İslam Fıkıh Ansiklopedisi -3- |
11-04-2012 | #1 |
Prof. Dr. Sinsi
|
İslam Fıkıh Ansiklopedisi -3-KAN ALDIRMA Günümüz tıp ilminde insanlardan başlıca üç maksatla kan alınır Muayene ve tahlil için, tedavi için ve başkasına nakletmek için 1 Muayene için: Duruma göre az veya çok miktarda kan alınabilir Az miktardaki kan parmak uçlarından veya kulak memesinden, bebeklerde ise topuklardan alınır Laboratuarda alyuvarları ve akyuvarları saymak, bunların biçimlerini, özelliklerini incelemek için parmağın ucunu delerek bir kaç damla kan almak yeterli olur Bazı hastalıklarda kanda şeker, üre, kolesterin gibi bir takım maddeler bulunup bulunmadığını araştırmak amacıyla biraz fazlaca kan almak gerekir Bu çokça kan kolun dirsek boşluğundaki toplardamarlardan alınır 2Tedavi için: Kan basıncı (tansiyon) yükselmesi, kanda birtakım zehirli maddelerin toplanması gibi durumlarda, hastanın iyileştirilmesi için, yine kolun dirsek boşluğundaki toplardamarlardan iğne ile veya bunlardan biri kesilerek istenildiği kadar kan alınır 3 Kan naklı için: Sağlam bir kimseden, hastaya veya yaralıya verilmek üzere, toplardamarlardan kalın bir iğneyle istenildiği kadar kan çekilir (bk "Kan naklı" maddesi) Kan aldırma daha önceki yüzyıllarda ve bazen günümüzde hacamat yöntemiyle de yapılmaktadır Bazı hastalıkların tedavisi için, kanı deri üstünde bir yere çekip toplamak veya deriyi çizip biraz kan çıkarmak gerekir Bu işleme "hacamat" denir Hacamat için; şişe, çömlek, boynuz gibi aletler kullanılmıştır Diğer yandan sülük yapıştırmak yoluyla da kan emdirilir Akciğerlere kan hücumu, bronşit, böbreğin, kalbin dış zarının iltihaplanması gibi hastalıklarda, bu yerlerdeki deri üstüne "kuru hacamat" yöntemi uygulanır Hacamat, şişe veya çömleğinin içindeki hava ateşle boşaltıldığı için, bu boşluğa rastlayan deri parçasına kan hücum ederek orasıönce kızarır, sonra morarır Bu işlem iki üç dakika kadar sürdürülür Bu usulle hacamat yapılan yerlerdeki kan, derinlerdeki organlardan deri üstüne çekilerek, iv organları kan hücumundan, az çok kurtarmak mümkün olur Hacamatta ikinci yöntem "kanlı hacamat"tır Kuru hacamat sonunda kızaran moraran yerler, hacamat zembereği veya mikroptan arındırılmış tıraş bıçağı ile ezilir Buralardan kan akmaya başlar Bunlar pamukla silinerek, yeniden vantuz şişeleri kapatılır şişelerin vurulan yeri emmesi sonucunda kan, yavaş yavaş bunların içine dolar Kanlı hacamat yöntemi, akciğerlere kan hücumu, zatürre, solunum yolundaki ağır iltihaplanmaları, ağrılar, kalbin dış zarının iltihaplanması, böbrek iltihabı gibi hastalıklarda başvuruları bir yöntemdir Diğer yandan görünürde hiçbir hastalığı olmadığı halde şişman ve kanlı insanlarda kan aldırmanın büyük faydası bulunduğu bilinmektedir Günümüzün gelişen hekimliğinde çok etkili yeni ilaçlar ve kan alma yöntemleri uygulanmaktadır Kan aldırma (hacamat) Hz Peygamberin üzerinde durduğu ve ümmetini teşvik ettiği bir konudur (bk ‚Hacamat" maddesi) Rasûlüllah (sas) bizzat kendisi de bir çok defalar kan aldırmıştır O'nun, kameri ayın onyedisinde, ondokuzunda ve yirmibirinde kan aldırdığı rivayet edilir (bk Tirmizi, Tıbb, 12; Ebû Dâvud, Tıbb, 5) Enes b Malık (ra)'ın naklettiğine göre, Hz Peygamber'in vücudunun kan aldırdığı yerler, boynun arka yanlarındaki iki damarla, iki omuz arasında kalan kısımdır (Ibn Mâce, Tıbb, 21) Ibn Abbas (ra), Rasûlüllah (sa)'den şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Mirac gecesi, hangi melek topluluğuna rastladıysam onlar bana; "Ey Muhammed kan aldırmaya devam et ve ümmetine de bunu emret" diyorlardı" (Tirmizi, Tıbb, 12; Ibn Mâce, Tıbb, 20; Ahmed b Hanbel, Müsned, I, 354) Kan aldırmanın şekli ve tıbbî yararları konusunda Allah'ın elçisi şöyle buyurmuştur: "Aç karınla kan aldırmak daha uygundur Bunda şifâ ve bereket vardır Diğer yandan kan aldırmak aklı ve hafızayı güçlendirir" (Ibn Mace, Tıbb, 22) Ramazanda oruçlu iken ihtiyaç olduğundan kan aldırmak mümkün ve caizdir Ancak oruçludan kan alınması, vücudu zayıf düşürecek ve oruç tutmayı zorlaştıracaksa mekruh olur Hz Peygamber'in, oruçlu iken kan aldırdığı nakledildiği gibi, başkalarını oruçlu iken aldırmaktan nehyettiği de rivâyet edilmiştir (bk Buhârî, Tıbb, II, Savm, 32; Ebû Dâvud, Savm, 28, 29, 30; Tirmizî, Savm, 59, 61; Ibn Mâce, Sıyâm, 18; Ahmed b Hanbel, V, 363, 364, I, 248) Bu duruma göre zaruret olmadıkça Ramazan da, gece kan aldırmayı tercih etmek daha uygundur |
İslam Fıkıh Ansiklopedisi -3- |
11-04-2012 | #2 |
Prof. Dr. Sinsi
|
İslam Fıkıh Ansiklopedisi -3-KAN DAVASI Akrabalık ilişkilerinin sıkı olduğu toplumlarda öç alma duygusundan kaynaklanan, misilleme biçimindeki karşılıklı cinayetlerle süren aile ve kabileler arası çatışma Hak arama sürecinin bulunmadığı, anlaşmazlıkların tarafları hoşnut edecek biçimde çözümlenmediği, hak ve adalet duygularının tatmin edilmediği hukuk sistemlerinde, bireyin hak ve adaleti kendi başına gerçekleştirme girişiminin bir sonucu olarak ortaya çıkar Kan davası genellikle haksızlığa uğrayan taraftan bir kişinin, suçlunun işlediği suça uygun biçimde cezalandırılmaması durumunda, intikamını alma, onurunu kurtarma, hak ve adaleti gerçekleştirme girişimiyle başlar, karşı tarafın aynı gerekçelerle işlediği cinayetle sürer Kan davasının başlamasından sonra davaya taraf aile üyeleri güçlü bir dayanışma içine girerler işlenilen cinayetten aile üyelerinin her biri teker teker sorumlu tutulur Bu davalarda genellikle ailelerin erkek üyeleri hedef alınır, kadın ve çocuklara yönelik cinayetlere az rastlanır Fakat kan davasının aile sınırlarını aşarak aşiretler arası bir düşmanlığa dönüştüğü çevrelerde kadın ve çocukları da içine alan toplu cinayetler de görülebilir Kan davası, Islam öncesi Arap toplumunda en yaygın adetlerden birisiydi Hak ve adaleti gerçekleştirecek bir hukuk ve toplum düzeninden yoksun olan cahiliye toplumunda kan davaları kabileler arası düşmanlık ve savaşların başlıca nedenleri arasında yer alıyordu Islâm câhiliye dönemine ait bir çok adetle birlikte kan davasını ortadan kaldırdı; getirdiği insan ve toplum anlayışı ile adalet düzeni ile toplumsal bir afet olan kan davasını ortaya çıkaran nedenleri yok etti Islâm'a göre insan canı, malı, namusu, haysiyeti, tüm hak ve özgürlükleri ile dokunulmaz bir varlıktır Hiç kimse hukuk dışı bir gerekçe ile insanın maddi ve manevi varlığına tecavüz edemez, hak ve özgürlüklerini kısıtlayamaz Kaldı ki mü'minler bu tür davranışlar içine giremezler Çünkü mü'minler, inançları gereği kardeştirler, birbirlerine karşı Islâm'ın öngördüğü kurallar dışında davranamazlar Mü'minler bireysel ve toplumsal hayatlarında tam bir dayanışma ve yardımlaşma içinde bulunmak; Islâm'ın egemenliğini sağlamak yolunda ortaklaşa çaba harcamakla yükümlüdürler Islâm, getirdiği emir ve yasaklar, ahlaki ve toplumsal kurallar, hukuk ve adalet sistemi ile toplum hayatını inanç ve adalet temeli üzerine oturtu Bu temeli zedeleyici davranışları yalnız bir hukuk ve ceza sorunu olarak değil, aynı zamanda bir inanç sorunu biçiminde tanımlayarak önlemler aldı, müeyyideler koydu Sözgelimi mü'minlerin temel niteliklerden birisi haksız yere bir insanı öldürmektir (el-isra, 17/33) Çünkü böyle bir davranış tüm insanları öldürmek gibi ağır bir suçtur (el-Maide, 5/32) Buna rağmen böyle bir suça yönelen kişi karşısında çeşitli müeyyideler bulur Bunların en önemlisi Ahiret hayatına ilişkin olandır Kim bir mü'mini haksız yere ve kasıtlı olarak öldürürse, sürekli olarak kalmak kalmak üzere Cehenneme atılacaktır Bu davranış Allah'ın gazabını, lanetini ve büyük bir azabı gerektirmektedir (en-Nisa, 4/92-93) Cinayetin dünyadaki karşılığı da, suçun misliyle cezalandırılması (kısas), eş deyişle öldürülmesidir (el-bakara, 2/178) Suç ve ceza arasındaki bu denklik, adaletin tam ifadesidir Bu nedenle taraflardan birisine haksızlığa uğradığını düşünme imkanı vermez Bu yüzden de intikam alma, onur kurtarma, adaleti yerine getirme gibi herhangi bir dürtü devreye girerek insanları etkileyemez Burada taraflardan birisine, öldürülenin ailesine tanınan ikinci bir seçenek toplumsal barışın güçlendirilmesine yöneliktir Bu da katılın bağışlanmasıdır Ikinci seçeneğin devreye girmesi durumunda katılın ailesi, öldürülenin ailesine belli bir kan bedeli vermekle yükümlüdür Bu yükümlülük yerine getirildikten sonra aileler arasındaki düşmanlık başlamadan bitmiş, kardeşlik ve dostluk ilişkileri başlamış demektir Islâm'ın kısas hükmü, adaleti yerine getirerek kan davasının ortaya çıkmasına, dolayısıyla daha birçok insanın haksız yere öldürülmesine engel olduğu için "Ey akıl sahipleri, kısasta sizin için hayat vardır; böylece korunursunuz" (el-Bakara, 2/179) buyurulmuştur Ikinci seçeneğin seçilerek suçlunun bağışlanması ise adaletten daha üstün bir erdemin ifadesidir ve düşmanlık duygularını sevgi ve dostluğa dönüştürür Kan davası, Türkiye gibi Islam'ın adalet ve hukuk düzeninden ayrılan toplumlarda yeniden ortaya çıkmış ve büyük toplumsal zararlara yol açacak boyutlara ulaşmıştır Bunun başlıca nedeni suç ile ceza arasındaki niteliksel eşitsızlık ve cezanın adalet duygusunu tatmin etmekten uzak oluşudur Bir insanı haksız yere ve kasıtla öldüren bir kişinin bir-kaç yıl sonra ortalıkla dolaşması, ister istemez intikam duygularını harekete geçirmekte, insanları adaleti bireysel olarak gerçekleştirmeye itmektedir Katılın öldürülmesi ile başlayan kan davası, bütün önlemlere rağmen sona erdirilememektedir Sözgelimi Türk Ceza Kanunu'nun 450 maddeşinin 10 bendi kan gütme yoluyla cinayeti adam öldürme suçunun ağırlaştırıcı nedeni saymakta ve ölüm cezası getirmektedir Kan gütme âdetinin önlenmesi amacıyla çıkarılan 3236 sayılı kanunda kan davasına taraf olan ailelerin Bakanlar Kurulunca belirlenen yerlere zorunlu naklını öngören hükümler içermektedir Ne nar ki, olaya sonradan müdahale anlamı taşıyan bu önlemler kan davasının sürdürülmesine engel olamamaktadır Çünkü bütün bu önlemler adaletin yerine getirilmesini sağlamaya değil, adaletsiz bir uygulamanın sürdürülmesi amacına yönelik müeyyideler niteliği taşımaktadır |
İslam Fıkıh Ansiklopedisi -3- |
11-04-2012 | #3 |
Prof. Dr. Sinsi
|
İslam Fıkıh Ansiklopedisi -3-KAN NAKLİ İslâm dini normal şartlar altında bazı yiyecek ve içecekleri haram kılmıştır Murdar ölmüş hayvan, domuz eti, kan, şarap gibi Zarûret hâli bulunmadıkça müslümanların bunları yemesi, içmesi veya damara zerk etmesi caiz olmaz Ancak açlık, susuzluk veya şiddetli hastalık gibi zarûret halleri bu gibi haramları mübah kılar Âyetlerde şöyle buyurulur: "Şüphesiz Allah, size leşi, kanı, domuz elini, bir de Allah'tan başkası adına kesilenleri haram kıldı Bir kimse mecbur kalır, zaruret sınırını asmadan ve başkalarının hakkına tecavüz ermeden bunlardan yer ise, ona günah yoktur Şüphesiz ki, Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendi/ " (el-Bakara, 2/173) "(Ey Nebi) de ki; "Bana vahyolunanlar arasında, yiyen bir kişinin yediği herhangi bir şeyin haram olduğuna dair bir hüküm bulamıyorum Ancak leş veya akıtılmış kan yahut domuz eti-ki bunlar pistir- yahut doğru yoldan çıkarak, üzerine Allah'tan başkasının adı zikredilmek suretiyle kesilen hayvanların yenmesi haramdır" Kim zaruret içinde kalırsa, sınırı aşmamak ve başkasının hakkına tecavüz etmemek suretiyle bunlardan yiyebilir" (el-En'âm, 6/145; bk el-Mâide, 5/3; en-Nahl, 16/115; Kurtûbî, el-Câmi'li Ahkâmi'l-Kur'an, II, 232, 275) Câhiliye Arapları acıktıkları zaman ellerine bir bıçak veya keskin kemik gibi bir şey alıp hayvanı yaralar ve ondan akan kanı toplayıp içerlerdi İslâm kan içmeyi yasaklamıştır Çünkü kan hem pis hem de onun bir takım zararları vardır Mikropların taşınması, çoğalması ve gelişmesi için uygun bir ortam teşkil eden kan, diğer yandan dışarı atılması gereken birçok zehirli maddeleri ve idrar karışımını da taşır Hele bu, hastalıklı bir insan veya hayvan kanı olursa tehlike daha da büyür Ancak kan, kanamalı bir hastaya, onu ölümden kurtarmak amacıyla verilirse bu caizdir Çünkü âyette, zaruret halinde yasağın kalkacağı açıkça iiade edilmiştir Hanefilere göre şifa vereceği kesin olarak bilinen haram yiyecek ve içeceklerle tedavi mümkün ve caizdir (el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi, I, 61) Şâfiîler bu konuda şarabı istisna ederek bunun tedavide kullanılamayacağı esasını benimsemişlerdir Dayandıkları delil Tarık b Süveyd'in Rasûlüllah (sas)'a; "Ben şarabı yalnız tedavi için üretiyorum" demesi üzerine, Allah Rasulünün ona: "O ilaç değildir, derttir" buyurmasıdır (Müslim, Sahîh, XIII, 152) Son devrin fıkıh bilginleri, hastanın hayatının kurtulması buna bağlı ise, hasta veya yaralıya kan naklını câiz görmüşlerdir Hatta kanın, gayri müslimden bile alınabileceğini söylemişlerdir (Ahmed eş-Şîrbâsî, Yes'elûneke fi'd-Dinnî ve'l-Hayat, I, 606, 608) İbn Âbidin, Nihâye isimli eserden naklen şöyle der: "Tehzîb isimli eserde hastanın idrar veya kan içmesi, murdar ölmüş hayvan eti yemesi, başka çare yoksa câizdir Bu da dindar ve mütehassıs bir doktorun; "ancak onu kullandığın zaman şifa bulursun" demesiyle olur (İbn Âbidîn, Reddü'lMuhtar, trc A Davudoğlu, İstanbul 1984, XI, 290, XV, 450) İslâm'daki bu kolaylık "Zarûretler haram olan şeyleri mübah kılar" prensibine dayanır |
İslam Fıkıh Ansiklopedisi -3- |
11-04-2012 | #4 |
Prof. Dr. Sinsi
|
İslam Fıkıh Ansiklopedisi -3-KAN SATIŞIİslâm hukukuna göre, yenilmesi, içilmesi ve kullanılması caiz olmayan şeylerin alım-satımı da câiz görülmemiştir Şarap, domuz eti ve murdar ölmüş hayvanın eti gibi Ancak bazı hayvan ve maddeler yeme-içme dışında, başka amaçlar için yararlanmaya elverişli ise, bu takdirde satış geçerli sayılmıştır Meselâ; köpek, pars ve yırtıcı hayvanların eti yenmediği halde, bunlardan bekçilik veya avcılık amacıyla yararlanmak mümkündür Bu yüzden satışları da caizdir Diğer yandan sülüğün kan emdirmek için insanların ihtiyacının bulunması, yılanın ise ilâç yapımında kullanılması gibi amaçlarla satılması caiz görülmüştür Burada prensip, "meşru amaç için yararlanılabilir olma"dır İnsan kanının durumuna gelince: savaş zamanlarında kan kaybeden yaralılara, normal zamanlarda ise, hastalık yüzünden kan verilmesi zaruri olan hastalara nakledilmek üzere kan vermek mümkün ve câizdir Çünkü zaman zaman vücutta biriken fazla kanıvermek, verenin sağlığına da yararlıdır Hz Peygamber ve Sahabiler kan aldırmışlardır (Sahîh-i Buhârî, Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, Ankara 1984, VI, 216, 381, 412, XII, 75, 76, 81) Kan vermek, verenin sağlığına da yardımcı olduğu için, bunun "kan bağışı" şeklinde olması en güzeldir Ancak burada kan tedavi amacıyla kullanılacağı için ilaç veya gıda hükmündedir Durum böyle olunca belirli hasta veya hastalara kan veren kimse bunun rayiç bedelini alabilir Çünkü artık burada kan, ilâç yapımı için satılabilen yararlanılır (müntefun bih) bir mal hükmüne girer (bk İbn Âbidin, Reddü'l-Muhtar, Trc A Davudoğlu, X, 305, 345, 346, XV, 450, 451; el-Mevsilî, el-İhtiyâr, II, 10) |
İslam Fıkıh Ansiklopedisi -3- |
11-04-2012 | #5 |
Prof. Dr. Sinsi
|
İslam Fıkıh Ansiklopedisi -3-KARISININ GAYR-I MEŞRU OLARAK YAŞADIĞINI BİLEN KİMSE NE YAPMALIDIR, ONU BOŞAMAK MI YOKSA ONU ÖLDÜRMEK Mİ İCAB EDER? Kesin olarak karısının gayr-i meşru olarak yaşadığını bilen kimsenin onu öldürmek veya öldürtmek için teşebbüse geçmesi caiz değildir Çünkü evli olan kadının zina ile hiyanet ettiği zaman bunu tatbik etmek mümkün değildir 1- Her şeyden evvel dört müslümanın, göz ile, zanilerin tenasül organlarının birbirine girift olduklarını görmeleri şarttır Bu da mümkün değildir 2- Cezayı tatbik eden fert veya fertler değil, hükümettir Herkes uygun gördüğü cezayı infaza kalkışacak olursa düzen bozullur, anarşi doğar 3- Günümüzde, bir kimse zina eden karısını öldürmek için teşebbüse geçecek olursa davasını isbat etmek mümkün olmadığı için Allah'ın indinde mes'ul olacağı gibi, kanunen de mesul olup yıllarca haps sefaletini çekecektir Böyle bir olay karşısında boşamadan başka çare yoktur |
İslam Fıkıh Ansiklopedisi -3- |
11-04-2012 | #6 |
Prof. Dr. Sinsi
|
İslam Fıkıh Ansiklopedisi -3-KARMA OTURMA Evimizin küçük olması sebebiyle kadın erkek birarada oturuyoruz; bu doğru mudur? Evde kadınların mahremi olmayan erkekler yoksa, bunun herhangi bir sakıncası yoktur Kocanın erkek kardeşi (kayın); dayısı, amcası dayı ve amca çocukları, ya da daha uzak akrabalar gibi namahremler varsa, kadın tam tesettürüne, oturuşuna kalkışına, gülüşüne,konuşmasına, onların yanında kokulanmamaya ve süslenmemeye, onlarla tek tekine bir odada kalmamaya dikkat etmek şartıyla bir arada bulunabilirler, beraber yemek yiyebilirler Ancak bu durumda kadının ayrıca başını omuzlarıyla beraber örten bir üstlüğü, ya da büyük bir başörtüsü bulunmalı ve elbisesinin süsünü de onunla örtmeli ve ayrıca göğüs ve kalça gibi vücut hatlarını belirten dar elbiseler giymemelidir |
İslam Fıkıh Ansiklopedisi -3- |
11-04-2012 | #7 |
Prof. Dr. Sinsi
|
İslam Fıkıh Ansiklopedisi -3-KARZ Borç, kredi, ödünç, altın, gümüş, nakit para ve mislî olan şeyleri başkasına ödünç vermek anlamında bir Islâm hukuku terimi Çoğulu kurûzdur Hanefîler dışında diğer mezhepler selem akdi yapılan tüm malların karz olarak verilebileceğini söylerler Onlar böylece, bazı kıyemî malları da tarife alarak kapsamı genişletmişlerdir (el-Kasâni, Bedâyiu's-Sanayı', VII, 394; Ibn Kudâme, el-Muğnî, IV, 313; el-Fetâvâ'l-Hindiyye, V, 366) Kur'ân-ı Kerîm'de "Allah'a ödünç vermek" şeklinde ifadesini bulan, fâizsiz ve karşılıksız verilen ödünç para anlamına gelen "karz-ı hasen"i de kapsamına alan altı kadar âyet vardır Bunlardan birisi şöyledir: "Allah'a karz-ı hasen olarak ödünç verecek olan kimdir? Işte o, bunun karşılığını kat kat arttıracaktır Ona, bundan başka çok değerli bir mükâfat da vardır " (el-Hadîd, 57/ 11, konu ile ilgili âyetler; el-Mâide, 5/12; el-Bakara, 2/245; el-Hadîd, 57/18; et-Teğabun, 64/17; el-Müzemmil, 73/20) Bu konuda Hz Peygamber'in çeşitli hadisleri vardır "Bir müslüman diğer müslümana iki defa ödünç (para) verirse, bir defa tasaddukta bulunmuş gibi olur" (eş-Şevkânî, Neylü'l-Ivtâr, V, 229) Enes b Mâlik'ten şöyle dediği rivâyet edilmiştir: "Allah'ın elçisi şöyle buyurdu: Mirac gecesi bana, cennet kapısında şöyle bir yazı gösterildi Sadaka için on katı, karz-ı hasen için ise onsekizkatıecir vardır Cebrâil'e, karzın niçin sadakadan daha üstün olduğunu sorduğumda, su cevabı verdi: Şüphesiz, dilenci (çoğu zaman) yanında varken ister Ödünç isteyen ise, ancak ihtiyaç sebebiyle ister" (Ibn Mâce, Sadakât, 19; el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, lV, 126) Karzın rüknü icap ve kabuldür Ödünç verenin teberrua ehil olması gerekir Baba, vasî ve mümeyyiz küçükler, temsil ettikleri kimsenin malınıteberru edemedikleri gibi, ödünç vermeye de ehil değildirler Ödünç vermede, başlangıçta bir ıvaz (karşılık) bulunmadığı için, bir bakıma teberru niteliği vardır Akdin tamamlanması için, ödünç verilecek şeyin karşı tarafa teslim edilmiş olması gerekir Hanefîlere göre, yalnız mislî olan yani ölçü, tartı veya standart olup sayı ile alınıp satılan şeyler karz olarak verilebilir Hayvan veya gayrı menkul gibi kıyemî malları karz akdine elverişli değildir Bunlar ihtiyacı olana kira veya âriyet yoluyla verilebilir Çünkü kıyemî malların misli bulunmadığı için benzerini geri vermek mümkün olmaz Meselâ; iki yaşlarında 700 bin liraya da, 1 milyon liraya da sığır cinsi hayvan bulunabilir Ödünç veren daha iyisini almak isterken, ödünç alan daha ucuz olanını geri vermek isteyebilir Bu durum menfaat çekişmesine yol açar (el-Kâsânî, age, VII, 394; Ibn Kudâme, el-Muğnî, IV, 314; Ibn Abidin, Reddu'l-Muhtâr, IV, 179, 195) Şafiî, Malıki ve Hanbelîlere göre, kendisinde selem akdi yapılabilen her şeyin karz olarak verilmesi de mümkündür Bu mislî olabileceği gibi kıyemî mallardan da olabilir Hayvan da bunlar arasındadır Ebû Râfi'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: "Allah Rasûlü, bir adamdan iki yaşlarındaki bir deveyi ödünç almıştı Sonra ona bir takım zekât develeri geldi Bana, ödünç aldığı kimseye iki yaşlarında bir deveyi vermemi emretti" Ben de dedim ki: "Develer arasında altı yaşınıbitirmiş daha güzel olanından başkasını bulamıyorum" Bunun üzerine şöyle buyurdu: "Onu ona ver, şüphesiz sizin en hayırlınız, ödeme bakımından en güzel olanınızdır" (Müslim, Müsâkât, 118; Ebu Dâvud, Büyû', 110; Tirmizî, Büyu', 73) Hanefîler Ebû Râfi' hadisini mensuh kabul ederler (Sahîh-i Müslim Tercemesi, Terc A Davudoğlu, VIII, 96, 101) Islâm hukukçularının çoğunluğuna göre, karz akdinde va'de şartı geçerli değildir Aksi halde nesîe ribâsı söz konusu olur Karz başlangıçta teberru niteliğindedir Ödünç veren için bedelini derhal isteme hakkıdoğar Ancak sure belirlenmiş olur ve ödünç veren buna riayet etmiş bulunursa, ödünç alana kolaylık göstermiş ve iyi bir iş yapmış olur Satım ve kira akdi akitlerde ise tarafların tesbit edecekleri va'deler bağlayıcı olur Imam Mâlik'e göre, karz akdi, va'de belirlenmekle va'deli olur Delil şu hadistir: "Müslümanlar kendi aralarında belirledikleri şartlara uyarlar" (Buhârî, Icâre, 14, 50) Çünkü taraflar karz akdi ile, bunu devam ettirme veya ikâle yapma bakımından tasarrufa mâlik olurlar Bu arada va'deyi uzatma yetkisine sahiptirler (eş-Şîrâzî, el-Mühezzeb, I, 303; Ibn Kudâme, age, IV, 315) Hanefîlerin meşhur görüşüne göre, ödünç vermenin menfaat celbeden bir tarzda olmaması gerekir Ancak ödünç verenin yararlanması, akit sırasında şart koşmaksızın ve bu konuda örf de bulunmaksızın olmuşsa bunda bir sakınca yoktur Meselâ, ödünç alan kimse, parayı geri verirken ilâve yapsa veya teşekkür olarak evini tercihen ödünç para verene satsa, bunda bir sakınca bulunmaz Câbir b Abdillâh'tan şöyle dediği nakledilmiştir: "Benim Rasûlüllah (sas) da bir hakkım (alacağım) vardı Bana bunu ziyade ederek ödedi" (Müslim, Müsâkât, 120; ea-şevkânî, age, V, 231) Aslında, menfaat celbeden karz yasağı ez-Zeylaî'nin Nasbu'r-Râye'de tesbit ettiği gibi, herhangi bir hadise dayanmaz Bunu şart koşulan veya örf hâlini alan menfaatlarla ilgili olarak düşünmek mümkündür (Zühaylî, el-Fıkhu'l-Islâmî fi Uslûbihi'l Cedid, I, 504) Ödünç verene hediye vermek şart koşulmuşsa bu mekruh olur Aksi halde bir sakıncası bulunmaz Ancak dostlar arasındaki mutat hediye ve ikramlar bundan müstesnadır Rehinden yararlanma da, rehin verenin izniyle mümkün ve caizdir (Ibn Âbidin, Reddu'l-Muhtar, IV, 182; Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere Islâmî Yaklaşımlar, Istanbul 1988, s 87, 94) Islâm'da karz yoluyla kısa va'deli ve küçük kredileri temin etmek mümkün olabilir Bu, akrabalık, dostluk, karşılıklı yardımlaşma, karşılığını âhirette alma, ileride kendisi de benzer ekonomik sıkıntıya düşerse destek hazırlama gibi düşüncelerle yapılabilir Kısa vadeli ihtiyaçların esnaf, tüccar ve komşularla hısım akraba arasında çözümlenmesi ve bundan bir yarar beklenmemesi en güzel ve kalıcı bir çözümdür Bu yolla fertler birbirine yaklaşır, iyilik duyguları güçlenir, ayrıca taraflar sürekli olarak karz-ı hasen sevâbına nâil olurlar Islâm'da uzun va'deli ve büyük krediler için kâr ortaklığı esası getirilmiştir Çünkü bir yarar olmaksızın insanların birbirlerine yardımcı olmaları süreklilik arzetmez Özellikle kredinin miktarı büyüdükçe, bunu karz-ı hasen ölçüleri içinde çözmek mümkün olmaz Krediye ihtiyacı olan iş adamı dürüst çalışır, ortaklarını gerçek mal varlığına hissedar yapar ve gerçek kârı paylaşmaya, ya da ortakların anaparalarına eklemeye razı olursa, kredi problemine çözüm yolu bulmak kolaylaşabilir |
İslam Fıkıh Ansiklopedisi -3- |
11-04-2012 | #8 |
Prof. Dr. Sinsi
|
İslam Fıkıh Ansiklopedisi -3-KAŞ VE TÜY YOLMA Kaşlarının arası bitişik olan bir kadın, sadece bitişen yerlerdeki tüyleri çekebilir mi? Yüzdeki ve özellikle de bıyıklardaki tüyleri, ayrıca bacaklardaki kılları yolabilir mi? Allah Rasûllü Efendimiz (sas) kaşını incelttiren kadına ve bu işi yapana lânet etmiştir Fakat bazı Islâm alimleri, kadının yüzünde anormal olarak (çeşitli hormon bozukluklarından ötürü) biten kılları, kadının kocanın izniyle koparabilir, çünkü bu Allah'ın normal olarak yarattığı ve görmek istediği yaratılış biçimini; yani fıtratı değiştirmek değil, çeşitli hastalıklardan ötürü bozulan kadınlık fıtratını düzeltmek anlamını taşır, demişlerdir Kadın böylece, eğer istiyorsa, kocanın süslenme arzusunada uymuş olur Ibn Âbidîn, bu tür anormal kılları yolmâk, bu maksatla yapılırsa müstehaptır, der Ayaklardaki anormal kılları yolmak için de aynı şey söylenir Yalnız bunları başkalarına güzel görünmek için yapmak, doğuştan bitişik yaratılan kaşları almak ve her kadında normal olarak, biraz farklı ölçülerde de olsa, bulunan bıyık tüycüklerini yolmak haramdır |
İslam Fıkıh Ansiklopedisi -3- |
11-04-2012 | #10 |
Prof. Dr. Sinsi
|
İslam Fıkıh Ansiklopedisi -3-KASAPLARDAN TAVUK, KOYUN, İNEK VB ETİ ALABİLİR MİYİZ? Kasaplardaki tavuk eti dışında eti yenen hayvanların etlerini satın almak, besmelesiz kesilmiş olma şüphesi taşımakla beraber câizdir Bu konuda çoğunluğu Müslüman olduğuna ve şüpheli şeylerden tamamıyla kaçınmanın hayatı zorlaştıracağına itibar edilir (Kâdihân NI/415-416) Tavuk için ikinci bir şüphe, (içindeki pisliğiyle beraber kaynar suya atılmış olma şüphesi) daha vardır Bu yüzden Islâmi usullerle kestiği ve yolduğu kesîn bilinmeyenlerden tavuk almamak gerekir Ayrıca hem tavuk için hem de et için, Müslümanların şartları zorlamalarının ve Islâmî olanı satan kasap bulmaları, ya da oluşturmalarının, bilinçli Müslümanlar için şart olduğu da bilinmelidir Eğer ortada gayr-i Islâmî bir durum varsa, herkes gücü yettiği oranda sorumludur |
İslam Fıkıh Ansiklopedisi -3- |
11-04-2012 | #11 |
Prof. Dr. Sinsi
|
İslam Fıkıh Ansiklopedisi -3-KASETTEN KUR'AN-I KERİM DİNLEMEK Kur'an-ı Kerim dolu kasetlere abdestsiz el sürülmez deniliyor, doğru mudur? Yine vaaz da, Kur'an dan, başka Şeyler de ,dinlenilmez, çünkü onun feyzi olmaz, hiçbir yarari dokunmaz deniliyor Bu yüzden de teyp ve kasete adeta düşmanlık açılıyor, ne dersiniz? Kur'an-ı, usul kitaplarımız şöyle tarif ederler: "Rasûlüllah'a indirilip, mushaflarda yazılı olan ve hiç bir şüphe bulunmayâcak tarzda bize kadar tevatürle gelen kitaptır"( Molla Ciyûn, Nûru'1-envâr I/11,12) Abdestsiz dokunulamayacak olan, Kur'an'ın yazılı olduğu mushaflardır Bantlara mushaf denmeyeceğine göre -Allahu a'lem- onlara abdestsiz dokunmakta beis olmamalıdır Ancak herhalde ihtiyata uygun olan, Kur'an dolu olduğu bilinen bantları da abdestsiz tutmamaktırKur'an-ı Kerim, vaaz ya da dinlemesi haram olmayan diğer şeyleri teypten, radyodan ya da videodan dinlemenin ne mahzuru olabilir?Mahzurlu olan, Kur'an-ı münâsebetsiz yerlerde okumak, okutmak, ya da Kur'an okunurken saygısız davranmak, dinlememek, meselâ konuşup eğlenmek, gülüp lâubâlî hareketlerde bulunmaktır Kur'an teyp vb âletlerden, şartlarına uygun olarak okunuyorsa, dinleme âdâbına uyularak da dinleniyorsa okunur ve dinlenir, okunmalı ve dinlenmelidir Meselâ kadın, tek başına el işini yaparken, mutfağını temizlerken, boş duran kulağı, güzel okunmuş bir Kur'an tilâvetinde olsa, ruhu sürekli Kur'ân'la haşır-neşir bulunsa dahâ iyi olmaz mı? Bize göre daha iyi olur Hattâ öyle yapmalıdır; Kur'an tilâveti ile, çok güzel konuşmalarla, hem rûhunu, hem kültür ve irfanını beslemelidir Tâ ki, ruhun gıdasi diye zehirleyici tangırtılar dinlemesinler, en büyük nimet olan zamanlarını öldürmesinler Teyp vb aletlerden dinlenen Kur'an da Kur'andır, aynı şartlarla dinlenilmesi ve secde âyeti okunursa secde yapılması gerekir Bunu sesin daglardan yankılanmasına benzetemeyiz Bu tıpkı Hz Musa (as)'ın Allah'ı (cc) vasıtasız olarak, ya da ağaç vasıtası ile dinlemesine benzer Nasıl o şekilde duydukları Allah'ın kelâmı ise, bu âletlerden dinlenen Kur'an da Allah'ın kelamıdır Çünkü Kur'an'a Allah'ın kelâmı denmesi, o lafızlarla anlatılan m*****n, Allah'ın ezelî "Kelâm" sıfatına nisbet edilmesi itibari iledir Canlı bir şahıs okurken de Kur'an olan, onun çıkardığı sesler değil, onların manası ve manaların kalıbı olan nazımdır( Mustafa M Ammâra, et-Tergib Hâsiyesi)Bizce el-A'râf suresindeki bir âyet-i kerimede bu söylediklerimizi doğrular anlamdadır: "Kur'an okunduğunda onu hemen dinleyin ki, esirgenmiş olasınız" (7/204) Dikkat edilirse burada "birisi Kur'an okuduğunda" denmemiş de "okunduğunda" denmiştir ki bu, her nasıl olursa olsun okunduğunda, anlamını verirBu tür âletlerden Kur'an dinlenmeyeceğini söyleyenler, elbette dinlerken gösterilecek ciddiyetin, şahıstan dinlerken gösterilecek olan gibi olamıyacağı endişesiyle böyle söylüyorlar Bu endişe bütün bütün yersiz değildir Ama Kur'an okunurken saygının okuyana değil, Allah'a olması gerektiğini bilenler, âletten dinlerken de saygılı olurlar |
İslam Fıkıh Ansiklopedisi -3- |
11-04-2012 | #12 |
Prof. Dr. Sinsi
|
İslam Fıkıh Ansiklopedisi -3-KAVLÎ SÜNNET |
İslam Fıkıh Ansiklopedisi -3- |
11-04-2012 | #13 |
Prof. Dr. Sinsi
|
İslam Fıkıh Ansiklopedisi -3-KAYIN PEDERE HİTAP TARZI Kişinin kayınpederine "baba"; kayınvalidisine "anne" demesinin mahzuru var mıdır? Bu durum ya çok önemli olmadığı ya da Türklerin örfüne has bir keyfiyet olduğu için fıkıh kitaplarımızda yer almaz Biz bu konudaki Islâmî edebi, bilinenlerden hareketle öğrenebiliriz Önce Kur'ân-ı Kerim'de kişinin kayınpederine "baba", kayınvalidesine "anne" demesini isteyen bir âyet-i kerime yoktur Hadislerde de böyle bir şey bilmiyoruz Rasûlüllah Efendimizin (sav) kendisinin Ebûbekir ve Ömer Efendilerimize (ki, onun kâyinpederi idiler) "baba" diye hitap ettiği vaki olmadığı gibi, kendi damadı olan Osman ve Ali Efendilerimizin de ona "baba" dedikleri bilinmemektedir Onlarla alâkalı Hadislerde hep "Ey Allah'ın Rasûlü" dediklerine şahit oluyoruz Rasûlullah'ın hanımları, "mü'minlerin anneleri" (Ahzâb (33) 6) olduğu gibi, kendisi de mü'minlerin manen Babası olduğundan onun, kendi eşlerinin babalarına "baba" demesi uygun olmazdı, diye düşünülebilir ama, kendi damatlarının ona "baba" demelerinin bir değil iki sebebi bulunmâsına rağmen, dememiş olmaları bize, kayınpedere "baba" denmeyeceğine dair ışık tutar Ayrıca Ahzâb sûresindeki iki âyet-i kerime ile Müslim'deki iki hadîs-i şerif de ibareleriyle olmasa dahi işaretleriyle bize bunu anlatırlar "Allah evlâtlıklarınızı sizin çocuğunuz yapmamıştır","Onları kendi babalarına nispet ederek çağırın Bu, Allah katında daha âdildir" (Ahzâb 33/4,5) "Kim Müslümanken Babası olmadığını bildiği halde birisini baba iddia ederse, Cennet ona haramdır," "Babalarınızdan vâzgeçmeyin, kim Babasından vazgeçerse (onu kabullenmezse) bu küfürdür" (Müslim, îmam 113,114,115; Ayrıca bk Cessâs, Ahkâm V/222; Ibn Kesîr VI/377, 78) Işte bu naslar bize işaretleriyle kişinin, kendi ana Babasından başkasına ana baba demesinin uygun olmayacağını da anlatıyor olmalıdır Ancak karı-kocanın birbirlerine karşı yumuşak ve nezaketli olmalarının ve birbiri yakınlarına, diğerinin hoşlanacağı ünvanlarla ve saygıyla davranmalarının birbiri üzerindeki haklarından olduğu da edep kitaplarımızda mevcuttur Öyleyse herkesin, muhatabının statüsüne uygun bir hitapla ona hitap etmesi, en uygun olanıdır Evlenen çocuklarının başkası tarafından ellerinden alındığı duygusunu yaşayan anne-babayı; çocuklarının başkalarına anne, baba diye hitap etmesi, ayrıca rencide edecektir Kayınpeder ve kayınvalidenin kendilerine "anne" ve "baba" denmediğinden ötürü rencide olabilecekleri de düşünülebilir Ama bu, örften ve günümüzde öyle alışıldığından dolayıdır |
İslam Fıkıh Ansiklopedisi -3- |
11-04-2012 | #14 |
Prof. Dr. Sinsi
|
İslam Fıkıh Ansiklopedisi -3-KAYIP MAL |
İslam Fıkıh Ansiklopedisi -3- |
11-04-2012 | #15 |
Prof. Dr. Sinsi
|
İslam Fıkıh Ansiklopedisi -3-KAZA NAMAZI Vaktinin dışında kılınan namaz Kaza; hüküm ve karar verme, yerine getirme demektir Bir görevin vakti geçtikten sonra yapılması, Cenab-ı Hakk'ın ezelî ilminde belirlenmiş bulunan kader yazısının, uygulama zamanı geldikçe gerçekleşmesi Bu sonuncu anlamda "kaza" bir kelâm terimidir Namazın şer'an belirlenen vakti dışında kılınması anlamındaki 'kaza" ise bir fıkıh terimidir Namazın vakti içinde kılınmasına "edâ" bir eksiklik yüzünden yeniden kılınmasına "iâde" denir İslâm'da namaz, oruç ve hac gibi ibadetler için belirli ifa vakitleri konulmuştur Bu vakitlerin kaçırılması hâlinde artık edâ değil, kaza söz konusu olur Farz namazların kendi vakitleri içinde kılınması farzdır Özürsüz olarak bir namazın vaktini geçirmek büyük günahlardan sayılmıştır Mücerred olarak namazın kazası ile, bu kimsenin üzerinden namaz borcu düşerse de, geciktirmekten dolay meydana gelen günah devam eder Bunun için, namazı kaza eden kimsenin, ayrıca Allâh'a tevbe etmesi gerekir Bir de mebrûr hac büyük günahlara keffâret olduğu için hac yapanların, daha önce namazı özürsüz olarak vaktinde kılamamaktan doğan günahlarının da affedileceği umulur Düşman korkusu ve hamile kadının çocuğunun ölümünden korkması gibi ciddi özürlerle farz namaz kazaya bırakılabilir Yolcunun, hırsız ve yol kesicilerden korkması da düşman korkusu kapsamına girer (İbnü'l Hümâm, Fethu'l-Kadîr, Mısır 1389/1970, I, 485 vd; el-Fetâvâ'l Hindiyye, Beyrut 1400/1980, I, 121 vd; İbn Âbidin Reddu'l-Muhtâr ale'd-Dürri'l-Muhtâr, İstanbul 1984, II, 62) Günlük işler, sanat ve meslekler, aile fertlerinin geçimini sağlamak için yapılan çalışma ve yolculuklar namazın geriye bırakılması için özür sayılmaz Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurulur: "Öyle erkekler vardır ki, onları ne bir ticaret, ne bir alış-veriş, Allah'ı anmaktan, namazı dosdoğru kılmaktan ve zekât vermekten alıkoyamaz Onlar, dehşetinden kalblerin ve gözlerin ters döneceği günden korkarlar" (en-Nûr, 24/37) Hz Peygamber'e hangi amelin daha faziletli olduğu sorulunca; "ilk vaktinde kılınan namazdır" cevabını vermiştir (bk Ebû Dâvud, Salât, 9; Tirmizi, Mevârit, 13; Ahmed b Hanbel, Müsned, VI, 374, 375, 440) Hendek Savaşı'nda Rasûlüllah (sas)'i, müşrikler dört vakit namazdan alıkoymuşlar, hatta gecenin de bir bölümü geçmişti Sonunda Allah elçisi, Bilâl-i Habeşi'ye ezan okumasını emir buyurdu Bilâl ezan okudu, sonra kâmet getirdi ve öğleyi kıldılar Sonra kâmet getirerek ikindiyi, sonra yine kâmet getirerek akşam namazını, sonra tekrar kâmet getirerek yatsıyı kıldılar Ebû Saîd el-Hudrî (ra) bu sırada Su âyetin indiğini nakleder: "Allah kâfirleri öfkeleriyle geri çevirdi Hiç bir şey elde edemediler İman edenlere savaşta Allah'ın yardımı yetti Allah mutlak kudret sahihidir her şeye galiptir" (el-Ahzab, 33/25) Ancak Hendek Savaşı sırasında, henüz korku namazı ile ilgili âyet inmemişti Yüce Allah bu âyette şöyle buyurur: "Eğer korku içinde bulunursanız, yaya olarak veya binekli iken namazını kılın Güven içinde bulunduğunuzda da bilmediğiniz şeyleri size öğrettiği şekilde Allah'ı zikredin" (el-Bakara, 2/239; bk en-Nisâ 4/101-103) Hz Peygamber bazı gazvelerinde, daha sonra ashab-ı kiram mecusîlerle yaptıkları savaşlarda "korku namazı" kılmışlar Düşman korkusu yüzünden namazı kazaya bırakma yolunu tercih etmemişlerdir Bunun kılınış biçimi ile ilgili olarak (bk Korku Namazı) Korku namazı Ebû Hanîfe ve imam Muhammed'e göre, düşman, sel baskını, yangın vb korkulu zamanlarda başvurulacak olan ve kıyamete kadar yürürlükte bulunan bir namazdır Bu durum İslâm'ın namaza ve onun cemaatle kılınışına verdiği önemi göstermektedir Ölüm tehlikesi gibi ağır şartlar oluşmadıkça, güç yettiği ölçü ve şekilde, ayakta, oturarak, yatarak, gerektiğinde yalnız, başın iması ile namazın kılınmasının istenmesi, namazın belirlenmiş olan vakti içinde kılınmasını sağlamak amacına yöneliktir Rasûlüllah (sas), namazın ancak iki durumda kazaya kalması halinde mü'minin özürlü sayılacağını ifade etmek üzere şöyle buyurmuştur: "Kim uyur kalır veya unutarak namazı vaktinde kılmamış bulunursa, onu hatırlayınca kılsın" (Tirmizî, Salât, 16, Mevâkit, 53; İbn Mâce, Salât, 10) Burada yalnız uyku ve unutma halinde vaktinde kılınamayan namazın kalasından söz edildiği için ibn Hazm gibi bazı bilginler bir mazeret olmaksızın namazını kasten kılmayanların, daha sonra bunu kaza edemeyeceklerini fakat bunun yerine Allah'a tevbe ve istiğfar etmenin daha uygun olacağını söylemişledir (İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, Terc Ahmed Meylânî, İstanbul 1973, I, 268) Ancak İslâm fakihlerinin büyük çoğunluğuna göre zamanında kılınamayan farz namazların kazası da farzdır Çünkü uyku veya unutma gibi bir özür hâlinde bile kaza gerekince, bir özrü olmaksızın namazını vaktinde kılmayanlara da kaza etmeleri öncelikle gerekir Ayrıca, namazı geciktirmekten dolayı Allah'a tevbe ve istiğfar edilir Namazı kaza etmeden yapılacak tevbe geçerli olmaz Çünkü tevbenin ön şartlarından birisi, önce ma'siyetten vazgeçmektir (İbnü'l-Hümâm, age, I, 485 vd; İbn Âbidin, age, II, 62-67) Ebû Bekir ibnü'l-Arabi'ye göre Rasûlüllah (sas) yolculuklarında, üç defa uyuyarak, sabah namazım ashab-ı kiramla kaza etmiştir Bunlardan birisi Hayber Gazası dönüşüdür Ebû Hüreyre'den nakledildiğine göre, Allah'ın Rasûlü konaklama yerinde, uyku basınca istirahate çekilmiş ve Bilâl (ra)'e kendilerini sabah namaz için uyandırmasını bildirmiştir Bilâl, nâfile namaz kılmış, sabah yaklaşınca da, hayvanına dayalı olarak uyuya kalmış Güneş yüzlerine vuruncaya kadar aşırı yorgunluktan ne Rasûlüllah (sas) ve ne de sahabeden hiçbiri uyanmamışlardı İlk uyanan Rasûlüllah olmuş ve Bilâl'ı uyarmıştır Kafilenin ilerlemesinden bir müddet sonra Ashab'a abdest almaları emredilmiş, Hz Peygamber iki rek'at namaz kılmış, sonra Bilâl kamet getirmiş ve sabah namazı cemaatle kaza edilmiştir Sonra Allah elçisi şöyle buyurmuştur: "Her kim namazını unutursa, onu hatırladığı zaman hemen kılsın Çünkü, Allah: "Beni anman için namaz kıl" (Tâhâ, 20/ 14) buyurdu" (Müslim, Mesâcid, 309; Ebu Dâvud, Salât, 11; Tirmizi, Tefsîru Sûre, 20; İbn Mâce, Salât, 10; Ahmed b Hanbel, Müsned, IV, 47) Ebu Katâde ve İmran b Hüsayn'ın ayrı ayrı naklettiği başka bir yolculukta da uyku sebebiyle sabah namazı Rasûlüllah (sas) tarafından güneş doğup beyazlaştıktan sonra kaza olarak kılınmıştır Burada, olayı rivâyet edenler hangi yolculuk olduğunu belirtmedikleri için, hadisçiler, bunun Hayber, Tebük, Hudeybiye veya Ceyşü'l-Umerâ gazâsına ait olabileceğini ifade etmişlerdir (bk Buhârî, Teyemmüm, 6; Menâkıb, 25; Müslim, Mesâcid, 311, 312; Sahîh-i Müslim Terceme ve Şerhi, IV, 1955-1963) Kaza namazlarının kılınışıyla ilgili fıkhi hükümleri şöylece özetlemek mümkündür: Vaktinde kılınmamış olan beş vakit farz namazların, kazası farz Vitir namazı gibi vacip kazası da vaciptir Namazların sünnetlerinin durumu ise şöyledir: Sabah namazının farzıyla birlikte sünneti vaktinde kılmamışsa, güneşin doğuşundan sonra istivâ (gündüzün ortası) vaktine kadar bu sünnet farzı ile birlikte kaza edilir Güneşin doğuşundan önce veya istivadan sonra kaza edilmez Öğle namazının ilk sünneti cemaatle farza yetişmek için terkedilirse farzdan sonra ve son iki rekat sünnetten önce kaza edilir Son iki rekattan sonra da kaza edilebilir Burada sünnet için kaza teriminin kullanılması mecaz yoluyladır (bk İbn Abidin, age, II, 65) Terk edilen sünnetlerin kazası gerekmez Ancak başlanıldıktan sonra herhangi bir sebeple terk edilen sünnet veya nafile namazın kazası vacip olur Kadınlar özel hallerinde kılamadıkları farz namazlarını kaza etmezler Fakat tutamadıkları oruçları kaza ederler Üzerinde kazaya kalmış namaz borcu bulunmayan veya kazaya kalmış namazlarının toplamı altı vakti geçmemiş bulunan kimseye "tertib sahibi" denir Altı vakit namazı kazaya kaldığı takdirde tertip sahibi olmaktan çıkar, kaza namazları arasında veya kaza namazlârıyla vakit namazları arasında sıra gözetilmesi gerekmez Tertip sahibinin kaza namazı ile vakit namazları arasında sırayı gözetmesi gerekir Tertip sahibi olmayan kimse kazaya kalan namazını kılmadan diğer namazlarım kılabilir Tertip sahibi olan bir kişi bir tarz namazını veya Ebu Hanîfe'ye göre vacip olan vitir namazını özürsüz olarak veya hayız ve nifas dışında bir özürle vaktinde kılmamış olsa bu namazı ilk vakit namazından önce kaza etmesi gerekir Çünkü gerek kaza namazları arasında ve gerek bunlarla vakit namazları arasında sırayı gözetmek şarttır Kazaya kalmış namazlar birden fazla olupta vakit bunlardan yalnız bir kısmı ile vakit namazları kılmaya elverişli olursa sıraya uymak gerekmez Bir kimsenin vitir namazından başka altı vakitten fazla veya altı vakit namazı kazaya kalmış olsa bunları kaza etmeden vakit namazlarını kılabilir, çünkü kaza namazları vitirden başka altı vakit olunca çok, altı vakitten noksan olunca az sayılır Kazaya kalan namazlarda niyet, aakit namazlarda olduğu gibi şarttır Ancak kazaya kalan namazlar çok olursa ve tayini mümkün olmazsa niyetleri "kazaya kalmış ilk" veya "kazaya kalmış son" namaz olarak yapılır Kazaya kalmış namazların vakitleri ve sayıları belli ise ona yöre niyet edilir Dâru'l-harb'de müslüman olup da bilgisizliği yüzünden namazlarını kılmamış olan kimse, daha sonra dini görevlerini öğrense bu namazları kaza etmesi gerekmez Yükümlü olabilmek için bilgi şarttır Dâru'l-İslâm'da hidayete eren kimse bu konuda özürlü sayılmaz İhtida etmeden önceki namazlarını kaza etmez, bunlar Allahu Teâla tarafından affedilmiştir, ancak ihtida ettikten sonra namazlarının kılmakla ve bilgisizliği veya ihmali yüzünden kılmadığı namazlarını da kaza etmekle yükümlüdür Kaza namazları imam ve cemaatin aynı namazı kılmaları şartıyla cemaatle de kılınabilir Kaza edilen namaz sabah, akşam ve yatsı namazı gibi sesli okunan namazlardan ise, imam sesli okur, değilse içinden okur Kaza namazlarının evde kılınması daha iyidir Çünkü kazaya namaz bırakmakla büyük bir günah işlenmiştir, bunun teşhir edilmemesi gerekir Kaza namazlarının belirli vakitleri yoktur Üç kerahet vakti dışında her vakitte kaza namazı kılınabilir Kaza namazı kılmak nafile namaz kılmaktan daha iyidir Fakat kaza namazı kılmak maksadıyla farz namazların müekked ve gayr-i müekked sünnetlerini terketmek doğru değildir Mukim iken kazaya bırakılmış olan bir namaz yolculuk sırasında kılınmak istenirse kısaltılmadan kılınır Yolculuk sırasında kazaya bırakılan bir namaz da beldesine döndükten sonra kaza edilmek istenirse kısaltılarak kılınır Aşağıdaki üç vakitte ne kazaya kalmış farz namazlar, ne vitir gibi vacip namaz ve ne hazırlanmış durumdaki cenaze namazı kılınamaz Daha önce okunmuş olan secde âyetinden dolayı "tilâvet secdesi" de yapılamaz 1 Güneşin doğmasından, kırk-elli dakika geçip, yükselmesine kadar 2 Güneşin tam başımızın üzerinde bulunduğu vakit Buna zeval ânı denir 3 Güneşin sararmasından, yani gözleri kamaştırmaz bir hale geldiğinden itibaren, batıncaya kadar olan vakit Bu üç vakitte kılınacak kaza namazının iadesi gerekir Bunun dışındaki vakitlerde kaza namazı kılmak mümkün ve caizdir İmam Şafii'ye göre ise kaza namazı her zaman kılınabilir Söz konusu kerahet vakitlerinde de kaza namazı kılmak caizdir Namazlarını özürsüz olarak kasten terkeden ve bunları kaza edemeden vefat eden kimse, büyük günah yükü ile âhirete geçmiş olur Onun işi yüce Allah'la kendisi arasındadır Bu namazların, tevbe, istiğfar veya keffâret yoluyla telâfi edileceğine dair açık bir âyet, hadis veya icmâ yoktur Ancak yaşlılık veya sürekli hastalık nedeniyle orucunu tutamayanların, kaza edemeden ölümleri hâlinde, bunun "fidye" ile telâfisi hükmüne (bk el-Bakara, 2/184) kıyas yapılarak veya "ihtiyat" prensibine dayanılarak, hanefilerde "namaz fidyesi" de müstahsen görülmüştür (bk "İskat ve Devir" maddesi) Allah'la şehidler arasındaki hakların affedileceği nass'la (bk el-Bakara, 2/154; Âlu İmrân, 3/169; en-Nisâ, 4/69; Müslim, İmâre, 152; Nesâî, Cihâd, 22; Ahmed b Hanbel, II, 322, III, 251, 289) belirtilmiştir Şehidler, daha önce kılamadıkları namazların affı konusunda istisnâ olabilirler (Kaza namazı için bk İbnü'l-Hümâm, age, I, 458 vd; el-Fetâvâ'l-Hindiyye, I, 121 vd; İbn Âbidîn, age, II, 62 vd) |
|