Aşık Veysel şatıroğlu |
06-21-2012 | #1 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Aşık Veysel şatıroğluVeysel Şatıroğlu,1894’te Sivas’ın Şarkışla ilçesine bağlı Sivrialan köyünde dünyaya geldi Veysel’in dünyaya geliş öyküsü, Anadolu köylerinde hemen birçok çocuğun yaşadığı olağan bir doğum biçimidir Ama, bugün özellikle dışarıdan bakanlar için ilginçtir, olağandışıdır Anlatmak gerekirse, annesi Gülizar Ana, Sivrialan dolaylarındaki Ayıpınar merasında koyun sağmaya giderken sancısı tutmuş, oracıkta dünyaya getirmiş Veysel’i Göbeğini de kendisi kesmiş, bir çaputa sarıp yürüye yürüye köye dönmüştür Veysellere yörede “Şatıroğulları” derler Babası “Karaca” lakaplı, Ahmet adında bir çiftçidir Veysel’in dünyaya geldiği sıralar, çiçek hastalığı Sivas yöresini kasıp kavurmaktadır Veysel’den önce, iki kız kardeşi çiçek yüzünden yaşamlarını yitirmiştir Yedi yaşına girdiği 1901’de Sivas’ta çiçek salgını yeniden yaygınlaşır; o da yakalanır bu hastalığa O günleri şöyle anlatıyor: “Çiçeğe yatmadan evvel anam güzel bir entari dikmişti Onu giyerek beni çok seven Muhsine kadına göstermeye gitmiştim Beni sevdi O gün çamurlu bir gündü, eve dönerken ayağım kayarak düştüm Bir daha kalkamadım Çiçeğe yakalanmıştım Çiçek zorlu geldi Sol gözüme çiçek beyi çıktı Sağ gözüme de, solun zorundan olacak, perde indi O gün bu gündür dünya başıma zindan” Bu düşmeden sonra Veysel’in belleğine bir de renk işler: Kırmızı Düşerken büyük bir olasılıkla elinde sıyrık oluyor, kanıyor Bunu eşi Gülizar Ana şöyle anlatıyor: “Bilinmez değilsin, renklerden yalnız kırmızıyı hatırladı Gözleri gönlüne çevrilmeden önce, yani çiçek hastalığına yakalanmadan önce düşmüştü Kan görmüştü Kanın rengini hatırlardı yalnız Kırmızıyı Yeşili de elleriyle bulur ve severdi” Sağ gözünün görme şansı varmış, ışığı seçebiliyormuş bu gözüyle o sıralar Yalnız yakınlardaki Akdağmağdeni’nde doktor varmış Babasına “Çocuğu Akdağmadeni’ne götür, orada gözünü açacak bir doktor var” demişler Sevinmiş babası Ne var ki, olumsuzluklar yakasını bırakmamış Veysel’in “Bir gün inek sağarken babası yanına gelmiş Veysel ansızın dönüverince; babasının elinde bulunan bir değneğin ucu öteki gözüne girivermiş O göz de akıp gitmiş böylece” Ali adında bir ağabeyisi ve Elif adında bir kızkardeşi varmış Veysel’in Tüm aile çok üzülmüş, günlerce gözyaşı dökmüş bu hale Bundan böyle bacısı elinden tutarak gezdirmeye, dolaştırmaya başlar Veysel’i Gittikçe içine kapanmaktadır Veysel Emlek yöresi olarak adlandırılan Sivas’ın bu âşığı/ozanı bol diyarında, Veysel’in babası da şiire meraklı, tekkeyle içli-dışlı biriymiş Veysel’in dertlerini birazcık da olsa unutacağı bir uğraş olsun diye bir saz verir eline Halk ozanlarından da şiirler okuyup, ezberleterek avutmağa çalışırmış oğlunu Ayrıca yöre ozanları da zaman zaman babası Şatıroğlu Ahmet’in evine uğrar, çalıp söylermiş Merakla dinlermiş bunları Veysel Komşuları Molla Hüseyin de sazını düzenler, kırılan tellerini takarmış İlk saz derslerini babasının arkadaşı olan Divriği’nin köylerinden Çamışıhlı Ali Ağa’dan (Âşık Alâ) almış Kendini de iyice saza vermiş; usta malı şiirlerden çalıp söylemeye başlamış Karanlık dünyasını aydınlatan ozanlar dünyasıyla Çamışıhlı Ali tanıştırıyor daha çok Veysel’i Pir Sultan Abdal, Karaoğlan, Dertli, Rühsati gibi usta ozanların dünyalarıyla tanışıyor böylece “Âşık Veysel’in hayatında ikinci mühim değişiklik seferberlikte başlamıştır Kardeşi Ali de cepheye gitmiş, küçük Veysel kırık telli sazıyla yalnız kalmıştır Harp patladıktan sonra Veysel’in bütün arkadaşları, emsalleri cepheye koşuyorlar Veysel bundan da mahrum Böylece münzevi olan ruhunda ikinci bir inziva da açılmıştır Arkadaşsızlık acısı, sefalet, onu çok bedbin, umutsuz ve mahzun ediyor Artık küçük bahçesindeki armut ağacının altında yatıp kalkmakta, geceleri ağaçların ta tepelerine çıkarak içindeki derdini göklere ve karanlıklara bırakmaktadır” O günlerini Aşık Veysel şöyle anlatır Enver Gökçe’ye; “Eve girerim, yüzüm asık: anam babam halimi bilmez Ben onlara derdimi, dokunmasın diye, açamam Onlar benim kafa tuttuğumu zannederler, bense derdimi dökmekten çekinirim, öyle ki, sazdan bile farır gibi oldum” Bunda biraz Anadolu’da “erkek oğlan” olgusunun etkisi varsa, daha çok Veysel’in vatanseverliğinin, vatana olan borcunu ödeme duygusunun ağırlığı vardır Sonradan şöyle dizeleştirir bunu: “Ne yazık ki bana olmadı kısmet Düşmanı denize dökerken millet Felek kırdı kolumu, vermedi nöbet Kılıç vurmak için düşman başına Bugünler müyesser olsaydı bana Minnet etmez idim bir kaşık kana Mukadder harici gelmez meydana Neler geldi bu Veysel’in başına” Veysel’in annesi ve babası seferberlik sonlarına doğru “belki biz ölürüz ve kardeşi Veysel’e bakamaz” düşüncesiyle Veysel’i Esma adında, akrabalarından bir kızla evlendiriyorlar Esma’dan bir kız, bir oğlu oluyor Veysel’in Oğlan çocuğu daha on günlükken annesinin memesi ağzında kalarak ölüyor Veysel’in acıları bununla da bitmiyor; aksilikler, talihsizlikler üst üste gelmeye başlıyor1921’in 24 Şubat’ında annesi bir gün ondan onsekiz ay sonra da babası ölüyor Bu arada bağ, bostan işleriyle uğraşıyor Köye de bir çok âşık gelip gitmekte, Karacaoğlan’dan, Emrah’tan, Âşık Sıtkı, Âşık Veli gibi saz şairlerinden çalıp söylemektedirler Köy odalarındaki bu âşık fasıllarından Veysel de geri kalmamaktadır Ağabeysi Ali’nin bir kız çocuğu daha olunca çocuklara ve işlere bakması için bir azap (hizmetkar) tutuyorlar Bu hizmetkar ileride Veysel’in bağrında açılacak başka yaranın sebebi olacaktır Bir gün Veysel hasta yatarken, kardeşi Ali de keven toplamakta iken, Veysel’in ilk eşi olan Esma’yı kandırarak kaçırıyor bu yanaşma Veysel’in acılı yaşamına bir acı daha ekleniyor böylece Karısı bir başına bırakıp gittiğinde Veysel’in kucağında henüz altı aylık kızı varmış İki yıl kucağında gezdirmiş Veysel onu, ne çare o da yaşamamış Bir şiirinde dile getirdiği gibi: “Talih çile kadar sözü bir etmiş, Her nereye gitsem gezer peşimde” Bin katmerli acılar silsilesi kısacası “O artık alemden, bu diyardan uzaklaşmak, göçmek isteyen bir ruh haleti içindedir1928’de en iyi arkadaşı olan İbrahim ile Adana’ya gitmeye karar veriyorlar Fakat Sivas’ın Karaçayır köyünde Deli Süleyman isminde birisi âşığı bu ilk seyahatinden vazgeçiriyor Veysel’i dinleyelim: “Bu adam, saz çalarım dinler, söze başlarım keser Gideyim derim, ‘ah kivra, çoluk çocuk ağlaşıyor, gel gitme’ diye elime ayağıma düşer Nihayet dayanamadım, gitmiyorum vesselam diye bu seyahatten vazgeçtim” Veysel’in köyünden ilk ayrılışı şöyledir: Zara’nın Barzan Baleni köyünden Kasım adında birisi Veysel’i köyüne götürerek iki üç ay beraber yaşıyorlar Kendisini Adana’ya göndermeyen Deli Süleyman, Sivas’lı Kalaycı Hüseyin, Veysel’e yol arkadaşlığı ediyorlar Dönüşte Veysel, Hafik’in Yalıncak köyüne ve Zara’nın Girit köyüne uğrayarak 9 liraya güzel bir saz alıyor; Sivas’tan Sivrialan’a dönerlerken arkadaşları bir “üç kağıtçı” grubuna yakalanarak bütün paralarını kaybediyorlar Arkadaşları Veysel’in 9 lirasını da alarak kumara veriyorlar Veysel bu hadiseden bir müddet sonra Hafik’in Karayaprak köyünden Gülizar adlı bir kadınla evleniyor” 1931 yılında Sivas Lisesi edebiyat öğretmeni olan Ahmet Kutsi Tecer ve arkadaşları “Halk Şairlerini Koruma Derneği”ni kuruyorlar Ve 5 Aralık 1931 tarihinde de üç gün süren Halk Şairleri Bayramı’nı düzenliyorlar Böylece Veysel’in yaşamında önemli bir dönüm noktası işlemeye başlıyor Denebilir ki, Veysel için AKutsi Tecer’le tanışması hayatında yeni bir başlangıcı işaretliyor 1933’e kadar usta ozanlarından şiirlerinden çalıp söylüyor Cumhuriyet’in onuncu yıldönümünde A Kutsi Tecer’in direktifleriyle bütün halk ozanları cumhuriyet ve Gazi Mustafa Kemal üzerine şiirler düzmüşler Bunlar arasında Veysel de var Veysel’in günışığına çıkan ilk şiiri böylece “Atatürk’tür Türkiye’nin ihyası” dizesiyle başlayan şiir oluyor Bu şiirin gün yüzüne çıkışı, Veysel’in de köyünden dışarıya çıkması oluyor O zaman Sivrialan’ın bağlı olduğu Ağacakışla nahiyesi müdürü Ali Rıza Bey, Veysel’in bu destanını çok beğeniyor, “Ankara’ya gönderelim” diye istiyor Veysel de “Ata’ya ben giderim” diye vefalı arkadaşı İbrahim ile yayan yola düşüyor Karakışta yalınayak, başı kabak yola çıkan bu iki arı gönül, bu iki insan örneği, üç ay yol çiğneyerek Ankara’ya geliyorlar Veysel Ankara’da konuksever tanıdıkların evlerinde kırkbeş gün misafir kalıyor Destanı Atatürk’e getirmek hevesiyle geldiğini söylüyorsa da destanı Atatürk’e okumak kısmet olmuyor Eşi Gülizar Ana: “Ata’ya gidemediğine bir, askere gidemediğine iki; yanardı ki o kadar olur” diyor Ancak, Hakimiyet-i Milliye (Ulus) basımevinde destanı gazeteye veriliyor Destan gazetede üç gün boyunca yayınlanıyor Bundan sonra da bütün yurdu dolaşmaya, dolaştığı yerlerde çalıp-söylemeye başlıyor, seviliyor, saygı görüyor O günleri şöyle anlatıyor: “Köyden çıktık Yaya olarak Yozgat köylerinden Çorum-Çankırı köylerinden geçip üç ayda Ankara’ya gelebildik Otele gitsek para yok ‘Nere gidek? Nasıl Edek? ” diye düşünüyoruz Dediler ki: “Burada Erzurumlu bir Paşa Dayı var O adam misafirperverdir” O zamanlar Dağardı diyorlardı, (şimdiki Atıf Bey Mahallesi) orada ev yaptırmış Paşa Dayı Gittik oraya Adamcağız hakikaten misafir etti Birkaç gün kaldık o zaman, Ankara’da, şimdiki gibi kamyon filan yok Bütün işler at arabalarıyla görülüyor At arabaları olan, Hasan Efendi adında bir adamla tanıştık O, bizi evine götürdü Kırkbeş gün Hasan Efendi’nin evinde kaldık Gideriz, gezeriz, geliriz; adam yemeğimizi, yatağımızı, herşeyimizi sağlar Dedim ki: -‘Hasan Efendi biz buraya gezmek için gelmedik! Bizim bir destanımız var Bunu, Gazi Mustafa Kemal’e duyurmak istiyoruz! Nasıl ederiz? Ne yaparız? ’ Dedi ki: -‘Vallahi ben böyle işlerle ilgili değilim Burada bir milletvekili var Adı Mustafa Bey, soyadını unuttum Bu işi ona anlatmak gerek Belki size o yardımcı olabilir’ Gittik Mustafa Bey’e derdimizi anlattık Öyle böyle bir destanımız var Gazi Mustafa Kemal’e duyurmak istiyoruz ‘Bize yardım et! ’ dedik Dedi ki: -‘Amaan! Şimdi şaire falan önem veren yok Kıyıda köşede çalın çağırın Geçin gidin! ’ -‘Yok öyle değil dedik Biz destanımızı okuyacağız, Mustafa Kemal’e! ’ Milletvekili Mustafa Bey, ‘okuyun da bir dinleyeyim bakayım’ dedi Okuduk dinledi O zamanlar Ankara’da çıkan Hakimiyet-i Milliye Gazetesi’yle konuşacağını söyledi ‘Yarın bana gelin! ’ dedi Gittik ‘Ben karışmam’ dedi Sonunda kesti attı Biz ordan döndük geldik ‘Ne yapsak? ’ diye düşünüyoruz Sonunda, ‘Matbaaya biz gidelim’ dedik Saza, tel alıp takmak eski telleri yenilemek de gerekti Ulus Meydanı’ndaki çarşıya, o zamanlar Karaoğlan Çarşısı diyorlardı Saz teli almak için Karaoğlan Çarşısı’na yürüdük Ayağımızda çarık Bacağımızda şal-şalvar, şal-ceket, belimizde kocaman bir kuşak! Efendim polis geldi: -‘Girmeyin’ dedi ‘Çarşıya girmek yasak! ’ Bizi tel alacağımız çarşıya sokmadı Polis: -‘Yasak diyoruz Siz yasaktan anlamaz mısınız? Orası kalabalık Kalabalığa girmeyin! ’ diye diretti -‘Peki girmeyelim’ dedik Polisi güya salmış gibi yürümeye devam ettik Adam geldi, arkadaşım İbrahim’e çıkıştı –‘Kafadan gayri müsellah mısın? Girmeyin diyorum Beynini patlatırım senin! ’ diye çıkıştı -‘Beyefendi biz dinlemiyoruz! Biz çarşıdan saz teli alacağız! ’ dedik O zaman polis, İbrahim’e: -‘Tel alacaksan bu adamı bir yere oturt Git telini al! ’ Neyse gitti İbrahim teli aldı geldi Tel taktık Ama sabahleyin çarşıdan da geçemiyoruz Sonunda matbaayı bulduk -‘Ne istiyorsunuz? ’ dedi müdür -‘Bir destanımız var Gazeteye vereceğiz! ’ dedik -‘Çalın bakayım; bir dinleyeyim! ’ dedi Çaldık dinledi! - ‘Ooo! Çok iyi’ dedi ‘Çok güzel’ Yazdılar ‘Yarın gazetede çıkar’ dediler ‘Gelin de gazete alın! ’ Orada bize telif hakkı olarak biraz da para verdiler Sabahleyin gidip 5-6 gazete aldık Çarşıya çıktık Polisler: - ‘Oooo! Âşık Veysel siz misiniz? Rahat edin efendim! Kahvelere girin! Oturun! ’ dediler Bir iltifat başladı ki sormayın! Çarşıda bir zaman gezdik Fakat yine Mustafa Kemal’den ses yok Dedik: ‘Bu iş olmayacak’ Amma Hakimiyet-i Milliye Gazetesi’nde destanımı üç gün birbiri üstüne yayınladılar Mustafa Kemal’den yine ses çıkmadı Köye dönmeye karar verdik Fakat cebimizde yol paramız da yok Ankara’da bir avukatla tanışmıştık Avukat: - ‘Ben belediye başkanına bir mektup yazayım Belediye sizi köyünüze parasız gönderir! ’ dedi Elimize bir mektup verdi Belediyeye gittik Orada bize dediler ki: - ‘Siz sanatkâr adamsınız Nasıl geldinizse öyle gidersiniz! ’ Döndük avukata geldik ‘Ne yaptınız? ’dedi Anlattık ‘Durun bir de valiye yazalım! ’ dedi Valiye de dilekçe yazdı Valiye dilekçemizi imzalayıp yine Belediyeye buyurdu Belediyeye ilettik Belediye bize: -‘Yok! ’ dedi ‘Paramız yok! Sizi gönderemeyiz! ’ dedi Avukat içerledi ve kahretti: - ‘Gidin! İşinize gidin! ’ dedi ‘Ankara Belediyesi’nin sizin için parası yokmuş; tükenmiş! ’ dedi Acıdım avukata ‘Nasıl edelim? Ne edelim? ’ derken bir de ‘Halkevi’ne uğrayalım bakalım Belki oradan bir şey çıkar’ diye düşündük Mustafa Kemal’e gidemiyok Halkevine gidek Bu defa, Halkevine, bizi kapıcılar bırakmıyor ki girelim Orada dinelip duruyorduk İçeriden bir adam çıktı: -‘Ne geziyorsunuz burada? Ne yapıyorsunuz? ’ diye sordu -‘Halkevine gireceğiz ama bırakmıyorlar! ’ diye cevap verdik -‘Bırakın! bu adamlar, tanınmış adamlar! Âşık Veysel bu! ’ dedi O içeriden çıkan adam, bizi edebiyat şubesi müdürüne gönderdi Orada: -‘Ooo! Buyurun! Buyurun! dediler Halkevinde bazı milletvekilleri varmış Şube müdürü onları çağırdı: -‘Gelin halk şairleri var, dinleyin’ dedi Eski milletvekillerinden Necib Ali Bey: -‘Yahu dedi bunlar fakir adamlar Bunlara bakalım Bunlara birer kat elbise de yaptırmalı Pazar günü de Halkevinde bir konser versinler! ’ Hakikaten bize, birer takım elbise aldılar Biz de o Pazar günü Ankara Halkevi’nde bir konser verdik Konserden sonra cebimize para da koydular Ankara’dan köyümüze işte o parayla döndük Plağa okuduğu ilk türkü ise, Emlek yöresinin ünlü ozanlarından Âşık İzzeti’nin: “Mecnunum, Leyla’mı gördüm Bir kerrece baktı geçti Ne söyledi ne de sordum Kaşlarını yıktı geçti Soramadım bir çift sözü Ay mıydı gün müydü, yüzü Sandım ki zühre yıldızı Şavkı beni yaktı geçti Ateşinden duramadım Ben bu sırra eremedim Seher vakti göremedim Yıldız gibi aktı geçti Bilmem hangi burç yıldızı Bu dertler yareler bizi Gamzen oku bazı bazı Yar sineme çaktı geçti İzzetî, bu ne hikmet iş Uyur iken gördüm bir düş Zülüflerin kement etmiş, Yar bonuma taktı geçti” şiiridir Köy Enstitüleri’nin kurulmasıyla birlikte, yine Ahmet Kutsi Tecer’in katkılarıyla, sırasıyla Arifiye, Hasanoğlan, Çifteler, Kastamonu, Yıldızeli ve Akpınar Köy Enstitüleri’nde saz öğretmenliği yapıyor Bu okullarda Türkiye’nin kültür yaşamına damgasını vurmuş birçok aydın sanatçıyla tanışma olanağı buluyor, şiirini iyiden iyiye geliştiriyor 1965 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi, özel bir kanunla Âşık Veysel’e, “Anadilimize ve milli birliğimize yaptığı hizmetlerden ötürü” 500 lira aylık bağlanmıştır 21 Mart 1973 günü, sabaha karşı saat 330’da doğduğu köy olan Sivrialan’da, şimdi adına müze olarak düzenlenen evde yaşama gözlerini yumdu Âşık Veysel’in yaşamını özetlemek gerekirse, Erdoğan Alkan’ın şu betimlemesi en güzel cümleleri oluşturur: “Kızılırmak soru işaretine benzer, Zara’dan doğar, Hafik ve Şarkışla’dan sonra Sivas topraklarını terkeder Bir yay çizip Kayseri’yi, Nevşehir’i, Kırşehir’i, Ankara’yı ve Çorum’u sular, Samsun’un Bafra ilçesinde denize dökülür, Âşık Veysel’in yaşam öyküsü Kızılırmak gibidir Bir ucu Bafra’dadır, bir ucu da Zara’da Bafra’ya dek uzanan acılı bir yaşam Zara’nın doğusundaki Kızıldağ’ın gür sularıyla beslenip sona erer” ESERLERİ En güzel şiirlerinden bazılarını ölümünden hemen önce yazdı Şimdi Şarkışla’da her yıl adına bir şenlik yapılır Türkçesi yalındır Dili ustalıkla kullanır Tekniği gösterişsiz ve nerdeyse kusursuzdur Yaşama sevinciyle hüzün, iyimserlikle umutsuzluk şiirlerinde iç içedir Doğa, toplumsal olaylar, din ve siyasete ince eleştiriler yönelttiği şiirleri de var Şiirleri, Deyişler (1944) , Sazımdan Sesler (1950) , Dostlar Beni Hatırlasın (1970) isimi kitaplarında toplandı Ölümünden sonra Bütün Şiirleri (1984) adıyla eserleri tekrar yayınl’andı |
|