Geri Git   ForumSinsi - 2006 Yılından Beri > Eğitim - Öğretim - Dersler - Genel Bilgiler > Eğitim & Öğretim > Tarih / Coğrafya

Yeni Konu Gönder Yanıtla
 
Konu Araçları
adan, büyükleri, türk, zye

A'dan Z'ye Türk Büyükleri...

Eski 11-04-2012   #1
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

A'dan Z'ye Türk Büyükleri...





A'dan Z'ye Türk Büyükleri

Mustafa Kemal Atatürk

Mustafa Kemal Atatürk,1881 yılında Selânik'te doğdu Babası Ali Rıza Efendi, annesi Zübeyde Hanım'dır

Ali Rıza Efendi Selânik yerlilerindendi Uzak dedeleri Vidin'den ayrılarak Serez'de yerleşmişler, oradan da Selânik'e gelmişlerdi A1i Rıza Efendi, hayatının ilk devirlerinde gümrük memurluğu yapmış, daha sonraları memuriyeti terk ederek kereste ticareti ile meşgul olmuştu Atatürk'ün annesi Zübeyde Hanım da Selânik yakınlarında Langaza adı verilen kasabada yerleşmiş eski bir Türk ailesine mensuptu Bu aile, soy olarak Anadolu'dan Rumeli'ye geçmiş yörüklerdendi ve 'Varyemezoğulları' olarak tanınıyorlardı Bu ailenin Langaza'da büyük çiftlikleri vardı; tarım yanında hayvancılıkla meşgul idiler

1871 yılında Zübeyde Hanım ile evlenen Ali Rıza Efendi'nin henüz elli yaşlarında iken 1888 yılında ölmesi üzerine, yedi-sekiz yaşlarında yetim kalan küçük Mustafa'nın büyütülmesi ve yetiştirilmesi görevi, Zübeyde Hanım'a düştü Küçük Mustafa, ilk öğrenimine bir süre annesinin arzusuna uyarak Hafız Mehmet Efendi'nin mahalle mektebinde devam etti Fakat çok geçmeden babasının isteği ile Selânik'te Şemsi Efendi Mektebi'ne geçti ve ilkokulu burada bitirdi Küçük Mustafa, bu okulda okurken babası öldü Bu sıralarda isimleri Makbule ve Naciye olmak üzere kendisinden küçük iki kız kardeşi bulunuyordu

Babaları öldüğü zaman küçük Mustafa yedi, Makbule bir yaşını henüz doldurmuştu; Naciye ise kırk günlüktü Bu en küçük kardeşleri genç kız iken Selânik'te öldü Ali Rıza Efendi'nin ölümü üzerine, Zübeyde Hanım üç çocuğu ile bir süre Selânik yakınlarındaki Rapla çiftliğinde subaşılık yapan kardeşi Hüseyin Efendi'nin yanına yerleşti Çiftlik hayatı nedeniyle küçük Mustafa'nın öğrenimi ister istemez bir süre aksamıştı Fakat çok geçmeden Selânik'e dönerek halasının yanında, bıraktığı yerden öğrenimine devam etti

Küçük Mustafa, Şemsi Efendi İlkokulu'ndan sonra bir süre Selânik Mülkiye Rüştiyesi'ne devam etti ise de bu okuldan ayrıldı ve 1893 yılında kendi kararı ile Askerî Rüştiye'ye müracaat ederek öğrenimine burada devam etti

Yazları, dayısı Hüseyin Efendi'nin yanına gider, okul zamanına kadar çiftlikte kalırdı Mustafa bu okulu gerçekten sevmişti Arkadaşları arasında zekâsı ve üstün yetenekleri ile kısa zamanda kendisini gösterdi ve öğretmenlerinin sevgisini kazandı

Bu okulda matematik öğretmenliği yapan Yüzbaşı Mustafa Efendi, genç öğrencisinin yetenekleri ve zekâsı karşısında sınıftaki diğer Mustafa'larla aralarındaki farkı belirtmek üzere öğrencisinin adının sonuna "Kemal" ismini ilâve etti Artık genç öğrenci Mustafa Kemal olmuştu

Mustafa Kemal, Selânik Askerî Rüştiyesi'ni bitirdikten sonra 1896 yılında Manastır Askerî İdadisi'ne girdi Burada Ömer Naci i1e arkadaşlık etti İlerde ünlü bir hatip olarak tanınacak olan bu kişi, Mustafa Kemal'in hitabet ve edebiyat sevgisinde etkin rol oynadı Yakın arkadaşlarından biri olacak olan Ali Fethi (Okyar) de bu okulda öğrenci idi Genç Mustafa Kemal, askerî öğreniminin yanı sıra yabancı dil öğrenimini de ihmal etmiyor; yazları izinli olarak Selânik'e döndüğü zaman Fransızca dersleri alıyordu

Genç Mustafa Kemal, Manastır Askerî İdadisi'ni de başarı ile bitirerek 13 Mart 1899 tarihinde İstanbul'da Harp Okulu'na girdi 3 senelik başarılı bir Harbiye öğreniminden sonra 10 Şubat 1902'de bu okulu Teğmen rütbesiyle bitirdi ve öğrenimine Harp Akademisi'nde devam etti1903 yılında Üsteğmen olmuştu11 Ocak 1905 tarihinde de Kurmay Yüzbaşı rütbesiyle Harp Akademisi'nden mezun oldu

Harp Okulu'nda ve Harp Akademisi'nde de zekâsı, yetenekleri ve üstün kişiliği ile kendisini arkadaşlarına ve hocalarına tanıtmış, onların içten sevgi ve saygısını kazanmıştı Askerlik derslerine büyük ilgisi yanında matematiğe, edebiyata ve güzel söz söylemeye karşı da merakı ve eğilimi vardı Harbiye'de ve Harp Akademisi'nde, memleket ve millet davaları ile ilgilenmesi, düşüncelerini cesaretle ifadeden çekinmemesi sebebiyle aydın ve inkılâpçı bir subay olarak tanınmıştı

Harp Akademisi'nden mezuniyetini izleyen günlerde istibdat ve padişahlık rejimi aleyhindeki düşünceleri ve durumu, şüphe çekerek birkaç ay İstanbul'da tutuklu kaldı; sonra bir nevi sürgün olarak vazife ile 5 Şubat 1905 tarihinde Suriye bölgesine, Şam'a atandı Şam'da 5 Ordu'nun emrinde kaldığı üç yıl içinde Suriye'nin hemen her yerini görevle dolaşmış, memleket idaresindeki aksaklıkları, ordunun eğitim ve öğretimindeki eksiklikleri daha da yakından görmüştü Mustafa Kemal, burada 1906 yılı Ekim ayı içinde güvendiği bazı arkadaşlarıyla gizli olarak "Vatan ve Hürriyet Cemiyeti"ni kurdu Bu arkadaşlarıyla beraber Beyrut, Yafa ve Kudüs'te de kurdukları cemiyeti genişletti

Bir ara gizli olarak Mısır ve Yunanistan yoluyla Selânik'e geçerek burada da "Vatan ve Hürriyet Cemiyeti"nin bir şubesini açtı ve tekrar Şam'a döndü Bir süre daha Şam'da kaldı Bu sıralarda 20 Haziran 1907 tarihinde Kolağası (kıdemli yüzbaşı) oldu ve Şam'daki Ordunun Kurmay Başkanlığında bir göreve getirildi

Mustafa Kemal 13 Ekim 1907'de merkezi Manastır'da bulunan 3 Ordu Karargâhına atandı Bu Karargâhın Selânik'teki şubesinde çalışmak üzere Selânike geldi Bu sıralarda Selânik'teki "Vatan ve Hürriyet Cemiyeti" üyelerini de içine almış olan ittihat ve Terakki Cemiyeti faaliyet halinde idi Mustafa Kemal de Selânik'e gelişini takiben bu cemiyete dahil olarak hizmet görmeye başladı Memleketin istibdat idaresinden kurtarılması, yapılacak yenilikler onun da baş düşüncesiydi Selânik'e gelişini takiben kısa bir süre sonra 22 Haziran 1908 de Üsküp-Selânik arasındaki demiryolu müfettişliği de 3 Ordu Karargâhındaki görevine ek olarak kendisine verildi

Bu esnada Rumeli'de faaliyet gösteren "İttihat ve Terakki Cemiyeti" Abdülhamit'i,1876 Anayasasını yeniden yürürlüğe koymaya ve kapatılan Meclis-i Mebusan'ı tekrar toplantıya çağırmaya zorlamaktadır "Ittihat ve Terakki Cemiyeti nin bu girişimleri adım adım II Meşrutiyetin ilânına uzandı

23 Temmuz 1908 tarihinde İkinci Meşrutiyet ilân edildiği zaman Mustafa Kemal, Kolağası rütbesiyle Selânik'te askerî görevini sürdürmekte, bir yandan da "İttihat ve Terakki Cemiyeti" içinde çalışarak İstanbul'daki siyasi gelişmeleri yakından izlemektedir O, II Meşrutiyet gibi büyük bir inkılâbı takiben yapılanları kâfi görmüyor; bu fırsattan yararlanılarak memlekette daha büyük ve daha köklü değişikliklerin gerçekleştirilmesi gereğine inanıyordu Fakat kendisinin görüşleri "İttihat ve Terakki Cemiyeti ileri gelenlerinin görüş ve düşüncelerine uymadı Buna rağmen fikirleriyle zamanın söz sahibi kişilerini uyarmaktan da çekinmiyordu

II Meşrutiyet'in ilânı üzerinden henüz bir sene geçmemişti ki İstanbul'da 13 Nisan 1909'da bu harekete karşı, bir isyan gelişti Mustafa Kemal, 31 Mart Vak'ası olarak bilinen bu isyanı bastırmak üzere Rumelide oluşturulan Hareket Ordusu'nun Kurmay Başkanlığına getirildi ve bu ordu ile 19 Nisan 1909 tarihinde İstanbul'a geldi Hareket Ordusu'nun gerek yolda gerekse İstanbul'daki sevk ve idaresinde Kurmay Başkanı olarak önemli hizmetler gördü

1911 Mart'ında Arnavutluk'ta bir isyan çıktı Bu isyanı bastırmak üzere düzenlenen harekâtta Harbiye Nazırı Mahmut Şevket Paşa'nın yanında görev aldı Mustafa Kemal, 15 Ocak 1911'de 3 Ordu Karargâhındaki görevinden alınarak önce 5 Kolordu Karargâhında, daha sonra yine Selânik'te bulunan 38 Piyade Alayı'nda görevlendirildi

27 Eylül 1911 tarihinde İstanbul'da Genelkurmay Başkanlığında bir göreve tayin edildi Mustafa Kemal bu atama üzerine İstanbul'a gelerek bir süre Genelkurmay Başkanlığında çalıştı 5 Ekim 1911'de İtalyanlar Trablusgarp'a hücum ederek istilâ hareketlerine başlamışlardı Mustafa Kemal, bu bölgede görev almak üzere 15 Ekim 1911'de İstanbul'dan ayrıldı Trablusgarp'a gelişini takiben bir süre Tobruk ve Derne Bölgelerinde gönüllü mahalli kuvvetlerin başında bulundu12 Mart 1912 de Derne Komutanlığına getirildi Bu sıralarda 27 Kasım 1911 tarihinde binbaşılığa terfi etti

1912 yılı Ekiminde Balkan Harbi başlamıştı Mustafa Kemal, 24 Ekim 1912'de Trablusgarp'tan hareket ederek İstanbul'a geldi 21 Kasım 1912'de Gelibolu'da bulunan Bahr-i Sefîd (Akdeniz) Boğazı Kuvay-ı Mürettebesi Komutanlığı Harekât Şubesi Müdürlüğüne atandı

Mustafa Kemal, Balkan Harbinden sonra, 27 Ekim 1913 tarihinde Sofya Ataşemiliterliğine atandı11 Ocak 1914 tarihinden itibaren Belgrat ve Çetine Ataşemiliterliklerini yürütme görevi de kendisine verildi Sofya Ataşemiliterliğine atandığı günlerde yakın arkadaşı Ali Fethi (Okyar) de Sofya Elçiliğine atanmıştı Mustafa Kemal Sofya Ataşemiliterliği esnasında 1 Mart 1914 tarihinde yarbaylığa terfi etti1915 yılı Ocak sonlarına kadar Sofya'da kaldı

İngiliz donanması 18 Mart 1915 günü Çanakkale Boğazını geçmeye teşebbüs etti ise de kıyı topçusunun başarılı savunması karşısında, muvaffak olamayarak ağır zayiat verdi Donanması ile Boğazı geçemeyen düşman, bu defa Gelibolu Yarımadasını çıkarma ile zorlamaya karar verdi Olaylar bu şekilde gelişirken, Genelkurmay Başkanlığı da 23 Mart 1915 tarihinde Gelibolu'da 5 Ordu kurulmasına karar vermiş, Komutanlığına da Alman Generali Liman von Sanders'i atamıştı Liman von Sanders, muhtemel düşman taarruzuna karşı kuvvetlerini üç gruba ayırarak planını yapmış; Mustafa Kemal'in başında bulunduğu kuvvetleri ordu ihtiyatına almıştı Mustafa Kemal bu plan gereğince 18 Nisan 1915 günü Tümeniyle Bigalı'ya geçti Düşman birlikleri 25 Nisan 1915 günü Seddülbahir ve Arıburnu bölgesinden ilk çıkarma hareketine başladı Ancak çıkarma hareketi ilk gün karşısında Mustafa Kemal'i buldu Mustafa Kemal, çıkarmanın başladığını görür görmez, kuvvetlerini süratle Bigalı'dan Conkbayırı'na sevketmişti Arıburnu'ndan Conkbayırı'na ilerleyen İngiliz kuvvetleri, o gün, Mustafa Kemal'in komuta ettiği 19 Tümen kuvvetlerinin taarruzu ile geri çekilmeye mecbur edildi

Mustafa Kemal, Çanakkale Cephesindeki bu üstün başarıları üzerine 1 Haziran 1915'de Albaylığa terfi etti

Mustafa Kemal, 27 Ocak 1916'da karargâhı Edirne'de bulunan 16 Kolordu Komutanlığına atandı Kısa süre sonra bu Kolordu'nun aynı isimle Diyarbakır'da kurulması kararı üzerine yine Kolordu Komutanı olarak 11 Mart 1916'da Diyarbakır-Bitlis-Muş Cephesine tayin edildi 1 Nisan 1916 da Generalliğe yükseltildi

30 Ekim 1918 tarihinde de Osmanlı Devleti, itilâf devletleri ile Mondros Mütarekesi'ni imzalayarak I Dünya Savaşından çekildi Mustafa Kemal Paşa, Mondros Mütarekesi'nin imza edildiği günün ertesi, 31 Ekim 1918 tarihinde Yıldırım Ordular Grubu Komutanlığına getirildi ise de artık yapacak bir şey kalmamıştı 7 Kasım 1918 tarihinde bu Grup Kumandanlığı'nın da Padişah iradesiyle kaldırılması üzerine Adana'dan hareketle 13 Kasım 1918 günü İstanbul'a geldi

16 Mayıs 1919 günü Bandırma vapuru ile İstanbul'dan hareket eden Mustafa Kemal Paşa, 19 Mayıs 1919 sabahı Samsun'da Anadolu topraklarına ayak bastı Kendisinin Anadolu'ya gönderiliş gerekçesi, "Samsun ve çevresindeki asayişsizliği yerinde görüp incelemek ve tedbir almaktan ibaretti

Mustafa Kemal Paşa, Amasya Tamimi adıyla ünlü bu genelgesini yaptıktan sonra Erzurum'a geçmek üzere 27 Haziran 1919'da Sivas'a geldi Şehirde kaldığı 1 günlük süre içinde, Erzurum Kongresi'ni takiben Sivas'ta yapılacak Kongre için ilgililere gerekli direktifleri vererek Erzurum'a hareket etti

Atatürk, 3 Temmuz 1919 günü Erzurum'a geldi Atatürk, Erzurum'a gelişinden 5 gün sonra, 8/9 Temmuz 1919'da çok sevdiği askerlik mesleğinden ve görevinden istifa etti Artık bir millet ferdi olarak, milletten kuvvet, kudret ve ilham alarak tarihi vazifesine devam ediyordu Askerlikten istifasını takiben Erzurumluların isteği üzerine Vilâyat-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti Erzurum şubesinin Heyet-i Faale başkanlığına getirildi Cemiyet,o günlerde daha evvelce alınan bir karar gereğince doğu illerini kapsayan bir kongrenin hazırlıkları içinde idi Mustafa Kemal'in Heyet-i Faale reisi olarak bu kongreye iştiraki mümkündü; fakat o, bu kongreye özellikle Erzurum'dan üye olarak iştirak etmek istiyordu Ne çare ki Erzurum üyeleri evvelce seçilmişti; ama buna da bir çözüm bulundu Erzurum'un iki değerli evlâdı, Kâzım Yurdalan ve Cevat Dursunoğlu Erzurum üyeliğinden istifa etmek suretiyle yerlerini Mustafa Kemal ve Rauf Bey'e bıraktılar Bu suretle Mustafa Kemal Paşa'nın kongreye girişi meşruluk kazandı

Erzurum Kongresi, 23 Temmuz 1919'da tek katlı bir ilkokul salonunda 62 delegenin iştirakiyle toplanmıştı Kongre bir kurucu meclis gibi çalışarak 14 gün devam etti ve 7 Ağustos 1919 da çalışmalarına son verdi Kongreyi geçici başkan olarak Erzurum delegelerinden Hoca Raif Efendi açmış, delegelerin isim okunarak yoklaması yapıldıktan sonra başkanlık seçimine geçilmişti Yapılan oylamada Mustafa Kemal Paşa başkan seçildi Millî Mücadeleye bayrak olan bir kongrenin Erzurum'da toplanışı bir tesadüfün eseri değildi Mondros Mütarekesi'nden sonra müdafaa şuurunun en keskin bir şekilde meydana çıktığı bölgelerden biri Erzurum idi Erzurum Kongresi Türk tarihinde önemli bir dönüm noktası oldu Türk Kurtuluş Savaşı' nın ilk temelleri bu Kongre'de atılmış, alınan tarihî kararlar Millî Mücadele'nin temel kurallarını oluşturmuştu

Erzurum Kongresi, memleketin bütününü ilgilendiren tarihî kararlarıyla bölgesel bir kongre olmaktan çıkmış, kendisinden sonra gelişecek tüm olayları büyük ölçüde etkilemişti Zira Sivas Kongresi kararları, Erzurum Kongresi kararlarına dayandı Misak-ı Millî'nin esasında Erzurum Kongresi kararları yer aldı Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin toplanış ve açılış gerekçesi Erzurum Kongresi kararlarına oturtuldu Mudanya ve Lozan antlaşmalarının bağımsızlığı savunan ruhu; ilhamını Erzurum Kongresi kararlarından aldı Cumhuriyet rejiminin ruhu, irade-i milliyeyi hâkim kılmak esasında toplandı

Öte yandan Yunanlılar sürâtle ilerleyerek, 8 Ocak 1921 günü Çivril ve Pazarcık'ı, 9 Ocak sabahı da Bilecik ve Bozüyük'ü işgal ettiler Fakat bütün bu işgallere, güç şartlara, iki ayrı düşmanla savaş mecburiyetine rağmen sonucun zaferle biteceği hususunda başta Atatürk olmak üzere Millî Mücadele liderlerinin inançları asla sarsılmamıştı

I İnönü Muharebesi, 9 Ocak 1921 günü öğleden sonra Yunanlıların Bozüyük yönünden şiddetli taarruzu ile başladı Ufak bir köyden ismini alan İnönü, şimdi Türk Kurtuluş Savaşında dönüm noktası olacak bir muharebeye sahne oluyordu Ve yıllar sonra bu muharebeyi idare eden komutana, Atatürk tarafından "İnönü" soyadı verilecekti Muharebenin ilk günü Batı Cephesi kuvvetleri ile Yunanlılar arasında çok çetin çarpışmalar oldu Yunanlıların her taarruzu, karşı taarruzla cansiperane püskürtülüyor, ilerlemelerine imkân verilmiyordu Anlaşılan düşman, umduğunu bulamamıştı İnönü mevzilerinde boş cepheler yerine, Türk kuvvetlerinin piyade ve topçu ateşiyle karşılaşmaları, onlar gerçekten şaşırtmıştı

Savaş, 10 Ocak günü de sabahtan akşama kadar bütün şiddetiyle devam etti O sabah, Batı Cephesi Komutanı Albay İsmet Bey de Gediz'den muharebe meydanına gelmiş, savaşı bizzat ateş hattında idareye başlamıştı Bir ara bir alay kadar düşman kuvveti, mevzilerimizdeki bir boşluktan istifade ederek Batı Cephesinin karargâhı bulunan İnönü istasyonunun kuzeyine kadar sokulmaya muvaffak oldu Bu kritik vaziyet karşısında cephe karargâhı istasyondan alınarak süratle İnönü köyüne nakledildi ve cephenin bu kesimi kuvvet kaydırarak takviye edildi Askerlerimiz aralıksız devam eden düşman taarruzlarını, bir an gerilemeksizin göğüslüyorlar; Yunanlıların ilerlemesine imkân bırakmıyorlardı

Sonunda tükenen, gücü kırılan düşman oldu 2 gündür devam eden taarruzlarından bir başarı elde edemediğini, edemeyeceğini anladı Artık bu safhada onlar için yapılacak bir şey vardı: Geri çekilmek! Gerçekten Yunan kuvvetleri,10 Ocak 1921 gecesi verdikleri kararla 11 Ocak günü sabahından itibaren Bursa yönünde geri çekilmeye başladılar Bu zafer müjdesi üzerine,11 Ocak 1921 günü Atatürk, Batı Cephesi Komutanı Albay İsmet Bey'e şu telgrafı çekiyordu: "Bu başarının, mukaddes topraklarımızı düşman istilâsından tamamen kurtaracak olan kesin zafere hayırlı bir başlangıç olmasını Allah'tan diler, Batı Cephesinin bütün subay ve erlerini kazandıkları bu zafer dolayısıyla tebrik ederim"

Gerçekten I İnönü zaferi, Atatürk'ün ifadesiyle kesin zafere hayırlı bir başlangıç olmuş, onu II İnönü, Sakarya, 26 Ağustos ve 30 Ağustos gibi daha büyük zaferler izlemiştir

I İnönü zaferi içerde ve dışarıda büyük etkiler yarattı; büyük siyasî gelişmelere sebep oldu Bu zaferden sonradır ki, ümitsizlikler boğulmuş, yeni kurulan devlet, sarsılmaz temeller üzerine oturmaya başlamış, 20 Ocak 1921 günü ilk Anayasamız, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde kabul edilmişti

Yine bu zaferle içerde asayiş ve güven sağlanmış, düzenli ordu kurma çalışmaları daha da kolaylaşmıştı I İnönü zaferinin dışarıdaki etkileri de önemliydi Bu zaferle düzenli ordu, düşman karşısında ilk sınavını veriyor, dost ve düşman önünde yenilmez iradesini sergiliyordu Bu zafer, yabancı devletlere de artık, millî hükümetin hatırı sayılır bir varlık olduğunu gösteriyordu Bu gelişmeler sebebiyledir ki İtilâf devletleri, 21 Şubat 1921'de toplanan Londra Konferansı'na İstanbul Hükümeti i1e beraber Ankara Hükümetini de çağırdılar

Ancak zaferin gerçek sahibi Ankara Hükümeti idi Bu sebeple Ankara delegeleri, Osmanlı heyeti içinde yer almayıp millî davayı savunmak üzere ayrı bir ekip oluşturdular O kadar ki Osmanlı baş delegesi Sadrazam Tevfik Paşa, konferansta söz hakkını Ankara Hükümeti temsilcilerine bırakmak mecburiyetinde kaldı İşte bu gelişmeler sonucu İtilâf devletleri yeni bir barış teklifi hazırlamak zorunda kaldılar Yine I İnönü zaferinin millî hükümete kazandırdığı dış itibar sayesinde 16 Mart 1921 tarihinde Sovyet Rusya ile "Moskova Antlaşması" imzalandı Londra'da da Fransa ve İtalya ile barış yolunda bazı müzakereler oldu

Ancak Yunanlılar, bu mağlubiyetten ders almayarak kısa süre sonra 23 Mart 1921 günü aynı cephelerden tekrar ileri harekâta geçtiler 27 Mart 1921 günü Yunanlıların İnönü mevzilerine taarruzu ile başlayan, II İnönü muharebesinde de düşman taarruzları birincisinde olduğu gibi durduruldu 31 Mart 1921'de Batı cephesi kuvvetlerinin karşı taarruza geçmesi sonucu Yunanlılar geri çekilmeye başladılar Nihayet 1 Nisan 1921 günü binlerce ölü ile doldurdukları muharebe meydanını tekrar terk zorunda kaldılar

Bu suretle Batı cephesinde düşmana karşı II İnönü Zaferi adını alan bir büyük başarı daha kazanıldı Mustafa Kemal Paşa, Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa'ya gönderdiği kutlama telgrafında: "Siz orada yalnız düşmanı değil, milletin ters talihini de yendiniz!" diyordu

1921 yılının Temmuz başlarında Yunanlılar Ankara Hükümetinin reddettiği Sevr Antlaşmasını gerçekleştirmek amacıyla Anadolu topraklarına durmadan kuvvet çıkararak Türklere karşı yeni bir taarruza hazırlandılar Nihayet bu genel düşman taarruzu,10 Temmuz 1921 günü, bütün Batı Cephesi boyunca takviyeli kuvvetlerle başladı Harekât ilerledikçe Yunan kuvvetleri ile Türk kuvvetleri arasında yer yer şiddetli çarpışmalar oldu

Ancak gerek insan gücü gerekse araç ve gereç yönünden Türk kuvvetlerinden sayıca fazla durumda bulunan Yunanlılar birçok yerleri işgal ettiler Afyon, Eskişehir, Kütahya, Bilecik art arda düşman eline geçti Cepheden gelen bu kaygı verici haberler üzerine 18 Temmuz 1921 günü Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Mustafa Kemal Paşa, Ankara'dan Karacahisar'daki Batı Cephesi Karargâhına geldi Takviyeli kuvvetlerle gelişen Yunan ilerleyişi karşısında, o günkü şartlar altında imkânları sınırlı Türk ordusu için daha da ileri kayıpları önlemek üzere yeni bir strateji tespitine gerek gördü ve Cephe Kumandanı İsmet Paşa'ya şu direktifi verdi:

"Orduyu, Eskişehir'in kuzey ve güneyinde topladıktan sonra, düşman ordusuyla araya bir mesafe koymak lâzımdır ki, orduyu derleyip toparlamak ve güçlendirmek mümkün olabilsin Bunun için Sakarya'nın doğusuna kadar çekilmek yerindedir!"

Bu strateji uygulandı ve Batı Cephesindeki Türk ordusu geri yürüyüşe geçerek 25 Temmuz 1921'de tamamen Sakarya Nehri'nin doğusuna çekildi Bu karar, harp yönetimi bakımından isabetli bir davranıştı Zira kayba uğrayan, azalan kuvvetlerimizin, tutunduğu mevzilerde tazelenen taarruz gücüne karşı çekilmeksizin uzun sure direnmesi daha büyük kayıpların sebebi olacaktı

İnkılâp Tarihimizde "Kütahya-Eskişehir Savaşları" adını alan ve Sakarya'nın doğusuna çekilmemizle sonuçlanan bu çarpışmalarda ordumuz kendisinden sayıca 2 misli fazla düşman kuvvetleri karşısında oldukça ağır zayiat vermiş, gerek çarpışmalar gerekse geri çekiliş esnasında şehit, yaralı ve kayıp olmak üzere 40000'e yakın silâhlı kuvvetimiz yok olmuştu Ayrıca araç ve gereç kaybımız da büyüktü

Ordumuzun bu, Sakarya'nın doğusuna çekiliş günlerinde Bakanlar Kurulu, tekrar gelişebilecek yeni bir Yunan taarruzuna karşı tedbir olmak üzere Hükümet Merkezi'nin Ankara'dan Kayseri'ye nakline karar verdi; ancak Meclisten onay almak gerekiyordu Hükümet kararı, Büyük Millet Meclisi'nin gizli oturumunda açıklandı Meclis şahlanmıştı: "Biz buraya kaçmaya mı ,geldik, yoksa düşmanla dövüşmeye mi?" Millet temsilcileri, Ankara'yı harpsiz teslim etmeyi kabul etmediler; hedef son tepeye kadar dövüşmekti Bu heyecanlı konuşmalar üzerine Meclis, tahliyenin aksine Ankara'nın müdafaasına, bunun için gerekli hazırlıkların yapılmasına karar verdi

Bütün bu zor şartlara, geçici çekilişe rağmen sonunda düşmana kesin darbe indirileceğine dair, başta Atatürk olmak üzere Millî Mücadele liderlerinin inançları asla sarsılmamıştı Mustafa Kemal Paşa'ya göre "Pek uzak olmayan bir gelecekte karşımızdaki Yunan ordusu tükenecek, sonunda imhası mümkün hale gelecekti" Ancak başarının en önemli şartı, herkesin bu sonuca candan inanması ve bu uğurda maddî ve manevî tüm güçlerini memleket savunmasına yöneltmesi idi

Ayrıca unutulmaması gereken nokta, ordumuz, düşmanın arzu ettiği yerde değil, bizim arzu ettiğimiz yerde kesin muharebeye girecek ve ona, orada kati darbeyi vuracaktı Bu bakımdan gerektiğinde geri çekilişin, bazı yerleri düşmana terk edişin büyük bir önemi yoktu Askerliğin gereğini kararsızlığa düşmeden uygulamak gerekiyordu Ne çare ki liderlerin bu inancına rağmen Sakarya'nın doğusuna çekilmenin yarattığı maneviyat bozukluğu Meclise de aksetmişti Yeni bir ordu oluşturulurken meydana gelen bu ağır kayıp, bu çekilme ister istemez sarsıntılara sebep olmuş; bazı çevreleri haklı olarak endişe ve tedirginlik kaplamıştı

Bu hava içinde 4 Ağustos 1921 günü Büyük Millet Meclisi'nin gizli oturumunda askerî durum ve Başkomutanlık teşkili üzerinde heyecanlı görüşmeler oldu Milletvekilleri, yorgun orduyu yeniden canlandıracak, memleketi bu badireden kurtaracak son çareyi aramaktadırlar Bu çare, Mustafa Kemal'in fiilen ordunun başına geçmesidir Çünkü o, katıldığı bütün savaşlarda yenilmemiş kumandandır Bu sebepledir ki konuşmalar onun başkomutanlığı üzerine alması görüşünde birleşti Taraftarları gibi muhalifleri de kendisinden, ordunun başına geçmesini istemektedirler Meclis'in büyük çoğunluğu, taraftarları kurtuluş için tek çarenin bu olduğu, başka çıkar yol bulunmadığı fikrindedirler

Meclis'te 4 Ağustos 1921 günü başlayan bu görüşmeler, ertesi gün de aynı heyecanla devam etti Mustafa Kemal Paşa, önce tartışmaların dışında kaldı Ancak konuşmamasının, tavrını açıkça ortaya koymamasının, onun da gelecekten ümitsiz olduğu şeklinde yorumlanması ihtimaline karşı, kendisini Başkomutan görmek isteyen millî iradenin bu ısrarı karşısında, Meclis Baş kanlığına şu önergeyi sundu:

"Meclis'in sayın üyelerinin umumî surette beliren arzu ve istekleri üzerine Başkomutanlığı kabul ediyorum Bu vazifeyi, kendi üzerime almaktan doğacak yararları en kısa zamanda elde edebilmek ve ordunun maddî ve manevî kuvvetini en kısa zamanda artırmak ve yönetimini bir kat daha kuvvetlendirmek için, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin haiz olduğu yetkileri fiilen kullanmak şartıyla üzerime alıyorum Hayatım boyunca millî hâkimiyetin en sadık bir hizmetkârı olduğumu milletin nazarında bir defa daha doğrulamak için bu yetkinin 3 ay gibi kısa bir müddetle sınırlandırılmasını ayrıca istiyorum"

Bu önerge Meclisin yetkilerini kullanma isteği sebebiyle bazı itirazlara sebep oldu Ancak durum, olağanüstü bir durumdu ve ölüm kalım mücadelesi gibi olağanüstü şartlar konuşuyordu Bu şartlar içinde Mustafa Kemal Paşa tarafından kabul edilen görev gerçekten çok büyük ve önemli, diğer bir ifade ile Türk milletinin mukadderatı ile ilgili idi Düşman karşısındaki cephede vakit geçirmeksizin en seri, en doğru kararları verebilmek, ancak Meclisin yetkilerini anında kullanmakla mümkündü

Nihayet Meclis, bu isteğinde kendisini haklı gördü Görüşmeler sonucu, 5 Ağustos 1921 günü, "Mustafa Kemal Paşa'ya 3 ay süre ile askerliğe ait hususlarda Meclisin yetkilerini kullanmak koşuluyla Başkomutanlık tevcih eden Kanun, Büyük Millet Meclisi'nde oybirliği ile kabul edildi

Başkomutan, artık plânını yapmış ve kesin şekilde uygulamaya başlamıştır Hedef, muvaffakiyete götürecek bütün tedbirleri en kısa zamanda almaktır Bu amaçla 7 ve 8 Ağustos 1921 günleri, kendi imzasıyla 10 adet "Tekâlif-i Milliye" yani "Millî Vergi" emri yayımladı Bu emirler gereği her ilçede bir "Millî Vergi Komisyonu" kuruluyordu Her evden ordunun ihtiyacı için bir kat çamaşır, bir çift çorap, bir çift çarık isteniyordu Ordunun malzeme ihtiyacı için tüccarın elinde bulunan stoklardan yüzde kırkına parası zaferden sonra ödenmek üzere el konuluyordu Herkes hububat, hayvan ve yem bakımından stoklarının yüzde 40'ını yine parası sonradan ödenmek üzere orduya verecekti Halkın elinde bulunan savaşa elverişli bütün silâh ve cephane, 3 gün içinde ordu ambarına teslim edecekti Memleketteki demircilerin, dökümcülerin, marangozların, sanayi imalâthanelerinin listesi çıkacak ve sahiplerinin isimleri belirlenecekti Böylece bütün memleket, gelecekteki zafer için olağanüstü bir seferberliğe davet edilmişti

Başkomutan bu acil tedbirleri aldıktan sonra 12 Ağustos 1921 günü Ankara'dan hareketle Polatlı'daki Cephe Karargâhına geldi Artık Mustafa Kemal Paşa, cephede ve fiilen Türk ordusunun başında idi

Yunan ordusu 13 Ağustos 1921 günü Sakarya'daki Türk mevzilerine doğru yeniden ileri harekâta başladı 15 Ağustos 1921 günü Yunan Kralı Konstantin, ordularına "Ankara'ya!" emrini verdi Durmaksızın ilerleyen Yunanlılar, birçok şehir ve kasabalarımızı işgal ederek sonunda Sakarya'daki savunma hattımıza dayandılar

23 Ağustos 1921 günü, Yunan ordusunun taarruzu ile Sakarya Meydan Muharebesi başladı Bütün cephe boyunca taarruz ve karşı taarruzlarla çok şiddetli muharebeler oldu Yunan taarruzu, bir çok yerde kıtalarımız tarafından düşmana ağır zayiat verdirilerek durduruldu Ancak takviyeli Yunan kuvvetlerinin önemli mevzilerimizi ele geçirdikleri, Polatlı'ya kadar yaklaştıkları, top seslerinin Ankara'dan duyulduğu zamanlar oldu Türk mevzileri bir çok noktada yarılmasına rağmen, her nokta inatla savunuluyor, kaybedilen her hattın gerisinde yeni bir savunma hattı oluşturuluyor, böylece düşmanın ilerlemesine imkân verilmiyordu

Zira Başkomutan, savaş stratejisi için şu formülü koymuştu: "Hatt-ı müdafaa yoktur, sath-ı müdafaa vardır O satıh bütün vatandır Vatanın her karış toprağı, vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça terk olunamaz Onun için, küçük büyük her birlik bulunduğu mevziden atılabilir Fakat küçük, büyük her birlik, ilk durabildiği noktada, tekrar düşmana karşı cephe teşkil edip muharebeye devam eder Yanındaki birliğin çekilmek zorunda kaldığını gören birlikler, ona tâbi olamaz Bulunduğu mevzide sonuna kadar dayanmağa ve mukavemete mecburdur"

Başkomutanın ortaya koyduğu, harp yönetimi bakımından büyük önem taşıyan bu kural, Sakarya'da aynen uygulanmış ve mukaddes vatan toprakları, her kaybedilen hattın gerisinde vakit geçirmeksizin yeniden bir hat teşkili suretiyle sonuna kadar savunulmuştur Düşman aştığı her tepenin ardında "Ankara var!" hülyasıyla harp ediyor, Mustafa Kemal Paşa ise Yunan kuvvetlerini, son darbeyi indireceği yere, memleketin harim-i ismetine çekiyordu Nihayet düşmanın taarruz gücü, ilerleme kuvvet ve kudreti gittikçe tükenmeye başladı Yunan birlikleri ana mevzilerinden çok uzaklaşmış, gerçekten Türklerin harim-i ismetine düşmüştü

Artık taarruz sırası Türklerindi 10 Eylül 1921 günü başlayan karşı taarruzumuzla düşmana ağır zayiat verdirilmiş, bu taarruz sonucu Yunanlılar batıya doğru çekilmeye başlamıştı Bütün savaş boyunca cepheden ayrılmayan Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, zaman zaman da en ileri mevzilerde görülmüş, hatta ateş hattına girmişti

Başkomutanın en ileri hatta, taarruz eden kıtaların yanında görülmesi ve muharebeyi ateş hattında bizzat takip edişi şüphesiz ki subay ve erlerimizin maneviyatları üzerinde büyük tesir yaptı "Sakarya Meydan Muharebesi" adını alan bu büyük ve kanlı savaş, 22 gün 22 gece devam etmiş ve nihayet 13 Eylül 1921 günü, düşman Sakarya Nehri'nin doğusunda tamamen imha edilerek büyük bir zafer kazanılmıştı Bu anlamlı ve büyük başarı üzerine 19 Eylül 1921 günü Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından, Başkomutan Mustafa Kemal Paşa'ya Kanunla Müşir (Mareşal) rütbesi ve "Gazi" unvanı verildi



Bu sebeple kendileri barışa yanaşmıyorlar, işgal ettikleri toprakları ellerinde bulundurarak vakit kazanmak suretiyle daha kârlı çıkmayı amaçlıyorlardı Başkomutan Mustafa Kemal Paşa ise düşmanın hayal ürünü bu hesaplarının dışında taarruz hazırlıklarını sürdürmek suretiyle gerçekçi bir yol izliyor; ancak taarruzun zamanını ve şeklini son derece gizli tutuyordu

Nihayet eldeki bütün imkânlar kullanılarak, memleketin maddî ve mânevî bütün güçleri seferber edilerek taarruz zamanının geldiğine karar verildi Ama yine de Yunanlılar asker sayısı, araç ve gereç yönünden üstünlüklerini korumakta idiler Başkomutan tarafından en ince ayrıntılarına kadar hazırlanan Büyük Taarruz ve onu izleyecek meydan muharebesi planı, 27/28 Temmuz 1922 gecesi, Akşehir'e çağrılan ordu komutanlarına açıklandı Onların da görüşleri alınarak Batı Cephesi Ordularına 6 Ağustos 1922'de gizli olarak "taarruza hazırlık" emri verildi

26 Ağustos 1922 sabahı saat 530 da topçularımızın ateşiyle Kocatepe'den Büyük Türk Taarruzu başladı Başkomutan da bu esnada Kocatepe'de bulunuyordu Taarruz, kısa sürede Afyon Konya demiryolu hattı boyunca başarılı bir şekilde gelişti Bu hattın güneyinden I Ordu, kuzeyinden II Ordu taarruz ediyordu Ancak cephenin ağırlık merkezi, I Ordu bölgesinde toplanmıştı Başkomutan Mustafa Kemal Paşa'nın büyük bir basiretle ateş hattında yönettiği bu taarruzda ordumuzun Genelkurmay Başkanlığını Fevzi (Çakmak) Paşa, Batı Cephesi Komutanlığını İsmet Paşa üstlenmişti I Ordu'ya Nurettin Paşa, II Ordu'ya Yakup Şevki Paşa Süvari Kolordusu'na da Fahrettin (Altay) Paşa komuta ediyordu

Süratli taarruz sonucu, 26/27 Ağustos gecesi Yunan ordusunun bir çok mevzisi düşürüldü Ani baskın şeklinde gelişen bu taarruz karşısında şaşıran Yunanlılar çekilmeye başladı 27 Ağustos 1922'de ordumuz düşman işgalindeki Afyon'a girdi Türk ordusunun bu ilerleyişi karşısında Yunan ordusu, Dumlupınar mevzilerine çekilme kararı aldı Kuvvetlerimiz 29 Ağustos günü de Dumlupınar mevzilerine taarruza başladı 30 Ağustos günü Dumlupınar bölgesinde 200000 kişilik Yunan ordusu tamamen kuşatılmıştı

13 Ekim 1923'de Ankara, Büyük Millet Meclisi kararı ile, Türkiye Devleti'nin Hükümet Merkezi oldu Artık mevcut yönetimin isminin de açıkça ifadesi ve ilânı gerekiyordu Nihayet 29 Ekim 1923 akşamı, -yapıları bir Anayasa değişikliği ile- Cumhuriyet ilân olundu

Bu sonucu takiben Cumhurbaşkanlığı seçimine geçildi Ankara Milletvekili Mustafa Kemal Paşa, oybirliği ile Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk Cumhurbaşkanı seçildi

3 Mart 1924'te halifelik de kaldırıldı ve son halifeyle beraber Osmanlı hanedanı yurt dışına çıkarıldı Bu devre esnasında şapka ve kıyafet inkılâpları yapıldı Tekkeler, zaviyeler, türbeler kapatıldı; Şeriye ve Evkaf Vekâleti kaldırıldı Lâik devlet prensibi kabul edilerek din ve devlet işleri kesin olarak birbirinden ayrıldı Hukuk alanında, şeriye mahkemeleri ve Mecelle kaldırılarak Türk Medenî Kanunu'yla beraber birçok yeni kânunlar kabul edildi İlim ve kültür işlerine büyük önem verildi Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu kurularak Türk tarihi ve Türk dili üzerinde çalışmalar yapıldı Medreseler kapatılarak Cumhuriyet okulları açıldı Eğitim ve öğretimde, millî bir yol takip edildi

Harf inkılâbı meydana geldi; Arap harfleri terk edilerek Lâtin harfleri esasına dayanan Türk alfabesi yapıldı Üniversitede de büyük bir reform gerçekleştirilerek ona çağdaş bir görünüm kazandırıldı; bu arada ihtiyaç duyulan çeşitli fakülteler ve kürsüler açıldı Uluslararası takvim, saat ve rakamlar kabul edildi Kadın hukukunda refor yapıÎarak Türk kadınına seçme ve seçilme hakkı tanındı

Ekonomik hareketlere önem verildi 1923 yılında Türkiye'de ilk defa olarak bir İktisat Kongresi toplanarak memleketin ekonomik problemleri görüşüldü Ziraî faaliyetler genişletildi; ticaret ve millî sanayi geliştirildi Sağlık işlerine önem verildi Güçlü bir ordu kuruldu

İnkılâpların memlekette daha süratle ve daha sağlam yerleşmesi için bütün Türk halkını içine almak üzere Cumhuriyet Halk Partisi teşkil edildi Cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, devletçilik, lâiklik ve inkılâpçılık Türkiye siyasetinin ilkeleri olarak kabul edildi

Mustafa Kemal, inkılâpların büyük kısmını başardıktan sonra Türk bağımsızlık mücadelesini ve yeni Türkiye'nin kuruluşunu anlatan büyük Nutkunu yazdı Bunu 1927 yılında, Parti Kongresinde altı gün devam eden büyüleyici hitabetiyle okudu

1934 senesinde Meclis, özel bir kanunla kendisine "ATATÜRK" soyadını verdi Son senelerinde bitmeyen bir heyecanla Hatay' ın anavatana ilhakına çalıştı Kendisinde mevcut karaciğer kifayetsizliği zamanla ağırlaştı; son günlerini hasta ve rahatsız olarak geçirdi

10 Kasım 1938 perşembe günü saat dokuzu beş geçe Dolmabahçe Sarayı'nda hayata gözlerini kapadı Ölümü bütün dünyada derin akisler yaptı ve büyük üzüntü yarattı Atatürk'ün naşı, tahnit edilerek Dolmabahçe Sarayı salonunda özel bir katafalka yerleştirildi Türk bayrağına sarılı ve başında silâh arkadaşlarının nöbet tuttuğu tabut, üç gün müddetle milletin ziyaretine bırakıldı Naşı, bilâhere 20 Kasım'da Ankara'ya getirildi 21 Kasım'da büyük törenle Etnografya müzesindeki geçici kabrine kondu

Cenaze törenine bütün dünya devletleri özel temsilciler gönderdi Çanakkale'de ve diğer muharebelerde ona karşı savaşmış yabancı generaller törende bilhassa dikkati çekiyordu

10 Kasım 1953'te naşı, Etnografya müzesinden alınarak muhteşem bir törenle Anıtkabir'e nakledildi


Alıntı Yaparak Cevapla

A'dan Z'ye Türk Büyükleri...

Eski 11-04-2012   #2
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

A'dan Z'ye Türk Büyükleri...




SULTAN II ABDÜLHAMİD HAN

Abdülmecid'in oğludur Annesi Abdülmecid'in Çerkez asıllı kadın efendisi Tir-i Müjgandır 21 Eylül 1842 tarihinde Çırağan Sarayında dünyaya geldi 1853 yılında, 11 yaşında iken annesi veremden ölünce manevi annesi ve padişahın çocuksuz kadın efendisi Pirustu'nun elinde büyüdü

Orijinal fotoğraflardan II Abdülhamid'in kartal burunlu, orta boylu, parlak ve iri gözlü, siyah düz saçlı o1duğunu görmek mümkündür Karakteri hakkında ise, hakkında çok spekülasyon yapılan bir padişah olması nedeniyle tarafsız nitelendirmeler yapmak imkânsızdır

İslam Ansiklopedisi'nde II Abdülhamidin biyografisini yazan Hamid Ongunsu, onu "zeki ve özellikle gerçek karakterini ve düşüncelerini gizlemekte pek mahir" olarak tanımlamaktadır Bazı kayıtlarda içine kapanık, kendi halinde, davranışlarında samimi olmayan, sözünde durmayan bir kimse olarak da tanımlanır Bu yanlış tanımlamalara karşılık bütün kaynaklar onun müthiş bir zeka ve hafızaya sahip, çalışkan, azimli, vefakar ve şüpheci olduğunda hemfikirdir Aynı zamanda saygılı ve nazik olduğunu, gönül almasını bildiği de söylenir

II Abdülhamid'in eğitim düzeyi hakkında Ongunsu gibi yazarlar güçlü bir eğitimi olmadığı nitelendirmesini yaparken, Cevdet Küçük gibi kendisine daha ılımlı yaklaşanlar iyi bir eğitim aldığını ifade eder

Ancak tarihçiler II Abdülhamidin, Gerdankıran Ömer Efendiden Türkçe, Ali Mahvî Efendi'den Farsça, V'akanüvis Lütfi Efendi'den Osmanlı Tarihi, Edhem ve Cemal Paşalarla Gardet adındaki bir Fransızdan Fransızca, Guarelli ve Lombardi adındaki iki İtalyandan da Musikî öğrendiğini kaydederler

Gençlik günlerinde veliaht olarak büyük kardeşi Şehzade V Murad görüldüğü için saray çevrelerinde fazla ilgi görmeyen Abdülhamid, bu nedenle aşırılıktan uzak, sade bir hayat yaşamıştır

Bir taraftan Kadirî tarikatına eğilim göstermesi, diğer taraftan da iyi bir klasik batı müziği dinleyicisi olması, onun farklı bir kişilikte olduğunu göstermektedir Boş zamanlarında Batıdan getirdiği opera, orkestra, piyanist ve kemancılara sarayda konserler verdirdiği de kaydedilmektedir Marangozluk yapmak, kılıç kullanmak, ata binmek ve tabanca ile atış yapmak hobileri arasındaydı

Ancak; hiçbir zaman çalışmalarını aksatmamış, yoğun bir çalışma programı yürüterek günde 16 saat mesai yaptığı geceler çok olmuştur Bu özellikleri nedeniyle ciddiyetten taviz vermeyen, hata ve ihmali kolay kolay affetmeyen bir kişiliği vardı Sorumlulukları dağıtır, fakat kesin kararı hep kendisi verirdi

Aile hayatı hakkındaki bilgilere gelince; Abdülhamid'in 8 kadın Efendi, 5 İkbal ve 3 gözdesi olduğu kaydedilmektedir Bu eşlerinden 12 kız, 9 erkek olmak üzere 21 çocuğu olmuştur

Sultan Abdü1hamit, 33 yıllık bir saltanat yaşamından sonra 1909'da tahttan indirilmiş, önce Selanik daha sonra da İstanbul'da gözetim altında tutulmuş, 10 Şubat 1915 tarihinde 73 yaşında iken vefat etmiştir

Dedesi II Mahmud'un adıyla bilinen İstanbul Divanyolundaki II Mahmut Türbesinde yatmaktadır

II Abdülhamidin tahta çıkması Osmanlı devletinin çok buhranlı bir dönemine rast geldi Mithat Paşa ve arkadaşları devletin içinde bulunduğu zor şartların Sultan V Murad'ın yönetiminin zayıflığından kaynaklandığını ve sorunların çözümünün anayasal bir monarşide yer aldığını düşünüyorlardı SonundaAbdülhamid'in anayasayı ilan edeceğinin sözünü alarak Sultan VMurad'ı tahttan indirdiler

II Abdülhamid'in anayasal düzen ve Mithat Paşa ile ilgili icraatı Türk tarihçiliğinde tartışmalı bir konu olarak yer almıştır Abdülhamid anayasanın kendisine verdiği yetkiye dayanarak 5 Şubat 1877 tarihinde kamuoyunda ve Avrupalı devletler nezdinde büyük popülaritesi ve itibarı bulunan Mithat Paşa'yı görevden almış ve sürgüne göndermiştir Ancak meşruti düzene dokunmamış ve seçimlerin ardından 19 Mart 1877 tarihinde meclisi açmıştır

İlk Türk Parlamentosu özelliği taşıyan ve 141 üyeden oluşan Meclis-i Mebusan üyelerinin 115'i mebus, 26'sı ayan idi Bu mebusların 69u Müslüman, 46'sı gayri müslimdi Büyük bir kısmı gayrimüslim olan bir meclisi açma kararı, II Abdülhamid'in başlangıçta liberal olduğunu veya en azından liberal ve meşruti bir sisteme karşı olmadığını göstermektedir

Buna rağmen II Abdülhamid meclisi dağıttığı için despotluk ile suçlanmıştır Halbuki Abdülhamid davranışlannda samimidir, ancak meclis lağvetmesinin sebebi, Meclis-i Mebusanın ve getirdiği meşruti rejimin Osmanlı-Rus savaşında ülkede kargaşaya sebep olmasıdır Abdülhamid ve Genç Osmanlılar, Anayasanın ilanı ve meşruti idarenin kurulmasının devletin yıkılışını engelleyeceğini, gayrimüslim tebaanın devlete bağlanmasını sağlayacağını ve büyük devletlerin Osmanlıya karşı politikalarını yumuşatacağını düşünüyorlardı

Bunların hiç birisi gerçekleşmediği gibi, daha da kötüsü oldu ve devletin bütünlüğü tehdit altına girdi Bunun üzerine II Abdülhamid çatlak seslerin çıktığı ve devlete sahip çıkma konusunda çok samimi bulmadığı Meclis-i Mebusanı dağıtarak, bütün yetkileri bir mutlak hükümdar gibi üzerine aldı Böylece 1908 yılına kadar sürecek olan II Abdulhamid'in totaliter idaresi başlamış oldu

Eğitim seviyesi ve sultan olarak hazırlanmamasına rağmen, kendisinden beklenmeyecek bir performansla II Abdülhamid beş yıl içerisinde güçlü bir iktidar kurmayı başardı Hemen bütün tarihçiler onun bu başarısını, yermelerine rağmen bir siyasi strateji harikası olarak nitelendirmektedir Kilit noktalara baş yaverlik payesiyle kendi adamlarını yerleştirmek, liberalleri anayasaya dayanarak görevden uzaklaştırmak, savaşın başarısızlığını generallere bağladıktan sonra onları sürgüne gönderen Abdülhamid, rakiplerini zamanla tek tek çevresinden uzaklaştırmayı başarmıştır

Öte yandan Plevne Kahramanı Gazi Osman Paşa gibi halkın gözünde itibarı olan kişilerin karizmalarından yararlanmayı ihmal etmemiş adeta Rusya'nın zaferini kendisinin tek başına iktidar olması için kullanmıştır Zaten Meclis-i Mebusanı dağıtma ve anayasayı askıya alma işlemlerini de Rusya baskısının bir sonucu olarak rahatça yapar

Artık çevresindeki bürokrasi konumunu kendine borçludur Padisah totaliter idarenin şartlarını hazırlamış, Yıldız Sarayına taşınarak da kendisini, Tanzimat'ı ve zayıf padişahları çağrıştıran simgelerden kurtarmıştır Gerçekten de taşınma da dahil Abdülhamid'in bu tarihten sonra yaptıklarının tesadüf olmadığı açıktır Artık Yıldız'da yeni bir dönem başlatmıştır

Onun bu yükselişini anlamak için siyasi gelişmelerin de bilinmesinde yarar vardır

Bilindiği gibi Eylül 1876'da II Abdülhamid çok tehlikeli diplomatik bir durum devralmıştı Osmanlı Imparatorluğu Sırbistan ve Karadağ ile savaş halindeydi Rusya, Bulgar isyanının başarısızlıkla sonuçlanmasını ve Balkanlardaki diğer gelişmeleri ve imzalanan Londra şartlarının yerine getirilmediğini bahane ederek Osmanlılara savaş ilan etmişti Romenler, Sırplar, Karadağlılar ve Bulgarları yanına alan Rusya hızla güneye doğru ilerleyip Türkleri, Bulgar topraklarından çıkarmak için etnik tarihi planları uygularken, Osmanlı Devleti içinde bulunduğu malî ve askerî durum ve dış ülkelerden siyasi veya başka türlü destek alamadığından hiçbir şey yapamıyordu

Rumeli ve Kafkasya'da cepheden çekilen Osmanlı ordusunu peşinden gelen yüz binlerce göçmen izliyordu İşte cephede bu olaylar olurken, kendisine çok ümit bağlanan Meclis-i Mebusan, muhtelif mülkiyet gruplarının mücadele ve entrika sahhnesi haline gelmişti Nazik durum hiç hesaba katılmıyor, Ermeni ve Rum mebuslar kendi dillerinin resmi dil olması gibi döneme hiç uymayan teklifleri tartışmaya açıyorlardı

Ayrıca Rus ordusu Istanbul'a yaklaştığı sıralarda durumun daha da kötüleşmesini önlemek için Edirne'de Ruslarla imzalanan Edirne Antlaşması da bunlara, padişahı ve çevresini yıpratma fırsatı vermişti Halbuki padişah mütareke sonrası barış şartlarının Anayasa çerçevesinde mecliste görüşülmesi taraftarıydı Buna karşılık saraydaki toplantıya katılan mebuslar savaşın hezimet ve sona ermesinden doğrudan padişahı suçladılar Sadrazamın ve kumandanların azlini istediler Nazırların meclise gelip hesap vermesi gibi talepleri öne sürdüler

II Abdülhamid savaşın hâlâ sürdüğünü ve durumun kritikliğini öne sürerek buna razı olmadı Sadece sadrazam Ethem Paşa'nın yerine Ahmet Hamdi Paşa'yı getirdi Buna rağmen 22 Ocak'ta teklif kabul edildi Bunun üzerine padişah, anayasaya dayanarak I3 Şubat 1878 tarihinde Mebusan Meclisini süresiz olarak kapattı Ancak Meşrutiyet ve anayasadan yazgeçtiğine dair hiçbir beyanda bulunmadı Aksine devlet salnamelerinde bu iki müessesesinin varlığından sık sık bahsettirdi ve şeklen meşruti devlet şekli devam etti

İnisiyatif ve sorumluluğun padişaha geçmesinden sonra II Abdülhamid, 3 Mart 1878 yılında Ruslarla savaşa son veren Ayastefanos Antlaşmasını imzaladı Ancak bu anlaşmaya İngiltere ve Rusya itiraz ederek şartların Berlin'de bir kongrede görüşülmesini istediler Diğer taraftan İngiltere, konferansta Osmanlı devletine yardım edeceği bahanesiyle 4 Haziran 1878 tarihinde Kıbrıs adasının yönetimini geçici olarak üzerine aldı Ancak bu tavize rağmen görüşmelerde İngiltere Osmanlılara karşı ilgisiz kaldı ve Sultan Abdülhamid istemeden çok ağır şartlarla Berlin Anlaşması'nı imzalamak zorunda kaldı (13 Temmuz 1878)

Bu anlaşma sonucu Osmanlı Devleti çok ağır bir harp tazminatı ödemekle kalmadı, aynı zamanda Sırbistan, Romanya ve Karadağ bağımsızlıklarını kazandılar Bulgaristan prensliği kuruldu Ermeniler için doğuda reform yapılması kararlaştırıldı Dahası Osmanlı Devleti'nin ekonomik durumu bozuk olduğu için vaat ettiği harp tazminatının karşılığında Kars, Ardahan ve Batum Rusya'ya bırakıldı Bosna-Hersek ise Avusturya tarafından işgal edildi

Böylece Abdülhamid'in tahmin ettiği gibi Berlin'de büyük devletler Osmanlı İmparatorluğu'nu paylaşma planlarını hayata geçirmişlerdi Dolayısıyla bu planların önlenmesi ümidiyle Abdülhamid'in bizzat verdiği Kıbrıs tavizi de işe yaramamış, stratejik öneme ait bir ada İngilizlere devredilmişti

Bu tarihe kadar devam eden olayların gelişmesinde II Abdü1hamid'in rolü olmamış, fakat mutlakiyet yönetimini kurmasına ve 1881 yılı sonlarından itibaren idareyi tamamen kontrolüne almasına ortam hazırlanmıştır Yönetimi paylaşmanın ülkeye felaket getirdiğine inanan ve artık aleyhinde sözler söylenmesine dahi tahammülü kalmayan II Abdülhamid, hükümeti, ulemayı ve orduyu avucunun içine aldı

Bundan sonra kafasındaki Osmanlı'yı yeniden canlandırmak için planlarını ve düşüncelerini bir bir uygulamaya koyar Ancak İslamcı olarak nitelendirilen ve halifeliğin avantajlarına sığınan Abdülhamid tuhaf bir seçenekle karşı karşıyadır İddialı reform planlarını hazırlama konusunda en büyük destekçisi Ingiliz Büyükelçisi Layord'dur

Fakat despot bir idare kurmakla suçlanan II Abdülhamid, bilindiği imajının tersine adalet reformu, eğitim reformu, çevre düzenlemesi, demiryolları inşası, savunma sisteminin modernleştirilmesi gibi pek çok reform ve düzenlemeyle ülkeyi batı standartlarına yaklaştırır Adeta Cumhuriyetin mimarları ve alt yapısı bu reformlar sayesinde meydana çıkmıştır

Ne var ki bu reformların faturası kabarık olmuştur Abdülhamid'den önce Abdülaziz döneminde alınan borçların ödenmesi sırasında yaşanan problemler yüzünden devletin kredibilitesi düşmüştü II Abdülhamid'in bu sorunu aşmak için yapabileceği çok fazla şey de yoktu İthalat haklarını donduran kapitülasyonlar nedeniyle gümrük politikası işlemiyordu İltizam sistemi eski verimini vermiyordu Vergiler çiftlik sahiplerinin tavırları yüzünden toplanamıyordu

İşte ekonomik alandaki bu durumu düzeltebilmek için II Abdülhamid işe koyuldu Önce devletin dış borç kredibilitesini düzeltmek amacıyla bankerlerle bir anlaşma yaptı (22 Kasım 1880) Daha sonra, dış borçlar için ayrı bir düzenleme yaparak devletin yıllık gelirlerin yarısından fazlasını tüketen ve devletin prestijini sarsan dış borçların tasfiyesine girişti

Avrupalı alacakların temsilcileriyle 20 Aralık 1881 tarihinde bir anlaşma imzaladı "Muharrem kararnamesi" olarak meşhur olan bu anlaşma ile II Abdülhamid alacaklı ülkelere belli devlet gelirlerini toplamak üzere Düyûn-u Umumiyye'yi kurma imtiyazı tanıyordu Bu kararname yüzünden II Abdülhamid Türk tarihçilerinden çok eleşiri aldı ve tarihçiliğimizde polemik doğurdu

Ancak bu durum geçici bir rahatlık sağlamıştı II Abdülhamid'in mali portreyi düzelttikten sonra yönetimde ve ülkede nüfuzunu arttırmak için ilk defa "Padişah ödeneği" ayrıldı Bu padişahın şahsen bütçenin bir kısmını kendi ve ailesinin kullanımına ayırtması demektir Bu uygulama kesin bir dille ifade edilebilir ki kişisel amaçlarla kullanılmamıştır

II Abdülhamid padişah ödeneğini yatırımlara, tarım alanlarının satın alınmasına, özellikle 1879 yılından sonra Mezopotamya da toprak satın alınmasına harcamıştır

Albertine Juvaideh'in araştırma sonuçlarına göre padişah bu yolla mesela Bağdat Vilayeti ekilebilir topraklarının 1/3'üne kadar salıip olmuştur Filistin, Musul, Basra ve diğer bazı vilayetlerde de durum farklı değildir Çiftlikat-ı hümayun denilen bu politikanın tüm boyutları henüz araştırmaya muhtaç olmakla birlikte, padişahın otoritesini sağlamlaşrırma aracı olarak başarılı olduğunda kuşku yoktur

Düyûn-u Umumiye'nin bir başka boyutu da olumlu ve olumsuz yanlarıyla birlikte değerlendirilmesi gereken yabancı sermaye girişidir Düyûn-u Umumiye'den sonra borç veren ülkeler artmış, fakat Osmanlı yer altı ve yer üstü kaynaklarının işletme hakları Fransız, İngiliz ve AIman şirketi ve bankalarına bırakılmıştır

Osmanlı Bankasının öncülüğünü yaptığı bu bankalar ve bağlantıları Osmanlı topraklarında imtiyaz bölgeleri kurmaya çalışarak, memleketin yabancı devletler arasında ekonomik nüfuz bölgelerine ayrılmasına yol açtılar

Özellikle demiryolu alanındaki mücadele Almanya'nın zaferiyle ve ülkede müthiş bir nüfuz kurmasıyla sonuçlanmıştır Padişah, Almanya'nın desteğiyle İstanbul'dan Bağdat'a kadar demiryolu yaptırmaya karar vererek (1902) Alman dış politikasının Irak'a girmesine de yol açmıştır Bu karar, bir yandan da Alman İmparatorluğu ile Osmanlılar arasında yakınlaşmaya zemin hazırlayacaktır

Bütün bu diplomatik faaliyet ve manevralar da aynı şekilde tarihçiler arasında farklı algılanmıştır Bazı kesimler onun dahi bir dış politika izlediğini iddia ederken diğerleri tam tersini iddia etmektedirler

Bayram Kodaman, II Abdülbamid'in dış politika hedefınin "toprak bütünlüğü ve menfatlerini" korumak olduğunu kaydettikten sonra, devletin gücü ve hedefleri arasındaki dengeyi korumanın idraki içinde "Statükocu ve barışçı" bir dış politika benimsendi demektedir II Abdülhamid bunu askerî yoldan değil, diplomatik yoldan yürütebileceğine inanarak diplomasiye ve istihbarata önem vermiştir

Gerçekten de onun dış politikasında savaş yoktur Hatta 93 Harbi diye meşhur Osmanlı-Rus Savaşı'ndan sonra savaştan nefret ettiği söylenir Nitekim onun dış politikası maceracı değil, fakat tavizkârdır denilebilir Çünkü II Abdülhamid dış politikasında en başta Anadolu ve Rumeli'yi korumayı esas almıştır

Bu amaçla da 1878'de Kıbrıs, 1881de Tunusu, 1882'de Mısır'ı feda etmek zorunda kalmıştır Onun bu politikasının belirlenmesinde uzun süre İngilizlerin rolü olduğu artık iyi bilinmektedir Bununla birlikte gözden çıkardığı yerler dışında -zaten o dönemde devletin Mısırı Tunus'u vs koruyacak askeri gücü de yoktu- asla tavizkâr davranmadığı da bir gerçektir

Mesela Berlin Anlaşması sonrasında devletlerarası rekabetin Türkiye üzerinde yoğunlaştığı bir dönemde Doğu Anadolu'da Ermeni ve Girit'te Yunanlıların taleplerine karşı ısrarlı ve inatçı olabilmiş, buralar için tahtını ve canını feda edebileceğini söylemiştir

Bunun en somut örneği Yunanistan ile savaşı göze alması ve kazanmasıdır Bu savaşta Avrupa devletlerine rağmen padişahın savaşı kabul etmesi dikkat çekicidir Ancak yine saldırının Yunanistan tarafından geldiği unutulmamalıdır Bu savaşla ilgili hatırlanması gereken bir husus ise hâlâ Osmanlı Devleti'nin büyük devletlerin baskısı altında olduğu gerçeğidir Çünkü savaşta Osmanlı ordusu Atina yakınlarına kadar kısa sürede Yunanistan'ı ele geçirmesine rağmen, dış devletlerin müdahaleleri yüzünden çok az bir tazminat dışında bir şey kazanamamıştır

Bu müdahaleler karşısında II Abdülhamid yeni bir dış politika izlemiştir 1876'dan beri Kıbrıs'ta, Mısır'da ve diğer dış olaylarda kendisine dost görünen İngilterenin artık Osmanlı'yı parçalamak amacı taşıdığı düşüncesiyle Almanya ile sıcak ilişkiler kurulmasına öncelik ve ağırlık verilmiştir

Rusya ve İngiltere'ye karşı riskli, fakat o günün şartları içerisinde gerekli olan bu politika değişikliğinden sonra askerî, teknik ve eğitim alanında iki ülke işbirliğine gitti Fakat bu politika İngiltere ve Rusya'nın tepkilerini çekmekte gecikmedi Buna rağmen İngiltere Kralı Edvard ile Rus Çarı Nikola'nın Reval'de buluşmasına kadar, II Abdülhamid denge siyasetini uygulamayı başardı

II Abdülhamid, Almanya'nın desteğiyle Panislamizm siyasetini uyguladı Ayrıca düşmanları arasındaki ihtilafları, ajanları vasıtasıyla körüklemek suretiyle Osmanlıya karşı birleşmelerini engelledi Onun Karadağ'ı Sırbistan'a, Yunanistan'ı ise Bulgaristan'a karşı kullanması sayesinde 1909 yılnıa kadar buraların siyasî çözülme ve uluslaşma çabaları yavaşlatılmıştır Rumeli, dış politika hedefleri doğrultusunda Osmanlı toprağı olarak kalmıştır

François Georgeon, II Abdülhamid'in "devlete hiçbir maliyeti ya da yükü olmadan, tamamen diplomatik oyunlarla sağlanan dengeler sayesinde Rumeli'nin elde tutulabildiğini kaydetmektedir Osmanlı İmparatorluğu'nun önemli ölçüde hedef küçülttüğü kabul edilirse bu bir başarı olarak telâkki edilebilir

Halbuki II Abdülhamid döneminde Osmanlı Devleti "Panislamizm" adı verilen bir İslâm birliği siyaseti izlemiştir Ayrıca bugün bazı yazarlar bunun bilinçli bir politika olmadığı ve dış politika koşullarının geniş bir coğrafyada mücadele etme gereğini doğurması nedeniyle II Abdülhamid'in siyasetinin Panislamizm olarak göründüğü iddia edilmektedir

François Georgeon, onun Panislamizm politikası hakkında yaptığı yorumda padişahın hilafet kavramını "çağdaş" biçimiyle kendi şahsında uygulamaya çalıştığını, asıl amacının ise, halifelik makamının aslında Osmanlılar tarafından haksızca işgal edildiği ve Araplara iadesini savunan İngiltere desteğindeki Arap aydınlarına bir tepki koymak olduğunu kaydediyor Ancak onun Panislamizm siyasetinin içi, bazılarının iddia ettiği gibi tamamen boş değildir Ancak işe yarayıp yaramadığı tartışma konusu yapılabilir

Bilindiği gibi II Abdülhamid bütün Müslümanların ruhani lideri olarak sorunlarını üstlenmişti Halife olarak konumunu güçlendirmek amacıyla Hicaz'a demiryolu döşetmek için büyük miktarlarda paralar harcamaktan çekinmemişti Öte yandan da Hindistan ve Endonezya'ya kadar dünyanın her kesimindeki Müslümanlar ile onun döneminde temas kurularak, halifenin konumunun önemi gösterilirken, bir yandan da İngilizlerin sömürgeci ve yayılmacı siyasetleri önüne set çekilmeye çalışılmıştır Para, misyoner ve yayınları desteklemek yoluyla yürütülen bu politika, etkinliği ne kadar tartışılırsa tartışılsın Avrupalıları korkutmaya yetmiştir

Abdülhamid'in izlediği hilafet siyaseti, Tanzimat'tan bir kopma olarak da değerlendirilmektedir Tanzimat döneminde kısıtlanan ve protokol görevine dönüştürülen padişahlık makamı, II Abdülhamid tarafından eskisinden daha güçlü hale getirilmiştir Onun Panislamizm siyaseti üstelik sömürgecilere karşı direnen İslâm dünyasnın ilk siyasi önderlerinin çıkmasına hizmet etmiştir

Her ne şekilde değerlendirilirse değerlendirilsin, II Abdülhamid'in uyguladığı baskıcı politikalar kendisine karşı 1900'Iü yılların başında aydın ve halk kesimleri arasında büyüyen ve etkinliğini artıran bir muhalefetin doğmasına neden olmuştur Bu muhalefetin zemin kazanmasında imparatorluğun ekonomik portresinin çok kötüleşmesinin de önemli bir payı olduğu şüphesizdir Fakat muhalefetin çıkış noktasını sadece ekonomik duruma bağlamak da yanlıştır Fakat kendisine muhalif grupların maliye politikaları ve dış politikada karşılaşılan güçlükleri iyi değerlendirdiklerini söylemek yanlış olmaz

Devrin bazı aydınları, onun baskı ve istibdadına son vermek ve ülkeyi içinde bulunduğu durumdan kurtarmanın tek yolunun meşrutiyet olduğunu düşünmekteydiler İttihat ve Terakki Cemiyeti adlı gizli olarak kurulan ve faaliyet gösteren bu grubun öncülüğünde Ermeni, Rum, Bulgar ve Arap gibi çeşitli etnik ve dini gruplara mensup komiteciler, aralarında anlaşarak padişaha karşı muhalefetlerini arttırdılar Abdülhamid'in ekonomi politikalarının gelişmiş batılı ülkelerin işlerine yaradığını iddia etmişler, artan fıyatlar, dış borçlar ve düşen işçi ve memur maaşları taraftar kazanmalarını kolaylaştırmıştı Daha çok dışarıdan mücadele eden Jön-Türkler el altından ülkeye soktukları yayınlarla iyice etkili oldular

Buna bağlı olarak yer yer yapılan grevler ve protesto gösterileri Abdülhamid'in yönetimine duyulan tepkilerin taraftar bulmasına yol açtı Özellikle Manastır ve Selanik'teki askeri sınıflar arasında başlayan ve hızla ilerleyen muhalefet, gücünü artırınca, bir iç savaşa yol açmak istemeyen II Abdülhamid 23 Temmuz 1908'de anayasayı tekrar yürürlüğe koydu Padişah, II Meşrutiyet adı verilen bu dönemi başlatırken, kısa zamanda seçimlere gideceğini ve Mebusan Meclisinin yeniden toplanacağını ilan etti Ayrıca gizli polis örgütü ve sansür de ortadan kaldırılacaktı

Halkın şenliklerle kutladığı bu ilan aslında beklenen değişiklikleri pek doğurmadı İttihat ve Terakki Partisi siyasi bir programı olmadığı için geri planda kaldı Yapılan seçimlerde (Sonbahar 1908) ittihatçılar zafer kazanarak, padişahı bir kez daha Tanzimat dönemindeki gibi saraya gönderdiler ve kuvvetler ayrılığı ilkesine dayanan meşruti bir yönetim kurdular Ne var ki eskilerin hakim olduğu hükümet ile yaşamayı kontrol eden meclisin genç muhalifleri kısa sürede anlaşmazlığa düştüler Mecliste tek anlaşmazlık konusu yasama ve yürütmenin birbirinden ayrılması değildi Çoğunluğunu gayrimüslimlerin oluşturduğu mecliste dış müdahaleler sebebiyle Arnavut, Rum, Arap gibi unsurlar Türklere yüz çevirmişlerdi

Herkes ayrılıkçı gibi hareket ediyor, İttihat ve Terakki'nin temel çıkış noktası olan "İttihad-ı Anâsır" gözardı ediliyor, hatta hiçe sayılıyordu Buna karşı ittihatçıların başlattığı suikastlar huzursuzluğun artmasına sebep oluyordu Alaylı (düzenli eğitim görmemiş) zabitlerin ordudan atılması, orduda da huzur bırakmamıştı Bu yüzden İstanbul'daki kamuoyu İttihatçıların aleyhine dönmeye başlamış, muhalefetin güçlü yazarlarından Hasan Fehmi'nin vurulması büyük tepki toplamıştı

Kartopu gibi büyüyen tepkiler, 13 Nisan'da (Rumi 31 Mart) kışladaki erbaş ve alaylı subayların katılmasıyla silahlı ayaklanmaya dönüştü Mason, kafır vb suçlamalara hedef olan İttihatçılardan bazıları öldürüldü, gazetecilerden bazılarının da işyerleri tahrip edildi Bu düzensizlik ve kargaşadan yararlanan Ermeniler Adana'da büyük bir ayaklanma çıkararak pek çok Türk'ü katletti İstanbul'da uzun süren olaylardan sonra Selanik'teki 3 Ordu subayları harekete geçerek 23 Nisan 1909 gecesi İstanbul'a geldiler, isyanı bastırdılar ve Abdülhamid'in tahttan indirilmesini kararlaştırdılar

Halbuki padişah, sadece ayaklanmayı yatıştırmak için çalıştığını iddia etmekte ve olayların çıkışındaki rolü konusunda bir komisyon kurulmasına razı olmaktaydı Hatta sadrazama, saltanatı kardeşine bırakabileceğini dahi bildirmişti Ancak ittihatçılar olayların arka planını araştırma gereğini hissetmeden II Abdülhamid'i tahttan indirerek, Selanik'e sürdüler Balkan savaşları sırasında ise kendini Beylerbeyi Sarayında göz hapsine aldılar

İşte Abdülhamid'in farklı görüşler tarafından değişik algılanmasına sebep olan olaylar bu şekilde değerlendirilebilir Anlaşılıyor ki Tanzimat ile kazandıklarını kaybedenler Abdülhamid'in düşmanı olmuşlar, onu zorba ve eski kafalı olarak lanse etmeye çalışmışlardır

Yine pek çok neşriyatta II Abdülhamid ahlaksız ve zalim olarak tarif edilmektedir Halbuki II Abdülhamid, zalim, katı, Ermeni tarihçilerin iddia ettiği gibi kan dökücü hiç değildir Aslında tarihî belgeler onun döneminde uygulanan idam cezalarının son derece az olduğunu göstermektedir


Alıntı Yaparak Cevapla

A'dan Z'ye Türk Büyükleri...

Eski 11-04-2012   #3
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

A'dan Z'ye Türk Büyükleri...



Sultan II Abdülhamide Kızıl Sultan denmesinin perde arkası

Bilindiği gibi, 1878 tarihli Berlin Antlaşmasının 61 maddesine göre, Vilâyât-ı Sitte denilen Erzurum, Diyârbekir, Sivas, Harput=El-Aziz, Van ve Bitliste bulunan Ermeniler lehine Osmanlı Devleti bazı ıslâhât yapmak mecburiyetindeydi Büyük devletler de bunu takip edeceklerdi Maalesef Osmanlı Devletinin her yerinde olduğu gibi, buralarda da Ermeniler tahrik ediliyordu Tahrik edilen Ermeniler, Müslümanları katliama tabi tutmaya başladılar

1886 yılında İsviçrede, Anadolu'da binlerce Müslümanın kanına giren Ermeni Hınçak Cemiyeti kuruldu Rusya ve İngilterede bir Müslüman memur bile yapılmazken, Ermeniler Osmanlı ülkesinde bakan dahi olabiliyorlardı Buna rağmen, hak ve hürriyet diyerek terör estirmeye başladılar Yüzlerce Müslüman köyünü basarak çoluk çocuğun kanını döker oldular

İşte bu terör ve dehşet üzerine, II Sultan Abdülhamid, merkezi Erzincanda bulunan IV Ordu Komutanı Müşir Zeki Paşayı, Ermeni terörünü durdurmak üzere görevlendirdi Teröristlere aman vermeyen Paşanın bu hareketi, Avrupa basınının Abdülhamid aleyhine kampanya başlatmasına sebep oldu

Fransız Akademisi Üyesi Tarihçi Kont Albert Vandal, ilk defa Abdülhamid hakkında Le Sultan Rouge lakabını kullandı ve maalesef, İttihâtçılar bu tabiri Kızıl Sultan diye tercüme ederek, Ermenilerle birlikte Sultan Abdülhamidi kötülemeye başladılar İttihatçıların, Ermeni kâtili diye Sultan Abdülhamidi itham etmeleri ve onu Kızıl Sultan diye karalamaları, maalesef, Cumhuriyet devrinin ders kitaplarına kadar yansıdı

Burada özellikle iki hususun bilinmesi gerekmektedir:

Birincisi, Abdülhamidi Ermeni Katili ve Kızıl Sultan diye karalayan İttihatçılar, daha sonra 1915deki Ermeni tehciri nedeniyle aynı sıfatlarla karalanmışlar ve adalet yerine gelmiştir Zaten iktidara geldikten sonra, Ermeni komitelerine serbestlik vermeleri, Doğudaki olayların da başlıca sebebidir

İkincisi, Sultan II Abdülhamid, saltanatı boyunca, bazı tarihçilerin iddialarının aksine, Çırağan Baskını gibi fiili olan durumlar hariç, muhâliflerine asla idam cezası vermemiştir 31 Mart Olayında, I Orduya Rumeliden gelen ordu mensuplarını durdurmak üzere, kardeş kanı akar korkusuyla tâlimat dahi vermemiştir

Sultan II Abdülhamidin Filistin Politikası

Osmanlı Devleti başta olmak üzere bütün Müslüman Türklerin ezelî düşmanları, daima lehimize olan ve iftihar vesilesi kabul edilmesi gereken tarihî hakikatleri sürekli olarak ters çevirerek aleyhimize kullanmışlar ve tarihi maalesef tahrif etmişlerdir

Osmanlı Devleti'nin Filistin'le olan ilişkisi konusu da bunlardan biridir Osmanlı Devleti'nin Filistin topraklarında uyguladığı, hukukî ve siyasî düzeni bilmeyenler, Arap dünyasının üzerine çökmüş olan bütün felâketlerin Osmanlı hâkimiyetinin kötü bir yadigârı olduğunu savunmaktadırlar Halbuki olay tam tersidir

Yahudiler, Siyonizmin kurucusu olan Theodor Herzl başkanlığında İsviçrenin Basel Şehrinde I Siyonist Kongresini toplanmışlardı Yahudi bankerler ve zenginler, Yahudi Devleti kurmak için seferber edilmişlerdi

Avusturya Büyükelçisinin aracılığı ile Herzl 1951901de II Abdülhamid tarafından kabul edildi Herzl, 1492 yılında İspanya ve diğer Avrupa ülkelerinden Yahudi göçmenlerin Osmanlı Devleti tarafından kabul edildiğini hatırlattı ve Filistine yerleşmek istediklerini masumca izah etti Eğer bu teklif kabul edilirse, Osmanlıya sadık vatandaş olacaklarını ve Osmanlı Devletine milyonlarca altın yardım edeceklerini bütün dünya Yahudileri adına teklif etti

Bir gazetecinin padişaha yaptığı bu teklifi şiddetle reddeden II Abdülhamid, Ermenilerden sonra Yahudileri de karşısına aldığını biliyordu Kuvvetle Filistin topraklarına yerleşmenin imkânsızlığını gören Yahudiler, reisleri Theodor Herzli (1860-1904) bizzat padişaha göndererek, Osmanlı'ya karşı para silâhını kullansalar da, padişahtan aldıkları cevap bu silâhın da teptiğini göstermektedir: “Ben bir karış dahi olsa toprak satmam; zira bu vatan bana değil Osmanlı milletine aittir Milletim bu toprakları kanlarını dökerek kazanmışlardır Ne ile aldıysak onunla geri veririz”

Osmanlı Devleti, Yahudilerin bu topraklara yerleşme arzusuna karşı çok önemli hukukî tedbirler almıştır:

Birincisi: Osmanlı Devleti Yahudilerin bu topraklara sığınmaması için evvelâ Filistin topraklarının hukukî statüsünü 18 Recep 1287/ 1871 tarihli İrade-i Seniyye ile bu araziyi mîrî yani devlet arazisi haline getirmiştir Ancak % 20'si yine mülk arazi şeklinde devam ettiği için Yahudiler bu kısımdan koparabildiklerine yerleşebiliyorlardı II Abdülhamid tahta geçer geçmez 25 Rebiülâhir 1308/1883 tarihli iradesini neşretti: Bu hukukî düzenleme ile Filistin arazîsi hakkındaki muhtemel kanunî boşlukları doldurarak Yahudilere mülk satışını dolaylı olarak engellemiş bulunuyordu Bir taraftan da Hazine-i Hâssadaki şahsî mal varlığıyla Filistin'de mümkün olduğu kadar çok toprak satın alarak bu kapıyı kapamaya gayret gösteriyordu

İkincisi: Alınan tedbirlere rağmen Filistin arazisine olan Yahudi akını tam önlenemeyince II Abdülhamid Sadaret'in ve Meclis-i Mahsûs'un basiretsiz ve ileriyi göremeyen rapor ve mazbatalarına rağmen Yahudi meselesini önemli ölçüde çözecek bir İrâde-i Seniyye neşretmiştir İçlerinde Ahmet Cevdet Paşa'nın da bulunduğu Sadrazam Muhammed Sâlih Kâmil Paşa başkanlığındaki Meclis-i Mahsus, Filistin topraklarındaki Safed kazasına turist olarak gelen 400 ve Hayfa'ya gelen 40 Yahudinin Osmanlı vatandaşlığına alınması yolundaki mazbatalarını 20 Zilhicce 1308/l4 Temmuz 1307/1891 tarihinde Sadaret'e arz ederler Sadaret de bu mazbatayı aynı tarihli ve Kâmil Paşa imzalı bir yazı ile padişaha takdim eder Padişah Abdülhamid ise fevkalâde bir basiret ve ileri görüşlülükle konuyu 21 Zilhicce 1308 (15 Temmuz 1307 (1891) tarihli iradesiyle açıklığa kavuşturur Bu tarihî belgede, Filistin topraklarına yerleşmek isteyen Yahudilere şu gerçeklerle karşı çıkıldığı anlaşılmaktadır:

a) Yahudilerin Kudüs başta olmak üzere Filistin topraklarına toplanmaları ve orada yerleşmek istemeleri, bir Yahudi Devleti kurma amacını gütmektedir Buna engel olmak kesinlikle şarttır

b) Osmanlı toprakları her isteyenin yerleşebileceği boş topraklar değildir Ya özel mülkiyet konusudur, ya vakıf arazidir, ya da devlet arazisidir 1278 tarihli irade bu noktadan önem taşımaktadır

c) Kendilerini bütün âleme medenî milletler olarak ilân eden Avrupalıların memleketlerinden kovdukları Yahudileri Osmanlı ülkesine almanın haklı bir gerekçesi ve mânâsı yoktur Hiçbir hukuk kaidesi ve insanlık da bunu gerektirmez

d) Osmanlı ülkesinde asırlar boyu gözetlenen Ermeniler, Devletin başına belâ olmuştur Ortada bir Ermeni fesadı varken, bir de Yahudileri kabul etmek devletin geleceği açısından tehlikelidir I Dünya Savaşı ve onu takip eden tarihlerde Yahudiler, en az Ermeniler kadar fesada sebep olmuşlar ve Sultan II Abdülhamid'i bu sözünde haklı çıkarmışlardır Bütün bu sebeplerle artık hiç bir Musevî Osmanlı vatandaşlığına alınmayacak ve Yahudilerin Osmanlı ülkesine yerleşmelerine asla müsaade edilmeyecektir

Üçüncüsü: II Abdülhamid bununla da yetinmeyerek başta Filistin toprakları olmak üzere bütün Osmanlı Devleti topraklarında Yahudilere toprak ve mülk satışını yasaklamıştır

Özetle, Filistin'i devlet garantisi ile koruyan Osmanlı Devleti, İttihat ve Terakkinin iktidar döneminde daha da zayıflayınca, Filistin davası da zayıflamış ve Osmanlı Devleti yıkılınca o dava da yıkılmıştır

II Abdülhamid, 33 yıllık saltanatında büyük hamleler yapmış, genç kuşaklara ve Cumhuriyete yetişmiş bir kadro bırakmıştır Bu nedenle onun eserlerinin başında, açtığı eğitim kurumları yer almalıdır

Alıntı Yaparak Cevapla

A'dan Z'ye Türk Büyükleri...

Eski 11-04-2012   #4
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

A'dan Z'ye Türk Büyükleri...



ALP TEGİN

Gaznevî devletini ilk defa kurmuş olan kimsedir Doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir

Alp Tegin, Samanoğulları (Sâmânîler) devletinin hassa ordusundan yetişmiş, önce bu orduya komutan olmuştur Abdülmelik tarafından 955te Horasan Valisi tayin edilmişti Bu hükümdarın ölümünden sonra yerine geçen Nuhoğlu Mansurun hükümdarlığına Alp Tegin taraftar değildi Bundan dolayı Mansur Alp Teginden çekinerek onu Horasan Valiliğinden azletti

Alp Tegin, 962 yılında Mansura isyan ederek dört bin Türk askeriyle Gazne şehrini almış ve orada egemenliğini sürdürmeye başlamıştır Mansur tarafından kendisini yok etmek üzere gönderilen orduyu da yenmiş bunun üzerine Mansur Alp Tegin ile bir antlaşma yapmak durumunda kalmıştı

Alp Teginin yerine geçen oğlu, Sâmânîlerin tâbii olarak kaldı Gazneliler devletinin ikinci kurucusu sayılan Sevük Tegin veya Sebük Tegin de Alp Teginin kölelerindendir

Alp Tegin 963 yılında öldü

HOCA AHMET YESEVİ

Orta Asya Türkleri arasında İslamiyeti yayan, Anadolunun Türkleşmesinde ve Müslümanlaşmasında büyük katkıları olan Hoca Ahmet Yesevînin doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir Ancak onun Yesi(Türkistan)de hicrî 5 asrın ortalarında doğduğu tahmin edilmektedir

Adı Ahmet bin İbrahim bin İlyas Yesevi olup, Pir Sultan, Hoca Ahmet, Kul Hace Ahmet diye de tanınır Yesi şehrinde ilim ve terbiye tahsil etmiştir Bundan dolayı Yesevî adıyla şöhret bulduğu kabul edilmiştir

Hoca Ahmet Yesevi, küçük yaştan itibaren, babası Sayramlı Şeyh İbrahim Atadan feyz aldı İbrahim Ata, Sayramın en meşhur velilerindendi

Hoca Ahmed, çok küçük yaşta annesini, 7 yaşında iken de babasını kaybetti Babasının ölümünden sonra önce Yeside Arslan Babadan ders alan Hoca Ahmet, kısa zamanda tasavvufta yüksek mertebelere ulaştı Arslan Babanın vefatından sonra ise Buharaya giderek, büyük evliya Yusuf Hamedanînin öğrencisi oldu Hamedanîden icazet ve hilafet alan Hoca Ahmet, hocasının vefatından sonra bir süre Buharada talebe yetiştirdi

Daha sonra Yesiye dönen ve talebe yetiştirmeye orada devam eden Ahmed Yesevi, çevresindeki Türklere İslamiyeti öğretti ve şöhreti kısa zamanda Türkistan, Maveraünnehir, Horasan ve Harezme yayıldı Yetiştirdiği öğrenciler, çeşitli ülkelere dağılarak, oralarda İslamiyetin doğru olarak öğrenilmesini sağladılar

Ahmet Yesevinin yaşadığı dönemde, Türkistanda ilk Müslüman Türk devletlerinden Karahanlılar hakimdi Bu yüzden İslamiyet, Seyhun Irmağı civarı ile göçebe Türkler arasında kolayca yayıldı

Zamanının en büyük alim ve velilerinden olan Yesevinin tasavvufta tuttuğu yola Yeseviyye denildi Önce Seyhun çevresinde ve Taşkent civarında yayılan Yeseviyye yolu, daha sonra Harezm ve Maveraünnehirde güçlendi Ahmet Yesevinin sohbetlerinde yetişen birçok derviş, onun tasavvuf yolunu Horasan, Azerbaycan, Hicaz ve Anadoluya yaydılar

Sade bir Türkçe ile yazdığı derin manalı veciz sözleriyle, Hikmet adlı şiirlerini Divân-ı Hikmet adlı eserinde toplayan Ahmet Yesevinin hikmetleri, kısa zamanda doğuda Çin sınırına, batıda Akdeniz ve Marmara sahillerine kadar yayıldı

Ahmet Yesevî böylece Anadoludaki Türk edebiyatının gelişmesine ve Yunus Emre gibi büyük şair-mutasavvıfların yetişmesine zemin hazırladı

Hoca Ahmet Yesevî, Peygamber Efendimizin (SAV) sünnetine sıkı sıkıya bağlı idi Bu yüzden, Hazreti Muhammedin vefat ettiği 63 yaşına geldiğinde, artık yeryüzünde durmamak için kendisine yer altında bir hücre yaptırdı Geri kalan uzun ömrünün çoğunu burada yaşayarak, bu hücrede ibadet ve tefekkür içinde geçirdi

Yesevî, bir günü üç kısma ayırırdı Günün büyük bir bölümünde ibadet ve zikirle meşgul olur, bir bölümünde öğrencilerine ders verir, kalan bölümünde de, kendisinin ve öğrencilerinin ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla tahta kaşıklar yaparak, bunları satardı

Hoca Ahmet Yesevî, doğduğu yer olan Yeside 1194 yılında vefat etti O sırada bir rivayete göre 125, diğer bir rivayete göre de 133 yaşında idi Seyhunun sağ sahilinde defnedilen Hoca Ahmet Yesevinin kabri üzerindeki türbe ve külliyeyi, Büyük İmparator Timur yaptırdı

Alıntı Yaparak Cevapla

A'dan Z'ye Türk Büyükleri...

Eski 11-04-2012   #5
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

A'dan Z'ye Türk Büyükleri...



ALİ KUŞCU

Türk-İslam dünyasının büyük astronomi ve kelam alimi olan Ali Kuşçu, XV yüzyıl başlarında Semerkantta doğdu Babası Muhammed, ünlü Türk Sultanı ve astronomu Uluğ Beyin kuşçusu olduğu için, ailesi Kuşçu lakabıyla meşhur oldu Küçük yaştan itibaren matematik ve astronomiye ilgi duyan Ali Kuşçu, devrin en büyük alimleri olan Bursalı Kadızâde Rumî, Gıyâseddin Cemşîd ve Muînuddîn Kâşîden matematik ve astronomi dersi aldı
Daha sonra bilgisini artırmak için Kirmana gitti Burada Hall-ü Eşkâl-i Kamer (Ay Safhalarının Açıklanması) adlı risale ile Şerh-i Tecrîd adlı eserini yazdıAli Kuşçu, Semerkant ve Kirman'da eğitimini tamamladıktan sonra Uluğ Bey'e yardımcı ve rasathanesine müdür olmuştu 1449'da hacca gitmek istedi Tebriz'de Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan kendisine büyük saygı gösterdi ve Fatih'le barış görüşmelerinde yardımını istedi Ali Kuşçu, Uzun Hasan'ın sözcülüğünü yaptıktan sonra Fatih'in davetiyle İstanbul'a geldi XV yüzyılın ilk yarısında, Semerkant, dünyanın en önemli bilim merkeziydi

Uluğ Bey Rasathanesi, gök bilgisi araştırmaları için en doğru sonuçları alıyordu Rasathanenin genç müdürü Ali Kuşçu, gece gündüz demeden çalışıyor, bilimsel gerçeklere yenilerini katmak için uğraşıp didiniyordu
Gökyüzü bilgisi (astronomi), hem değişmez kuralların, kanunların tespit edilmesine yarıyor, hem de gözlemlerle kontrol edilebiliyordu Otuz yıla yakın bu işte çalışan Ali Kuşçu, bir gün ansızın her şeyi yüzüstü bırakarak hacca gitmeye karar vermişti Buna da sebep, en olmayacak bir zamanda, sevgili hükümdarı Uluğ Bey'in 1449 yılında öldürülmesiydi Gürgân tahtının bu bilgin ve kudretli hûkümdarı, kendi öz oğlu Abdüllâtif'in ihânetine uğramıştı
Uluğ Bey, Ali Kuşçu için bambaşka bir mânâ taşıyordu Her şeyden önce hocasıydı Ondan matematik ve astronomi dersleri almış, eserlerini uzun uzun incelemiş, sohbetlerinde bulunmuş, hâttâ Doğancıbaşısı olduğu için, adının ucundaki “Kuşçu” lâkabı bile böylece yadigâr kalmıştıUluğ Bey, kendi kurduğu rasathaneye de müdür olarak Ali Kuşçu'yu lâyık görmüş, henüz tecrübesiz bir çağdayken bu dev rasathanenin başındaki çalışmalarda, ona bizzat yardımcı olmuştu İşte Uluğ Bey'in bir ihanete kurban giderek öldürülmesi Ali Kuşçu'yu can evinden vuran bir olaydı
Ali Kuşçu bu olayla çok kırıldı Çoluk çocuğunu toparlayıp Tebriz'e geldi Uzun Hasan kendisine o kadar saygı gösterdi ki, Konstantiniye Fâtih'i, bir devri kapayıp yenisini açan genç cihangirle ihtilâfında aracılık etmesini istedi Genç Fâtih'in de bilgin olduğunu, bilginlere büyük saygı gösterdiğini biliyordu İstanbul'da olup bitenler, kuş kanadıyla Tebriz'e ulaşıyordu Şiîlerin casusları ve habercileri yalnız padişahın savaş niyetlerine ve hazırlıklarına dair haberler ulaştırmakla kalmıyorlardı
Bunun üzerine Ali Kuşçu, kendisine bunca itibar eden Uzun Hasan'ın dileğini kırmayarak yol hazırlıklarını tamamladı Semerkant'ta Kızıl Elma olarak bilinen eski Bizantium'a ulaştı Haberciler; onun geleceğini daha önceden saraya uçurmuşlardı Huzura kabul edildiği zaman Osmanlı hükümdarından beklemediği kadar iltifat gördü Çünkü, kendisinden önce, eserleri İstanbul'ca biliniyordu Uluğ Bey Rasathanesi'ndeki çalışmalarından, Semerkant'a aylarca uzak bulunan İstanbul'daki hükümdarın haberi vardı
Osmanlı tahtında oturan II Mehmet (Fatih), gayet dikkatli, bilgili, uyanık bir padişahtı Âdet olan merasimle Uzun Hasan'ın elçisini kabul etmiş, dileklerini dinlemiş, ama hemen geri dönmesine izin vermemişti Ondan, gelip artık batıya kaymış olan ilim merkezlerini aydınlatmasını, bilgisiyle İstanbul medreselerinde ilim heveslisi gençleri yetiştirmesini rica etti
Bu teklif, Ali Kuşçu için beklenmedik bir iltifattı Cefâlı olduğu kadar şefkatli olduğunu da bildiği Fatih'in isteği, onun için emir demekti Ama, ahlâkı dürüst bir ilim adamı olduğunu şu sözlerle ispat etti: “Hünkârım izin verirlerse önce Tebriz'e döneyim Çünkü burada bulunuşumun gerçek sebebi, Akkoyunlu Hükümdarı'nın elçisi olmaktır Elçiye zeval yoktur Gerektir ki, hünkârımın lütûfkâr davetini kabul etmeden önce vazifemi iyi bir sonuca ulaştırdığımı, beni gönderen, bana güvenmiş olan insana bildireyim
Ali Kuşçu'nun bu mazereti, Fatih'e son derece akla yakın göründü Padişah; iki şeye birden sevinmişti: Kuşçu, davetini kabul etmişti, gelip buradaki ilim öğrencilerini yetiştirecekti İkincisi ise, son derece mert ve ahlâklı bir insandı Her haliyle, medreselerde yetiştireceği gençlere örnek olacaktı Bu sebeple, bir müddet daha misafir ettikten sonra kendisine izin verdi
Değerli matematik ve astronomi bilgini Ali Kuşçu, sözünü tuttu İki yıl sonra, ailesini de alarak Tebriz'den hareket etti Osmanlı İmparatorluğunun sınırlarından karşılanarak ihtişam içinde İstanbul'a getirildi Ölümüne kadar da gençleri yetiştirmekle uğraştı Kuşçunun ders vermeye başlamasıyla, İstanbul medreselerinde astronomi ve matematik alanında büyük gelişme oldu
Ali Kuşçunun İstanbula gelişi önemlidir; çünkü o zamana kadar İstanbulda astronomi ile uğraşan güçlü bir bilgin yoktu Ali Kuşçu, Osmanlılar arasında astronomi bilimini yaydı
Ali Kuşçu'nun, hepsi de birbirinden değerli pek çok eseri vardır: Bunların başında Risâle fi'l-Hey'e (Astronomi Risalesi) gelir Bu, nefis bir astronomi kitabıdır Ali Kuşçu, bu eseri Farsça yazmış, sonra bazı eklemelerle Arapça'ya çevirmiştir Fatih Sultan Mehmet'e, Arapça olan nüshayı sunmuştur Uluğ Bey'in, yıldız hareketlerini inceleyen Zîç adlı eserini de yorumlamış, ve genişletmiştir Ayrıca, Risâle fil-Fethiye (Fetih Risalesi), Risâle fil-Hesâb (Matematik Risalesi) bilinen eserlerindendir

Ali Kuşçu 1474te İstanbulda vefat etti

Alıntı Yaparak Cevapla

A'dan Z'ye Türk Büyükleri...

Eski 11-04-2012   #6
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

A'dan Z'ye Türk Büyükleri...



ADNAN MENDERES

Bir döneme adını veren siyaset ve devlet adamı 1895 yılında Aydın'da doğdu Annesi çevrenin en köklü ailelerinden olup Ali Rıza Paşa'nın kızıdır Babası Ethem Bey ise Aydın'da Tahrirat Kâtipliği görevini yürüttükten sonra çiftçiliğe başlamıştı Adnan Menderes, ailesinin tek çocuğu idi İzmir ve Aydın'ın işgali sırasında Yunanlılara karşı kurulan direniş hareketlerine yedek subay olarak katıldı Ege'nin en eski ailelerinden Evliyazâdelerin kızı ile evlendi ve üç oğulları oldu

Politika hayatına 1930 yılında Fethi Okyar'ın kurduğu Serbest Fırka'ya girerek atılmıştı Serbest Fırka'nın Ege çevresinde gördüğü büyük ilgi, Çakır Beyli çiftliğinin sahibi Adnan Bey'i de bu partinin saflarına çekmişti Ancak ne var ki Serbest Fırka çok geçmeden kendisini feshetmişti

Atatürk, bu partinin yarattığı büyük muhalefet cereyanının ana sebeplerini aramak için çıktığı Ege gezisi sırasında Aydın'a uğradığı zaman genç Adnan Menderes'i de tanımıştı Atatürk, sorduğu sorulara gayet cesur ve mantıklı cevaplar veren bu gencin üzerinde özellikle durmuş ve çok geçmeden kendisine Cumhuriyet Halk Partisi'ne katılması teklif edilmişti Halk Partisi'ne katılan Adnan Menderes, 1931 seçimlerinde aday gösterilmiş ve milletvekili olarak parlamentoya katılmıştı

Adnan Menderes'in Meclis'e girdiği günden 1946 yılında Demokrat Parti'nin kuruluşuna kadar geçen uzun ve kesintisiz milletvekilliği hayatı, kendi deyimi ile "Kendi kendini yetiştirme devresi" oldu Bu yıllar içinde bir yandan Ankara Hukuk Fakültesi'ni bitirirken bir yandan da parti ve parlamento içinde Türk sporunun ana problemleriyle uğraştı Eski bir sporcu idi İzmir'de geçen eğitim devresi sırasında Karşıyaka takımında futbol ve basketbol sporlarıyla meşgul olmuştu

Kendi kuşağının hükümet koltuklarını paylaştıkları Saraçoğlu'nun Başbakanlığı devrinde, Toprak Kanunu gibi bazı hareketler Menderes'i Halk Partisi içinde muhalefet safına itmiş ve sesi duyulmaya başlamıştı

Adnan Menderes, Celal Bayar'ın bir muhalefet partisi kurma niyetini açıklamasından sonra, meşhur dörtlü takrire imzasını koyarak CHP'den gürültülü bir şekilde ayrıldı ve Demokrat Parti'nin kurucuları arasına katıldı O günden sonra adı Celal Bayar, Refik Koraltan ve Fuat Köprülü ile birlikte duyulmaya başladı

1946 seçimlerini Demokrat Parti kazanamamıştı ama Adnan Menderes'in adı bütün memlekete yayılmıştı 1950 seçimlerinde Demokrat Parti'nin iktidara gelmesiyle, Cumhurbaşkanı Celal Bayar tarafından hükümeti kurmakla görevlendirildi Adnan Menderes, Demokrat Parti'nin on yıl süren iktidarının ilk ve son başbakanı oldu

Menderes enerjik bir başbakan olarak o zamana kadar alışılagelmiş düzenden dışarı çıkmasını başarmış, halkla ilişkilerini son günlerine kadar devam ettirmesini bilmişti 27 yıl iktidarda kalan CHP, DP'nin tam tersine, çok bürokratlaşmıştı Ona oranla halka dayanmasını beceren bir partinin başında Menderes hiç kuşku yok ki büyük ve bulunmaz bir şansa sahipti

Ne var ki serbest teşebbüs ve özel sektöre öncelik tanıyan Menderes politikasının ilk hızı kaybolup birçok eski arkadaşları Menderes'ten ve partisinden yavaş yavaş uzaklaşmaya başlayınca gittikçe yalnızlaşan dinamik ve enerjik adamda bir hırçınlaşma başgösterdi Ekonomik durum da onun iktidarının ilk yıllarındakinden çok farklı bir manzara arzediyordu Ve Menderes ile memleket aydınları arasında aşılmaz engeller meydana gelmeye başladı

Nihayet söz, fikir ve basın özgürlüklerini kısıtlayan kanunların çıkışıyla öğrenci hareketlerinin patlak vermesi Adnan Menderes'i birden bire güç bir duruma sokuverdi
İşte Demokrat Parti'nin dört kurucusundan biri genel başkanı ve on yıllık başbakanı olan Adnan Menderes 27 Mayıs 1960'a böyle geldi

27 Mayıs Devrimi'yle beraber, anayasayı çiğnemek suçundan bütün arkadaşlarıyle birlikte Yassıada'da kurulan Adalet Divanına sevkedildi Yapılan duruşmalar sonunda suçlu görülerek idama mahkum edildi

1 yıl 3 ay 21 gün Yassıada'da tutuklu kalan Adnan Menderes, hakkındaki idam kararının tasdikinden 36 saat sonra 17 Eylül 1961 pazar günü öğleden sonra mahkumlar adası İmralı'da asılmak suretiyle idam olundu

Mezarı, Yassıada'da kurulan Adalet Divanınca ölüm cezasına çarptırılan iki bakan arkadaşı Hasan Polatkan ve Fatin Rüştü Zorlu ile birlikte İmralı adasından, yıllar sonra İstanbul Vatan Caddesi'ndeki Anıt Mezar'a nakledildi

Alıntı Yaparak Cevapla

A'dan Z'ye Türk Büyükleri...

Eski 11-04-2012   #7
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

A'dan Z'ye Türk Büyükleri...



AHî EVRAN

Selçuklu Devleti, Malazgirt Zaferinden sonra, Anadolu'da güçlü bir devlet, ileri bir uygarlık kurmuştu Ancak Moğol akınları yüzünden devlet, XIII yüzyılın sonlarına doğru zayıflamaya başlamıştı Bu mirası ayakta tutabilmek için, Anadolu'da yerleşen Oğuz Boyları, ayrı ayrı bölgelerde kümeleşmeye başlamışlardı Nitekim XIV yüzyılın başlarında, Anadolu'daki Selçuklu egemenliği sona erdiğinde birçok Türk Beylikleri ayrı ayrı devletler kurmuşlardı

O günlerde, (Ahilik) adıyla, millî bir dayanışma birliği, Anadolu'da sosyal düzenin kurulmasına öncülük etmişti Hatta bu birlik, Osmanlı Devletinin, güçlenmesine ve örgütlenmesine yardımcı olmuştu

Ahilik; kasabalara ve köylere kadar yayılan, en küçük örgütünden en büyüğüne kadar, millî birlik ve beraberliği, karşılıklı saygı ve sevgiyi, sosyal dayanışma ve yardımı temel ilkeler sayar El birliği, gönül birliği ve kardeşlik havası içinde, din ve ahlâk kurallarına sıkı sıkıya bağlı, köklü, sağlam, düzenli ve millî bir toplum kurmayı amaç bilen, tarikat niteliğinde bir kuruluştur Bu kuruluşa fütüvvet adı veriliyordu Kendilerine özgü töreleri ve zaviye adıyla tanınan dernekleri vardı Üyeleri daha çok meslek sahibi esnaftan kişilerdi Küçük sanatların gelişip yayılmasında, sanat erbabının geleneksel kurallara göre yetiştirilmesinde ve ekonomik hayatını düzenlenmesinde bu birliğin büyük faydaları görülüyordu

Fütüvvet ve ahiliğin tarihi eski olmakla birlikte, Anadolu'da ahiliğin kurulmasında Ahi Evran'ın öncülük ettiği söyleniyor ve Ahi Evran bu örgütün piri sayılıyordu

Ahi Evranın asıl adı Şeyh Mahmud Nasurıddindir Orta Asyanın Türk bölgesi olan Horasan'dan Anadolu'ya göçmüş, XIII yüzyılın ortalarında Konya'ya gelip yerleşmişti

Hacı Bektaş-ı Velî hakkındaki deyişleri bir araya toplayan Velâyetnâme adlı esere göre, Konya'da bir süre oturan Ahi Evran, daha sonra Kayseri' ye gelmişti Burada dericilik mesleğine girmiş, deri atölyelerinde çalışan bir işçi olmuştu Deri terbiye etmenin, ham deriyi, türlü emek ve uğraşılardan sonra, olgun, kullanılır duruma getirmenin, onun kokusuna dayanmanın, insanı eğitmek, onu olgunlaştırmak kadar güç olduğunu bildiğinden bu mesleği seçmişti

Ahi Evran, çilesini tamamladıktan ve manevî gücünü de ispat ettikten sonra, Kırşehir'e gelmiş, ahilik örgütünü burada kurmuştu

Ahi Evran, insan nefsinin bir ejder gücünde olduğuna, nefsini yenen kişinin, dünya hırslarından, kinlerinden, maddi isteklerinden arınacağına inanmıştı İşte bu inanca bağlı olarak, Ahi Evran'ın nefis denen benlik yılanını içinden söküp atarak bir kamçı gibi elinde taşıdığı söylenmiş, kendisine yılanlı ahi anlamına gelen Ahi Evran denilmişti

Yine Velâyetnâme adlı esere göre, Hacı Bektaş-ı Velî, sık sık Kırşehir'e gelir, Ahi Evran'la saatlerce sohbet ederdi Bir keresinde, iki büyük insan yine Kırşehir'de buluşmuştu Kırşehir'in tanınmış bahçeleri olan Özbağlarda derin bir sohbete başlamışlardı Bu sırada aşağıdaki derede kurbağalar ötüşüyor, bu sohbete onlar da katılıyorlardı Bir ara, Hacı Bektaş-ı Velî, kurbağalara seslenerek:

­ Susunuz ya mübarekler! demişti

0 günden bugüne, bu derelerde kurbağalar susmuş, bir daha ötmez olmuşlardı

Ahi Evran'ın Osmanlı Devletinin kurucusu Osman Gazi'ye ahilik beratı verdiği, tahta çıktığı zaman, ahi töreleri gereğince beline ahilik kuşağı bağladığı söylenir Osman Gazinin oğlu Orhan Gazi'ye de büyük saygı gösterdiği ve ahi alayları kurarak onun fetihlerine yardım ettiği bilinmektedir

Ahilik, tasavvufî inançlar içinde, halka “eline, beline ve diline sahip olma” ilkesini, yani hırsızlık ve haramdan uzak durmayı, namuslu olmayı, sır saklamayı, kötü söz söylememeyi telkin etmiştir İnsanlar arasında ahlâkî prensipleri yaymıştır İyiye, doğruya ve güzele dönük, kardeşçe yaşama ilkeleriyle Osmanlı Devletinin sosyal ve ekonomik düzenini, ilk esnaf örgütünü kurmuş, devletin yardımcısı olmuştur

Ahi Evran'ın kaç yıl yaşadığı bilinmemekle birlikte, XIV yüzyılın başlarında Kırşehir'de öldüğü sanılmaktadır Ahi Evran'ın hayatı, Hacı Bektaş-ı Velîde olduğu gibi, yüzyıllardan beri söylenegelen çeşitli efsanelerle süslendiğinden, gerçek yaşantısı unutulmuştur Ancak onun Kırşehir'deki türbesi, çağlar içinde Ahi Ocağı olarak yaşamış ve ziyaret edilmiştir Ahi Evran adına, Ankara'da bir cami yaptırılmıştır Camiin Selçuklu devri ağaç oyma işlemeli kapı ve pencereleri, bugün İstanbul'da, Amca Hüseyin Paşa Medresesinde saklanmaktadır

Türk tarihinde birçok ulu kişiler vardır Bunlar eserleriyle değil, fikirleriyle, düşüncelerinin toplumlar üzerindeki etkileriyle tanınır ve bilinirler Ahi Evran da böyledir Sağlığında yazılı bir eser bırakmamıştır Yazmışsa da bize kadar ulaşamamış, ya da elimize geçmemiştir Bu ulu kişiler, Anadolu'ya doğan, zihinleri aydınlatan, gönülleri ısıtan, toplumları etkileyen, onların millî birlik ve dirliğe çağıran güneşler gibidirler Bundan dolayı unutulmamış, dillerde ve gönüllerde yaşatılmıştır

Ahi Evran, bu sözlü kültürün en belirgin örneğidir Onun yedi yüz yıl önce Anadolu'ya ektiği iyilik ve cömertlik tohumları yeşermiş, bir fikir ürünü olarak, toplumları doyurmuştur O, Türk Kültür Tarihi'nin ölümsüz bir düşünürü, bir mürşidi olarak daima yaşayacaktır

AKŞEMSEDDİN

Asıl adı Mehmed Şemseddindir Fatih devri mutasavvıf ve din alimlerinden olan Akşemseddin, 1389 yılında Şamda doğdu Küçük yaşta babası Şeyh Hamza ile birlikte Anadolu'ya geçerek Göynük'e yerleşti Burada medrese tahsili gördü, müderris oldu Özellikle hekimlik alanında derin bir bilgi sahibi idi Çeşitli hastalıkları tedavi ediyor, özellikle ruh hastalıklarının tedavisinde başarı gösteriyordu Bunun için kendisine Tabîb'ül-ervah yani ruhların doktoru deniyordu

Daha sonra tasavvuf yoluna girerek Hacı Bayram-ı Velî'ye intisap etti Hacı Bayram-ı Velînin ölümünden sonra, onun halifesi oldu

Akşemseddin daha sonra Edirne'ye geçti Edirne sarayında bulunan Osmanlı padişahı II Murad, bu genç, âşk dolusu, her bilgide üstün, olgun sofîyi ziyaret eder ve oğlu şehzade Mehmed'in eğitim ve öğretimini üzerine almasını rica eder Akşemseddin bu teklifi reddetmez Yıllarca ona bilgi aşılar Şehzade Fatih, padişah olunca da yanından ayrılmaz, Onun en yakın hocası ve danışmanı olarak görevini sürdürür

Fatih Sultan Mehmet, İstanbul'u kuşattığı zaman bilgisine olduğu kadar şahsına da büyük değer verdiği ak sakallı âlim Akşemseddin de beraberinde bulunuyordu Âyet-i kerimeleri ve hadîsleri tefsir ederek askere gayret ve cesaret vermeye çalışan Akşemseddin, bu arada İslâm dünyasının ulu kişisi Hazret-i Eyyûb el-Ensarî'nin İstanbul surları dibinde bulunduğu bilinen kabrini de bulmak istemişti

Halid bin Zeyd Ebâ Eyyûb el-Ensarî, Hazreti Muhammed'i Mekke'den Medine'ye hicretinde evinde misafir eden, Hazret-i Peygamberin bütün gâzâlarında yanında bulunan ve onun sancaktarlığını yapan zât idi Emevîlerin ilk halifesi Muaviye, oğlu Yezîd'in kumandasındaki bir orduyu İstanbul'u fethe gönderdiği zaman, çok yaşlı bulunan Halîd bin Zeyd'i de “uğurlu kişi” olarak bu sefere memur etmişti İslâm âleminin bu ünlü kişisi İstanbul'un muhasarası sırasında vefat etmiş ve vasiyeti gereğince surların dibindeki bir noktada toprağa verilmişti

İslâm tarihinin verdiği bilgi bundan ibaret kalıyordu Akşemseddin, bu bilgininin ışığı altında Hazret-i Eyyûb'un kabrinin İstanbul surları dibindeki bir noktada olduğunu biliyordu

Bundan sonrasını, XVII yüzyılın büyük yazarı Evliya Çelebi, ünlü seyahatnâmesinde şöyle nakletmektedir:

“Fatih Sultan Mehmet İstanbul'u fethederken, yetmiş yedi kibar ehlullah Ebâ Eyyub'un kabrini tecessüse koyuldular İçlerinden Akşemseddin:

“Beyim, Alemdâr-ı Resulullah Ebâ Eyyûbü'l-Ensârî bu mahalde medfundur, diyerek bir hıyâban-ı orman içre girdi Bir seccade yaydırıp namaza durdu İki rekâttan sonrâ selâm verip tekrar secdeye vardı ve rahat bir uykuya dalmış gibi öylece kaldı Birçok kişiler, Efendi Hazretleri, Eyyûb'un kabrini bulamadığı için hicâbından uykuya vardı, diye târizler ettiler Bir saat sonra Akşemseddin Hazretleri seccadeden başını kaldırıp, mübarek gözleri kan çanağını andırır hâlde Fatih Sultan Mehmet Han'a hitâben:

– Hünkârum, hikmet-i Hüdâ Seccademizi tam Hazret'in kabri üzerine sermişler! diye konuştu

Bunun üzerine seccadenin bulunduğu yer derhal kazıldıkta, üç zira (eski bir ölçü) derinlikte, dört köşe yeşil bir somaki taş ortaya çıktı ve üzerinde kûfi yazı ile, “Hâzâ Kabri Ebâ Eyyûb-ül Ensarî” dive yazılmış olduğu görüldü Taş kaldırıldığında, Hazret-i Eyyûb'un ter ü tâze vücudu safran ile boyanmış kefeni içinde ortaya çıktı Sağ elinde tunç bir mühür vardı Taş tekrar yerine kapatıldı, üzeri örtüldü

İşte; asırlardan beri, İstanbul'un başlıca ziyaret yeri olan Eyüp Sultanın kabri böylece bulunmuştu Sonra bu kabre, şaheser bir türbe yapıldı

İstanbul kuşatmasının ellinci gününden sonra büyük bir Haçlı ordusu ile donanmasının Bizansa yardıma yetişmekte olduğu haberi askerin morali üzerinde olumsuz bir tesir yapmaya başlamıştı İşte o zaman ortaya çıkan ak sakallı Akşemseddin, orduya hitâben tarihi konuşmasını yaparak mânevi gücü tekrar yerine getirmesini bilmişti:

“Ey asker Biliniz ki, bu fetih, Cenâb-ı Hak katında size ve Sultan Mehmet Han'a takdir kılınmıştır Kim ki bundan şüphe eder, imândan sapıtmış olur

Hazret-i Eyyûb'un kabrini keşfettikten sonra mânevi değeri asker nazarında pek büyümüş olan Akşemseddin'in bu sözlerine, herkes imânı ile inanmış ve üç gün sonra tarihin en büyük zaferine ulaşmasını bilmişti

Fatih, İstanbulun fethinden sonra, bir ara hocasından kendisini dervişliğe kabul ederek irşatlarda bulunmasını ister Akşemseddin bu teklifi:

­ Sen devlet işlerini gereği gibi yerine getirmeye ve saltanatı devam ettirmeye mecbursun ve bununla görevlisin Sen benim halvetime girersen dünyanın düzeni bozulur Senin sâlik olman değil, mâlik olman lâzımdırdiyerek şiddetle reddetmiştir

Artık kendi görevinin de bittiğine inanmıştır Padişahtan Göynük'e gidip, orada dersleriyle uğraşması için izin ister Fatih hocasını bırakmak istemese de, sonunda çare olmadığını görür Hocasını Göynük'e uğurlar Göynük'te bir köşeye çekilerek öğrencileri ve kitaplarıyla baş başa kalan Akşemseddin, Fatih'e yazdığı mektuplarda, Ona, yeni ufuklar açar

Ömrünün son altı yılını Göynükte zikir, ibâdet ve fakir hastaları tedavi ile uğraşarak geçirdi 1459 yılında Göynük'te vefat etti

Akşemseddin'in, bugün İstanbul Feyzullah Efendi Kütüphanesinde bulunan Hayatın Maddesi ve Tıp adında, Türkçe, elyazması iki büyük cilt eseri vardır Ayrıca Hall-i Müşkilât, ve Makâmât-ı Evliyâ gibi eserleri bilim dünyasınca tanınmaktadır

Herhalde onun en büyük eseri, Fatih Sultan Mehmed gibi büyük bir devlet adamını yetiştirmiş olmasıdır

Alıntı Yaparak Cevapla

A'dan Z'ye Türk Büyükleri...

Eski 11-04-2012   #8
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

A'dan Z'ye Türk Büyükleri...



ARSLAN BEY

Anadoluda Selçuklu Sultanlığını kuran Oğuz Türkmenleridir Bu gün Anadoluyu dolduran Türklerin ataları da Oğuzlardır Oğuzlar X yüzyılda Müslümanlığı kabul edince, Türkmen adı ile anıldılar

Oğuzların ana yurdu, ormanlarla kaplı olan Tanrı Dağıdır Oğuzlar bu dağa “Gökmen Adağı” derlerdi Atalarımız Orta Asyada bulunan bu ilk Türk yurduna (Ortaçağ), doğusuna (Hatay), batı illerine de (Horasan) adını vermişlerdi Oğuzlar, Ortaç Elinde 34 boy olarak yaşamakta idiler Sağ tarafa düşen on iki kabileye (Bozoklar), sol taraftaki on iki kabileye (Üçoklar) denilmekteydi Bozoklar, Oğuz Atanın (Günhan), (Ayhan), (Yıldızhan) adı oğullarından türediler Üçoklar ise Oğuz Atanın (Gökhan), (Dağhan), (Denizhan) oğullarından çoğaldılar

Oğuzların Üçoklarından (Kınık) boyu başbuğlarından Selçuk, XI yüzyılda Büyük Selçuklu İmparatorluğunu kurmaya muvaffak oldu Selçukun babası Dakak, Uygur Türkleri ülkesinde yaşamakta idi Ölümünden sonra oğlu Selçuk, Uygur Hükümdarı Beyğu Hanın hizmetine girerek subaşılık rütbesine kadar yükseldi Fakat Hanın karısı, Selçuku öldürtmek istediğinden, o maiyetindeki Oğuzlarla beraber Seyhun Nehri kenarında bulunan Cent şehrine gelerek yerleşti

Selçuk, civarındaki kavimlerle muharebeye girişerek az zamanda bir şöhret kazandı Cesur olduğu kadar kuvvetli bir ahlaka da sahipti Onda devlet kuruculuğu vasfı da bulunduğundan kısa bir zamanda Horasan Elleri Türkmenleri, Selçukun etrafında toplandılar Selçukun han seçilmesi hakkında şu tarihî rivayet vardır:

Günlerden bir gün, Oğuz Beyleri, okdanlıklarından birer ok çıkartıp bir yere toplandılar Bir çocuğun gözlerini bağlayarak bu oklardan bir tanesini ona çektirdiler Bu ok, başbuğlardan Selçuka aitti Selçuku han seçtiler Onu Oğuz töresince bir ak keçeye oturtup dokuz defa havaya kaldırıp ordugahta dolaştırdılar Sonra, önünde diz çöküp bakır kaplarla kımız içtiler Bütün Başbuğlar:

“Selçuk, devletin kutlu olsun! Seni han tanıdır” Diye and içtiler

Ozanlar kopuzlarıyla Oğuznameden parçalar okudular İşte bu suretle Selçuk, Selçuklu Devletini kurmuş oldu

Selçukun (Arslan, Mikail, Musa, Yunus) adında dört oğlu vardı Selçuk bu oğullarından en fazla Mikaili seviyordu Mikail bir kale muhasarasında şehit düştü Bundan sonra Selçukun Mikailin oğulları olan (Çakır) ile (Tuğrul)a karşı sevgisi fazlalaştır Fakat oğullarından en ulusu Arslan Beydi

O sıralarda Samanoğulları hükümdarı, Selçuktan yardım istedi Selçuk da oğlu Arslan Beyi bir kuvvetin başında bunlara gönderdi Arslan Bey, çok cesur ve yiğit bir kumandandı Yaptığı savaşlarda büyük muvaffakiyetler gösterdi Maveraünnehirin asayişini bozan kavimleri birer ikişer mağlup ederek sindirdi

Bir müddet sonra Selçuk Han, 1030 tarihinde yüz yedi yaşında olduğu halde vefat etti

Artık devletin idaresi Arslan Beye kalmıştı Fakat Arslan Beyin kuvvetlerinden, o devirde devlet kurmuş olan Samanoğulları, Karahanlılar ve bilhassa Gazneliler korkmaya başladılar

Gazneli Mahmut, kendi devletine bir tehlike olarak gördüğü Arslan Beyle dostluk içinde geçinmenin çarelerini aramaya başladı

Bir gün Gazneli Mahmut, Arslan Beye bir elçi gönderdi Arslan Bey de bu elçiye lazım gelen saygıyı gösterdi Elçi, Arslan Beye, Gazneli Mahmutun selamını söyledikten sonra şunlara tebliğ etti:

Gazne Sultanı diyorlar ki, biz daima Hindistana doğru sefer ediyoruz Bize birçok Müslüman devletler yardım etmek dileğinde bulunuyorlar Hayret ettiğim şudur ki, hiçbir gün Selçuk Oğullarından bir bölük olsun bizimle birlikte cenge iştirak etmiyor Eğer sizler de Hindistan seferlerine iştirak etme arzusu gösterirseniz, Gazneye gelip benimle görüşürsünüz!

Arslan Bey elçiye şu sözü verdi:

Eğer sultanınız, biz Selçuk Oğullarından faydalanmak arzu ediyorlarsa, biz kavgadan hiçbir zaman kaçmayız Derhal Hint seferlerine iştirak ederiz Bu hususu görüşmek üzere Gazneye geleceğim!

Hakikaten, bir müddet sonra, Arslan Bey, yavuz delikanlılardan oluşmuş ve her türlü teçhizatı tamamlanmış olan 10000 kişilik Türkmen alayı ile Horasandan kalkıp bu günkü Kabil şehri civarında bulunan Gazne şehrine gitti Gazneli Mahmut bu büyük kuvvetin başkentine yaklaştığını duyunca korktu Bu kuvvetler, Gazne civarında ordugah kurup konakladılar Bundan telaşa düşen Gazneli Mahmut Arslan Beye hemen bir adamı ile şöyle bir haber gönderdi:

Hinde henüz bir seferimiz yoktur Kuvvetlerinizi geri çekiniz Yalnız kumandanlarınızı sarayımda misafir edeceğim

Arslan Bey, Sultanın bu arzusunu kabul ederek kuvvetlerini geri çekip yalnız 300 yiğitle Gazne şehrine girdi Küheylan atlar üzerinde birbirinden güzel bu yiğit delikanlıların Gazne sokaklarından geçişi büyük heyecan uyandırdı Oğuzlar simaca pek güzel insanlardı Beyaz tenli, al yanaklı ve kumral saçlı, iri vücutlu idiler Oğuzlar, Türk kavimleri içinde en cesurları ve en zekileriydi Oğuzların güzelliği dillere destan, hele ahlakları bütün Asya kavimlerince hürmete şayandı

Arslan Bey, yanında oğlu Kutulmuş olduğu halde Gazne Sultanının muhteşem sarayına gitti Saray ağaları, Arslanı karşılayarak Sultan Mahmutun huzuruna çıkardılar

Bu saray o devirde, dünyanın en zengin saraylarından biriydi Gazneli Mahmut, sarayında devrinin en yüksek alim ve sanatkarlarını toplamış, meşhur Şair Firdevsî bile Gazne sarayında Şehnamesini yazıp bitirmişti Sultan Mahmut, altın bir taht üzerinde oturmuş, vezirleri de sağında ve solunda el pençe divan durmakta idiler

Arslan Bey, salona girince gayet terbiyeli bir tavırla ilerleyerek eğilip yeri öptü Arslanın bu terbiyeli hali Sultan Mahmutun çok hoşuna gitti Bunun üzerine Arslan Beye ikramlarda bulundu Kendi tahtının yanına altından bir kürsü konulmasını emretti Derhal sultanın yanına alın kürsü konuldu Gazneli Mahmut, misafirini yanına oturttu Bir müddet Arslanla görüştükten sonra dernek kurulmasını emretti Birçok vezirler ve ağalar yerlerine oturarak, divan toplantısı yapıldı Gazneli Mahmut, Arslan Beyin de bu dernekte bulunmasından dolayı hoşlandı Biraz sonra Gazneli Mahmut, seçkin misafirine dönerek dedi ki:

Eğer ihtiyacımız olursa bize ne kadar askerle yardım edebilirsiniz?
Arslan Bey, yanında bulunan okdanlıktan bir ok çıkartıp Sultana gösterdikten sonra:
Her zaman bu oku oymağıma gönderirseniz size derhal 10,000 sipahi gönderebilirim! diye cevap verdi
Bu vaadden son derece bahtiyarlık duyan Sultan:
Tekrar asker istersem?
Diye sordu Arslan ikinci bir ok çıkardı:
Bu ok da 10,000 askere muadildir
Sultan Mahmut hayretle:
Daha istersem? diye sordu
Arslan Bey, bir üçüncü ok çıkardı:
Bu da 10,000 askere işarettir
Sultan Mahmutun gözleri açıldı ve divanda bulunanlar hayretlerini gizleyemediler Sultan Mahmut misafirini sonuna kadar yoklamak kararında idi:

Bu askerler kafi gelmezse?
O zaman Arslan Bey, omuzunda asılı olan yayı çıkararak vakur bir sesle:
Ne zaman bu yayı oymağımıza gönderirseniz, dedi; derhal 30,000 asker emrinize gelir!
Bu sözleri duyan Sultanın tavrı derhal değişti İçine bir korku ile beraber bir de kin düştü Dernekte bulunanların da tavırları değişti Sevgi ile başlayan bu görüşme bir kinle sona erdi Biraz sonra Arslan Bey oğlu Kutulmuşu alarak sultanın huzurundan ayrıldı Gazneli Mahmut, vezirlerine döndü:

Bir adam ki üç ok ve bir yayla 60,000 kişiyi silah erzak ve mühimmatı ile toplayabiliyor; onu küçümsememek lazımdır

Vezirler hep bir ağızdan cevap verdiler:
Bu adam, devletimiz için büyük tehlikedir
Bunun üzerine Gazneli Mahmut, Arslan Bey hakkında kötü şeyler düşünmeye başladı:
Mademki Arslan elimize düşmüştür; onu sağ bırakmayalım
Sultanın fikri vezirler tarafından hemen benimsendi İçlerinden biri:
Arslan ve kumandanlarını bir nehre atıp boğalım! diye bir teklifte bulundu
Önce Gazneli Mahmut, kendisine misafir gelen bir adamın boğulmasına rıza göstermedi; fakat:

Arslanı yakalayıp, Hint hududundaki “Kalincer” kalesine hapsedebiliriz dedi ve gerekli emri verdi Zavallı Arslan Bey, misafir kaldığı bu sarayın altın yaldızlı bir odasında oğlu ile beraber uykuda bulunuyordu Sabaha karşı birden bire odasının içine ellerinde kılıçlarıyla on tane saray muhafızı girerek uykuda bulunan Arslan ve oğlunun üzerine saldırdılar İkisini de kıskıvrak bağladılar

Arslan Bey, ne olduğunu ve neye uğradığını bilemedi Tanrı misafiri bulunduğu bu sarayda bir hıyanete kurban gittiğini anladıysa da iş işten geçmiş bulunuyordu Gazneli muhafızlar, onu, elleri bağlı olduğu halde, Hint hududundaki bir dağ üzerinde bulunan kalın duvarlı Kalincer kalesinin karanlık bir odasına hapsettiler

Selçukun büyük oğlu Arslan Bey, Gazneli Mahmutun hilesinin kurbanı olarak bu karanlık taş odada ömrünü tamamladı

Fakat Türkler, Gaznelilerden bunun intikamını almaya ant içtiler Nihayet Selçukun torunlarından Çakır ile Tuğrul beyler, Gazneli Mahmutun oğlu Mesudu “Dandanakan” sahrasında mağlup ederek, Gazneli Devletini tarihten sildiler Gazneli Mahmut, Arslanın oğlu Kutulmuşu serbest bırakmıştı Kutulmuşu da saltanat kavgası yüzünden Alpaslan öldürttü Fakat Kutulmuşun oğlu Süleyman, Anadolu Selçuklu Devletini kurmaya muvaffak olarak Oğuz Türkmenlerinin Anadoluda ebediyen yaşamalarını sağlamış oldu

Alıntı Yaparak Cevapla

A'dan Z'ye Türk Büyükleri...

Eski 11-04-2012   #9
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

A'dan Z'ye Türk Büyükleri...



ATTİLÂ

Büyük Türk-Hun İmparatoru'dur 395 yılında doğdu Hun Devleti'nin kurucularından Muncuk'un oğludur 434 yılında kardeşi Bledu ile birlikte İmparatorluğun başına geçti Bir süre sonra kardeşinin öldürülmesiyle Tuna kıyılarından Çin Seddi'ne kadar uzayan imparatorluğun tek hâkimi oldu 750 bin kişilik ordusuyla Galya şehirlerini alt üst etti Orleans'ı kuşattı Kuzey İtalya'yı silindir gibi ezip geçti Avrupa'yı titreten bir cihangir oldu 453 yılında öldüTıpkı Büyük İskender gibi bütün dünyaya hâkim olmak ihtirası ile dopdolu bulunan Attila, bu büyük emelini tamamen gerçekleştiremedi Ancak tarihin tanıdığı en ünlü cihangirlerden biri olduGençliğini barış için rehin olarak Roma'da geçirmiş, bu yüzden Roma kültürünün yanı sıra zaaflarını ve karakterlerini incelemişti Latince'yi de ana dili gibi öğrenmişti Hükümdar olduktan sonra Romalılar hakkındaki bütün bu bilgilerini en iyi şekilde değerlendirmeyi başardı

Attilâ önce Doğu Roma'yı hedef aldı Bizans üzerine yürüdü Kendisinden aman dileyen İmparatoru yıllık vergiye bağladı Bir süre sonra vergisini ödemeyen imparatora, bunu pek pahalıya ödetti Balkanlardan Mora'ya, oradan İstanbul kapılarına kadar olan bölgeyi ele geçirdi Bizanslılar vergiyi iki misline çıkartarak İstanbul'u kurtardılar Fakat, bu arada Bizans İmparatoru III Valentinianus, bir suikastçi göndererek Attilâ'yı öldürtmeye teşebbüs etti Bu teşebbüs sonuçsuz kaldı İmparator bu kez kendi emriyle suikasti hazırlayanın kafasını kestirip Attilâ'ya göndermekle, kendisini temize çıkarmaya kalkıştı

Bu arada III Valentinianus'un hayatı boyunca evlenmemeye mahkum ettiği kız kardeşi, rahibe olarak kapatıldığı manastırdan Attilâ'ya bir nişan yüzüğü göndererek kendisiyle evlenmeye hazır olduğunu bildirdi Bütün Avrupa'ya dehşet saçan Attilâ, Bizans İmparatoru'na daha sert bir mesaj göndererek, nişanlısının kapatılmış bulunduğu manastırdan serbest bırakılmasını ve müstakbel eşine çeyiz olarak Batı Roma İmparatorluğunun yarısının verilmesini istedi III Valentinianus, Büyük Türk-Hun İmparatoru'nun bu teklifi karşısında kara kara düşüncelere daldı Bunun verdiği huzursuzluk bütün Bizans'ı kapladı Doğu Roma İmpatorluğu sınırları içinde bitip tükenmek bilmeyen korkulu günler ve aylar başladı,

Attilâ'nın bütün emeli Batı ile Doğu Roma İmparatorluklarının kendisine karşı birleşmelerini önlemekti İki cephede birden savaşmak istemiyordu Doğu Roma'yı bu huzursuzluğun içinde bıraktıktan sonra ani bir kararla Batı Roma'ya yürüdü Bir hallaç pamuğu gibi attı, Batı Roma İmparatorluğu'nu

Roma'ya girmesinin gün meselesi halini aldığı bir sırada Papa III Leon, bizzat Attilâ'nın karargâhına giderek Roma'yı çiğnememesi için ricada bulundu Hattâ bunun için kendisine yalvardı Papanın bu yalvarışı karşısında istilâyı durdurmayı kabul eden Attilâ, Romalıları çok ağır bir vergiye bağladıSekiz yıl içinde bütün Avrupa'da eşi görülmemiş ölçüde büyük bir istilâda bulunan Attilâ, korku ve dehşet ifade eden tek isim oluvermişti Bu yüzden son derece âdil bir hükümdar olmasına rağmen bütün Avrupa kendisini barbar gözüyle gördü Onun etrafına saçtığı büyük korku ve dehşetin psikolojik bir sonucu olmuştu bu yanlış teşhis

Attilâ yalnız büyük bir istilâcı ve yaman bir komutan değil, mükemmel bir hükümdardı Tarih onu, milletine medenî bir düzen veren ve dünyada posta teşkilatını kuran ilk kişi olarak tanırAttilâ'nın ilk eşi ve baş kadını Arıkan idi Ölümünden sonra yerine geçen oğlu İlek'in anası olan Arıkan'dan başka bir kaç kadın daha almıştı 453 yılında büyük Türk-Hun İmparatorluğu'nun başkenti olan Etzelburg'da (Bugün Macaristan sınırları içinde bulunan Attila şehri) İlkido adında genç bir kızla evlendi Elli sekiz yaşında olmasına rağmen son derece dinç ve kuvvetli idi Zifaf gecesinin sabahında, bütün Avrupa'yı tir tir titreten cihangir, yatağında ölü bulundu Ağzından, burnundan boşanan kanlarla, bütün yatak kıpkırmızı olmuştu Ölümünün şiddetli bir burun kanamasından mı, bir hastalıktan mı, yoksa bir suikast sonucu mu meydana geldiği kesinlikle anlaşılamadı
Cenazesi, ölümünün ertesi günü yapılan çok büyük bir törenle kaldırıldı Cesedi altın bir tabuta konulmuştu Bu tabut, önce gümüş, sonra da demir bir mahfazanın içine yerleştirilmiş ve böylece toprağa verilmiştiAttilâ, ölümünden sonra, kimse tarafından rahatsız edilmeden ebedî uykusunu uyumak isterdi Bunu, böyle vasiyet etmişti Bu nedenle mezarını kazıp kendisini toprağa verenler okla vurulmak suretiyle hemen oracıkta öldürüldü Sonra mezarının yanından geçmekte olan bir çayın mecrası değiştirildi Sular başta tarafa, muhtemel olarak mezarın üzerinden verilen yeni mecrasına akıtıldı Böylelikle büyük cihangirin son arzusu yerine getirilmiş oldu
Ne yazık ki bugün mezarının yeri dahi bilinmez

ALPARSLAN TÜRKEŞ

Ali Arslan (Alparslan Türkeş), 25 Kasım 1917 tarihinde Kıbrıs'ın Lefkoşe bölgesinde doğdu Babası Ahmet Hamdi Bey, Kayseri'nin Pınarbaşı ilçesine bağlı Yukarı-Köşkerli köyünden Kıbrıs'a göçen Koyunoğlu ailesinden Arif Ağa'nın oğlu Tuzlalı Ali Ağa'nın oğluydu Arif Ağa, Avşar Aşireti'ne mensup bir beydi

1860'lı yıllarda Orta Anadolu'da çıkan bir toprak meselesi nedeniyle Sultan Abdülaziz tarafından Kıbrıs'a sürülmüştü Annesi Fatma Zehra Hanım ise, Kıbrısın yerli Türk ailesine mensuptu Annesinin ailesinin de Çankırı yöresinden Kıbrıs'a göçtüğüne dair rivayetler tespit edilmiştir
1921 de 4 yaşına giren Ali Arslan, Saray Önü İlkokulu(Sıbyan Mektebi)na gönderilir Birbirinin ardı sıra gelen ilkokul ve Rüştiye yıllarında Hüsnü Bey, Selahattin Bey, Mehmet Asım Bey, Ragıp Tüzün Bey, Turgut Bey, Osman Zeki Bey ve Faiz Kaymak gibi hocalardan dersler alır
1933 yılında Alparslan, babası Ahmet Hamdi Bey'i ve annesi Fatma Zehra Hanımı ikna eder ve aile mallarını satıp Türkiye'ye İstanbul'a gelirler Ailesi İstanbul'a yerleşince Alparslan'in ilk işi Kuleli Askeri Lisesi'ne kayıt olmak olur 1936'da Kuleli Askeri Lisesi'ni pekiyi derece ile asteğmen olarak bitirince Ankara ve Harp Akademisi yılları başlar 1938'de Harbiye'den mezun olur Artık o, Türk Ordusunun genç bir teğmenidir
Piyade Teğmen Alparslan Türkeş, ilk görev yeri olan Isparta'da Katırcıoğlu ailesinin kızları Muzaffer Şükriye Türkeş'le 14 Şubat 1940 tarihinde evlenmiştir
Üsteğmen Alparslan Türkeş, 1944 yılında şair ve yazar A Nihal Atsız'a yazdığı mektuplar sebebiyle "Türkçülük ve Turancılık" davası sanığı olarak tutuklanmış ve yargılanmış 29 Mart 1945 tarihinde bütün sanıklarla birlikte milletini sevmek ve milletinin kalkınması için politika üretmek gibi bir suç olmayacağı için davanın hem esastan hem de usulden bozulması ile beraat etmiştir
Yüzbaşı Alparslan Türkeş 1948 yılında Genel Kurmay Başkanlığının açtığı bir sınavı kazanarak Amerika Birleşik Devleti Piyade Okulu ve Amerikan Harp Akademisi'nde çağdaş askeri gelişmeler konusunda bir kurs görmek üzere Amerika'ya gönderilmiştir

1944 yılında Harp Akademilerine giriş sınavını kazanmasına rağmen "Türkçülük ve Turancılık Davası" sebebiyle ertelenen bu hakkı 1952 yılında iade edilmiş ve 1955 yılında Harp Akademisini başarıyla tamamlayarak Kurmay Subay olmuştur
Kurmay Binbaşı Alparslan Türkeş, Genel Kurmay Başkanlığının dış görevler için açtığı sınavı kazanarak Kasım 1955-57 tarihleri arasında Washington'da bulunan NATO Daimi Grup nezdinde Genel Kurmay Temsil Heyeti üyeliğine atanmıştır Washington'da bulunduğu dönemde çalışanlar için özel gece kursları veren University of America'da İnretnational Economics öğrenimi görmüştür
Kurmay Binbaşı Alparslan Türkeş, 30 Ağustos 1957 yılında Kurmay Binbaşılığa terfi etti 1959 yılında Almanya'da Atom ve Nükleer Silahlar konusunda kurs görmüştür Avrupa'da çeşitli NATO toplantılarına ve askeri manevralarına Türk Genelkurmayı'nın temsilcisi olarak katıldı 1960 yılı başında, gecikmiş kıdemleri verilerek Kurmay Albaylığa terfi etti

27 Mayıs 1960'ta Türk Silahlı Kuvvetleri'nin gerçekleştirdiği ihtilal hareketi içinde bulunmuş ve radyodan hareketin sebepleri ve amacını seslendirmiştir Bu dönemde Milli Birlik Komitesi üyesi ve Başbakanlık Müsteşarlığı görevini yürütmüştür Başbakanlık Müsteşarlığını yaptığı 4 ay gibi kısa bir dönemde de, Türkiye için hayati önemi olan Devlet Planlama Teşkilatı, TÜBİTAK, Sosyal Güvenlik ve Yardımlaşma Kanun Tasaları, Atom Enerjisi Kurumu, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, Türk Standartlar Enstitüsü gibi önemli kurumların kuruluşuna öncülük etti Daha sonraki yıllarda gerçekleştirilen GAP Projesi'nin de öncü düşünürü ve önerenidir

Türkiye'ye etkili ve bilgili hizmetlerinden dolayı verilen "Kudretli Albay" sıfatının bazı çevrelerde yarattığı rahatsızlık ve Atatürk'ün ölümünden sonra dışlanan Türk Milliyetçiliğini doktirinine dayalı hizmet anlayışına duyulan tepki ile 13 Kasım 1960 tarihinde emekliye sevk edildi Türkiye'nin son sürgünü olarak Yeni Delhi Büyükelçiliği'nde Hükümet Müşaviri olarak görevlendirildi Burada gayrı resmi Askeri Ateşemiliter görevi yürüttü

22 Şubat 1963 tarihinde Hindistan'dan Türkiye'ye döndü Türk Milliyetçiliği ülküsünü gerekli kıldığı kültür ve sanat faaliyetlerini hayata geçirmek üzere Huzur Derneği'ni kurdu
Bu derneğin hızlı gelişimi bazı çevreleri endişelendirdi ve 21 Mayıs 1963 Talat Aydemir İhtilal teşebbüsü vesile ve fırsat yapılarak haksız ve kanunsuz bir şekilde tutuklandı Yargılama sonucunda 4 Eylül 1963 tarihinde beraat etti ve serbest bırakıldı
31 Mart 1964'te Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi'ne girdi ve Parti Genel Müfettişi olarak görevlendirildi 30 Temmuz 1965 günü yapılan CKMP'nin büyük kongresinde Genel Başkan seçildi 30 Ekim 1965 tarihinde yapılan genel seçimlerde Ankara Milletvekili seçildi ve Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeliği hakkını kazandı
28 Nisan 1966 yılında yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerine tek aday olarak gösterilen Cevdet Sunay'ın karşısında demokrasinin gereklerinin uygulanmasını savunmak üzere Cumhurbaşkanı adayı oldu
1969 yılında CKMP'nin Adana'da toplanan Büyük Kongresinde, Genel Başkanlığa yeniden seçildi Bu kongrede partinin adı Milliyetçi Hareket Partisi ve amblemi üç hilal olarak değiştirildi
12 Ekim 1969 yılında yapılan genel seçimde Adana Milletvekili seçildi ve üçüncü kez parlamentoya girdi
1975-1978 yıllarında kurulan Milliyetçi Partiler Hükümetlerinde İç ve Dış Güvenlikten sorumlu Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcılığı görevini yürüttü Güneydoğu Anadolu bölgesi Toprak ve Tarım Reformunu başlattı
5 Haziran 1977'de yapılan genel seçimlerde dördüncü kez parlamentoya yine Adana Milletvekili olarak seçildi TBMM Başkanlığı seçiminin kilitlenmesi üzerine CHP ile diyalog kurarak CHP adayı Cahit Karakaş'ın TBMM Başkanı seçilmesine destek vererek Meclisin çalışmaya başlamasını sağladı Cumhurbaşkanı seçimi ile ilgili benzer bir tıkanıklığı aşabilmek için de aynı uzlaşma çabasını gösterdiyse de Cumhuriyet Halk Partisi, kendi içinde bir ortak adayda anlaşamadığı için cumhurbaşkanı seçimi çözümlenemedi

12 Eylül 1980 ihtilalinde gözaltına alındı ve tutuklandı Sıkıyönetim Mahkemeleri tarafından açılan ve 2000'den fazla kişinin yargılandığı XX yüzyılın en kalabalık sanıklı davası olarak da tanımlanan "MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası"nda MHP Genel Başkanı sıfatıyla 227 arkadaşıyla birlikte idam talebiyle yargılandı Savcılığın Türkçülüğün tarihi ile başlattığı ve millet ve devlet sevgisini suç olarak nitelendirdiği tespit ve yorumlar, hukuk tarihi ve siyasi tarih açısından bir dönem devleti temsil eden güçlerin, devletinden ve milletinden yana olan aydınlara bakışını göstermesi açısından fevkalade düşündürücüdür
7 Nisan 1985 tarihinde sağlık nedenleriyle tahliye edildi
1987 yılında siyasi yasakların referandumla kaldırılmasından sonra, Milliyetçi Çalışma Partisi'nin 4 Ekim 1987 tarihinde yapılan 2 Büyük Kongresi'nde partinin genel başkanlığına seçildi
20 Ekim 1991 tarihinde Yozgat Milletvekili seçilerek beşinci kez parlamentoya girdi 27 Aralık 1992 tarihinde yapılan olağanüstü kongrede, Milliyetçi Çalışma Partisi'nin adı ve amblemini 1980 ihtilalinde kapatılan partilerin yeniden açılması için çıkarılan kanunun verdiği yetkilere dayanarak Milliyetçi Hareket Partisi ve Üç Hilal olarak gerçekleştirdi
21-23 Mart 1993 tarihinde Antalya'da dünya tarihinde ilk kez yapılan Türk Devlet ve Toplulukları Dostluk, Kardeşlik ve İşbirliği Kurultayı projesinin düşünürü, düzenleticisi ve gerçekleştiricisidir
Bu kurultaydan sonra Türk Devlet ve Toplulukları dostluk, kardeşlik ve işbirliğini kurumlaştırmak üzere Türk Devlet ve Toplulukları Dostluk, Kardeşlik ve İşbirliği Vakfı (TÜDEV)nı kurmuştur Bu vakıf sayesinde Türk Dünyası'nda, Birleşmiş Milletler Dayanışması ve anlayışının bir benzerini gerçekleştirmeyi amaçlamıştır
Türk Milliyetçiliğinin diğer milliyetçiliklerden en belirgin farkı olan insan sevgisine dayalı felsefesi ile kurumlaşacak birliklerin, Türk Yurtlarında olduğu kadar bütün dünyada hoşgörülü yaşama ahengini yaygınlaştırmak, TÜDEVin temel amaçları içinde yer almıştır Bugün vakfın yetersiz ve etkisiz küçülerek tekrarlanan kurultaylardan başka faaliyet ve işbirliği gerçekleştirememesi üzüntü vericidir
Alparslan Türkeş, 1995 seçimlerinde partisinin ülke barajını aşamaması sebebiyle Meclis dışında kalmasına rağmen ülke meselelerinde danışılan, dengeleri ve güveni sağlayan gerçek bir devlet adamı sorumluluğu taşıyordu
Atatürk'ün "Gençliği, hassas ve milliyetçi yetiştirmek asıl hedefimizdir" özdeyişindeki hedefi tek başına üstlenerek, Türk Milliyetçiliği ülküsünü benimsemiş binlerce genç yetiştirerek, milli eğitimin önemli bir eksiğini tamamladı
Alparslan Türkeş, Türk milletinin de diğer milletler gibi kendi tarihine ve kültürüne saygılı ve Türk kültürünün geliştirilmesi hakkına sahip olduğu anlayışını Türk siyasetinin genel kabulleri arasına dahil etti
O, dünyanın her tarafında bulunan Türklerin de diğer insanlar ve milletler gibi kendi kaderlerini belirleme hakları olduğunu savunurken, bir taraftan da yoksulluk ve cehaletin bütün insanlıkla beraber Türk milletinin de en büyük düşmanı olduğunu vurguladı
İnsan haklarının hayata geçirilmesini Türk kültürünü kavramları ve dilinin incelikleri ile "Mücadelemiz insan haysiyetine hürmet, zihniyetine hakim kılmaktır" şeklinde ifade ederek, Türk milliyetçilerine vasiyet olarak bıraktı

Alıntı Yaparak Cevapla

A'dan Z'ye Türk Büyükleri...

Eski 11-04-2012   #10
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

A'dan Z'ye Türk Büyükleri...



CEVDET PAŞA

Ahmet Cevdet Paşa Türklerin XIX yüzyılda yetiştirdiği büyük zekalarından biridir

Cevdet Paşa, günümüzde Bulgaristan hudutları içinde kalan Lofçada doğdu Medrese eğitimini tamamladıktan sonra 17 yaşında İstanbula geldi O dönemin usulüne göre din bilginlerinden diploma aldı İçinde var olan ilim aşkı ile Farsça ve Fransızca öğrendi Matematik, felsefe, kozmoğrafya ve tabii ilimlerde kendisini geliştirdi Gençliğinde zekası ve çalışkanlığı dikkati çekiyordu Kadılıktan başlayarak birçok değişik görevlerde çalıştı “Divan-ı Ahkam-ı Adliye Reisliği” yaptı ve bu sırada medeni kanun olarak kabul edilen “Mecelle”nin hazırlanmasını sağladı Türkiyede ilk defa “Adliye Nazırı” oldu Valilik ve birçok nazırlık görevlerini yürüttü

Cevdet Paşaya göre hükümetlerin iki görevi vardır Birincisi adalet, ikincisi ise memleketi korumaktır Bu düşünce, onun adalete verdiği önemi gösterir Çünkü ona göre, yargıçlara yalnızca kanunlar emir verir Bunun için yargıçlar, vicdanlarına aykırı bile olsa kanuna uymak zorundadırlar Böyle düşünen Cevdet Paşanın eserleri ve çalışmaları kendisinin üstün yetenekli, örnek bir insan olduğunu gösterir Onun Türk Adliyesinin kuruluşuna ve daha düzenli çalışmasına büyük hizmetleri olmuştur Başkanlığı altında hazırlanan Mecelle yarım yüzyıl kadar Türk Medeni Kanunu olarak yürürlükte kalmıştır

Cevdet Paşanın kişiliğinin en güçlü yönü eserlerinde görülür

Kavâid-i Osmâniye adlı eseri ile Türk dilinin esaslarını kurmuş, on iki ciltlik Cevdet Tarihi adlı eseri ile de Türk tarih anlayışına yeni ve olumlu bir görüş ve metot getirmiştir Kısas-ı Enbiyasının açık ve güzel Türkçesi her zaman örnek olarak gösterilebilir

ALEMDAR MUSTAFA PAŞA

II Mahmut devri sadrazamlarındandır 1750 yılında Rusçuk'ta doğdu Bazı tarihçilere göre ise 1765 yılında Hotin'de dünyaya gelmiştir Rusçuk Yeniçeri ağalarından Hasan Ağa'nın oğludur

Bayraktar olarak katıldığı savaşlarda gösterdiği yararlıktan ötürü “Alemdar” lakabını aldı Önce Hezergrad Âyanı, sonra da Rusçuk Âyanı oldu Bir aralık Edirnede (Nizamı Cedit) aleyhindeki isyana yardım etmekle beraber sonra hükümetin güvenini kazanmış, Kapıcı başı ve Mirahur rütbelerini almıştır III Selimin son zamanlarında açılan Rusya seferinde Tuna hududunda Rus ilerleyişini önlemeye yarayacağı düşünülerek kendisine 1806da Vezirlik rütbesi ile Tuna Yalısı Seraskerliği verildi, iki yıl sonra sadrazam oldu 1808 yılında intihar etti

Topkapı Sarayı'ndaki Arz Odasının kapısı büyük bir gürültü ile kırılıp açılmış ve içeri girenler feci bir manzara ile karşılaşmışlardı Babüssaade hizasındaki büyük kapının önünde bir şilte üzerinde, III Selim'in kanlar içindeki naaşı yatmakta idi Sağ şakağının derisi, kafasına indirilen bir pala darbesiyle, sakalı ile beraber çenesine kadar inmişti Ayrıca vücudu da kanlar içinde idi

– Vah efendim benim Seni tahtına tekrar çıkarmak için bunca yoldan geleyim de, gözlerim seni bu halde mi görsün? diye boğuk bir ses yükseldi Ve elindeki kılıcı bir yana atan iri yapılı ve tok sesli bir adam kanlar içindeki naaşın üzerine kapanıp hıçkırarak ağlamaya başladı Bir yandan da “Bütün Enderun halkını kılıçtan geçirip intikamını almazsam bana da Alemdar Mustafa Paşa demesinler” diye haykırıyordu hıçkıra hıçkıra

Bir yeniçeri ağasının oğlu olmasına ve bu ocağın içinden yetişmesine rağmen Yeniçeri Ocağı'nın uğradığı bozulma karşısında onların aleyhine dönmüş ve III Selim'in orduda yapmak istediği büyük ıslahatta kendisine en büyük bir yardımcı olmuştu

Yeniçerilerin “Nizam-ı Cedid'e karşı ayaklanmaları sonucu III Selim'in tahtından indirilmesiyle “Nizam-ı Cedid” taraftarlarının bir kısmı isyanın elebaşısı Kabakçı Mustafa'nın elinden canlarını kurtarıp Rusçuk'a kaçmışlardı Orada III Selim'e ve “Nizam-ı Cedid”e inanmış Tuna Yalısı Serdarı Alemdar Mustafa Paşa'ya sığınmışlar ve “Rusçuk yârânı” adıyla anılan bir grup teşkil etmişlerdi

Başlarında Alemdar Mustafa Paşa'nın bulunduğu “Rusçuk yaranı”, 15 bin kişilik bir orduyla Rusçuk'tan İstanbul'a yürümüştü Maksatları Iiı Selim'i tekrar tahta çıkarmak ve Nizam-ı Cedid'i yeniden kurmaktı

19 Temmuz 1807 günü İstanbul'a gelen Alemdar Mustafa Paşa, önce Kabakçı Mustafa'nın evini bastırıp kellesini vurdurmuş, sonra da zorbalar arasında kanlı bir temizleme harekâtına girişmişti Bu arada Bâb-ı Âlî'yi basıp Sadrazam Çelebi Mustafa Paşa'nın elinden Mühr-i Hümâyûnu almış, onunla birlikte yobaz Şeyhülislam Ataullah Efendi'yi de azletmişti

Alemdar'ın Topkapı Sarayı'na doğru yürümekte olduğunu haber alan Padişah IV Mustafa, büyük bir paniğe kapılmış ve tahtını koruyabilmek ve tek Osmanoğlu kalmak amacıyla amcası sâbık Padişah III Selim ile kardeşi II Mahmut'un öldürülmelerini emretmişti III Selim, Alemdar Mustafa Paşa saraya varana kadar öldürüldü II Mahmut ise bir kaç yakınının yardımıyla canını güçlükle kurtarabildi

IV Mustafa'yı tahttan indirip II Mahmut'u tahta çıkartan Alemdar Mustafa Paşa, 22 yaşındaki genç padişah tarafından Sadrazamlığa getirildi III Selim'in öldürülmesiyle uzaktan yakından ilgisi görülen binlerce kişinin kellesini vurdurtan Alemdar, bu arada “Nizam-ı Cedid”in devamı olan “Sekban-ı Cedid” adlı yeni bir ordunun hazırlığına girişti Çok cesur ve mert olduğu kadar iyi kalpli bir insan da olan Alemdar Mustafa Paşa, Yeniçeri Ocağından yetiştiği için doğru dürüst bir eğitim görmemişti Cahil bir insan sayılırdı Bu yüzdendir ki dönemin siyasi cereyanlarını, entrikalarını kavrayabilecek ve çeşitli menfaatleri telif edebilecek bir zekâ, bilgi ve olgunluğa sahip değildi

Yeniçeri Ocağına bir düzen vermek üzere padişaha, Eşkinci Ocağını kurdurtmaya muvaffak oldu Bundan dolayı Yeniçeriler birdenbire Alemdara düşman kesildiler

Çok geçmeden Alemdar Mustafa Paşa, İstanbulun zevk alemlerine kendisini kaptırıverdi Artık o, ahu bakışlı cariyelerin arasında Boğaziçi sefalarına devam ediyordu Hele Alemdara takdim edilen cariyelerden (Kamertab) onun gönlünün bir tanesiydi Bu cariye, güzel olduğu kadar da yüksek bir sosyete ve zamanının en güzel kadınıydı Tuna boylu bu koca askeri, içki alemlerine sevk eden hep bu fettan kadındı Kamertab, bu askeri ince bir İstanbul efendisi yapmak için elinden gelen gayreti gösteriyordu Her zaman belinde taşıdığı koca hançeri bin-bir ricadan sonra Alemdarın belinden çıkartmaya muvaffak oldu Sade giyinen Alemdarı altın sırmalı mücevher düğmeli elbiseler giymeye ikna etti Memleketine büyük hizmetler etmiş olan Alemdar artık bir safa ehli olmuştu Alemdarın en çok hoşlandığı kır eğlenceleri ve çengi oynatmaktı

Alemdarın bu hallerinden İstanbul halkı ve bilhassa Yeniçeriler hiç memnun değillerdi

Günün birinde Yeniçeriler birdenbire “kazan” kaldırdılar

1808 yılı Ramazanının Kadir gecesine rastlayan 14 Kasım gecesi büyük bir grup yeniçeri, Babıaliye giderek Alemdarın konağını ateşe verdiler Koca Sadaret konağı alevler içinde yanmaya başladı Yeniçerileri ve yangını gören Alemdar, davul çaldırarak Sekbanlarını toplamak istediyse de, bunların hepsi bir tarafta eğlencede idiler Ona kimse yardıma gelmedi Bu hali gören Alemdar bir abdest aldıktan sonra konağın penceresinden dışarı baktı Biraz sonra konağında bulunan 56 cariyesinin başlarına birer şal örterek haremin bahçesine çıkarttı ve bir Yeniçeriyi çağırarak ona

Bana Kırkikinin yoldaşı Mustafa Bayraktar derler Fakat ben sizler gibi padişah katili değilim Konağımda 56 cariyem var Önce Cenabı Hakka, sonra Ocağın namusuna bunları teslim ediyorum Bunlar kadındır Bir şeyden haberleri yoktur Eğer bunlara ihanet ederseniz davacınız Cenabı Hak olsun!

diyerek 56 cariye ve Kamertabını bu asilere teslim etti Yalnız baş kadını ile kendisini çok seven bir haremağası yanında kaldı Bundan sonra pencereden asilere ateş ederek kendini müdafaa etti Alevler, bulunduğu odayı da sarınca yanındakilerle kagir bir kuleye girdi Fakat Yeniçeriler bu kulenin üzerine çıkarak kazmalarla kubbesini delmeye başladılar Bu hali gören Alemdar Mustafa Paşa, Yeniçerilere teslim olmaktansa ölmeyi tercih etti Kulenin altında bulunan bir varil barutu ateşe verdi Birdenbire bir infilak oldu; kendisi, baş kadını ve haremağası parça parça oldular Kulenin üzerine üşüşmüş olan 500 yeniçeri de havaya uçtu

Alemdar Mustafa Paşanın cenazesi önce Yedikulede gömülü idi Kemikleri 1911de Ayasofya karşısında Zeynep Sultan bahçesine nakledilmiş ve Soğukçeşmeden Sultanahmete çıkan caddeye Alemdar caddesi adı verilmiştir

Alıntı Yaparak Cevapla

A'dan Z'ye Türk Büyükleri...

Eski 11-04-2012   #11
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

A'dan Z'ye Türk Büyükleri...



ALPARSLAN

1030 yılında doğan Alparslan, Çağrı Beyin oğlu ve Tuğrul Beyin yeğenidir Gazne Hükümdarı Mevduta karşı 1044te büyük zafer kazandığı savaşta dikkat çekti Çağrı Bey ona, 1058de Belh, Toharistan, Tirmiz, Kobadiyan, Vahş ve Valvalic gibi şehirleri bırakarak devlet yönetimine hazırladı
1059 yılında Gaznelilerle yapılan anlaşma sonrasında 1060ta Çağrı Beyin ölümü üzerine Alparslan, Horasan Selçuklu Devletinin başına geçti
1063te Tuğrul Beyin ölümü üzerine vasiyeti doğrultusunda yeğeni ve üvey oğlu Süleyman, Vezir Amidülmülk Kündüri tarafından tahta çıkarıldı Ancak Selçuklu beyleri, Alparslandan yana tavır koydu Bu arada Kutalmışın başkent Reye hücumu üzerine, Vezir Kündüri, Horasan Selçuklu Hükümdarı olan Alparslanı Reye çağırarak, Selçuklu tahtını Alparslana devretti Daha sonraki muharebede de Alparslan, Kutalmışı mağlup ederek Reye girdi ve 27 Nisan 1064te tahta çıktı Kündürinin yerine de Nizamülmülkü vezir tayin etti
Dağınık Selçuklu beylerini disipline eden Alparslan, zamanın halifesine, 11 Mayıs 1064te kendi adına bütün camilerde hutbe okunmasını emretti Alparslanın sultanlığıyla Doğu ve Batı Selçukluları tek çatı altında birleşti
İlk olarak Ermenistan ve Gürcistan civarında fetihler yapan Alparslan, daha sonra Bizansın en sağlam hudut şehri olan Aniyi kuşattı Son derece zorlu Aninin surları boyunca ağaçtan burçlar yaptırarak, mancınık ve okçularla, Aniye hücum etti Uzun süren kuşatmadan sonra Ani, 1064 yılı içinde fethedildi
Alparslan aynı yıl doğuda Tiflise kadar fetihler yaparken, kumandanları da Anadoluda çeşitli fetihler gerçekleştirdi Özellikle Afşin Bey, 1067-1068de, Bizansa karşı Anadolunun çeşitli bölgelerinde önemli başarılar elde etti 1067de Malatyada Bizans ordusunu yenen Afşin Bey, Kayseriye kadar ilerledi Bizansın başına geçen Romanus Diogenes, Selçuklu akınlarına son vermek için 1068de harekete geçti Ancak Afşin Beyin çevik manevraları üzerine Diogenes, sonuç alamadan İstanbula geri döndü
Selçuklu akınlarının sürmesi ve görevlendirdiği kumandanların bozguna uğraması üzerine Diogenes, 1069da tekrar ordusunun başına geçti 1069 ve 1070 yılları, Diogenes ile Türk akıncı beylerinin vur-kaçlarıyla geçti
Bu büyük Türk istilası Bizanslıların gözünü korkutmuştu Ne pahasına olursa olsun onu durdurmak, bu topraklardan atmak, tehlikesiz hale getirmek, hatta ortadan silmek gerektiğine inandılar

Bizans İmparatoriçesi Odoksiya bu yüzden, cesaretiyle ün yapmış kumandan Diyogenes Romanos ile evlendi Böylelikle hem tahtında sorumluluğu beraber paylaşacakları yürekli bir insan, hem de ordularını yönetecek kahraman bir başkumandan kazanmış oluyordu

Alparslan'ın 1071 yılı baharında güneye doğru yeni bir sefere hazırlandığını haber alan Bizanslılar bunu kaçırılmaz bir fırsat bildiler General Diyogenes Romanos, 200 bin kişilik muazzam bir ordu kurarak Alparslan'ın üzerine yürüdü
Tarihin seyrini değiştirecek iki ordu Van gölünün kuzeyindeki Malazgirt ovasında karşı karşıya geldiler Alparslan her şeyden önce barış taraftarı idi Bu yüzden en yakın adamlarından Sevük Tekin'i sulh elçisi olarak General Romanos'a gönderdi General Romanos, Alparslan'ın kendisinden korktuğu için sulh istediğini sandı Bunun şımarıklığı içinde Sevük Tekin ile adeta alay etti:

– Biz Isfahan'a gidiyoruz Şurada atlarımızı biraz dinlendirelim dedik Sulh meselesini ise artık Horasan'da görüşürüz Fazla vaktimiz yok Sizi Horasan'da bekleyeceğim, dedi
Savaş artık kaçınılmaz bir hal almıştı Horasan'a kadar bütün Türk topraklarını alacağını söyleyen bu Bizanslı şımarık generale haddini bildirmenin zamanı gelmişti Alparslan o gün beyazlar giymişti Harp meclisini topladı:

– Sulhu kazanamadıysak savaşı kazanacağız Ok ve yaylarımızı bırakıp yakın savaşa gireceğiz Düşmana kılıcım, kılıcım olmazsa pençem yeter İşte şehitlik kefenimi giydim Şehit olursam beni düştüğüm yere gömünüz ve oğlum Melik Şah'ın etrafına toplanınız, dedi

Alparslan'ın imamı Buharalı Muhammed bin Abdülmelik,
– Sen İslamiyet uğruna bir cihada giriyorsun sultanım Bütün Müslümanların dua ettikleri mübarek Cuma günü savaşa başla Allah zaferi senin adına yazsın, diyerek zafer için dua etti
Türk ordusu 26 Ağustos 1071 günü yalın kılıç düşmanın üzerine atıldı Bizanslılar karşı tepelerin eteklerine sırtlarını vermiş beklemekte idiler Alparslan çok isabetli bir kararla düşmanı üzerine çekmeyi beklememiş, bilakis kendisi sayıca çok daha kalabalık olan düşmanın üzerine yürümüştü

Türk ordusu, tarihinin en yaman savaşını verdi Malazgirt ovasında Harbin talihi kısa bir zamanda Alparslan'ın tarafına döndü Bizans'ın o güçlü ve mağrur ordusu darmadağınık oluverdi Ölenler öldü, kılıç artıkları ise esir edildi O dev ordu mahvolup gitti Esir edilenler arasında mağrur ve şımarık kumandan Romanos da vardı

Alparslan, huzuruna getirilen General Romanos'a saygı ile yakınlık gösterdi Kendisini teselli etti Bir süre konuştular, sonra Alparslan:

– Beni esir etseydin ne yapardın, diye sordu Bizanslı Başkumandan:
– Belki öldürür, belki de sokaklarda teşhir etmek üzere seni İstanbul'a götürürdüm, cevabını verdi Muzaffer kumandan acıyan nazarlarla Romanos'a baktı:
– Benim cezam ise daha ağır olacak Seni bağışlayacağım Serbestsin, dedi
Malazgirt zaferi, daha sonra Selçuklu Türk beylerinin Anadoluda girişeceği fetihlerin anahtarı olurken, Sultan Alparslan, Rey ve Hamedana geri döndü
Alparslan, batı fırka mensubu Yusuf el-Harezmiyi ortadan kaldırmak için yeni Buhara yakınlarındaki Hana kalesine bir sefer yaptı

Daha fazla dayanamayacağını anlayan Yusuf, Alparslana teslim olacağını bildirdi Yusuf el-Harezmiyi huzuruna getirten Alparslan burada Yusuf el-Harezminin ani bir hançer darbesi ile ağır yaralandı Aldığı yara üzerinden dört gün sonra 25 Kasım 1072de 42 yaşındayken vefat eden Alparslanın naşı Merve getirilerek, babası Çağrı Beyin yanına defnedildi

Türbesine şu kitabe vardır:

“Alparslan'ın göklere yükselen azametini görenler, bakınız! Şimdi o şu kara toprağın altındadır

Ahmet Kabaklı

Hayatı ve Eserleri

Hayatı
Ahmet Kabaklı, Harput Sarayhatun Camii'nde müezzinlik yapan Kabaklılardan Ömer Efendi ile Pertekli Bölükbaşılardan Münire Hanım'ın oğlu olarak 24 Mayıs 1924 yılında Harput'ta dünyaya geldi Babasını 1926 yılında daha iki buçuk yaşında iken kaybetti Babasıyla ilgili hiçbir hatırası olmayan Kabaklı'nın yoksul bir çocukluk ve gençlik devresi başladı 1931 yılında girdiği Elazığ Numune Mektebi'nde ilk ve orta öğrenimini, lise öğrenimini ise, Elazığ Lisesi'nde 1944 yılında tamamladı Aynı yıl İstanbul Yüksek Öğretmen Okulunun parasız yatılı imtihanını kazanarak girdiği Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nden 1948 yılında mezun oldu
Mezun olduğu yıl Diyarbakır'da öğretmenliğe başladı Burada görev yaptığı sırada Diyarbakırlılardan çok ilgi ve itibar gördü O, Diyarbakır'ın verimkâr bir kültür muhiti olduğunu biliyordu Kendisine Halkevi'nin çıkarttığı Karacadağ dergisinin yöneticiliği verildi Başta Ziya Gökalp olmak üzere Süleyman Nazif, Cahit Sıtkı gibi Diyarbakır'ın fikir ve edebiyat sahasında yetiştirdiği evlâtlarını hatırlatan toplantılar yaptı Divan Edebiyatı geceleri düzenledi Görevi sırasında öğrencileri ve velileri olmak üzere geniş bir Diyarbakırlı kitlesini kendisine bağladı Böylece orada ciddi bir milliyetçilik havasının esmesini sağladı Diyarbakır'daki görevi iki yıl süren Kabaklı oradan askere gitti Onu gece geç vakitte uğurlamaya meslektaşları, öğrencileri, halktan sevenleri olmak üzere büyük bir kalabalık geldi

Diyarbakırlıların kendisine karşı gösterdikleri bu saygı ve sevgi onu çok mutlu etti Askerliğini Manisa'da tamamlayan Ahmet Kabaklı'yı Millî Eğitim Bakanlığı 1951 yılında Aydın Ticaret Lisesine edebiyat öğretmeni olarak tayin etti Görev yaptığı Aydın'da 1952 yılında Aydınlı Elbir ailesinden, matematik öğretmeni Meşkûre Hanımla tanıştı ve evlendi Hak ve adalet yolunda daha iyi hizmet yapabilmek için hukuk okumak istedi 1955 yılında Ankara Hukuk Fakültesi'ne kayıt yaptırdı 1 Nisan-1 Mayıs 1956 tarihleri arasında Tercüman gazetesinin açmış olduğu fıkra yarışmasına Ferhat Fırat imzası ve kendisine birincilik getiren "Üniversitede Münazaralar" başlıklı yazısı dahil beş yazı ile katıldı Yarışmayı kazanan Kabaklı, aynı zamanda Türkiye'de yarışmayla yazar olan iki kişiden birisi oldu Bu sırada hâlen Aydın Ticaret Lisesinde Edebiyat öğretmenliğine devam etmekteydi

1956 yılının güz döneminde Aydın Ticaret Lisesindeki görevi sırasında Millî Eğitim Bakanlığı tarafından eğitim stajı için bir yıllığına Paris'e gönderildi 1958 yılında Paris'ten dönüşünde İstanbul Çapa Eğitim Enstitüsüne öğretmen olarak atandı 1955 yılında Aydın'da öğretmen olduğu sırada başladığı Hukuk Fakültesi'ni 1959 yılında tamamladı 26 Ekim 1961 tarihinde 4806 sicil numararası ile İstanbul barosu avukatları arasına katıldı Kısa bir süre avukatlık yaptı Çapa Eğitim Enstitüsündeki öğretmenliği 1969 yılına kadar sürdü Buradaki görevine İstanbul Yüksek Öğretmen Okulunda öğretim görevlisi olarak devam etti Bu görevdeyken 1974 yılında emekli oldu Daha sonra İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Musikisi Devlet Konservatuvarı'nda edebiyat dersi verdi

Taner isminde yüksek kimya mühendisi bir oğlu ve iki torunu olan Ahmet Kabaklı, 17 Kasım 2000 tarihinde kalbinden rahatsızlandı Önce Türkiye Gazetesi Hastahanesi Kardiyoloji Servisi'ne kaldırıldı Burada iki gün yoğun bakımda kaldı Daha sonra anjiyo yapılması için 20 Kasım 2000'de Florance Nightingale Hastahanesi'ne nakledildi 23 Kasım 2000'de tekrar kontrolden geçirilen Kabaklı, hemen ameliyata alındı Başarılı bir ameliyatla kalp damarlarından beşi değiştirildi Ancak yoğun bakım ünitesinde enfeksiyon kaptı

Buradan üç günde çıkması gerekirken yirmi gün yatmak zorunda kaldı Bu arada Kadir gecesine tesadüf eden 23 Aralık 2000'de 48 yıllık hayat arkadaşı, emekli öğretmen Meşkûre Hanım vefat etti Hastahaneden taburcu edildikten sonra sevgili eşi Meşkûre Hanımın mezarını ziyarete gidebildi Hızla iyileştiği sanıldığı bir sırada akciğer enfeksiyonundan tekrar hastahaneye kaldırıldı Ahmet Kabaklı, 8 Şubat 2001 tarihinde Perşembe günü saat 1420'de Florance Nightingale Hastahanesi'nde Hakkın rahmetine kavuştu 10 Şubat 2001 tarihinde Cumartesi günü tabutuna Türk ve Doğu Türkistan bayrakları sarılı cenazesi Fatih Camii'ne getirildi Yakınları, öğrencileri ve sevenlerinden oluşan on binlerin katılımıyla öğle namazını müteakip kılınan cenaze namazı sonrası eşi Meşkûre Kabaklı'nın yattığı Eyüp Sultan-Piyer Loti'deki aile mezarlığına defnedildi

Alıntı Yaparak Cevapla

A'dan Z'ye Türk Büyükleri...

Eski 11-04-2012   #12
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

A'dan Z'ye Türk Büyükleri...



AŞIK VEYSEL

Ünlü halk ozanımızdır 1894 yılında Sivas'ın Şarkışla ilçesine bağlı Sivrialan köyünde doğdu Genellikle bu köyde yaşadı Henüz yedi yaşındayken çiçek hastalığı nedeniyle gözlerini kaybeden Veysel, avunsun diye eline verdikleri sazla ünlü bir ozan olmuş ve günümüze kadar eserleri gönülden gönüle coşarak büyük ün kazanmıştır Günümüzün pek çok halk ozanına örnek olan, onlara Yunus'ların, Emrah'ların yolunu yeniden açan Aşık Veyseldir

Aşık Veysel'e sormuşlardı:
– Usta, sazın iyisi nasıl olur?” o, şöyle cevap vermişti:
– Nasıl mı? İyi saz dediğin, sapı gürgen, teknesi duttan, döşü çamdan olur
Hemen ardından:
–Ya iyi sazın, iyi sözü nasıl olur? denilince bakır rengi, kırışık yüzünde olgun bir tebessüm dolaştı:
– Sazı, eline yakıştıran bilir
Yıl 1933 idi Cumhuriyet'in 10 Yılı kutlanacaktı Büyük şölen vardı Ankara'da İşte o günlerde, Atpazarı'ndaki hana, ayağında çarığı, sırtında sazıyle iki gözü kör bir ozan inmişti Adını soranlara “Veysel” diyordu, “Şatıroğlu Veysel” Köyünü, kentini soranlara anlatıyordu:
– Sivas'ın Şarkışla ilçesine bağlı Sivrialan köyündenim Anam beni koyun sağarken doğurmuş Babam, rençberden Karacaların Ahmet Efendi'dir Anam da, babam da rahmetli oldu
Ve gözlerini soranlara acı acı gülümsüyordu:
– Yedi yaşında çiçek aldı götürdü; sonra, avunmak için bu sazı verdiler elime Ben ona söyledim, o bana söyledi
Uzun ince bir yoldayım
Gidiyorum gündüz gece
Bilmiyorum ne haldeyim
Gidiyorum gündüz gece
Ama, kimse o gün Veysel'e “Ne'yle geldin” diye sormamıştı Kara trenle mi? Kamyon sırtında mı? Kağnı üstünde, at terkisinde mi? Hayır Veysel, Cumhuriyet'in büyük şölenine katılmak için, azığını çıkın etmiş, köyden bir yiğitin yanına düşüp, yürüye yürüye yola koyulmuşlardı Evet, tam üç ayda gelmişlerdi Ankara'ya O günlere kadar, “Tezene”yi sazın “Döş”üne sadece köy kahvelerinde vuran Veysel, sesini bütün yurda ilk defa işte o büyük şölende duyurdu O günden sonra coştu Herkes “Karacaoğlan'lar, Emrah'lar bitti” diyordu Herkes, halk ozanlarının yüzyıllarca süren altın devri kapandı sanıyordu İşte Veysel, o devrin bittiği yerde, pırıl pırıl, bir başlangıç oldu
Karnın yardım kazma ilen, bel ilen
Yüzün yırttım tırmığınen, el ilen
Gene beni karşıladı gül ilen
Beni sadık yarim kara topraktır
Anadolu delikanlısı sıkılgandır Saygılıdır Şamata bilmez Bu yüzden, nice halk ozanı ıssız dağ başlarında kaynayan, fakat vadiye varmadan kaybolup giden pınarlar gibidir Bilinmez
Veysel, günümüzdeki bütün bu pınarlara da bir başka gürleyiş, bir başka ses kazandırdı Şimdi güzel Anadolu'yu dile getiren bunca halk ozanı, hep onun aydınlığında buluyorlar yollarını Bir sohbet sırasında Veysel'e,
– Hani mümkün olsa, gözlerini açtırmak ister misin?
diye sormuşlardı Başını iki yana sallamış,
– Hayır, demişti “İçimde bir dünya kurdum Onu yıkmak istemem” Sonra bir çift söz daha eklemişti buna: “Hem ben görüyorum” demişti “Aşık, gözüyle değil, gönlüyle gören adamdır
Veysel, gözleri görmediği halde, görenlerden daha çok çalışan bir köy çocuğudur Sivrialan'ın “Çoraktır, emeği inkar eder” dedikleri sarı toprağında, meyve bahçeleri kurmuştur Kaplan Dere'deki köprü, onun gayretiyle yapılan köprüdür Hem de iki defa yapılmıştır bu köprü Köy köy dolaşıp, Kaplan Dere köprüsüne para toplayan Veysel, köprünün açıldığı gün pek coşmuştu:
Kolay geçmek için Kızılırmak'tan
Alındı paralar, cemoldu halktan
Gayret köylülerden, izin Allah'tan
Yaptırdı köprüyü, güldürdü bizi
Kaplan Dere, Kızılırmak'ın dalıdır Delifişek bir deredir O güne kadar salla adam geçirip, para alanlar köprüye kızmış, çileden çıkmışlardı Çok geçmeden kundaklayıp, köprüyü yaktılar Herkese derin bir üzüntü çökmüş, Veysel hüngür hüngür ağlamıştı:
Fakir fukaradan alındı para
Yandı kömür oldu gitti sulara
Memlekete düşman, bir yüzü kara
Yaktı köprümüzü, yandırdı bizi
Sonra yine önayak olmuş, yine yaptırmıştı köprüyü Görmedi ama, gönlünce hazzını duydu Seyretmedi ama, hissetti Tıpkı şiirleri gibi Okumadı ama, okutmasını bildi
Aşık Veysel, 1942-1944 arasında Arifiye ve Hasanoğlan, sonra da bir süre Çifteler Köy Enstitülerinde Halk Türküleri Öğretmenliği yaptı Şiirleri en çok “Ülkü” dergisinde yayınlanmıştır Ünlü ozanımız evli ve 6 çocuk babasıdır

ASKAR AKAEV

Askar Akaev, 10 Kasım 1944'te Kemindey Bölgesi'ndeki Kızılbayrak köyünde dünyaya geldi Babası bir kolhoz işçisidir

1961 yılında Fdurzemash fabrikasında ****l işçisi olarak çalışmaya başladı 1968'de Leningrad Hassas Mekanik ve Optik Enstitüsü'nden mezun oldu

1972'den 1973'e kadar Frunze Politeknik Enstitüsü'nde, sonra da Leningrad Hassas Mekanik ve Optik Enstitüsü'nde kıdemli araştırmacı ve öğretmen olarak çalıştı

Askar Akaev 1976'da Kırgızistan Cumhuriyetinin başşehrine dönüp Politik Enstitüsü'nde kıdemli öğretmen, doçent ve nihayet bölüm başkanı olarak çalıştı

1986-1987 yıllarında Kırgızistan Komünist Partisi Merkez Komitesi'nin İlim ve Eğitim Müesseseleri Bölümü Başkanı'ydı 1987'de İlimler Akademisi başkan yardımcılığına ve iki yıl sonra da başkanlığına seçildi Aynı yıl içinde Askar Akaev SSCB halk temsilciliğine seçildi

Askar Akaev bilimsel doktor, profesör, Kırgızistan Cumhuriyeti İlimler Akademisi akademisyeni ve aynı zamanda beynelmilel ilim dünyasında tanınmış bir fizikçidir Bilgi İşlem Mühendisliği ve kuantum radyofiziğinin problemlerinin çözümüne uzmanlığı ile büyük katkılarda bulunmuştur Aynı zamanda optik bilgi işlem mühendisliğini geliştirenlerdendir

1990 yılı Ekim ayında Askar Akaev, Kırgızistan Cumhurbaşkanlığı'na seçildi Kırgızistan Cumhurbaşkanı olarak 1991 Ağustosu'nda yapılan darbe teşebbüsüne aktif bir şekilde karşı çıktı

Askar Akaev 12 Ekim 1991'de Kırgızistan'ın millet tarafından seçilen ilk Cumhurbaşkanı oldu

1993 yılı Mayıs ayında Kırgızistan'ın yeni anayasası kabul edilince Askar Akaev'e olan güven derecesini tespit için bir referandum yapma ihtiyacı doğdu 1994 Ocak ayında Kırgızistan halkı Kırgızistan Cumhurbaşkanının yetkilerini onayladı

Askar Akaev, Kırgızistan'ı tarihin en zor döneminde yönetti Onunla birlikte cumhuriyet bağımsızlığına kavuştu Dünya cemiyetinin tam üyesi oldu ve onun yaptığı demokratik değişiklikler dünyada anlayışla karşılanarak kabul gördü

Alıntı Yaparak Cevapla

A'dan Z'ye Türk Büyükleri...

Eski 11-04-2012   #13
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

A'dan Z'ye Türk Büyükleri...



ÂŞ1K PAŞAZADE

Âşık Paşazade, 1393 yılında Amasya'ya bağlı Elvan Çelebi köyünde doğdu Asıl adı Derviş Ahmed Aşıkî'dir
On beşinci yüzyılda Fatih Sultan Mehmed'le birlikte İstanbul'un fethini yaşamış ve o günlerin anılarını yalın bir Türkçe ile yazdığı Tevârîh-i Âl-i Osman (Osmanoğulları Tarihi) adlı eseriyle bize sunmuştur On dördüncü yüzyılın tanınmış Türkçeci, mistik şairi Âşık Paşa'nın soyundan gelir

Anadolu'da Türk birliğini temsil eden, Farsça ve Arapça'ya karşı Türkçe'yi savunan ve tasavvufî inançlarıyla Oğuz Boylarını çevresinde toplayan dedeleri gibi, Âşık Paşazade de bir süre Amasya'da baba ocağında uyarıcılık görevi yapmıştır

Daha sonra Osmanlı padişahı İkinci Murad'ın ordusuna gönüllü olarak katılmış, askerin moralini güçlendirme görevini almıştır İkinci Murad'ın Rumeli seferlerinin tümüne katılan ve savaşlarda çeşitli yararlıklar gösteren Âşık Paşazade, bir derviş-gâzi olarak padişahın sevgisini kazanmıştır

Fatih Sultan Mehmed'in ikinci kez tahta çıkmasından sonra, Akşemseddin, Şeyh Vefa, Akbıyık gibi ünlü bilginlerle birlikte İstanbul'un fethine katılan Âşık Paşazade, düzgün ve heyecanlı konuşmalarıyla, ordunun manevî desteği olmuştur Fetihten sonra, İstanbul'da kendisine bir ev verilmiş ve maaş bağlanmıştır

Âşık Paşazade, O günlerde, yaşlanmış olmasına rağmen, yine de boş durmamış, Fatih'in Avrupa seferlerine katılmış, Belgrat'ta düşman ordusuyla kılıç kılıca vuruşmuştur
Âşık Paşazade, 1476 yılında 83 yaşına geldiği zaman artık bir köşeye çekilmiş, Süleyman Şah'tan başlayarak kendi ömrünün sonuna kadar Osman Oğulları tarihini, destansı ve efsanevî yönleriyle yazmaya başlamıştır

Eserini tamamladıktan kısa bir süre sonra, 23 Mart 1481 Cuma günü hayata gözlerini kapamıştır Âşık Paşazade'nin kendi adıyla tanınan Osmanlı Tarihi, özellikle yazarın gördüğü ve yaşadığı olayları, saf ve katıksız bir Türkçe'yle dile getirmesi yönünden çok önemlidir Olayları yalnız anlatmakla yetinmeyerek, onların yorumunu ve değerlendirilmesini de ustalıkla yapmış, bu arada kişisel anılarını da anlatmış, konuları yer yer şiirlerle süslemiştir
Bu nedenle, sürükleyici, millî heyecanlarla yüklü olan Âşık Paşazade Tarihi adlı eseri büyük bir şöhret yapmış, çok okunmuştur Dilinin akıcılığını göstermek için tarihinden kısa bir örnek alıntı yapıyoruz

Fatih Sultan Mehmed'in şehzadeliği günlerinde, Dulkadiroğulları Beyi Süleyman'ın kızı Sitti Mükrime Hatun ile evlendirilmesi konusu Âşık Paşazade Tarihi'nde şöyle geçmektedir:
( Sultan Murad Han Gazi, Kosova gazasından devletle gelince, Edirne'de tahtında karar etti Bir gün veziri Halil Paşa'ya: (Halil! Kızımı çeyizledim, çıkardım Şimdi dilerim ki oğlum Sultan Mehmed'i dahi evlendireyim Ancak dilerim ki Dulkadiroğlu Süleyman Bey'in kızını alayım derim Hem o Türkmen bizimle gayet dostluk ve doğruluk eder) dedi Halil Paşa: (N'ola Sultanım! Hem lâyıktır) dedi

Amasya'da Hızır Ağanın hatununu gönderdiler Yürüdü, Elbistan'a, Süleyman Bey'e vardı O vakit Süleyman Bey'in beş kızı vardı Beşini dahi ortaya getirdi Hızır Ağa'nın hatunu, kızları görünce, beğendiği kızın eline yapıştı İki gözlerinden öptü Oradan Hünkâra geldi, haber verdi Süleyman Bey'in itaatını, tevazuunu ve kızın eline yapıştığını, güzelliğini, evsafını, huyunu bir bir anlattı

Sultan Murad dahi, Hatunun beğendiği kızı kabul etti Yine tekrar Hızır Ağanın hatununu ve Anadolu'nun ileri gelenlerinin hatunlarını Elbistan'a gönderdiler Kızı almaya Anadolu'da ileri gelen beyler de birlikte gittiler Oraya gelince Süleyman Bey karşılarına çıktı Büyük hürmetler edüp gelen dünürleri lütufla konağına kondurdu Usul ve törelerince konuklarını ağırladı İşin sonunda kızın elinden tutup Hızır Ağanın hatununun eline verdiler Onlar da, bir alayla kızı alıp doğru Edirne'ye getirdiler

Hünkâr, gelinin çeyizi ne ise hepsini gördü Ve: (Hele benim töremde böyle değildir, bu çeyiz azdır) deyüp, kendisi padişahlara lâyık zengin bir çeyiz hazırladı Gelinin çeyizine daha nice şeyler ekledi Düğün yaptı ve etrafın padişahlarını davet etti Ulema ve fukarayı topladı Hepsine padişahın ihsanları sonsuz ve ölçüsüz olarak yetişti Gelen ulema ve fukara zengin olup gittiler Bu düğünün tarihi hicretîn 853'ünde Edirne'de vaki oldu

Sultan Murad Han Gazi ki, Sultan Çelebi Mehmed Han Gazi oğludur, Onun saltanat devri otuz bir yıl oldu Bu ben Âşıkî Mehmed Derviş Ahmed, onun gazâlarını, maceralarını, bütün onun halini, yaptıklarını her birisini gördüm ve bildim Ama ihtisar ettim, bu kitapta yazdım Ol sebepten ihtisar ettik ki bunun yaptıkları dil ile beyan olunmaz Ondan sonra nöbet oğlu Fatih Sultan Mehmed'e geçti)


Alıntı Yaparak Cevapla

A'dan Z'ye Türk Büyükleri...

Eski 11-04-2012   #14
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

A'dan Z'ye Türk Büyükleri...



BABÜR ŞAH

Osmanlı İmparatorluğunun, Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarında, yüz ölçümü 8 milyon kilometrekarelik bir araziye sahip olduğu XVI yüzyıl, Türk tarihinin altın devirlerinden biridir Çünkü bu dönemde, 5 milyon kilometre yüz ölçümü olan Hindistanda da bir Türk İmparatorluğu kurulmuş bulunuyordu

Hindistan; zenginliği, enginliği esrarla dolu bir dünya olarak, insanlık aleminin hayalinde her devirde yaşamış bir kıtadır Asırlar boyunca Hindistana bir sel gibi akınlar olmuş, birçok kavimler Hindistanın her bucağında medeniyetler kurmuşlardır Arîler, Persler, Büyük İskender ve nihayet Türkler, Hindistan topraklarına girerek birçok devletler meydana getirmişlerdi Bu devletlerin içinde Hindistanın en büyük medeniyetini Babür Şah ve oğulları kurmuştur

Hindistanın büyük fatihi Babür Şah Ferganalı bir Türktür Babür, Türk Barlas Kabilesine mensup olup, Timurlenkin torunudur Fergana hükümdarı Ömer Şeyh Mirzanın oğludur 14 Şubat 1483 tarihinde Batı Türkelinde bulunan Fergananın Andican kasabasında dünyaya gelmiştir

O zamanlar Timurlenkin kurduğu devlet parçalanmış, torunları ayrı ayrı devletler kurmuşlardı Bunlardan Ebu Said, Maveraünnehirde, Hüseyin Baykara Horasanda, Babürün babası Şeyh Mirza ise Ferganada hükümdar bulunmakta idi Şeyh Mirzanın son zamanlarında kardeşler arasında kavga başlamıştı Bu iç mücadeleler devam ederken 1494 tarihinde Şeyh Mirza vefat etti

Babür Şah, 11 yaşında babasının tahtına oturduğu zaman amcası Semerkant Hanı Sultan Ahmet ve dayısı Taşkent Hanı Mehmet Ferganaya hücum etmekte idiler Babür, babasının kudretli kumandanları sayesinde bu tehlikeyi atlattı Fakat Babürün gençlik hayatı, bundan sonra, tehlikeli ve pek heyecanlı maceralarla geçti Her hadise, zekî ve cesur olan Babürün tecrübesini arttırmakta idi Babür, büyük atası Timurun muhteşem hükümet merkezi olan Semerkantı zaptetmeğe muvaffak oldu Fakat Özbeklerin Hanı Şeybânîye mağlup oldu Fergana Hanlığını kaybedip etrafındaki askerlerin dağılmasını önleyemedi

Tek başına kalan bu genç Han, Pamir Dağlarına çekildi Büyük bir felakete uğramış olmasına rağmen ümidini kesmedi Yanında bulunan birkaç kişi ile bir Türk kadınının evinde saklandı Bu kadının kardeşi, Timurlenkle Hindistan seferlerine katılmış ihtiyar bir askerdi O gün için aksakallı bir savaşçı olan tecrübeli koruyucusu, durmadan, Hindistanın zenginliğini, buraya ait efsaneleri, Hindin eski tarihini her gece Babüre anlatıyordu Babür de bunları can kulağı ile dinliyordu Edebiyata da ilgisi olan Babür, bu defa tarihe merak sardı Atası Timurun tarihini bularak okumaya başladı

Ruhunda yepyeni bir mefkure alevlenmişti: Hindistanı zaptetmek, orada büyük bir Türk İmparatorluğu kurmak Esasen kendisine, yeni bir devlet kurmak, kurabilmek için lazım olan özellikler mevcuttu Bu idealle, Babür; Horasan İllerindeki Türklere haber gönderdi Kısa bir süre içinde etrafında 20,000 cesur ve yiğit bir asker kalabalığı toplamaya muvaffak oldu

Bu ordu ile Hindikuş Dağlarını aşarak Afganistanın merkezi olan Kabil şehrini zaptetti Artık, Hindistanın kapısında karargahını kurmuş bulunuyordu Saka Türkleri, Hun Türkleri, Gazneli Türkler ve hatta Timurlenk bu noktadan geçerek Hindistanı istila etmişlerdi Babürün talihine yeni bir güneşin doğma zamanı yaklaşmıştı Kabilde kendisini şah olarak ilan etti Bu sıralarda da en büyük düşmanı olan Şeybanî de, düşmanları tarafından öldürülmüştü Böylece Hindistan seferi hazırlıklarına başlamak için en önemli engel ortadan kalkmış oluyordu

O zamanlar Hindistanın Pencap valisi bulunan Devlet Han, Hindistanın Delhi hükümdarlarından Sultan İbrahim ile bozuşmuş olduğundan Babür Şahı, Hind Seferine teşvik etmekte idi

Bunun üzerine Babür Şah Delhi Sultanına, bu ülkenin, atası Timurlenkten kendisine miras kaldığını bildirdi Bu haber Sultan İbrahime ulaştırıldığı sıralarda Babür Şah, Hindistana sefer yapacak olan ordusunu da hazırlamış bulunuyordu Ordusunda kuvvetli bir de topçu bataryası vardı Kuvvetleri 13,000 kişiyi bulmuştu Hindistan Hükümdarı Sultan İbrahimin ordusu ise 100,000 kişi idi Hind ordusunda 1000 kadar da fil bulunmaktaydı Türk ordusu Hayber geçidini aşarak Hindistanın Pencap bölgesine girdi Türk askerleri, ataları gibi çelik miğfer ve elbiseler giyinmiş, vakurane bir surette, efsaneler diyarı olan Hindistan içlerine doğru ilerliyorlardı Türklerin Sind nehri boylarından ilerlemekte olduğunu haber alan Sultan İbrahim, ordusunun başına geçti

İki taraf kuvvetleri, Hindistanın Panipat mevkiinde karşılaştılar

Babür Şah; uzun hortumlu, dev cüsseli fillerin ağır ağır üzerlerine geldiklerini görünce, bu ağır kuvvetlere mukavemet için ordusunun, önüne birçok arabalar dizdirip bunları zincirlerle birbirine bağladı Aralarına da topları yerleştirdi Böylece iki ordu 21 Nisan 1526 tarihinde kanlı bir savaşa giriştiler Kılıçlar oynuyor, kalkanlar ses veriyor, Türklerin yıldırımı andıran naraları Hindistan semasına yükseliyordu Bu yiğit sipahilerin önünde durmak ne mümkündü Kısa bir zaman içinde Hind kuvvetleri birbirine karıştı 25,000 ölü verdiren Türk askerleri bu savaştan muzaffer olarak çıktılar Türk süvarileri kaçanları kovalayarak Delhi şehrine girdi Aynı yıl içinde Osmanlı Türkleri de Mohaç Meydan Muharebesini kazanarak bütün Macaristanı fethetmişlerdi

Babür Şah, Hindin büyük şehirlerinden olan Delhiye girdiği zaman şehirde bulanan Ulu Camide cemaatla birlikte namaz kıldı Kendisini Hind Padişahı olarak ilan ettiler Babürün oğlu Humayun da öncü kuvvetlerle ilerleyerek Hindin meşhur bir şehri olan Ağrayı zaptetmişti Humayun, Sultan İbrahimin Ağrada bir eve sığınmış olan ailesini esir aldı Bunlara fazlasıyla saygı gösterdiğinden Sultan İbrahimin eşi, bütün mücevherlerini Humayuna hediye etti Bu mücevherler içinde bir tek taş pırlanta vardı ki bu pırlanta Hind Türk padişahlarının giydiği taca konuldu Bu pırlantaya Avrupalı kuyumcular 880,000 İngiliz lirası kıymet takdir etmişlerdi Babür Şahın eline Hindistanın hadsiz hesapsız servetleri geçti Fakat gözü pek tok olan Babür Şah, bütün bu hazineleri askerlerine dağıttı

O zamanlar Hindistanda bir çok Müslüman Hint racaları hükümet sürmekte idiler Türkler bu racaları teker teker kendi hakimiyetleri altına alarak ilk defa Hindistanın birliğini temin ettiler Bu racalarla mücadele tam beş yıl sürmüştü Babür Şah, bu zaferleri neticesinde, Hint-Türk İmparatorluğunu kurmaya muvaffak oldu

Babür Şah iyi ruhlu cömert ve adaleti sever bir Türk hükümdarı idi Devlet kuruculukta müstesna bir zekaya sahip olan Türkler, Hindistanda da kuvvetli bir devlet teşkilatı kurdular Hakimiyetlerine aldıkları çeşitli kavimlerin vicdan ve hürriyetlerine büyük saygı gösterdiler Hindistanlılar dinlerinde ve adetlerinde serbest bırakıldı Hindistanın her bucağında Türk kanunları hakim olduğundan halk saadete erişti Bunun neticesi iktisadi hayatta bir faaliyet görüldü

Türkler zamanında Hindistanda çok kuvvetli bir medeniyet meydana geldi Hindistanın her tarafı, imar edilerek mermerden saraylar, camiler, köprüler ve birçok hayır müesseseleri meydana getirildi Hintin her tarafına yollar açıldı Benares, Ağra, Delhi şehirleri cihanın en güzel sanat eserleriyle dolup taştı Mimar Sinanın kalfaları Hindistana gelerek birçok abideler meydana getirdiler Babür Şahtan sonra gelen Türk hükümdarları zamanında yapılan Taç Mahal Türbesi, Hümayun Türbesi, Türk Sultanı denilen beş katlı Saray ve İnci Camii, Hindistanın en büyük sanat eserleri arasındadır

Babür Şah, kuvvetli bir şairdi de Hindistan hatıralarına ait bir de eser yazmıştır Buna Babürnâme denilmektedir Babür Şah, bütün şiirlerini öz Türkçe ile yazmıştı Bu şiirlerde canlı, ince ve neşeli bir ruh hakimdir Şiirleriyle aşkı pek güzel bir şekilde terennüm etmiştir Bir şiirinde şöyle demektedir:

Canımdan başka yâr-ı vefadâr bulmadım
Gönlümden başka mahrem-i esrâr bulmadım
Canım kadar başka dil-i efkâr görmedim
Gönlüm gibi gönlü giriftâr görmedim
Bir rubaisinde de şöyle diyor:
Aşkınla gönül haraptır ben ne ideyim
Hicrinle gözüm pür âbdır ben ne ideyim
Cismim bükülmüştür ben ne ideyim
Canımda çok ıstırap vardır ben ne ideyim
Hindistanda büyük imparatorluk kuran büyük devlet adamı ve şair Babür Şah, 26 Aralık 1530 tarihinde Agrada ölmüş ve cenazesi sonradan Kâbile götürülerek şehir dışında mükemmel bir türbeye gömülmüştür

Babürnâme adıyla Çağatay Türkçesi ile hatıralarını yazdığı eser, Abdurrahman Han tarafından Farsçaya ve Pavet de Courteille tarafından da İngilizceye çevrilmiştir Bundan başka Türkçe ve Farsça şiirleri, bir aruz risalesi, Mübîn veya Mübeyyen adlı manzum bir fıkıh kitabı da vardır

Kurduğu, büyük devlet ise 1858 yılında İngilizlerin Hindistanı istilası ile sona erdi Aynı topraklar üzerinde bugün, kardeş Pakistan ve Hindistan hakimiyeti devam etmektedir

Alıntı Yaparak Cevapla

A'dan Z'ye Türk Büyükleri...

Eski 11-04-2012   #15
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

A'dan Z'ye Türk Büyükleri...



BÎRÛNÎ

Türk-İslam dünyasının yetiştirdiği büyük bilim ve din adamlarından olan Bîrûnî, bugün İran sınırları içinde bulunan Kas şehrinde 973 yılında doğdu Harezm Türklerinden olan ve küçük yaşta babasını kaybeden Bîrûnî, kabiliyetleri ve zekası ile hemen dikkatleri çekti Harezmşah hanedanından meşhur matematikçi Ebu Nasr Mansur, Bîrûnîyi himayesine alarak yetiştirdi

Astronomi çalışmalarına 995te başlayan Bîrûnî, Harezm civarındaki Buşkatirde, güneşin ve gezegenlerin deklinasyonlarını (meyillerini) tespit etti Dönemin önde gelen astronomlarıyla birlikte çeşitli rasat çalışmaları yapan Bîrûnî, 44 yaşındayken Gazneli Sultan Mahmutun himayesine girdi ve çalışmalarını burada sürdürdü 1011de Kabilde çalışmalar yaptı

Gazneli Sultan Mahmutun Hindistan seferine, başdanışman ve hazine genel müdürü olarak katıldı

Hindistanın fethinden sonra burada çeşitli ölçümler yapan Bîrûnî, yerkürenin yarıçapını 632466 kilometre olarak, gerçeğe çok yakın şekilde hesapladı ve dünyanın yuvarlak olduğunu, tereddüte meydan bırakmayacak şekilde açıkladı

Arapça ve Farsçanın yanı sıra Sanskritçe, İbranice, Rumca, Süryanice ve Yunancayı da öğrenen Bîrûnî, astronominin yanı sıra tıp, fizik, matematik, tarih, kronoloji, ve din ilimlerinde de büyük ilerleme gösterdi Bu bilim dallarında, toplam 196 eser yazdı

Sahip olduğu bilimsel araştırma metodu sebebiyle, bilim tarihçileri Bîrûnîyi, bütün zamanların en büyük mütefekkirleri arasında sayar Yerçekimi kanunu konusunda, İngiliz Newtondan önce incelemeler yapan Bîrûnî, dünyanın merkezinin cisimleri çektiğini ve bu yüzden, dünya dönmesine rağmen üzerindekilerin boşluğa fırlamadığını izah etti

Bîrûnî, 1049 yılında Gaznede vefat etti

BARBAROS HAYRETTİN PAŞA

Denizcilik tarihimizin en ünlü kaptanlarından birisi de Barbaros Hayrettin Paşadır

Barbaros, 1473 tarihinde Midilli Adasında doğdu Babası Midilliye yerleşmiş olan Türk sipahilerinden Eceovalı Yakup Beydir Yakup Beyin İshak, Oruç, Hızır ve İlyas adında dört oğlu dünyaya gelmiştir İshak ile Oruç büyükleri, Hızır ile İlyas da küçükleri idi

Hızır, Barbaros Hayrettin adı ile şöhret bulmuştur

Yakup Beyin oğulları denizlere açılıp ticaret yapmaya başladılar Oruç, Mısır, Trablus ve Şam tarafında, Hızır ile İlyas da Selanik taraafında ticaret yapmaktaydılar İshak ise baba yurdunu bekliyordu Hızır ile İlyas, Rodos Adasının önünden geçerken karşılarına, korsanlar çıkıverdi Bu korsanlar, iki kardeşin mallarını yağma etmek istediler Korsanlarla çetin bir mücadele başladı Fakat bu çarpışmada İlyas şehit düştü Hızır da esir edilerek Rodos zindanına hapsedildi Hızır kısa bir zaman da korsanların elinden kurtuldu, ticareti bırakarak bu olayın etkisiyle korsan olmaya karar verdi

O zamanlar Antalyada Yavuz Sultan Selimin kardeşi Şehzade Korkut valilik yapıyordu Şehzade Korkut, Hızırı himayesine aldı Ona 18 oturaklı bir perkende verdi Barbaros yanına aldığı arkadaşları ile Akdenize açıldı Arkadaşlarına ilk söz olarak dedi ki :

Kovalayandan kaçmayacağız, kaçanı da kovalamayacağız!

Barbaros kardeşi İlyasın intikamını almak için Rodos korsanları ile birçok çarpışmalar yaptı Bunları her taarruzunda yenerek intikamını aldı Bundan sonra yüzünü İtalya sahillerine çevirdi Bu sahillerde birçok gemiler zaptetti Barbaros kış geldiği zaman Afrika sahilinde bulunan Cerbeye gidiyordu

Barbaros Akdenizde dolaşırken ağabeyi Baba Oruç ise her tarafa büyük nam salmıştı Bütün Hıristiyan gemilerini vuruyor, birçok ganimetler elde ediyordu Avrupalılar Baba Oruça, kırmızı sakalından kinaye olarak (Barbaros) adını vermişlerdi Baba Oruç, ölünce bu şöhret Hızıra geçerek Barbaros adını aldı

Barbaros ağabeyi ile birlikte çalıştı On adet gemileri vardı Bu iki kardeş Müslümanlara zulmeden İspanyollara hiç göz açtırmadılar İspanyollarla bir savaşta Baba Oruç bir kolunu kaybetti Artık Barbaros Akdeniz kıyılarından yalnız başına dolaşıyor, birçok gemileri vurarak ganimetlerle dönüyordu Barbaros bir mevsimde 3800 esir ve 20 parça gemi elde etti

Yavuz Sultan Selim padişah olunca, Barbaros Hayrettin yeni padişahı tebrik etmek için, Kemal Reisin hemşirezadesi Muhittin Reisle birçok hediyeler gönderdi Yavuz Sultan Selim de Barbarosa iki kadırga ile bir hilat ihsan etti Bundan sonra Borbaros, Cezayiri hakimiyetine aldı

Adeta Barbaros, Kuzey Afrikanın bir hükümdarı mahiyetinde idi İspanyollar Barbarosu Afrika sahillerinden atmak için Tilmisanı zapta karar verdiler İspanyollar karaya asker çıkararak, Barbaros kardeşlerle mücadeleye giriştiler Bu savaşta, bir kolu olmayan Oruç Reis ile İshak Reis şehit düştüler Barbaros, kardeşlerinin şehadeti üzerine şöyle feryat etti :

Ah, bütün Frengistanı kılıçtan geçirsem, kardeşlerimle yoldaşlarımın intikamını alamam!

Barbaros, bu acıdan sonra artık Akdenize aman vermiyordu Ünü her yana yayılmıştı Askerleri Akdenizde şu türküyü söylüyorlardı :

Deniz üstünde yürürüz,
Düşmanı arar buluruz,
Öcümüz komaz alırız,
Bize Hayrettinli derler
O sıralarda Yavuz Sultan Selim, Mısırı fethetti Barbaros, Yavuza Kurtoğlu Muslihiddin Reisi göndererek fethettiği yerleri padişaha bıraktığını bildirdi Artık Barbarosla Avrupalılar hiç başa çıkamıyorlardı “Barbaros geliyor!” sözünü duyan karada denize kaçıyordu Barbaros sayesinde Türkler Akdenize hakim oldular Barbarosun maiyetine girmiş olan Turgut Reis, Sinan Reis, Salih Reis, Aydın Reisler de her tarafı titretiyorlardı

Barbarosun delaletiyle, Cezayir Osmanlılara bağlı bir eyalet oldu Yavuz Selim de Barbarosu bu eyaletin Emiri olarak tanıdı

Yavuz Selim ölünce yerine Kanuni Sultan Süleyman geçmişti O zamanlar Avrupanın en büyük imparatoru Şarlken idi Kanuni karadan ve denizden onun nüfuzunu kırmak için savaşlara girişmişti Denizlerde, başarı kazanabilecek tek adam Barbaros olabilirdi Çünkü o zaferden zafere koşan bir denizciydi

Kanuni Sultan Süleyman 1533 tarihinde Cezayir Emiri Barbarosu İstanbula davet itti O zamanlar Barbarosun 18 parça mükemmel kadırgasıyla bir o kadar da korsan gemileri mevcuttu Barbaros donanması ile İstanbul limanına girdi Barbaros, Kaptan-ı Deryânın Atmeydanındaki konağına misafir edildi Ertesi gün Barbaros ve 18 mücahidi Kanuninin huzuruna kabul edildi Hepsi sıra ile ilerleyip Kanuninin elini öptüler Güneşten tunçlaşmış çehreleri, nasırlı elleri ve iri vücutları dikkat çekiyordu Kanuni Sultan Süleyman o dönemde Akdenizde Barbarostan sonra en büyük deniz amirali olan Andra Doriayı sordu:

Padişahım, o herifin lakırdısı mı olur? Emredin gemilerini havaya uçurayım Her tarafta arıyorum, ben yaklaştıkça o kaçıyor

Bu sözlerden hoşlanan Kanunî:

Hızır Bey, sen bu dinin en hayırlı oğlusun Bundan sonra adın Hayreddin olsun dedi

Kanuni, Barbaros Hayreddini Osmanlı Donanmasının Kaptan-ı Deryalığına tayin etti Bu suretle paşa rütbesini de kazanmış oldu

Barbaros Hayrettin Paşa, 84 parça gemiden oluşan bir donanma ile Akdenize açıldı Barbaros, İtalya sahillerinde birçok kaleler ve şehirler fethine muvaffak oldu Bu seferinde Fondi kalesinin kumandanlarından Vespasyo Kobonanın genç ve güzel karısı Colyayı kaçırmak istedi Bu kadın Şükûfe-i Aşk lakabı ile şöhret bulmuştu Barbaros bu kıza gönül verdi Fakat kaçırmaya muvaffak olamadı

Bundan sonra Barbaros Korfo adasını zaptederek, burada birçok ganimetler ve esirler ele geçirdi Bunlarla beraber İstanbula döndü Bu ganimetlerle esirleri padişahın huzurunda bir alay şeklinde geçirdi Önde allar giyinmiş iki yüz genç erkek esirin ellerinde gümüş sürahiler ve kadehler ve onları takip eden diğer otuz esirin sırtında birer torba altın, daha sonra gelen iki yüz kişinin her birinin omzunda birer kese akçe bulunuyordu En sonra 1000 kadar boyunlarından bağlı esirler ise birer top çuha taşıyorlardı Bunlardan başka 1000 kız ve 500 oğlan da bunları takip etmekte idi İşte Barbarosun hediyeleri bunlardı

Akdenizde Türk hakimiyetine son vermek üzere Papa III Pol, Venedik, Ceneviz, Malta, İspanya ve Portekiz hükümetlerinin donanmalarından oluşan bir deniz haçlı seferi hazırladı Bu donanma Akdenizde Türk donanmasını tamamen mahvedecekti Bu muazzam donanma Venedik Dukası Amiral Andrea Doria kumandasına verildi Donanma 600 parçaydı Bu donanma Preveze önlerinde demirledi

Barbaros, Andrea Dorianın büyük bir donanma ile Preveze önlerine geldiğini duyunca donanmasını hazırladı Türk donanması 122 parça gemiden ibaretti Türk donanması Preveze limanı önünde harp nizamı aldı Türk donanması merkez, sağ ve sol kanat olmak üzere üç gruba ayrıldı Sağ kanatta Salih Reis, sol kanatta Seydi Ali Reis, ihtiyatta Turgut Reis ve merkezde Barbaros yer aldılar Türk donanması yarım daire şeklindeydi Haçlı donanması büyük olmasına karşılık, Türklerin manevî kuvveti pek yüksekti İlk defa haçlı donanması şiddetli bir topçu ateşi açtı Bu topçu ateşine karşılık olmak üzere donanmada bulunan Mehter takımı savaş parçaları çalmaya başladı

Türk gemileri ağır ağır düşmana doğru ilerlerken bütün asker Allah! Allah! sesleri ile etrafı inletiyorlardı Korkunç bir fırtına halinde ilerleyen Türk gemilerini gören düşmana bir ürperti geldi Donanmalar birbirine yaklaştılar Top, kurşun her tarafa ölüm saçıyor, gemiler yanıyor, Türk leventleri elerindeki palalarla dehşet saçıyorlardı Kısa bir zaman denizin üstü kanlı cesetlerle dolup taştı Türk leventleri önüne gelen gemilere rampa ederek kancalıyorlar, ve ellerindeki palalar, baltalarla düşmanlarının üzerine atlıyorlardı

Bu korkunç sahneyi gören gerideki gemiler kaçmaya başladılar Artık zaferin yüzü Türk Milletine gülmüştü Andrea Doria mağlubiyeti kabul ederek, sakalını yola yola firar etti İki eline iki gülle alıp dövünmeye başladı Fakat iş işten geçmiş, Preveze zaferini Barbaros Hayrettin Paşa kazanmıştı Bu savaşta düşmanın 130 parça gemisi batmıştı Barbaros Akdenizin en büyük deniz savaşını 28 Eylül 1538 tarihinde kazanmaya muvaffak oldu

Artık Barbaros iyice ihtiyarlamıştı 4 Temmuz 1546 yılında İstanbulda 73 yaşında vefat etti Barbarosun türbesi Beşiktaştadır Bu türbenin bulunduğu meydana Barbarosun bir heykeli dikilmiştir O, türbesinin de deniz seslerini dinleyerek ebedi istirahatgahında yatmaktadır

Fakat o, Türk denizcilerinin bir manevi kudret kaynağı olarak ebedileşmekte, bu da denizcilerimizin her sene onun türbesi önünde yaptıkları törenlerle dile getirilmektedir

Alıntı Yaparak Cevapla
 
Üye olmanıza kesinlikle gerek yok !

Konuya yorum yazmak için sadece buraya tıklayınız.

Bu sitede 1 günde 10.000 kişiye sesinizi duyurma fırsatınız var.

IP adresleri kayıt altında tutulmaktadır. Aşağılama, hakaret, küfür vb. kötü içerikli mesaj yazan şahıslar IP adreslerinden tespit edilerek haklarında suç duyurusunda bulunulabilir.

« Önceki Konu   |   Sonraki Konu »


forumsinsi.com
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
ForumSinsi.com hakkında yapılacak tüm şikayetlerde ilgili adresimizle iletişime geçilmesi halinde kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde gereken işlemler yapılacaktır. İletişime geçmek için buraya tıklayınız.