444 m. olduğu söyleniyor. Aradaki farkın, hesaplamada esas kabul edilen ölçüden kaynaklanması muhtemeldir. Örneğin deniz mili 1853 m., kara mili ise 1609 m.dir. Buna göre bir deniz fersahı (1855 x 3) 5559 m., bir kara fersahı da (1609x3) 4827 m.dir.
Sonuç, yuvarlak bir rakamla ifade edilmek istenirse, bir fersahı beş km kabul etmek en pratik yoldur.
Ashab (r.a.)'dan bize ulaşan haberlerle, müslümanların fersahı günlük hayatlarında ve serî konularda kullandıklarını görüyoruz. Meselâ Yahya b. Yezîd el-Hünâî, Enes b. Mâlik'e namazı kısaltma meselesini sorduğunda, O'nun şu cevabı verdiğini bildiriyor:
"Resulullah (s.a.s.), üç mil yahut üç fersah (üç mil yahut üç fersah di ye tereddüd eden, seneddeki Şu'be'dir) mesafeye gitmek üzere yola çıktığı zaman, namazı iki rekat kılardı" (Müslim, Müsâfîrîn, 12; Dâvûd, Sefer, 2).
Bir diğer rivayette şöyle denilmektedir:
"İbn Ömer ve İbn Abbas (r.a.), dört "berîd"lik bir mesafede namazı kısaltırlar ve iftar ederlerdi. Bu mesafe onaltı fersahtır" (Buhâri, Taksir, 4).
Abdullah İbn Abbas'ın, Mekke ile Tâif, Mekke ile Usfân veya Mekke ile Cidde arasındaki gibi bir mesafede namazı kısaltarak kıldığı haberi Mâlik'e ulaştığı zaman şöyle demiştir:
"Bu mesafe dört "berîd" dir (16 fersah) ve bana göre namazın kısaltıldığı en güzel mesafedir" (İmam Mâlik, Muvatta', Kasrü's-Sala, 3).



FESAD, FESAT

Bir şeyin önce düzgün, düzenli ve yararlı iken, sonradan bu vasıflarını kaybederek değişmesi ve bozulması (kokuşması) gibi anlamlara gelir. Fesadın zıddı, salâh, fesad kökünden türeyen mefsedet'in zıddı da maslahat'tır.
Fesad bir çok şey hakkında kullanılabilmektedir. İbnu'l-Cevzî bunları şu şekilde maddeleştirmiştir:
1) Can, beden ve istikametten ayrılan her şey için.
2) Zat ve eşya hakkında kullanılabildiği gibi, din hakkında da kullanılabilir ki, din hususundaki fesad, çoğunlukla isyan veya küfür ile olur.
3) İbareler: Fesad, ibadetler hakkında da kullanılır. Bazı ibadetler (hac, umre), fâsid olduğu halde devam edilip tamamlanabilir. Bazıları ise (namaz vb.), fasid olunca artık devam edilmez ve tamamlanamaz. Yeni baştan yapılması gerekir.
4) Akitler: Akitler hukukî (şer'î) şartlarını tamamlamadıkları zaman fasid olurlar.
5) Şehadet: Kendisiyle hüküm verilmesini gerektirecek vasıfta ve özellikle olmayan şehadet "fasid şehadet" olarak adlandırılır.
6) Dava: Bir dava mahkemede dinlenebilmesi için gerekli şartları taşımıyorsa, "fasid dava" olarak vasıflanır.
7) Söz: Bir söz eğer muntazam ve düzenli değilse, buna "fasid söz" denir.
8) Fiil (iş): Bir iş, bir davranış, nazar-ı itibara alınmıyor ve önemsenmiyorsa, buna "fasid fiil" denir.
Fesad ve bu kökten türemiş olan isim ve fiiller, Kur'an'da elli yerde geçmektedir. Tefsirciler bunları genelde yedi anlamda toplamaktadırlar.
I) Ma'siyet: "Onlara yeryüzünde fesad çıkarmayın denilince: "biz ıslah edicileriz ' derler..." (el-Bakara, 2/1 1).
2) Helâk: "Eğer, gökte ve yerde Allah'tan başka ilahlar olsaydı, her ikisi de fâsid, yani helak olurdu..." (el-Enbiya, 21/22).
"Eğer gerçek onların arzuları doğrultusunda olsaydı, gökler, yer ve bu ikisinde bulunanlar helak olurdu. Halbuki biz onlara, kendi zikirlerini getirdik onlar ise kendi zikirlerinden (onlara açıkladığımız hakikatten) yüz çeviriyorlar" (el-Mü'minûn, 23/71).
3) Kuraklık (yağmur kıtlığı): "İnsanların, kendi elleriyle yaptıkları yüzünden, onlara yaptıklarının sadece bir kısmını tattıralım diye, karada ve denizde, "fesad" ortaya çıktı. Belki, yaptıklarının doğru olmadığını anlar vazgeçerler" (er-Rum, 30/41); (Bugün, havanın, suların, kısaca tabiatın toplumun, Sosyal ekonomik yapının insanlar tarafından bozulması, kirletilmesi bu ayetin muhtevası içinde değerlendirilebilir).
4) Öldürme (katl): "Firavn milletinin ileri gelenleri; Musa'yı ve kavmini, seni ve tanrılarını terkederek yeryüzünde fesad çıkarsınlar diye mi, yani Mısır ehlini öldürsünler diye mi terk ediyorsun" dediler... (el-A'raf, 7/127; Ayrıca bkz. Kehf, 18/94; Mü'min. 40/26).
5) Harab olma, harap etme: "Başa geçince, yeryüzünde fesad çıkarmak için yani, ona harab etmek için çabaladı..." (el-Bakara, 2/205; bkz. en-Neml, 27/34).
6) Küfr: "Sizden önceki nesillerin ileri gelenleri, yeryüzünde fesad 'a, yani, küfr'e engel olmalı değil mi idiler..." (Hûd, 1 1/1 16).
7) Sihir: "Sihirbazlar sihirlerini göstermeye başlayınca, Musa onlara: sizin bu yaptığınız sihirdir, Allah onu boşa çıkaracaktır. Çünkü Allah, müfsidlerin yani sihir yapanların amelini ıslah etmez, dedi" (Yunus, 1 0/8 1) .
Yine bu anlamlara ek olarak, Fîrûzâbâdî, "Biz ahiret yurdunu, yeryüzünde üstünlük ve fesad istemeyenlere mahsus kıldık..." (el-Kasas, 28/83) ayetindeki fesadın, "malı haksız yere almak" olarak tefsir edildiğini de söylemektedir. Hemen belirtelim ki, fesad için verilen bu anlamlar, sınırlandırıcı ve bağlayıcı olmayıp, o zamana kadar bu kelimenin nasıl tefsir edildiğini göstermek maksadıyla zikredilmişlerdir. Zamana ve şartlara göre, ayetlerde geçen "fesad" sözcüğünün daha başka şekillerde yorumlanması da mümkündür.
Fesad ve bu kökten türeyen isim ve fiiller, aynı şekilde, hadislerde de çeşitli anlamlarda kullanılmıştır. Anlamları çok yakın olmakla birlikte, bunları genel olarak şu şekilde gruplandırmak mümkündür:
a) ''Bozulmak, istikametten ayrılmak" (Bkz. Tirmizî, Fiten, 13/27; Ebû Dâvûd, Cihad, 24), b) "Fitne ve huzursuzluk çıkarmak (ifsad)" (Buhâri, Fiten, 21; Ebu Dâvûd,
Adâb, 37; Buhâri, Hudûd, 31; Tirmizî, Nikâh, 3), c) "İki kişinin arasını açmak, birbirine düşürmek (ifsad)" (Dârimî, Rikak, 7; Ahmed b. Hanbel, VI, 459. Tirmizî, Kıyame, 56); d) ''İbadetin bozulması, geçersiz olması" (Buhâri, Ezân, 58; Vudû, 69; Salat, 15; Muvatta, Hacc, 152), e) "Akdin kusurlu (fasid) olması" (Buhari, Hiyel, 4), f) "Bozulmak" (Buhâri, İman, 39).
Bazı ayetlerde geçen, "yeryüzünde fesad çıkarmak" ifadesinin ne anlama geldiği hususunda şunlar kaydedilir:
a) İbn Abbas, Hasan ve Katade'ye göre; yeryüzünde fesad çıkarmak "Allah'a isyanı ortaya çıkarmak" anlamına gelir. Fahreddin er-Râzı'nin naklettiğine göre Kaffâl, bu hususu şöyle açıklamıştır: Allah'a isyan izhar etmek, yeryüzünde fesad çıkarmak demektir. Çünkü, şerîatler, insanlar arasına konulmuş yollar ve güzergâhlardır (sünen); insanlar, bunlara tutunursa düşmanlıklar kalkar, fitneler söner ve kan dökülmesi durur, neticede, yeryüzü ve bütün insanlar sulh ve sükuna kavuşur. Eğer, bu sünnetler terkedilirse ve herkes heva ve keyfi arzularına göre davranırsa, anarşi ve çalkantılar kaçınılmaz olur.
b) Bu ifade, bazı ayetlerde (el-Bakara, 2/205 de olduğu gibi), küfür ve nifak anlamına gelir.
c) Fitneyi körüklemek, savaş çıkarmak anlamına gelir. Bunun sonucunda da, insanların düzenleri, ekinleri, dinî ve dünyevî menfaatleri bozulur.
Görüldüğü gibi fesad, özellikle Kur'an'da, "anarşi, bozgunculuk, istikrarsızlık" gibi anlamlarda kullanılmaktadır. O halde Kur'an, toplum ve insanlık için gerek dinî gerekse sosyal manada, istikrar ve istikameti istemektedir. İslâm, toplumun istikrarını korumak uğruna, tam istikamet üzere olmayan (fâsık) idareciye başkaldırmama anlayışını buradan almaktadır.
Fesad'ın sosyal ve siyasi (sosyopolitik) muhtevasının yanında bir de, hukukî muhtevası vardır. Bu muhteva kelimenin Kur'an, hatta sünnetteki kullanımında mevcut olmayıp daha sonra hukukçular tarafından ona yüklenmiştir.
Hukuk doktrinlerinin doğup terminolojinin teşekkül etmeye başlamasından sonra, Hanefi hukukçular fesad sözcüğüne yepyeni bir hukukî anlam yüklemişler ve fesâd'ı akdin -fer'i yönlerinde (tamamlayıcı unsurlarında) bulunan ve akdi sıhhat mertebesi ile butlan mertebesi arasında bir mertebeye getiren bir kusur (halel) ile- kusurlu olması durumunu ifade için kullanmışlardır. Bu kusur, aslı noktalarda (kurucu unsurlarda) bir aykırılık olmadığı için, bu akit "batıl (gayri mün'akid)" sayılamayacağı gibi, bünyesinde, akit sistemine fer'i noktalarda bir aykırılık mevcut olduğu için "sahih" de sayılamaz. Öyleyse, fasid akit, hukukî varlığı olmayan bâtıl akit ile hukukî varlık kazanmış ve muteber olmuş sahih akit arasında yer almaktadır. Zaten bu anlam, kelimenin sözlük anlamında da mevcuttur. Nitekim, yukarıda da belirtildiği gibi, fesad'ın sözlük anlamı, yok olma, ortadan kalkma değil, mevcut olan bir şeydeki, değişme ve bozulmadır. Bu itibarla hukuken yok sayılan batıl akit ile, hukukî varlık kazandığı halde "bozuk (kusurlu)" olan fâsid akdin ayrı ayrı hükümlere tabi tutulması, güzel bir hukuk anlayışıdır.
Fesad teorisi Hanefi menşe'lidir. Diğer çoğunluk hukukçular, hukuken muteber olup olmamasına nisbetle akdi, biri "sahih (mün'akid)" diğeri, "fâsid veya bâtıl (gayri mün'akid)" olmak üzere iki derecede ele almışlar ve akdin gayri mün'akid olmasını, akit sistemindeki hukukî emir ve yasaklara uyulmaksızın yapılması olarak anlamışlardır. Hanefi doktrin ise, hukukî düzenlemeye aykırılık şekillerini aynı derecede tutmamış, bunun yerine aykırılığın aslı ve fer'i noktalarda olabileceğini ve bu farklı iki durumun aynı sonuca bağlanmasının doğru olamayacağını ileri sürmüştür. Çünkü, uygulanacak müeyyidenin, hukukî düzenlemeye (kanun koyucunun hukuk anlayışına) aykırılığın derecesiyle mütenasip olması gerekir. Buna göre, akit sistemine yalnızca fer'i noktalardan aykırı olan, fakat esaslı noktalarda, sisteme uygun olup rükun ve şartlarını bulunduran akdin butlan ve sıhhat arasında bir mertebede yer alması gerekir. Çağdaş İslâm hukukçularından Mustafa Ahmed ez-Zerkâ, Hanefilerin fesad teorisini "faydalı bir durak" olarak tavsif etmektedir.
Müctehid imamların, fesad mertebesi konusundaki ihtilafları, temelde, Kanun koyucunun -akitler gibi- itibarı varlığı bulunan tasarruflar hakkındaki yasağının (nehy) ne ifade ettiği (muktezası) konusundaki ihtilaflarına dayanır. Diğer bir ifadeyle ihtilaf, kanun koyucunun yasağının yorumlanmasındaki görüş ayrılığından kaynaklanın
Bazı ekoller, özellikle Hanbeli ekolü, nehyin yönelik olduğu noktalar arasında hiçbir ayırım yapmaksızın, nehyin muktezasının butlan olduğunu ileri sürmüşlerdir. Çünkü, bunlara göre yasak, yasaklanan işin meşruluğuna mutlak olarak aykırıdır. Bu noktadan hareketle, bu görüş sahipleri, "Faiz yiyenler, şeytan çarpmış kişiler gibi kalkarlar. Bunun sebebi, onların; "alım-satım da faiz gibidir" demeleridir. Halbuki Allah, alım-satımı helâl faizi de haram kılmıştır..." (el-Bakara, 2/275) ayetinden sonraki "Ey iman edenler, Allah'tan korkun, eğer mümin iseniz, artık faizi bırakın " (el-Bakara, 2/278) ayetinde geçen yasaklama sebebiyle, faizli akitlerin batıl olduğuna hüküm vermişlerdir. Aynı şekilde, yine hadisteki yasak yüzünden, yasak bir şarta mukterin olan akdin bâtıl olduğuna hükmetmişlerdir (Bazı durumlarda, akdi değil de öne sürülen şartı batıl saymışlardır).
Hanefi ekolünde ise, bir işin yasaklanmış olmasının, o işin aslının meşru olmadığına delalet etmeyeceği, aksine, yasağa rağmen işin aslının (öz) meşru kalabileceği kabul edilmiştir.
Sebeplerinin değişmesine göre, hukukî yasaklamanın sonuçlarına gelince:
Kanun koyucunun yasağı, genel olarak şu şekillerde karşımıza çıkar:
a) Yasağın, yasaklanan şeyin (Menhiyyun anh), bizzat (liaynihi) mi, yoksa dolaylı olarak (liğayrihi) mi, çirkin (kabıh) gösteren karineler olmaksızın varid olması: Bu şekildeki yasak, ilgili olduğu konuya bağımlı olarak iki çeşide ayrılır: Birinci çeşit yasak, zina, katı, şarap içme vb. gibi maddî (hissî) fiiller hakkındaki yasak, ikinci çeşit yasak ise, oruç, namaz, alım-satım ve kiralama gibi şer'î tasarruflar hakkındaki yasaktır. Maddi fiiller, yapılması ve gerçekleşmesi hukuk sistemine bağlı olmayan, yani bir hukuk sistemi olmaksızın da bihnen ve vukua gelen işler olarak tarif edilir. Şer'i tasarruflar ise, meydana gelmesi ve bir hukukî değere sahip olarak yapılması, ancak hukuk sistemi dairesinde olabilen işlemlerdir. Meselâ; oruç ve namazın, bir ibadet ve Allah'a yakınlaşma vesilesi olması ancak, İslâm hukuk sistemi (şer') ile olmaktadır. Aynı şekilde alım-satımın bir takım özel şartlarla mülkiyeti nakleden bir akit oluşu, yine hukuk sistemi sayesinde anlaşılabilmektedir .
Hissi fiil. ser-i tasarruf ayrımı, bünyesinde bir zorlama taşıyorsa da, özellikle Hanefi ekolündeki fesad-butlan teorisinde önemli bir yer tutar. Usulcüler, hissi filler hakkındaki yasağın, -eğer bu yasağın, lâzım veya hâricî bir vasıf yüzünden olduğuna delil yoksa yasaklanan şeyin özü itibariyle çirkinliğine ve fesadına delalet edeceğinde hem fikirdirler. Meselâ zina, hissi fiillerdendir, dolayısıyla zinanın yasaklanmış olması onun özü itibariyle çirkin olduğunu gösterir. Usulcüler arasındaki görüş ayrılığı daha ziyade şer'î tasarruflar hakkında, mutlak olarak yani, öze mi yoksa bir vasıfa mı yönelik olduğuna dair bir karine olmaksızın, varid olan yasak hususundadır. Diğer bir ifadeyle ihtilaf, hakkında bu türlü bir yasak varid olan şer'î tasarrufun hükmünün ne olacağı konusundadır. Bu konudaki görüşler kısaca şöyledir:
1) Şer'i tasarrufların mutlak olarak yasaklanması, bu tasarrufların butlanına delalet eder ve yasaklanan şeyin çirkinliği sabit olur. Bu tasarruf artık aslı itibariyle meşru olarak kalmaya devam edemez. Şâfiî usulcülerin çoğu bu görüştedir.
2) Böyle bir yasak tasarrufun butlanına delalet etmez. Hanefiler ile bazı Şafiî usulcüler bu görüştedir.
3) Bu nehiy, ibadetlerde fesada delalet eder fakat muamelatta fesada delalet etmez. Şevkanı, bu görüşü Ebu'l-Huseyn Basrı, Gazzalî ve Razi'ye nisbet eder.
b) Yasağın, yasaklanan şeyin bizzat kendisine veya bir parçasına (cüz'üne) yönelik olması: Meselâ; taş atmanın alım-satım sayıldığı (bey'u'l-hasât) sırf şeklî akdin yasaklanmasında yasak bizzat bu fiile yöneliktir (Müslim, Buyû, 1513; Şevkânî, Neylu'l-Evtâr, V, 147-148). Diğer taraftan, erkek hayvanın sulbündeki veya dişi hayvanın karnındakinin satılmasına (mezamin ve melakih) yasaklanmasında ise, yasak akdin bir rüknü ve bir parçası olan "mebı"e yöneliktir.
Çoğunluk usulcülere göre bu şekildeki nehiy, butlan muradifi olan fesad'ı gerektirir.
c) Yasağın, yasaklanan şeyin aslına (özüne) değil de, ayrılmaz bir vasfına yönelik olması: Meselâ, faizin yasaklanması böyledir. Çünkü, yasak, fazlalık sebebiyledir; bu fazlalık ise ne satım akdinin kendisi, ne de onun bir cüz'üdür. Aksine, akdin ayrılmaz (lazım) bir vasfıdır. Akdin muktezasına aykırı bir şartı ihtiva eden satım akdinin, bayram günü oruç tutmanın yasaklanması bu kabildendir. Çoğunluk usulcülere göre bu yasaklama, bir şeyin bizzat (özü itibarıyla) yasaklanmasından farksızdır. Yani, fesadı gerektirir ve yasaklanan şey, matlub olan hiç bir sonucu meydana getiremez. Hanefilere göre ise, bu nehiy, sadece vasfın fesadını gerektirir ve işin aslı meşru olarak kalır. Hatta, bu vasıf giderilince söz konusu tasarruf meşrulaşır. Hanefiler bu şekildeki tasarrufu fasid olarak isimlendirir ve ona bir takım sonuçlar tertip ederler.
d) Yasağın, yasaklanan şeyin haricî ve ayrılabilir bir vasfına yönelik olması: Gasbedilmiş yerde namaz kılmanın yasaklanması böyledir. Buradaki yasak, başkasının mülkünü haksız olarak işgal etme sebebiyledir ki, bu sebep, namazın ayrılmaz vasfı değildir, yani namaz başka yerde de kılınabilir. Cuma ezanı okunurken alış-veriş yapmanın yasaklanması da böyledir. Yani yasak, alış-verişin özüne değil, onun dışında başka bir hususa yöneliktir ki, bu husus; alış veriş yaparken cuma namazının kaçırılmasıdır. Cumhur usulcülere göre, bu tür yasaklama, yasaklanan şeyin butlanını da fesadını da gerektirmez. Bu yasaklamaya rağmen, iş meşru olarak kalmaya devam eder ve amaçlanan sonuçlarını meydana getirir. Ne var ki fâili günah kazanmış olur.
Kanun koyucunun bâtıl olduğunu belirtmeksizin bir tasarrufu yasaklaması durumunda, nehyin sonucu, nehyin sebebine göre başka bir ifadeyle hukuk düzenine aykırılık çeşidine göre değişiklik gösterir. Şöyle ki;
1) Kanun koyucu, bir fiili bazan, özü (asıl) itibarıyla meşru olmadığı için yasaklar. Çünkü bu fiil özü itibariyle çirkindir. Meselâ, zinadan neseb ve mehir sabit olmaz, mûrisini öldüren (kâtil) öldürdüğü kişiye vâris olamaz, yine gasbeden gasbettiği şeye mâlik olamaz. Bu tür şeylerin yasaklanması literatürde "hissî (maddî) fillerin yasaklanması" olarak ifade edilir. Melâkih (erkek hayvanın sulbünde bulunan) ve mezâmınin (dişi hayvanın karnında bulunan) satılması hakkında sünnette varid olan yasak da bu kabildendir. Ser', bunları akde uygun "konu" saymamıştır. Aynı şekilde, mülâmese ve münabeze'nin yasaklanması da böyledir. Çünkü, bu tür alım-satım, sahih rızaya delalet etmemektedir. Görüldüğü gibi, bu akitler, kurucu unsurlarından birini kaybetmişlerdir. Bu sebeple "bâtıl"dırlar.
2) Kanun koyucu, bazan, aslı meşru olan bir işi yasaklar ve bu yasak Kanun koyucunun, yasaklanan işte çirkin gördüğü ve işi kendisinden arındırmak istediği bir vasfa yönelir. Şöyle ki, aslın meşru olduğu açık olduğuna göre, sadece vasıf, yasağın hedefi olarak kalmaktadır. Faizli işlemin yasaklanması gibi. Böyle bir işlem ya satım ve ödünç akdidir ve her ikisi de asıl itibarıyla meşrudur. Fakat bu akitlerde, kanun koyucunun çirkin gördüğü bir vasıf vardır ki, o vasıf akdin, "karşılıksız bir fazlalığa" şamil olmasıdır. Satım ve kira akdinde bazı özel şartların öne sürülmesinin yasaklanması da böyledir. Her iki akit de asıl itibarıyla meşrudur fakat bu akitlerde öne sürülen vasıf mesabesinde olan şart gayrı meşrudur.
Yasaklanan akit eğer bu türden ise yani aslen meşru ise, yasak, Hanefilere göre, bu akdin bâtıl olması sonucunu doğurmaz. Aksine bu akit fasid olarak (yani, fer'i yönlerinde, onu iptal edilebilir hale getiren bir kusurla kusurlu olarak) in'ikad etmiş sayılır. Eğer bu fasid akdin iptaline bir engel çıkarsa (mesela fasid akit sonucunda kabzedilen şey meşru başka bir akitle elden çıkarılmışsa veya onda geri iade edilmesine imkân vermeyecek birtakım değişiklikler husule gelmişse), bu takdirde fasid akdin hükmü sabit olur ve artık feshedilemez. İşte özellikle Hanefi fakihlerin fasid akdi tarif ederken "fasid akit, aslı itibarıyla meşru, vasfı itibarıyla gayrı meşru akittir" sözlerinin anlamı budur. Bilindiği gibi batıl akit, hem aslı hem de vasfı itibarıyla meşru değildir ve ona sahih akdin sonuçlarından hiçbirisi terettüp etmez.
3) Bazan da kanun koyucu, aslen ve vasfen meşru olan bir işi yasaklar ve bu yasağın illeti, tamamen haricî bir durum olur. Mesela; cuma ezanı vaktinde yapılan alım-satım hakkındaki yasak böyledir. Bu tür yasaklar, butlan veya fesadı gerektirmez. Çünkü, alım-satım, medenî bir akit olması bakımından temel (tabii) unsurlarını ve kuruluş şartlarını tamamlamıştır. Yasak ise, haricî bir sebep yüzündendir. Bu haricî sebep de; akit yapmak uğruna, vacib olan ibadeti yerine getirememe ihtimalidir. Böyle yasağın muktezası ise yalnızca "dinî bakımdan haramlık"'tır. Nitekim bir kişinin, yine alım-satım yüzünden başka bir namazı kaçırması durumunda da aynı dini haramlık söz konusudur. Namazın kaçırılması "din bakımından (diyaneten)" haramdır. Ancak, bu haramlık, bu esnada yapılan akdin sıhhatine etki etmez. Aynı şekilde, başkasının dünür olduğu kıza, -henüz düşünme safhasında iken- talip olmanın, bitmemiş pazarlığa yeni bir teklifle girmenin yasaklanması da bu kabildendir. Bu ve benzeri yasaklama şekilleri bu şekilde alım-satım ve nikâhta "kazâı-medenî" yönden butlan ve fesad gerektirmez, ancak akdin kuruluş unsurları haricinde ahlâkı bir mana sebebiyle sadece "dinî bir kerahet" gerektirir. Eğer, nehyin illetine veya mahiyetine bakılmaksızın, her durumdaki neh'yin sonuçları eşitlenecek olursa, "eksik akdî mahiyet" ile "tam ve sağlam akdî mahiyet" de eşit tutulmuş olur ki bu, hukuk mantığı bakımından tutarlı bir yol değildir.
Butlân-fesad ayırımı bütün tasarruf çeşitlerine şâmil değildir. Mesela, namaz, oruç, hac vb. ibadetlerde batıl ile fasid arasında fark yoktur. İbadetler, ya sahihtir (ve mükellefin zimmetini borçtan kurtarmıştır) ya da sahih değildir ve borç düşmemiştir. İşte bu durumda bu ibadete fâsid ya da batıl denir ki her ikisi aynı anlamdadır. Bu konuda İslâm hukukçuları görüş birliği etmişlerdir.
Medenî hukuk alanında ise, fesad-butlan ayırımı, sadece karşılıklı borçlar doğuran ya da mülkiyeti nakleden "mâlı akitler"de câridir. Bu kural (söz) alım-satım, kira, rehin, havale, kısmet, şirket, büzaraa ve benzeri akitleri içine alır. Çünkü bu akitler karşılıklı borç doğururlar. Aynı şekil de karz ve hibe akdi de bu çerçevededir. Çünkü, bu ikisi mülkiyeti nakleder. Bu akitlerin hepsinde fesad, butlandan ayrılır ve bu akitler fesada rağmen hukukî varlık kazanmış (mün'akid) sayılır.
Aynı şekilde, butlan-fesad ayırımı şu tasarruflarda da cârı değildir: a) Mutlak fiilî tasarruflar b) Akit kabilinden olmayıp, talak, vakıf, ibra, kefalet, ikrar gibi tek taraflı irade kabilinden olan tasarruflar, (dava bundan istisna edilmiş ve onda bu ayırımın cari olacağı öne sürülmüştür). c) Evlenme, vekalet, vesayet, tahkim gibi mâlı olmayan akitler, (Vekalet, vesayet ve tahkim "tevfiz akitleri"dir. Bu yüzden bunlarda butlan-fesad ayırımı cân değildir. Ancak, nikâh akdinde bu ayırım doktrinde tartışmalıdır. Bk. Fasid nikâh). d) Vedia ve iâre gibi karşılıklı borç yükleyen fakat mülkiyeti nakletmeyen mali akitler.
Bu tasarruflarda, iki mertebe söz konusudur; sıhhat ve butlan. Bu ikisi arasında üçüncü bir mertebe yani fesad mertebesi yoktur. Aksine bunların butlan ve fesadı, hukuk düzeni tarafından muteber olmadığını göstermesi bakımından aynı anlamdadır.
Fesad sebebleri
Fesad sebebleri, genel fesad sebebleri ve özel fesad sebebleri olarak ikiye ayrılır. Özel fesad sebeblerini bilmek için, her akdin özel sıhhat şartlarını bilmek gerekir. Her akdin özel sıhhat şartları farklı olduğu için, bir akit için fesad sebebi olan bir sebep, başka bir akdi fasid kılmayabilir. Mesela "şüyû" satım akdini fasid kılmaz ama, rehn akdini fasid kılar. Aynı şekilde müfsid şart, muavazalı akitleri fasid kılar fakat hibeyi fasid kılmaz.
Genel fesad sebebleri
1) Cehalet: Hanefi doktrininde akdi fasid kılan cehaletle kasdedilen "fahiş cehalet"tir. Fahiş cehalet de, "çözümü güç anlaşmazlık (müşkil nizâ)"a yol açan cehalet anlamındadır. Mesela, bir kimse, tayin edilmeksizin sürü içerisinden bir koyun satsa, satıcı, tayin edilmemiş olma gerekçesiyle, kötü bir koyunu vermek isteyebileceği gibi, aynı gerekçeden hareketle müşteri iyi bir koyun isteyebilir. Her iki tarafın tutunduğu gerekçe birbirine eşit olduğu için bu türden anlaşmazlığın çözüme kavuşturulması güçtür. Bu türden çözümü güç anlaşmazlığa yol açmayan cehalet ise akde zarar vermez.
Akdi fasid kılan cehâlet genelde şu dört hususta olur; "akit konusu olan şeydeki (ma'kudun aleyh) cehâlet", "mali muavazalı akitlerde ıvazın, mesela, satım akdinde semen'in mechul olması", "surenin bağlayıcı önemi bulunan kira vb. akitlerde surenin meçhul olması" ve "akitte şart koşulan vesikalandırma yollarının meçhul olması mesela, satıcı müşteriden müeccel semen için bir kefil istese, bu kefilin belirlenmesi gerekir aksi takdirde akit fasid olur."
2) Ğarar (aldatma, kandırma): Ğararla kastedilen, akdin mevhum ve güvenilmeyen bir duruma dayanması durumudur. Hanefi doktrini, makudun aleyh'in aslında olan ğarar ile evsâf ve mekadır'deki ğararı birbirinden ayırmıştır. Makudun aleyhin aslında (özünde) olan ğarar akdin butlanını gerektirir. Meselâ, anasının karnındaki yavru hayvanı satmak böyledir.
Vasıf ve miktarlardaki ğarar ise akdin butlanının değil, fesadını gerektirir. Ğarar ile kasdedilen de daha ziyade bu ğarardır. Mesela, bir kimse, şu kadar litre süt veriyor olması şartıyla bir inek satarsa, bu satım fâsiddir. Çünkü, ineğin o kadar süt vermemesi mümkündür. Ancak, ineği, "bol sütlü" diyerek satarsa, bu bir vasıftır ve bunda ğarar yoktur. Eğer örfe göre, inek, sütlü denecek kadar süt vermiyorsa, müşteri, "şart koşulan vasfın olmaması" muhayyerliği ile ak di feshetme hakkına sahiptir.
3) İkrah: İkrahın, akdi fâsid mi yoksa mevkuf mu kıldığı hususu Hanefi doktrininde tartışmalıdır. Ebu Hanife, ikrahın akdi fasid kılacağını ve bu akde, diğer fâsid akitlere terettüp eden hükümlerin terettüp edeceği görüşündedir. Ebu Hanife'nin öğrencilerinden Züfer ise, ikrah bulunan akdin fâsid değil, "sahih mevkuf" olduğunu ileri sürmüştür.
Fesad sebebleri arasında bunlar dışında, bir de "müfsid şart" vardır.
Bunlar dışındaki fesad sebebleri özeldir ve etkisi bazı akitlere münhasırdır. Mesela, "süre tayini" satım ak dini, fasid kılar, "sürenin tayin edilmemesi" de kira akdini fasid kılar.
Fesâdın sonucu: Fasid akdin, hanefi doktrinde mün'akid (hukukî varlık kazanmış) akit olduğunu, fakat bununla birlikte feshedilmesi gerekli olduğunu belirtmiştik. İşte, fesadın sonucu, taraflardan her birinin, tek taraflı iradesiyle akdi feshedebilmeleridir. Bazı durumlarda, fâsid akdi hakim de feshedebilir.
Fasid akde terettüp eden hüküm, sırf in'ikad etmesiyle değil, ancak teslim anındadır. Teslim tamamlanıp, mebiin mülkiyeti müşteriye geçince, müşteri, konuştukları semeni değil, mebiin kabz günündeki kıymetini ödemek durumundadır (mecelle md. 371).
Fasid akdin feshedilebilmesi için de iki şart vardır.
a) Makudun aleyh'in, akdin tarafları dışındaki kişilerin makûdun aleyhte kazandıkları hakları iptal etmemesi. Mesela, fâsid bir alım-satım akdiyle satın aldığı malı, başka birine sahih bir akitle satarsa, artık fasid akdin feshi mümkün olmaz. Bu iki durumda fâsid akdin feshedilemez oluşu, her halde, "teamülün istikrarı" ve "kazanılmış haklarının korunması" fikrinden kaynaklanır.
Tarafların fesada razı olduklarını söylemeleri (icâzet) sonucu değiştirmez, akit fasid olarak kalmaya devam eder ve yine feshedilmesi gerekir. Çünkü, fesad, akit sistemine aykırılıktan kaynaklanmıştır.
İslâm hukukunda özellikle Hanefi hukukçuların ortaya atıp geliştirdikleri "fesad teorisi" gerçekten çok ileri bir hukuk mantığının ve hukuk tekniğinin bir ürünüdür. Fesad teorisi, çok ağır boyutta olmayan kusur ve aykırılıkları içeren akdin bir anda hukukî hayattan kaldırılmasını engelleyen ve o akde belli oranda ve belli şartlar dahilinde sonuç doğurabilme ve telafi edilebilme imkânı veren orijinal bir "medenî müeyyide"dir. Hükümsüzlük sisteminde sıhhat ile butlan arasındaki bu "ara müeyyide", sosyal şart ve ihtiyaçlara daha kolay uyum sağlama ve hukukî münasebetlerin devamlılık ve istikrarını sağlama açısından önemlidir.





FESH, FESİH

Bozmak, ayırmak, hükümsüz kılmak; daha önce yapılmış olan akdi bozup hiç yapılmamış gibi eski haline çevirmek.
Akitlerin durumuna göre çeşitli fesih şekilleri vardır. Bazan akit kendiliğinden münfesih olur. Buna infisah denir. Akdin konusunun, akdi ifa imkânsız olacak şekilde helâk olması gibi. Bazan iki tarafın iradesiyle veya taraflardan yalnız birisinin isteği üzerine de akit feshedilebilir. Bazan da fesih, devlet tarafından gerçekleştirilir. Bu duruma göre, akitleri fesih şekline bakarak üç grupta toplamak mümkündür.
I) Tek taraflı irade beyanıyla fesih: Akitlerin bir kısmı, bazı hallerde hepsi, taraflardan birisinin tek yanlı iradesiyle feshedilebilir. Kendisinde muhayyerlik bulunmayan akde "lâzım", muhayyerlik bulunan akde ise "gayri lâzım" denir. Gayri lâzım akit, tek yanlı irade ile feshedilebilen özelliğe sahiptir. Bu çeşit akitler taraflardan sadece birinin akdi reddetmesiyle ortadan kalkar. Lâzım akitler ise iki taraflı irade ile veya devletin müdahalesiyle sona erebilir. Meselâ, satım akdinde muhayyerlik şartı koyan tarafın "akdi feshettim" demesi ile akit ortadan kalkar.
2) Yeni bir akitle fesih: Bir kısım akitler iki tarafın anlaşmasıyla sona erer. Bu, aslında önceki akdi, yeni bir akitle feshetmektir. İkâle buna örnek verilebilir. İkâle, karşılıklı rıza ile bir akdi bozmak ve akitten caymak demektir. İkâle, tarafların razı olmadığı veya sonradan caymayı gerektiren bazı sebeplerin ortaya çıktığı durumlarda söz konusu olduğu için sıkıntıyı giderme amacına yöneliktir. Hadiste; "Kim, bir müslümanın akdi bozma teklifini kabul ederse, Allah da kıyamet gününde onun sıkıntısını giderir" (Ebû Dâvûd, Büyû, 52; İbn Mâce, Ticârât, 26; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 252) buyurulmuştur. İkâlenin fesih mi, yoksa yeni bir akit mi olduğu İslâm hukukçuları arasında tartışılmıştır. Ebû Hanife'ye göre, taraflar için fesih, üçüncü şahıs hakkında ise yeni bir akittir. İmam Muhammed ve İmam Züfer'e göre mutlak olarak fesihtir. Ebû Yusuf ise, ikâleyi yeni bir satım akdi sayar (el-Kâsânı, Bedâyiu's-Sanâyi', V, 306; İbn Hazm, el-Muhallâ, IX, 603; İbn Kudâme, el-Muğnî, IV, 335; Mecelle, madde, 163).
3) Devlet eliyle fesih: Bazı durumlarda akit Devlet eliyle feshedilir. Meselâ; eşlerin nikâhın gayesini gerçekleştiremeyecek derecede ayıplı çıkması, kadının cinsiyet uzvunun doğuştan arızalı olması, erkeğin iktidarsız bulunması gibi hallerde karşı eş mahkemeye başvurarak nikâhı feshettirebilir (Hukuk-ı Âile Kararnâmesi, madde 119 vd .) .
Nikâhta fesih; evlenme akdi sırasında mevcut olan veya sonradan meydana gelen bir eksiklik veya bozukluk sebebiyle evlilik akdini bozmaktır. Evlilikte fesih sayılan ayrılıklar şunlardır: 1) Karı kocadan birinin dinden çıkması sebebiyle evliliğin sona ermesi, 2) Evliliğin akitteki bir bozukluk yüzünden sona ermesi. 3) Kocanın, karıya denk olmaması sebebiyle ayrılık .
Boşama (talak) ve fesih, ortak bir vasıf olarak her ikisi de evliliği sona erdirir. Ancak aralarında şu farklar vardır: 1) Talâk, bâin ve ric'î olmak üzere ikiye ayrılır. Bâin talak evliliğe derhal son verir. Ric'î talâkta ise, eşlerin iddet içinde yeniden birbirine dönme imkânı vardır. Fesih ise; evliliğe dâima derhal son verir. Artık yeni bir akit olmadan erkeğin eski karısını evliliğe döndürmesi mümkün değildir. Tabiidir ki, bu yeni akde engel bir hâlin de bulunmaması gereklidir. 2) Talâk halinde, erkeğin, o kadın üzerindeki boşama hakkından birisi veya daha fazlası eksilmiş olur. Fesih ise, boşama (talâk) sayılmadığı için, nikâh feshedilince, boşama sayısında bir eksilme olmaz. Meselâ, büluğ muhayyerliği hakkını kullanarak evliliği feshettiren kızla erkek, sonradan yeniden evlenseler, erkek üç talâk hakkına sahip olur. 3) Talâk, genel olarak hâkimin hükmüne bağlı olmadığı halde, fesih bu bakımdan iki durumda bulunur.
a) Hâkimin hükmüne muhtaç olmaksızın kendiliğinden hukukî sonuçlarını doğuran fesihler. Fesih, açık bir sebebe dayanır, takdir ve araştırmaya ihtiyaç duyulmazsa, hâkimin hükmü olmadan sonuçlarını doğurur. İki mahrem hısımın bilmeden evlenmesi gibi. Durum anlaşılınca bunların derhal birbirlerini terk etmeleri gerekir.
b) Takdir ve araştırmaya muhtaç bir sebebe dayanan durumlarda fesih hâkimin hükmü ile sonuçlarını doğurur. Bûluğ muhayyerliği sebebiyle nikâhı fesih gibi. Burada daha önce velilerin nikâh akdini şefkat ve titizlik göstermeden kıydığı ithamı vardır. Bu durum hâkimin araştırma ve takdirine muhtaçtır. Hâkimin hükmüne bağlı olan fesihler, hüküm tarihine kadar muteber bir evliliğin bütün sonuçlarını doğururlar. Hâkimin hükmüne bağlı bulunmayan fesihler ise, evliliğin devamına imkân bırakmayan bozukluğun ortaya çıkışından itibaren hüküm ifade eder ve evlilik ortadan kalkmış sayılır (es-Serahsı, el-Mebsut, VI, I-54; el-Kâsânı, Bedâyiu's-Sanâyi', III, 88-229; İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadir, III, 20-173; İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, II, 414 vd.; Ö.N. Bilmen, İstilâhât-ı Fıkhıyye Kâmusu, II, 174-394; Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm Hukuku, s.340-344)



FETÂNET

Peygamberlerin zarûrî sıfatlarından biri. "Fetâne" kelimesinin masdarı olup, kelime manası, akıllılık, zekilik, uyanıklık demektir. Ahmaklık, akılsızlık veya az anlayışlılığın tam zıddıdır.
Bilindiği gibi Yüce Allah Hz. Âdem'den, Hz. Muhammed (s.a.s.)'e kadar, muhtelif zamanlarda, bir çok peygamber göndermiştir. Bu peygamberler kendi topluluklarını Allah'ın yoluna ve tevhîd inancına davet etmişlerdir. Onlara hakikatı ve hidayet yolunu anlatmışlardır (İbrahim, 14/4). "Beyan" ve tebliğ" gibi önemli bir risalet görevini yerine getirme durumunda olan bu peygamberler de, haliyle, mutlaka çok zeki, akıllı, muhakeme kabiliyeti en üstün, düşünme yeteneği en yüksek kişilerden seçilmektedir. Çünkü yüce Allah lütuf ve ihsanının bir nişânesi ve kullarına olan sonsuz rahmet ve merhametinin bir eseri olarak, doğru yolu bırakıp sapıtan, dünyevî bir takım tağutların peşinde koşarak onlara sarılan, maddî, aynı zamanda faydası veya zararı bile olmayan elleri ile yaptıkları putları tanrı tanıyan topluluklara peygamberler göndermiştir. Haliyle o kadar azgın ve sapık düşünceler içinde kalmış bir toplumla mücadele, siyası, kültürel üstünlüğü, hatta bundan da Medehayı gerektirir. Zira o topluluğun belki asırlar boyu sürdürüp geldikleri atadan görme davranışları ve geleneksel inançlarını onların kafasından silip, yerine doğruyu, hakikati ve hepsinden ileri tevhîd inancını yerleştirmek siyaset bilgisini, sosyolojik ve kültürel dehayı, kısacası bilgi ve üstün bir zekayı gerekli kılar. Bundan dolayı peygamberlerde bütün bu vasıflar bulunmuştur veya yüce Allah böyle kimseleri kulları arasından peygamber olarak seçmiş ve onları vahiyle desteklemiştir. İçinde bulunduğu toplumun düşünce ve akıl seviyelerine göre onları ikna etmek, yanlış inançlarını düzeltmek, münazaraya girenleri tutarlı ve mantıklı cevaplarla susturmak, Peygamberler gibi fetânet sahibi, akıllı, zeki kimselerin yapabileceği bir iştir.
Peygamberlerin akıllarında en küçük bir kusura sebeb olacak bir rahatsızlıkları olmuş olsaydı, bu kadar ağır ve zor bir görevi başarabilmeleri mümkün olmazdı. Onun içindir ki hiç bir peygamberde ahmaklık, akıl noksanlığı bulunması veya herhangi bir hastalığın akıllarına zarar vermesi mümkün olmamıştır (Taftazanî, Şerhu'l-Makasıd, II, 1 98, Beyâzı, İşâretü'l-Merâm, s.329).
Gerçi bazı kavimler kendilerine gönderilen peygamberlerini, kendi düşünce sistemlerine tamamen zıt, hayat tarzlarını kökünden sarsan ilahı davetleri karşısında akılsızlık veya çılgınlıkla itham etmişlerdir. Fakat bu ithamlar sadece bir iddiadan ibaret kalacağı açıktır. Kendilerinin daracık akıl dünyaları, ilk defa duydukları gerçekleri kabul edemediği ve kendi inançlarından başka hakikatin olamayacağını düşündükleri için bu ithamlarla hamakatlarını gizlemeye çalışmışlardır. Fakat peygamberler onların da kabul edeceği tarzda deliller ve açıklamalar getirerek, kendilerinin böyle bir ithamın muhatabı olmadıklarını anlatmışlardır (el-A 'râf, 7/66-67), Âd kavmi, Hûd (a.s.)'ı böyle bir ithamlâ suçlamışlarsa da Hz. Hûd peygamber, onlara cevap vermiş ve kendisinin böyle birisi olmadığını onlara açıklamıştır (Sebe, 34/46).
Bazı topluluklar da kendi peygamberlerini delilik veya sihirbazlıkla suçlamışlardır. Fakat peygamber hakkındaki bu düşüncelerinin de onların azgınlığı huy ve sanat edinmelerinden ileri geldiğini, yine Allah Teâlâ âyet-i kerimesinde beyan etmektedir (ez-Zâriyât, 31/52). Yani onların bu iddiaları sadece inatlarının ve kötü huylarının bir eseridir. Ayet gerçekte onların da, kendilerine gönderilen peygamberlerin akıllı ve zeki kimseler olduğunu bilmekte olduklarını haber vermektedir.
Nitekim Hz. Peygamber de, Mekkeli müşriklerin aynı iftiralarına maruz kalmıştır. Onlar Hz. Peygamber'e de deli demişlerdi. Bunun üzerine Cenab-ı Hak, Hz. Peygamber'e hitaben "Sen, Rabbinin nimetiyle (şımarıp dengeyi kaybeden) çılgın değilsin" (el-Kalem, 68/2) şeklinde indirdiği ayetiyle, onların bu iddialarını adeta ilâhı bir belge ile reddetmiştir.
Ayrıca hiç bir peygamberden aklilik veya zekiliğin, kısacası fetânetin zıddına bir davranışın zuhûr etmemesi, vakıa olarak peygamberlerdeki bu sıfatın mevcudiyetini ispat eder. Üstelik her peygamberin, kendilerine inanmayanların bir çoklarınca da akıllı kimse olarak kabul ve tasdik edilmeleri bu hakikatin açık delillerindendir. Mesela Hz. Muhammed (s.a.s.)'in daha peygamberlikten önce, Ka'be'nin inşası sırasında, Hacer-i Esved'i yerine koyma şerefine nâil olmak arzusundan doğan Kureyş kâbileleri arasındaki ihtilafda hakem tayin edilmesi neticesinde gösterdiği üstün maharetin, çıkmak üzere olan bir savaşı önlediği pek meşhurdur. Hakem olan Hz. Peygammer, Hacer-i Esved'i kendi abasına koymuş ve dört kabile reisinin, dört ucundan tutmalarını söylemiştir. Bu şekilde kaldırılan taş, konulacağı yere kadar yükseltilince, kendi elleriyle Hz. Peygamber taşı yerine koymuş ve bu usûle oradakilerin hepsi çok sevinmişlerdir (İbn Hişam, es-Siretü'n-Nebeviyye, Kahire 1955, I, 196 vd.).


gülgüzeli 01-04-2008 02:39 AM

Cevap : =>İslami Sözlük
 

FETİH SURESİ

Kur'an-ı Kerîm'in kırksekizinci suresi. Medine'de, Hudeybiye antlaşmasından sonra Hicret'in altıncı yılında nâzil olmuştur. Yirmidokuz ayet, beşyüzaltmış kelime, ikibindört yüzotuzüç harftir. fâsılası Elif harfidir. Adı surede geçen Feth kelimesine dayanır: "Biz sana apaçık bir fetih müjdeledik" (Ayet I) Fetih: Bir yeri almak, zaptetmek, ele geçirmek demektir. Surenin konusu, kendisinden önce yer alan Muhammed sûresindeki gibi savaş ve fethin müjdelenmesidir.
Sure, müslümanların geleceğine dâir müjdeler ihtiva etmektedir. Hudeybiye andlaşmasından önce Resulullah (s.a.s.) rûyasında sahabeleriyle birlikte Mekke'ye gittiklerini ve orada umre ziyaretini yaptıklarını gördü. Bir peygamber için rûya ayrı bir önem ifade eder; Çünkü rûyaları bir çeşit vahiydir. Bunun üzerine Resulullah ashabına umreye gitmek üzere hazırlık yapmalarını ve çevreye haber gönderilmesini emretti. Muhâcir ve Ensâr hazırlıklarını yaptılar. Ancak çevre kabîlelerden çağrıya icabet etmeyenler oldu. Çünkü hicretten sonra Mekkeliler, beş yıldır hiçbir müslümanı Mekke'ye sokmamışlardı. Mekkelilerden izin almadan yapılan bu yolculuk sonucunda müslümanların bir katliama tâbi tutulacaklarını sanıyorlardı.
Hacc mevsiminde Mekke'nin kapılarını amansız düşmanlarına bile açan Mekkeliler sadece müslümanların gelmesini kabul etmiyorlardı.
Peygamber (s.a.s.)'le birlikte 1400 sahabi yola koyuldu. O dönemde umreye gidenlerde âdet olduğu üzere her şahıs beraberinde silah olarak sadece kılıcını götürürdü. Kurban edilmek üzere beraberlerinde yetmiş deve de götürmüşlerdi. Mıkat'a geldiklerinde ihramlarını giyerek yollarına devam ettiler. Harem sınırına yakın Hudeybiye denilen yere geldiklerinde ise Mekkelilerin silahlanarak pusuya yattıkları haberi duyuldu. Müslümanlar orada konakladılar. Karşılıklı elçiler gönderildi. Nihayet andlaşma yapmak üzere görüşmeler yapıldı ve andlaşma imzalandı. Andlaşma maddeleri görünürde müslümanların aleyhineydi. Bu sebeple şartlar görüşülürken müslümanlar aşırı derecede huzursuz idiler. Hoşnutsuzluklarını Resulullah'ın huzurunda bile söylüyorlardı.
İşte böyle bir andlaşmadan dönerken -ki umre yapma imkânını da bulamamışlardı- Mekke fethini içeren Fetih suresi indi. Sure, müslümanların gönlüne su serpmişti.
Sûre şu fetih müjdesiyle başlar:
"Biz sana apaçık bir fetih verdik. Tâ ki Allah, senin günahından, geçmiş ve gelecek olanı bağışlasın ve sana olan nimetini tamamlasın ve seni doğru bir yola iletsin. Ve Allah sana şanlı bir zafer versin. O, imanlarına iman katsınlar diye mü'minlerin kalblerine huzûr indirdi. Göklerin ve yerin askerleri Allah'ındır. Allah bilendir, her şeyi hikmetle yapandır." (1-4) .
Böylece müslümanlara sadece umreye gidecekleri değil, Mekke'nin fethedileceği müjdesi de verilmiş oluyordu.
Sure, müminlerin âhirette de mükâfatlandırılacaklarına, münâfık ve müşriklerin ise şiddetli bir azaba çarptırılacaklarına dikkat çektikten sonra; korkuları sebebiyle bu yolculuğa katılmayanların samimî kişiler olmadıklarını, Medine'ye varıldığında asılsız birtakım bahaneler uyduracaklarını haber vermektedir. Söz nihayet andlaşmaya katılan müminlere getirilir. Allah'ın o kimselerden razı olduğu ve yakında bir fetihle mükâfatlandırılacakları anlatılır:
"Allah şu müminlerden râzı olmuştur: ki onlar, ağacın altında sana bey'at ediyorlardı. Allah onların gönüllerindeki (doğruluk ve vefayı) bildiği için onların üzerine huzur ve güven indirdi ve onlara yakın bir fetih verdi. Yine onlara (yakında) alacakları birçok ganimetler bahşeyledi. Allah üstündür, hikmet sahibidir" (18-19).
Bu arada Hz. Peygamber (s.a.s.)'in Hudeybiye andlaşmasından önce gördüğü rûya ele alınarak Peygamberin bu rûyasının gerçek çıkacağı bildirilir (27-28).
Kuran'da geleceğe dair bu tür pek çok haber vardır ve bunların hepsi anlatıldığı gibi gerçekleşmiştir.
Surenin sonunda Peygamber ve onunla birlikte olanlar övülerek üstün hasletlerinden bir kısmı şöylece dile getirilir:
"Muhammed Allah'ın elçisidir. Onun yanında bulunanlar, kâfirlere karşı şiddetli, kendi aralarında merhametlidirler. Onların, rukû ve secde ederek Allah'ın lutuf ve rızasını aradıklarını görürsün. Yüzlerinde secdelerin izinden nişanları vardır. Onların Tevrat'taki vasıfları ve İncil'deki vasıfları da şudur: Filizini çıkarmış, onu güçlendirmiş, kalınlaşmış, derken gövdesinin üstüne dikilmiş, ekincilerin hoşuna giden bir ekin gibidirler. Onlara karşı kâfirleri de öfkelendirir (bir duruma geldi). Allah, onlardan inanıp iyi işler yapanlara mağfiret ve büyük mükâfat vadetmiştir" (29).
Bu benzetme, Allah Resulünün ve arkadaşlarının ilk ve son durumlarını anlatmaktadır. İlk defa yere atılan bir tane gibi filizlenmeğe başlayan müslümanlar, gittikçe güçlenerek koca bir ordu olmuşlar; İslâm tohumunu ekenler bu durumdan son derece sevinirlerken, onların bu güçlü durumunu gören kâfirler, öfkeden çatlar hale gelmişlerdi.

gülgüzeli 01-04-2008 02:40 AM

Cevap : =>İslami Sözlük
 

FETRETU'L-VAHİY

Vahyin kesildiği dönem, iki peygamber arasındaki zaman dilimi. Fetret zamanı vahy ve semâvî hükümlerin kesintiye uğrayıp sükun bulduğu zamandır. Bununla Peygamber Efendimiz ile Hz. İsa arasındaki zamanın kasdedildiği görüşü daha çok yaygındır. O hâlde fetret zamanı insanları iki peygamber arasında yaşamış olup, önceki peygamber kendilerine gönderilmemiş, sonradan gelen peygambere de kendileri yetişememiş kimselerdir.
Hz. Musa ile Hz. İsa'nın peygamberlik dönemi arasında kalan İsrailoğulları ve Hz. İsmail ile Peygamberimiz (s.a.s.) arasında yaşayan Araplar fetret döneminde yaşamış kimseler kabul edilirler. Çünkü Hz. İsmail'den sonra Peygamberimize kadar Hicaz bölgesinde yaşayan Araplara başka bir peygamber gönderilmemiştir. İsrailoğullarına gönderilen peygamberler zamanında da yine Araplar fetret dönemi insanı olarak kabul edilir. Zira İsrailoğullarının peygamberleri onları Allah'a davet etmemiş veya başka bir tabirler onlara gönderilmemişti.
Fetret dönemini, peygamberler arasındaki bir boşluk olarak kabul etmeyip o şekilde değerlendirmeyenler de vardır: İmam Kurtubî, İbn Sa'd dan şu rivâyeti nakleder: "Hz. Musa ile Hz. İsa arasında bin yediyüz yıl geçmiş olmasına rağmen fetret dönemi olarak kabul edilmemiştir. Çünkü bu zaman içerisinde İsrailoğullarından yüz peygamber gönderilmiştir. Hz. İsa ile Peygamberimiz (s.a.s.) arasında beşyüzaltmışdokuz yıl ve bu arada üç peygamber gönderilmiştir. Kelbî'ye göre de bu arada gelen peygamber sayısı dört olup onlardan biri de Arap olup, Abbasoğulları kabilesinden Hâlid b. Sinan'dır (el-Kurtubî, el-Câmi'li Ahkâmi'l-Kur'an, 6/121-122).
Buhâri'nin rivâyetine göre de Peygamber Efendimizle Hz. İsa arasındaki zaman yaklaşık altıyüz yıldır. Bu süre içinde gelip geçen fetret dönemi insanları üçe ayrılır:
1- Akıl ve basiretleriyle Allah'ın varlığını idrak edip O'nun birliğini kabul edenler. Bu gruba Kus b. Saîde el-Eyalî vb. kimseler örnek gösterilir.
2- Allah'a iman etmeyip putlara tapmak suretiyle O'na ortak koşanlar ve şerıâtleri değiştirip bir din icat edenler. Bu gruba da Hicaz'a putperestliği getiren Amr b. Luhay vb. misal verilebilir.
3- Allah'a ne ortak koşup ne de O'nun birliğine iman edenler. Yani iman ve küfürden tamamıyla gâfil olarak yaşayanlar.
Bu üç gruptan birincisinin mümin ve cennetlik, ikincisinin kâfir ve cehennem ehli oldukları ihtilafsız kâbul edilmiştir. Üçüncü grubun cennetlik yâ da cehennemlik olmaları hususunda ilim adamları ayrı ayrı görüşler belirtmişlerdir.
Mu'tezileye ve Ehl-i Sünnet imamlarından Ebu Mansur Mâtûridî ve Irak'ın büyük âlimlerinden bir çoğuna göre, kendilerine bir peygamber'in daveti ulaşmayan kimseler de Allâh'a iman ile mükelleftir. Allah'ı bilip O'na iman etmek onlar için farzdır. Hatta böyleleri iman ve şirkten tamamıyla gâfil olsalar bile yine ahirette azaba uğrayacaklardır.
Ebu Mansur Mâtûridî'ye göre akaid (inanç esasları) bütün peygamberler arasında müşterek olduğundan, o konuda fetret yoktur. Fetret yalnız ameli hükümlerdedir. Bunun içindir ki, fetret zamanında yaşayıp da aklı ile Allah'ın varlığını ve birliğini düşünüp O'na iman etmemiş olanlar mümin değillerdir.
İmam Gazalı: "Peygamberimizin gönderilmesinden sonraki insanlar üç sınıfa ayrılırlar" der, şöyle ki:
1- Peygamberimizin gönderildiğini, insanları Allah'ın din ve şerîâtına davet ettiğini bilmeyenler. Bunların cennetlik olduklarında şüphe yoktur.
2- Peygamberimizin davetini, getirdiği kitabı, açık mucizelerini, yüce yaşayış ve ahlâkını duydukları ve bildikleri halde O'na iman etmeyenler. Bunların da cehennem ehlinden oldukları şüphesizdir.
3- Peygamberimizin davetini ve O'na ait bazı haberleri duymuş, fakat bu haberleri tahkik ve derinlemesine araştırma imkânı bulamamış olanlar. Bunlarında affedilip kurtuluşa ereceklerini ümit ediyoruz. Çünkü onlar kendilerini imana teşvik eden ve ısındıran bir sözü işitmemişlerdir.
"Duha" suresinin nüzûl sebebi olarak gösterilen, Hz. Peygamber (s.a.s.)'e hıra mağarasında ilk gelen vahiy olan, sonra vahyin gecikmesi olayına da fetretü'l-vahiy, yahut fetret zamanı denir (Taberî, Camiu'l-Beyan fi Tefsiri'l-Kur'an, XXX, 148; M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, VII, 5885).
Resulullah (s.a.s.)'ın Kur'an-ı Kerîmi kendiliğinden söylemediğini isbat eden ve O'nu daha sonraki yıllarda yapacağı çetin mücadelelere rûhen hazırlayan fetret-i vahiy, Müddesir suresinin ilk beş ayetinin nüzulü ile sona ermiştir. Fetret-i vahyin sona ermesini bizzat Resulullah (s.a.s.) şöyle anlatmıştır: "Ben bir gün yürürken birdenbire gökyüzü tarafından bir ses işittim. Başımı kaldırdım. Bir de baktım ki Hıra'da bana gelen melek (Cebrail) semâ ile arz arasında bir kürsü üzerinde oturmuş. Çok korktum. Evime dönüp beni örtün, beni örtün dedim. Bunun üzerine Allah Teâlâ Hazretleri, "Ey örtüsüne bürünmüş, kalk (ve insanlara gelebilecek azapla) korkut. Rabbinin ismini yücelt, elbiseni tertemiz et. Kötülüğün her çeşidinden çekin (el-Müddesir, 74/1-5) ayeti kerimelerini indirdi. Artık o günden sonrâ vahyin ardı arkası kesilmedi" (Buhâri, Bedü'l-vahiy, 3).
Fetret-i vahyin süresi gerek hadislerde, gerekse İslâm tarihi kaynaklarında kesin olarak zikredilmemektedir. Kaynaklarda verilen bilgilerde bu müddet farklı olup, rivâyetlerde bildirilen en uzun süre üç yıldır. Son devir müelliflerinden Muhammed Ebû Zehra, bu konudaki rivâyetleri değerlendirdikten sonra fetret-i vahyin müddetini üç yıl olarak bildiren rivâyetleri: "Allah'ın seçtiği kulu bu kadar uzun süre sıkıntıda bırakmayacağını" ileri sürerek reddeder ve bu müddetin ancak beş ay civarında olabileceği kanaatini belirtir (Muhammed Ebu Zehra, Hâtemü'n-nebiyyin, I, 311-313).


FETVA

Sorulan İslâmî bir soruya yetkili bir kimsenin verdiği cevap, bir meselenin hükmünü belirten veya zorlukla karşılaşılan bir olay hakkında güçlükleri çözmek için verilen kuvvetli cevap. Fetva veren kimseye müftî denir. İslâm hukuku metodolojisinde müftî, müctehid anlamında kullanılmıştır. Kendisi bizzat ictihad edecek durumda olmayan bir ilim sahibinin, diğer müctehidlerin söz ve fetvalarını alıp aktarmasından dolayı mecâz yoluyle müftî denir (ö. Nasuhi Bilmen, İstilâhât-ı Fıkhıyye Kamusu, I, 246). Fetva, ictihada göre daha özel bir anlam taşır. Çünkü ictihad herhangi bir soru sorulsun veya sorulmasın fıkhı hükümleri kaynaklarından çıkarmak anlamına gelirken, fetva gerçek veya muhayyel bir soruya verilen cevaptır. Gerçek fetva, ictihad şartları ile birlikte diğer şartları da taşıyan müctehid tarafından verilir.
Bir kimse muhtaç olduğu İslâmî bilgileri ya kaynaklarından bizzat alır.
Yahut bunu yapamıyorsa bilenlerden sorarak öğrenir. Kur'an-ı Kerîm de, "Eğer bilmiyorsanız ilim sahiplerine sorunuz" (en-Nahl, 16/43) buyurulur. Ayet!erde fetva kökünden "yesteftûneke = sana soruyorlar" ve "yüftîkum = o size açıklıyor" gibi ifadeler kullanılmıştır .
Bir ayet veya hadisi yorumlamak ve yeni çıkan bir problemi çözmek, bir
- takım ön bilgileri ve özel yetenekleri gerektirdiği için bunu yapacak kişilerde bazı vasıfların bulunması öngörülmüştür. Ahmed b. Hanbel (ö. 241/855) bir kimsenin müftî olabilmesi için kendisinde şu beş vasfin bulunması gerektiğini söyler:
a) iyi niyet sahibi olmak ve yalnız Allah rızasını gözetmek. Çünkü kötü niyet, düşünceyi de kötüleştirir,
b) İlim, hilim, vakar ve ciddiyet sahibi olmak,
c) Kendisinden ve bilgisinden emin olmak,
d) Halka kendi otoritesini kabul ettirmek,
e) Fert ve toplum olarak insanları tanımak.
Bu şartlardan da anlaşılacağı gibi müftînin fetva isteyenin psikolojik durumunu dikkate alması, halk nazarında itibar sahibi, basîretli vereceği fetvânın fert ve toplum üzerindeki etkisini kavrayacak bir görüşe sahip olması gerekmektedir (Muhammed Ebû Zehrâ, İslâm Hukuk Metodolojisi, Terc. Abdülkadir Şener, Ankara 1973, s.391 vd.).
Fetva geleneği İslâm dininin doğuşu ile birlikte ortaya çıkmıştır. Sahâbe problemlerini bizzat Allah elçisine sorar, O da bu problemleri âyet veya kendi buyurduğu hadisle çözümlerdi. Fetva verme ve yargı (kaza) fonksiyonu Hz. Peygamberde toplanmıştı. O'nun vâli olarak Yemen'e gönderdiği Muâz b. Cebel (ö. 18/639) ve Mekke'ye gönderdiği Attâb b. Esîd . (ö. 13/634) o yörelerde fetva verme ve kendilerine gelen davaları hükme bağlama yetkisine sahiptiler (Ahmed b. Hanbel, V, 230, 236, 242; Tirmizî, Ahkâm, 3; İmam es-Şâfiî, el-Ümm, VII, s.273; es-Serahsı, el-Mebsût, XIV, s.36).
Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali ve Ömer b. Abdülaziz gibi halifeler hem devlet başkanı, hem müftî ve hem de kadı itliler. Bu üç sıfat tek kişide toplanıyordu. Daha sonra devlet başkanlığı ile fetva ve kaza fonksiyonları birbirinden ayrılmıştır.
Mezheplerin oluştuğu II. ve III.
Hicrî yüzyılda, üzerlerinde genellikle devlet memurluğu gõrevi bulunmayan müctehidlerce İslâm hukuku tedvin edilmiş ve fıkıh kaynaklarına intikal etmiştir. Sahabe devrinde doğrudan âyet ve hadislere başvurulurken artık fıkıh kaynakları kanun yerini almaya başlamıştır. Ancak hukukî bir problemin hükmünü fıkıh kitaplarından çıkarmakta kimi zaman güçlük vardır. Bu nedenle daha önceden verilmiş hazır cevaplar (fetvalar) toplanarak fetva kitapları meydana getirilmiştir. Bunlar Kadîlerin elinde komprime hazır bilgiler olup, uygulamada kolaylık sağlamıştır. Osmanlılar devrinde tertip ve tedvin edilen fetva kitapları sayısının yüzleri astığı düşünülürse, İslâm hukuk doktrininin ne kadar işlendiği ve komprime bilgilerin çokluğu ortaya çıkar (Kâtip Çelebi, Keşfüz-zunûn, fetva kitabı niteliğindeki eserler; Bursalı Mehmet Tahir, Osmanlı Müellifleri, İstanbul 1333/1915, II, s.61 -64).
Fetva ile meşgul olmak çok önemli bir iştir. Çünkü müftî, helâl, haram, sıhhat, fesat ve benzeri hükümleri İslâm adına açıklamış olur. Bu konuda gerekli araştırmayı yapmadan, kendi hevasına uyarak fetva vermek sorumluluğu gerektirir. Hele fetva, kul hakları ile ilgili ise daha dikkatli olmak gerekir. İctihad ve fevta vazifeleri büyük bir ilim ve ihtisas işidir. Ayet ve hadislerin manalarını sathi bir şekilde anlayabilen, hâfızalarında sınırlı birkaç hadis bulunan kimselerin bir müctehide tabi olmayıp da şer'î delillerden hüküm çıkarmaya kalkışmaları ve kendi namlarına fetva vermeleri caiz olmaz (ö. Nasuhi Bilmen, Hukûkî İslâmiyye ve İstilâhât-ı Fıkhıyye Kamusu, I, 250).
Müftî, ictihad yapabilecek ve delillerin kuvvetli olanını seçebilecek durumda ise, mezheplerin görüşleri arasından tercih yapabilir. Ancak bunu yaparken üç şarta bağlı kalması gerekir: Delil bakımından zayıf olan görüşü seçmemelidir. Tercih ettiği görüş insanların yararına olmalı ve onları ne şiddete ve ne de gevşekliğe sevketmemelidir. Bu görüş, iyi niyete dayanmalı, sırf insanları memnun etmek ve onların keyfi arzularını tatmin etmek için seçilmiş olmamalıdır (Ebû Zehrâ, a.g.e., s.392-393).
İctihad yapabilen müftî bütün dikkat, iyi niyet ve gayretini sarfettikten sonra, verdiği fetvada isabet etse de yanılsa da sevap kazanır. Hadiste şöyle buyurulur: "Hâkim ictihad yaparak hükmedip, bunda isabet ederse, onun için iki mükâfat vardır. İctihadla hükmedip de yanılırsa, onun için bir mükâfat vardır" (Buhâri, el-İ'tisâm, 21; Müslim, el-Akdiye, 15; Ahmed b. Hanbel, III, 187).
Fetva kitaplarından bazıları:
a) Hindiyye: "el-Fetâvâ'l-Hindiyye ve el-Alemgîriyye" ismini taşıyan bu meşhur fetva kitabı, Sultan Muhammed Evrengzîb Bahâdır Âlemgîr (ö. 1 1 18/1706)'in emriyle, Hindistan âlimlerinden bir kurul tarafından te'lif edilmiştir. Hanefi mezhebine ait, arapça olup, hükümleri delillerini kapsamına almaz. Meseleler fıkıh bablarına göre düzenlenmiştir. Eser birkaç defa basılmıştır (Bulak, I-VI, 1310/1892, el-Meymeniye, 1323/1905).
b) Hâniyye: Ferganalı Fahruddin Hasan b. Mansûr (ö. 592/1196) tarafından te'lif edilmiştir. Hanefi mezhebi'ne göre verilen fetvalardan ibarettir. Çok yaygın olan ve sık sık meydana gelen meseleleri kapsamına alır. Hindiyye'nin kenarında basılmıştır.
c) Bezzâziyye: Harezmli Muhammed b. Muhammed el-Kerderî (ö. 827/1424) tarafından te'lif edilmiş olup, el-Câmiu'l-Vecız adiyle yine Fetevây-ı Hindiyye'nin kenarında basılmıştır.
d) Hulâsatü'l-Ecvibe: Çeşmizâde Muhammed Hâlis (ö. 1298/1881) tarafından on beş yıllık bir çalışma sonucu tertip edilmiş olup, bazı rumuzlar kullanılarak Feyziyye, İbn Nüceym, Abdurrahım, Behce, Ali Efendi ve Netice adlarını taşıyan altı fetvâ kitaplarının fetvalarını bir araya getirmiştir. "Cevapların özeti" anlamına gelen bu eser iki cilt hâlinde basılmıştır.
e) Mahmud Şeltut, el-Fetâvâ: Muâsir Ezher âlimlerinden Mahmud Şeltut tarafından te'lif edilen bu eser, tek cilt olup, bazı çağdaş problemlere verilen fetvaları kapsamına almaktadır.

gülgüzeli 01-04-2008 02:41 AM

Cevap : =>İslami Sözlük
 
FEVRÎ

Düşünmeden ve anı olarak yapılan hareket. Fıkıh ıstılahına göre "fevrî", emredilen bir işi ilk imkân anında eda etmektir. Mukabili "terahî"dir ki, emredilen bir işin ilk imkân anında yerine getirilmesi icap etmeyip daha sonra yapılmasının da mümkün olmasıdır.
İslâm'da yapılması emredilen ibadetlerin gerçekleşmesi için ortaya konan şartların en aranılanı. bu ibadeti yerine getirecek "zaman"ın var olmasıdır.
İbadetlerin, kendilerine tahsis edilen zaman diliminde yapılmasına "eda"; zamanından sonra yapılmasına ise "kaza" denir. Edâ edilmesi farz olan ibadetlerin her ne sebeple olursa olsun kazaya bırakılması halinde kaza edilmesi de farzdır. Ancak bir kısım ibadetler için tayin edilen zaman, namaz vakitlerinde olduğu gibi belli bir zaman dilimine sıkıştırıldığı gibi bir kısım ibadetler de vardır ki, bunlar için tayin edilen zaman, ömrün sona ereceği ana kadar uzatılmıştır. Bu noktada fevrîlik veya terahîlik söz konusu olur.
Secde edilmesi emredilen ayetlerin okunması halinde yapılması gerekli olan Tilâvet secdesinin yapılmasının vacip olması, fevrî değildir. Yani secde ayeti okunur okunmaz hemen secde edilmesi lâzım gelmez. Bu secde uzun bir müddet sonra da yapılabilir. Ancak bir zarûret bulunmadıkça tehir edilmesi tenzihen mekruhtur. Ebû Yusuf'a göre tilâvet secdesi namazın haricinde fevren vaciptir.
Zekât, zekâtı verilmesi gereken malın üzerinden bir yıl geçtikten sonraki zamanda ödenmesi gerekli bir farzdır. Hemen verilmesi halinde borçtan kurtulmuş olunurken, daha sonraki zamanlarda verilmesi de mümkündür.
Fıtır sadakası, Eimme-i Selase'ye (Ebû Hanife, Ebû Yusuf ve İmam Muhammed'e) göre Ramazanın son akşamı güneşin batmasından itibaren vacip olur. Bayramdan sonraya bırakılması haramdır, yani o vakitte verilmesi fevren vaciptir. Özür nedeniyle tehir edilirse, kaza edilmesi lâzımdır.
Umre (Hac zamanının dışında Kâbeyi tavaf ve Safa ile Merve tepeleri arasında sa'y etmek), İmam Şafiî'ye göre fevrî olmayan bir farz-ı ayrıdır; Hanefîlere göre ise fevrî olmayan yani ömrün herhangi bir zamanında yapılması mümkün olan müekket bir sünnettir.
Haccın ömrî (hayatta oldukça herhangi bir dönemde yapılabilecek) veya fevrî (şartları yerine gelince hemen yapılabilecek bir ibâdet) olması hakkında ihtilaf vardır. Bir görüşe göre Hac ömrî'dir, hayatta kaldığı sürece herhangi bir zamanda yapılabilir. Sonraya bırakmasından dolayı kişi günahkâr sayılmaz. Fakat daha sahih olan görüşe göre ise Haccın farziyyetinin edası fevrîdir, tehir edilmesi halinde kişinin günaha girmesine sebeb olur.


gülgüzeli 01-04-2008 02:44 AM

Cevap : =>İslami Sözlük
 

FAZİLET

Güzel ve iyi huy, kişiyi iyilik yapmaya yönelten duygu, erdem. Zıddı, rezillettir. Dinimiz, müslümanların her türlü görevlerini yerine getirerek olgun ve yüksek bir ahlâka sahip olmalarını, iyi huylarla ruhlarını güzelleştirmelerini istemiş, reziletten, kötü huy ve alışkanlıklardan da uzaklaşmaları emredilmiştir.
Bilindiği gibi bedenimiz çeşitli hastalıklara yakalanabilmekte ve bu hastalıklar uygun ilâçlarla tedâvi edilmektedir. İnsan ruhu da bazı hastalıklara yakalanabilir. Ruhî hastalıkların en tesirli ilâcı doğru ve sağlam bilgilere sahip olmak, zihni, evham ve hurâfelerden temizlemektir. Fakat bu yeterli değildir. İnsan ruhunun terbiye edilmesi, öldürücü mânevî hastalıklardan korunabilmesinin bir başka yolu, onun, güzel ahlâk ve faziletlerle süslenmesidir.
Olgun insan, imkânların elverdiği ölçüde faziletleri nefsinde toplayan insandır. Mânevî ve rûhî hastalıklar demek olan reziletleri ve kötülükleri alışkanlık hâline getirenler, ebedî hayatı kaybederler, hüsrâna ve zarara uğrarlar. Nitekim Cenab-ı Hak:
"Nefsini tertemiz yapıp arıtan, şüphesiz saadete ermiş, onu kötülüklere gömen ise, elbette ziyana uğramıştır" (eş-Şems, 91/9-10) buyurarak bu noktaya işaret etmiştir.
Bütün iş ve davranışlarımızda orta yolu tutmak fazilet sayılır. Fazilet dediğimiz güzel huylarda aşırılık (ifrat); bunlardan yoksunluk (tefrit) ise rezilet sayılmıştır.
Fazilet sahibi insanlar arasında daima anlaşma, ülfet ve âhenk görülür. Rezilet sahipleri arasında ise hep fitne ve fesat çıkar.
Bütün faziletler güzel iş ve davranışlardan ibarettir. Bu sebeple islâm getirdiği prensiplerle müslümanları faziletli insanlar yapmaya çalışmış böylece onlardan insanlığa örnek ve önder bir topluluk vücûda getirmek istemiştir.
İslâm nizamı, insanın hiç bir duygu ve eğilimini yok etmek istememekte; ancak hayatın bütünüyle ölçülü olmasını, ifrat ve tefritten kaçınılması gerektiğini bildirmektedir. Bu sebeple "itidâl" (ölçü sahibi olmak) son derece önem!i kabul edilmiştir.
İslâm cömertliği büyük bir fazilet olarak görür. Fakat cömertliğin, daha doğrusu başkalarına vermenin ve harcamanın fazilet olabilmesi için harcamalardâ itidâle uymak şarttır. Aksi takdirde bu bir fazilet olmaktân çıkar. Hatta sorumluluk gerektiren bir rezilet olur. Bunun için harcamalar da orta yol tutulur. Yani ne aşırı bir şekilde, yerli yersiz harcama yapılır. Bu da israf'tır. Ne de aşırı mal sevgisi ile onu harcamaktan çekinilir. Bu da cimrilik'tir. Aksine bu iki durumdan da kaçınarak malın İslâm'ın emrettiği şekilde harcanmasına "cömertlik" denilmiş ve bu harcamada itidâl olduğu için fazilet sayılmıştır.
Tevâzu da bir fazilettir. Tevâzu alçak gönüllü olmak demektir. Tevâzuda aşırıya gitmek insanı zillete, aşağılığa sürükler. Tevâzu'dan uzaklaşmak ise insanı kibirli olmaya, benliğimizin bu kötü huy tarafından sarılmasına sebep olur. Şu halde müslüman kişi davranışlarında itidâl (orta yol) fazilet ve güzel huyların, ifrat ve tefrit (aşırılık veya bir şeyin yokluğu) ise rezilet ve kötü huyların çıkmasına sebep olmaktadır.
İslâm ahlâkçıları, insan ruhunun bazı temel kuvvetlere sahip olduğunu, bu kuvvetlerin akıl, gazab ve şehvetten meydana geldiğini kabul etmişler ve bu üç temel kuvvetin fazilet ve reziletlerin ana kaynağı olduğunu söylemişlerdir. Bu kuvvetlerin ifrat, tefrit ve itidâl noktaları ayrı ayrı ele alınmış ve ifrat ve tefritin reziletin; itidâlin ise faziletin esası olduğunu ifade etmişlerdir. Böylece "dört fazilet nazariyesi" (Fezâil-i erbaa) ortaya çıkmıştır.
Buna göre akıl kuvvetinin ifratı
"cerbeze" (şeytânı düşünce); tefriti budalalık; itidâli ise hikmet (iyi, güzel, isabetli ve faydalı düşünce)'dir. Gazab kuvvetinin ifratı tehevvür (asın kızgınlık); tefriti korkaklık; itidali ise şecaat (cesaret)tir. Şehvet kuvvetinin ifratı fücûr; tefriti cinse karşı soğukluk, itidâli ise iffet'tir. Hikmet, şecâat ve iffet'in bulunduğu yerde de adâlet'in bulunması tabiidir. İşte bu ruh kuvvetlerinin itidâl durumu (hikmet, şecaat, iffet ve adâlet) faziletleri; ifrat ve tefrit hâli ise reziletleri ortaya çıkarır. Dolayısıyla güzel ahlâkın kaynağı bu dört fazilet, kötü ahlâkın kaynağı da bu faziletlerin ifrat ve tefriti olan reziletlerdir. Bir müslümanın en önemli ahlâkı görevi de ruhunu bu faziletlerle süslemekten ibarettir.


FECR, FECİR

Güneşin doğmaya başlama zamanı, tan vakti, güneşin doğmasından önceki alacakaranlık.
Fecr (yahut fecir) sözlük anlamı yarmak demektir. Araplar yerden suyun toprağı yararak çıkıp akmasına inficâr derler. Sabah aydınlığına, şafak sökmesine ve tan yerinin ağarmasına da fâil manasında masdar olarak fecr derler ki, geceyi ve karanlığı aydınlığı ortaya çıkardığından dolayı ona bu ad verilmiştir.
Namaz, oruç ve hac gibi ibadetler belli bir vakit içersinde yerine getirilir. Yani bu ibadetlerin belirlenen o zamanlarda yapılması şarttır. Bu vakitler ya güneşe göre veya aya göre tespit edilir. Mesela günde beş defa kılınan namazların vakitleri güneşe göre; yılda bir ay tutulan ramazan orucunun başlangıç ve sonu da, gökteki aya göre tayin ve tesbit edilir.
Sabah, öğle, ikindi, akşam ve yatsı vakitlerinde namaz kılınması yani beş vakit namazın vakti âyetle sabittir. Kur'an-ı Kerîm'de "Hiç şüphesiz namaz insanlara belirli vakitlerde farz kılınmıştır" (en-Nisâ, 4/103) buyrularak buna işaret edilir. Bu, vaktin namazın farz olmasına sebep teşkil etmekte ve o vakitte kılınmasıyla da edasının bir şartı olmaktadır.
Ancak bu vakitlerin başlangıcı ve sonu hadislerle tesbit edilmiştir. Meselâ sabah namazının vakti ne zaman başlar ve ne zaman biter? Bu, Hz. Peygamberce (s.a.s.) bildirilmiştir. İşte fecr kelimesi bize sabah namazı vaktinin geldiğini ve imsak vaktinin başladığını bildiren bir zaman parçasını anlatmaktadır.
Fıkıh terimi olarak fecr, tan yerinin ağarması ve sabah vaktinin başlangıcı demektir. Ayet ve hadislerde gecenin bittiğini gündüzün başladığını, yatsı namazı vaktinin bitip sabah namazı vaktinin başladığını, oruç tutacak kimse için yeme ve içmenin sona erdiğini ve imsak olduğunu bildiren anı ve zamanı ifade eder.
Fecr kelimesi Kur'an-ı Kerîm'de vakit manasında, sabah vaktini bildirmek üzere birkaç yerde geçmektedir. Orucun başlama vaktini bildiren âyette: "Fecrin beyaz ipliği siyah iplikten sizce seçilinceye kadar (yani tan atana kadar) yiyebilir ve içebilirsiniz, (bu vakitten) sonra da, geceye kadar orucu tamamlayın" (el-Bakara, 2/187) buyurulmaktadır. Kadir gecesinin tan yerinin ağarmasına, şafak sökmesine kadar devam ettiğini bildiren ayette de; "O gece tan yerinin ağarmasına kadar bir esenliktir" (el-Kadr, 97/5) buyrulmaktadır. Bazıları, orucun başlangıç vaktini güneşin doğuşuna kadar getirmek istiyorlar veya sabah namazını gece namazı sayıp sabah namazı güneş doğuncaya kadar kılındığına göre oruç vakti de güneşin doğuşundan sonra başlamalıdır gibi bir yorum yapmak istemişlerdir. Halbuki bu ayet gecenin, fecrin doğuşuna yani tan atana kadar devam ettiğini bildirmektedir. Tan yeri ağarınca gece bitmiş olacağından oruç tutacak kimsenin bu andan itibaren yeme, içme ve cinsi ilişki gibi işlerden uzak durması gerekir. Nitekim Hz. Aişe'nin naklettiği bir hadiste: "Bilâl ezanı geceleyin okuyordu. Bundan dolayı Allah'ın elçisi: 'İbn Ümmi Mektum ezan okuyuncaya kadar yiyiniz, içiniz çünkü o fecr doğmadan ezan okumaz' buyurdu" (Buhâri, Savm, 17) denilmek suretiyle şafağın sökmesinin orucun başlangıcı, vakti olduğu belirtilmiştir.
İslâm hukukunda fecr, kâzib fecr ve sâdık fecr veya birinci fecr ve ikinci fecr olmak üzere iki kısma ayrılır.
Fecr-i Kâzib veya birinci fecr, herhangi bir vaktin başlangıcı değildir. Namaz ve oruç açısından bir şey ifade etmez. Yatsı namazının vakti henüz devam etmektedir. Sabaha karşı doğuda tan yerinde ufuktan gökyüzüne yukarıya doğru dikey olarak piramit şeklinde yükselen bir aydınlık meydana gelir ki buna fecr-i kâzib denir. Araplar buna "zenebü's-sirhan" yani kurt kuyruğu diye isim vermişlerdir. Bundan sonra yine kısa bir süre karanlık başlar, bu karanlıktan sonra Fecr-i Sâdık meydana gelir. Ufukta yatay olarak boydan boya yayılıp dağılan aydınlığa fecr-i sâdık veya ikinci fecr denilir. Hz. Peygamber (s.a.s.): "Sakın ashabım sizi ne Bilâl'in ezanı ne de fecr-i müstatil sahurunuzdan alıkoymasın. Fakat siz sahur hususunda ufuktaki fecr-i müstatire itibar ediniz" buyurmuştur. Müstatil fecr-i kâzib, müstatir fecr-i sâdıktır (Müslim, Sıyam, 40-44).
Fecr-i sâdıkla sabah namazı vakti girer, oruç yasağı başlar. Oruç ikinci fecrin doğuşundan güneşin batışına kadar devam eder. Sabah namazı da ikinci fecrin doğuşundan başlar, güneşin doğuşuna kadar süren zaman içinde kılınır. Yani fecr-i sâdık demek güneşin doğuşu demek değildir. Fecr-i sâdık ile güneşin doğuşu arasında yaklaşık olarak bir saat kadar veya biraz fazla bir vakit bulunduğu söylenebilir. Çünkü Cebrail, Peygamberimize birinci gün sabah namazını fecr doğunca kıldırmış, ikinci gün ise ortalık iyice aydınlandığı zaman kıldırmış ve bu iki vakit arasındaki zaman "senin ve ümmetin için vakittir, bu aynı zamanda senden önceki peygamberlerin de vakti idi" demiştir (es-Serahsı, I, 141).
Fecr-i kâzib henüz gece vakti sayıldığından bu zamanda yatsı kılınabilir, oruç tutacak olan yiyip içebilir. Fecr-i sâdıktâ ise sabah vakti girmiş, gece bitmiş, yatsı vakti ve sahur vakti geçmiş demektir.


FECR SURESİ

Kur'an-ı Kerîmin seksendokuzuncu suresi. Mekke'de inmiştir. Otuz ayettir. İsmini, ilk ayetindeki 'fecr' sözcüğünden almıştır. fâsılası Ra, Dal, Bâ, Nûn, Mim, Elif, Tâ harfleridir. Sûre, üç ana konuyu kapsar:
1- Âd, Semûd, Firavun kavimlerinin akıbetleri,
2- İnsanların mala aşırı düşkünlükleri,
3- Ahiret, ahirette rahmet ve hüsrana uğrayacaklar.
Sure, yemin ile başlamaktadır: "Andolsun fecre (tan yerinin ağarmasına), on geceye, çifte ve teke, yürüyüp gitmeye yüz tutan geceye. Bunda (bu anılan şeylerde) akıl sahibi için bir yemin var, değil mi? (1-5).
Bu ayetlerin tefsiri hakkında ve özellikle "Çift" ve "tek" kelimeleri için birçok görüş ileri sürülmüştür Üzerine yemin edilen dört şeyin, Mekkeli kâfirlerin ahiretin ceza ve mükâfatını inkârlarıyla ilgisi vardır. "On''dan kastedilen, ayın otuz gecesinin her on gecesi; "çift" ve "tek"ten murad ise, kâinatın bütün unsurlarını kapsar. Günlerin devri, gece ile gündüz, aynı günlerinin tarihi olabilir. "Fecr", tan yerinin ağarması; "geçen gece", güneşin çıkmasıyla batmak üzere olan karanlıktır. Bu dört şey, Kâdir-i Mutlak olan Allah'ın hikmetinin en güzel delilleridir.
Allah, bu ayetlerde fecr vaktine, ayın fârklı durumlar aldığı gecelere yemin etmekte, böylece bu vakitlere dikkat çekmektedir. Başka yerlerde de gündüze ve gündüzün çeşitli kısımlarına-kuşluk vaktine, -ikinci vaktine- yemin etmektedir. Böylece zaman dilimlerinin tamamına dikkat çekilmiş olmaktadır. Zaman, bütün olaylar için kaçınılmaz bir unsurdur. Geçmiş olayların hepsi zaman içerisinde akıp gitmiştir. Geçen bir ânı geri getirmek, hiç bir yaratığın imkânı dahilinde değildir. İnsânoğlu, olayların geçtiği mekân unsurunun farkındadır ama zamanın akıp gidişini çoğu zaman hesaba katmamakta, onu hatırlamamaktadır. Oysa her geçen an, insanın ömründen geçmektedir; ömrünü eksiltmektedir. Ve akıp giden zaman içinde ne büyük olaylar gelip geçmiştir:
"Görmedin mi Rabbin ne yaptı Âd ' (kavmin)'e? Yüksek sütunlarla dolu İrem 'e? Ki şehirler arasında onun eşi yaratılmamıştı. Vâdide kayaları oyan Semûd (kavmin)e? Ve kazıklar sahibi Firavun'a? (Kazıkları çakıp ordusuna çadırlar kurduğu veya insanları kazığa vurarak, işkence ettiği için Firavun, bu sıfatları almıştır). Bunlar, ülkelerde azmışlardı. Oralarda çok kötülük etmişlerdi. Bu yüzden Rabbin, onların üzerine azap kırbacını yağdırdı. Elbette Rabbin gözetleme yerindedir" (6-14).
Gece ve gündüzün nizâmı, ceza ve mükâfatın varlığına delil gösterildikten sonra, onun muhakkak gerçekleşeceğini belirtmek için insanlık tarihinden delil getirilmektedir. Ahirete iman etmeyenlerin akıbetine bir kaç misal zikredilmektedir.
Âd kavmi, Hûd peygamber'i yalanlamıştı. Âd Kavmi'ne İrem denilir. Bunlar Sâmı ırkından Hz. Nuh'un oğlu İrem'den gelmişlerdi. Onların bir kolu da Semûd'dur. Âd kavmi, yüksek binalar inşa eden bir kavimdi ve yeryüzünde büyüklük taslayanlardandı. Dünyada eşi olmayan benzersiz, şanlı, güçlü bir milletti. Dağları yontarak evler yapmışlardı. Firavun da muhteşem ehramlar yaptırmıştı. Onlar, asırlardır yeryüzünde kazık gibi durmaktadır. Firavun da haddi aşanlardan, defalarca ilâhı davet kendisine iletilmesine rağmen bile bile büyüklenen, hatta kendini tanrı ilân eden bir sapık ve azgındı. Ad kavmi ile Firavun ve hanedanı insanlara çok kötülük ettikleri ve hidayetten saptıkları için Allah'ın azabı onlara hak olmuştu. Bu azabla helâk oldular. Onlar, Allah'ın kâinatın hâkimi ve gözetleyicisi olduğunu bilmezlikten geliyorlardı, gâfildiler, fesad ve fitne çıkarıyorlardı kendi kendilerine zulmediyorlardı, bile bile azabı çağırıyorlardı. Şımardılar, Allah'ı unuttular, ayetleri bile bile inkâr ettiler: Helâkları da onların bu azgınlığından kaynakladı.
Geçen zaman, gece karanlığı gibi bu büyük olayları örtmüştür. Ama aklı olan, bunları hatırlamalı ve onlardan ibret almalıdır.
Gündüz işlenmiş olsun, gece işlenmiş olsun, Rab Teâlâ yapılan şeylerin hepsinden haberdardır. Zulmedip yeryüzünde fesat çıkaranların uğrayacağı âkıbet, yukarıdaki âyetlerde anlatılanların âkıbeti gibi olacaktır. Ne var ki insanların çoğu bundan gaflet içindedir:
"Fakat insan böyledir; Rabbi, ne zaman kendisini imtihan edip ona ikramda bulunursa, ona nimet verirse: 'Rabbim bana ikram etti' der. Ama Rabbi, onu imtihan edip rızkını daraltırsa: 'Rabbim beni küçük düşürdü (perişan etti)' der. Hayır, doğrusu siz yetime ikram etmiyorsunuz. Yoksula yemek vermeğe (birbirinizi) teşvik etmiyorsunuz. Malı da pek çok seviyorsunuz" (15-20)
Mal, mülk insan için bir imtihandır. Şeref ve zilletin ölçüsü daima mal, para, mülk olmuştur. Oysa Allah, insanları şükürde veya nankörlükte, sabırda, isyanda, masiyet ve itaatte dener. Asıl olan iyiliktir. Gözünü mal hırsı bürümüş kötü ahlâklı kişiler, yetimin malını yerler, yoksulu doyurmazlar. Kendileri yedirmedikleri gibi, başkalarını da teşvik etmezler. Mirası hakça değil, zorbalıkla ele geçirirler; helâl-haram, hak-bâtıl olup olmadığına bakmazlar.
Bu ayetlerde insanların mala düşkünlüğü anlatılıyor. Aslında malın azlığı da, çokluğu da insan için bir imtihan vesilesidir. Malı kullanma hususunda da Allah'ın kendisini gözetlediğini insan bilmelidir. O halde akıl sahibine yaraşan, mal ve dünyaya olan bu aşırı tutkudan vazgeçmektir. Çünkü bir gün gelecek, malı kendisine fayda vermeyecektir:
"Hayır, (bu yaptığınız doğru değildir). Yer çarpılıp parçalandığı zaman, melekler sıra sıra olduğu halde, Rabbin geldiği zaman. Ki cehennem de o gün getirilmiştir. İşte o gün insanlar anlar, ama artık anlamının kendilerine ne faydası var? (O zaman insan): 'Ah, keşke ben, bu hayatım için (iyi işler yapıp) gönderseydim: ' der. O gün Allah'ın (vereceği) azabı hiç kimse veremez. Onun (vuracağı) bağı kimse vuramaz; Ey, huzura eren nef s! Razı edici ve râzı edilmîş olarak Rabb'ine dön! (iyi) kulların arasına gir! Cennetime gir!"(21-30).
Mala açgözlülüğünüz, dünya hayatına dalmışlığınız, size hesap gününü unutturur. Yaptıklarınız karşılıksız mı kalacak sanıyorsunuz? Hesap günü, yaptıklarınızdan dolayı pişman olacaksınız, ama iş işten geçmiş olacak. Resullere uymamakla ne büyük hata ettiğinizi anlayacaksınız, ancak artık cehennem size hak olmuştur. Oysa bakın, iyi kullarıma da ben cenneti va'detmiştim, Onlar, inanıp iyi amellerde bulundular; hak dine iman edip, yahıız bana ibâdet ettiler; tam bir kalp imaruyla bana bağlandılar; benim rahmetimi umdular. İşte, onları cennetime koymam haktır.


FELÂH

Gâyeye ulaşmak, durumun iyi olması, baka (kalış), kurtuluş, yarmak, açmak gibi anlamlara gelen bir terim. Ezanda geçen "HAYYE 'ALE'L FELAH" kurtuluşa yönelim anlamındadır. Aynı kökten gelen İFLÂH, bir şeyi elde etmek, arzu edilen şeye ulaşmak, çalışmada başanlı olmak, isabet kaydetmek gibi anlamlar ifade eder.
İflâh masdarından türetilen değişik kipler Kur'an-ı Kerîm'de kırk yerde geçer. Kur'an-ı Kerîm, Allah'a iftira edenlerin, kâfirlerin, zâlimlerin, mücrimlerin, sihirbazların felâha kavuşmayacaklarını beyân eder (el-En'âm, 6/21, 131; Yunus, 10/77; Yusuf, 12/23; Taha, 20/69; el-Müminun, 23/117; el-Kasas, 28/37, 82; Yunus, 10/69; en-Nahl, 16/116). Buna karşılık Kur'an-ı Kerîm, müminlerin, namazlarını huşû ile kılanların, sabırlı olanların, takva sahibi kimselerin cimrilikten sakınanların nefislerini tezkiye edenlerin, Allah yolunda cihâd edenlerin, tövbe edenlerin, Allah teâlayı samimiyetle ananların, felaha kurtuluşa ereceklerini de açıklar (el-Mü'minun, 23/1, el-A'lâ, 87/14, eş-Şems, 91/9, el-Bakara, 2/189, el-Maide, 5/100, el-Hacc, 22/77, el-Cum'a, 62/10, el-Nasr, 59/9, et-Teğabün, 64/16).
Zemahşerî, el-Bakara suresinin beşinci ayetinde geçen "MÜFLİHUN" kelimesini açıklarken şöyle der: "Müflih, gâyesine ulaşan kişi demektir. Sanki bu kişi için bütün basan yollan açılmış ve önünde hiçbir engel kalmamıştır. Müflic kelimesi de Müflih kelimesi gibi olup, aynı manayı ifade eder. Bu harflerden, yani FA-LÂMHA ve FA-LAM-CİM harflerinden meydana gelen kelime yarmak ve açmak manalârınâ delâlet eder" (Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 28).
Hâttâ "FA" ile " 'AYN" yani fiil'lin veya ismin ilk iki harfınde bu terkibe (kelimeye) benzeyen FELEKE, FELEZE gibi kelimeler de yarmaya ve açmaya delâlet ederler. (Beydâvı, Envârü't-Tenzîl ve Esrâru't-Te'vil, İstanbul 1282/1865, I, 105).
Demek ki, felâh ve bu kökten gelen İflâh ve bunların türevlerinde yarmak ve açmak manaları mevcuttur. Felâha eren kişi bir çeşit zafer ve başan yollarını yarıyor, gâyeye giden yol âdeta ona açılıyor demektir.




gülgüzeli 01-04-2008 02:47 AM

Cevap : =>İslami Sözlük
 

FELÂK SÛRESİ

Kur'an-ı Kerîm'in yüzonüçüncü suresi.
Kur'an'ın son sûresi olan Nâs suresi ile birlikte bu iki sûreye "Muavvizeteyn"* (sığınma sureleri) denilir. Bunların Mekkî mi Medenî mi olduklarına dair herhangi kesin bir rivayet yoktur.
Felâk suresi beş ayettir. Konusu, yaratıkların şerri, hased ve sihirdir. Nüzûl sebebi hakkında da değişik bilgiler verilmiştir. Bunlardan en yaygın olanında; Lebid b. Asam adlı bir yahudi büyücü Hz. Peygamber (s.a.s.)'e onu yok etmek için büyü yaptı. Melekler Allah Resulu'ne büyüyü bildirdi. Cebrâil de Muavvizeteyn sûrelerini Cenab-ı Allah katından getirerek, onu büyüden kurtardı. Mu'tezile mezhebi, Hz. Peygamber'e büyü tesir etmez diyerek bu görüşü reddetmektedir .
Felâk suresinin fasılası Dal, Be, Kaf harfleridir. "Be", ortada yalnız olarak tam manasıyla bir fâsıla harfidir.
"De ki: Sığınırım tanyerini ağartan Rabb'a " (1)
"De" emri sadece Resulullah'a değil, bütün mükelleflere şâmildir. Veya "ey Resulum, kendine ve herkese şöyle dua etmelerini söyle" demektir: "Tanyerini ağartan Rabb'a sığınırım. "
"Sığınma" fiili, müminlerin bir şeyden korktuklarında bunların şerrinden ancak Allah'a sığınmalarını ifade eder. Hz. Meryem, Hz. Nuh, Hz. Musa'nın da dualarında Allah'a sığındıkları başka ayetlerde zikredilmiştir (Meryem, 19/1 8; Hud, 1 1/47; el-Bakara, 2/67). Hadis-i şeriflerde de her tehlike ve şerre karşı Allah'a sığınmaya dair ma'lûmat pek çoktur. Hz. Âişe'nin rivayetiyle bunlardan en meşhuru şöyledir: "Allah'ım cehennemin fitnesinden, zenginlik ve fakirliğin şerrinden sana sığınırım.''
Felâk'ın manası, yaygın tefsire göre sabah demektir. Araplar, günün doğmasına "felakü's-subh" derler. Yırtmak, yarmak en fazla kullanılan anlamlarıdır. Lugatlarda "felâk" kelimesinin anlamları şöyle belirtilmektedir: Âdemden yarılıp çıkan bütün yaratıklar, tan, sabah, aydınlık, fecr, iki tepe arasındaki düzlük, suçluların hapishanede ayaklarına vurulan tomruk (falaka), cehennem veya cehennemde bir kuyunun ismi, çanak dibinde kalan süt artığı, ekşiyip kesilmiş süt, subuh, enhar, mutlak yaratma, bütün mahlukatın içinde bulunduğu şeyi yırtarak çıkması, eksik ve muhtaç oluşuyla Rabb'e sığınma zorunluğu.
Bu birinci ayeti tefsir eden ayet şudur: ''Taneyi ve çekirdeği yaran şüphesiz Allah'tır. Ölüden diriyi ve diriden ölüyü çıkarır. İşte Allah budur, nasıl yüz çevirirsiniz? Tanyerini ağartan {Fâlikü'e Esbâh) geceyi dinlenme zamanı, güneş ve ayı vakit ölçüsü kılandır. Bu, Aziz ve Alım olanın nizâmıdır" (el-En'âm, 6/95-96). "Rabb" Allah'ın sıfat ismidir. Terbiye eden, yetiştiren anlamında kullanılması, sığınma olayının uygun düşmesi içindir. Müfessirlerin çoğunluğu "felâk" kelimesine sabah manasını vererek âyeti şöyle tefsir etmişlerdir: Felâk'da, zulmet sonrasında nur, darlıktan sonra genişlik, kapanmadan sonra açılma manalarına işâret etmek üzere ancak Rabbe sığınarak O'nun bütün şerlerden kurtarıp koruyacağına dair bir ilâhı va'di hatırlatarak havf ve recâyı takviye ve Rabbe itaat ile ona iltica ettiren bir şevklendirme vardır. Felâkın zikri, sabahın kıyamet gününden bir misal olmasıdır ki, ölümün kardeşi olan uykudan uyanılan kabir benzeri evlerden alelacele çıkarak rızık için sabahları yeryüzüne dağılan insanların halini tasvir etmektedir.
''Yaratıkların şerrinden'' (2).
Bütün yaratıklar şer(kötülük) işleyebilirler. Allah bütün yaratıkları üzerinde galib olduğundan, bizim bilmediklerimizi bildiğinden ancak O'na sığınarak, hiçbir şeyin karşı çıkmasına güç yetiremeyeceği yüce bir Hakîm'e sığınılmış olmaktadır.
Ser kelimesi, zarar, noksan, eziyet, keder için de kullanılır. Hastalık, açlık, savaş ve ölüm, ateşte yanmak, evlâdın ölümü, gibi somut ve âfâkî veya küfür, şirk, her çeşit günah ve zulüm gibi şerlerle her çeşit ruhî ve nefsî olan enfüsî şerlerden Allah'a sığınırım demektir. Bu âyette genel olarak şerler zikredildikten sonra, en fazla sakınılacak bazı şerlere geçilmektedir:
"Ve ortalığı kaplayan karanlığın şerrinden," (3).
"Gâsık" kelimesi de, "felâk" kelimesi gibi birçok mana ile tefsir edilmiştir. Esas manası karanlık demektir. Bunun masdarı olan "gâsak, gusûk, gâsekan" kelimeleri lügatta şiddetli karanlık, dolgunluk, akmak, dökülmek, soğukluk, korkaklık manâlarında verilerek dolmak, akmak, dökülmek manalarına tekabül etmektedir. Bu suretle gecenin zulmeti hücum edip dolarak pek karanlık olmaya masdar gâsak, gâsakan, gûsuk denildiği gibi, ilk koyu karanlığa da isim olarak gâsak denilir ve gâsak felâka tekabül ettirilerek gasaktan felâka, gecenin kararmasından sabahın aydınlığına kadar anlamı çıkar. Vâkab kelimesi ise, yüksek yerlerden sellerin aktığı çukurlar, dahil olmak, kaplamak demektir.
Suçlar genellikle gece karanlığında işlenir, şeytan oynayacağı oyunları karanlıkta daha rahat oynar; kuruntu, vesvese, korku ve tasa geceleri kaynaşır. Eziyet verici, zehirli, yırtıcı hayvanlar da gece ortaya çıkarlar. Anarşistler geceyi bekler, cinayetler genelde geceleri işlenir. Bu sebeple gecenin şerrinden Allah'a sığınırım. Fecri getiren Allah'a. Güneş battıktan sonra her tarafa dağılan şeytanlara karşı karanlık bitinceye kadar çocukların eve toplanması, hayvanların kapatılması bir sünnettir.
Bazı tefsirlerde gâsak, şiddetli zulmet, gecenin şerri olarak alınarak, gece ansızın gelip çatan arıza ve hayalet gibi belâ ve musibetlere teşmil edilmiştir. Bazıları da "gasık"ı kamer (ay) ve ayın tutulması ve kaybolması şeklinde almışlardır. Ay tutulması ve mihak zamanını müneccimler zayıf bulur, sihirbazlar da sihirlerini o zaman icra ederler. Bu manâda şerrin gecenin karanlığında ortaya çıkması kastedilir.
Karanlığın bütün soyut ve somut manalarıyla şerri barındırması anlamında, maddî ve manevî şer ve zararların, gam ve kederin de kara talih ve karanlıkla vasıflandırılmasıyla "gecenin şerrinden, yıldızların kaybolmasıyla gelen karanlığın şerrinden, kamerin tutulmasında ve kaybolmasında gelen şerden* Allah'â sığınırım" demektir.
"Düğümlere üfürenlerin şerrinden," (4).
Burada "Neffâsâtı fi'l-ukad" ifadesindeki ukad, ukdenin çoğuludur ve düğüm demektir. Nefese; üflemek çoğulu neffâse'dir. Bunu "allâme" kalıbında anlarsak anlamı "çok üfleyen erkek", dişi siğada alırsak "çok üfleyen kadınlar" demektir. Nefese'nin çoğulu "Nüfus ve cemaatler" demekte olabilir, çünkü Araplar nüfus ve cemaat kelimesini dişil (müennes) kullanırlar. Burada düğüme üflemek müfessirlerin çoğuna göre "sihir" demektir. Ayetin anlamı, "sihirbazların şerrine karşı fecri getiren Rabbe sığınırım" olur. Zemahşerî'ye göre ise bunun anlamı, kadınların kurnazlığı ve hileleridir. Kur'an, sihri küfür saymıştır (el-Bakara, 2/102). Sihir haramdır ve yedi büyük günahtan (şirk, öldürmek, fâiz, yetim malı yemek, zina iftirası, cihaddan kaçmak, sihir) biridir. Neffâsât, üfleyici karılar anlamında cadılara veya kadınların hilelerine şâmildir. Mana şudur: İpliklere düğümler atıp onlara üfleyen (tükrükleyen) rukye ve efsun yapan cadıların veya nefislerin veya cemaatlerin şerrinden, fitneci kadınlardan, nefsin hayvanı isteklerinden, şehvet ve gadabın şerrinden Allah'a sığınırım. Sihrin aslında bir gözbağcılık olduğu başka ayetlerde açıklanmıştır. Sihir, şeytânı bir oyun olarak insanları etkiler, korkutur. Sihrin şerrinden Allah'a sığınırım demekle Felâk ve Nâs surelerini okumak sihre karşı durmak demektir.
''Ve hased eden hasedçilerin şerrinden'' (5).
Hased, Allah'ın bazı kullarına lütfettiği nimetler karşısında kıskançlık duygularına kapılarak o kulların bu nimetlerden mahrum olmasını dilemektir. Bu şer bir niyet ve fiildir. Hasedçinin şerrinden Allah'a sığınırım.
Sahih hadislerde Hz. Peygamber'in yatarken İhlâs, Felâk ve Nâs surelerini okuyarak ellerinin içine üflediği sonra başından ve yüzünden başlayarak üç defa elinin eriştiği kadarıyla bütün vücudunu sıvazladığı bildirilmiştir. Müslümanlar da onu her şeyde örnek aldıkları gibi bu sünnete uymuşlar, beş vakit namazlarda Muavvizeteyn okumuşlar ve Allah'a emrettiği şekilde bütün şerlerden sığınmışlar ve Allah onları şerlerin her çeşidinden korumuştur (Seyyid Kutub, F; Zılâli'l-Kur'an, XVI, 441-447; Mevdûdî, Tefhîmu'l-Kur'an, VII, 322-326; Mehmed Vehbi, Hulâsatü'l-Beyân, XV, 6619-6626, Ömer Nasuhi Bilmen, Kur'an-ı Kerîm'in Türkçe Meâli Alisi ve Tefsiri, VIII, 41 17-41 19; İbn Kesir, Hadislerle Kur'an-ı Kerîm Tefsiri, XV, 8809-8824; M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, VIII, 6367-6409).



FELEK

Yıldızların döndükleri gök. Çoğulu eflâk'dır. Rağıb, müfredatında aynı kelimeyi yıldızların cereyan ettikleri (aktıkları) yer olarak tarif etmiştir; fakat asıl anlatılmak istenen, yıldızların yörüngesi demek olan göktür. Felek kelimesinin kendisi de yıldızları deveran eden gök için kullanılır.
Felek, astronomi ile ilgili bir terim olup, müstedir (yuvarlak) hareketlerle akan dünya küresi ve bu kürenin mıntıkası, ay ve güneşle beraber seyyarelerden (gezegenler) her birinin hareket ettiği yörüngesi anlamına gelir (Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, I/596).
Felek kelimesi Kur'an-ı Kerîm'de iki yerde geçmektedir. Bunlardan birincisi "O, geceyi, gündüzü, güneşi, ayı... yaratandir. Her biri bir yörüngede yüzmektedir'' (el-Enbiyâ, 21/33). İkincisi de "Ne güneş aya yetişebilir, ne de gece gündüzü geçebilir. Bunların her biri belli bir yörüngede yüzmeğe (akıp gitmeğe) devam ederler" (Yâsin, 36/40) şeklinde zikredilmektedir.
Birinci ve ikinci ayette "her biri bir yörüngede yüzmektedir" Yani yürüyüp gitmektedir, denildiğine göre sadece güneş ve ayın değil tüm gök cisimlerinin kendi yörüngelerinde yüzdüklerini (akıp gittiklerini) durgun ve sabit olmadıklarını ifade etmektedir (Mevdûdî, Tefhim, III/279).
Yâsin suresinde de şu güzel açıklamayı görüyoruz: Burada "hepsinin aynı felekte yüzdükleri" şeklinde bir ifade kullanılmıştır. Böylece dört hakikata birden işaret olunmaktadır:
1- Sadece güneş değil, ay, yıldızlar, gezeğenler, samanyolu vs. hepsi de hareket etmektedirler.
2- Bunların her birinin ekseni ayrı ayrıdır.
3- Felekler değil yıldızlar, gezeğenler hareket etmektedirler.
4- Bunlar suda herhangi bir maddenin görünüşü gibi fezada da yüzmektedirler.
Elbette ki bu ayet ile âstronomi bilgisi vermek istenmemektedir. Burâda insanlar sadece düşünmeye davet ediliyorlar; Yani sizler yeryüzünden gökyüzüne değin, nereye bakarsanız bakın, Allah'ın ayetlerini görürsünüz; ve hiç bir varlığın Allah'a ortak koştuğuna-dair bir emare bulamazsınız (Mevdûdî, Tefhim, IV, 524-525).
Felek sözcüğü mecâzı olarak bazı ifadelerde de kullanılmıştır.
Hoş vakit geçirmek anlamına "felekten bir gün çalmak"; düşkün, talihsiz anlamına "felekzede"; ümitsizliğe düşmek için "feleğe küsmek"; her türlü zorluklara uğramış tecrübe sahibi için "feleğin sillesini yemek" gibi ifadeler kullanılmaktadır (Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, I/596-597).
Neyşabûri'nin zikrettiği görüşler de gerçekten ilginçtir: Ulema feleğin hakikatında ayrı görüşler ortaya koymuşlardır. el-Kelbiye göre felek, bir su küresidir ki onda yıldızlar yüzer. Zira Allah bu kelimeden sonra "Yüzerler" sözünü getirmiştir; yüzme ise suda yapılır
Hukemaya göre felek küre şeklinde bir cisimdir, ne ağırdır ne de hafif... (Neyşabûrî, Garaibü'l-Kur'an, XVII/19-20).
M. Hamdi Yazır'ın açıklaması da şudur: Felek devreden sürekli dönen şey olduğuna göre, bazıları onu devreden bir cisim saymışlar ki bunlar zamanlarının fen anlayışına kapılmış görünüyorlar. Halbuki felek, yıldızların yörüngesi diye tarif edilmiştir ki, sırf riyazî (matematiksel) bir ifadedir. Burada eski fennî nazariyeyi iptal söz konusudur. Çünkü eskiler güneş ve ayı felek hareket ettiriyor diyorlardı. Halbuki burada her birinin döndüğü birer mihveri olduğu açıklanıyor. Demek ki bugün, bu ve benzeri ayetlerde Kur'an'ın fenne karşı büyük bir zaferini okuyoruz (M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, 5/3354-3355).



FENÂ Fİ'L-HAK

Hak'ta yok olmak. Fenâ filhak, Arapça bir terim olarak Fenâ fillâh ile eşanlamlı olarak ta değerlendirilebilir.
Hak, lügatta batılın zıddı, yerine getirilen hüküm, varlığı sabit olan, doğruluk ve adalet anlamlarına gelir. Fiil olarak üç harfli kökten kullanıldığında Hak; gerçekleşmek, gerçek olmak demektir.
Cenab-ı Allah'ın vasfı olarak; inkârı mümkün olmayan, varlığının kabûl olunması gereken, varlığı ve ulûhiyeti kesin olan manalarına gelir. Bu manada Kur'an-ı Kerîm'de Mekkî ve Medenî ayetlerde tekrarla geçer. Genellikle tek başına kullanılır. Bazen esmâı hüsnâdan birine bitiştiği görülür; "el-Mehkü'l-Hak" (Tahâ, 20/1 14) gibi. Hak kelimesinin Kur'ân-ı Kerîm'de, bundan başka birkaç vecih üzerine kullanıldığı ifade edilmektedir (Suat Yıldırım, Kur'ân'da ulûhiyet, İstanbul 1927, s.216-217).
Hak kelimesini Beydâvî, tefsirinde Allah manasında olduğunda ''es-Sâbitü rübûbiyyetuhu'' yani Rablığı sabit ve gerçek olan diye tarif eder. Böylece Hak, sâbit anlamında açıklanır.
Hak, masdar olarak ele alındığında, enfüs ve âfâkın mutabakatını anlatır. Enfüs'te, sıdk ve sevab gibi söz ve fikre sıfat olur. Âfâkta ise, tahakkuk ve vukû demek olur.
İşte, bundan dolayı, hak, manen ve sûreten her veçhile "vücud"diye târif olunur. Hakk'ın vücudu "Vâcibü'l- Vucûd lizâtihi" halkın vücudu ise, buna bağlı olarak "Vâcibü'l-Vücud liğayrihi"dir. Hak kelimesinin çeşitli manalara gelmesi, bu ikincisinden kaynaklanmaktadır. Bütün hak ve hukukun mercii olan Hak Teâla, Vâcibül-Vücud lizâtihi olduğundan, ulûhiyyet ve rubûbiyyet O'nun haklarındandır (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, IV, 2675-2676).
Hakk'ın Allah'ın ta kendisi olarak kullanıldığını Hz. Peygamber (s.a.s.)'in "Allah'ım, sen'sin Hak..." (el-Buhâri, Daavât, 9) hadisinden anlaşılmaktadır.
Tasavvufî hak demek olan hakka'l yakînin son derecesidir. Bilmek, görmekten öte, olmak demektir. Bir diğer ifadeyle, abdin (kulun) Hak'ta fânı olması ve O'nun ile yalnız ilmen değil, hem ilmen, hem şuhûden, hem de halen bekası manasına gelir. Basit bir anlatımla ilmel yakın, her akıllı kişinin ölümü bilmesidir. Melekleri görmesi aynel yakîn, ölümü tatması da hakkal yakîndir (Elmalılı, a.g.e., VII, 4726).
Tasavvufî anlayışta, Fena fi'ş-şeyh (şeylikte yokolma) ve fenâ fi'r-Resul (Peygamberde yokolma) merhaleleri fena fi'l-Hakk'a giderken aşılacak merhalelerdendir diye kabul edilir.
Tasavvufî anlayışa göre, fenâ fi'l-Hakk'a yükselenlerin yaptığı tasarrufları Hak üstlenir. Hak, onları muvafık gördüğü işlerde görevlendirir. Onlar, Allah'ın lâyık olmayanı işlemekten koruduğu kullarıdır. Yani Tasavvufta, bu mertebeye ulaşanlar "La Yuhtı" (günah işlemez) olarak kabul edilir. Halbuki İslâm'da, yalnız Peygamberler masumdur. Nefslerinden fânı olduğu kabul edilen bu kimseler, Hak ile bâkı kimselerdir denir. Onlar, yaptıkları işlerde kendilerine bir menfaat gözetmez, zararın def'i için de çalışmazlar. Fena fi'l-hak, celb-i menfaat ve def'i mazarratı ortadan kaldırır. Çünkü burada nefisle ilgili arzular, menfaat gayesi, kasıt ve niyyeti düşer. Yine Mutassavıflara göre, bu mertebede olanlar için sevap arzusu ve azap korkusu yoktur (el-Kelâbâzı, et-Taarruf, Fenâ mad.)
Hülasa, mutassavıflara göre fenâ fi'l-hak, sufînin tarikat yolunda marifeti geçerek, en son varacağı merhale olarak kabul edilir. Hakka'l-yakın de denilen bu merhaleye kişi, gözle görmüş gibi tahkik ve ilimle tahkik mertebelerinden geçerek, hak içinde fenâ bulma (fena fi'l-hak) haline ulaşır.



FENÂ FİLLAH

Allah'ta yok olma anlamında tasavvûfi bir tabir. Fenâ; yok olma, varlığın sona ermesi manalarına gelir. Tasavvufta fenâ, Allah'ın zatî hariç onun bütün sıfatları ile muttasıf olmak anlamına gelir. Kul, kulların sıfat ve fiillerini terkettikçe Allah'ın sıfatlarıyla yani Allah'ın görme, işitme vs. gibi sıfatlarıyla muttasıf olur. Kul Allah'a yönelip ona teslim olunca "Ben onun gözü ve kulağı olurum..." hadis-i şerifinde belirtildiği gibi olaylara Allah'ın nazarı ile bakmaya başlar.
Ayrıca fenâ; kötü huy ve özelliklerin terkedilip güzel olan sıfat ve özelliklere sahip olmak demektir (Tehânevî, Keşşâfu Istılâhâti'l-Funûn, İstanbul 1984, I, 1157).
Tasavvufî anlayışta kullanılan Fenâ fillah ve karşıtı olan Bekâ billah kavramları ilk devre sûfilerinde görülmemektedir. Bunların ilk defa Ebû Said Harrâz (297/910) tarafından kullanıldıkları kabul edilir. Ebu Saîd Harrâz'a göre "Fenâ fillah; kulun kulluğunu görmekten fânı olması, bekâ billah ise; kulun Allah'ın huzurunda bâki ve var olmasıdır."
Fenâ ve bekâ diye kısaltılarak kullanılan bu terimlere mutasavvıflar çeşitli yorumlar getirmişlerdir. "Kötü huy ve davranışlardan fânı, ilimle bakî olmak; gafletten fânı, zikirle bakî olmaktır" gibi tarifler çok yaygındır.
Fenâ'yı mahv, bekâ'yı da isbat ile yakından alâkalı görmek mümkündür. Bunlar, Kur'an-ı Kerîm'de: "Yeryüzünde bulunan her canlı yok (fânı) olacak. Ancak, azâmet ve ikrâm sahibi Rabbinin zatî bakî kalacaktır" (er-Rahman, 55/26-27).
Fenâ, manevî bir haldir. Sürekli olup olmadığı tartışılmış ve sûfilerce genel olarak geçici olduğu kabul edilmiştir. Bu hal, bir manevî sarhoşluk ve kendinden geçme hali olduğundan; sekr, gaybet ve cem'i ile benzerlikler göstermekte olup, bunların en üst derecesi olduğu kabul edilmektedir.
Fenâ, tevhîd'in başlangıcı, seyrü sulûkun geçilme yeri ve tasavvûfî terbiyedeki yolculuktur. Ebu Yakub Nehrecorı (330/941) "Fenâ; kulun, varlığını görmekten geçmesidir" der. Bu tarifin Muhyiddin b. el-Arabı (638/1240) ile Seyyid Şerif Cürcânî (816/1413) tarafından benimsendiği görülmektedir. Hatta İbnü'l-Arabî, fenâ halinin Cibril hadisinde geçen "İhsan; Allah'ı görüyormuşçasına ibâdet etmendir. Sen O'nu görmesen de, O, seni görür" kısmına uygunluğunu ileri sürer.
Cürcânî, riyâzet ve mücahededen sonraki fenânın, istiğrakta yaşanan fenâdan farklı olduğunu savunur (Mustafa Kara, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, İstanbul 1985, s.161-165).
Fenâ hâli, beşerî sıfat ve özelliklerden sıyrılarak ilâhi vasıf ve özelliklere kavuşma olduğundan bu halde "Vasıfta birlik" gözetilmiş olup, zatî birlik iddia edilmemektedir (Tehânevî, a.g.e., II, 1158).
Cüneyd Bağdâdı (297/910) Fenâ'yı üç kademede değerlendirir:
1) Amel ve ibadetleri yerine getirmek için gayret etmek, nefse karşı çıkmak suretiyle kötü sıfatlardan fânı olmak.
2) Tamamen Allah'a yönelerek, ibadetlerden zevk alma duygusundan da fâni olmak,
3) Nihayet, Allah'ı müşâhede etmenin farkına varmaktan da fâni olmak...
Fenâ hali, bekâ halinin varlığıyla sona erer. Buna Fenâü'l-Fenâ denir.
Cüneyd-i Bağdadî'ye göre fenâ fillah; "Allah'ın kulunu kendinde yok etmesidir." Fenâ, Allah'ın sevdiği kulunda gösterdiği bir haldir, çalışmayla elde edilmez (el-Kelâbâzî, et-Taarruf, s.128).
Fenâ fillah makamları, üç sarhoşluk (manevî) mertebelerini kapsar. Bunlar, Tevhîd-i Ef'al, Tevhîd-i Sıfat ve Tevhîd-i Zât'tır. Sâlik, bu mertebelerde kendi mevhum fiil, sıfat ve zatından ayrılır. Tasavvuftaki bu anlayışa göre insanın fiilleri ve sıfatlan Allah'ın fiil ve sıfatlarıyla birleşir yani Tevhîd-i Ef'al ve Tevhîd-i Sıfat olur. Son mertebede de Allah'ın zat-ı ile birleşir ki buna da "Tevhîd-i Zat" denir. Bu mertebelere seyr-i sulûk adı verilir. Bu da fenâ fillah yani Allah'ta yok olma anlamında kullanılmaktadır. Şayet kulun Allah'ın fiil ve sıfatlarını ideal kabul edip onlara benzemeye çalışıyorsa yani kulun Allah'ın ahlâkıyla ahlâklanması anlamında kullanılıyorsa bu İslâm akidesine aykırı bir durum arz etmez. Ancak kul bu mertebede ilâhı sıfatlarla muttasıf, Allah'ın sahip olduğu özelliklere sahip olur anlamı kastediliyorsa bu kesinlikle İslâmî akide ile uyuşmaz. Kişiyi sirke sürükler. Ayrıca "Tevhîd-i
Zat"tan kasıt sâlikin Allah'ın zâtı ile birleşmesi ve Allah ile sâlikin zatlarının bir ve aynı olması, anlamında kullanılıyorsa bu Budizm'deki Nirvana'nın bir başka ifadesi olup şirktir. Zira İslâm'da buna dair Kur'ân ve sünnette bir delil yoktur. Bu tâbirlerin Hz. Peygamber, sahabe ve Tabiun devrinde kullanılmadığı ve bilinmediği gayet açıktır.
Tehânevî, "Mecmaus-Sulûk" adlı tasavvufi eserden yaptığı nakle göre fenâ; Allah'tan başka hiçbir şeyi görmemek, kendini ve bütün eşyayı unutmak, o zamanda her şeyi ona rabb olarak görünür. Artık ondan başka hiçbir şey bilmez ve hiçbir şey görmez olur. Böylelikle ondan başka hiçbir şeyin olmadığına inanır, kendini de "o" sanır ve "Hak benim" der. Varlık aleminde de Allah'tan başka hiçbir şeyin olmadığına inanır (Tehânevî, a.g.e., II 1158).
Böyle bir durum mutasavvıflar, sofistlerin eşyanın hakikatını inkâr ettikleri gibi Cenâb-ı Allah'ın her eşyada teccelli ettiğini zannederler ki bu da Allah'ın eşya ile ittihadı demek olup Allah'ın vahdaniyet ve muhalefetun li'l-havadis sıfatlarına aykırıdır.



FER'

Birinci derecede gerekli olmayan bilgi, dal, kol, kısım, ayrıntı, teferruat. Bir ana gövdeden ayrılan kollardan her biri, ağacın yukarıya ve yanlara uzanan dalları.
Kur'an-ı Kerîm'de: "Allah'ın hoş bir sözü, kökü sağlam dalları göğe doğru olan -Rabbinin izniyle her zaman meyve veren- hoş bir ağaca benzeterek nasıl misal verdiğini görmüyor musun?" (İbrahim, 14/24) âyetinde "fer'uha" kelimesi ağacın dalı manasınadır.
Kelime, kadın veya erkeğin saçı, kavme izafe edildiğinde onların efendisi, şereflisi ve kulağa izafe edildiğinde üst tarafı anlamına gelir. Çoğulu: Füru'dur. Füru', Usul'ün zıddıdır
İslâm'dan önceki câhiliye araplarının putlarına kurban ettikleri yeni doğmuş deve yavrusuna da "fera" denirdi. Çok ve faydalı mala da "fer" denir. Ayrıca şube ve kısım manalarına geldiği gibi, Fıkıh Usulu ilminde bir konuda "asl" üzerine kıyas yoluyla bina edilen tâlı meseleye Fer' denilmektedir (Râgıp el-Isfahânı el-Müfredât fi Garibi'l-kur'ân, Fer').
Fer', şer'i dehilerden kıyasın rükünlerinden birisidir. Hükmü hakkında açık söz bulunmayan nesne olup, "asl"ın hükmü ile aradaki illet (hükme gerekçe olan sebep) benzerliği dolayısıyla aynı hüküm onun hakkında da geçerli kılınır. Buna kıyaslanan (makis), yüklem (mahmul), benzetilen (müşebbeh) de denir. (Abdülvahhâb Hallâf. İslâm Hukuku Felsefesi, Çev: Hüseyin Atay, s.241). Meselâ: Kur'an'da iki kızkardeşin bir nikâh altında birleştirilmesi yasaklanmıştır. "Ve iki kızkardeşi bir arada almak suretiyle evlenmek -geçmişte olanlar artık geçmiştir- size haram kılındı." (en-Nisâ, 4/23). Hz. Peygamber bir kadını, hala ve teyzesiyle aynı anda nikâhlamayı yasaklar (Buhâri, Nikâh, 27). Hüküm çıkarmada esas iki asli kaynak olan Kur'an ve Sünnet'te aynı anda iki kızkardeşle evlenmek meselesinde nass bulunduğundan bu, "asl", buna kıyasla birbirine mahrem olan iki kadının bir nikâh altında birleştirilemeyeceğine hükmetmek de "fer" olur (Abdülkadir Şener, Kıyas İstihsan Istılahı Ankara 1981, s.69). Çünkü bunların hepsi kan akrabalığını hiçe saymak (kat-i rahm) gibi bir sonuç doğurur (Hallaf, a.g.e., s.24).
Fıkıhta kullanılan "Fürû' terimi Fer'in çoğulu olup baba, dede ve validelerden oluşan Usul'a karşılık, ölen bir kimsenin ardından mirasçı olarak bıraktığı çocukları ve torunları için kullanılır (ö. Nasuhi Bilmen, Istılahatı Fıkhiye Kamusu, II, 495).




FER'İ HÜKÜM

Hüküm; karar vermek, örtmek, men etmek, bir şeyi diğer bir şeye ispat (olumlu) veya nefy (olumsuz) suretiyle isnat etmektir. "Bu mülk Allah'ındır" sözünde, mülk Allah'a ispat yoluyla isnad edilmiş olur. "İnsanların hâkimiyette ortaklığı yoktur" sözünde ise hâkimiyette ortak olmama hususu nefy (olumsuzluk) yoluyla insana isnad edilmiştir. Bir şey üzerine terettüp eden esere de "hüküm" denir.
Fıkıh ıstılahına göre hüküm, "mükelleflerin işleriyle ilgili olan Şart (Allah ve Resulu)in hitabının eser ve neticesidir." Fıkıh âlimleri hükmü, "Bir iş ve muamelenin meydana getirdiği netice ve eser" manasında kullanırlar.
"Satış muamelesinin hükmü mülkiyettir." cümlesindeki "mülkiyettir" sözü bir hükümdür ve bu muamelenin meydana getirdiği neticeyi dile getirmektedir.
Şer'i hükümler, aslı ve fer'î olarak iki kısma ayrılır. Aslı hükümler, iman esaslarına dair olan hükümlerdir. Bu tür hükümler, tevile, yoruma, üzerinde ictihad etmeye gerek duyulmayan açık ve net hükümlerdir. İtikadı hükümlerin dayandığı delil Kitap (Kur'an) ve mütevâtir sünnettir. İmanın esası (Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, öldükten sonra dirilmeye, kaza ve kadere, hayrın ve şerrin Allah'tan geldiğine inanmak) İslâm dininin ortaya koyduğu Hz. Adem'e inen ilk vahiyden beri değişmeyen aslı hükümlerdir. İslâm bu hükümler üzerinde kurumlaşmıştır.
Fer'i hükümler ise, namaz, oruç, hac, zekât ve benzeri ibadetlerle, nikâh, talak, radâ' (süt emişme), ticaret ve benzeri müslümanların günlük muamelelerine dair hükümlerdir. Bu tür hükümlerdeki helallik ve haramlıkları, emir ve yasaklanmaları edille-i şer'iyye ile (Kitap, sünnet, icma ve kıyas) tesbit edilmiş olmakla birlikte sıralama olarak itikadı hükümlerden sonra geldiği gibi, teferruatla ilgili hususları müctehid imamların ictihadlarıyla hükme bağlanan meselelerdir. Fer'i meseleleri oluşturan bu meseleler hakkında verilen hükümler İslâm fıkhı'nda "fer'i hükümler"i meydana getirir.

gülgüzeli 01-04-2008 02:52 AM

Cevap : =>İslami Sözlük
 

FÂNÎ

Varlığı sonlu, ölümlü olan. Kur'an'a göre, "Allah'tan başka her şey yok olacaktır" (el-Kasas, 28/88), "Yer üzerinde bulunan her şey fânîdir" (er-Rahman, 55/26).
Kelâm bilginlerine göre varlığının sonu olmamak (bekâ), Allah'ın sıfatıdır. Allah tarafından yaratılmış (hadîs) şeyler ezeli olmadıkları gibi ebedi de olamazlar. Bu nedenle Allah dışındaki varlıkların temel niteliği, sonluluk, ölümlülüktür. Kâinat'ın fânı oluşu, aklen, onun yaratılmış, hâdis (sonradan olma) oluşunun tabii bir neticesidir. Kâinat'ın bu durumu ayrıca Allah'ın varlığının da önemli bir kanıtıdır. Hudûs delili denilen bu kanıta göre âlem hâdistir (sonradan meydana getirilmiştir); her hâdisin (sonradan meydana gelen varlığın) bir muhdisi (ihdâs edicisi, meydana getiricisi) vardır; âlemin muhdisi hâdis olmayan Allah'tır.
Fenâ ve fânî olma kavramları tasavvuf düşünce ve hayatında önemli bir yer tutar. İlk mutasavvıflar insanın fânı olmasını tasavvufun başlıca amacı olan ilâhı ahlâk ve vasıflarla donanmanın temel şartı saymışlardır. Çeşitli biçimlerde izah edilen bu fânî olma, yok olma olayı kimilerine göre kulun nefsânî zevk ve isteklerinden fânî olmasını; kimilerine göre Allah'a muhalefetten, günâh işlemekten fânı olmayı dile getirir. Fenâyı Allah'a saygı için diğer varlıklara saygı göstermekten fânı olmak; bütün beşerı sıfatlardan fânı olmak; bütün varlıklardan fânı olmak biçimlerinde tanımlayanlar da olmuştur.
Fânı olma düşüncesi sonraki mutasavvıflar tarafından daha sistemli bir hâle getirildi. Buna göre mutasavvıfın son amacı tevhîddir ve tevhîd ancak Allah dışındaki varlıklardan (mâsivâ) geçmek anlamında fânî olmakla gerçekleşir. Bu fenânın üç aşaması vardır: Birinci aşamada mutasavvıf Allah dışındaki varlıkları istemekten geçerek Allah'ın irâdesinde fânî olur. Bu aşamada mutasavvıfın biricik amacı Allah'tır ve yalnız Allah'ın irâde ettiğini taleb eder. İkinci aşamada mutasavvıf Allah dışındaki varlıkları görmekten fânî olur; yalnız Allah'ı görür. Mutasavvıf üçüncü aşamada bütün varlıklardan fânî olur. Gözünde Allah'ın varlığından başka varlık kalmaz. Fenânın bu üç aşaması fenâ fi'l-kusûd, fenâ fi'ş-şuhûd, fenâ fi'l vücûd olarak adlandırılır. Bu üç aşamanın her birinde ulaşılan tevhîd de, "lâ maksûde illâllah" ya da "lâ matlûbe illâllah", ve "lâ meşhûde illâllah" cümleleriyle dile getirilir (Ayrıca bk. Fenâ fillâh).

FARİZA

Yapılması zorunlu olan şey, mutlaka yerine getirilmesi gerekli olan emir. Çoğulu "Ferâiz"dir. Kelimenin aslı; farz kıldı, meşrû kıldı takdir etti, tahsis etti anlamındadır.
"Ey Muhammed, Kur'an'a uymayı sana farz kılan Allah, seni döneceğin yere döndürecektir..." (el-Kasas 28/85);
"Allah'ın Peygamber'e farz kıldığı şeylerde ona bir güçlük yoktur..." (el-Ahzâb, 33/38, 50);
"Allah şüphesiz size, yeminlerinizi geri almanızı meşrû kılmıştır." (et-Tahrim, 66/2);
''... Eğer onlara mehir takdir eder de el sürmeden onları boşarsanız, takdir ettiğinizin yarısını verin..."(el-Bakara, 2/237).
Ölünün malından varisleri için takdir edilen payları bildiren ilme de "Ferâiz ilmi" adı verilir.
İslâmî Istılahta farz, yapılması Allah tarafından emrolunduğu katî delil ile sâbit olan herhangi bir vazifedir. Farziyeti sabit ve müslümanlar tarafından yapılması mutlaka gerekli olan farz emirlerin yerine getirilmemesi ise haramdır. Farz'ın yerine getirilmesinde mükâfat sözkonusu olduğu gibi, yerine getirilmemekle işlenen haram karşılığında da ceza sözkonusudur.
Farz olan hükümlerin, öncelikle farz olduğuna iman edilmesi mümin olmanın şartıdır. Şer'i nasslarla sâbit olan farzların inkâr edilmesi, hafife alınması, alay edilmesi, aksinin meşrû ve helâl kabul edilmesi mutlak küfürdür.
Genel tema olarak İslâm'ın ortaya koyduğu ve yapılmasını farz, terkini haram kıldığı (ya da bunun aksi) hükümler; inanan ve inanmadığı halde İslâm Devleti'nin zimmetinde bulunan kişilerin akıl, mal, can, nesil ve dinlerini ilahı koruma altına almaya yöneliktir. Tarih boyunca İslâm'ın dışında hiçbir sistem, mensuplarının bu özelliklerini insan şahsiyetine uygun ölçüde koruma altına alamamıştır.
İslâm, aklı korumak için sarhoşluk veren her türlü içkiyi, malı korumak için fâiz, rüşvet, hırsızlık vb. haram yollardan elde edilen kazançları; canı korumak için adam öldürmeyi (kısas ve savaş hâli müstesnâ); nesli korumak için zinâ ve zinâya götüren tüm yolları; dini korumak için de müslüman olmamış kişilere İslâm'ı zorla kabul ettirmeyi yasak kılmıştır. Kitap, sünnet ve icmâ ile sâbit olan bu yasaklara uymak farz, uymamak ise haramdır.
Bir kısım farzlar vardır ki bunları her akıllı ve ergenlik çağına girmiş mükellef müslümanın şahsen yapması gereklidir. Bu tür farza "farz-ı ayn" denir. İslâm'ı, iman esaslarını kabul etmek, namaz kılmak, oruç tutmak, hayatı İslâm'ın hükümlerine göre düzenlemek bu tür farzlardandır ki İslâm olmanın gereği budur. Diğer bir kısım farzlar ise bir ya da birkaç kişinin yapmasıyla diğer müslümanların üzerinden gerekliliği kalkar; ancak hiç kimsenin yapmaması hâlinde, sorumluluğu bütün müslümanlara âit olur. Cenaze namazı kılmak, İslâm devletinin mevcut olduğu ve düşmana saldırmadığı dönemlerde cihad etmek, insanları Allah'ın dinine dâvet etmek gibi. Bunlara da "farz-ı kifâye" denir.
Farz olan hükümlerin kaynağı kitap (Kur'an), sünnet, icma' ve kıyas olmak üzere dörttür.
Aşağıda belirtilen ayetler İslâm'ın farz kıldığı hükümlerden bir kısmına örnek teşkil eder: İslâm'ın emrettiği şeyleri yapmak farz olduğu gibi yasakladığı şeyleri yapmamak da farzdır.
"Ey inananlar, Allah'a, Peygamber'ine, Peygamber'ine indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba inanmakta sebat gösterin. Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkar ederse, şüphesiz derin bir sapıklığa düşmüştür" (en- Nisâ 4/136).
"Namazı kılın, zekâtı verin; kendiniz için önden gönderdiğiniz her hayrı Allah katında bulacaksınız'' (el-Bakara, 2/110).
"Ey inananlar, oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi, Allah'a karşı gelmekten sakınasınız diye, size (de) sayılı günlerde farz kılındı..." (el-Bakara, 2/183).
"Ey inananlar, cuma günü namaz için ezan okunduğu zaman Allah'ı anmaya koşun, alım-satımı bırakın..." (el-Cum'a, 62/9).
"Yoksa Allah içinizden cihâd edenleri ve sabredenleri belirtmeden cennete gireceğinizi mi sanıyordunuz?" (Âlu İmrân, 3/142).
"Allah uğrunda gereği gibi cihâd edin..." (el-Hacc, 22/78).
"Çocuklarınızı yoksulluk korkusuyla öldürmeyin... Sakın zinâya yaklaşmayın... Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere kıymayın.. Yetimin malına -ergin çağa ulaşana kadar- en güzel şekil dışında yaklaşmayın. Ahdi de yerine getirin... Birşeyi ölçtüğünüz zaman ölçüyü tam tutun, doğru terazi ile tartın.. Yeryüzünde böbürlenerek yürüme..." (el-İsrâ, 17/31, 32, 33, 34, 35, 36, 37).
"Faiz yiyenler mahşerde ancak şeytanın çarptığı kimsenin kalktığı gibi kalkarlar. Bu, onların, "zaten alış-veriş de fâiz gibidir" demelerindendir..." (el-Bakara, 2/275).
"Aranızda mallarınızı haksızlıkla yemeyin..." (el-Bakara, 2/ 188).
"Fitne kalmayıp, yalnız Allah'ın dînî ortada kalana kadar onlarla savaşın..." (el-Bakara, 2/193).
"... oraya yol bulabilen insana, Allah için Kâbe yi haccetmesi gereklidir..." (Âl-i İmrân, 3/97).
"Îffetli kadınlara zina isnat edip de, sonra dört şahit getiremeyenlere seksen değnek vurun..." (en-Nûr,14/4).
"Leş, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına kesilenler, dikili taşlar üzerine boğazlananlar ile fal oklarıyla kısmet aramanız size haram kılındı..." (en-Nisâ, 4/3).
"Ey inananlar, içki, kumar, putlar ve fal okları şüphesiz şeytan işi pisliklerdir..." (el-Mâide, 5/90).
Yukarıda belirtilen ayetler, Allah'ın, yapılmasını ve yapılmamasını emrettiği hükümlerden ancak bir kısımlarıdır. Bu hükümlere uyulması farz, uyulmaması ise haramdır, inkârı küfürdür.


FARZ

Dinî sorumluluk, yapılması dinen gerekli olma, bean etme, kesme, hisseye ayırma anlamlarını ifade eder. Kur'an-ı Kerîm'de onsekiz yerde geçen kelime değişik anlamlarıyla kullanılmıştır.
"Allah'ın peygambere mikdarını belirlediği (farz), mübah kıldığı şeyde bir vebâl yoktur" (el-Ahzab, 33/38). "Hac vakti bilinen aylardır. Her kim o aylarda haccı kendine gerekli (farz) bilip bu ibâdete başlarsa, artık kadına yaklaşması, günâh işlemesi ve kavga etmesi helâl değildir" (el-Bakara, 2/197). "Sadakalar (zekâtlar) ancak şunlar içindir: ... Allah tarafından böyle beyan (farz) edildi" (et-Tevbe, 3/60). " Eğer onları kendilerine el sürmeden boşar da mehir kesmiş (farz) olursanız... ' (el-Bakara, 2/236). "Allah onu lânetledi. O da Şöyle dedi: Andolsun kullarından belirli (mefrûz) bir pay edineceğim"(en-Nisâ, 4/118).
Kur'an'da geçen farz kelimesi alâ harf-i cerri ile kullanıldığında vücûb gereklilik; lâm harf-i cerri ile kullanıldığında bazan gereklilik bazan da beyan anlamını ifade eder (Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, VI, 5109).
Farz, Peygamber (s.a.s.)'in hadislerinde farklı anlamlarda kullanıldığı gibi vacib anlamında da kullanılmıştır. "Ramazan ayı geldi... Allah bu ayda oruç tutmanızı size farz kılmıştır" (Nesâî, Sıyâm, 5).
Bir fıkıh terimi olarak farz: Şâri' tarafından emrolunduğu kat'î delil ile sâbit olan; özürsüz, mutlak surette terkedildiğinde ceza gereken amellerdir. Özürden maksat, dinin meşrû gördüğü özürdür; meselâ yolcunun orucu terk etmesi gibi. Mutlak terketmekten maksat; bir engelden dolayı geciktirmek anlamındadır. Namazın vaktin başında kılınmaması gibi. Tariften de anlaşılacağı gibi zannî delil ile sâbit olan hükümleri Hanefî hukukçuları farzın kapsamına almamıştır. Farz, kat'i deliller ile sâbit olduğu için inkâr edildiğinde küfrü gerektirir. Şayet yorumlanarak inkâr edilirse, inkâr eden fâsık olur.
Hanefîler zannî delil ile sâbit olan hükümleri vacib olarak niteler. İmâm Şâfiî farz ile vâcibin arasını amel bakımından ayırmaz ise de itikâdı açıdan, Hanefi hukukçuları gibi değerlendirir. Bu da Hanefiler ile Şâfiiler arasındaki farz ve vâcib ayrılığının mâna, öz itibarıyla olmadığını, lafzı olduğunu gösterir. Farz; kat'ı ve ictihâdı olmak üzere ikiye ayrılır. Kat'î farz; delillerle yapılması kesin olarak bildirilen amellerdir. Buna amelî ve ilmî farz da denilir. İctihâdı farz ise müçtehid imamların ictihadıyla belirlenen, terk edildiğinde o ameli farz olmaktan çıkaran farzlardır. Meselâ; başa mesh miktarı, abdestin farzları, namazda Fâtihâ'nın okunması gibi mevzular mezhepler arasında farklı mütalaa edilir. İnkârı küfrü gerektiren farz, ilmî ve kat'ı farz çeşididir. Farziyyeti nass ile belirlenmiş kat'ı olan namaz, oruç gibi farzların inkârı küfrü gerektirir (Tehânevî, Keşşâf, II, 1126, Meydânı, Lübâb, I, 6).
Farz, mükellef açısından ikiye ayrılır:
1- Farz-ı ayn: Her mükellefin yapması farz olan vazifedir.
2-Farz-ı kifâye: Mükelleflerden bir kısmının yapması ile diğerlerinden sâkit olan vazifedir (Ömer Nasuhi, Istılahatı Fıkhıyye Kâmusu, 1, 33).
Farz-ı ayn, kifâye olan farzdan fazilet ve sevab bakımından daha üstündür. Çünkü, bir şey genelleşirse yükü, meşâkkati azalır. Hususileştiğinde ise daha meşakkatli olur. Kifâye farzlar umumen terkedildiğinde ise bütün insanlar bundan sorumlu olur (İbn Âbidîn, Reddu'l-Muhtâr, I, 42).




FÂSIK

Allah'ın emirlerine aykırı davranan, günahkâr, kötü huylu, kötülük yapmayı alışkanlık hâline getiren kimse.
Arapça "Fe-Se-Ka" kökünden gelmekte olup ism-i fâil kalıbındandır.
Lügatta, çıkmak manasına gelir. Daha özel bir anlam ile "olgun hurmanın kabuğundan dışarı çıkmasına" denir. Istılahta ise, Allâh'a itâati terkedip O'na isyâna dalmaktır. Yani kısaca ilâhı emirlerin dışına çıkmaktır.
Biraz daha geniş anlamıyla büyük günâh işleyerek veya küçük günâhta ısrar ederek hak yoldan çıkan, dinin hükümlerine bağlanıp onları kabul ettikten sonra o hükümlerin tamamını ya da bir kısmını ihlâl eden anlamına gelmektedir (Fahrüddin er-Râzî, Tefsîru'l-Kebîr, II, 91; Râgıb el-İsfahânı, el-Müfredât, 572; Elmalılı Hamid Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, I, 282). Nitekim Kur'an-ı Kerîm'de Kehf sûresinin 50. âyetinde Allah'ın emrinden çıkarak O'na secde etmeyen şeytan için "Feseka an emri Rabbih: Şeytan Rabbinin emrinden çıktı" buyrulmaktadır. Genel olarak fıskı üç grupta toplamak mümkündür:
a. Günâhı çirkin olarak kabul etmekle beraber bazan günâh işlemek.
b. Yapılan bir günâhı ısrarla yapmak.
c. Günâhın çirkin olduğunu inkâr ederek bu günâhı işlemek; bu küfrü gerektiren bir durumdur; bu noktada kişinin iman ile, din ile ilişkisi kesilmiş olur (Elmalılı, a.g.e., I, 282).
Kur'an'da fısk genellikle küfür ile eşanlamda kullanılmıştır. Ancak bazı ayetlerde fısk mutlak anlamıyla zikredilmektedir. Meselâ hacc'da yapılan fısk (el-Bakara. 2/197) veya Allah'ın adı anılmaksızın boğazlanan hayvanları yemek (el-En 'âm, 6/12 1), yahut müslümanlara iftirâ edenlerin içine düştükleri fısk (en-Nûr, 24/4) gibi hususlar helâl görülmediği müddetçe sadece günâh işlenmiş kabul edilir. Ama bu durumlarda işlenen fısk ve yapılan iş helâl kabul edilirse küfrü gerektirir.
Bunların dışında genellikle Kur'an-ı Kerîm'de geçen fısk ve fâsıklar tâbiri küfür ile eşanlamlı olarak kullanılmıştır:
"Andolsun ki biz sana apaçık ayetler indirdik. Bunları fâsıklardan başkası inkâr etmez" (el-Bakara, 2/99); "Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler fâsıkların tâ kendileridirler" (el-Mâide, 5/47); "İşte Rab olmaya en lâyık olan Rabbinin şu sözü (azâbı) küfür ve inat içinde olan o fâsıklar için öyle sâbit olmuştur. Gerçekten onlar iman etmezler" (Yûnus, 10/33);
"Eğer Allah'a, Peygamberine ve ona indirilene iman ediyor olsalardı, onları (kâfir ve müşrikleri) veli edinmezlerdi. Fakat onlardan birçoğu fâsık (Allah'ın emrinden ve imandan çıkmış) kimselerdir'' (el-Mâide, 5/81).
Mu'tezile'ye göre fâsık, ne mümin ne de kâfirdir, ikisi arası bir durumdadır. Onların bu anlayışı aynı zamanda beş prensiplerinden birisini teşkil eder ve bu prensip "el-Menzile Beyne'l-Menzileteyn" olarak bilinir. Bunlara göre fâsık eğer tövbe ederse imana döner, yok eğer tövbe etmeden ölürse ebedî olarak cehennemde kalır. Burada şu hususa dikkat çekmek gerekir: Mu'tezilece ifade edilen bu "el-Menzile Beyne'l-Menzileteyn" anlayışı bu dünya içindir, yani o kişinin iman açısından bu dünyadaki durumunu ifade eder, yoksa bu anlayış ahirete atfedilerek o kişilerin cennet ile cehennem arasında bir yerde kalacakları anlamında değildir. Hâriciler ve ameli imanın esasından bir şart olarak görenlere göre ise, fâsıkın yukarıda sayılan her üç derecesi de küfür noktasındadır ve ebedî cehennemde kalacaklardır. Fısk ve fâsıklık bu derece kötü ve tehlikeli bir durum olunca insanlara düşen bu durumdan mümkün olduğu ölçüde kaçınmak, gerek diliyle ve gerekse fiiliyle mümkün olduğu ölçüde fıskdan uzak durmaktır. Günâhın büyüğünden olduğu gibi küçüğünden de kaçınmalı, bu küçüktür zarar vermez diyerek onun işlenmesinde ısrar edilmemelidir. Zira sözü geçtiği üzere küçük günâhta ısrar etmek de fıskın derecelerinden birisidir.
Burada belirtilmesi gereken önemli bir nokta da, hiçbir kimseye fısk isnadıyla bir söz söylememek gerekir. Bu hususta Hz. Peygamber (s.a.s.)'in, "Hiçbir kişi başka bir kimseye fısk (sapıklık) isnadıyla 'ya fâsık ' diye söz atamaz, atmaya hakkı yoktur. Yine böyle küfür de isnad edemez. Şayet atar da attığı kimse atılan fıskın veya küfrün sahibi değilse bu sıfatlar muhakkak atan kimseye döner, fâsık veya kâfir olur'' (Sahîh-i Buhâri Muhtasar Tecrid-i Sarih Tercümesi ve Şerhi, XII, 137). Bu hadis-i şerif aynı zamanda bir ahlâkı prensibi ortaya koymaktadır. Zira kişiyi ayıplamak, onun ayıbını teşhir etmek, hele hele böyle güzel olmayan bir şeyle ayıplamak ahlâki bir tavır olmadığı gibi isnad ettiği şey, o kişide mevcut değilse zikredilen lâfız gereğince kendisini de tehlikeye düşüren bir durumdur.



FÂSILA

Şiirdeki kâfiye, seci'deki karîne gibi, ayetin son kelimesine verilen isim. Cümlenin sonundaki kelimeye fâsıla adı verilmektedir.
Fâsıla, cümlede mananın tamamlandığını gösteren durak işaretlerindeki birbirine uygun harflerdir. Fâsıla kendinden sonraki cümleden ayrılan kelimedir. Bu kelime ayet başlangıcı olduğu gibi, olmayabilir de.
Fâsıla, tevkifî ve kıyâsî olmak üzere iki şekilde bilinir. Tevkifî fâsıla; Resulullah'ın bu ayeti okurken üzerinde durduğunu bildiğimiz her kelime fâsıla; üzerinde durmadığı kelimeler de fâsıla değildir. Şayet bir kelime üzerinde bazan durur, bazan geçerse bunu; ya vakfı, ya fâsılayı, ya vakf-ı tam'ı bildirmek ya da nefes almak için yapmıştır. Kıyâsî fâsıla; nassa bağlı olma ihtimali bulunmayan bir kelimenin, aralarındaki uygunluktan dolayı, nassa bağlı bir kelime ile kıyaslanmasıdır. Her kelimede vakf caiz olduğu gibi, Kur'an'ın bütününde vasl da caiz olur. Bu yüzden vakf ile vasfın yerlerini tâyinde, kıyasa ihtiyaç duyulmuştur. Meselâ ayetin fâsılası, nesirde seci'in karînesi, şiirde beytin kafiyesi gibidir. Tevcih, işbâ' ve hareke kafiyede kusur sayılırken, fâsılada kusur sayılmaz.
Fâsıla, konuşurken, nefes alma sırasında sözü güzelleştirmek gayesiyle yapılır. Kur'an'ın bu şekilde okunuşu, beşer kelâmına nazaran farklılık gösterir. Bu farklılığa, "Ayetleri fasledilmiş (açıklanmış) bir kitaptır" (el-Fussilet 41/3) ayetinden mülhem olarak fâsıla adı verilir. Çünkü fâsıla yapılınca cümle ikiye ayrılır; bu ayrılma ayetin sonu ile müteâkip ayetin başlangıcı arasında yeralan fâsıla ile olur. fâsılaya kafiye denmesi icmâ ile caiz değildir. Allahu Teâlâ Kur'an'ın şiir olmadığını açıkça bildirdiğinden, ıstılahta şiire ait olan kafiyenin Kur'an'da varlığı sözkonusu olamaz. Bu bakımdan Kur'an'da nasıl kafiyenin varlığı mümkün değilse, şiirde de fâsılanın varlığı mümkün değildir. Fâsıla Allah'ın kitabına ait bir sıfat olduğundan, Kur'an'dan başka bir yerde kullanılamaz.
Fâsılanın kısımları:
Kur'an'da fâsılalar, dört kısımdan ibarettir: Temkin, Tasdîr, Tevşîh ve İkal.
1- Temkîn: Buna kafiyeler arasındaki yakınlık da denir. Temkîn; nesir yazanın karineyi, şâirin kafiyeyi belirleyen ifadeler kullanmasıdır.
2- Tasdîr:Ayet basında olan kelimenin ayet sonunda da gelmesine denir; buna reddü'l-acûz ale's-sadır (sonda olanın basa getirilmesi) adı da verilir.
İbnü'l-Mü'tez, tasdîrin üç kısma ayrıldığını söyler:
a) fâsılanın son kelimesinin, bastaki ayetin son kelimesine uygun gelmesidir. "İlmiyle indirmiş olduğuna melekler de şâhitlik ederler. Allah'ın şâhitliği de ..." (en-Nisâ, 4/166) ayeti buna örnektir.
b) fâsılanın son kelimesinin, baştaki ayetin ilk kelimesine uygun gelmesidir.
"...bize katından rahmet ver, bağışla; şüphesiz en çok bağış yapansın. " (Âl-i İmrân, 3/8) ayeti ile "Lût dedi ki: 'ben sizin bu işinize kızanlardanım " (eş-Şuarâ 26/168) ayeti buna misâldir.
c) Fâsılanın son kelimesi ile, ayetteki ilk kelimelerden bazılarının uygun düşmesidir. "Senden önce de peygamberlerle alay etmişlerdi. Fakat onlardan alay edenleri alay ettikleri kuşatıverdi'' (el-En'âm 6/10); "Bak nasıl onların kimini kiminden üstün yaptık. Elbette ahiret, dereceler bakımından daha büyüktür. Onun nimet ve ikrâmı daha büyüktür" (el-İsrâ, 17/21); "Musa onlara, 'Yazık size' dedi. 'Allah'a yalan uydurmayın... İftira eden perişan olmuştur" (Tâhâ, 20/61) ve "Rabbinizden mağfiret dileyin, çünkü o çok bağışlayandır, dedim"(en-Nuh, 7 1/11 0)ayetleri buna misâldir.
3- Tevşîh: Cümlenin başında bulunan kelimenin kafiyeye uygun bir şekilde gelmesidir. Tasdir ile tevşîh arasındaki fark, tevşihin delâleti manevî, tasdırinki ise lâfzı olmasıdır. "Allah Âdem 'i... seçip üstün kıldı" (Âl-i İmrân, 3/33) âyeti buna misâldir. Ayetteki istafâ fiili, el-âlemîn kelimesinde lâfzen fâsıla bulunduğuna delâlet etmez. Çünki el-âlemîn kelimesi, istafâ fiilinden farklıdır. Fakat istafâ kelimesinin delâleti mana yönündendir. Bundan anlaşıldığına göre istafâ kelimesinin lüzumlu manalarından biri, aynı cinsten olanlar arasından seçilmesidir. Seçilenin cinsi ise, aynı soydan gelmiş olmasıdır."İyiler mutlaka nimet içindedirler" (el-İnfitar, 82/13-14) âyetleri buna misâldir.
4- Mütemâsil; iki fasılanın kafiye dışında vezinde müvazi olmasıdır. Birinci fâsılanın kelimeleri de ikinci fâsıladakilerin mukabilidir. Murassa göre, mütevâzın'in mütevâzi'ye nisbeti gibidir. "Onlara açık ifadeli kitab'ı verdik; onları doğru yola ilettik" (es-Sâffat, 37/117-118) âyeti buna misâldir.
ez-Zemahşerî Kessâf'ında şöyle der: fâsıladaki güzelliğin korunması, cümledeki kelimelerin yerli yerine konulup manasını aynen taşımasıyla mümkündür. Şayet mana ihmal edilecek olur, sadece lâfız güzelliğine önem verilecek olursa bu cümlede belâği (edebî) yön aranmaz. Bu yüzden "Onlardır ahirete kesinlikle iman edenler..." (el-Bakara, 2/4) âyetinde âhiret kelimesinin takdimi sadece fâsıladan dolayı 000değil, ihtisasa riâyetten dolayıdır da.
Fâsıla, aslında vakf (durak) üzerine binâ edilir. Bu yüzden fâsıla, merfu kelime karşılığında mecrur; mecrur mukabilinde merfu olarak gelir. "Biz kendilerini yapışkan bir çamurdan yarattık" (es-Saffât, 37/9-11) âyetleri buna misâldir.
Kur'an'daki fâsılaların sonu, çoğunlukla, harf-ı med, harf-ı lin ve nun'un ilhâkı ile biter. Bunun sebebi Sibeveyn'in dediği gibi, bir ses güzelliği meydana getirmesidir. Araplar konuşurken sesi güzelleştirmek gayesiyle; elif, ya ve nun harflerini bitiştirirler; şayet terennümde bulunmazlarsa, bunları kullanmazlar. Bu harfler, Kur'an'da en kolay ve tatlı bir durak işareti ile gelmiştir. Fâsıla harfleri, ya birbirine benzer, ya da birbirine yakın olarak gelirler. Fahrüddin er-Râzı ve diğer bazı müfessirler şöyle der: Kur'an'ın fâsılaları, bu iki kısmın dışında değil, bilakis bunlardan ibarettir. Bu yüzden besmele ile beraber Fâtihâ sûresinin âyet sayısı hakkında Şâfii mezhebinin görüşleri, Hanefi mezhebine tercih edilir. Şâfiî âlimler, sûredeki 'suâtallezine ' ayetini sonuna kadar bir ayet sayarlar. Altıncı âyetin sonunu, 'en 'amte aleyhim ' kabul edenlerin görüşü doğru değildir. Çünkü bu fâsıla, sûrenin diğer ayetlerine benzemediği gibi, mümâsele ve mukabele bakımından da benzememektedir. Halbuki fâsıla benzerliğe riâyet edilmesi gerekir (Suyûtî, el-İtkan Fi Ulumi'l Kur'an, II, 124-135).



FÂSİT

Kokmak, bozulmak, hükümsüz olmak, doğru ve uygun hareketi bırakmak, işler alt-üst olmak, bozgunculuk yapmak. Fâsit, fesâd mastarının ism-i fâilidir. Bir terim olarak, ibâdetler konusunda fâsitle bâtıl eş anlam ifade eder. Meselâ, "namaz fâsit veya bâtıl oldu" demek, "bozuldu, hükümsüz oldu" demektir. Bu konuda İslâm hukukçuları arasında görüş birliği vardır. Ancak muâmelât konusunda, yani akitlerde fesâd ve butlan, Hanefi ve diğer mezhepler arasında farklı anlamlarda kullanılmıştır. Çoğunluk hukukçular, ibâdetlerde olduğu gibi, akitlerde de fâsitle bâtılı eşanlamdâ kullanırlar ve ikisini birlikte gayri sâhih akit içinde değerlendirirler. Meselâ, "ehliyetsiz kişinin yaptığı satım akdi fâsit veya bâtıldır" sözü, onlara göre aynı şeyi ifade eder.
Hanefilere göre muamelat konularında fâsitle bâtıl farklı anlama gelir. Akdin icap, kabul, mahal gibi ana unsurlarındaki eksiklik akdi bâtıl kılarken, eksiklik, akdin mâhiyetine veya rüknüne ilişkin olmaksızın, diğer şartları bulunsa da, akit fâsit olur. Rükünleri ve esas unsurları mevcut olduğu için, böyle bir akde bazı sonuçlar gerekir. Meselâ, miktarı belirsiz bir satış bedeli ile satım akdi yapmak veya akitten sonra, satıcının belli bir süre satılandan yararlanması gibi fâsit bir şartla satış yapmak gibi. Fâsit akitte, satılan şey, alıcı tarafından teslim alınınca alıcıya kötü bir mülk olarak geçer. Nikâh akdi ise; mehir gerekir ve ayrılıktan sonra kadın iddet bekler. Zifâf olmuşsa, doğacak çocuğun nesebi sâbit olur. Bu duruma göre fesâd, akdi sahih olmakla bâtıl olmak arasında orta bir derecede kılar. O, aslı bakımından meşrû, vasfı itibariyle gayri meşrû bir akittir. Yani bunu ehliyetli kişi yapar; konusu şer'an akdin hükmüne elverişlidir, sıyga doğrudur. Fakat bu akdi yapan şer'an bu şekilde yapmaktan alıkonmuştur. Meselâ satım âkdinde tarafları anlaşmazlığa götürecek çok bilinmezlik bulunması; hangi otomobil olduğunu tayin etmeden, herhangi bir otomobil satmak gibi. Yine bir evi, otomobilini kendisine satması şartiyle satmak; mütekâvvim bir malı, şarap gibi gayri mütekavvim bir malı satış bedeli kılarak satmak; bir ineği gebe olarak satmak gibi.
Buna göre fâsit akitlerin başlıcaları şunlardır:
1) Satım akdine bilinmezlik karışması: Hanefilere göre, satılan mal veya satış bedeli, anlaşmazlığa yol açabilecek ölçüde çok bilinmezlikle meçhul olduğu zaman akit fâsit olur; çünkü bu bilinmezlik teslime ve teslim olmaya engel olur. Eğer bilinmezlik anlaşmazlığa yol açmayacak derecede, az bilinmezlikle meçhul olursa, satım akdi fâsit olmaz; Çünkü bu bilinmezlik teslime ve teslim almaya engel teşkil etmez. Buna göre bilinmezlik az ve çok derecede olmak üzere ikiye ayrılır.
a) Az bilinmezlik: Belirli bir yığından bir ölçek gıda maddesini yahut sayısı belli olmayan bir denk elbiseyi satmaktaki bilinmezlik anlaşmazlığa yol açmayacak az bilinmezliktir. Rizikonun kalkması yüzünden akit câiz olur (el-Kâsânı, Bedâyiu's-Sanâyi', V, 157 vd.; eş-Şirâzî, el-Mühezzeb, I, 263).
b) Çok bilinmezlik (fâhiş cehâlet): Satılan hayvanın cinsini, radyo veya fotoğraf makinesinin markasını açıklamadan satış yapılsa, buradaki bilinmezlik çoktur; çünkü bu, taraflar arasında şiddetli anlaşmazlığa sebep olur.
Bilinmezlik, satılan malda, satış bedelinde veya vadede olabilir. Yine, satıcının, vadeli satış bedeline teminat için kefil veya rehin istemesi halinde bu teminatların belirli olması gerekir. Aksi halde akit fâsit olur (es-Serahsı, el-Mebsût, XIII, 26, 49; el-Kâsânı, a.g.e., V, 158, VI, 124; eş-Şirâzî, I, 266; İbn Kayyim, İ'lâmü'l-Muvakkıîn, IV, 5; İbn Hazm, el-Muhallâ, IX, 19; İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadir, V, 222 vd.; İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, IV, 125).
2) Bir şarta bağlanmış veya gelecek zamana izâfe edilmiş satım akdi: Falanca kimse evini bana satarsa, ben de kendi evimi sana satarım, demek gibi. Burada akdi şarta bağlama vardır. Bu otomobili sana gelecek ayın basından itibaren satarım, demek gibi. Burada gelecek zamana izâfe vardır. Bu çeşit akitler de fâsittir.
3) Hazır olmayan malı görmeden satmak: Gâib malı görmeden ve niteliklerini söylemeden satış caizdir. Ancak, müşteri onu gördüğü zaman seçimlik hakkına sahip olur. Dilerse akdi geçerli kılar, dilerse reddeder. Burada müşterinin görme muhayyerliğinin bulunması garar (aldanma rizikosu)nu kaldırır ve bilinmezlik anlaşmazlığa yol açmaz (el-Kâsânı, a.g.e, V, 163; İbnü'l-Hümâm, a.g.e., V, 1 37) . Hz. Peygamber, "Bir kimse görmediği bir şeyi satın alırsa, gördüğü zaman alıp almamakta muhayyerdir" buyurur (Zeylaî Nasbu'r-Râye, IV, 9).
Şâfiîlere göre, tarafların görmediği bir malı satmak caiz değildir; çünkü bunda riziko vardır. Yukarıda zikredilen, görme muhayyerliği hadisi onlara göre zayıftır (eş-Şîrâzî, a.g.e., I, 263).
4) Haram kılınmış bedelle satım akdi yapmak: Şarap ve domuz eti gibi haram kılınmış bir satış bedeli ile satım akdi yapıldığı zaman, hanefîlere göre, ortada gerçek satış bulunduğu için, akit fâsit olur. Bu, malın mal karşılığında mübâdelesi niteliğindedir. Çünkü şarap ve domuz eti ehl-i kitap nezdinde mütekavvim bir maldır. Hanefilere göre, bu ikisi her ne kadar mal ise de, şer'an mütekavvim mal değildir. Bu konudaki kaide şudur: İki ivazdan (mal ve bedeli) birisi, hiçbir semâvi dinde, bir mal olarak kabul edilmiyorsa, o zaman satım akdi bâtıldır. İvaz, satılan mal olsun, bedel olsun sonuç değişmez, murdar ölmüş hayvanın, kanın ve hür insanın satışı bâtıldır. Bunları satış bedeli yerine koyarak yapılacak satış da böyledir. İvaz, bazı dinlerde mal sayılıp, bazılarında sayılmazsa, eğer bu İvazın bedel olarak kabul edilmesi mümkünse, satım akdi fâsittir. Kumaşın şarap veya şarabın kumaş karşılığında satışı fâsittir. Eğer şarap satılan mal (mebî) durumunda olursa, akit bâtıldır. Yine şarabın nakit para yahut nakit paranın şarap karşılığında satışı da bâtıldır. Bu duruma göre, satış bedeli haram kılınmış bir mal cinsinden olursa, satım akdi kıymetle meydana gelir. Böyle bir satım akdi Hanefiler dışındaki fakihlere göre ise bâtıl olarak meydana gelir (el-Kâsânı, a.g.e., V, 141, 305; İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadir, V, 186; İbn Abidin, a.g.e., IV, 105, 108).
5) İyne satışı:
Bir malı vadeli satıp, daha sonra peşin para ile, vadeli fiyatından daha ucuz bir fiyatla geri almaya "iyne satışı" denir. Uygulamada şöyle ortaya çıkar. Ödünç paraya ihtiyacı olan bir kimse, bunu bir tüccardan ister. Tüccar para yerine bir malını ona, diyelim altı ay vâde ile satar. Aynı malı peşin para ile ucuz fiyatla geri alır ve peşin parayı talep sahibine teslim eder. Vâde sonunda ise anlaştıkları bedeli alacaktır. Burada muamele bir mal üzerinde cereyan ettiği için, bu işlemin fâiz sayılıp sayılmayacağı İslâm hukukçularınca tartışılmıştır.
Ebu Hanife'ye göre, bu muâmelede, malı peşin para ile, önceki mâlikinin geri almasından ibaret olan ikinci satım akdi fâsittir. Ancak, ödünç verenle, alan arasına üçüncü bir şahıs girerse akit sahih olur. Çünkü Hz. Âişe'nin iyne satışı için verdiği örnekte akit iki kişi arasında cereyan etmiştir. Zeyd b. Erkam'ın Ümveledi Eyfa kızı Âliye Hz. Âişe'ye şöyle dedi: Ben, Zeyd b. Erkam'a 800 dirheme vâdeli olarak bir köle sattım. Sonra bunu ondan 600 dirheme peşin para ile satın aldım. Hz. Âişe dedi: Ne kötü alım yaptın, ne kötü alım yaptın, Zeyd'e söyle ki, eğer o tevbe etmezse Allah Resulu ile beraber yaptığı cihadın sevâbını kaçırmıştır" (Ahmed b. Hanbel, Darekutnî).
Allah Resulu şöyle buyurmuştur: "İnsanlar dinar ve dirhemlerin peşine düşer, iyne satışı yaparlar; sığırların kuyruğuna yapışarak tarım işine dalarlar ve Allah yolunda cihadı terk ederlerse, Allah onlara bir belâ indirir ve bunu onlar dinlerine dönünceye kadar kendilerinden kaldırmaz" (Ebû Dâvûd, Büyû'; 54; Melâhim, I 0; Ahmed b. Hanbel, II, 42; eş-Sevkânî, Neylü'l-Evtâr V, 206).
Ebû Yûsuf'a göre iyne satışı kerâhetsiz sahîh, İmam Muhammed'e göre ise kerahetle birlikte sahihdir. Hattâ o, iyne satışını kalben benimseyemediğini ve bunu faiz yemek isteyenlerin uydurduğunu söyler (İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadir, V, 207 vd.; İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, IV, 255 291). Mâliki ve Hanbeliler İyneyi bâtıl sayarken, İmam Şâfiî, İmam Muhammed'le aynı görüşü paylaşır.
6) Kabzdan önce satış yapmak: Hanefilere göre, menkul mallarda kabzdan önce satış caiz değildir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s.), kabzdan önce satışı yasaklamıştır (Buhâri, Büyû', 54, 55; Müslim, Büyû' 29-32, 34-36, 39, 41; Ebu Dâvûd, Büyû', 65). Buradaki yasak, yasaklananın fâsit olmasını gerektirir. Çünkü malın helâk olma ihtimâli bir riziko teşkil eder. Arazi ve ev gibi gayrimenkullerde böyle bir helâk rizikosu olmadığı için, Ebû Hanife ve Ebû Yûsuf'a göre, istihsan delili ile satım akdi kabzdan önce caizdir (es-Serahsı, el-Mebsût, XIII, 8 vd.; el-Kâsânı, Bedâyiu's-Sanayi', V, 234; İbnü'l-Hümâm, a.g.e., V, 264).
7) Peşin konuşulan akitte belirli mal veya paranın teslimi için vade şart koşmak: Hanefilere göre, muayyen mal veya paranın teslimi için vâde şart koşulsa akit fâsit olur. Çünkü prensip olarak ivazlar akit sırasında teslim edilir (el-Kâsânı, a.g.e., V, 174; İbn Âbidin, a.g.e., V, 23).
8) Fâsit şartla satış yapmak: Akitlerdeki şartlar; sahih, fâsit ve bâtıl olmak üzere üç kısma ayrılır. Sahih şart; tarafları bağlayan geçerli şartlardır. Bunlar akdin gerektirdiği veya İslâm'ın cevâzını belirttiği yahut da akdin gereklerine uygun düşen şartlardır. Fasit şart; buna müfsit (bozucu) şart da denir. Bunlar sahîh şart kapsamına girmeyen ve kendisinde taraflardan birisi için bir menfaat bulunan şartlardır. Satıcının un yapması şartiyle buğdayı; gömlek dikmesi şartiyle kumaşı; evinde bir ay kalması şartiyle buğdayı; bir ay daha oturması şartıyla evini veya bir yıl daha ziraat yapması şartıyla tarlayı yahut müşterinin kendisine şu kadar karz (ödünç) vermesi şartiyle bir malını ona satması gibi. Bütün bu ve benzeri satım akitleri fâsittir. Çünkü akitte şart koşulan menfaat (yararlanma) ziyâdesi faiz olur. Bu fazlalığın satım akdinde karşılığı yoktur. Bunun anlamı caizdir. Kendisinde ribâ (faiz) veya fâiz şüphesi olan satım akdi fasittir (el-Kâsânî, a.g.e., V, 169; es-Serahsı, a.g.e., XIII, 15; İbnü'l-Hümâm, a.g.e., V, 214; İbn Âbidin, a.g.e, IV, 126).
Bâtıl veya lağv şartı: Taraflardan birisi için zarar olan şart bâtıldır. Müşterinin malı başkasına satmaması veya hibe etmemesi şartıyla satış yapılırsa, akit caiz, şart ise bâtıl olur. Çünkü bunda taraflardan hiç birisi için bir yarar sözkonusu değildir (es-Serahsı, a.g.e., XIII, 15; el-Kâsânı, a.g.e, V, 170; İbnü'l-Hümâm, a.g.e, V, 111). Fâsit Satım Akdinin Hükmü: Hanefilere göre, fâsit satım akdi, satılan malın (mebıin) kıymetiyle veya misliyle meydana gelir. Taraflarca belirlenen satış bedeliyle değil. Malda kabz ile mülkiyet hakkı doğar. Çünkü satış bedeli olarak şarap belirlemek veya fâsit bir şart koşmak, yahut satış bedeli ya da malda bilinmezliğin bulunması tarafların amacının satım akdi yapmak olduğuna delildir. Çünkü fasit bir akitle mal, müşterinin elinde, misl; ise misliyle; kıyemı mallardansa kıymetiyle tazmin edilmek üzere bulunur (es-Serahsı, a.g.e., XIII, 23; el-Kâsânı, a.g.e., V, 304; İbnü'l-Hümâm, a.g.e., V, 227. vd.; İbn Âbidîn, a.g.e., IV, 136).
Hanefilere göre fasit satım akdinde mülk hakkının doğması için iki şart gereklidir .
1) Kabz: Kabzdan önce mülk sâbit olmaz. Çünkü akitteki fesâdı (bozukluğu) kaldırmak için, akdi feshetmek vâciptir. Malı teslimde ise fesâdı sabit kılma vardır.
2) Kabzın, satıcının izni ile olması; Mal, izinsiz kabzedilmişse, prensip olarak mülk sâbit olmaz (el-Kâsânî, a.g.e., V, 304; İbnü'l-Hümâm, a.g.e., V, 230).
Fasit akitle satılan mal teslim edildikten sonra, istihlâk edilse veya helâk olsa yahut başkasına satış, hibe vb. yollarla temlik edilse, ayrılmaz ilaveler olsa artık akit feshedilemez (el-Kasanî, a.g.e., V, 300, 301 vd.; İbnü'l-Hümam, a.g.e., V, 231).
Fâsit ve bâtıl ayırımı nikâh akdinde de önemli sonuçlar doğurur. "İcap" ve "kabul"deki eksiklik veya mahrem hısımla evlenmek gibi bâtıl sayılan bir nikâh akdi birleşme olsun veya olmasın, evliliğe ait hiçbir sonuç meydana getirmezken; nikâhın şartlarındaki bir eksiklik yüzünden fâsit sayılan bir nikâh akdinde, eş veya doğacak çocukların bazı haklarını koruyucu hükümler ortaya çıkar.
Hanefilere göre fâsit sayılan nikâh çeşitleri:
I) Şâhitsiz olarak aktedilen nikâh;
2) Kızkardeş, hala ve teyze ile evlenmek;
3) Evli Bir kadınla, bilmeksizin evlenmek;
4) Üç talakla boşanmış kadınla, hulle'den önce aynı erkeğin evlenmesi ve;
5) Geçici nikâh fâsittir.
Fâsit nikâhla evli olanların, evliliğe devamları caiz değildir. Derhal ayrılmaları gerekir. Kendiliğinden ayrılmazlarsa hâkim tarafından cebren ayrılırlar. Fâsit nikâh, cinsi birleşmeden önce hiçbir hukuki sonuç doğurmaz. Birleşme olmuşsa, kadın mehre hak kazanır, doğacak çocuğun nesebi sahih olur, iddet ve iddet içinde nafaka cereyan eder (el-Kâsânı, Bedâyiu's-Sanâyi', II, 272-274, 335; el-Fetâvâ'l-Hindiyye, I, 330, 331; İbn Kudâme, el-Muğnî, VII, 13-118; Abdurrahman el-Cezîrî, Kitabü'l-Fıkh ale'l-Mezahibi'l-Erbaa, IV, 116, 117; el-Mevsılî, el-İhtiyar li Talili'l-Muhtar, III, 86, 87; Bilmen, İstilahat-ı Fıkhıyye Kâmusu, İstanbul 1967, II, 22-36).




FÂSİT AKİT

Geçerliliği olmayan, bâtıl akit. İslâm hukukunda akitler, rükün ve şartlarının tam olarak bulunup bulunmamasına göre ikiye ayrılır: Sahih ve gayri sahih akit. Sahih akit, kendisinde rükün ve şartlar tam olarak bulunan akittir. Gayr-i sahih ise, bu vasıfları taşımayan akde denir.
Hanefilere göre, gayri sahih akitler fâsit ve bâtıl olmak üzere ikiye ayrılır. Ancak bu ayırım, mülkiyetin nakli sonucunu doğuran veya akdi yapanları karşılıklı borç yükü altına sokan akitlere mahsustur; Satım, kira, hibe, karz, havâle, şirket, müzâraa, müsâkat ve taksim akdi gibi. Vekâlet, vesâyet gibi mâlı olmayan, âriyet ve vedia verme gibi tarafları karşılıklı borç yükü altına sokmayan mâli akitlerde; ibâdetlerde ve boşama, vakıf, kefâlet gibi tek yanlı iradeyle meydana gelen tasarruflarda ise fâsitle bâtıl arasında hiçbir fark yoktur.
Hanefîler dışındaki diğer mezheplere göre ise, hem ibâdetler ve hem de akitler konusunda fâsitle bâtıl aynı anlama gelir.
Burada Hanefilerle diğer mezhep imamları arasındaki görüş ayrılığı, İslâm'daki bir yasağın akit üzerinde hangi ölçüde bir sonuç doğuracağını farklı anlamaya dayanır. Akitlerle ilgili İslâmî bir yasağa uyulmadığı takdirde hem günaha girilir hem de akit ortadan kalkar. Diğer bir görüşe göre yalnız günâh olur, âkit ise geçerliliğini korur. Yine eksiklik rükün veya şartlarla ilgili ise, farklı sonuç meydana gelir mi?
Hanefilere göre, bazan İslâm'ın akitlerle ilgili yasağı, işleyene günâh kazandırır, fakat akit geçerliliğini korur. Ancak bu yasak veya eksiklik akdin rükünlerinde, yani icap, kabul ve üzerinde akit yapılan şeyde olursa veya bunları tamamlayan şartlarda bir kusur bulunursa akit bâtıl olur. Meselâ, akdin konusu mübah değilse veya mal-para ortada yoksa ya da teslimi imkânsızca akıt bâtıl olur. Eğer hükmü tamamlayan veya hükümle ilgili olan bir şart eksikse, akit fâsit olur, bâtıl olmaz. Bir alım-satım akdinde ödenecek olan para miktarının veya ödeme vâdesinin bilinmemesi gibi hükmün uygulaması sırasında anlaşmazlığa yol açacak eksiklikler sebebiyle akit fâsit olur. Buna göre fâsit akit; akdin vasfında, yani hüküm ve neticesini tamamlayan şartlarında eksiklik bulunan akittir.
Şâfiî Maliki ve Hanbelilere göre, akitle ilgili bir yasak, o akdin herhangi bir sonuç meydana getirmesine engel olur. Çünkü yasağa rağmen böyle bir akdi yapmak Allah'a isyandır. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Kim bizim emrimize uymayan bir iş yaparsa merdûd'dur; kim dinimize, onda olmayan bir iş sokarsa merdûd'dur" (Buhâri, İ'tisâm, 20, Büyû, 60, Sulh, 5).Ashâbı kirâm, hakkında yasak bulunan akitlerin bâtıl olduğunda birleşmişlerdir. Bu yüzden faizi ve müşriklerle yapılan evlenme akdini geçersiz saymışlardır. Çünkü Kur'an-ı Kerîm'de; "Allah, alış-verişi helâl, faizi ise haram kıldı" (el-Bakara, 2/275); ''İman etmedikçe müşrik (Allah'a eş koşan) kadınlarla evlenmeyin" (el-Bakara, 2/221) buyurulmuştur. (bkz. Hafid İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, Mısır ts., II, 166; Gazzâlî, el-Mustasfâ, Mısır 1322, II, 31; el-Âmidî, el-İhkâm, I, 68; Pezdevî, Usûl, İstanbul 1308, I, 66; Ebû Zehra, Usûlü'l-Fıkh, Dâru'l-Fikri'l-Arabî, (t.y.) 72-74).
Bâtıl ve fâsit akit arasındaki farkları dört maddede toplamak mümkündür.
a) Sebep: Akdin bâtıl olmasının sebebi, öze inen esaslı unsurlarda İslâmî hükümlere uymamaktır. İcap, kabul ve akdin konusunun bulunmaması veya akdin çocuk ve akıl hastası olan ehliyetsiz kişi tarafından yapılması gibi. Fâsit olmasının sebebi ise, akdin temel unsurlarını tamamlayan şartlarda İslâmî hükümlere uymamaktır. Akitte fesat sebepleri dörttür: 1) Çok bilinmezlik; sürüden herhangi bir koyunu satmak gibi; 2) Garar; ağı bir atışta çıkacak balıkları önceden satmak gibi; 3) Korkutma (ikrah); Hanefilerin büyük çoğunluğuna göre, korkutma, korkutulanın yapacağı akdi fâsit kılar; 5) Bozucu şart; satım, kira ve şirket gibi ivazlı akitlerde İslâm'a aykırı olan şart, akdi fâsit kılar. Satım akdinde süre koyma, döviz satımında peşin kabza uymama gibi.
b) Sonuç: Bâtıl akit hiçbir medeni sonuç meydana getirmez. Meselâ; satım akdinde iki ivaz (bedel)'in mülkiyeti taraflara geçmez. Bâtıl nikâhta kadının cinsî yönlerinden yararlanma, nafaka ve miras sözkonusu olmaz. Ancak bâtıl akitte mal, alıcının elinde iken kusuru olsun veya olmasın herhangi bir sebeple telef olsa, misliyle veya kıymetiyle tazmin edilir.
Fâsit akit ise, kabz veya teslim gerçekleşmişse, sahih akdin bazı sonuçlarını doğurur. Fâsit akitte kabzla, iki ivazın (para ve mal) mülkiyetleri taraflara geçer. Fâsit kira akdinde kiracı maldan yarârlânma hakkına sahip olur, fiilen yararlanınca da kira bedelini ödemesi gerekir. Ancak fâsit satım akdi, müşteriye belirlenen satış bedelini değil de, emsal bedeli veya malın pazar yerinde kabz günündeki kıymetini ödeme yükümlülüğü verir. Fâsit kira akdinde de emsal kira bedeli ödenir. Ancak bunun miktarının akitte konuşulan bedeli asmaması gerekir.
c) Feshe hak kazanma: Bâtıl akit feshe muhtaç olmaksızın kendiliğinden yok hükmündedir. Şer'i hükümleri gözetmek için fâsit akdin ya akdi yapanlardan birisince, ya da hâkim tarafından feshedilmesi hakkı doğar. Bu hak, fesih engelleri ortaya çıkıncaya kadar kabzdan sonra da devam eder. Fesih engelleri şunlardır: 1) Malın helâkı veya tüketilmesi yahut buğdayın un, unun ekmek olması gibi şekil ve adının değişmesi, 2) Asıldan meydana gelmeyen bitişik ilaveler. Unun yağ veya balla karışması, arsa üzerine bina yapılması, kumaşın boyanması gibi. Malın aslında doğan irileşme ve güzellik gibi bazı bitişik ilavelerle, yine asıldan doğan yavru, meyve gibi bitişik olmayan ilâveler fâsit akdi feshe engel olmaz. 3) Kabzedilen malda yeni bir satış, hibe, rehin ve vakıf gibi bir yolla tasarrufta bulunma. Fesat sebebiyle olan fesih hakkı mirasçılara geçer.
d) Kapsam bakımından fark: Bâtıl oluş; satım, kira, hibe, ikrar, da'vâ, mübah malı elde etme, satılan veya hibe edilen malı kabz gibi sözle veya fiille yapılan, akde âit olan-olmayan bütün tasarruf çeşitlerinde sözkonusu olur. Fâsit oluş ise, yalnız karşılıklı borç yükleyen veya mülkiyetin nakli sonucunu doğuran mâli akitlerde cereyan eder. Bu sebeple Hanefîlere göre, ibâdetlerde, fiilî tasarruflarda ve vesâyet, tahkim gibi mâlı olmayan akitlerde, vedia ve âriyet gibi karşılıklı borç ve mülkiyetin nakli sonucunu doğurmayan malı akitlerde fâsit ve bâtıl aynı anlamdadır. Başka bir deyimle bu tasarruflar ya sahîh ya da bâtıl olur.
Bir akit bâtıl olunca icâzet kabul etmez; Çünkü yok hükmündedir. Fâsit akdin de fesadı icâzette kalkmaz; Çünkü akdi yapan şer'î hükümlere muhâlefete mâlik olamaz. Kendisinin muhâlefet ikram da geçerli olmaz. Ancak fesat sebebinin ortadan kalkması gerekir; Vâde belirlenmeden yapılan satışta, vâde tarihini sonradan belirlemek gibi.
Bâtıl bir akitte zaman asımı işlemez. Çok uzun süre geçse de akdin bâtıl olduğu ileri sürülebilir. Çünkü bâtıl yok hükmündedir. Fâsit akitte zaman aşımı ise, tarafların fesih hakkı devam ettiği sürece uzar. Fesih engeli meydana gelince akit kesinleşir (es-Serahsî, el-Mebsût, XIII, 23; el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', V, 299, 300, 304; İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadir, V, 185, 231, 302, vd.; İbn Âbidin, Reddü'l-Muhtâr, IV, 104, 136, 137; ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletuhû, Dımaşk, IV, 280 vd.).


gülgüzeli 01-04-2008 02:53 AM

Cevap : =>İslami Sözlük
 

FÂTİHA SÛRESİ

Kur'an-ı Kerîm'in ilk suresi.
Fâtiha, "açılacak şeylerin başı, ilk açılacak yer" demektir. Mukabili "hâtime"dir. Bu sûreye, Allah kelâmının başında bulunduğu yahut namazda ilk okunan sûre veya tümüyle ilk inen sûre olarak Fâtiha sûresi denilmiştir.
Çoğunluğun görüşüne göre Mekkî'dir ve yedi ayettir. Besmelenin sureden olup olmadığı ihtilâflıdır. Surenin yirmiden fazla adı vardır. En meşhurları: Fâtiha, Ümmü'l-Kitap (Kitabın anası), Ümmü'l-Kur'an, Seb'ul-Mesânî (tekrarlanan yedi), el-Hamd (konuşma dilinde Elham)'dır. Surenin fasılası Nûn ve Mim harfleridir. Bazı âlimlere göre Fâtiha sûresi, Kur'an'ın bir özetidir. Tevhid, âhirette cezâ ve mükâfat, sadece Allah'a ibadet, sırat-ı müstakim yani hidayet ve saadet yolu, geçmiş toplulukların ibret alınacak kıssalarını hedef edinen Kur'ân'ın bu ilk suresinde bütün bunlara temel teşkil eden hususlar vardır. (Muhammed Abduh, Tefsîru'l-Kur'âni'l-Hakım, Mısır 1373 H., I, 37-38). Böylece her namazda (cenaze namazı hariç) Fâtiha'yı okuyan bir müslüman namazın her rekâtında Kur'an'ın bir özetini okumuş olmakta, Kur'an'a tabi olacağına dair Allah'a söz vermektedir.
Surenin fazileti ile ilgili birçok rivayet mevcuttur. Bunlardan birisi şöyledir: "Bu surenin benzeri ne Tevrat'ta, ne İncil'de, ne Zebur'da ve ne de Kur'ân'da yoktur" (İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-Mesirî, I, 10; Kurtubî, el-Câmiu'li Ahkâmü'l-Kur'an, I, 108).
Namazda okunması sebebiyle bir ismi de "es-Salât" olan Fâtiha hakkında bir hadis-i kutside şöyle buyurulmuştur: "Namazı kulumla aramda ikiye ayırdım. Bir yarısı benimdir, diğer yarısı kulumundur. Kuluma istediği verilecektir. Kul: "Hamd alemlerin Rabbi Allah'adır" dediği zaman, Allah: "Kulum bana hamdetti" der. Kul: "Rahman ve Rahim olan...'' dediği zaman Allah: "Kulum bana senada bulundu" der. Kul: "Din gününün mâliki" dediği zaman, Allah: "Kulum beni yüceltti" der. Kul: "Ancak Sana kulluk eder, ancak Senden yardım dileriz " dediği zaman, Allah: "Bu benimle kulum arasında iki yarıdır. Kuluma istediği vardır" der. Kul: "Bizi doğru yola ilet. Nimet verdiğin kimselerin yoluna. Kendilerine gazab edilmiş olanların ve sapmışların yoluna değil" dediği zaman Allah: "Bunlar kulumundur, kuluma istediği verilecektir" der" (Müslim, Salât,38, 40; Ebû Dâvûd, Salât, 132).
Besmele:
Berâe suresi dışında Kur'an-ı Kerîm'de bütün sûrelerin basında besmele (Bismillâhirrahmânirrahîm: Rahman ve Rahîm olan Allah'ın adıyla başlarım) yer almaktadır.
Besmeledeki Allah adı yüce Rabbimizin en büyük adıdır. O'nun doksandokuz adı vardır, fakat bunlar Allah adının sıfatlarıdır. Allah ismi ise, Cenab-ı Hakk'ın bütün isimlerini toplamaktadır. Câhiliye Arapları müşrik olarak Allah'a inanırlar, yani O'nun yanında putlara taparlardı. Bunlara ilâh (âlihe) derlerdi ve Allah adıyla yalnız Rabb'i kastederlerdi. İlâh ismi de hem Allah'a hem de putlarına verilen bir isimdi. Bu bakımdan Allah isminin Türkçede karşılığı yoktur. Allah isminin kökü ve çoğulu da bulunmaz.
Bismillâh'daki bâ harfı, "Allah'tan yardım dileyerek başlıyorum" demektir. Rahman ve Rahîm isimleri, Allah'ın isimlerinden olup, "rahmet" kökünden türemişlerdir. Rahman'ın tam karşılığı yoktur; çok merhamet eden, rahmeti her şeyi kuşatan diye çevrilmektedir. Rahîm de çok merhametli demektir; burada rahmet daha çok ahirette müminlere olan rahmeti anlamındadır. Genellikle Rahman: Bütün mahlûkatı rahmetiyle yaratıp besleyen, Rahîm: Ahirette müminlere mükâfat, kâfirlere ceza verendir diye tefsir edilmiştir.
Sure başlarında bulunan Besmelenin Kur'an'dan ayet olup olmadığı hakkında görüş birliğine varılamamıştır. İmam Şâfiî onun başında bulunduğu sûrelerin birer ayeti, İmam Mâlik onun ayet olmadığı, Ebu Hanife müstakil bir ayet olduğu kanaatine varmıştır. Fakat besmelenin Kur'an'dan olduğunda şüphe yoktur. Çünkü Hz. Peygamber: "Onu her surenin başına yazın" demiştir. Besmelenin âyet veya sûreden bir âyet olup olmadığı hakkındaki ictihad farkları onun namazda okunmasında da farklı ictihadlara yol açmıştır. İmam Ebu Hanife besmelenin her rekâtta Fatiha'dan önce okunmasının şart olduğunu, gizlice besmele çekmenin sünnet olduğunu söylemiş, İmam Mâlik farz namazlarda besmele okunmasını caiz görmemiş, İmam Şâfiî ile İmam Ahmed de besmeleyi her sureye dahil bir ayet gördüklerinden açık kıraatli namazlarda açıktan, gizli kıraatli namazlarda gizliden besmele okunmasının farz olduğunu söylemişlerdir.
Öte yandan her iyi ve güzel şeyde besmele ile başlamak İslâm'ın prensiplerindendir. Besmele bütün işlerin basıdır, onsuz iş eksiktir. Besmele çekmek, Allah'ın birliğini, rahmetini anmak ve O'na karşı gereken edep dairesinde İslâmî esasların ilk rüknünü ifa etmek demektir. Yine, hayvan keserken kasten besmele çekilmezse o hayvanın eti yenilmez.
Tefsir:
"Andolsun ki biz sana tekrarlanan yediyi ve şu büyük Kur'an'ı vermişizdir " (el-Hicr, 15/87) ayetinde Fâtiha suresi anılmıştır. Surenin umûmî tefsiri şöyledir: Kovulmuş şeytandan Allah'a sığınırım. Rahman ve Rahîm olan Allah'ın adıyla başlarım. "Alemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun "(1). er-Rabb; Mâlik, mutasarrıf demektir; yalnız Allah'ın adıdır. el-Alemin, âlem'in çoğuludur, Allah'tan başka bütün varlıklardır. Hamd yalnız O'nadır. Her şeyde mutlak rububiyet O'nadır, O bütün kâinatın terbiyecisi, hâkimidir. Azamet, şeref, ululuk, yaratıcılık, icad O'na aittir. Allah'ın rahmeti her şeyi kuşatmıştır. Mükâfat ve cezayı yalnızca O verir.
O, Rahman ve Rahîmdir (2), Dünyada bütün yaratıkları ve âhirette yalnız mü'minleri esirgeyen, bağışlayan O'dur.
Din gününün sahibidir (3), Mâlik; sahip demektir, mâliki veya meliki şeklinde okunabilir. Din, burada ceza demektir. O'ndan başka kimsenin hükmünün geçmediği Din günü, âhirette hesaba çekilme günüdür. O günde amellere ceza ve mükâfat vermek sadece O'na mahsustur. En güzel isimler ve sıfatlar O'nundur.
Yalnız sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz(4). Yalnız sana kulluk ve itaat eder, ancak sana boyun eğeriz; zira sen her türlü yüceliğe layıksın. Senden başka hiçbir güç kulluğa ve muhtaçlığa cevap veremez. Dilediğimiz her şeyi yalnızca senden dileriz, zaten senden başka yardımcı da bulunmaz.
Bizi doğru yola ilet (5). Bizi Kur'ân yoluna, İslâm yoluna ilet. Sana yaklaştıracak, bize hürriyetimizi kazandıracak yolu. Sen kimi dilersen onu hidayete erdirirsin. Bizi dosdoğru yolunda iman üzere sabit kıl, cennete gidenlerden eyle. Doğru yol hakkında Hz. Peygamber (s.a.s.): "Doğru yol Allah'ın kitabıdır, İslâm'dır" buyurmuştur (Tirmizî, Fedâilü'l-Kur'ân, 14; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 1).
Nimet verdiğin kimselerin yoluna (6). Yani peygamberler, sıddıklar, şehidler, salih mü'minlerin yoluna ilet (bk. en-Nisâ, 4/69) Onlar ne güzel arkadaştır, ne güzel müminlerdir.
Kendilerine gazab edilmiş olanların ve sapmışların yoluna değil (7). Yani Yahudiler ve Hıristiyanların (Tirmizî, Tefsir, 2; el-Mâide, 5/60, 77) veya İslâm'dan sapanların yoluna değil.
Onlar gibi bizi de helâk etme. Doğru yoldan sapan azgınlardan değil, Resulunün dosdoğru yolundan gidenler kıl. Bizi heva ve hevesine uyan, büyüklenen, haktan sapân münâfıklardan ve kâfirlerden ayır, onlardan duaların en güzeli ile sana sığınıyor, sana dua ediyor ve yardımını bekliyoruz. duamızı kabul et.
Amin. Duamızı kabul et. Cemaatle namazda İmam sureyi bitirince cemaat Ebu Hanife'ye göre gizlice, Şâfii'ye göre açıktan âmin der (Alûsî, Rûhu'l-Meânî, I, 59-137; Kurtubî, Câmiu'l-Ahkâm, I, 133-149; Seyyid Kutub, Fi Zılâli'l-Kur'ân, I, 3646; M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, 56-145; İbn Kesir, Tefsiru'l-Kur'âni'l-Azım, I, 29).
Fâtiha ve Namaz:
Fâtiha'yı her gün her müslüman en az onyedi defa farz olan beş vakit namazda okumaktadır. Kütüb-i Sitte ve Ahmed b.Hanbel'de Ubâde b. es-Sâmit'ten rivayet edilen ''Fâtiha'yı okumayanın namazı olmaz" ve Ebu Hüreyre'den rivayet edilen "Kim kıldığı namazda Fâtiha okumazsa onun namazı eksiktir, eksiktir, eksiktir." hadisleri namazda Fâtiha okumanın şart olduğunu göstermektedir. Cumhûr'un bu şekildeki ictihadına karşı Ebû Hanife. namazda üç kısa veya bir uzun âyet okumanın farz olduğunu, Fâtiha'nın ise vacip olduğunu söylemiştir. Cumhûr da kendi arasında namazın her rekâtında Fâtiha'yı farz (Şâfiî, Mâlik) veya yalnız bir rekâtında farz olduğunu söylemişlerdir. Ebû Hanife, "Kur'an'dan kolayınıza geleni okuyunuz" hadisine göre amel etmiştir (Buhâri, İman, 15; Müslim, Salât, 38, 41; Ebû Dâvûd, Salât, 132; Tirmizî, Salât, 1 10, 1 16; Nesâi, İftitah, 1 23, 7; İbn Mâce, İkâme, 11, 72; el-Müzemmil, 73/20). Geçerli olan görüş Cumhûr'un görüşüdür.
İmama tabi olan, Şâfiî veya Hanbeli'ye göre İmam sesli yahut sessiz de okusa Fâtiha'yı okur; Hanefi'ye göre susar; Mâliki'ye göre sesli okumada susar, sessiz okumada o da içinden okur.
Fâtiha sûresini Arapça lafzıyla bilmeyen, en kısa zamanda öğreninceye kadar İmam Azam Ebû Hanife'ye göre kendi dilinde tercümesiyle namaz kılabilir (İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-Mesir, 7-8; Cessâs, Ahkâmu'l-Kur'an, I, 18-20; Kurtubî, a.g.e., 119).


Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.