Geri Git   ForumSinsi - 2006 Yılından Beri > Eğitim - Öğretim - Dersler - Genel Bilgiler > Eğitim & Öğretim > Tarih / Coğrafya

Yeni Konu Gönder Yanıtla
 
Konu Araçları
türkiyetarihiekonomisidoğal, yapısı

Türkiye-Tarihi-Ekonomisi-Doğal Yapısı

Eski 02-03-2010   #1
Şengül Şirin
Varsayılan

Türkiye-Tarihi-Ekonomisi-Doğal Yapısı






Bir Akdeniz ve Ortadoğu ülkesi olan Türkiye Cumhuriyeti'nin hem Asya'da, hem de Avrupa'da toprağı vardır Üç yanı denizlerle çevrili olan Türkiye'nin genel görünümü kabaca bir dikdörtgeni andırır Doğu-batı doğrultusunda Asya kıtasının batı kesiminden, Avrupa kıtasının güneydoğu kesimine doğru sokulan bu toprakların uzunluğu yaklaşık 1600 km, genişliği ise 600 km kadardır Adını, bu topraklara Asya'dan gelerek yerleşen Türkmenler ile öteki bazı halk topluluklarının daha sonraki kuşaklarını oluşturan Türkler'den alır


Kuzeyde Karadeniz, doğuda Rusya ve İran, güneydoğuda Irak ve Suriye, güneyde Akdeniz, batıda Ege Denizi, kuzeybatıda da Yunanistan ve Bulgaristan'la çevrili olan Türkiye' nin deniz ve kara sınırları uzunluğunun toplamı 11000 kilometreyi aşar Ülke yüzölçümünün yaklaşık yüzde 97'si Asya kıtasında, yüzde 3 kadarı da Avrupa kıtasındadır Türkiye'nin Asya kıtasındaki toprakları Anadolu (755688 km2), Avrupa kıtasındaki toprakları ise Trakya (23764 km2) olarak adlandırılır Çanakkale ve İstanbul boğazlarıyla Marmara Denizi bu topraklan birbirinden ayırır

Yaklaşık 8333 km olan deniz sınırlarının yüzde 78'ini Anadolu kıyıları, yüzde 13'ünü adaların kıyıları, yüzde 9'unu da Trakya kıyıları oluşturur Bu sınırların üçte biri Ege Denizi kıyısındadır Kara sınırlarının uzunluğu ise yaklaşık 2753 kilometredir Kara sınırlarının en uzunu 877 kilometreyi bulan Suriye sınırıdır Bunu 610 km uzunluğundaki Sovyetler, 454 km uzunluğundaki İran, 331 km uzunluğundaki Irak, 269 km boyunca uzanan Bulgaristan sınırı izler Kara sınırlarının en kısa olan bölümü 212 km uzunluğundaki Yunanistan sinindir Bu sınırlar içinde yer alan ülkenin en kuzey noktası Sinop ilindeki İnceburun, en doğu ucu Kars ilinin güneydoğusunda, Türkiye'nin hem Sovyetler'e, hem de iran'a komşu olduğu nokta, en güney noktası Hatay ilinin Yayladağı ilçesine bağlı olan ve eskiden Beysun adıyla anılan Topraktutan köyünün güneyi, en batı noktası da Gökçeada'nın batı ucunu oluşturan Avlaka Burnu' dur Kara sınırlannm kıyıya ulaştığı noktalar Anadolu'da Artvin ilindeki Sarp köyü ile Hatay ilindeki Güvercinkaya, Trakya'da Kırklareli ilindeki Rezve Deresi ağzı ile Edirne ilindeki Enez'in batısında Meriç Irmağı ağzıdır

TÜRKİYE'YE İLİŞKİN BİLGİLER

RESMİ ADI: Türkiye Cumhuriyeti

YÖNETİM BİÇİMİ: Tek meclisli, çok partili cumhuriyet

YÜZÖLÇÜMÜ: 779452 km2

NÜFUS (1992): 58584000

BAŞKENT: Ankara

BAŞLICA KENTLER VE NÜFUSLARI (1990): istanbul (6620241), Ankara (2559471), İzmir (1757414), Adana (916150), Bursa (834576), Gaziantep (603434), Konya (513346)

BAŞKENT: Ankara

DOĞAL YAPI: Ülkenin yarısından fazlası, yükseltisi 1000 metreyi aşan, yüksek alanlardan oluşur Yaklaşık üçte biri orta yükseklikteki ovalar, yaylalar ve dağlar, yüzde 10'u da alçak alanlarla kaplıdır En yüksek ve dağlık alanlar doğu kesimde yer alır Kuzey kesimi Kuzey Anadolu Dağları, güney, doğu ve güneydoğu kesimleri deToroslar engebelendirir Ülkenin en yüksek noktası Ağrı Dağı'nın 5137 metreye erişen doruğudur Başlıca geniş düzlükler Çukurova ile Konya ve Harran ovalarıdır Kaynaklandığı ve denize döküldüğü kesimler ülke sınırları içinde olan en uzun akarsu Kızılırmak'tır (1353 km) En büyük doğal göl, 3713 km2 alan kaplayan Van Gölü'dür Atatürk baraj gölü (817 km2) ise ülkenin en büyük yapay gölüdür Türkiye'nin en büyük adası olan Gökçeada' nın yüzölçümü 279 km2'dir

BAŞLICA ÜRÜNLER: Buğday, arpa, şekerpancarı, ayçiçeği, pamuk, baklagiller, haşhaş, üzüm, incir, turunçgiller, şeftali, fındık, antepfıstığı, zeytin, çay, yumurta, deri, balık, krom, bor mineralleri, zımpara taşı, linyit
SANAYİ: Dokuma, gıda, demir-çelik, dayanıklı tüketim mallan, motorlu araçlar, çimento, şeker, kâğıt, plastik, kimyasal maddeler, orman ürünleri
EĞİTİM: İlköğretim zorunlu ve devlet okullarında parasızdır

Büyük bölümü Asya'da yer alan Türkiye, yüzölçümü açısından Rusya, Çin Halk Cumhuriyeti, Hindistan, Suudi Arabistan, Endonezya, İranr, Moğolistan ve Pakistan'dan sonra bu kıtanın dokuzuncu büyük ülkesidir 1987'de Avrupa Topluluğu'na tam üyelik için başvuruda bulunan Türkiye, topraklarının büyük bölümü Asya'da olan Rusya sayılmazsa Avrupa'nın en büyük ülkesi olan Fransa'dan daha geniş bir alanı kaplar
Asya ile Avrupa arasında doğal bir köprü oluşturan Türkiye toprakları tarih boyunca birçok uygarlığın beşiği olmasıyla tanınır İklim ve doğal kaynaklar açısından yerleşmeye çok elverişli olan bu topraklarda yaşayan birçok halkın farklı dönemlerdeki kültürlerine ait çeşitli izlere ülkenin hemen her köşesinde sıkça rastlanır Kıyılarındaki liman kentlerine ulaşan önemli kervan yollarının da etkisiyle oluşan zenginliği ele geçirmek isteyen birçok güçlü devletin saldırısıyla yıkıma uğrayan ülke, bu zenginliklerin çok çeşitli olmasının sağladığı üstünlük nedeniyle yaralarını kısa zamanda onararak yeni uygarlık değerleri yarattı Dünyada gıda maddesi üretimi kendi gereksinmesini karşılayan ender ülkelerden biri olan Türkiye, coğrafi konum açısından önemini günümüzde de korumaktadır Yaz mevsimi başlarında Akdeniz kıyısında denize girilirken Toroslar'ın yüksek yamaçlarında kayak yapılabilen ve doğu kesimi yer yer karla kaplı olan Türkiye, doğal güzellikleri ve tarihsel zenginlikleriyle büyük bir turizm potansiyeline sahiptir

Doğal Yapı

Ortalama yükseltisi 1131 metre olan Türkiye, yüksek bir ülkedir Orta kesimi çukurluk olan ve kenarlara doğru gidildikçe yükselen ülkenin kıyılarında genellikle fazla genişlemeyen alçak düzlükler yer alır Akarsu vadileriy-le derin biçimde parçalanmış orta yükseklikteki dalgalı düzlüklerden oluşan yaylalara daha çok ülkenin orta kesiminde rastlanır Karadeniz kıyısına paralel olarak uzanan Kuzey Anadolu Dağları ile Akdeniz kıyısına paralel olarak uzanan Toroslar, ülkenin kuzey ve güney kesimlerinde yay biçimli yüksek dağ dizilerinden oluşur Bu dağ dizilerinin yükseltisi doğuya doğru gidildikçe artar Doğu Anadolu Bölgesi'nde birbirine yaklaşan Kuzey Anadolu Dağları ve Toroslar'a bağlı dağ sıraları düğümü andıran bir görünümün ortaya çıkmasına yol açar Ülkenin en yüksek alanları bu bölgededir Güneydoğu Toroslar yayının güneyinde yer alan Güneydoğu Anadolu Bölgesi, önemli bir yükseltiye rastlanmayan eşik alanlar ile yayla ve ovalardan oluşur Ülkenin batı kesiminde ise dağlar denize dik olarak uzanır Bir elin parmaklarını andıran bu dağlar çöküntü alanlarıyla birbirinden ayrılır Bu kesimde genellikle doğu-batı doğrultusunda akan ırmakların taşıdığı alüvyonların birikmesiyle oluk biçimli çukur alanlarda oluşan ovalar ülkedeki en verimli tarım alanlarındandır Türkiye'nin Trakya'daki toprakları fazla yüksek sayılmaz Kuzey ve doğu kesimi Istranca (Yıldız) Dağları, güney ve güneybatı kesimi Işıklar (Ganos) ve Koru dağları tarafından engebelendirilen bu toprakların orta ve batı kesiminde alçak dalgalı düzlükler yer alır Orta kesiminde Ergene Havzası bulunan Trakya, yüzey şekilleri açısından bir çanağı andırır

İlk jeolojik zamanlarda oluşan kıvamlanmalarla belirmeye başlayan ülke toprakları sonraki jeolojik dönemlerde aşınmış, göl ve denizlerle kaplanmış, kırıklar boyunca yer yer çökmüş ve yükselmiştir Ağrı, Süphan, Nemrut, Erciyas ve Hasan dağları gibi sönmüş yanardağlar magmanın bu kırıklardan yeryüzüne çıkması sonucunda oluşmuştur

Türkiye'de, son jeolojik dönemde geliştiği sanılan iki büyük kırık kuşağı bulunmaktadır Bunlardan birincisi, Anadolu'nun içlerinden Yunanistan'a kadar uzanan Kuzey Anadolu kırık kuşağı, ikincisi ise Karlıova'dan Akdeniz'e doğru uzanan Doğu Anadolu kırık kuşağıdır Bu kırık kuşaklan ile çevresi etkinliğini sürdürmekte olan önemli deprem bölgeleridir Bu bölgeler içindeki Erzincan'da 1939' daki bir deprem 33 bine yakın insanın yaşamını yitirmesine yol açmıştı

Kıyıların açığında irili ufaklı birçok ada vardır Birkaç kayalık dışında Karadeniz adadan yoksundur Akdeniz kıyıları açığında da önemli ve büyük bir adaya rastlanmaz Türkiye'nin en büyük adaları Ege ve Marmara denizlerindedir Bunlardan başlıcaları Gökçeada, Marmara Adası, Bozcaada, Uzunada ve Alibey (Cunda) Adası'dır
Yüzey şekillerinin çeşitlilik göstermesi yaşam koşullarını önemli ölçüde belirler Ülkenin kıyıdan uzak iç kesimi ile yüksek doğu kesimi denizlerin etkisine kapalıdır Bu kesimlerde yağış az, doğal bitki örtüsü cılız, iklim serttir Buna bağlı olarak kıyı kesimleri ile suyu bol ovalık kesimlerde sık olan yerleşim yerleri, yarı kurak ve yüksek kesimlerde oldukça seyrektir

Akarsular ve Göller

Türkiye'den kaynaklanan akarsuların büyük bölümü denizlere ulaşır Özellikle İç Anadolu Bölgesi ile Doğu Anadolu Bölgesi'nin bazı kesimlerinden doğan akarsular ise denize kadar ulaşamaz ve kapalı havzalarda sona erer
Akarsu kaynakları açısından zengin bir ülke olan Türkiye'nin önemli özelliklerinden biri de, Atlas Okyanusu ve Hint Okyanusu havzalarını birbirinden ayıran su bölümü çizgisinin buradan geçmesidir Türkiye'de akarsuyu olmayan coğrafi bölge yoktur En çok su taşıyan akarsular Doğu Anadolu Bölgesi'nden kaynaklanır En az akarsu kaynağı bulunan bölge ise Güneydoğu Anadolu'dur

Ülke topraklarının yaklaşık yüzde 60'ından kaynaklanan sular Atlas Okyanusu havzasını oluşturan denizlere boşalır Bu suları toplayan başlıca akarsulardan Çoruh Irmağı, Yeşilırmak, Kızılırmak ve Sakarya Irmağı Karadeniz'e; Susurluk, Gönen ve Kocabaş çayları Marmara Denizi'ne; Ergene ve Meriç ırmakları ile Gediz, Küçük Menderes ve Büyük Menderes ırmakları Ege Denizi'ne; Dalaman, Eşen, Aksu ve Manavgat çayları ile Seyhan, Ceyhan ve Asi ırmakları Akdeniz'e dökülür Bu toprakların yüzde 24'üne yakın bölümünün suları Dicle ve Fırat ırmakları aracılığıyla Hint Okyanusu havzasının bir bölümünü oluşturan Basra Körfezi'ne ulaşır Ülke sınırları dışında bir kapalı havza olan Hazar Denizi'ne ulaşan Kura ve Araş ırmaklarının su toplama alanı ise yüzde 3 kadardır Ülkenin değişik bölgelerinde yer alan çeşitli kapalı havzalara su gönderen alanların toplamı ise yüzde 13 düzeyindedir Suları denize ulaşmayan bu topraklardan çıkan akarsuların ulaştığı en önemli kapalı havzalar Tuz ve Van gölleri ile çukur kesimlerinde bazı bataklık ve su birikintilerine rastlanan Konya Ovası'dır

Türkiye'den doğan akarsuların başlıca ortak özelliği, taşıdıkları su miktarının mevsimlere göre büyük değişiklik göstermesidir Karların erimesine bağlı olarak akarsuların hemen tümü ilkbaharda kabarır ve yer yer taşkınlara yol açar Akarsulardan büyük bölümünün suları yaz sonunda en alçak düzeye iner Ama bazı bölgesel farklılıklara bağlı olarak akarsu rejimleri değişiklikler gösterir! Örneğin, daha çok kar sularıyla beslenen Doğu Anadolu Bölgesi ile her mevsim yağışlı olan Doğu Karadeniz bölümündeki akarsuların su düzeyi, yüksek kesimlerinde görülen uzun süreli donlar nedeniyle kışın azalır Öte yandan ülkemizin büyük bölümündeki sular yazın kuraklık ve buharlaşmanın yoğunlaşması sonucunda kuruyacak kadar azalır ve yer yer de kururken, Akdeniz Bölgesi'nde karstik kaynaklardan beslenen bazı akarsuların su düzeyinde önemli bir azalma görülmez Her mevsim bol yağış alan Karadeniz Bölgesi'n-den doğup denize dökülen küçük akarsuların rejimleri ise öteki bölgelerde yer alan akarsulardan oldukça farklıdır Dağlık olan bu bölgede eğim fazla olduğundan yağışlardan sonra sel biçiminde akarak çevresine zarar veren akarsular, yağışlar kesilince cılızlaşır

Büyük bölümü derin ve yamaçları sarp olan vadilerde akan akarsular, öteki amaçların yanı sıra elektrik enerjisi elde etmek için barajlar kurulmasına çok elverişlidir Bu akarsuların hemen tümü taşıdığı alüvyonları özellikle aşağı çığırına yığarak, tarım alanı olarak değerlendirilen kıyı ve delta ovalan oluşturmuştur Bazı barajların kurulması ve yazın suların azalması nedeniyle akarsularımız suyolu ulaşımına olanak tanımaz Oysa eskiden Fırat Irmağı ile Kızılırmak, Sakarya Irmağı, Meriç Irmağı ve Tarsus Çayı'nın ağız kesimlerinde ulaşım yapıldığı bilinmektedir Günümüzde yalnızca Bartın Çayı gibi bazı küçük akarsuların ağız kesimi küçük teknelerle ulaşıma elverişli durumdadır
Türkiye'de 200'den çok doğal göl vardır Bu göllerden yaklaşık yarısının yüzölçümü 5 km2'den küçüktür En büyük göller, başta Van Gölü olmak üzere Tuz, Beyşehir ve Eğridir (Eğirdir) gölleridir En derinleri Van, Çıldır, Burdur ve Hazar gölleri, en sığları ise Tuz, Akşehir, Ulubat (Apolyont) ve Manyas gölleridir Türkiye'de haritalarda gösterilemeyecek kadar küçük göller de vardır Bunların büyük bölümü buzul ve volkanik kökenli göller ile lagünlerdir

Bazı bölgeler göl açısından oldukça zenginken, bazı bölgelerde hemen hiçbir göle rastlanmaz En az göle rastlanan yöreler Güneydoğu Anadolu ve Karadeniz bölgelerindedir Marmara Bölgesi'nin Trakya kesiminde de çok az göl vardır Birçok çukur alana rastlanan İç Anadolu Bölgesi ile kıyılarında çok sayıda lagün (denizkulağı) bulunan Ege Bölgesi gol açısından yoksul sayılmaz En çok göle rastlanan yöreler Doğu Anadolu, Akdeniz ve Marmara bölgelerindedir Çok sayıda gölün yer alması nedeniyle Akdeniz Bölge-si'ndeki Antalya bölümünün kuzey kesimi Göller Yöresi adıyla anılır Ülkede büyük bölümü kapalı havza oluşturan birçok bataklık ve su birikintisi ile mevsimlik olarak göl haline gelen çukur alanlar vardır Özellikle göçmen kuşlar için önemli bir dinlenme ve beslenme alanı olduğunun bilinmesine karşın, bataklıkların bir bölümü tarım toprağı kazanmak amacıyla kurutulmaktadır

Göllerden bir bölümünün suları tatlı, bir bölümünün suları ise az tuzlu, tuzlu ve acıdır Fazla suları bir gideğenle denize, akarsuya ya da bir başka göle boşalan göllerin suları tatlıdır Dışa akışı olmayan kapalı havza konumundaki göllerin suları ise arazinin yapısına bağlı olarak tuzlu ya da acıdır Denizle su alışverişi içinde olduğundan birer kıyı gölü olan lagünlerin suları az tuzludur Suları tatlı olan başlıca göller Beyşehir, Eğridir ve İznik gölleridir Van Gölü'nün sularının acı olmasının nedeni, bileşiminde soda bulunmasıdır Tuz ve Burdur gölleri ile Acı Göl'ün suları ise tuzludur
Türkiye'de 100'den çok yapay göl vardır Doğal göller 9000 km2'ye yakın bir alan kaplarken, yapay göllerin toplam yüzölçümü yalnızca 3000 km2 kadardır Yapay göller, akarsular üzerinde çeşitli amaçlarla kurulan baraj ve setlerin ardında suların birikmesi sonucunda oluşmuş baraj golleriyle göletlerdir En büyük yapay göller Atatürk, Keban ve Ka-rakaya baraj gölleridir Atatürk baraj gölü ülkenin üçüncü büyük gölüdür
Suları tatlı olan akarsular ile göllerin tümünde balık yaşar Bu göllerden bazılarında kerevit de bulunmaktadır Lagünler balık açısından oldukça zengindir Suları tatlı olmayan bazı gölleri besleyen akarsuların ağız kesimlerinde de balığa rastlanır Baraj göllerinde balık da yetiştirilmektedir

İklim

Türkiye, üç farklı iklim tipinin etkisi altında kalır Genel olarak orta iklim kuşağı içinde yer almakla birlikte bazı kesimlerinin denize uzak oluşu, yükseklik ve dağların kıyıya paralel olarak uzanışı gibi nedenler bu farklılığa yol açar Akdeniz Bölgesi'nin tümüne yakım ile Ege Bölgesi'nin asıl Ege bölümü ve Marmara Bölgesi Akdeniz ikliminin etkisi altındadır Akdeniz ikliminin en genel özelliği yazların sıcak ve kurak, kışların da ılık ve yağışlı geçmesidir Kar yağışının da görüldüğü Marmara Bölgesi'nde yazlar daha az kurak, kışlar ise serin geçer

Karadeniz ve Marmara bölgelerinin Karadeniz'e komşu olan kıyı kesimi her mevsim yağışlı olan bir iklimin etkisi altında kalır Yazın çok sıcak, kışın da çok soğuk olmayan
ve değişime uğramış Akdeniz iklimi özellikleri gösterdiği kabul edilen bu nemli iklim tipi, Karadeniz iklimi ya da orta kuşak iklimi olarak adlandırılır Özellikle doğu kesiminin çok yağış almasının başlıca nedeni, Karadeniz üstünden geçerken nemlenen hava kütlelerinin Doğu Karadeniz Sıradağlarının kıyıya bakan yamaçlarında yükselirken soğuyarak yoğunlaşmasıdır Sibirya ve Rusya bozkırlarından gelen soğuk hava kütleleri Kafkaslar tarafından engellendiğinden Karadeniz'in doğu kıyılarında kışlar oldukça ılık geçer

Denizden uzak iç kesimleri ise kara iklimi etkiler Oldukça^ yüksek ve engebeli olan iç kesimleri etkileyen bu iklim tipi, bozkır (step) iklimi olarak da adlandırılır Karadeniz Bölgesi'nin kıyıya uzak kesimleri, Ege Bölgesi' nin İçbatı Anadolu bölümü, Akdeniz Bölgesi' nin Göller Yöresi ve kıyıya uzak öteki kesimleri ile İç Anadolu, Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinin tümü bozkır ikliminin etkisi altındadır Bu iklimin en belirgin özelliği fazla uzun sürmeyen yazların oldukça sıcak, kar yağışlı kışların da uzun ve sert geçmesidir

Az yağış görülen bu iklim tipinde yıllık ve günlük sıcaklık farkları büyüktür Bozkır ikliminin etkisi altında kalan bölgelerde sıcaklık ve yağış açısından bazı farklılıklar görülür Kışlan en soğuk ve en uzun, buna karşılık yazlan en kısa olan bölge Doğu Anadolu'dur Doğu Anadolu Bölgesi'nin kuzeydoğu kesimi ile Doğu Karadeniz bölümünün doğu ve güneydoğu kesimi en çok yazın yağış alır Oysa Doğu Anadolu Bölgesi'nin büyük bölümüne en çok ilkbaharda ve kışın yağış düşer İçbatı Anadolu'nun bir bölümü, Göller Yöresi ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nin en çok yağış aldığı mevsim kıştır İç Anadolu Bölgesi ile komşu bölgelerin kıyıdan uzak kesimlerine yağışın en çok düştüğü mevsim ise ilkbahardır Başta İç Anadolu olmak üzere yazlan çok sıcak geçen Güneydoğu Anadolu ülkenin en kurak bölgeleridir

Bitki Örtüsü ve Hayvan Varlığı

Türkiye, yüzey şekilleri ve iklim koşullarına bağlı olarak doğal bitki örtüsü açısından komşularına göre zengin bir ülke sayılır Toplam olarak 10 bin kadar bitki türü saptanan ülkede çok çeşitli bitki topluluklarına rastlanır Türkiye'de doğal bitki örtüsü ülkeyi etkileyen iklim tipleriyle uyum içindedir

Akdeniz ikliminin etkilediği bölgelerin tanıtıcı bitki örtüsü makidir Makiler, Akdeniz ikliminin uzun yaz kuraklığına uymuş olan sürekli yeşil, genellikle sert ve geniş yapraklı çalı ya da bodur ağaçlardan oluşur Ülkemizde "delice zeytin" adıyla da anılan yabani zeytinin yayılma alanlarının genel olarak Akdeniz ikliminden etkilenen bölgelerin sınınnı belirlediği kabul edilir Aşın otlatma ve yangın gibi etkenlerle makinin ortadan kalkmasından sonra toprak açısından oldukça yoksullaşan alanlarda yetişen seyrek bitki örtüsüne garig adı verilir Kuraklığa makiden daha dayanıklı olan kermes meşesi, ladin ve kekik birer garig türüdür Akdeniz bitki toplulukları arasında ormanlar da geniş alanlar kaplar Bazı kesimlerde kıyıdan başlayan ormanlara, yer yer 600-800 metreye kadar çıkan maki topluluklarından sonra rastlanır Akdeniz or-manlan daha çok kızıl çam, sedir ve kara çamlardan oluşur Makiler bu ormanlann yangınlarla ya da insan eliyle yok edilmesi sonucunda ortaya çıkmış olan bir bitki örtüşüdür Ege Bölgesi'nin kuzeybatı kesiminde fıstık çamı topluluklarına, Muğla ili kıyılannda da yer yer orman oluşturan sığla (günlük) ağaçlarına rastlanır

Ilıman ve nemli bir iklimin etkisi altında kalan Karadeniz Bölgesi'nin kıyı kesimi doğal bitki örtüsü açısından çok zengindir Kıyının hemen ardında birdenbire yükselen dağların denize bakan yamaçları bol yağış aldığından gür ormanlarla kaplıdır Karadeniz kıyısı boyunca alçaklarda daha çok meşe, gürgen, kestane ve kayınlardan oluşan ormanlara rastlanır Batı Karadeniz bölümünün orta kesiminde kara çam toplulukları kıyıdan başlar Kıyı kesiminde yalancı makilerle fındık ve çay bahçeleri de geniş alanlar kaplar Denize bakan yamaçların orta yükselti kuşağında geniş-yapraklı (meşe, kestane, kayı n ve gürgen) ve iğneyapraklılardan (köknar ve ladin) oluşan karışık ormanlar yer alır Yükseklerde ise saf ladin ormanlarına rastlanır Karadeniz ormanları, orman altı bitki toplulukları açısından da oldukça zengindir Başlıca orman altı bitkisi olan ormangülleri, Karadeniz ikliminin etkisi altında kalan tüm yörelerde görülür Kuzey Anadolu Dağları'nın iç kesime bakan yamaçları doğal bitki örtüsü açısından kıyı kesimine göre oldukça yoksuldur Bu yamaçlarda soğuğa ve kuraklığa dayanıklı meşeler ile kara çam ve san çam toplulukları vardır

Deniz etkisinden uzak iç ve yüksek kesimlerde rastlanan doğal bitki örtüsü bozkır görünümündedir Çalılıklar ve otsu bitkilerden oluşan bu bitki topluluğu Türkiye'nin büyük bölümünü kaplar Bu bitki örtüsü çölü andıran topraklar ile tuzlu topraklarda ve orta yükseklikteki dalgalı düzlüklerde farklı görünümdedir 1200 metre yüksekliğe kadar rastlanan bozkırların büyük bölümünün ormanların yok edilmesi sonucunda oluştuğu sanılmaktadır Bozkırlar su ve rüzgâr aşındırmasına açık olduğundan çölleşmeye en elverişli alanlardır İç Anadolu, Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu bölgeleri orman açısından oldukça yoksuldur Bu bölgelerdeki dağlık alanlarda yer yer meşe topluluklarına, yüksek kesimlerde az da olsa kara çam ve sarı çam ormanlarına rastlanır Farklı bölgelerdeki dağların bazı kesimlerinde 1800 metreden sonra, bazı kesimlerinde ise 2800 metreden sonra ormana rastlanmaz Orman üst sınırı denen bu yükseltiden sonra özellikle Karadeniz, Doğu Anadolu ve Akdeniz bölgelerindeki dağlarda Alp tipi çayır alanları yer alır Yayla olarak değerlendirilen bu yüksek çayırlar hayvancılık açısından büyük önem taşır Doğu Anadolu Bölgesi'nin kuzeydoğu kesiminde yer alan yüksek yaylalardaki geniş çayırlar yaz sonuna kadar yeşilliğini korur

Türkiye'de yaşadığı saptanan yabanıl memeli hayvan türünün sayısı 100'den fazladır Bunlardan başlıcaları ayı, kurt, çakal, sansar, yabankedisi, yarasa, tavşan, fare, sincap, kirpi, köstebek, yaban domuzu, geyik, yunus ve Akdeniz fokudur Türkiye'de 400'e yakın yerli ve göçmen kuşun görüldüğü bilinmektedir Bunların başlıcaları karabatak, balıkçıl, leylek, flamingo, ördek, kaz, atmaca, şahin, akbaba, bıldırcın, keklik, sülün, turna, martı, güvercin, baykuş, ağaçkakan, kırlangıç, serçe, çalıkuşu, bülbül, karga ve saksağandır
Ülkenin çevresindeki denizlerde hamsi, barbunya, istavrit, gümüş balığı, izmarit, lüfer, kalkanbalığı, levrek, mercan, palamut, sardalye, tekir, orkinos, köpekbalığı, ahtapot, kalamar, ıstakoz, karides, midye ve istiridye yaşar Akarsu ve göllerde rastlanan başlıca tatlı su canlıları alabalık, sazan, sudak, turnabalığı ve kerevittir Ülkemizde kurbağa gibi amfibyumlar ile kaplumbağa, kertenkele ve yılan gibi sürüngenler de yaşar
Bu topraklarda çok eskiden beri yaşadığı bilinen aslan ve kaplan gibi yabanıl hayvan türlerinin soyu aşırı avlanma nedeniyle tükenmiştir Aynı tehlikeyle karşı karşıya olan yabanıl hayvan türlerinin korunması için bazı Önlemler alınmaktadır

Doğal Kaynaklar

Bitkisel Üretim Ülke yüzölçümünün yaklaşık dörtte biri ekim yapılan tarla alanlarından oluşur Devlet İstatistik Enstitüsü'nün (DİE) 1988'e ilişkin verilerine göre bu tarlalardan elde edilen bitkisel ürün miktarı 54 milyon tona yakındır Ekim ve üretim açısından tahıllar, tahıllar arasında da buğday ilk sırayı alır Özellikle Konya ilinin İç Anadolu Bölgesi sınırları içinde kalan düzlüklerinden büyük miktarlarda ürün alındığından, bu yöre "Türkiye'nin tahıl ambarı" olarak tanınır Karadeniz Bölgesi'nin kıyı kesimi dışında, bitkisel üretime elverişli olan hemen her kesimde buğday ekilir 1988'de 18,7 milyon hektarlık tarla alanının 13,8 milyon hektarında tahıl ekimi yapılmıştı
Aynı yıl Türkiye'nin toplam tahıl üretimi 31 milyon tona yakındı ve bunun 20,5 milyon tonu buğday, 7,5 milyon tonu arpa, 2 milyon tonu mısır, 280 bin tonu çavdar, 276 bin tonu yulaf, yaklaşık 158 bin tonu pirinçti Tahıllardan sonra en çok baklagillerin (2,2 milyon hektar) ekimi yapılır Daha çok Güneydoğu Anadolu ve İç Anadolu bölgelerinde yetiştirilen baklagillerden en çok üretilenler mercimek, nohut ve fasulyedir Tarla bitkileri içinde ekim alanı en az olanlar sanayi bitkileri (1,4 milyon hektar), yağlı tohumlar (935 bin hektar) ve yumru bitkilerdir (282 bin hektar)

Bu alanlardan 1988'de 11,5 milyon ton şekerpancarı, 4,3 milyon ton patates, 1,3 miyon ton soğan, 1,1 milyon ton ayçiçeği, 1 milyon ton çiğit, 650 bin ton pamuk ve 219 bin ton tütün elde edilmişti Tarla bitkilerinden pamuk, tütün, nohut ve mercimek Türkiye'nin dışarıya sattığı ürünler arasında yer alır Çukurova pamuk üretimiyle ünlü olmakla birlikte, bu ürün genellikle Akdeniz ve Ege bölgelerindeki ovalarda; bir başka önemli ürün olan tütün ise daha çok Ege, Marmara ve Karadeniz bölgelerinde yetiştirilir
Sebze üretimine ayrılan bahçelerin kapladığı toplam alan 612 bin hektardır Sebze üretimi toplamı 15 milyon tonu aşar (1988) En çok yetiştirilen sebzeler domates (5,2 milyon ton), karpuz (3,3 milyon ton), kavun (1,9 milyon ton), hıyar (800 bin ton), patlıcan (730 bin ton) ve lahanadır (510 bin ton) Türkiye' nin tüm bölgelerinde sebze ekimi yapılır
Türkiye'deki 553 milyonu aşkın meyve ağacından 487 milyonu meyve veren yaştadır Meyve ağaçlarının kapladığı toplam alan 1,5 milyon hektardan çoktur Başlıca meyvelerin 1988'deki üretim miktarları şöyleydi: 2 milyon ton elma, 740 bin ton portakal, 410 bin ton armut, 403 bin ton fındık, 360 bin ton limon, 350 bin ton incir, 328 bin ton şeftali, 310 bin ton mandalina, 284 bin ton kayısı ve 175 bin ton erik Türkiye'de meyve yetiştirmeyen bölge yoktur 590 bin hektarlık bir alanı kaplayan bağlardan 1988'de elde edilen üzüm miktarı 3,3 milyon tondur Kuru üzüm ve incir ile fındık dışarıya satılan önemli ürünler arasındadır Bağların en yaygın olduğu yöreler Ege, Marmara, Akdeniz ve İç Anadolu bölgelerindedir Zeytinliklerin kapladığı alan 856 bin hektardır Bu alan içinde yer alan 79 milyon meyve veren yaştaki ağaçtan 1988'de elde edilen zeytin miktarı 1,1 milyon tondu Bu ürünün yaklaşık yüzde 20'si sofralık, yüzde 80'i ise yağlık zeytindir Tipik bir Akdeniz bitkisi olan zeytin daha çok Ege, Akdeniz ve Marmara bölgelerinde yetişir

Yalnızca Doğu Karadeniz bölümünün kıyı kesiminde çay üretimi yapılır Bu kesimde çay üretimine ayrılan alanların toplamı 86 bin hektarı aşar 1988'de bu alanlarda yaklaşık 753 bin tondu
Hayvancılık Bazı bölgelerinde geniş çayırları, dağların yüksek kesimlerinde sulak yaylaları bulunan Türkiye, hayvancılık açısından oldukça büyük olanaklara sahip bir ülkedir Ama modern yöntemlerin kullanılmasını sağlayacak yatırımların gerçekleştirilememesi nedeniyle hayvansal üretimde verim düşük düzeyde kalmakta ve hayvancılık gerilemektedir

DİE verileri incelendiğinde toplam hayvan sayısının 1981'de 88 milyona yakınken 1984'te 68,5 milyona düştüğü görülür Et, süt, deri, yün, yapağı ve kıl üretiminde de aynı düşüşlere rastlanır En çok yetiştirilen hayvan koyundur Onu sığır, kıl keçisi, Ankara keçisi, eşek, at ve manda izler Kümes hayvancılığı, arıcılık ve ipekböcekçiliğinde durum biraz farklıdır Hayvancılığın bu dallarında az da olsa üretim ve verim artışları gözlenmektedir 1988'de toplam tavuk ve horoz sayısı 58 milyondan çok, hindi sayısı 3 milyona yakın, elde edilen tavuk yumurtası sayısı ise 6,8 milyar düzeyindeydi Aynı yıl yaklaşık 43 bin ton bal, 2500 tona yakın balmumu ve 2000 ton yaş koza elde edilmiştir Hayvanların beslenmesinde kullanılmak amacıyla 1988'de 275 bin hektarlık alanda, çoğu yonca olmak üzere önemli miktarda yem bitkileri üretilmiştir
Balıkçılık Türkiye su ürünleri açısından zengin bir ülkedir Ama bu zenginlik gerektiği biçimde değerlendirilmediğinden üretim miktarları düşüktür

1987'de avlanan tüm deniz ürünlerinin toplamı 580 bin tondan fazlaydı Deniz balıkçılığının yüzde 90'a yakın bölümü Karadeniz'de gerçekleştirilmekteydi (1985) Denizlerde avlanan balıkların yüzde 55'i hamsi, yüzde 19'u da istavrittir Kolyoz, palamut, sardalye, lüfer ile midye ve karides avlanan öteki deniz ürünleridir 1987'de elde edilen tatlı su ürünlerinin toplamı yaklaşık 42 bin tondur Avlanan başlıca tatlı su ürünleri sazan, alabalık, kefal, tur-nabalığı, yılanbalığı, yayınbalığı ve kerevittir Balıkçılığın son yıllarda gelişmeye başlayan bir dalı da gölet ve havuzlarda yapılan kültür balıkçılığıdır

Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye'de de sualtı canlıları da aşırı avlanma ve zehirli atıklar yüzünden yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadır Örneğin, sanayi ve kent atıklarının boşaltıldığı İzmit Körfezi ile İzmir Körfezi'nin iç kesimi canlı yaşamı açısından günümüzde ölü bir deniz parçası halindedir Başka bazı kıyı kesimleri ile birçok akarsu ve göl de hızlı bir biçimde aynı duruma gelmektedir Zehirli atıkların sulara karışmasının yanı sıra aşın ve denetimsiz avlanma su ürünlerinin gerektiği gibi değerlendirilmesini engelleyen ve balıkçılıkla geçinenleri yoksulluğa iten nedenler arasında yer almaktadır
Ormancılık Türkiye yüzölçümünün yüzde 25,9'u (201993 km2) ormanlarla kaplıdır Ama gerçekten orman sayılabilecek alanla-nn toplamı ülke yüzeyinin ancak yüzde 11,4'ünü (88565 km2) kaplar Çünkü orman-lann yansından fazlası oldukça bozuk bir durumdadır
Hemen hemen tümü devlet mülkiyetinde olan ormanların yüzde 3'ünden az bir bölümü koruma alanı olarak ayrılmıştır; geri kalanında üretim yapılır Ormancılık çalışmaları Orman Genel Müdürlüğü tarafından yürütülür Tomruk, kâğıtlık odun, lif-yonga, maden direği, sanayi odunu ve tel direği ile yakacak odun temel orman ürünleridir Yakacak odunun Türkiye'de kullanılan enerji kaynakları arasında hâlâ önemli bir yeri vardır Sırık, çubuk, reçine, defne yaprağı, şimşir ve sığla yağı ise odun dışı yan orman ürünlerini oluşturur DİE verilerine göre 1988'de elde edilen, yakacak odun dışındaki temel orman ürünlerinin toplam miktarı yaklaşık 7,5 milyon m3, yan ürünlerinin miktarı da 12 bin ton kadardı Aynı verilere göre yakacak odun üretimi de 5 milyon tonu aşmaktaydı Oysa bazı tahminlere göre, kaçak kesimler de hesaba katıldığında yakacak odun üretimi bu miktardan çok daha fazladır
Doğal ve kültürel değerler açısından çeşitli zenginliklere sahip olan birçok alanın korunması ve bu alanlardan halkın yararlanması amacıyla bazı çalışmalar yapılmaktadır Bu çalışmaları yürüten kurum Orman Genel Mü-dürlüğü'ne bağlı Milli Parklar Dairesi Başkanlığadır

Türkiye'de günümüze kadar kurulmuş olan 21 ulusal park vardır Kapladığı toplam alan 260 bin hektarı aşan ulusal parklardan ilki olan Yozgat Çamlığı Milli Parkı 1958'de, sonuncusu olan Nemrut Dağı Milli Parkı ise 1988'de hizmete girmiştir Bunlardan en küçüğü Balıkesir ili sınırları içinde 64 hektarlık bir alanı kaplayan Kuş Cenneti Milli Parkı (1959), en büyüğü ise tümüne yakını Tunceli ilinde yer alan ve 42 bin hektarlık bir alanı kaplayan Munzur Vadisi Milli Parkı'dır (1971) Ulusal parklardan başka ülkenin çeşitli kesimlerinde, eşine ender rastlanan ve soyu tükenmekte olan doğal bitkiler ile yabanıl hayvan topluluklarının korunması için ayrılmış alanlar vardır Bu 18 doğal koruma alanının toplam yüzölçümü 25 bin hektardan fazladır Bunların başlıcalarından biri, uluslararası çapta önem taşıyan ve 17200 hektarlık bir alanı kaplayan Sultansazlığı Tabiatı Koruma Alanı'dır (1988) Ayrıca birçok yörede 300'den çok orman içi dinlenme yeri vardır Bazılarında 4000'i aşkın geceleme birimi bulunan orman içi dinlenme yerleriyle, doğal ve ulusal parklardaki kamp yerleri doğayla başbaşa eğlenmek ve dinlenmek isteyenlere hizmet verir Soyu tükenme tehlikesiyle karşı karşıya olan bazı av hayvanlarının korunması ve üretilmesi amacıyla düzenlenmiş olan 100'den fazla alan ve istasyon vardır Avlaklarda yaşayan tüm yabanıl hayvanlar ile av hayvanlarının korunması, denetlenmesi, ve avcılığın düzlenmesi çalışmaları Orman Genel Müdürlüğü tarafından sürdürülür Bu kurum sportif balıkçılık amacıyla orman içi sularda balık yetiştirilmesi için kurduğu istasyonlarda alabalık ve aynalı sazan üretir Pekin ördeği üretimi çalışmaları da yapan bu kurumun ürettiği yavru balıklar kültür balıkçılığında ve baraj göllerinin balıklandırmasında da kullanılır

Yeraltı Kaynaklan Türkiye yeraltı kaynaklan açısından fazla zengin bir ülke sayılmaz Ülke topraklarında varlığı saptanmış olan metal cevheri ile sanayi ve enerji hammaddesi yataklarının toplam dünya rezervleri içindeki payı ancak binde 3 düzeyindedir Kişi başına maden üretimi ise dünya ortalamasının yaklaşık üçte biri kadardır
Yeraltı kaynakları Osmanlı döneminde yabancılar ile azınlıklara ait bazı şirketler tarafından işletiliyordu Anadolu'nun batı kesiminde yer alan boraks, cıva, krom, kurşun, kükürt, linyit ve zımpara taşı ile Zonguldak' taki taşkömürü yatakları Osmanlı Devleti'n-den birtakım ayrıcalıklar elde etmiş olan bu şirketlerin elindeydi Yabancı şirketler ilkel yöntemlerle gerçekleştirdikleri üretim sonucunda çıkarttıkları cevherleri sanayi hammaddesi ve enerji hammaddesi gereksinmesini karşılamak amacıyla Batı Avrupa ülkelerine gönderiyordu Cumhuriyetin ilanından sonra, özellikle 1930'larda ülke ekonomisinin ulusal kaynaklara dayalı olarak geliştirilmesini öngören bazı önlemler alındı Bu önlemlerden biri de yabancı şirketlerin elindeki madenlerin satın alınarak ulusal şirketler tarafından işletilmesiydi 1935'te maden arama ve işletme hakları yeniden düzenlendi ve bu doğrultuda çalışmalar yürütmek amacıyla Maden Tetkik ve Arama Enstitüsü (MTA) ile Eti-bank kuruldu Bunun sonucunda 1940'lann sonuna kadar madencilik alanındaki üretim dört kat arttı Aynı yıllarda MTA'nın Raman Dağı ile Garzan'da petrole rastlaması üzerine petrol arama ve petrol üretimi çalışmaları hız kazandı Bu çalışmaları yürütmek üzere 1954'te Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı (TPAO) kuruldu Günümüzde ülkenin değişik kesimlerinde kamuya, özel kesime ve yabancılara ait birçok şirket yeraltı kaynaklarımızın aranması ve çıkartılmasına ilişkin etkinliklerde bulunmaktadır

Türkiye'deki başlıca metal cevherleri alüminyum, bakır-kurşun-çinko-pirit, cıva, demir, krom ve manganezdir Alüminyum cevheri yataklarına daha çok Adana, Antalya, Hatay, Konya, Malatya ve Muğla illerinde rastlanır Bakır-kurşun-çinko-pirit cevherlerine en çok rastlanan iller Artvin, Balıkesir, Elazığ, Giresun, Kastamonu, Kayseri, Malatya ve Niğde'dir Başlıca cıva cevheri yatakları Balıkesir, İzmir, Konya, Niğde ve Uşak ille-rindedir Adana, Aydın, Balıkesir, Elazığ, Kayseri, Malatya ve Sivas en çok demir cevheri bulunan illerdendir Türkiye'nin dışarıya sattığı mallar arasında ön sıralarda yer alan krom cevheri en çok Adana, Elazığ ve Muğla illerinden çıkarılır Başlıca manganez yatakları ise Artvin, Gaziantep, Muğla, Trabzon ve Zonguldak illerindedir
Sanayi hammaddelerinden en önemlileri bor mineralleri, fosfat, kükürt, magnezit, mermer, lületaşı ve zımparataşıdır Bor minerallerine Balıkesir, Bursa, Eskişehir ve Kütahya; fosfat yataklarına Mardin; kükürt yataklarına İsparta; magnezit yataklarına Çankırı, Erzincan, Eskişehir ve Konya; mermer yataklarına Afyonkarahisar, Balıkesir, Denizli, Giresun, Hakkâri, İzmir, Kırklareli, Kırşehir, Konya, Kütahya, Muğla, Sivas ve Yozgat; lületaşı yataklarına Eskişehir; zımpa-rataşı yataklarına da Aydın, Denizli ve Muğla illerinde daha çok rastlanır
Bitümlü şist, asfaltit, linyit, taşkömürü, toryum, uranyum ile jeotermal kaynaklar, doğal gaz ve petrol Türkiye'de varlığı saptanan başlıca enerji hammaddeleridir En büyük rezervli linyit yatakları Doğu Anadolu, Ege ve
Marmara bölgelerindedir Taşkömürü yataklarının büyük bölümü Zonguldak Hindedir En zengin uranyum yatakları Manisa, Uşak ve Aydın illerinde, toryum yatakları ise Eskişehir Hindedir Türkiye'nin başlıca doğal gaz kaynaklannın Trakya havzası ile Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nde olduğu bilinmektedir En büyük rezervin bulunduğu Trakya'daki Hamitabat'ta üretim yapılmaktadır Petrol rezervlerinin tümüne yakını Güneydoğu Anadolu Bölgesi'ndedir Bu bölgede yerli ve yabancı birçok şirket tarafından petrol üretimi yapılmaktadır Jeotermal enerji kaynakları daha çok Ege, Marmara, İç Anadolu ve Doğu Anadolu bölgelerinde yoğunlaşmış durumdadır
Ayrıca bak ANADOLU; AKDENİZ; AKDENİZ BÖLGESİ; EGE BÖLGESİ; EGE DENİZİ; KARADENİZ; KARADENİZ BÖLGESİ; MARMARA BÖLGESİ; MARMARA Denîzİ; İç Anadolu Bölgesî; Dîcle IrmağI; Doğu Anadolu Bölgesî; Firat Irmağl Güneydoğu Anadolu Bölgesİ; Kizilirmak; Kuzey Anadolu Dağlari; Sakarya Irmağl Toroslar; Tuz Gölü; Ulusal Parklar; Van Gölü
Nüfus
1990'da yapılan nüfus sayımının geçici sonuç-lanna göre Türkiye'nin nüfusu 56969109'a ulaşmıştır 1985 sayımına göre Türkiye nüfusunun yüzde 10'u Trakya, yüzde 13,1'i Karadeniz, yüzde 19,4'ü Marmara ve Ege, yüzde 9,2'si Akdeniz yüzde 7'si Batı Anadolu, yüzde 24,1'i İç Anadolu, yüzde 4,8'i Güneydoğu Anadolu ve yüzde 12,4'ü Doğu Anadolu'da yaşamaktaydı Gene aynı sayım sonuçlarına göre Türkiye nüfusunun yüzde 48,90'ı kırsal, yüzde 51,10'u kentsel alanlarda yaşıyordu
Osmanlı İmparatorluğu döneminde toplanacak vergilerle askere alınacak nüfusu saptamak ve toprak-nüfus ilişkisini belirlemek amacıyla çeşitli dönemlerde nüfus sayımlan yapılmıştır Pek başarılı olmayan bu nüfus sa-yımlannm ilki Rumeli ve Anadolu'daki Osmanlı topraklarında gerçekleştirilen ve yalnız erkeklerin sayıldığı 1831 sayımıdır Türkiye Cumhuriyeti'nde çağdaş tekniklerin kullanıldığı ilk nüfus sayımı 1927'de yapılmıştır Bunu 1935'teki ikinci nüfus sayımı izlemiştir Bu tarihten sonra 1990'a kadar, sonu sıfır ve beş ile biten her beş yılda bir nüfus sayımı yapılması çıkartılan bir yasayla öngörülmüş ve 1990'a kadar uygulanmıştır 1990'da yasada gerçekleştirilen bir değişiklikle nüfus sayımlarının 10 senede bir yapılması kararlaştırılmıştır
Cumhuriyetin kurulduğu yıllarda Türkiye' nin nüfusu 11-12 milyon dolaylarında tahmin edilmekteydi 1927 sayımında 13648270 olarak belirlenen nüfusun büyük çoğunluğu kırsal alanda yaşamaktaydı Yıllarca süren savaşlar ve salgın hastalıklar nedeniyle genç nüfusun toplam içindeki payı çok azdı Erkeklerin sayısı da kadınların oldukça gerisindeydi 1990'a gelindiğinde nüfus yaklaşık dört kat artmış, toplam nüfus içinde genç nüfus egemen duruma gelmiştir Günümüzde Türkiye nüfusunun en önemli özelliklerinden biri genç olmasıdır
Cumhuriyetin ilk yıllarından 1960'a kadar Türkiye'de nüfus artırıcı bir politika egemen olmuştur Bu politikanın kökleri ekonomiyi olumsuz etkileyen bir nüfus azlığının söz konusu olduğu Osmanlı dönemine kadar uzanmaktaydı Sürekli savaşlar, salgın hastalıklar ve halk sağlığına ilişkin önlemlerin yetersizliği nüfus artış hızını olumsuz etkileyen etmenlerin başlıcalarıydı Türkiye'nin kalkınmasında o yıllarda tarımsal üretimin artması temel alınmaktaydı Tarımsal üretimse bütünüyle insan gücüne dayanıyordu Ayrıca yeni kazanılmış olan bağımsızlığın korunması için gerekli olan askeri gücün temel öğesini o yıllarda da insan gücü oluşturuyordu Bu koşullar cumhuriyet hükümetlerini nüfus artırıcı bir politika izlemeye yöneltti Bu politika bir yandan doğumları artırmak, öte yandan ölümleri azaltmak yönünde yoğunlaştı Doğumları artırmak için beş ve daha çok çocuklu ailelerden "yol vergisi" almamak; altı ve daha çok çocuklu ailelere ikramiye ve madalya vermek gibi özendirici yollara başvuruldu Gebeliği önleyici ilaç ve araçların satılması yasaklanırken, kürtaja ağır cezalar kondu Ölüm oranlarını azaltmak amacıyla salgın hastalıkların önünün alınması için yoğun bir çabaya girildi Nüfus artışını özendiren bu politika 1960'lara kadar sürdürüldü
Uygulanan nüfus politikaları 1945'ten sonra Türkiye'nin nüfus artış hızını yüzde 2,5'in üzerine çıkarmıştı 1960'lara gelindiğinde bu kez nüfus patlaması sonucu hızla büyüyen nüfusun ekonomik ve toplumsal gereksinimlerini karşılamakta zorluklar belirmeye başladı Ekonomik büyümenin istenilen düzeye erişmemesi ve genç kuşaklara ekonomiye olumlu katkıda bulunacak iş olanaklarının sağlanamaması nüfus sorununu yeniden güncelleştirdi Bu kez eskiden uygulanan nüfus artışını özendiren politikanın yerine nüfus artışını azaltıcı politikalar aranmaya başlandı Değişen nüfus politikası çerçevesinde gebeliği önleyici ilaç ve gereçlerin satışı ve kullanımıyla bu konuda eğitim etkinlikleri serbest bırakıldı 1965'te çıkartılan Nüfus Planlaması Hakkında Kanun ailelerin istedikleri kadar çocuk sahibi olabileceklerini, daha fazla çocuk sahibi olmak istemeyenlerin gebeliği önleyici önlemler alabileceklerini öngörüyordu Ama nüfus artış hızını azaltıcı politikalar 1983'e kadar pek etkili olmadı Bu tarihte çıkartılan bir yasa ile belli koşullarda gebeliğin önlenmesi ve kısırlaştırma serbest bırakıldı Nüfus planlaması doğrultusunda yoğun bir eğitim ve propaganda çalışmasına girişildi
Hızlı nüfus artışı nedeniyle Türkiye Avrupa'nın en genç nüfusuna sahip ülkelerinden biridir Türkiye'de genç nüfusun (0-25 yaş) 1970'te toplam nüfus içinde payı yüzde 57,3'ten 1980'de yüzde 58,7'ye çıkmıştır Aynı yıllar içinde ekonomik açıdan çalışabilir durumda olan 15-25 yaş arasındaki nüfusun toplam nüfus içindeki payı yüzde 43,2'den yüzde 48,9'a yükselmiştir Bu durum gençlere ilişkin, iş bulmaktan eğitime kadar, çözülmesi gereken bir dizi sorunu da gündeme getirmiştir
1927'de toplam nüfus içinde kırsal kesimde yaşayanların oranı yüzde 83,62 (11412185), kentte yaşayanların oranı ise yüzde 16,38'di (2236085) 1990'a gelindiğinde kentsel alanda yaşayanların toplam nüfus içindeki oranı yüzde 59'a (33666967), kırsal alanda yaşa-yanlannki ise yüzde 41'e (23302142) ulaştı Kentsel işlevleri açısından cumhuriyetin ilk yıllarında belirli bir düzeye erişmiş yalnız iki kent, İstanbul ve İzmir varken bu sayı günümüzde çok daha artmış durumdadır Kentsel nüfusun toplam nüfus içindeki bu artışına 1950'den sonra hız kazanan köyden kente göç olgusu neden olmuştur Ama bu olgu başta İstanbul, Ankara, İzmir olmak üzere birçok kentte büyük nüfus yığılmalarına ve sağlıksız gecekondu bölgelerinin oluşmasına yol açmıştır
Ekonomi
Planlı bir karma ekonominin yürürlükte olduğu Türkiye yeni sanayileşen ülkeler arasında sınıflandırılmaktadır Özellikle son 10 yıl boyunca devletin ekonomideki yerini ve rolünü sınırlayıcı politikalar izlenerek, pazar güçleri ve ilişkilerinin önemi artırılmıştır 1989'da Türkiye'de gayri safi milli hasıla (GSMH) 170,679 trilyon Türk Lirası (79,554 milyar ABD Dolan), kişi başına GSMH ise 3730000 Türk Lirası (1432 ABD Dolan) dolayındaydı
Osmanlı Devletinden Devralınan Yapı Tür -kiye Cumhuriyeti Osmanlı İmparatorluğu'ndan bütünüyle çökmüş bir ekonomik yapı devralmıştı Ağır dış borçlar altında ezilen, yan sömürgeleşmiş bu ekonomik yapı 19 yüzyıl boyunca batılı güçlerin sürekli ekonomik baskılan sonucu ortaya çıkmıştı Başta İngiltere olmak üzere batının sanayileşmiş kapitalist ülkeleri ile önce serbest ticaret ve borçlanma ile başlayan ekonomik ilişkiler sonunda imparatorluğun batının bir açık pazarı olmasına yol açmıştı Osmanlı ekonomisi tarıma dayanıyordu Sanayi ise küçük işletmelerden oluşuyordu Sanayinin önemli bölümü yabancılar ile azınlıkların denetimindeydi Dış ticaret ise bütünüyle azınlıkların elindeydi Türk ve Müslüman tüccarlar ağırlıklı olarak iç ticaretle uğraşmaktaydılar
II Meşrutiyet'in ilanını (1908) izleyen yıllarda siyasal iktidarı elinde tutan İttihat ve Terakki Fırkası, ulusal bir kapitalizm kurma doğrultusunda bazı adımlar atmıştı "Milli ekonomi" görüşüyle yola çıkan İttihat ve Terakki yöneticilerinin ekonomik bağımsızlığa ilişkin görüşleri, devletin egemenlik haklarını zedeleyen, yabancı ülkelere tanınmış ayrıcalıkların kaldırılmasıyla sınırlıydı Bunun sonucu olarak, yasal ayrıcalıklar ve siyasal istekler içermemesi koşuluyla dış borçlanma özendiriliyordu Ayrıca I Dünya Savaşı yıllarına kadar yerli sanayiyi koruyucu bir gümrük politikası da izlenmemişti Bu ekonomik yaklaşım, 20 yüzyıl başlarındaki Osmanlı toplumunun koşullarında sanayinin gelişmesini engelleyen etmenlerdendi Ayrıca 1908'i izleyen 14 yılın üst üste gelen isyan ve savaşlarla geçmesi alınabilecek önlemleri de etkisiz kılmış ve ekonomiyi tümüyle iflasa sürüklemişti Kurtuluş Savaşı sona erdiğinde, ekonominin belkemiğini oluşturan tarımsal üretim savaş öncesine göre yarı yarıya azalmıştı
1923-29 Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı Devleti'yle siyasal ve yönetsel tüm bağlarını koparmış genç bir devletti, ama ekonomik yönden geçmişle ilgili tüm bağlar atılamamış-tı 1923^29 arasında Türkiye'nin izlediği ekonomi politikalarının belirlenmesinde, devralınan ekonomik miras ve 1908 sonrası uygulanmaya çalışılan ulusal kapitalizmi kurma eğiliminin sürmesi önemli rol oynamıştır Korumacı ve yerli sanayiyi özendirici bir politika milli ekonomi görüşünün temel yönelişiydi Amaçlanan, devlet desteğiyle yerli ve ulusal bir sermaye sınıfı yaratmaktı Bu, çağdaşlaşmanın ve gelişmenin temeli olarak görülüyordu Ne var ki, bu yaklaşımın önündeki en büyük engel Lozan Barış Antlaşması'nın bazı maddeleriydi Bu antlaşma yeni Türk devletinin siyasal ve ekonomik bağımsızlığı yönünden son derece önemli olan kapitülasyonları kaldırmakla birlikte, Osmanlı borçlarının yaklaşık üçte ikisini Türkiye Cumhuriyeti'nin üstlenmesini de öngörüyordu Ayrıca Lozan Antlaşması'na ek olarak imzalanan Ticaret Sözleşmesi beş yıl süre ile Türkiye'nin yabancı ülkelere karşı uygulayabileceği ekonomi politikalarını dondurmasını, bazı özel koşullar dışında dışalım ve dışsatım yasaklarının kaldırılarak yenilerinin konmamasını ve 1916 gümrük tarifelerinin beş yıl süreyle değiştirilmeden uygulanmasını getiriyordu Böylece beş yıl süreyle Türkiye'nin gümrük gelirlerini artırmaya ya da sanayiyi dış rekabetten korumaya dönük bir politika izlenmesi engellenmekteydi
Şubat 1923'te yeni Türk devletinin izleyeceği ekonomi politikalarını saptamayı amaçlayan İzmir İktisat Kongresi toplandı Bu kongrenin amaçlarının başında Kurtuluş Savaşı yıllarında Ankara ile sağlıklı bir bağ kuramamış olan İstanbul ve İzmir'deki Türk-Müs-lüman sermaye çevrelerinin yeni yönetim kadrolarıyla bütünleşmesini sağlamaktı Bunun yanında dış dünyaya, Kurtuluş Savaşı'nı yöneten önder kadroların toplumdaki tüm kesimlerin yalnız siyasal değil, ekonomik istekler açısından da meşru temsilcileri oldukları gösterilmek isteniyordu Ayrıca kongre, yabancı sermaye çevrelerine Osmanlı Impara-torluğu'ndan devralman liberal ekonomi politikalarında ve yabancı sermayeye karşı tutumda köklü değişiklikler olmayacağını da sergilemeyi amaçlıyordu
İzmir İktisat Kongresi, "mesleki temsil" ilkesine göre örgütlendi Buna göre kongreye çiftçi, tüccar, sanayici ve amele (işçi) temsilcileri katıldı Kongrenin en örgütlü kesimini tüccarlar oluşturmaktaydılar Bu kesim kongreden, tekellerin kaldırılması, hükümetin de ortak olacağı bir ticaret bankasının kurulması, deniz ticareti ile gümrük işlemlerinin yeniden düzenlenmesi, yabancı sermaye girişinin yeniden biçimlendirilmesi, yabancı sermayenin Türkler'le ortaklığa zorlanması gibi birçok karar çıkardı Kongrenin ikinci etkin grubunu oluşturan çiftçilerin kongreye kabul ettirdikleri kararların başında aşann (öşür) kaldınlması ve tanmsal kredi olanaklarının artırılması geliyordu Kongreye katılan sanayiciler, sanayinin gümrük yoluyla dış rekabetten korunmasını, sanayi bankasının kurulmasını,
Teşvik-i Sanayi Kanunu'nun yeniden düzenlenmesini içeren kararlar aldırdılar Öte yandan, işçilerin ücretlere ve çalışma koşullarına ilişkin isteklerinin çoğu tüccar ve sanayici gruplarınca reddedilirken, sekiz saatlik işgünü, ücretli hafta tatili, amele yerine işçi denmesi gibi bazı istekleri kabul edildi
Kongreye egemen olan hava, ekonominin kendi kuralları içinde işlemesine devletin hiçbir biçimde karışmamasıydı Devlet büyük altyapı yatırımlarını üstlenecek ve özel girişimi geliştirecek önlemler alacaktı Bu ekonomi politikasının temelinde, devlet desteği ile yeni bir ulasal sermaye sınıfı yaratmak ve bunların yabancı sermaye ile oluşturacakları işbirliği ve ortaklıkla ülkenin sanayileşmesini gerçekleştirmek yatıyordu Bazı zorunlu sınırlamalar dışında İzmir İktisat Kongresi'nin aldığı kararlar 1930'a kadar Türkiye Cumhuriyeti'nin ekonomi politikalarını biçimlendirdi
Cumhuriyet döneminin 1923-29 arasını kapsayan bu ilk yıllarında ulusal ekonomiyi geliştirmek için çeşitli alanlarda adımlar atıldı Tarımda pazara yönelik üretimi özendirmek ve kapitalizmin gelişmesine ayak bağı olan engelleri ortadan kaldırmak amacıyla bir dizi önlem alındı Yurtdışından getirilen tarım araçlarının Ziraat Bankası aracılığıyla üreticiye gümrüksüz dağıtılması, tarım kredilerinin artırılması, 1926'da yürürlüğe giren Medeni Kanun'la temel üretim aracı olan toprakta özel mülkiyetin yasal olarak güvence altına alınması ve toprağın alınıp satılabilmesinin kolaylaştırılması bu önlemlerin Önde gelenleriydi Bu doğrultuda atılan bir başka önemli adım devlet gelirleri içinde büyük bir yeri olan aşarın 1925'te kaldırılması oldu Aşar Osmanlı Devleti'nin vergi olarak çiftçinin ürününün onda birini almasıydı Ürün olarak alınan bu verginin kalkmasıyla üretici devlete verdiği ürünü pazarda satma olanağını kazandı
1923-29 döneminde ulusal girişimcilerin ve ulusal sanayinin yaratılıp geliştirilmesi doğrultusunda atılan adımların başında 1925'te Sanayi ve Maadin Bankası'nın kurulması gelir 1932'ye kadar etkinlikte bulunan bu banka, kendisine devredilen Hereke, Feshane, Bakırköy Bez, Beykoz Deri ve Kundura fabrikalarını uygun koşullarda özel sektöre devredinceye kadar işletmek, özel sektöre kredi sağlamak, özel sektörle ortaklık kurmak gibi amaçlar için kurulmuştu Ayrıca 1927'de Teş-vik-i Sanayi Kanunu'nun kapsamı değiştirilerek sanayicilere çok geniş bağışıklık ayrıcalık ve özendirme olanakları tanındı Ama tüm çabalara karşın sanayinin tarım ürünlerini işleme, madencilik ve dokuma alanlarına yoğunlaşması engellenemedi Sanayi temel tüketim mallarını bile üretemiyor, bu tür malların çok büyük bölümü dışalımla karşılanıyordu
Cumhuriyet yönetimi yabancı sermayeyi belirli koşullarda özendirmeyi ilke olarak benimsemişti Ama yarı sömürge Osmanlı ekonomisinden arta kalan ve yaşamsal önemi olan bazı yabancı tekel ve işletmelerin kamulaştırılmasından da kaçınılmadı Önce yabancı sermayenin elinde bulunan çeşitli demiryolu hatları kamulaştırıldı Ardından 1926'da Türk limanları arasında denizyoluyla yolcu ve yük taşıma hakkı (kabotaj) yabancılara yasaklandı Bu atılımları Osmanlı döneminin olumsuz ekonomik miraslarından biri olan Reji İdaresi'nin satın alınarak kamulaştırılması izledi Kibrit, alkol, ispirto, petrol ve şeker başta olmak üzere bazı malların dışalımı ve ticareti yerli ya da yabancı tekellere bırakıldı
1924'te kurulan Türkiye İş Bankası yerli ve yabancı sermaye ile cumhuriyetin siyasal kadroları arasında yakın ilişkilerin oluşmasında
önemli bir rol oynamıştır Genel müdürlüğüne İmar Vekilliği'nden (Bayındırlık Bakanlığı) ayrılan Celal Bey'in (Bayar) getirildiği bankanın kurucuları etkin siyasetçiler ile zengin tüccarlardı İlk yönetim kurulu ise tümüyle milletvekillerinden oluşuyordu İş Bankası ile ilişkili siyasetçiler sermaye çevreleriyle devlet arasında önemli bir köprü oluşturdular Bunlar birçok ekonomik kararın sermaye çevrelerinin istekleri doğrultusunda yönlendirilmesinde çok etkili olan bir baskı grubu rolü oynadılar
1920'lerin sonuna gelindiğinde uygulanmakta olan ekonomi politikasının özellikle sanayide başarılı olmadığı görülmeye başlandı Özel kesime öncelik veren sanayileşme politikası temel tüketim mallarının yerli üretimini bile sağlayamamıştı Ticaret, bankacılık ve benzeri alanlarda elde edilen kârların ya da tarımsal ürün fazlasının sanayi yatırımına dönüştürülememesi başlıca sorundu Ticarette kısa dönem kârlarının yüksekliği sanayiye yatırım yapılmasını engelleyen bir Öğeydi İzmir İktisat Kongresi'nden sonra cumhuriyetin siyasal kadrolarının devlet yardımıyla sermaye birikimini sağlama çabalan başarılı olmamıştı Bu nedenle, bir bölümü siyasal kadrolardan kaynaklanan yerli sermaye sınıfının oluşması ve yabancı sermaye ile eşit koşullarda işbirliği içine girip sanayileşmeyi sağlaması da gerçekleşmemişti
1930-39 1929'da batı dünyasında patlak veren büyük ekonomik bunalımın etkisiyle Türkiye'nin yurtdışına sattığı tarımsal ürün fiyatlarında büyük düşmeler oldu Bu, devlet gelirlerinin azalmasına yol açtı Ayrıca aynı yıl Osmanlı borçlarının ilk taksidinin ödenmeye başlanması, bunalımın devlet gelirleri üzerindeki olumsuz etkisini daha da artırdı 1929'da Lozan Barış Antlaşması'nın getirdiği ekonomik sınırlamaların kalkmasıyla devlet gümrük vergilerini yükseltme olanağına kavuştu Sanayileşmede uğranılan başarısızlık ve Büyük Dünya Bunalımı'nda hemen hemen bütün ülkelerde devletin ekonomideki etkisinin artması Türkiye'de de 1923-29 yılları arasında uygulanan liberal ekonomi politikalarından uzaklaşılmasında etkili oldu Ayrıca 1930'da Atatürk'ün emriyle kurulan Serbest Cumhuriyet Fırkası geniş halk yığınlarında var olan hoşnutsuzluğun ne kadar yaygın ve ciddi olduğunu göstermişti Yönetici kadrolar ciddi bir ekonomik atılım dönemine girilmemesi durumunda önemli siyasal sorunlarla karşılaşacağı düşüncesindeydiler
1930-39 dönemi korumacı ve devletçi ekonomi politikalarının izlendiği yıllar olmuştur Bu dönemin temel niteliği kapitalistleşme sürecini hızlandırmak için devletin ekonomik etkinliğinin yüksek bir düzeye ulaşmasıdır
Bu dönemde Türkiye ekonomisi devlet eliyle ulusal bir sanayileşme deneyimine girişti Başlangıçta korumacı önlemlerle dış ticaret alanında daha etkin bir rol üstlenen devlet giderek yatırımcı, işletmeci ve denetleyici olarak ekonomiye egemen oldu 1930-39 yılları arasındaki bu dönemi, yalnız korumacı önlemlerle yetinilen 1930-31 yılları, devletçi uygulamalara geçişin gerçekleştiği 1932 yılı ve devletçiliğin uygulandığı 1933-39 yılları olarak bölümleyebiliriz
1930 sonrası yabancı sermayeye karşı önemli bir tavır değişikliği içine girildi Bunalım koşullarında azalmış bulunan özel dış yatırımlara karşı olumsuz bir tavır alındı Madencilik kesimindeki yabancı işletmeler ile yabancı şirketlerin hisselerini devlet satın aldı Yabancı şirketlere ait tekeller ve İstanbul'da yabancı şirketlerin yürüttüğü belediye hizmetleri de kamulaştırıldı Bu dönemde İngiltere ve Rusya''dan az miktarda dış kredi alındı
Tarımsal üretim ile ticaretin de devletçe desteklenmesi ve denetlenmesi yoluna gidildi Bunun gerçekleştirilmesi için ya buğdayda olduğu gibi devlet kuruluşları pazara doğrudan alıcı olarak girdi ya da tarımsal hammaddeyi kullanan sanayinin büyük bölümünü elinde tuttuğu için, örneğin şekerpancarı ve pamuk fiyatlarını belirleyebildi Yurtdışına satılan tarım ürünlerinde denetim tarım satış kooperatifleri aracılığıyla sağlanıyordu Sanayide ise fiyat kontrolleri ve hükümete verilen çeşitli yetkilerle denetim kurulmaktaydı Tüm bu denetimlerin yanında dönemin en belirleyici yanı devletin doğrudan yatırımcı ve üretici işlevler yüklenmesidir
Devletin bu tür etkinlikleri 1934'te uygulanmaya başlayan Birinci Beş Yıllık Sanayi Pla-nı'yla düzenlenmiştir Devlet tarım ürünlerinin işlenmesini, madenlerin değerlendirilmesini sağlayacak ve dışalımla sağlanan sanayi ürünlerinin yerini alacak yatırımlara girişti Sanayileşme öncelikle dokuma, şeker gibi tüketim mallarıyla o yıllarda önem verilen eğitim ve yapım işlerinin iki temel maddesi olan kâğıt ve çimento üretiminde yoğunlaştı 1930'ların sonlarında Türkiye artık "üç beyazlar"!, yani un, şeker ve dokumayı dışarıdan almaya gerek duymayacak duruma gelmişti
Devletçi ekonomi politikalarının uygulandığı 1929-39 yılları Türkiye'nin sanayileşme doğrultusunda en büyük adımları attığı yıllar olmuştur Ayrıca bu sanayinin ekonominin öz gücüyle gerçekleştirilmiş olması önemlidir
Bu dönemde dış ticaret açığı da ortaya çıkmamıştır
1940-50 Türkiye 1939'da çıkan II Dünya Savaşı'na girmemesine karşın, savaşın yarattığı güçlüklerden oldukça etkilendi Bu nedenle 1940-45 yılları arasında uygulanan ekonomi politikaları savaşın yarattığı iç ve dış koşullarca belirlenmiştir Dışalım bu dönemde yarı yarıya azaldı Öte yandan yetişkin nüfusun önemli bir bölümünün askere alınması, özellikle tarımsal alanda büyük üretim düşmelerine yol açtı Savaş nedeniyle savunma harcamalarının bütçeye egemen olması sanayi yatırımlarının ertelenmesini gerektirdi Kısaca, 1940-45 yıllan ekonomik gelişmenin durduğu ve gerilediği bir dönem oldu

1940-45 yıllan arasında devletçilik daha katı bir biçimde uygulanmıştır Bu dönemde devlet savaş nedeniyle özel girişim ve ticaret etkinlikleri üzerinde daha sıkı bir denetim kurmaya yöneldi Bu amaçla 1940'ta çıkartılan Milli Korunma Kanunu'yla çalışan kesime ücretli iş yükümlülüğü, ücretlerin sınırlandırılması, çalışma süresinin uzatılması gibi hükümler getirildi Aynca bu yasa hükümete özel işletmelere geçici el koyma, iç ticarette en yüksek, dışandan alınan mallardaysa en düşük fiyatlan belirleme, temel tüketim mallarının vesikayla (karneyle) dağıtımı gibi önlemler alma yetkisi de veriyordu Ne var ki, piyasa denetimine gidilen her alanda karaborsanın, istifçiliğin, rüşvet ve iltimasın önüne geçilemedi 1942'de savaştan doğan aşın kârları devlete aktarmak amacıyla hazırlanan Varlık Vergisi yürürlüğe girdi Bir kere için alınacak olan bu verginin miktarını saptama yetkisi komisyonlara verilmişti Yasa metninde ırk ve din aynmı bulunmamasına karşın, Varlık Vergisi uygulamasında toplanan verginin yandan çoğunu azınlıklar ödedi Varlık Vergisi'nin büyük ölçüde dışında tutulan ta-nm kesimiyse 1944'te çıkartılan Toprak Mahsulleri Vergisi ile vergilendirildi

Savaş sonrası dünyada ve Türkiye'de yeni bir ekonomik ve siyasal yapılanma döneminin başlangıcı olmuştur Türkiye'de 1946 yılı tek parti yönetiminden çok partili parlamenter sisteme geçiş yılıdır Yasal ve siyasal alanda gerçekleşen değişiklikler, devlet sektöründe baş gösteren para sıkıntısı, iş çevreleri, çiftçiler, aydınlar ve siyasetçilerce yürütülen sert muhalefet, 1946 sonrasında devletin ekonomiye müdahalesinin sınırlandırılmasında etkili oldu Ayrıca savaş sonrasında yakın ilişkilerin kurulduğu batılı devletler, Türkiye'de de kendi ülkelerindekine benzer bir ekonomik yapının yerleşmesini istiyor ve bu yönde değişik kanallardan etkide, hatta baskıda bulunuyorlardı Bu etkilerin büyük bölümü 1947'den sonra alınmaya başlayan dış yardımlar nedeniyle ekonomik yönden kazanan ABD'den geliyordu Böylece daha önce uygulanmakta olan korumacı, dış ticaret dengesine dayalı ve içe dönük ekonomi politikalarından adım adım uzaklaşılmaya başlandı Özel sermayenin daha önce kendisine kapatılmış bazı alanlarda etkinlikte bulunmasına izin verildi Döviz ve hammadde dağıtımında devlet işletmelerine tanınan öncelikler azaltıldı Dışalım serbestleştirilerek yabancı sermayenin gelmesi için çalışmalara başlandı 1947'de Türkiye Uluslararası Para Fonu, Dünya Bankası ve 1948'de Avrupa Ekonomik İşbirliği Örgütü' ne üye oldu Bu dönemde önce Truman Doktrini, ardından Marshall Planı çerçevesinde yardım alınmaya başlandı

1950-60 Bu döneme damgasını vuran Demokrat Parti, 1950 seçimlerinde Cumhuriyet Halk Partisi'ni yenilgiye uğratarak iktidara gelmişti Demokrat Parti devletin ekonomik etkinliğinin kamu yararı olan dallar ve temel sanayi kollarıyla sınırlı kalmasını öngörmekteydi Devletin ekonomik etkinliklerinin amacı ulusal ekonomiyi geliştirmek ve halkın zorunlu gereksinimlerini karşılamak olacaktı 1950'nin ilk yıllarında ekonomide hızlı bir gelişme süreci başladı Bunda, tarımın makineleşmesi, tarımsal üretim artışı, dış borçlanma kaynaklarının genişlemesi, Kore Savaşı nedeniyle dünya pazarlarında tarımsal ürün fiyatlarının yükselmesi rol oynamıştır Tarımsal üretimdeki artışı, yeni toprakların işletmeye açılması, tarımda ileri teknolojinin kullanılmaya başlanması ve doğal koşulların elverişli gitmesi sağladı Tarım kesimindeki bu gelişmeler öbür kesimleri de etkileyerek sanayi ve hizmet sektörlerinde de önemli gelişmelere yol açtı 1950-53 yıllarında sanayi, ulaştırma (limanlar ve karayolları), enerji ve öbür alanlarda geniş çaplı yatırımlar yapıldı

1954, savaş sonrasında görülen hızlı büyümenin durduğu ve ekonominin bunalıma doğru sürüklendiği yıl oldu Kötü doğa koşulları nedeniyle tarımsal ürünün düşmesi, yavaş yavaş ekilebilir alanların sınırına ulaşılması, Kore Savaşı'nın sona ermesiyle dışarıya sattığımız mallara talebin azalması dışsatımla elde edilen gelirlerde bir düşme yarattı Dış gelirlerin, dışalımdaki artışa uygun bir gelişme gösterememesi, dış ticaret açığının hızla büyümesini ve dış borçlarla ABD yardımının da bu açığı karşılayamamasını doğurdu Bunun sonucu olarak 1955'ten sonra dışarıdan alınan hammadde, makine ve donanım, yedek parça gibi mallarda başlayan kıtlık daha çok özel sermaye yatırımlarını sekteye uğrattı Ekonominin içine girdiği bu bunalım Demokrat Parti hükümetini dışalımı kısıtlamak, dışarıdan lüks mal alımını önlemek gibi dış ticareti denetleyici ekonomi politikalarına yöneltti Yeni kredi bulmada karşılaşılan güçlükler, dışarıdan alman tüketim mallarının büyük ölçüde devlet yatırımlarıyla ülke içinde üretilmesi eğilimini güçlendirmişti Milli Korunma Kanunu yeniden yürürlüğe konarak birçok malın fiyatı devletçe denetlenmeye başlandı Katı bir biçimde uygulanan bu önlemler bir süre için fiyat artışlarını durdurdu Ama kâr düzeyleri hükümetçe belirlendiği ve saptanan fiyatlar özel sermaye kesimlerine yeterli gelmediği için üretimi engelleyen tıkanıklık yeniden görülmeye başlandı Ayrıca alman tüm önlemlere karşın dış ticaret açıkları süreklilik kazandı

Bu durum karşısında Demokrat Parti hükümeti 1958'de ekonomik bunalıma son vermek amacıyla köklü ekonomik önlemler alma yoluna gitti Türk parasının değeri dolar karşısında büyük oranda düşürüldü Uygulanmakta olan kontrollü dış ticaret politikasından uzaklaşıldı Milli Korunma Kanunu uygulamaları durduruldu Kamu işletmeleri ürünlerine zamlar yapılarak bütçe açığının daraltılmasına gidildi Başta ABD olmak üzere batılı ülkelerin önerileri doğrultusunda gerçekleştirilen bu önlemler, bu ülkelere olan dış borçların ertelenmesini ve yeni kredilerin alınmasını sağladı Bu önlemlerle fiyat artışları büyük ölçüde engellendi Dışalımda tüketim mallarının payı azaltılarak yatırım ve ara malları payının artırılması üretimin de artmasını sağladı
1960-80 Demokrat Parti'nin iktidardan uzaklaştırılmasıyla sonuçlanan 27 Mayıs 1960 askeri müdahalesini izleyen yıllar Türkiye ekonomisinde yeni bir genişleme sürecinin başlangıcı oldu Bu dönemin eh belirgin özelliği 1980'e kadar ekonomi politikalarının planlama tabanına oturtulmuş olmasıdır 1963'ten başlayarak uygulanan beş yıllık kalkınma planları bu dönemin yatırım politikaları üzerinde belirleyici olmuştur Üretim yapısını veri alan bu planlar, ekonominin her yıl belli bir hızla büyümesini temel amaç edinmişti Planların bir başka özelliği de sanayiye öncelik vermeleriydi Uygulamada kamu yatırımları beş yıllık plan çerçevesinde hazırlanan yıllık programlara uyum göstermek zorundaydı Özel girişimlerinse, devletçe sağlanan çeşitli özendirici ve desteklerden yararlanabilmek için, gerçekleştirdikleri yatırımların plan hedeflerine uygunluğunu ilgili kamu kuruluşlarına onaylatmaları gerekiyordu

Genel görünümüyle bu dönemde de daha önce uygulanmış olan dış ticarette korumacı, dışarıdan alınan malların ülke içinde üretilmesini amaçlayan, iç pazara dönük bir ekonomi politikası yürütüldü Ama sanayileşmenin yönelişi ve yatırımların dağılımı açısından tamamen farklı bir yapılanma vardı Bu dönemde dışarıdan alınan malların ülke içinde üretilmesine yönelik sanayileşmede radyo, televizyon, buzdolabı, otomobil, çamaşır makinesi gibi dayanıklı tüketim malları öne çıktı Bu malların dövizin kıt olduğu ve dış ticaret açığının önemli boyutlara ulaştığı bir dönemde dışarıdan getirilmesini serbest bırakmak olanaksızdı Böylece bu mallar büyük oranda yabancı sermayenin katılımıyla ülke içinde üretilmeye başlandı Başlarda bu malların yurtdışından getirilen parçalarının Türkiye'de bir araya getirilerek piyasaya çıkarılması biçiminde gelişen dayanıklı tüketim malları sanayisi giderek daha fazla yerli üretimle ve çevresindeki yan sanayi ile çağdaş sanayi görünümü kazandı Ne var ki, bu kesim temel girdiler ve teknoloji yönünden dışa bağımlıydı Ayrıca üretimin hem niteliği, hem de niceliği batıda üretilenlerden geriydi Bu nedenle de dışsatım olanakları yok denecek kadar azdı Dışarıdan alınan malların ülke içinde üretilmesi biçimindeki sanayileşme kamu kesiminde de izlendi Devlet yatırımları demir-çelik, bakır, alüminyum, petrokimya ürünleri ve yapı gereçleri gibi temel ara mallarına yöneldi Ama bu politika ekonominin dışa bağımlılığını ve dış ticaret açığının büyümesini engelleyemedi Bunun başta gelen nedeni büyük boyutlara ulaşan yatırımlar için ülke dışından gerekli makinelerin getirilmesiydi Ayrıca geleneksel tarım ürünlerinden oluşan dışsatım Türkiye'nin gereksindiği dövizi sağlamaktan uzaktı Gerçekleştirilen sanayileşmenin yakıt olarak petrole dayanması hem dışa bağımlılığı, hem de dış ticaret açığını büyüten bir başka etmendi

1962-80 arasında izlenen bu ekonomi politikasının sürdürülmesi önemli miktarda dış kaynak gerektiriyordu Kısa ve uzun dönemli borçlanmalar, dış yardım ve ülke dışındaki işçilerin gönderdikleri dövizler 1976 sonlarına kadar ekonominin olağan işleyişini sağladı Ama 1968'den başlayarak Uluslararası Para Fonu'ndan Türk parasının değerinin düşürülmesi ve dış ticarette korumacı politikadan vazgeçilmesi yönünde öneriler gelmeye ve baskılar uygulanmaya başlandı 1970'te bü öneriler doğrultusunda Türk Lirası'nın değeri ABD Dolan karşısında yüzde 60 oranında düşürüldü Dış ticarette daha serbest bir ortam yaratıldı Ne var ki, bu önlemlerin umulan sonuçları verebilmesi 12 Mart 1971 askeri müdahalesinin ardından grev ve toplusözleşmelerin askıya alınmasıyla sağlanabildi Bu önlemler dış kredilerin artırılmasını ve dış ticarette yaşanan tıkanıklıkların bir süre için aşılmasını getirdi

Petrol fiyatlarındaki ani yükselmenin 1974'te dünyayı sürüklediği ekonomik bunalım Türkiye ekonomisini de olumsuz yönde etkilemişti Türkiye'nin o yıllarda içine sürüklendiği siyasal bunalım ve üst üste gelen seçimlerin yarattığı seçim ekonomisi ortamı, hükümetlerin bunalıma karşı önlem almak yerine, bunalımın ülke ekonomisine yansımasını ertelemek yönünde hareket etmesine neden oldu Dünya piyasalarında petrol fiyatı üç katına çıkarken Türkiye'de petrol ve petrol ürünlerinin fiyatları devletçe desteklenerek hemen hemen aynı düzeyde tutuldu Gerekli kaynaklar maliyeti yüksek dış borçlanmayla sağlanmaya çalışıldı Ne var ki, bunalıma çözüm aramak yerine erteleyerek yaratılan bu yapay refah ortamı 1977'de büyük bir ekonomik bunalımın patlak vermesine yol açtı

1977'de dışsatım önemli ölçüde gerilerken dışalımda büyük bir artış oldu Dış ticaret açığı o yıla kadar yaşanılan en yüksek düzeye ulaştı Daha önce uygulanan yanlış dış borçlanma ve kredi alma politikaları tüm dış kaynakların tıkanmasına yol açtı Böylece yemeklik yağdan, petrole kadar birçok temel gereksinim mallarında kıtlık ve yokluk başladı Bunalımdan çıkmak için Uluslararası Para Fonu gibi kuruluşların önerilerinin bir bölümü uygulanmaya başlandı Öte yandan ekonominin içine düştüğü karmaşadan fiyat denetimleri ve polisiye önlemlerle çıkılmaya çalışılıyordu 1977 ve 1978'de Türk parasının değeri üst üste düşürüldüyse de umulan sonuç sağlanamadı Daha da kötüsü ekonomi hızlı bir enflasyona sürüklendi Bunalımdan en çok kent ve köydeki geniş emekçi kitleleri etkilendi, Fiyat denetimleri temel tüketim mallarındaki büyük fiyat artışlarını durdurama-maktaydı Sendikalarda örgütlü işçiler yüksek enflasyon karşısında sendikal mücadeleyle ücretlerindeki düşüşü engelleyip var olan gelir düzeylerini koruyabilmeye çalışıyorlardı Böylece grevlerin yaygınlaştığı bir döneme girildi
Dönemin hükümeti ekonominin içine girdiği ve günden güne derinleşen bu bunalımdan 24 Ocak 1980'de açıklanan önlemler paketiyle çıkma yoluna gitti 24 Ocak Kararları olarak adlandırılan bu önlem paketi Türkiye'nin daha sonraki toplumsal, siyasal ve ekonomik yaşamını belirlemiştir

24 Ocak Kararları'nın temel öğeleri Türk parasının yabancı paralar karşısındaki değerinin günlük kurlarla serbestçe belirlenmesi; dışalımda uygulanan sınırlamaların kaldırılması; işçilerin ve öbür emekçi kesimlerin ücretleri ile tarımsal ürünlerin taban fiyatlarındaki artışların sınırlanmasıydı Ayrıca dolaşımdaki para denetlenerek yurtiçi talep düşürülecek, ucuz kredi, vergi iadesi gibi çeşitli kolaylıklar sağlanarak dışsatıma öncelik verilecekti Kamu İktisadi Teşebbüsleri'nce üretilen malların fiyatlarının yükseltilmesi ve bu kuruluşlardan bazılarının özelleştirilmesi de öngörülüyordu
Uluslararası Para Fonu'nun yönlendirmesiyle gerçekleştirilen 24 Ocak Kararları'nın yeni dış kaynaklar yaratması umuluyordu Ayrıca bu kararlarla korumacılığa dayanan ve dış pazarlarda etkin olmayan bir sanayi yerine, dünya fiyatlarıyla rekabete girebilecek ve giderek korumaya gerek duymayacak bir üretim yapısı hedefleniyordu
Ekonomik bunalımın temel öğelerinden biri olan dış ticaret açığını gidermeyi amaçlayan 24 Ocak Kararları dışsatımın artırılmasına çok önem vermekteydi Bu doğrultuda bir dizi ekonomik önlemin ve dışsatımı özendirici uygulamaların yanı sıra dışa açık, dışsatıma yönelik yeni bir sanayileşmeye de gidilmek isteniyordu Ücretlerin düzeyi bu yeni sanayileşme açısından önem taşımaktaydı Sermaye çevreleri Türkiye'nin yüksek ücretlerle dış pazarlarda rekabet edemeyeceğini öne sürmekteydi Ayrıca sağlanacak düşük ücret düzeyi ülkeye çekilmek istenen yabancı sermayenin gözünde Türkiye'yi daha çekici kılacaktı

1980 Sonrası 12 Eylül 1980'de gerçekleştirilen askeri müdahale grev, toplusözleşme ve sendikal etkinlikleri yasaklarken, temel hak ve özgürlükleri de sınırladı Bu ortam 24 Ocak Kararları'nın uygulanmasını kolaylaştırdı Enflasyonda büyük bir düşüş sağlandı Dışsatım hızlı bir biçimde arttı Ama dışalımın serbest bırakılması dış ticaret açığının sürekli büyümesine yol açtı Ekonomik büyüme önemli ölçüde dış kaynaklara dayandırıldığı için dış borçlarda büyük artışlar oldu Enflasyon 1985'ten sonra yeniden hızla tırmanmaya başladı 1986'dan sonra üst üste gelen seçimlerde uygulanan seçim ekonomileri enflasyonun yükselmesinde ve süreklilik kazanmasında önemli bir etmendi

Tarım

Cumhuriyetin kurulduğu yıllarda Türkiye'nin tarıma dayalı bir ekonomik yapısı vardı Özellikle 1970 sonrasında sanayileşmenin gelişmesine bağlı olarak ekonomi içindeki ağırlığının azalmasına karşılık, tarım hâlâ ekonominin önemli bir kesimi olma Özelliğini korumaktadır Çalışan nüfus içindeki payı yüzde 50 olan tarım kesiminin milli gelir ve dışsatım içindeki paylan da yüzde 20 dolayındadır Türkiye'de tarım ürünlerini işleyen gıda, içki, tütün, dokuma, deri-kösele gibi sanayi dallan sanayi içinde bugün de ağırlığını korumaktadır Bu, tarımın sanayinin hammadde üreticisi olarak da ekonomide önemli bir yer tuttuğunu göstermektedir
Türkiye dünyada gıda maddeleri üretiminde kendi kendine yeterli az sayıdaki ülkeden biridir Türkiye tarımının özelliklerinden biri, doğal koşulların sağladığı olanaklar nedeniyle bitki çeşidinin çok zengin olmasıdır

Ayrıca, Türkiye fındık, kuru üzüm, incir, kayısı, antepfıstığı, kavun, karpuz, şekerpancarı, ayçiçeği üretiminde dünyada ön sıralarda yer alan ülkelerdendir
Cumhuriyetin ilk yıllarında tarımsal üretimin artırılabilmesi için özellikle vergi, kredi ve toprak mülkiyeti konularında önemli kararlar alınmıştır Ama köylerden tüketim merkezlerine ulaşımın güç olması, kentsel nüfusun azlığı ve tarım ürünlerini işleyen sanayinin cılızlığı pazara yönelik üretimin yeterince gelişmesini engellemiştir Ayrıca karasabana dayalı ilkel ekip biçme yöntemleri üretimin sınırlı kalmasına yol açmıştır Bu yapı, demiryolu ulaşımına yakın olan yerler dışında kalan bölgelerde geçimlik üretimi yaygın kılmıştır

Tarımda atılım 1950'lerde gerçekleşti Kredi olanaklarının genişlemesi, traktör sayısının hızla artması, karayolu ulaşımının geliştirilmesi ve tarım ürünleri fiyatlarının desteklenmesi tarımda değişimi hızlandırdı Tarımsal gelişmeye asıl damgasını vuran olgu traktör sayısındaki artışa bağlı olarak işlenen toprakların artmasıydı Tarım topraklarının genişlemesi büyük ölçüde ya tümüyle kamu mülkiyetinde olan ya da köy birimlerinin ortak kullanımında bulunan arazinin özel kişilerce işlenmesi biçiminde gerçekleşti Daha önce olduğu gibi başta buğday olmak üzere tahıllar en büyük paya sahip olmakla birlikte, şekerpancarı, pamuk, çay gibi sanayi bitkilerinin üretimi de önemli ölçüde arttı Ayrıca pazara açılma sürecinin yaygınlaşmasıyla meyve ve sebze üretiminde de önemli artışlar oldu Tüm bu köklü değişime karşılık, tarımsal işletmelerin yaklaşık 3/4'u küçük ya da çok küçüktür

1950'lerde tarımsal üretim artışının kaynağı tarıma yeni açılan alanlarken, ekilebilir toprakların sınırına ulaşıldığı 1960'larda makine ve ileri tarımsal girdileri kullanan yoğun tarım teknikleri önem kazandı 1960'lar ve 1970'lerde daha önceki dönemlere oranla bir verim artışı gözlendi Özellikle sanayi bitkilerinde yüksek verimlilik sağlandı Bunda, kapsamı 1975'te 19 ürüne ulaşan destekleme alımlarının da rolü vardı 1975'ten sonra Türkiye ekonomisinin içine girdiği bunalımın etkisiyle tarımsal üretimin büyüme hızı düşmeye başladı 24 Ocak Kararları'yla ekonomi için önemli bir yük oluşturmaya başlayan destekleme alımları azaltıldı Ayrıca yapay gübreye sağlanan devlet desteğinin çekilmesi gübre fiyatlarında büyük artışa, bunun sonucu olarak da gübre kullanımında düşmeye neden oldu Tüm bu gelişmeler 1980-83 arasında tarımsal üretimde azımsanmayacak bir düşüş yarattı
Günümüzde tarımsal üretimin ağırlıklı bölümünü bitkisel üretim oluşturmaktadır Hayvan sayısının yüksek olmasına karşın verimliliğin düşük olduğu hayvancılık çok önemli bir gelişme potansiyeline sahiptir

Sanayi

1930'larda uygulanmaya başlanan devletçi politika sanayileşmede önemli adımların atılmasını sağladı Devletçi sanayileşme politikasının temel amaçlarından biri yurtdışından alınan mallan ülkede üretmekti Bu dönemde en önemli gelişmenin yer aldığı dokuma sanayisi 1930'lann sonunda ülke tüketiminin yüzde 80'ini karşılayacak düzeye erişti Ayrıca şeker üretimi dışalıma son verdirecek, çimentoysa tüketim fazlası yaratacak duruma gelmişti Gene bu dönemde ülkenin ilk demir-çelik fabrikası Karabük'te kuruldu Sanayileşmedeki hızlı gelişme II Dünya Savaşı yıllarında yavaşladı Savaşın getirdiği bazı zorunlu harcamalar sanayileşmeye yönelik yatırımların hızını kesti
1950'lerde sanayi tarımdaki değişime ve kentleşmeye bağlı olarak genişleyen iç paza-nn etkisiyle canlılık kazandı 1950 sonrası özel kesimin geliştirilmesine öncelik verilerek bu kesime kamu-özel ortaklıkları yoluyla sermaye aktarımına gidildi Aynca sanayinin gelişmesine katkıda bulunmak amacıyla ulaşım, enerji ve haberleşme gibi altyapı yatırımları hızlandırıldı Ülke içindeki yatırımların sermaye sorunlarını çözmek amacıyla 1950'de Türkiye Sınai Kalkınma Bankası kuruldu Bankanın amacı, yabancı ve yerli özel sermayenin Türkiye'de kurulan sanayi ortaklıklarına yardım etmek ve bu konuda özendirici çalışmalar yapmaktı Gene 1950'nin başlann-da devlet işletmelerinin özel sermayeye devri söz konusu edildiyse de bu gerçekleştirilemedi Özel sektör oldukça güçlenmesine karşın genişleyen iç talebi karşılayabilecek bir gelişme gösteremedi Bunun sonucu olarak devlet işletmeleri üretimlerini genişletmek durumunda kaldı Bu dönemin bir başka özelliği de tüm özendirme ve çabalara karşın yabancı sermayenin umulan oranda gelmemesiydi

1960'tan sonraki planlı dönemde sanayileşmeye büyük önem verilerek dışarıdan alınan mallann ülke içinde üretilmesine öncelik tanındı Bu dönemin başında, Türk ekonomisinin yapısı, devlet ve özel girişimin yan yana bulunduğu bir karma ekonomi olarak tanımlanmaktaydı Kamu kesimi ürettiği işlenmiş ya da yan işlenmiş mallarla özel kesimin girdi gereksinimini karşılıyor ve bu kesimin gelişmesine olanak sağlıyordu Bu dönemin 1960-72 yılları arasındaki bölümünde özellikle sanayinin tüm dallarında önemli gelişmeler görüldü 1970'lerin sonuna doğru yaşanılan ekonomik bunalım sanayinin gelişmesini büyük oranda sekteye uğrattı 24 Ocak Kararları'yla uygulanmaya başlanan dışsatıma dönük sanayileşme politikası yeni bir dönemin başlangıcı oldu Dışsatıma tanınan olanaklar sanayicilerin gözlerini ülke dışındaki pazarlara çevirdi Bunun sonucu olarak 1980 sonrasında maliyet ve nitelik sorunlarının çözümüne öncelik verildi Yeni üretim tekniklerinin kullanımı ile ürün niteliğinin artırılıp maliyetinin düşürülmesi yoluyla dış pazarda rekabet olanakları arandı Uygulamanın ilk aşamasında sanayileşmenin özel girişimciliğe bırakılması yoluna gidildi Daha sonraysa var olan devlet işletmelerinin özel yerli ve yabancı sermayeye satılmasına yönelindi
Bu gelişmelerin sonucu olarak sanayinin ülke ekonomisi içindeki önemi ve ağırlığı arttı 1950'de ülke içinde yaratılan gelirde sanayicinin payı yüzde 13 iken 1989'a gelindiğinde yüzde 32'ye çıkmıştı

Sanayi sektörü kendi içinde yapım (imalat) sanayisi, madencilik ve enerji olarak üç ana kesime ayrılır, ama sanayi dendiğinde ilk akla gelen yapım sanayisidir
Yapım Sanayisi Sanayi kesiminde üretilen ürünlerin tümü insanlarca tüketilen ürünler değildir Bunların ancak bir bölümü tüketicinin yararlanmasına elverişlidir Kalan bölümü ise insanın biyolojik ve öbür gereksinimlerini karşılayacak nitelikte malların üretilmesi için gerekli ürünlerdir Bu nedenle imalat sanayisinde üretilen malları, tüketim mallan, ara mallan ve yatırım mallan olarak üçe ayırırız Tüketim mallan insanların gereksinimine doğrudan cevap verebilecek nitelikteki mallardır Bunlar tüketilme sürelerine bakılarak dayanıklı ve dayanıksız olarak ikiye ayrılır Genellikle bir kerede tüketilen ürünlere dayanıksız tüketim mallan, uzun süre yararlanmaya elverişli olanlara da dayanıklı tüketim mallan denir Yatırım mallan bireylerin gereksinimlerini karşılamak amacıyla talep ettikleri mallan üretmek için kullanılan çeşitli araç ve gereçlerdir Bir başka deyişle, tüketim mallannı ve öteki mallan üreten araç ve gereçlere yatırım mallan adını veriyoruz Ara mallan ise gerek tüketim, gerek yatırım mallan üretimi için gerekli olan maddelerdir Örneğin bir elbiselik kumaş tüketim malı, bunu üreten makine yatırım malı, pamuk ipliği ise ara malıdır

Sanayileşme cumhuriyetin kuruluşundan beri hep önde gelen hedef olmuş, dışsatım ve ulusal gelir içindeki payı sürekli bir artış göstermiştir Çağdaşlaşmanın ve ekonomik gelişmenin ölçütü olarak alman sanayileşmenin 1980'e kadarki genel gelişme çizgisi, dışa-ndan alınan tüketim mallarının ülke içinde üretilmesinde yoğunlaştı 1930'larda ara malı üreten fabrikalar kuruldu 1960'tan sonra başlayan planlı ekonomide ise dayanıklı tüketim malına yönelindi 1962'de Türkiye yapım sanayisinin toplam üretiminin yüzde 61,6'sı tüketim malları, yüzde 27,5'i ara mallan ve yüzde 10,9'u yatırım mallarıydı 1963-72 döneminde gerek nicelik, gerek nitelik açısından imalat sanayisinin tüm dallarında büyük gelişme gerçekleşmiştir 1972'de yapım sanayisi içinde ilk dört sırayı gıda, dokuma, metal eşya ve makine yapım dallan almaktaydı Aynı yıl tüm işyerlerinin yüzde 25'i gıda, yüzde 21,3'ü dokuma, yüzde 19,7'si metal eşya ve makine yapım dallanndaydı 1989'da ise yapım sanayisinde tüketim mallan toplam üretimin yüzde 38'ini, ara mallan yüzde 43'ünü, yatırım mallan da yüzde 19'unu oluşturuyordu
Türkiye'de yapım sanayisi oldukça hızlı gelişmektedir Ama yatırım mallan dalında yeterli gelişme sağlandığı söylenemez Bu nedenle Türkiye sanayisi makine, donanım, teknoloji ve birçok temel girdi açısından dışa bağımlıdır

Madencilik Yeraltı zenginlikleri açısından varlıklı sayılabilecek durumda olan Türkiye' de maden rezervleri henüz tam olarak saptanabilmiş değildir Cumhuriyet öncesi dönemde maden üretimi hemen tümüyle yabancı şirketlerin elindeydi Cumhuriyetin ilk yıllarında da madenler yabancı şirketlerin elinde kaldı Devletçiliğin benimsendiği 1930'larda taşkömürü ve bakır madenleri kamulaştınla-rak yeni kurulan Etibank'a devredildi 1935'te işletmeye elverişli cevher yataklarının bulunması ve rezervlerinin saptanması amacıyla Maden Tetkik ve Arama Enstitüsü (MTA) ve bu kuruluşun bulacağı madencilik alanlarında üretim yapmak üzere Etibank kurulmuştu Ama tümüyle dışarıya satılan ve dünya pazarlarını elinde tutan tekellerce üretilen boraks, krom ve manganezde kamulaştırma yoluna gidilmedi Yalnızca küçük yerli krom işletmeleri kamulaştırıldı 1933'te Divriği'de bulunan demir cevheri yatakları, kuruluşundan sonra Etibank'ça işletilmeye başlandı 1945'te Raman Dağı'nda bulunan petrol 1960'larda düzenli işletilmeye başlandı

Bugün Türkiye'de kamu ve özel kesim kuruluşları madencilik sektöründe etkinlikte bulunmaktadır Kamu kuruluşları taşkömürü, linyit, bakır, kükürt, cıva, demir cevheri, kurşun, tuz ve krom üretiminde özel kesime oranla çok daha büyük paya sahiptir Özel kesim ise asbest, antimon, barit, bor tuzları, çinko, lületaşı, manganez, zımpara taşı, mag-nezit, mermer, sodyum sülfat, dolomit üretiminde egemendir
Enerji Türkiye enerji üretim ve tüketimine batı ülkelerine göre çok geç başlamıştır İlk elektrik üretimi 1902'de bir yabancı işletmenin Tarsus'ta kurduğu hidroelektrik santralda gerçekleştirildi İstanbul 1914'te, Adapazarı 1923'te elektriğe kavuştu Bu tarihte Türkiye'de yalnızca bu üç kentte elektrik vardı Cumhuriyet döneminde her kent ve kasabanın elektriklendirilmesi için yoğun bir çaba içine girildi 1923-33 arasında 105 kent ve kasaba elektriğe kavuştu

Türkiye enerji kaynağı yönünden oldukça zengindir Kömür, linyit, asfaltit, bitümlü şist, petrol, doğal gaz ve su kaynaklan gerekli enerjinin tümünü üretmeye yetecek potansiyele sahiptir Buna karşılık enerji üretimi ile tüketimi arasındaki fark sürmekte, tüketimin ancak yüzde 56'sı yurtiçi kaynaklardan karşılanmaktadır Enerji üretiminde yüzde 40 payla linyit ilk sırayı almakta, onu yüzde 23'le hidrolik enerji, yüzde 9'la da petrol ürünleri izlemektedir 1990'da toplam 57,5 milyar kilowatt-saat olan elektrik üretiminin yüzde 60'ı termik, yüzde 40'ı da hidroelektrik santrallardan sağlandı Kurulu güç kapasitesi ise 16300 megawatt dolayındaydı

__________________
Arkadaşlar, efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz En doğru, en hakiki tarikat, medeniyet tarikatıdır
Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : Türkiye-Tarihi-Ekonomisi-Doğal Yapısı

Eski 02-03-2010   #2
Şengül Şirin
Varsayılan

Cevap : Türkiye-Tarihi-Ekonomisi-Doğal Yapısı







Dış Ekonomik İlişkiler


1930'lar dışında, Türkiye sürekli olarak dışsatımın dışalımın gerisinde kalmasından kaynaklanan bir döviz darlığı sorunuyla karşı karşıya kalmıştır Dış ticaretteki bu açığın kapatılması için çoğunlukla dış borçlanma yoluna gidilmiş ve 1990 sonunda Türkiye'nin dış borçlan 44 milyar ABD Doları'na yükseldi Özellikle 1950'lerde ve 1970'lerde dış kaynaklann yetersizliği ekonomik gelişmeyi sınırlayan en önemli etken olarak ortaya çıkmakla birlikte, 1980'lerde bu durum değişmeye başladı Özellikle 1983 sonrasında izlenen dışsatımı özendirme politikasının sonucu olarak dışsatım 1990'da 13 milyar ABD Dola-n'na ulaştı Aynı dönemde sanayi ürünlerinin dışsatım içindeki payı da yüzde 20'lerden yüzde 80'lere tırmandı 1980'lerde izlenen göreli serbest ticaret politikasının sonucu olarak dışalım da çok hızlı büyüyerek 1990'da 22,3 milyar ABD Doları'na ulaştı Özellikle son yıllarda dışalım içinde tüketim mallarınınpayı hızla artıyordu Boyutları giderek büyüyen dış ticaret açığının (dışalım ile dışsatım arasındaki fark) bir bölümü turizm gelirleri ve yurtdışındaki işçilerin gönderdikleri dövizlerle, geriye kalan bölümü ise dış borçlanmayla kapatılmaktadır

Türkiye'nin dışsatım ve dışalımında Avrupa Toplulukları (AT) üyesi ülkeler en büyük paya sahiptir (sırasıyla yüzde 46,5 ve yüzde 38,4) AT ülkelerini, Türkiye'nin dışalımı içindeki payı yüzde 18,6, dışsatımı içindeki payı ise yüzde 24,7 olan İslam ülkeleri izlemektedir
Türkiye'nin dış ekonomik ilişkileri açısından önem taşıyan bir gelişme AT ile kurulan ilişkilerdir 12 Eylül 1963'te imzalanan Ankara Antlaşması'yla Türkiye Avrupa Ekonomik Topluluğu'na (AET) ortak üye olmuştu AET üyeliğine geçiş döneminin koşullarını belirleyen Katma Protokol ise 23 Kasım 1970'te imzalanarak 1 Ocak 1973'te yürürlüğe girdi Katma Protokol 22 yıllık bir süre içinde sanayi ürünlerinde gümrük birliğinin sağlanmasının, 1976-86 arasında ise AET ile Türkiye arasında işgücünün serbest dolaşımının sağlanmasını öngörüyordu Ama, 1970'lerin sonlarına doğru Türkiye'nin yükümlülüklerini yerine getirememesi nedeniyle AET ile ilişkiler donduruldu 12 Eylül 1980 askeri müdahalesinden sonra da bu durum sürdü Özellikle 1983 sonrasında ekonomik gelişmenin hızlanması sonucunda Türkiye 14 Nisan 1987'de tam üyelik için AT'ye başvurdu Bu başvuru reddedilmemekle birlikte, AT başvurunun 1993'ten önce ele alınamayacağını Türkiye'ye bildirdi
Turizm
Türkiye'de turizmin Önemi 1950'lerde kavranmaya başlandı Bu dönemde turistik yatırımda bulunacak kişileri desteklemek amacıyla yasalar çıkartılarak özendirici önlemler alındı Bu alandaki girişimcilere gümrük, yatırım ve vergi kolaylıkları getirildi Kredi olanakları sağlandı Planlı dönemde turizmi merkezi bir düzenlemeyle geliştirme yoluna gidildi Turizm ve Tanıtma Bakanlığı kurularak bu bakanlığa bağlı iç ve dış bürolar açıldı

Doğal güzellikler, tarihsel ve arkeolojik değerler açısından çok zengin bir ülke olan Türkiye dünyanın önemli turizm merkezlerinden biri olmaya adaydır Türkiye'ye gelen turist sayısında sürekli bir artış gözlenmektedir 1960'ta ülkeye gelen turist sayısı 124228 iken bu sayı 1965'te 361758'e, 1970'te 724784'e, 1975'te 1540904'e çıkmış, 1989'da 4,5 milyona yaklaşmıştır

Turizm sektörü yaz turizmi, kış turizmi, dağ turizmi, kaplıca turizmi, av turizmi, kongre
turizmi, gençlik turizmi gibi çeşitli etkinliklerden oluşur Türkiye'nin 8000 kilometreyi aşan kıyılarının önemli bir bölümünde günlük güneşlenme süresinin uzun olması, yaz mevsiminin uzun ve yağışsız geçmesi ve her tür deniz sporuna elverişli olması nedeniyle yaz turizmi etkinlikleri ağır basar Ama konaklama tesisleri nicelik ve nitelik açısından yetersizdir 1970'lerde tesis ve yatak sayısı önemli ölçüde artmışsa da henüz yeterli düzeye erişmemiştir

Ulaşım


Osmanlı İmparatorluğu'nda ulaşımı geliştirme girişimleri 1850'den sonra hız kazanmıştı Tanzimat Fermanı'yla batıya açılma sürecine giren Osmanlı İmparatorluğu'ndaki hammaddelerin dış pazarlara akıtılabilmesinde geleneksel kervan yolları yetersiz kalmaktaydı Kırım Savaşı'yla hızlanan batıya açılma süreci 1860'larda karayolu, demiryolu ve denizyolu taşımacılığında yeni örgütlenmeleri zorluyordu 1856'da kurulan Nafıa Nezareti (Bayındırlık Bakanlığı) ile birlikte araba yolu ve şose yapımı hız kazandı Ama o dönemin ulaşımında birincil yeri demiryolu almaktaydı Osmanlı İmparatorluğu'nda demiryollarının tümünü yabancı sermayedarlar yapmış, bunların işletilmesi de ayrıcalıklı yabancı girişimcilere verilmiştir Böylece limanlar ve ülkenin iç kesimlerini bu limanlara bağlayan demiryolu hatları yapılmıştır Bu yolla tarım alanları İstanbul, İzmir, Trabzon ve Mersin limanlarına bağlanarak tarımsal ürünler ve madenler limanlara oradan da denizyoluyla Batı Avrupa ülkelerine satılmıştır Batının gelişmiş ülkelerinin ürünleri de aynı yolla Türkiye pazarlarına girmiştir

Demiryolu Ulaşımı Osmanlı İmparatorluğu döneminde ilk demiryolu hattı 1856'da İn-gilizler'e verilen imtiyazla yapılan ve 1867'de işletmeye açılan Aydın-İzmir hattıdır Bunu yabancı sermayenin kurduğu ve işlettiği Şark, Anadolu ve Bağdat demiryolları izledi Türkiye Cumhuriyeti'ne Osmanlılar'dan kalan demiryolu hatlarının uzunluğu 4000 kilometreyi aşmaktaydı Cumhuriyetin ilk yıllarında ulaşım politikası demiryollarına dayandırılmıştır Ama Osmanlı döneminden farklı olarak demiryolu hatlarının yapımında ulusal bir yaklaşım izlenerek ülkenin iç pazar bütünlüğünün sağlanmasına çalışıldı Cumhuriyetin ilanını izleyen yıllarda bir yandan yeni demiryolu hatlan döşenirken, öte yandan yabancı şirketler kamulaştırıldı Demiryolu yapım ve işletme ayrıcalığı 1927'de kurulan Devlet Demiryolları ve Limanlan Umumi Müdürlüğü'ne verildi

Cumhuriyetin ilk 15 yılı içinde yapılan demiryollarının uzunluğu 3000 kilometreyi aşmaktaydı Demiryolu yapımında Anadolu' nun orta ve doğu bölgelerini Batı Anadolu'ya bağlayacak bir politika izleniyordu Türkiye haritasına Zonguldak'tan İçel'e uzanan bir çizgi çekecek olursak, çizginin batısında kalan demiryollarının Osmanlı İmparatorluğu döneminde, doğusundaki demiryollannın ise Cumhuriyet döneminde yapıldığını görürüz
Batı bölgelerindeki demiryolu hatlarının tümü cumhuriyetten sonra satın alındı Ayrıca Bandırma-İzmir, İstanbul-Alayunt (Kütahya), Afyon-Karakuyu, Baladız-Burdur, Boğazönü-Eğridir-Isparta hatları kuruldu Anadolu'nun orta ve doğu bölgelerini ise kuzey-güney ve doğu-batı yönlerinde ana demiryollarıyla birleştirme hedeflendi Zonguldak-Irmak-Kayseri -Ulukışla-Mersin hattı ile Zonguldak Mersin'le birleştirildi Bu arada Samsun da Kayseri'ye bağlanarak iki Karadeniz limanının güneye ulaşması sağlandı Osmanlı döneminde Ankara'ya gelmiş olan demiryolu Kayseri -Sivas- Erzurum-Çetinkaya-Malatya-Diyarbakır-Kurtalan'a uzatıldı Ayrıca Ada-
na-Malatya-Diyarbakır hattı yapılarak bunun iki yoldan, Kurtalan ve Muş üzerinden Van'a bağlanması sağlandı 1988'de Türkiye'de 7951 kilometresi elektriksiz, 479 kilometresi elektrikli olmak üzere toplam 8430 km demiryolu bulunuyordu

II Dünya Savaşı sonrasında demiryolu yapımında bir yavaşlama başladı 1956'dan sonra İstanbul, Ankara gibi büyük yerleşim birimlerinde kent içi ulaşıma yardımcı olmak amacıyla Sirkeci-Halkalı, Haydarpaşa-Pendik-Gebze, Ankara-Sincan, Ankara-Kayaş banliyö hatları geliştirilerek elektrikli hat durumuna getirildi
Karayolu Çok eskiçağlardan bu yana Asya ve Avrupa kıtalannı bağlayan Anadolu birçok karayolunun geçtiği bir köprü olma özelliğini korumuştur Türkiye Cumhuriyeti Osmanlılar'dan, birbirini izleyen savaşlar nedeniyle bakımsız kalmış 18000 kilometreyi aşkın bir yol ağı devralmıştı Cumhuriyetin ilk yıllarında uygulanan ulaşım politikasının demiryolu yapımına yönelmesi karayollarına, bakım ve onarım dışında hiçbir ilginin gösterilmemesine neden oldu En uzak üretim bölgelerine kadar uzanan bir karayolu ağı ile bü-tünleştirilmeden demiryollarından istenen verimin alınamayacağı gerçeği bu dönemde göz ardı edilmişti Ülkenin içinde bulunduğu ekonomik durum da demiryollarının yanı sıra karayolu yapımına gidilmesine uygun değildi Bu nedenle II Dünya Savaşı sonrasına kadar süren dönemde yol yapımı büyük ölçüde halkın parayla ya da çalışarak ödeyeceği yol yükümlülüğüne bağlı kaldı Yol yapımı merkezi hükümetin değil, il özel idarelerinin görevi olarak ele alındı Ayrıca, bu dönemde motorlu taşıtların sayısı az olduğundan karayollarının yetersizliği önemli bir sorun olarak görülmüyordu
Savaş yıllarında özellikle askeri açıdan karayollarının önemi açıklık kazanınca karayolu ulaşımına ağırlık verilmeye başlandı İlk adımda önemli demiryolu bağlantıları kurulmaya başlandı Trakya ile İstanbul çevresindeki yolların ve Güney Anadolu Bölgesindeki bazı önemli yol ağlarının yapımı zorunlu oldu Savaş sonrasında Türkiye'ye askeri ve ekonomik yardımda bulunan ABD Türkiye' nin karayolu ulaşımındaki gelişme çizgisini de belirledi ABD tarafından hazırlanan bir rapor çerçevesinde dokuz yıllık bir program hazırlanarak 23000 kilometrelik bir karayolu ağının yapımına geçildi Bu programın uygulanması 1950'de kurulan Karayolları Genel Müdürlüğü'ne bırakıldı
Karayolları Anadolu'nun doğal yapısına uygun olarak doğu-batı doğrultusunda bir gelişme göstermiştir Edirne ilinden girip Hatay ilinde Suriye sınırına ulaşan E-5 Karayolu' nun uzunluğu 1404 kilometredir E-23, E-24, E-25 ve E-26 karayolları E-5 ile bağlantılı öbür Önemli karayollarıdır 1988'de Türkiye' deki devlet yollan 31089 kilometreye, il yolları 27894 kilometreye, otoyollar ise 125 kilometreye ulaşmıştı Son yıllarda otoyol yapımının hızlanması nedeniyle 1990 sonunda trafiğe açık otoyolların uzunluğu 289 kilometreye çıkmıştı
Denizyolu Ulaşımı Türkiye Cumhuriyeti Osmanlılar'dan 35000 tonluk bir filo devralmıştı Cumhuriyetin ilk yıllarında deniz ulaşımında uygulanan korumacı politika yaklaşık 10 yıl içinde filonun tonajının 99500 tona çıkarılmasında etkili oldu Ama filo çok yaşlı gemilerden oluşmaktaydı ve yabancı ülke limanlarına girişte önemli sorunlarla karşılaşıyordu 1933'te Devlet Denizyolları kurularak deniz ticaret filosunun gençleştirilmesi yoluna gidildi Deniz ticaret filosu 1939'da 260170 tona, 1945'te ise 318907 tona ulaştı Savaş sonrası dönemde karayolu ulaşımının kazandığı ağırlık, Türkiye'nin üç yanının denizlerle çevrilmiş olmasına karşın, denizyolu ulaşımının önemini yitirmesine yol açtı Daha önce Karadeniz'de Hopa'ya, Akdeniz'de Mersin-İskenderun'a kadar uzanan yolcu taşımacılığı bugün Trabzon ve İzmir'e kadar turistik amaçlı seferler olarak gerçekleştirilmektedir

Havayolu Ulaşımı II Dünya Savaşı'ndan sonra karayolu ulaşımının ardından en büyük gelişme hava ulaşımında görüldü Türkiye'de büyük uçakların iniş kalkışma elverişli 20 havaalanı vardır Türk Hava Yollan Türkiye'nin başlıca merkezleri arasında düzenli uçak seferlerinin yanı sıra ülke dışındaki birçok merkeze de uçak seferleri düzenlemektedir
Çalışma Yaşamı ve İşgücü
Bir toplumda ücret, çalışma süreleri, iş güvenliği gibi öğeleri içeren çalışma koşullarıyla, örgütlenme, toplu pazarlık sistemi, yönetime katılma gibi süreçleri kapsayan çalışma ilişkileri bir bütün olarak çalışma yaşamını oluşturur

1936'da İş Kanunu yürürlüğe girinceye kadar geçen dönemde işçi ücretleri son derece düşük, çalışma koşulları elverişsizdi Yabancı işçilerle Türk işçiler arasında önemli ücret farklılığı vardı Aynı durum kadın ile erkek işçiler için de söz konusuydu Örneğin erkek dokumacıların günlüğü 150 kuruşken, kadın işçilerinki 75, çocuklarınkiyse 20 kuruştu Ayrıca işçi ücretleriyle memur maaşları arasında da büyük fark vardı Bu dönemde çalışma süreleri açısından da son derece olumsuz bir durum söz konusuydu İzmir İktisat Kongresi'nde sekiz saatlik işgününün kabul edilmesine ve bu doğrultuda yasal düzenlemeler yapılmasına karşın, bazı işkollarında işgününün 17 saate vardığı oluyordu Aynı elverişsiz koşullar iş güvenliği açısından da geçerliydi

Çalışma yaşamının düzenlenmesine yönelik en önemli adımlardan biri 1936'da çıkartılan İş Kanunu'dur Devletçiliğin uygulandığı bir dönemde yürürlüğe giren bu yasada, devletin buyurgan ve belirleyici rolü ağır basıyordu Yasa iş uyuşmazlıklarının çözümünde devletin denetimini öngörüyordu Bunun yanında işçilerin ücret ve çalışma saatleri yönünden durumlarını iyileştiren, işçi sağlığı ve iş güvenliği açısından önlemler alınmasını düzenleyen, kadın ve çocuk işçileri koruyan hükümler de içermekteydi Ama bu yasanın birçok hükmü II Dünya Savaşı koşullarında uygulanmadı Bu dönemde çıkartılan Milli Korunma Kanunu ile işçilerin durumu daha da kötüleşti Bu yasa ücretli çalışma yükümlülüğü; çalışma süresini üç saat kadar uzatma; çocuk ve kadınların gece çalıştırılabilmeleri gibi işçiler aleyhine birçok hüküm içermekteydi

1946'da çok partili yaşama geçişle birlikte işçilerin örgütlenmesini engelleyen yasa kaldırılarak sendikaların kurulmasına olanak sağlandı (bak SENDİKA) 1945'te Çalışma Bakanlığı, İşçi Sigortalan Kurumu, 1946'da İş ve İşçi Bulma Kurumu kuruldu Ne var ki, daha sonraki dönemlerde, özellikle 1950-63 arasında sendikal mücadeleye getirilen sınırlamalar işçilerin çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesini engelledi Bu dönemde kadın ve çocuk işçilerin sayısında bir azalma görülmekle birlikte, gene de sayılan azımsanmayacak bir düzeydeydi Toplam işçiler içinde 1950'de yüzde 17,4 kadın, yüzde 7,1 çocuk işçi bulunmakta ve bunların ücretleri erkeklerinkinden yüzde 60-70 oranında düşük tutulmaktaydı Tarım işçilerinin yaşam koşulları ise hemen hemen 1930'lardaki gibiydi Pamuk işçilerinin günlük çalışma süreleri 13-14 saati, tütün işçilerininse 20 saati bulabilmekteydi Türkiye 1946-60 döneminde, Uluslararası Çalışma Örgütü'nün (ILO) çalışma koşulları ve yaşamına ilişkin olarak kabul ettiği 115 çalışma sözleşmesinin ancak 10'unu onaylamıştı

1961 Anayasası'nın getirdiği göreli demokratik ortamda hazırlanan toplusözleşmeli, grevli sendikal mücadeleyi Öngören 274 ve 275 sayılı yasalar işçilerin çalışma koşullarının ve ücretlerinin iyileştirilmesine yol açtı 1963 sonrasında sendika ve sendikalı işçi sayılarında hızlı bir gelişme görüldü 1988'de sendikalı işçi sayısı 2,2 milyon dolayındaydı 12 Eylül 1980 askeri müdahalesine kadar geçen süre içinde sendikalar ekonomik bunalımın ve enflasyonun ücretlerini eritmesine izin vermeyen bir tutum içinde oldular Bu arada sosyal yardımlar, ikramiye, kıdem tazminatı gibi bazı ek haklar da elde ettiler 24 Ocak Kararları' nın ardından gelen 12 Eylül askeri yönetimi çalışma yaşamıyla ilgili yeni düzenlemeler gerçekleştirerek sendikal hak ve özgürlükleri kısıtlamak yoluna gitti, bu düzenlemelerin önemli bölümü günümüzde de sürmektedir
Sosyal Güvenlik Sosyal güvenlik mesleksel, bedensel, toplumsal ve ekonomik nedenlerden ötürü geliri ya da kazancı sürekli ya da geçici olarak kesilen çalışanların ve ailelerinin yaşama ve geçinme gereksinimlerini karşılayan bir sistemdir Amacı, toplumsal yapının eşitsizlik, yoksulluk, hastalık ve yaşlılığın doğurduğu gereksinimlerin baskısından kurtarılarak sistemli bir işleyişe kavuşturulmasıdır

19 yüzyıl içinde Osmanlı Devleti'nde çeşitli emekli ve yardım sandıkları kurulmuştu Cumhuriyet döneminde de sandıklar kurulmaya devam etmiştir 1930'da çıkartılan Umumi Hıfzıssıhha Kanunu'yla işçi sağlığını, özellikle çocukları ve hamile kadınları korumak amacıyla, çalışma yaşamını düzenleyici bazı hükümler getirildi Bu yasanın sosyal güvenlik açısından önemi belirli sayıda işçi çalıştıran işverenlere, hastalık, kaza ve analık durumlarında işçilere sağlık yardımı yapılması konusunda birtakım yükümlülükler getirmesidir Ama yasa işgörmezlik durumuna düşen işçilerin uğrayacakları gelir kaybının nasıl karşılanacağına ilişkin bir hüküm içermemekteydi Daha sonra 1936'da çıkartılan İş Kanunu, sosyal güvenlik konusunda Cumhuriyet döneminde atılan önemli adımlardan ilkidir Bu yasa ilk kez sosyal sigortaların kurulmasını öngörmüş, sosyal sigortaların uygulanmasına ve kapsamına ilişkin genel ilkeleri belirlemiştir Gene bu yasa kadın işçilerin doğumdan
önce ve sonra ücretli izne çıkmalarını öngörmüştür Ne var ki, yasanın uygulanmasına ilişkin tüzük çıkartılamadığı için öngördüğü sosyal güvenlik önlemleri yaşama geçememiştir

II Dünya Savaşı sonrasında ülkede esen demokratikleşme rüzgârları toplumsal konulara ilginin yoğunlaşmasına yol açmıştı 1945'te çıkartılan İş Kazaları ile Meslek Hastalıkları ve Analık Sigortalan Kanunu ile İşçi Sigortaları Kanunu sosyal güvenliğe ilişkin önemli adımlar oldu Bu ikinci yasayla sosyal sigortaların yönetimiyle sorumlu bir kurumun oluşturulması öngörülmüştür 1949'da çıkartılan İhtiyarlık Sigortası Kanunu'nu 1957'de Maluliyet, İhtiyarlık ve Ölüm Sigortalan Kanunu izledi

Genel eğilimi sosyal devlet anlayışı olan 1961 Anayasası, sosyal sigortalara ilişkin konularda yeni adımların atılmasına olanak sağlamıştır 1965'te yürürlüğe giren yeni Sosyal Sigortalar Kanunu ile daha önce her sigorta dalını ayrı ayrı düzenleyen yasalar tek bir metinde birleştirildi Ayrıca sosyal sigorta kapsamı genişletildi
1950'de, daha önce kurulmuş olan asker ve memurlara ilişkin emekli ve yardım sandıklan Emekli Sandığı çatısı altında birleştirildi Emekli Sandığı devlet daireleri ve devlet katkısı ile kurulmuş kurumlarda çalışan memurlarla hizmetlilerin yaşlılık, işgörmezlik ve ölüm sigortalarıyla ilgili işlevleri yerine getirir Emekli Sandığı kapsamındaki çalışanlar erkek ise 25, kadın ise 20 yıllık hizmetten sonra emeklilik hakkını kazanırlar Emekli Sandığı emekli aylığı dışında, işgörmezlik, ölüm, dul ve yetim aylıkları bağlar 1972'de çıkartılan yasayla Emekli Sandığı'ndan maaşa bağlanmış olanlarla bunların bakmak zorunda olduğu kişilere de sağlık hizmeti götürülmesi öngörülmüştür

1972'de yürürlüğe giren bir yasayla Bağ-Kur (Esnaf ve Sanatkârlar ve Diğer Bağımsız Çalışanlar Sosyal Sigortalar Kurumu) kurulmuştur Bağ-Kur üyelerine emeklilik, işgörmezlik ve ölüm sigortası olanakları sağlar
1988 sonunda sosyal güvenlik kurumlarının aktif üye sayısı 6587000 dolayındaydı Bunun 3140000'i Sosyal Sigortalar Kurumu (SSK), 1460000'i Emekli Sandığı,
1904997'si Bağ-Kur, 82000'i ise özel sandıklara bağlıydı Aynca tarımda 41300 SSK'lı, 624528 Bağ-Kur'lu bulunuyordu Sosyal güvenlik programlarından yararlananların toplamı ise 31824000 kişiydi

Yönetsel Yapı

Bir devlet, toplumsal düzeni ve işleyişi sağlamak için yasama, yürütme ve yargı görevlerini yerine getirir Kuvvetler ayrılığı ilkesini benimseyen 1982 Anayasası bu görevlerin hangi organ tarafından nasıl yerine getirileceğini tanımlamış ve her organa üstüne düşen görevi gerçekleştirebilmesi için yetki vermiştir Buna göre yasama yetkisi Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin (TBMM), yürütme yetkisi cumhurbaşkanı ile bakanlar kurulunun, yargı yetkisi de bağımsız mahkemelerin sorumluluğundadır Siyasal iktidarı oluşturan yasama ve yürütme organları devlet yönetimine doğrudan katılırlar 1982 Anayasası bu iki organ arasında denge sağlamaya çalışmış, birini öbüründen üstün kırmamıştır Yasama organının yürütmeyi denetleme ve düşürebilme yetkisi vardır Buna karşılık belirli koşullann gerçekleşmesi durumunda yürütme de yasama organı olan TBMM'yi feshedebilir Siyasal iktidar kavramının dışında ve ondan bağımsız olan yargı organıysa hukuksal denetim işlevini yerine getirir ve kişiler arasındaki hukuksal anlaşmazlıkları çözer
Yasama 1921, 1924, 1961 ve 1982 anayasalarında yasama görevi TBMM'ye verilmiştir İlk kurulduğu 23 Nisan 1920'den bu yana Türkiye Cumhuriyeti'nin sürekli bir organı olan TBMM aynı zamanda milletin egemenliğinin de simgesidir Kurtuluş Savaşı sırasında hazırlanan 1921 Anayasası ve zaferden sonra yeni devletin örgütlenmesi için hazırlanan 1924 Anayasası yasama yetkisinin yanı sıra yürütme yetkisini de TBMM'ye vermişti 1961 ve 1982 anayasaları ise TBMM'yi yalnızca yasama yetkisini kullanan bir organ olarak düzenledi

TBMM 20 yaşını doldurmuş seçmenlerce tek dereceli seçimle beş yıl için seçilen 450 milletvekilinden oluşur 30 yaşını dolduran ve seçilmeye engel durumu olmayan her Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı milletvekili seçilebilir
TBMM'nin anayasa tarafından belirlenmiş görevleri, yasa koymak, değiştirmek ve kaldırmak, bakanlar kurulu ile bakanları denetlemek, bakanlar kuruluna belli konularda yasa gücünde kararname çıkarma yetkisi vermek, bütçe ve kesin hesap tasarılarını görüşüp onaylamak, para basımına, savaş ilanına karar vermek, uluslararası antlaşmaları onaylamak, genel ve özel af çıkarmak, kesinleşen ölüm cezalarının gerçekleştirilmesine karar vermek, cumhurbaşkanını seçmek, bakanlar kurulunca ilan edilen olağanüstü hallerin uygun olup olmadığını, seferberlik, sıkıyönetim, savaş durumunun uzatılıp uzatılmayacağını kararlaştırmak ve TBMM seçimlerinin yenilenmesine karar vermektir

Anayasa TBBM seçimlerinin beş yılda bir yapılmasını öngörmüştür Ama milletvekili çoğunluğunun seçimlerin yenilenmesine karar vermesi ya da anayasada öngörülen şartların gerçekleşmesi durumunda seçimler süresinden önce yapılabilir (Ayrıca bak ANAYASA; TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ)

Yürütme Devletin yürütme görevi, toplumun gereksinimlerini karşılamak için etkinliklerde bulunarak belirli hizmetleri yerine getirmesidir Yürütme, devletin amacına uygun hizmetleri gerçekleştirmesi olarak da tanımlanabilir Bunların plan ve programını yasal düzenlemeler için gerekli yasa tasarılarını hazırlama, yasama organının çıkarttığı yasaları uygulama, mali kaynaklan sağlama, harcama yapma yetki ve görevi devletin yürütme organına aittir 1982 Anayasası yürütme yetki ve görevini cumhurbaşkanı ve bakanlar kuruluna vermiştir Cumhurbaşkanı TBMM tarafından, anayasada belirtilen koşullara uygun kişiler arasından seçilir Görev süresi yedi yıldır ve bir kimse ancak bir kez cumhurbaşkanı olabilir

1982 Anayasası kendisinden önceki anayasaların tersine devletin başı olan cumhurbaşkanını etkin bir yürütme gücüyle donatmıştır Ama, doğrudan kullandığı geniş kapsamlı yetkilerine karşın cumhurbaşkanı siyasal ve yargısal denetimin dışında tutulmuştur Bu nedenle anayasa, cumhurbaşkanının görevini eksiksiz yapabilmesi için tarafsız olmasını istemektedir Tarafsızlığını koruyabilmesi için partisi ile ilişkisini keserek TBMM üyeliğinden ayrılması zorunluluğunu getirmiştir
Cumhurbaşkanına yasama, yürütme ve yargı alanlarında geniş yetkiler veren 1982 Anayasası bu yetkilerin kullanılmasında ona yardımcı olacak bazı örgütlerin kurulmasını öngörmüştür

Bu örgütlerden Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği, cumhurbaşkanının bakanlar kurulu, öbür kuruluşlar ve yabancı elçiliklerle olan ilişkilerini ve yazışmalarını yürütme görevini yerine getirir Cumhurbaşkanına bağlı bir başka organ da yönetimin hukuka uygunluğunu, düzenli ve verimli işleyişini denetlemek ve sağlamakla görevli Devlet Denetleme Kurulu'dur Bu kurul silahlı kuvvetler ve yargı organları dışında tüm kurum, kuruluş ve örgütlerde cumhurbaşkanının isteği üzerine her türlü inceleme, araştırma ve denetlemeyi yürütür (Ayrıca bak CUMHURBAŞKANI)
1982 Anayasası'nca devletin yürütme yetkisinin verildiği öbür organ olan bakanlar kurulu TBMM'nin güvenine dayalı, ortak siyasal sorumluluk taşıyan bakanlar ile başbakandan oluşur Cumhurbaşkanının tersine bakanlar kurulu siyasal sorumluluk taşır Bakanlar kurulunda yer alan her bakan il, ilçe ve bucaklara kadar uzanan bir yönetim örgütünün başındadır Ayrıca bakanlar, bakanlıklarına ilişkin işlerden ötürü başbakana karşı sorumludurlar Bakanlığının işlerinden ötürü tek tek ve bakanlar kurulu kararlarından ötürü ortak sorumluluk taşıyan bakanlar TBMM tarafından denetlenir (Ayrıca bak BAKANLAR Kurulu)

Bakanlar kurulunun başkanı olan başbakan, bakanların görevlerini anayasaya, yasalara uygun olarak yerine getirmelerini gözetir; başbakan, bakanlar gibi başkent dışına uzanan bir hizmet örgütüne sahip değildir Hükümet başkanı olarak görev ve yetkilerini başbakanlık örgütüyle yürütür

Başbakanlık örgütü başbakana yardımcı olmak üzere oluşturulmuş Başbakanlık Dairesi ile tek bir bakanlığa bağlanmayacak kapsamdaki kuruluşları çatısı altında toplar Başbakanlığa bağlı bu kuruluşların başlıcaları şunlardır: Devlet Planlama Teşkilatı, Devlet İstatistik Enstitüsü, Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu, Türk Standartlar Enstitüsü Kurumu, Türkiye Radyo ve Televizyon Kurumu Genel Müdürlüğü, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Türkiye Atom Enerjisi Kurumu, Hazine ve Dış Ticaret Müsteşarlığı, Basın Yayın Genel Müdürlüğü, Diyanet İşleri Başkanlığı, Vakıflar Genel Müdürlüğü, Milli İstihbarat Teşkilatı, Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü, Başbakanlık Toplu Konut ve Kamu Ortaklığı İdaresi, Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulu (Ayrıca bak Başbakan)

Devlet Yardımcı Kuruluşları Devletin yürütme yetki ve görevini üstlenmiş olan cumhurbaşkanı ve bakanlar kuruluna, belirli konularda görüş bildirmek, öneri ve tavsiyelerde bulunmak yoluyla yardımcı olmak üzere devletin başkentteki örgütünde bazı kuruluşlar bulunur Bunlar Milli Güvenlik Kurulu, Devlet Planlama Teşkilatı, Devl et Denetleme Kurulu, Danıştay ve Sayıştay'dır Kurulmalarının amacı devlet yönetiminde tutarlı ve uyumlu bir çalışmanın ve yönetim bütünlüğünün sağlanmasıdır
Milli Birlik Komitesi'nce 1960'ta kurulan Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) 1961 Anayasasında bir anayasal kurum olarak öngörülmüştü 1982 Anayasası ise kalkınma planı yapacak bir örgütün kurulmasını devletin görevleri arasında saymış, ama DPT'den söz etmemiştir

DPT bakanlar kuruluna ekonomik, toplumsal ve kültürel konularda görüş, seçenek ve öneriler sunar Bu amaçla inceleme, araştırma ve hazırlık çalışmaları yapar Görevleri arasında kalkınma ilkelerini saptamak ve uzun dönemli plânlarla yıllık planların uygulanmasını izlemek de vardır DPT başbakanlığa bağlı bir müsteşarlık ve Yüksek Planlama Kurulu biçiminde örgütlenmiştir Yüksek Planlama Kurulu başbakanın başkanlığında, belirli bakanlar ile DPT müsteşarı ve daire başkanlarından oluşur
Danıştay anayasayla görevlendirilmiş bir yüksek idare mahkemesi, bir danışma ve inceleme yeridir Burada Damştay'ın yönetsel yanını ele alacağız Yargısal yanı YARGI maddesinde incelenecektir Damştay yönetsel görevlerin, danışma kararlan, inceleme kararları ve yönetsel kararlarla yerine getirir Danıştay'ın yönetsel işlerle uğraşan birimleri idari daireler ve İdari İşler Kurulu'dur Yönetsel görevleri Birinci ve İkinci daireler üstlenmiştir Danıştay danışma kararlarını hukuk ve yönetsel konularda karşılaşılan güçlüklerin aşılması için alır Danıştay Birinci Dairesi devlet başkanlığı ve başbakanlıktan gönderilen işleri inceler ve düşüncesini bildirir Danıştay'ın inceleme kararlarını ise Danıştay İdari İşler Kurulu'nun başbakanlık ve bakanlar kurulunca gönderilen yasa tasarısı ya da önerileriyle bakanlıklardan gönderilen tüzük tasarılarını inceleyerek bu konuda görüş bildirmesi oluşturur Danıştay'ın yönetsel kararları, yasalarla öngörülmüş etkin yönetim makamlarının bazı işlemlerinin oluşumunu sağlayan kararlardır Yönetim bunları olduğu gibi benimseyerek işleme koyar Danıştay'ın bu tür kararları, merkezi yönetimin yerel yönetim üzerindeki denetim görevinin güvenceli bir biçimde sürdürülmesini sağlar

Anayasayla görevlendirilmiş bir başka danışma ve inceleme yeri Sayıştay'dır Sayıştay genel ve katma bütçeli dairelerin bütün gelir ve giderleri ile mallarını TBMM adına denetler Sorumluların hesap işlemlerini kesin hükme bağlayarak, kanunlarla verilen inceleme, denetleme ve hükme bağlama işlerini yerine getirir Sayıştay'ın yönetsel görevlerini vize, tescil, uygunluk bildirimi, yönetmelik yapma, inceleme ve görüş bildirme olarak sıralayabiliriz Sayıştay'da her biri bir başkan ve altı üyeden oluşan dört daire Temyiz Kurulu, Daireler Kurulu, Genel Kurul ve Hazine'yi temsil eden bir savcı vardır
Milli Savunma Örgütü 1982 Anayasası Milli Savunma Örgütü'nü "Bakanlar Kurulu" başlığını taşıyan bölüm içinde düzenlemiştir Bu örgütün Başkomutanlık ve Genelkurmay Başkanlığı ile Milli Güvenlik Kurulu olmak üzere iki temel öğesi vardır Daha önceki anayasalar gibi 1982 Anayasası'nda da, Kurtuluş Savaşı'ndan bu yana benimsenen geleneğe bağlı kalınarak, Başkomutanlık TBMM'nin manevi varlığından ayrılmaz kabul etmiş ve cumhurbaşkanınca temsil edilmesini öngörmüştür Milli güvenliğin sağlanmasından ve silahlı kuvvetlerin savaşa hazırlanmasından TBMM'ye karşı bakanlar kurulu sorumlu kılınmıştır Genelkurmay başkanı silahlı kuvvetlerin komutanıdır ve savaş sırasında başkomutanlık görevini cumhurbaşkanı adına yürütür Genelkurmay başkanı bakanlar kurulunun teklifi üzerine cumhurbaşkanınca atanır Görev ve yetkilerinden ötürü başbakana sorumludur

Milli Savunma Örgütü'nün öbür öğesi olan Milli Güvenlik Kurulu bir anayasa kurumudur Milli Güvenlik Kurulu cumhurbaşkanının başkanlığında, başbakan, genelkurmay başkanı, milli savunma, içişleri, dışişleri bakanları, kara, deniz ve hava kuvvetleri komutanları ile jandarma genel komutanından oluşur Milli Güvenlik Kurulu devletin milli güvenlik siyasetinin belirlenmesi, saptanması ve uygulanması ile ilgili kararların alınması ve gerekli eşgüdümün sağlanması konusundaki görüşlerini bakanlar kuruluna bildirir Milli Güvenlik Kurulu'na cumhurbaşkanının katılmadığı zamanlarda başbakan başkanlık eder
Milli Savunma Örgütü içinde aynca anayasaca öngörülmeyip ilgili yasayla kurulmuş olan Yüksek Askeri Şûra da yer alır Genelkurmay Başkanlığı'na bağlı olan Yüksek Askeri Şûra silahlı kuvvetlere ilişkin her türlü önemli kararı inceler, bunlara ilişkin ilk kararlan alır, silahlı kuvvetlerin üst düzey yöneticilerinin atama, yer değiştirme ve yükselme gibi işlerini karara bağlar

Yönetim Devletin yönetim organ ve işlevi, yürütme organ ve işlevinin içerisinde, onun bir parçası olarak yer alır Yürütmenin, hükümetin oluşturduğu siyasal yüzü yanında bir de günlük ve teknik işlerle uğraşan yönetsel yüzü vardır Bunlardan birincisi değişken ve geçici, öbürü ise kalıcıdır Yönetim bu günlük ve teknik işleri düzenli ve kesintisiz olarak gerçekleştirmek zorundadır ve bu amaçla yönetim örgütü ülke düzeyine yayılmıştır 1982 Anayasası yönetimin kuruluş ve görevleriyle bir bütün olduğunu ve yasayla düzenlendiğini, kuruluş ve görevlerinin merkezden yönetim ve yerinden yönetim temellerine dayandığını hükme bağlamıştır

Merkezden yönetim, kamu hizmetlerinin tek bir merkezden yürütülmesini içeren bir örgütlenme yöntemidir Bu sistemde kamu hizmetleri bir merkezde toplanmıştır Bu hizmetlerle ilgili karar alma ve uygulama yetkisi ile kamu hizmetlerinin finansmanı, gelir ve giderlerinin düzenlenmesi merkezde ve merkez hiyerarşisi içindeki organ ve makamlardadır Bu görünümüyle devlet merkezi nitelikte büyük bir kamu yönetim örgütüdür Bu yönetsel örgüt biri başkent, öbürü taşra örgütü olmak üzere iki bölüm halinde ele alınır Başkent örgütü ile taşra örgütü arasında sıkı bir hiyerarşik bağ vardır ve devlet yönetiminin bu iki bölümü bir bütün oluşturur
Başkent örgütünde cumhurbaşkanı, bakanlar kurulu, bakanlar ve yardımcı kuruluşlar yer alır Bu örgütün en üst kademesi, aşağıdan yukarıya uzanan hiyerarşi zincirinin son halkası olan bakandır Bakanların her biri il yönetiminin başındaki valinin üstü durumundadır

Taşra örgütü, devletin kamu hizmetlerini ülkenin her köşesine götürebilmek amacıyla başkent dışında, yani taşrada oluşturduğu örgütlenmedir 1982 Anayasası Türkiye'yi, merkezi yönetim açısından, coğrafi konumuna, ekonomik koşullarına ve kamu hizmetlerinin gereklerine göre, illere, illeri de öteki kademeli bölümlere ayırmıştır
İl, merkezi yönetimin taşra örgütlerinin en büyüğüdür İlgili yasa uyarınca yeni illerin kurulması, kaldırılması, sınırlarının ve adlarının değiştirilmesi yasa ile gerçekleştirilir İl örgütünün başında vali bulunur Yarı yönetsel, yarı siyasal nitelikte bir devlet memuru olan vali özel yetkilerle donatılmıştır Vali devletin, hükümetin ve tek tek her bakanlığın ildeki temsilcisi ve bunların yönetsel ve siyasal yürütme organıdır Valiler içişleri bakanının önerisi, bakanlar kurulunun kararı ve cumhurbaşkanının onayıyla atanır Vali her bakanlığın aldığı yönetsel kararlan il sınırları içinde yaşama geçirir Yasaları, tüzükleri ve yönetmelikleri uygulamak amacıyla yönetsel kararlar alarak bunları yürütür İlde ayrıca bakanlıkların illerdeki hizmet şubesi olan daireler ve bunların her birinin başında il idare şube başkanı adı verilen memurlar vardır Dışişleri bakanlığı dışında kalan bütün bakanlıkların illerde böyle hizmet şubeleri bulunur Bu şube başkanları valinin yönetimi altındadırlar Bunlar vali tarafından kendi hizmet alanlarında alınacak kararları hazırlar, valinin onayından sonra da uygularlar

İlde ayrıca nüfus ve emniyet müdürleri dışında tüm idare şube başkanlarıyla valinin oluşturduğu, İl İdare Kurulu adı verilen bir yardımcı kurul vardır Bu kurul yasaların öngördüğü yönetsel kararları alır Özellikle ilçe kurulması ve kaldırılması konularında danışma görevi yapan kurul valice istenen konularda görüşlerini bildirir 1982 Anayasası kamu hizmetlerinin görülebilmesinde verim ve uyum sağlamak amacıyla bölge valiliği sistemini de öngörmüştür 1991 başında Türkiye' de 73 il bulunmaktaydı
Merkezi yönetimin ilden sonraki taşra birimi ilçedir İlçelerin kurulması, kaldırılması, bir ilden başka bir ile bağlanması ve adının değiştirilmesi yasayla gerçekleştirilir İlçenin başında kaymakam bulunur Kaymakam ilçede hükümeti temsil eder Vali gibi siyasal bir niteliği yoktur Yetkilerini valinin temsilcisi olarak kullanan kaymakam, valinin denetim ve gözetimi altında ilçe sınırlan içinde güvenlikle birlikte yasa, tüzük, yönetmelik ve hükümet kararlarının uygulanmasını sağlar İlçe yönetiminin kaymakamın dışındaki öbür öğeleri ilçe idare şube başkanları ile ilçe idare kuruludur İlçe idare şube başkanları ilgili bakanlık ya da genel müdürlükçe atanır ve kaymakama karşı sorumludurlar İlçe idare kurulu ise kaymakamın başkanlığında, yazı işleri müdürü, mal müdürü, hükümet doktoru, milli eğitim müdürü, ziraat memuru ve veterinerden oluşur Yönetsel ve danışma görevleri olan bu kurul bazı yargı kararlan da alır Türkiye'de 1991 başında 829 ilçe bulunuyordu

İlçeler merkezi yönetimin taşra örgütlenmesinde en küçük birimi oluşturan bucaklara ayrılır İlçe ile köy arasında yer alan bucaklar coğrafya, ekonomi, güvenlik ve yerel hizmetler yönünden aralarında ilişki bulunan kasaba ve köylerden oluşur Bucağın başında kaymakam gibi bir meslek memuru olan bucak müdürü bulunur Bucak örgütünü ise bucak meclisi ve bucak komisyonu oluşturur Bucak müdürü bucakta bulunan en yüksek hükümet memuru ve temsilcisidir ve doğrudan kaymakama bağlıdır Bucak örgütü içinde yer alan adli ve askeri kuruluşların dışındaki tüm daire ve kurumlarla belediye ve köy yönetimleri onun gözetim ve denetimi altındadır Emrindeki kolluk kuvvetleriyle bucağın güvenliğini ve düzenini korur Yasama ve yürütme kararlarının yerine getirilmesini sağlar Bucak meclisi ve bucak komisyonu ise köy ve belediyelerin yerel nitelikteki ortak gereksinimlerini karşılama görevini üstlenmiştir Bu kurullar bucak müdürünün başkanlığında, bucaktaki merkez memurlarıyla köy derneği ve belediye meclislerinin seçtiği üyelerden oluşur 1991 başında 683 bucak bulunmaktaydı
1982 Anayasası yönetimin ve onun üstlendiği kamu hizmetlerinin örgütlenmesinde merkezi yönetimin yanı sıra yerinden yönetimi de öngörmüştür Yerinden yönetim örgütleri yerel yönetim ve hizmet yerinden yönetim örgütleri olarak ikiye ayrılır
Yerel yönetimler, belirli bir bölge içinde bir arada yaşayan insanların ortak gereksinimlerini karşılamak ya da ilgili olduklarıyerlerin sosyal, ekonomik ve teknik gereklerine göre kamu hizmetlerinin yerine getirilmesini sağlamak üzere o yörede yaşayan halk tarafından seçilen yönetim birimleridir Demokratik geleneklerin yerleşip gelişmesine yardımcı olan yerel yönetim örgütleri il özel idaresi, belediye ve köyler olmak üzere üçe ayrılır Yerel yönetim kuruluşlarının devlet yönetimi dışında özerk bir tüzel kişiliği vardır ve genel karar organlarını halk seçer

İl özel idaresi il sınırlan içinde yaşayan halkın yerel nitelikteki kamu hizmeti taleplerini yerine getirmekle görevli kuruluştur Taşınır ve taşınmaz malları, gelir kaynakları ve kendi özel bütçesi vardır İl özel idaresinin vah il genel meclisi ve il daimi encümeni olmak üzere üç tane yasal organı vardır V ali il Özel idaresinin temsilcisi ve yürütme organıdır İl genel meclisine başkanlık eden vali merkez yo netimi tarafından atanır Meclis ve ertcümt-n ise karar ve denetim organlarıdır İl genel meclisi üyeleri her ilçe bir seçim bölgesi olmak üzere beş yılda bir milletvekili seçim sistemine göre yapılan yerel seçimlerle seçilir Meclisin 40 gün süren olağan toplantı dönemi aralık ayı içinde başlar Yetki ve görevleri il bütçesini kabul etmek, ile ilişkin kamu hizmetleri konusunda kararlar almak ve il özel idaresinin malvarlığını yönetmektir Meclisin aldığı kararlar valinin onayıyla kesinlik kazanır İl özel idaresinin sonuncu organı olan il daimi encümeni, il genel meclisinin yıllık toplantısında kendi arasından seçtiği dört kişiden oluşur İl daimi encümeninin başlıca görevleri yıllık bütçeye ilişkin düşüncelerini bildirmek, aylık giderleri onaylamak, meclisin toplanmadığı zamanlarda onun adına kararlar almaktır

Belediyeler, belirli bir bölge içinde bir arada yaşayan insanların ortak gereksinimlerini karşılamak amacıyla kurulmuş örgütlerdir Görevi beldenin sorunlarını çözmek ve bazı hizmetleri yerine getirmektir Ülkemizde yasa gereği, nüfusu ne kadar olursa olsun tüm il ve ilçeler ile nüfusu 2000'i aşan yerleşim merkezlerinde belediye kurulması zorunludur Belediye örgütünün üç tane yasal organı vardır Bunlar belediye başkanı, belediye meclisi ve belediye encümenidir (Ayrıca bak BELEDİYE)
Tüzel kişiliğe sahip en küçük yerel yönetim birimi olan köy, okul, cami, yaylak, otlak gibi ortak malları olan yerleşim birimidir Köyün, köy derneği, köy ihtiyar meclisi ve köy muhtarı olmak üzere üç tane organı vardır Türkiye'de 35390 dolayında köy bulunmaktadır (Ayrıca bak KÖY)

Hizmet yerinden yönetim örgütleri bir kamu hizmetine tüzel kişilik verilmesiyle ortaya çıkan kuruluşlardır Yerel yönetimler gibi, merkezi yönetime yönetsel bağlılık içinde olan bu kuruluşların kendilerine özgü gelir kaynakları, malvarlıkları ve bütçeleri vardır Hizmet yerinden yönetim kuruluşlarını, kamu kurumları ve kamu iktisadi teşebbüsleri olarak iki başlıkta toplayabiliriz

Kamu kurumlan bir kamu hizmetine tüzel kişilik verilmesiyle doğan kuruluşlardır Bunla ı oğunda merkezin atadığı organ ve görevliler vardır Bunlar yönetsel, bilimsel ve kııltürel, sosyal, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları ve kamu iktisadi kuruluşları olarak beşe ayrılır Yönetsel kamu kurumlan, Karayolları Genel Müdürlüğü, Devlet Hava Meydanları Genel Müdürlüğü, Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü, Vakıflar Genel Müdürlüğü gibi, devletin ve yerel yönetim kuruluşlarının yapmakla yükümlü oldukları kamu hizmetlerinin ayrı birer tüzel kişilik halinde örgütlenmesi sonucu ortaya çıkmışlardır Bilimsel ve kültürel kamu kuruluşlarını Yüksek Öğretim Kurumu, Türkiye Radyo Televizyon Kurumu, Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu, Türkiye Atom Enerjisi Kurumu oluşturur Bunlardan ilk üçü 1982 Anayasası'nda yer alır Öbürleri ilgili yasalarla kurulmuştur Toplumsal kamu kurumları devletin çalışma, sağlık, konut, dinlenme, işsizlik ve emeklilik gibi toplumsal gereksinimleri karşılamakla ilgili görevlerini gerçekleştirmek amacıyla oluşturulmuş özerk kamusal kuruluşlardır

Türkiye Cumhuriyeti Emekli Sandığı, Sosyal Sigortalar Kurumu, İş ve İşçi Bulma Kurumu, Ordu Yardımlaşma Kurumu, İşçi Yardımlaşma Kurumu ve Bağ-Kur Türkiye'deki toplumsal kamu kurumlandır Kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları belirli meslekten olanların ortak gereksinimlerini karşılamak, mesleksel etkinliklerini kolaylaştırmak, mesleğin genel çıkarlara uygun olarak gelişmesini sağlamak, meslek disiplin ve ahlakını korumak için oluşturulan kuruluşlardır Tüzel kişiliği olan bu kuruluşlar meslek, sanat ve zanaat mensuplarınca oluşturulur ve bazı kamu hizmetlerini yerine getirir; üyeleri üzerinde birtakım yetkilere sahiptir Ticaret ve sanayi odaları, barolar, Barolar Birliği, tabip odaları, mimar ve mühendis odaları bu tür kuruluşlardır Kamu iktisadi kuruluşları tekel niteliğindeki mallarla temel" mal ve hizmetleri üretmek ve pazarlamak üzere, ekonomik alanda ticari ilkelere göre etkinlik göstermek amacıyla, yasayla kurulmuş kurumlardır Bu kuruluşların sermayesinin tümü devlete aittir ve öncelikle kamu hizmetine yönelik etkinliklerde bulunurlar Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demir Yolları İşletmesi, Türkiye Cumhuriyeti Posta, Telgraf ve Telefon İşletmesi Genel Müdürlüğü, Türk Hava Yolları Anonim Ortaklığı bu tür kuruluşların bir bölümüdür

Yerinden yönetim kuruluşlarının ikinci grubunu oluşturan kamu iktisadi teşebbüsleri (KİT) tümü ya da bir bölümü devlete ait olan ve yetkili bir kamu kuruluşunun denetiminde çalışan ekonomik işletmelerdir Türkiye Selüloz ve Kâğıt Fabrikaları, Ziraat Bankası, Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı, Et ve Balık Kurumu, Türkiye Şeker Fabrikaları Anonim Şirketi, Türkiye Demir ve Çelik İşletmeleri, Makine ve Kimya Endüstrisi Kurumu bu tür kuruluşların başlıcalarıdır

Yargı

Devletin toplumsal düzeni ve işleyişi sağlamak için yerine getirmek zorunda olduğu temel görevlerden biri de yargıdır Bu, bireylerin birbirleri ile ve devletle olan ilişkilerinde ortaya çıkan uyuşmazlıkların çözümünü içerir Devlet bu görevini kurduğu bağımsız mahkemeler aracılığıyla yerine getirir Buna devletin yargı yetkisi denir 1982 Anayasası yargı yetkisinin Türk milleti adına bağımsız mahkemelere ait olduğunu hükme bağlamıştır Bu yetkinin bir başka organ ya da kişice kullanılması olanaksızdır Mahkemeler yetkilerini kullanabilmek için devletçe korunurlar Buna göre yargıçlar görevlerinde bağımsızdır Karar verirken anayasaya, yasalara ve hukuka uygun olarak davranırlar Yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelerin bağımsızlıklarını korumaları için anayasa yargıç güvencesini getirmiştir (bak YARGIÇ)

Mahkemelerin verdiği kararların anayasaya ve yasalara uygun olması gerekir Bu, mahkeme kararlarının denetlenmesi ile gerçekleştirilebilir Bu nedenle mahkemeler normal mahkemeler ve yüksek mahkemeler olarak ikiye ayrılır Normal mahkemeler uyuşmazlıkların çözümüne ilişkin karar verir Bu karar ilgili taraflarca yasaya aykırı görülürse yüksek mahkemeye itiraz edilir Yüksek mahkemeler normal mahkemelerce verilen kararları yasalara uygunluk yönünden inceler Böylece uyuşmazlıkların daha adil çözülebilmesi için bir denetim sağlanmış olur Anayasa altı tane yüksek mahkeme kurmuştur Bunlar Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay, Askeri Yargıtay, Askeri Yüksek İdare Mahkemesi ve Uyuşmazlık Mahkemesi'dir (Ayrıca bak Mahkeme)
Anayasa Mahkemesi yasaların, yasama organı içtüzüğünün ve yasa gücündeki kararnamelerin anayasaya uygunluğunu denetleyen yüksek ve özel bir mahkemedir, (bak Anayasa Mahkemesi) Yargıtay adliye mahkemelerinin verdiği karar ve hükümlerin son inceleme mahkemesidir Normal bir adli mahkemece alınan karara itiraz için bir başka mahkemenin kalmaması durumunda Yargıtay'a itiraz edilebilir İdari yargı alanındaki en yüksek mahkeme Danıştay'dır İdari yargı toplumu oluşturan bireyler ile devlet arasındaki ilişkilerde ortaya çıkan uyuşmazlıkların çözümü için başvurulan yargı yolunu ve mahkemeleri kapsar

Askeri Yargıtay askeri mahkemelerce verilen karar ve hükümlerin son inceleme yeridir Aynca asker kişilerin yasayla gösterilen belli davalarına ilk ve son merci olarak bakar Askeri Yüksek İdare Mahkemesi ise asker kişileri ilgilendiren ve askeri hizmete ilişkin yönetsel işlem ve eylemlerden doğan uyuşmazlıkların yargı denetimini gerçekleştiren ilk ve son derece mahkemesidir Son olarak, Uyuşmazlık Mahkemesi adli, yönetsel ve askeri yargı mercileri arasındaki görev ve hüküm uyuşmazlıklarını çözümler (Ayrıca bakYARGI)

Eğitim ve Sağlık Hizmetleri

Türkiye'de eğitim ve sağlık hizmetleri devletin denetim ve gözetiminde yürütülür Bu hizmetlerin geliştirilmesi ve tüm topluma yaygınlaştırılması devletin başlıca görevleri arasındadır
Cumhuriyetin kuruluşundan sonra, 1924'te çıkarılan Tehvid-i Tedrisat Kanunu'yla (Öğretimin Birleştirilmesi Yasası) tüm okullar Milli Eğitim Bakanlığı'na bağlanmış ve eğitim sistemi merkezi olarak örgütlenmiştir İlki 1933'te toplanan Milli Eğitim şûraları eğitimin çağdaşlaştırılmasına ve milli eğitim politikalarının saptanmasına önemli katkılarda bulunmuştur
Bugün Türkiye'de ilköğretim zorunlu ve parasızdır 6-14 yaşlan arasında uygulanması öngörülen ve ilkokul ile ortaokulu birleştiren temel eğitim yaygınlaştırılmaya çalışılmaktadır 1989'da ilkokulda okuyan öğrenci sayısı 7050108'e, öğretmen sayısı ise 219351'e ulaşmıştır Aynı yıl verilerine göre, ortaöğretimde toplam 3471564 öğrenci ile 143782 öğretmen bulunmaktaydı Lise düzeyindeki öğrencilerin yaklaşık yüzde 60'ı klasik liselerde eğitim görmektedir
Gene 1989 verilerine göre, üniversitelerde 481600 öğrenci okumakta ve 24382 öğretim görevlisi çalışmaktadır Alınacak öğrenci sayısının sürekli artırılmasına karşın, ortaöğretim düzeyinde mesleki ve teknik eğitim yeterince ağırlık kazanamadığı için, üniversite önündeki yığılma giderek büyümekte, üniversiteye girebilmek için her yıl daha fazla öğrenci başvurmaktadır Türkiye'de eğitim kurumlarının gelişimi ve eğitim sistemine ilişkin ayrıntılı bilgileri EĞİTİM maddesinde bulabilirsiniz

Türkiye'de eğitimin yanı sıra sağlık hizmetlerinin de geniş halk kesimlerine ulaştırılması devletin sorumluluğundadır Bu görev Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı'nca yürütülür (bak SAĞLIK VE SAĞLIK HİZMETLERİ)
Osmanlı İmparatorluğu'nun başlangıcında, sağlık hizmetleri Selçuklular'da olduğu gibi genellikle vakıflar eliyle yürütülürken, Fatih Sultan Mehmed döneminde ülkedeki tüm sağlık işlerinin sorumluluğu saraydaki hekim-başılara bırakıldı 1871'de sağlık hizmetlerinin devlet eliyle parasız olarak yürütülmesi için ilçelerde memleket tabiplikleri kuruldu

Cumhuriyetin kurulduğu 1923'te ülkede 23 bin kişiye bir doktor düşüyordu Bu tarihten sonra başlatılan çalışmalarla sağlık hizmetlerinde hızlı bir gelişme görüldü 1960'a gelindiğinde bir doktora düşen hasta sayısı 2680'e inmişti
1920'lerin sonunda başlatılan sıtma ve verem gibi bulaşıcı hastalıklarla mücadele başarılı sonuçlar verdi Bu hastalıkların kökü 1960'ların sonunda hemen tümüyle kazınmıştı Ama 1980'lerde, özellikle koruyucu sağlık hizmetlerinden yeterince yararlanamayan ve gerekli biçimde beslenemeyen yoksul kesimlerde bu tür hastalıklar yeniden baş göstermiştir
II Dünya Savaşı'ndan sonra devlet hastaneleri ve sağlık ocaklarının sayısında önemli artışlar oldu 1965'te Sosyal Sigortalar Kurumu'nun kurulması ve sigortalılara kendi hastanelerinde hizmet vermeye başlamasıyla sağlık hizmetleri daha da yaygınlaştı Özellikle ileri bakım gerektiren hastaları tedavi etmek amacıyla kurulan tıp fakültelerine bağlı hastaneler de sağlık hizmetlerinin gelişimine önemli katkıda bulundu 1970'lerin sonlarından başlayarak özel hastanelerin sayısında da artış görüldü Ama bu hizmetlerin yerine getirilmesinde, devlet belirleyiciliğini sürdürmektedir

1988 verilerine göre, Türkiye'de her 1275 kişiye bir doktor düşmektedir Toplam hastane sayısı 777'dir ve bu hastanelerin yüzde 85,2'si devlete, yüzde 14,8'i özel sektöre aittir 10 bin kişiye 21 yatak düşer Türkiye'nin hızla artan nüfusu için bu hastane, doktor ve yatak sayılan yeterli değildir Bu yetersizlik verilen hizmetin niteliğini de olumsuz yönde etkilemektedir

Tarih: Cumhuriyetin İlanı

Kurtuluş Savaşı'nı başarıya ulaştıran, saltanatı kaldıran, Lozan Barış Antlaşması'yla da varlığını bütün dünyaya kabul ettiren TBMM için sıra devletin niteliğini belirlemeye gelmişti Aslında 23 Nisan 1920'den beri var olan, ulusal egemenliğe dayalı devlet biçimi adı konmamış bir cumhuriyetti TBMM 29 Ekim 1923'te cumhuriyeti ilan ederek devletin niteliğini de açıklığa kavuşturdu (daha önceki gelişmeler için bak Kurtuluş Savaşi; Lozan BaRIŞ ANTLAŞMASI; SEVR ANTLAŞMASI)

Cumhuriyetin ilanından önce başbakan ve bakanlar TBMM tarafından seçiliyordu Cumhuriyetin ilanıyla aynı sırada yapılan anayasa değişiklikleriyle cumhurbaşkanının başbakanı ataması, başbakanın da bakanları seçerek cumhurbaşkanının onayına sunması kabul edildi İlk cumhurbaşkanı olan Mustafa Kemal, 30 Ekim günü Cumhuriyet döneminin ilk başbakanı olarak İsmet Paşa'yı (İnönü) görevlendirdi

Bu arada, saltanatın kaldırılmış olması ve ardından cumhuriyetin ilan edilmesi tutucu kesimleri halifelik çevresinde toplanmaya itmişti Bunun üzerine 3 Mart 1924'te TBMM'de üç önemli yasa kabul edildi Bunların ilkiyle Seriye ve Evkaf Vekâleti (Din İşleri ve Vakıflar Bakanlığı) ile Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Vekâleti (Genelkurmay Bakanlığı) kaldırılıyor ve yerlerine başbakanlığa bağlı Diyanet İşleri Reisliği (Diyanet İşleri Başkanlığı) ile cumhurbaşkanlığına bağlı Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Riyaseti (Genelkurmay Başkanlığı) kuruluyordu İkinci yasa olan Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile bütün okullar Maarif Vekâleti'ne (Eğitim Bakanlığı) bağlanıyordu Üçüncü yasa ise halifeliğin kaldırılması ve Osmanlı hanedanı üyelerinin sınırdışı edilmesine ilişkindi Bütün hanedan üyelerinin yurttan ayrılmasıyla halifelik tarihe karıştı
Halifeliğin kaldırılmasından sonra sıra, siyasal açıdan gelişmiş ve güçlenmiş olan yeni devlet için yeni bir anayasanın hazırlanmasına gelmişti Çalışmalar başlatıldı ve Nisan 1924'te TBMM'de kabul edilen yeni Teşkilat-ı Esasiye Kanunu (1924 Anayasası) bir ay sonra yürürlüğe girdi Aynı yılın sonlarına doğru ise Halk Fırkası'nın adı Cumhuriyet Halk Fırkası (CHF) olarak değiştirildi

Kasım 1924'te siyasal yaşamda önemli bir yenilik gerçekleşti CHF'den ayrılan 30 kadar milletvekili cumhuriyetin ilk muhalefet partisi olan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nı (TCF) kurdu Tüzüğünde "düşünceye ve dinsel inançlara saygılı" olduğunu belirten bu parti kısa sürede halifelik yanlısı çevrelerin ve cumhuriyet karşıtı İstanbul basınının desteğini topladı Bu sırada İsmet Paşa'nın başbakanlıktan istifa etmesi üzerine yeni hükümeti kurma görevi Fethi (Okyar) Bey'e verildi Bu hükümeti, Kâzım (Karabekir) Paşa başkanlığındaki TCF de destekledi Ama, Şubat 1925'te patlak veren Şeyh Said Ayaklanması'yla ilişkisi olduğu suçlamaları partinin durumunu sarstı

Ayaklanmayı bastırmak için hazırlanan askeri planı siyasal açıdan destekleyecek önlemlerin alınması için güçlü bir hükümete gerek duyuluyordu Fethi Bey 2 Mart günü istifa etti ve başbakanlığa yeniden İsmet Paşa getirildi Hükümetin güvenoyu aldığı 4 Mart günü Takrir-i Sükûn Kanunu (Dirlik Düzenlik Sağlama Yasası) da meclisten geçti Bu yasa hükümete, düzeni korumak amacıyla, gazete kapatmaktan partileri dağıtmaya kadar her türlü yetkiyi veriyordu Aynı gün, Ankara'da ve ayaklanma bölgesindeki Diyarbakır'da birer İstiklal Mahkemesi kurulması da karara bağlandı Takrir-i Sükûn Kanunu uyarınca kovuşturmaya uğrayan kuruluşlar arasında TCF de vardı Partinin bazı yöneticileri İstiklâl Mahkemeleri'nde yargılandılar Şeyh Said Ayaklanması aynı yılın nisanında bastırıldı; yargılanan elebaşıların pek çoğu ölüm cezasına çarptırıldı (bak Şeyh Saîd Ayaklanması) TCF de haziran ayında kapatıldı (Bu partinin bazı yöneticileri, 1926'da Mustafa Kemal'e karşı hazırlanan İzmir Suikastı'yla ilgili oldukları gerekçesiyle yargılandılar; bazıları idam edildi Suçsuz bulunanlar arasında Kâzım [Karabekir] Paşa da bulunuyordu)

Devrim karşıtı hareketlerin bastırılmasıyla çağdaşlaşma yolundaki önemli engeller aşılmış oluyordu Böylece, art arda atılan adımlarla bir dizi önemli dönüşüm gerçekleştirildi 1925'te çıkarılan bir yasayla tekke ve zaviyeler kapatıldı Aynı yıl uluslararası takvim ve saat kabul edildi; hafta tatili cumadan pazara alındı; Şapka Kanunu çıkarıldı

1926'da Türk Medeni Kanunu kabul edilerek kadın erkek eşitliğinin sağlanması yolunda büyük bir adım atıldı Bu yasanın getirdiği en önemli yenilik, aile birliği için "imam nikâhı" yerine "medeni nikâh" ilkesinin kabulü idi Aynı yıl ülkede batı hukuk sistemini yerleştiren Türk Ceza Kanunu, Borçlar Kanunu ve Türk Ticaret Kanunu gibi yasalar da çıkarıldı
1927'de toplanan CHF II Kurultayı'nda partinin yeni tüzüğü kabul edildi Bu tüzükle Mustafa Kemal partinin değişmez genel başkanı oluyordu Tüzüğe göre CHF'nin temel ilkeleri cumhuriyetçilik, ulusçuluk, halkçılık ve laiklikti Laiklik, yani din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması anayasa değişikliğini de gerektiyordu 10 Nisan 1928'de devletin dininin İslam dini olduğunu belirten cümle anayasadan çıkarıldı Mayısta uluslararası rakamlar kabul edildi Aynı yılın kasım ayında çıkarılan bir yasayla da Arap alfabesi yerine Latin harflerine dayanan yeni Türk alfabesi kullanılmaya başlandı Ardından "millet mektepleri" açılarak okuma yazma seferberliğine girişildi

Cumhuriyetin ilk yıllarında izlenen ekonomi politikası sanayileşmede özel sektöre öncelik tanıyordu Bu politika ekonomide beklenen gelişmeyi sağlayamadı 1929-30 Büyük Dünya Bunalımı da Türkiye ekonomisini olumsuz yönde etkileyince bu durumu aşmak için ekonomide devletçilik ağırlık kazanmaya başladı

Bir yandan da yeni bir muhalefet partisi kurulması için girişimlerde bulunuluyordu Mustafa Kemal, TBMM'de yer alacak bir muhalefet partisinin hükümetin çalışmalarını eleştirerek onu olumlu yönde etkileyeceği kanısındaydı Ayrıca bir muhalefet partisi değişik görüşlerin mecliste dile getirilmesine de olanak verecekti Mustafa Kemal, ekonomide liberalizm yanlısı görüşleriyle tanınan yakın arkadaşı Fethi (Okyar) Bey'i böyle bir partiyi kurmakla görevlendirdi Fethi Bey Ağustos 1930'da Serbest Cumhuriyet Fırkası'nı (SCF) kurdu SCF programında partinin cumhuriyet ilkelerinin yaygınlaşması için çalışacağı belirtiliyordu Programda yabancı sermaye yatırımlarının gerçekleştirilmesi, ekonomide özel sektörün rolünün artırılması, tek dereceli seçimler ve kadınlara seçme, seçilme hakkı gibi yeni haklar da öngörülüyordu

Beklenmedik bir hızla gelişen SCF'nin hükümete ve CHF'ye yönelttiği sert eleştiriler ülkedeki siyasal ortamı gerginleştirdi CHF' nin de muhalefete karşı baskıya girişmesi üzerine Fethi Bey ve arkadaşları Kasım 1930'da partiyi kapattılar Öte yandan cumhuriyet karşıtı çalışmalar durmuyordu Aralık 1930' da Menemen'de ayaklanan bir grup gerici Kubilay adlı bir yedeksubayı öldürdü Bölgede sıkıyönetim ilan edilerek ayaklanma sert bir biçimde bastırıldı ve suçlular askeri mahkemede yargılanarak cezalandırıldılar

Tek Parti Yönetiminin Yerleşmesi


Mayıs 1931'de toplanan CHF III Kurultayı'nda yeni bir parti programı benimsendi Program, 1927'deki kurultayda kabul edilen dört ilkeye devletçilik ve devrimcilik ilkelerini de ekliyordu ("Altı Ok" biçiminde CHF'nin simgesi olan bu altı ilke, 1937'de anayasaya geçirilerek cumhuriyetin temel ilkeleri sayıldı) Devletçilik ilkesiyle, bir süre önce gündeme gelen devletçi ekonomi politikası kesinleşiyordu Bu dönemde ekonomik alandaki en önemli devletçi atılımlar, ilki 1933'te hazırlanan "beş yıllık sanayi planları" oldu Sümer-bank ve Etibank gibi öncü kuruluşlar bu dönemde oluşturuldu (Ayrıca bak DEVLETÇİLİK)

Bir yandan da toplumsal alandaki atılımlar sürdürülüyordu Mart 1931'de uluslararası ölçüler kabul edildi Nisan 1931'de Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti (sonradan Türk Tarih Kurumu) kuruldu Ocak 1932'de camilerde ezanın Türkçe okunmasına başlandı Temmuz 1932'de Türk Dili Tetkik Cemiyeti (sonradan Türk Dil Kurumu) kuruldu 1913'ten beri Türkçülük doğrultusunda çalışmalar yapan Türk Ocağı kapatıldı ve yerine cumhuriyet ilkelerini halka benimsetmek amacıyla "halkevleri" kurulmaya başlandı
Mayıs 1933'te eğitim alanında önemli bir reform gerçekleştirildi; Darülfünun kaldırılarak yerine İstanbul Üniversitesi kuruldu Haziran 1934'te Soyadı Kanunu çıkarıldı; TBMM'de Mustafa Kemal'e "Atatürk" soyadı verildi Kasım 1934'te çıkarılan bir yasayla da bütün lakap ve unvanlar kaldırıldı Bir ay sonra çok önemli bir anayasa değişikliği gerçekleştirildi Bu değişiklik kadınlara seçme ve seçilme hakkı vererek onları bu alanda erkeklerle eşit duruma getiriyordu

Atatürk Döneminde Dış Politika

Cumhuriyetin ilanından Atatürk'ün ölümüne kadar izlenen dış politikada temel ilke, Atatürk'ün "Yurtta sulh, cihanda sulh" özdeyişinde ifadesini bulan barışçı yaklaşım olmuştur

Musul'un Türkiye'ye mi yoksa Irak'a mı bağlı sayılacağı konusu Lozan Barış Antlaşmasında çözüme bağlanamamıştı Milletler Cemiyeti İngiltere'nin baskısıyla 1925'te Musul'un Irak'a verilmesini kararlaştırdı Türkiye bölgede yeni karışıklıklar çıkmasını istemediğinden 1926'da Musul üzerindeki haklarından" vazgeçti ve karşılığında önemli bir şey elde edemedi Milletler Cemiyeti'nin İngiltere'ye uyarak Türkiye'yi yalnız bırakması, bir yandan da Batı Avrupa devletlerinin Rusya'ya karşı bir yalıtım siyaseti izlemeleri, Türkiye ile Rusya arasında Kurtuluş Savaşı'nda başlayan dostluk ilişkilerinin gelişmesine yol açtı Milletler Cemiyeti'nin Musul konusundaki kararından hemen sonra bir Türk-Sovyet Dostluk ve Saldırmazlık Paktı imzalandı
1930'da Ankara'da Yunanistan'la imzalanan antlaşma da iki ülke arasında 100 yıldır süren gerginlik ve çatışma dönemini sona erdiriyordu 1926 ve 1933'te de Fransa'yla Osmanlı borçlarının ödenmesine ilişkin antlaşmalar yapıldı
Bu dönemde Türkiye'nin uluslararası ilişkilerinde görülen önemli gelişmelerden biri de Milletler Cemiyeti'ne üye olmasıdır Türkiye, I Dünya Savaşı'ndan yenik çıkan ülkelerden biri olduğu gerekçesiyle uzun süre bu örgüte alınmamıştı 1932'de ise İspanya ile Yunanistan'ın önerisiyle üyeliğe çağrıldı ve başvurusu kabul edilerek Milletler Cemiyeti üyeleri arasında yerini aldı
1930'da Türkiye ve Yunanistan'ın öncülüğüyle Balkan ülkeleri arasında bir antant kurulması söz konusu olmuştu Yugoslavya ve Romanya'nın da katıldığı, Bulgaristan'ın ise I Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan durumu kendi lehine değiştirmek için katılmadığı Balkan Antantı 1934'te kuruldu Antant II Dünya Savaşı sürerken 1941'de dağıldı

1936'da İsviçre'de Türkiye, Avusturya, Bulgaristan, Fransa, İngiltere, Japonya, Romanya, SSCB, Yugoslavya ve Yunanistan'ın katıldığı Montrö (Montreux) Sözleşmesi imzalandı 1935'te Habeşistan'ı (bugünkü Etiyopya) işgal eden İtalya'nın imzalamaktan kaçındığı bu sözleşme, Lozan Boğazlar Sözleş-mesi'ni değiştirerek Türkiye'ye İstanbul ve Çanakkale boğazlarında asker bulundurmak hakkım veriyordu (bak BoGazlar Sorunu)

Almanya ve İtalya'nın 1930'larda izlemeye başladığı yayılmacı siyaset İngiltere'yi Türkiye ile yakınlaşmaya yöneltmişti Türkiye bu durumu değerlendirerek İngiltere'yle ilişkilerini geliştirdi Türkiye bir yandan da Almanya ile ekonomik ilişkilerini sürdürüyordu Bu arada Ortadoğu'daki ilişkilerini de sağlamlaştırmaya yöneldi Bu amaçla 1937'de Tahran'da İran, Irak ve Afganistan'la Sadâbad Paktı imzalandı
Atatürk'ün barışçı dış politikasının en büyük basanlarından biri de Hatay sorununun çözüm yoluna girmesidir Atatürk, bir süredir devam eden rahatsızlığına karşın Hatay sorununun çözümü için özel olarak uğraşmıştı Sonunda Eylül 1938'de Hatay Cumhuriyeti kuruldu ve çözüme giden yol açılmış oldu (Hatay sorununun aşamaları için bak Hatay)
Bu, Atatürk'ün son büyük başarısıydı Hatay sorunu nedeniyle çıktığı uzun Güney Anadolu gezisinden dönüşünde hastalığı ağırlaştı ve 10 Kasım 1938 günü yaşamını yitirdi Böylece Türkiye Cumhuriyeti tarihinde Atatürk dönemi kapanmış oluyordu (Ayrıca bak Atatürk)

İsmet İnönü Dönemi


11 Kasım 1938'de İsmet İnönü cumhurbaşkanı seçildi Ertesi ay toplanan Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) I Olağanüstü Kurulta-yı'nda yapılan tüzük değişikliğiyle Atatürk partinin "ebedi genel başkanı", İnönü de "değişmez genel başkan" ve "milli şef" ilan edildi
Haziran 1939'da Hatay Millet Meclisi oybirliğiyle Türkiye'ye katılma kararı aldı Ardından yeni Türkiye-Suriye sınırı çizildi; Temmuz 1939'da da Hatay il oldu
Almanya'nın 1 Eylül 1939'da Polonya'yı işgal etmesiyle II Dünya Savaşı başladı Türkiye büyük bir özenle koruduğu barışçı dış politikasının yardımıyla savaştan uzak kalmayı başardı Türkiye, II Dünya Savaşı'na katılmamakla birlikte savaşın yol açtığı sıkıntılardan uzak kalamadı Bu yüzden, Atatürk döneminde başlatılan planlı kalkınma çabaları bir süre ertelendi Öncelikle, büyük bir orduyu her an gerçekleşebilecek bir saldırıya karşı hazır bulundurmak gerekiyordu Erkeklerin büyük bölümünün askere alınması çalışan nüfusu azalttığı için özellikle tarımsal üretim büyük ölçüde düştü Bu düşüş askeri gereksinimlerin artmasıyla birleşince fiyatlar hızla yükseldi, büyük kentlerde temel tüketim maddelerinin satışı sınırlandırılarak vesikaya bağlandı ve tarım ürünlerine vergi kondu

Karaborsanın yaygınlaşması üzerine Ocak 1940'ta Milli Korunma Kanunu çıkarıldı Olağanüstü artan devlet giderlerini karşılamak amacıyla Varlık Vergisi adıyla yeni bir vergi uygulamaya kondu Varlık Vergisi uygulaması CHP yönetimine karşı gelişmeye başlayan muhalefeti yaygınlaştırdı
II Dünya Savaşı sırasında, bütün olumsuz koşullara karşın toplumsal atılımlar sürdürüldü Eğitim konusundaki en önemli atılım, 1940'ta köy kalkınmasına önderlik edecek insanları yetiştirmek amacıyla köy enstitülerinin kurulmasıydı {bak KÖY ENSTİTÜLERİ)
Eğitim alanındaki bir başka büyük adım da mesleki ve tekniköğretimin ilk kez sistemli bir biçimde düzenlenmesi oldu Ayrıca Devlet Konservatuvarı geliştirildi, Devlet Tiyatrosu kuruldu, bir senfoni orkestrası oluşturuldu Tercüme Bürosu kurularak batı ve doğu düşünce dünyasından pek çok klasik yapıt Türkçe'ye kazandırıldı

Bir yandan da topraksız köylülerin toprağa kavuşturulması doğrultusunda çalışmalar yürütüldü Atatürk'ün gerçekleşebilmesi için çok uğraştığı toprak reformu konusunda 1942'den başlayarak geniş araştırmalar yapıldı ve toprak reformu, büyük toprak sahibi milletvekillerinin muhalefetine karşın, 2 Mayıs 1945'te yasalaştı Ne var ki, 1950'de çok partili düzene geçişin yarattığı siyasal sorunlar yasanın tam anlamıyla uygulanmasını önledi

II Dünya Savaşı'nın bitimine doğru bütün dünyada demokrasi yönünde gelişmeler görülüyordu Türkiye'nin ve yıllardır ülkeyi yönetmekte olan CHP'nin bu gelişmelerden etkilenmesi kaçınılmazdı İnönü 19 Mayıs 1945'te yaptığı konuşmada yeni partiler kurulması gerektiğinden söz etti İlk olarak Temmuz 1945'te işadamı Nuri Demirağ başkanlığındaki Milli Kalkınma Partisi kuruldu Bu arada haziran ayında CHP içindeki muhalif milletvekillerinden Adnan Menderes, Celal Bayar, Refik Koraltan ve Fuad Köprülü partinin daha demokratik bir yapıya kavuşturulmasını istiyorlardı İsteklerinin reddedilmesi üzerine görüşlerini basına duyurdular ve partiden koparak Ocak 1946'da Demokrat Parti (DP) adıyla yeni bir parti kurdular

Genel başkanlığına Celal Bayar'ın getirildiği DP'nin programında özel girişimciliğin desteklenmesi, üniversitelerin özerkleştirilmesi ve işçilere grev hakkı gibi ilkeler yer alıyordu Parti kısa sürede geniş bir kitlenin desteğini kazandı ve gelişti CHP hükümeti yeni parti yurt düzeyinde örgütlenmesini tamamlayama-dan erken seçim kararı aldı Temmuz 1946'da yapılan seçimlere bazı illerde katılabilen ve 62 milletvekili çıkarmayı başarabilen DP, CHP yönetiminin seçimlerde hile yaptığını ve halka baskı uyguladığını ileri sürdü

Seçim sonrası kurulan yeni CHP hükümetinin pogramında özel girişime büyük bir yer veriliyor, devletin özel girişime yardımcı olması öngörülüyordu Ülkenin ekonomisini savaş sonrası koşullarına uydurmak gerekçesiyle Türk Lirası'nın değerinin yüzde 50 oranında düşürülmesi yeni hükümetin yaptığı ilk işlerden biriydi Bu karar dışarıdan gelen malların pahalanmasına ve savaş sırasında biriken altın ve döviz stoklarının azalmasına yol açtı Bu da CHP yönetimine karşı bir süre önce başlamış bulunan eleştirileri yaygınlaştırdı Hükümet DP dışındaki siyasal partilere karşı da sert bir politika izliyordu Büyük bölümü sol eğilimli olan bu partiler birbiri ardı sıra kapatıldı; antidemokratik uygulamaları eleştiren aydınlar, bilim adamları ve düşünürler baskı altına alındı
1947'de yapılan DP kongresinde hükümetin demokratikleşme yönünde önlemler alması isteniyordu Bu durum CHP içinde tartışmalara ve hükümetin değişmesine yol açtı Yeni hükümet demokratikleşme yönünde bazı adımlar attı
1948'de DP içindeki bir bölünme sonucu Millet Partisi (MP) kuruldu Bu sırada kurulan yeni CHP hükümeti "din düşmanı" olduğu yolundaki eleştirilere karşı, laikliğin önemli bir ilkesi olan eğitim birliğinden geri adım atarak imam-hatip okulları ve Ankara'da bir ilahiyat fakültesi açma kararı aldı (1949)
Genel seçimler 14 Mayıs 1950'de, bu gelişmelerin yumuşattığı bir siyasal ortamda yapıldı Yeni seçim yasası uyarınca gizli oy, açık sayım ilkesiyle yapılan seçimlerde kesin bir zafer kazanan DP 408 milletvekili çıkardı CHP ise ancak 69 milletvekilliği kazanabildi

1938-50 Döneminde Dış Politika


İsmet İnönü cumhurbaşkanı olduğu sırada, Türkiye kendisini dünyaya kabul ettirmiş, bütün ülkelerle banşçı ilişkiler içinde olan bir ülkeydi 1938-50 döneminin büyük bir bölümünün savaş koşullarında geçmesine karşın, Atatürk'ün temellerini attığı barışçı dış politika bu dönemde de titizlikle sürdürüldü II Dünya Savaşı'nın dışında kalmayı başaran Türkiye Şubat 1945'te Almanya'ya savaş ilan edişinin ardından Birleşmiş Milletler'in (BM) kurucu üyeleri arasına alındı (II Dünya Savaşı'nın aşamaları ve Türkiye'nin savaş sırasındaki dış politikası konusunda ayrıntılı bilgiyi İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI maddesinde bulabilirsiniz)

II Dünya Savaşı sonrasında SSCB Türkiye'ye karşı tavrını değiştirdi 1925'ten beri yürürlükte olan Türk-Sovyet Dostluk Saldırmazlık Paktı savaş sürerken SSCB tarafından tek yanlı olarak ortadan kaldırılmıştı SSCB Ağustos 1946'da Türkiye'ye bir nota vererek İstanbul ve Çanakkale boğazlarının hukuksal durumunun yeniden düzenlenmesini ve buraların iki devlet tarafından ortak olarak savunulmasını istedi Eylül 1946'da verilen ikinci SSCB notasından sonra İngiltere ve ABD Türkiye'yi desteklediklerini bildirdiler
Türkiye 1945 sonunda ABD'den ekonomik yardım istemişti 1947'de ABD Başkanı Harry S Truman'ın ortaya koyduğu "Truman Doktrini" çerçevesinde Türkiye ve Yunanistan'a ekonomik ve askeri yardım yapılması kabul edildi Türkiye'nin bu yardımla aldığı silahları ABD'nin onayı olmaksızın kullanamayacağını hükme bağlayan bir ikili antlaşma imzalandı ABD Kongresi'nin 1948'de kabul ettiği bir ekonomik işbirliği yasası ile de "Marshall Planı" uygulamaya kondu
II Dünya Savaşı sonunda Doğu Avrupa'da art arda sosyalist devletlerin kurulması bazı Batı Avrupa devletlerinin 1948'de bir güvenlik antlaşması imzalamalarına yol açtı Bu devletler 1949'da ABD'nin öncülüğünde NATO'yu (Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü) kurdular Aynı yıl Batı Avrupa ülkeleri arasında siyasal dayanışmayı güçlendirmek amacıyla Avrupa Konseyi oluşturuldu Henüz NATO üyeliğine alınmamış olan Türkiye birkaç ay sonra Yunanistan ve İzlanda ile birlikte Avrupa Konseyi üyeliğine kabul edildi

Demokrat Parti Dönemi

14 Mayıs 1950 seçimlerinde iktidara gelen DP'nin Genel Başkanı Celal Bayar TBMM tarafından Türkiye'nin üçüncü cumhurbaşkanı seçildi Bayar parti genel başkanlığına getirilen Adnan Menderes'i başbakanlığa atadı Menderes hükümetinin programında DP'nin görüşlerine uygun olarak özel girişimciliğe ve yabancı sermayeye dayalı yatırımlara ağırlık verilmesi öngörülüyordu Gerçekten, dış yardım ve kredilerin de katkısıyla yatırımlar hızlandı, tarımın makineleşmeye başlamasıyla tarımsal üretim arttı
Ama, bu dönemde Atatürk devrimleri konusunda olumsuz gelişmeler görüldü Hükümetin ilk işlerinden biri, kuruluşundan bir ay sonra ezanın Arapça okunmasının serbest bırakılmasıydı Ardından radyoda dinsel yayı lar başlatıldı İlkokullarda zorunlu din dersle ri kondu DP iktidarı bu gelişmelere karşı lık Temmuz 1951'de Atatürk Aleyhine İşle nen Suçlar Hakkında Kanun'u çıkartarak Atatürk'ün yasal koruma altına alındığını göstermeye çalıştı

Bir yandan da hükümete karşıt görüşleri sa vunan kişilere ve örgütlere çeşitli baskılar uy gulanıyordu 1953'te çıkarılan bir yasayla CHP'nin malları hazineye devredildi Ertesi yıl, 1948'de DP'den ayrılanların kurduğu Millet Partisi laikliğe aykırı davrandığı savıyla kapatıldı Aynı yıl, 1947'den beri yapılan değişikliklerle kuruluş amacından iyice uzaklaştırılmış olan köy enstitüleri de ilköğretmen okullarıyla birleştirilerek kapatıldı
1954'teki genel seçimler kalkınma atılımının ülkenin refah düzeyini yükselttiği bir dö nemde yapıldı Muhalefetin gücünün kırılmış olmasının da etkisiyle DP bu seçimlerden tam bir zaferle çıktı Kapatılan Millet Partisi'nin yerine kurulan Cumhuriyetçi Millet Partisi (CMP) de seçimlere katılmış, ama henüz yeterince örgütlenemediği için başarılı olamamıştı Muhalefet üzerindeki baskılar seçimden sonra da sürdürüldü
1954'ten başlayarak ülke ekonomisinde bir duraklama yaşandı Başlıca dış ticaret malları olan tarım ürünlerinin dış pazarlarda değeı kaybetmeye başlaması ve aşırı tüketim sonu cu yatırım gücünün azalması dışarıdan büyük ölçüde borç alınmasına yol açtı Ama borçla nn yerinde kullanılmaması ve bütçe olanaklarının çoğu verimsiz olan yatırımlarla azaltılması enflasyonu artırdı Fiyatlar yükseldi, bazı mallarda yokluk ve karaborsa başladı

Bu arada DP yönetimine karşı parti içinde de muhalefet başlamıştı Sonunda DP'den ayrılan bir grup partili Aralık 1955'te Hürriyet Partisi'ni (HP) kurdu DP yönetimi kendisine karşıt hareketleri baskı altına almak için değişik yöntemlere başvurdu Her şeye karşın muhalefetin güçlendiği görülüyordu DP ise halkın desteğini yitirmediğini göstermek amacıyla seçimleri bir yıl öne aldı ve seçim yasasında yapılan değişiklikle muhalefetin güçlerini birleştirmesini engelledi

Ekim 1957'de bu koşullarda yapılan seçimlerde DP oyların yüzde 48'ini alarak iktidarda kalmayı başardı Ama muhalefet de güçlenmişti Muhalefete karşı sert tavrını seçimlerden sonra da sürdüren DP, TBMM'yi denetimi altına almak için meclis iç tüzüğünü değiştirdi Ekim 1958'de yurt çapında, "Vatan Cephesi" adıyla, muhalefetin etkisini kırmaya yönelik bir propaganda çalışması başlatıldı Bu durum karşısında muhalefet partileri de güçbirliğine gitme yolunu seçtiler 1958 sonlarında Türkiye Köylü Partisi ile Cumhuriyetçi Millet Partisi birleşti ve yeni parti Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (CKMP) adını aldı Ardından Hürriyet Partisi de CHP'ye katıldı
DP hükümeti 1960'ta TBMM'de geniş yetkilerin verildiği bir araştırma komisyonu kurarak muhalefetin meclisteki çalışmalarını iyice denetim altına aldı Bu tutum 27 ve 28 Nisan günleri İstanbul ve Ankara'da üniversite öğrencilerinin gösterilerine yol açtı Bu iki ilde sıkıyönetim ilan edilmesi, silahlı kuvvetleri de tavır almaya zorladı Başbakan Menderes radyoda yaptığı bir dizi konuşmada muhalefeti ve üniversite öğretim üyelerini suçladı Ardından bir yurt gezisine çıktı 27 Mayıs günü ise ülkenin içine sürüklendiği duruma son vermek isteyen bir grup subayın oluşturduğu Milli Birlik Komitesi (MBK) yönetime el koydu

1950-60 Döneminde Dış Politika


DP'nin yönetime geldiği 1950'de bir Uzakdoğu ülkesi olan Kore, Kuzey ve Güney olmak üzere ikiye ayrılmış, birbiriyle savaşıyordu Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyi,
Türkiye 1952'de NATO'ya girerek doğu-batı anlaşmazlığında kesin olarak batının yanında yer aldığını gösterdi Burada, Demokrat Parti döneminin Dışişleri Bakanı Fuad Köprülü'nün (1950-57) de katıldığı bir NATO toplantısı görülüyor
SSCB ve Çin Halk Cumhuriyeti'nin desteğindeki Kuzey Kore ile savaşan Güney Kore'ye asker gönderme kararı aldı Bu kararı benimseyen DP hükümeti de Kore'ye 4500 kişilik bir tugay gönderdi Muhalefet karara katılmakla birlikte, bu kararın TBMM'nin onayına sunulmadan doğrudan hükümetçe alınmasını eleştirdi Türkiye'nin NATO'ya üyelik için yaptığı başvuru daha önceleri reddedilmişti Kore Savaşı'na asker göndermesinin de etkisiyle 1952'de Yunanistan'la birlikte Türkiye NATO üyeliğine alındı
1953'te Türkiye, Yunanistan ve Yugoslavya arasında Balkan Paktı imzalandı Ama, Yugoslavya'nın SSCB ile ilişkilerinin düzelmesi ve Yunanistan ile Türkiye arasında Kıbrıs sorununun ortaya çıkışı paktı işlemez hale getirdi (Balkan Paktı 1960'ta resmen sona erdi)

Balkan Paktı ile Balkanlar'da işbirliği sağlamaya çalışan Türkiye bir yandan da Ortadoğu'daki yerini sağlamlaştırmak istiyordu Bu amaçla 1955'te Türkiye, Irak, İran, Pakistan ve İngiltere arasında imzalanan bir antlaşmayla Bağdat Paktı kuruldu Ama Irak 1958'de krallığa son veren askeri darbenin ardından Bağdat Paktı'ndan ayrıldı Adı 1959'da Merkezi Antlaşma Teşkilatı'na (CENTO) dönüşen pakt Mart 1979'da Pakistan'ın ve İran'ın ayrılması üzerine kendini feshetti
1954'te Fransız sömürgeciliğine karşı başlatılan Cezayir Bağımsızlık Savaşı sırasında Türkiye Fransa'yı destekledi Bağımsızlıklarına yeni kavuşan Asya ve Afrika ülkelerine karşı olumsuz tavır alınması da DP hükümetinin dış politikadaki yanlışları arasında sayılmıştır

1923'te imzalanan Lozan Barış Antlaşması ile Kıbrıs İngiltere'ye bırakılmıştı İngiltere II Dünya Savaşı'ndan sonra Kıbrıs'a bağımsızlık tanımayı düşünmeye başladı Yunanistan, Kıbrıs'ı İngiltere'den resmen isterken Türkiye adanın statüsünün değişmesine karşıydı Yunanistan'la birleşmek isteyen Kıbrıslı Rumlar 1950'lerde adada bir kampanya başlattılar 1955'te Yunanistan, Türkiye ve İngiltere'nin katıldığı Londra Konferansı toplandı Türkiye bu konferansta, adanın statüsü değiş-tirilecekse Türkiye'ye verilmesi gerektiğini savundu Sonuçsuz kalan konferans Türkiye-Yunanistan ilişkilerinin gerginleşmesine yol açtı Ertesi yıl Kıbrıs konulu yeni toplantılar yapıldı, ama gene bir sonuç alınamadı 1957'de Birleşmiş Milletler Kıbrıs'ın "kendi kaderini tayin hakkı"nı kabul etti Türkiye ise Kıbrıs'ın Türkiye ile Yunanistan arasında paylaşılması ("taksim") tezini savunmaya başladı 1958'de Kıbrıs sorunu Birleşmiş Millet-ler'de yeniden görüşülürken Yunanistan da görüşlerini yumuşattı ve Kıbrıs'a önce özerklik, sonra da bağımsızlık verilmesini savundu
1959'da Kıbrıs'ta bağımsız bir cumhuriyetin kurulmasını onaylayan, adanın bağımsızlığını, toprak bütünlüğünü ve anayasal düzenini Türkiye, İngiltere ve Yunanistan'ın garantörlüğüne bırakan Zürich ve Londra antlaşmaları imzalandı Ertesi yıl da Kıbrıs Cumhuriyeti kuruldu (Kıbrıs sorununun bundan sonraki aşamaları için bak Kibris)

27 Mayıs'tan 12 Mart'a


27 Mayıs 1960'ta yönetime el koyan Milli Birlik Komitesi (MBK) TBMM'yi kapattı DP' nin yöneticilerini ve milletvekillerini tutukladı MBK Başkanı Orgeneral Cemal Gürsel devlet başkanlığı ile birlikte başbakanlığı da üstlendi Feshedilen TBMM'nin yerine Ocak 1961'de MBK ve Temsilciler Meclisi üyelerinden oluşan bir Kurucu Meclis kuruldu Temsilciler Meclisi'nce hazırlanıp MBK' nin onayladığı yeni anayasa 9 Temmuz 1961'de halkoyuna sunularak kabul edildi ve yürürlüğe girdi
27 Mayıs sonrasında ilk genel seçimler 15 Ekim 1961'de yapıldı Bu seçimlerden CHP birinci parti olarak çıktı Ama hükümeti tek başına kuracak çoğunluğu sağlayamadığı için, yeni kurulmuş olan Adalet Partisi (AP) ile bir koalisyon hükümeti oluşturmak zorunda kaldı CHP lideri İsmet İnönü başbakan oldu Mayıs 1962'de dağılan bu koalisyondan sonra İnönü, Yeni Türkiye Partisi (YTP), CKMP ve AP'den ayrılan bağımsız milletvekilleriyle yeni bir koalisyon kurdu Bu koalisyon da Aralık 1963'te dağıldı Bu kez hükümeti kurma görevi AP lideri Ragıp Gümüşpala'ya verildi, ama onun da başarısız olması üzerine İnönü bu kez bağımsızlarla üçüncü bir koalisyon hükümeti kurdu
Şubat 1962 ve Mayıs 1963'te 27 Mayıs'ı hazırlayan subaylardan biri olan Albay Talat Aydemir iki darbe girişiminde bulundu Her iki girişim de bastırıldı, Talat Aydemir ve bir arkadaşı idam edildi

1965'e kadar süren koalisyonlar döneminde dış ilişkilerde önemli gelişmeler görüldü Eylül 1963'te Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) ile Ankara Antlaşması imzalandı Aynı yılın sonunda Kıbrıslı Rumlar adadaki Türkler'e saldırmaya başladılar Bu saldırılara karşı Türk savaş uçakları 25 Aralık günü Lefkoşe üzerinde uyarı uçuşları yaptı 1964'te Kıbrıs Cumhurbaşkanı Başpiskopos Maka-rios'un olumsuz tavırları ve yapılan toplantıların da sorunu çözememesi üzerine Türkiye garantör devlet olarak adaya müdahalede bulunacağını bildirdi Bunun üzerine Haziran 1964'te ABD Başkanı Lyndon B Johnson, Başbakan İnönü'ye bir mektup göndererek Kıbrıs'a müdahalenin bir Türk-Yunan savaşı başlatacağını öne sürdü Türkiye Kıbrıs'a asker çıkarmaktan vazgeçmekle birlikte Ağustos 1964'te hava kuvvetleri aracılığıyla müdahalede bulunarak Rum saldırılarını geriletti

1964 sonlarında SSCB ile ticari ve kültürel ilişkilerin geliştirilmesine çalışıldı ve bu ülkeyle bir kültürel değişim anlaşması imzalandı
Koalisyonlar döneminde yeniden planlı ekonomi uygulamasına başlandı 1963-67 dönemini kapsayan Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planında sanayide dışa bağımlılığı azaltacağı düşünülen önlemler yer alıyordu
Şubat 1965'te İnönü'nün üçüncü koalisyon hükümeti düştü ve yerine bağımsız senatör Suat Hayri Ürgüplü'nün başbakanlığında AP, YTP, CKMP ve MP'nin katıldığı yeni bir koalisyon hükümeti kuruldu

Ekim 1965'te yapılan genel seçimlerde AP oyların yüzde 53'ünü alarak tek başına iktidara geldi Yeni hükümeti kurma görevi AP Genel Başkanı Süleyman Demirel'e verildi Bu seçimlerde Türkiye'nin siyasal yaşamında önemli bir yenilik gerçekleşmiş ve 1961'de kurulan sosyalist eğilimli Türkiye İşçi Partisi (TİP) 15 milletvekilliği kazanmıştı Mart 1966 da Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel rahatsızlığı nedeniyle görevinden ayrıldı; yerine Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay seçildi
ABD ve Avrupa'daki gençlik hareketlerinin de etkisiyle Haziran 1968'den başlayarak üniversite öğrencileri arasında bir hareketlenme görüldü Eğitimde reform istekleriyle başlayan hareketler giderek siyasal bir nitelik kazandı Sağ ve sol görüşlü öğrenci grupları çatışmaya başladılar

Şubat 1969'da ABD 6 Filo'sunun İstanbul'a gelişi sırasında iki öğrencinin ölümüyle sonuçlanan olaylar çıktı Devam eden ekonomik sıkıntılar, artan grevler ve sendikalı işçilere yönelik baskılar 15 Haziran 1970'te İstanbul'da büyük bir işçi yürüyüşü düzenlenmesine yol açtı Öğrencilerin de katıldığı yürüyüşün büyük bir toplu gösteriye dönüşmesi ve ertesi gün de devam etmesi karşısında İstanbul ve Kocaeli'de sıkıyönetim ilan edildi AP içindeki muhalif grup da partiden ayrılarak Aralık 1970'te Demokratik Parti'yi (DP) kurdu Gelişen huzursuzluk silahlı kuvvetlerin de tepkisini çekiyordu
Sonunda 12 Mart 1971'de silahlı kuvvetlerin komutanları bir muhtırayla Demirel hükümetinin istifa etmesini istediler "12 Mart Muhtırası" adıyla anılan bu muhtıra üzerine Başbakan Süleyman Demirel aynı gün istifa etti

12 Mart'tan 12 Eylül'e


12 Mart askeri müdahalesiyle 1973'e kadar sürecek bir "ara dönem" başladı 19 Mart'ta Nihat Erim başkanlığında kurulan hükümette AP ve CHP milletvekillerinden başka parlamento dışından üyeler de yer alıyordu Nisanda başta İstanbul, Ankara ve İzmir olmak üzere bazı illerde sıkıyönetim ilan edildi İslamcı eğilimli Milli Nizam Partisi ile TİP kapatıldı Eylülde pek çok temel hak ve özgürlüğü kısıtlayan anayasa değişiklikleri yapıldı Aralıkta Nihat Erim, bazı bakanların istifası üzerine yeni bir hükümet kurdu Dört ay süren ikinci Nihat Erim hükümetinden sonra görev Suat Hayri Ürgüplü'ye verildi Ürgüp-lü'nün başarısız olması üzerine hükümeti Mayıs 1972'de Milli Güven Partisi'nden (MGP) Ferit Melen kurdu

Mayıs ayı içinde CHP'de de önemli bir yönetim değişikliği gerçekleşti Genel Başkan inönü ile eski Genel Sekreter Bülent Ecevit arasında çıkan anlaşmazlık sonucu toplanan olağanüstü kurultayda İnönü görevinden ayrıldı; Ecevit genel başkanlığa seçildi İnönü bir süre sonra parti üyeliğinden de ayrılarak siyasal yaşamını noktaladı
Nisan 1973'te görev süresi dolan Cevdet Sunay'ın yerine emekli Oramiral Fahri Ko-rutürk cumhurbaşkanı seçildi Aynı ay AP ile Cumhuriyetçi Güven Partisi (CGP) Naim Talû başkanlığında bir koalisyon hükümeti kurdular Ilımlı bir siyasal ortamda yapılan 14 Ekim 1973 seçimlerinde düzen değişikliğini ve siyasal özgürlükleri savunan CHP 185 milletvekiliyle birinci parti durumuna geldi Ama tek başına hükümet kuramadığı için İslamcı görüşleri savunan Milli Selamet Partisi (MSP) ile koalisyon kurmak zorunda kaldı Koalisyon ortakları arasında, çıkarılması söz konusu olan af yasası gibi konularda derin görüş ayrılıkları bulunuyordu

15 Temmuz 1974'te Kıbrıs'ın Yunanistan'la birleşmesini savunan EOKA örgütü liderlerinden Nikos Sampson bir askeri darbeyle Makarios'u devirdi Türkiye, İngiltere ve Yunanistan'ı bir şeyler yapılması konusunda uyardıysa da bir sonuç elde edemedi Sonunda 20 Temmuz günü garantör devlet sıfatıyla adaya çıkarma yaptı 16 Ağustos'ta tamamlanan harekât sonunda adanın kuzeyinde Türkler'in çoğunlukta olduğu bölge denetim altına alındı Harekâtın ardından ABD Türkiye'ye yaptığı askeri yardımı kesti ve silah ambargosu uygulamaya başladı Buna karşılık Türkiye de ABD üsleriyle ilgili antlaşmaları tek taraflı olarak askıya aldı; Temmuz 1975'te de NATO'ya bağlı İncirlik üssü dışındaki bütün ABD üslerinin devralınmasına karar verildi CHP-MSP koalisyonu içindeki anlaşmazlıklar harekât sonrasında iyice artmıştı Eylül 1974'te Başbakan Ecevit istifa etti Başbakanlığa getirilen Demirel'in de hükümeti kurmayı başaramaması ve CHP'nin erken seçim önerisinin öteki partilerce kabul edilmemesi üzerine, Cumhurbaşkanı Korutürk Cumhuriyet Senatosu üyesi Sadi Irmak'ı başbakanlığa atadı Irmak'ın kurduğu "partilerüstü" hükümet güvenoyu alamadığı halde, başka bir hükümet kurulamadığı için Mart 1975'e kadar görevini sürdürdü 31 Mart'ta AP, MSP, Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ve CGP'nin katıldığı, bu sırada DP'den ayrılan bir grup milletvekilinin de desteklediği, Süleyman Demirel başkanlığındaki "I Milliyetçi Cephe hükümeti" kuruldu
I Milliyetçi Cephe dönemi döviz sıkıntısı ve sürekli enflasyonun getirdiği toplumsal huzursuzluklar yanında sağ sol çatışmalarının tırmandığı ve şiddet olaylarının artmaya başladığı bir dönem oldu Dış politika alanında ise, Yunanistan'ın Ege hava sahasında ve Ege Denizi'nde denetimi eline almak istemesi Türk-Yunan ilişkilerindeki gerginliğin artarak devam etmesine yol açtı (bak Ege Sorunu) Buna karşılık Arap ülkeleri ve Filistin Kurtuluş Örgütü ile daha olumlu ilişkiler kuruldu

Toplumsal huzursuzlukların yükselişi ve sağ sol çatışmalarının artması karşısında hükümet "Devlet Güvenlik Mahkemeleri"ni kurmaya çalıştıysa da, CHP'nin ve işçi sendikalarının direnişi karşısında bunu başaramadı 1 Mayıs 1977'de işçi bayramını kutlamak için İstanbul'da Taksim alanında toplananlara ateş açılması sonucu çıkan kargaşada 30'dan fazla insan öldü Suçluların belirlenememesi hükümetin durumunu sarstı ve mecliste erken seçim kararı alındı

5 Haziran 1977'de yapılan seçimlerde CHP oylarını ve milletvekili sayısını artırdı Ne var ki, tek başına hükümet kuramıyordu CHP' nin kurduğu azınlık hükümeti güvenoyu alamayınca temmuzda AP, MSP ve MHP'nin katıldığı "II Milliyetçi Cephe hükümeti" kuruldu Kısa bir süre sonra bu koalisyona karşı çıkan bir grup milletvekili AP'den ayrıldı ve CHP ile anlaşarak Aralık 1977'de hükümetin düşürülmesine yardımcı oldu CHP'nin kurduğu yeni hükümette bu milletvekilleriyle birlikte DP ve CGP'den de bakanlar yer alıyordu
II Milliyetçi Cephe hükümetinin düşüşünü hızlandıran şiddet olayları ve siyasal cinayetler CHP hükümeti döneminde de devam etti Nisan 1978'de Malatya'da, aralıkta da Kahramanmaraş'ta mezhep ayrılığı gerekçesiyle çıkarılan olaylarda 100'den fazla insan öldü; olayların ardından 13 ilde sıkıyönetim ilan edildi 1979 sonlarında yapılan ara seçimlerde beş milletvekilliğini de AP'nin kazanması üzerine Ecevit başbakanlıktan ayrıldı Kasım 1979'da Demirel, MSP ve MHP'nin dışarıdan desteklediği bir AP hükümeti kurdu

Yeni hükümet döneminde de toplumsal çalkantıların önü alınamadı Fatsa ve Çorum' da da Malatya ve Kahramanmaraş'takilere benzer olaylar çıktı Aralık 1979'un son günlerinde Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren ve kuvvet komutanları Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk'e CHP ve AP'nin ülkeyi birlikte yöneterek sorunlara çözüm getirmesini öneren bir uyarı mektubu verdiler Ancak iki parti de bu uyarıya ilgisiz kaldı

Ocak 1980'de Uluslararası Para Fonu'nun (IMF) önerisiyle "24 Ocak Kararlan" uygulamaya kondu; bu kararlar uyarınca devalüasyon yapıldı ve dışsatımın artırılması için önlemler alındı
6 Nisan 1980'de görev süresi dolacak olan Korutürk'ün yerine yeni bir cumhurbaşkanı seçilmesi gerekiyordu Ama, bu süre dolduğu sırada cumhurbaşkanı hâlâ seçilememişti Anayasa gereğince Cumhuriyet Senatosu Başkanı İhsan Sabri Çağlayangil cumhurbaşkanına vekâlet etmeye başladı Hiçbir adayın cumhurbaşkanı olmaya yetecek oyu alamadığı, siyasal bunalımın yoğunlaştığı bu dönemde şiddet olayları da artış gösteriyordu Sonunda 12 Eylül 1980 günü silahlı kuvvetler emir ve komuta zinciri içinde yönetime el koydu

12 Eylülden Bugüne

12 Eylül harekâtını gerçekleştiren Milli Güvenlik Konseyi (MGK), Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren ile Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Nurettin Ersin, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Tahsin Şahinkaya, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Nejat Tümer ve Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Sedat Celasun'dan oluşuyordu Devlet başkanlığını da Evren'e veren MGK ilk olarak TBMM'yi ve hükümeti feshetti, parlamento üyelerinin dokunulmazlığını kaldırdı Bütün ülkede sıkıyönetim ilan edilerek siyasal partilerin, sendikaların ve derneklerin çalışmaları durduruldu Parti başkanları gözetim altına alındı; bunu bazı milletvekilleri ile parti, sendika ve derneklerin bazı yönetici ve üyelerinin gözaltına alınması izledi
Kısa bir süre sonra eski Deniz Kuvvetleri Komutanı emekli Oramiral Bülend Ulusu başkanlığında bir hükümet kuruldu Son AP hükümetinde başbakanlık müsteşarlığı yapan ve 24 Ocak Kararlan'nı hazırlayan Turgut Özal bu hükümette başbakan yardımcılığına getirildi

Ekim 1981'de bütün siyasal partiler feshedildi Ardından MGK ile atama yoluyla gelen üyelerin yer aldığı Danışma Meclisi'nden oluşan bir Kurucu Meclis çalışmalara başladı Kurucu Meclis anayasa, siyasal partiler yasası ve seçim yasası gibi temel yasaları hazırlayacaktı Hazırlanan anayasa MGK'nin de onayından geçtikten sonra Kasım 1982'de halkoyuna sunuldu Oylama öncesi anayasa aleyhinde görüş belirtmek yasaklanmıştı Anayasa yüzde 91,2 evet oyuyla kabul edildi; aynı oylamada MGK ve Devlet Başkanı Orgeneral Kenan Evren'in cumhurbaşkanlığı da kabul edildi
Yeni anayasa uyannca, MGK'nin görevi seçimler yapılıp TBMM toplanmcaya kadar sürecekti; bundan sonra ise MGK altı yıllık bir süre için Cumhurbaşkanlığı Konseyi'ni oluşturacaktı Anayasadaki geçici maddelerle, kapatılan siyasal partilerin yöneticilerinin 10 yıl, parlamenterlerinin ise beş yıl süreyle yeni partiler kurmaları ve kurulacak partilere üye olmaları yasaklandı Başka bir geçici maddeyle de MGK ve Danışma Meclisi ile 12 Eylül 1980'den TBMM'nin açılacağı tarihe kadar görev yapacak olan hükümetlerin çalışmaları her türlü soruşturma kapsamı dışında tutuluyordu
Nisan 1983'te Siyasal Partiler Kanunu, haziran ayında ise Seçim Kanunu kabul edildi Bu yasalara göre MGK yeni partilerin kurucuları ve milletvekili adayları içinden uygun bulmadıklarını veto edebilecekti

Mayıs 1983'te kurulan ilk parti emekli Orgeneral Turgut Sunalp'in başkanlığındaki Milliyetçi Demokrasi Partisi'ydi (MDP) "12 Eylül ruh ve felsefesinin devamı" olduğunu belirten bu partinin kurucularından çoğu emekli general ve Danışma Meclisi üyesiydi İkinci parti, Bülend Ulusu hükümetindeki görevinden Temmuz 1982'de istifa eden Turgut Özal'ın kurduğu Anavatan Partisi (ANAP) oldu Bu partide milliyetçi, sosyal demokrat,
İslamcı ve sağ eğilimli eski ve yeni siyasetçiler yer alıyordu Bülend Ulusu döneminde başbakanlık müsteşarlığı yapmış olan Necdet Calp'ın kurduğu Halkçı Parti (HP) ise eski CHP'lilerin ağırlıkta olduğu bir partiydi Eski AP'lilerin emekli Orgeneral Ali Fethi Esener başkanlığında kurdukları Büyük Türkiye Partisi (BTP) AP'nin devamı olduğu gerekçesiyle MGK tarafından kapatıldı Bir süre sonra gene AP çizgisinde yer alan Doğru Yol Partisi (DYP) kuruldu Yıldırım Avcı'nın başkanlığındaki bu partiyi İsmet İnönü'nün oğlu Erdal İnönü'nün başkanlığında kurulan Sosyal Demokrasi Partisi (SODEP) izledi
Yeni yasaya göre 400 milletvekilinin seçileceği genel seçimlerde oy vermek yasayla zorunlu kılınmıştı 6 Kasım 1983'te yapılan seçimlere, birkaç kez veto edildikleri için yeterli kurucu sayısını tamamlayamayan SODEP ve DYP katılamadı Katılan üç partiden ANAP 212, HP 117, MDP ise 71 milletvekilliği kazandı 12 Eylül sonrasının seçimle işbaşına gelecek ilk hükümetini kurma görevi ANAP Genel Başkanı Turgut Özal'a verildi Hükümet kurulacağı sırada Kıbrıs'ta önemli bir gelişme oldu Kuzey Kıbrıs'ta 1974'teki askeri müdahale sonrası kurulmuş olan Kıbrıs Türk Federe Devleti (KTFD) 15 Kasım günü bağımsızlığını ilan ederek Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) adını aldı Türkiye bu yeni Türk devletini hemen tanıdı
Aralık ayında kurulan Özal hükümetinin programında ekonomide özel sektörün payının artırılacağı, dışsatımı yükseltecek önlemlerin alınacağı ve enflasyonun azaltılacağı belirtiliyordu

6 Kasım seçimlerine katılamayan SODEP seçim sonrası güçlenmeye başladı Parti genel başkanlığı MGK tarafından veto edilen Erdal İnönü yeniden başkanlığa seçildi 24 Mart 1984'te yapılan erken yerel seçimlere SODEP ve DYP de katıldı Bu seçimlerde oyların yüzde 41,5'ini alan ANAP üç büyük ilde ve belediyelerin büyük çoğunluğunda başkanlıkları kazandı SODEP de HP'den daha çok oy topladı

12 Eylül'den sonra Türkiye ile ilişkilerini askıya almış olan Avrupa Konseyi, ülkede parlamenter demokrasiye dönülüşünün ardından Türk temsilcileri konseyin Danışma Mec-lisi'ne kabul etti ABD ile bir süre önce yeniden başlatılan yakın ilişkiler sürdürüldü İran-Irak Savaşı'nda tarafsız kalmayı seçen Türkiye iki ülkeyle de ticaretini geliştirdi
Kasım 1985'te HP ile SODEP birleşerek Sosyaldemokrat Halkçı Parti (SHP) adını aldı Sosyal demokratların bir bölümü SHP'ye katılmayı reddederek Bülent Ecevit'in eşi Rahşan Ecevit başkanlığında Demokratik Sol Parti'yi (DSP) kurdular Gücünü iyice yitiren MDP Mayıs 1986'daki kongresinde kendisini feshetti Bu partinin milletvekillerinden bir bölümü Mehmet Yazar başkanlığındaki Hür Demokrat Parti'yi (HDP) kurdu Eylül 1986'da yapılan ara seçimlerden başarısız çıkan HDP, ANAP'a katıldı

Eylül 1987'de eski siyasetçilere konan yasakların kaldırılmasını öngören bir anayasa değişikliği halkoyuna sunuldu Halkoylaması yasakların kaldırılması yönünde sonuçlandı; aynı oylamada milletvekili sayısı da 400'den yeniden 450'ye çıkarıldı Yasakları kaldırılan eski siyasetçilerden Bülent Ecevit DSP'nin, Süleyman Demirel DYP'nin, Alparslan Türkeş Milliyetçi Çalışma Partisi'nin (MÇP) Necmettin Erbakan da Refah Partisi'nin (RP) genel başkanlığına getirildiler

Kasım 1987'de yasadışı Türkiye Komünist Partisi (TKP) Genel Sekreteri Haydar Kutlu (Nabi Yağcı) ve 12 Eylül'de kapatılmış olan TİP'in Genel Sekreteri Nihat Sargın yurda döndüler ve tutuklandılar (Kutlu ve Sargın iki yıldan fazla tutuklu kaldıktan sonra 1990'da serbest bırakıldılar Bir süre sonra da yasal bir komünist partinin kurulmasını engelleyen yasa maddelerinin henüz kalkmamış olmasına karşın, Türkiye Birleşik Komünist Partisi'nin resmen kurulduğunu açıkladılar)

Kasım 1987'de yapılan erken seçimlerde ANAP oyların ancak yüzde 36,3'ünü almasına karşın, seçim sisteminin yardımıyla 292 milletvekili çıkararak meclisteki çoğunluğunu korudu SHP ve DYP dışındaki partiler ise hiç milletvekilliği kazanamadı
Ocak 1988'de Başbakan Özal İsviçre'nin Davos kentinde Yunanistan Başbakanı An-dreas Papandreu ile görüştü Bu görüşmede alınan kararlar Türk-Yunan ilişkilerinde olumlu gelişmelere yol açtı ABD ile Türkiye arasındaki Savunma ve Ekonomik İşbirliği Antlaşması (SEİA) Şubat 1988'de, 1990'a kadar uzatıldı Ertesi ay Almanya Federal Cum-huriyeti'nden NATO çerçevesinde 347 milyon dolarlık askeri yardım sağlandı 1988'de Türkiye'de demokratikleşme konulu tartışmalar da devam etti Şubat ve ağustosta Avrupa Konseyi ile BM'nin işkence konusundaki sözleşmeleri Türkiye tarafından onaylandı Ama Türk Ceza Kanunu'nun örgütlenmeyi ve düşünce özgürlüğünü sınırlayan 141 142 ve 163 maddelerinin tartışılması sürdü
Mart 1989'da yapılan yerel seçimlerde SHP başta üç büyük kent olmak üzere pek çok il merkezinde belediye başkanlıklarını kazandı DYP ikinci durumdaydı ANAP ise elindeki belediye başkanlıklarının çoğunu kaybetti İl genel seçimlerinde de sıralama aynı oldu Muhalefet partileri bu sonucun ANAP'ın iktidardan düştüğü anlamına geldiğini savunarak erken seçime gidilmesini ve cumhurbaşkanlığı seçiminin de yeni TBMM'de yapılmasını istediler

Bulgaristan'daki Türkler üzerinde bir süredir devam eden baskılar 1984'ten başlayarak yoğunlaştı Ülkede Türk olmadığı ileri sürülüyor, Müslüman Bulgarlar olduğu söylenen Türkler'in adları değiştiriliyordu Türk hükümetinin Bulgar hükümetine bir göç anlaşmasını da kapsayan görüşme önerilerinde bulunması sonucu Bulgar hükümeti Türkler'i Türkiye'ye gönderebileceğini açıkladı Türk hükümetinin bunu onaylayan açıklamasından sonra iki ay içinde 300 bin Türk Türkiye'ye göç etti Bu sayının artacağını ve çözümün güçleşeceğini gören hükümet 22 Ağustos 1989'da bir karar alarak Bulgaristan'dan vizesiz gelecek olanların ülkeye girişlerini yasakladı
31 Ekim 1989'da Başbakan Turgut Özal Türkiye'nin sekizinci cumhurbaşkanı seçildi Turgut Özal görevi devraldığı 9 Kasım günü başbakanlığa TBMM Başkanı Yıldırım Akbulut'u atadı Birkaç gün sonra toplanan ANAP I Olağanüstü Kongresi'nde Turgut Özal'dan boşalan genel başkanlığa Yıldırım Akbulut getirildi

1980 öncesinde pek çok eylem gerçekleştiren ayrılıkçı bir örgüt olan Kürdistan İşçi Partisi (PKK) 1984'ten başlayarak Güneydoğu Anadolu'daki eylemlerini yoğunlaştırdı Bazı PKK'lıların Irak'a kaçtıkları saptanınca Irak hükümetinden izin alınarak askeri operasyonlar Irak'ta da sürdürüldü ve Mart 1987'de bu ülkedeki PKK kampları bombalandı Ardından Güneydoğu Anadolu'da Olağanüstü Hal Bölge Valiliği ve Asayiş Jandarma Kolordusu oluşturuldu İran-Irak Savaşı'mn ateşkesle sona erdirilmesinden sonra Ağustos 1988'de Irak yönetimi ülkenin kuzeyindeki Kürtler'e karşı toplu imha harekâtına girişti Kaçan Kürt savaşçılar (peşmergeler) ve aileleri Türkiye'ye sığındılar PKK eylemlerinin artış göstermesi üzerine Nisan 1990'da iki kararname çıkarıldı Olağanüstü Hal Bölge Valiliği'ne ve İçişleri Bakanlığı'na geniş yetkiler tanıyan bu yasa gücünde kararnamelere göre bölgede ve bütün ülkede yayın yasağı konabilecek ve bölgede kalması sakıncalı görülen kişiler bölge dışına çıkarılabilecekti Kararname Aralık 1990'da yumuşatıldı Bu kararnamelerle Batman ve Şırnak da il oldu; böylece 1989'da Aksaray, Bayburt, Karaman, Kırıkkale illerinin kurulmasıyla 71'e çıkan il sayısı 73'e yükseldi

Irak'ın Ağustos 1990'da Kuveyt'i işgal etmesiyle Basra Körfezi'nde yeni bir sorun ortaya çıktı Türkiye bu olay karşısında BM Güvenlik Konseyi'nin Irak'a ekonomik ambargo kararını destekledi ve Irak petrolünü Yumurtalık'a taşıyan boruhattını kapattı Ocak 1991'de çıkan savaş sırasında Türkiye ABD ile müttefiki olan ülkelerin yanında yer aldı İncirlik üssünün ABD tarafından Irak'a karşı hava saldırılarında kullanılmasına izin verildi Hükümetin bu tutumu özellikle muhalefet partileri tarafından yoğun biçimde eleştirildi

Körfez Savaşı'nda Irak'ın uğradığı yenilgiden sonra kuzeyde patlak veren Kürt ayaklanması kısa sürede bastırıldı ve yüz binlerce Iraklı Kürt Türkiye ve İran sınırına doğru kaçmaya başladı Türkiye bunun üzerine Kürt sığınmacılara sınırda yardım edilmesini, yardıma müttefik ülkelerin de katılmasını ve sığınmacıların ülkelerine dönmelerini sağlayacak koşulların oluşturulmasını öngören bir politika benimsedi Böylece Kuzey Irak'ta Irak askerlerinden arındırılmış güvenli bir bölge oluşturulurken, "Çekiç Güç" olarak adlandırılan caydırıcı müttefik hava birliğinin İncirlik ve Batman üslerini kullanmasına izin verildi

Bir durgunluk döneminin ardından 1990'da hızlanan ekonomik büyümeye döviz gelirlerinde de önemli bir artış eşlik etti Bu gelişme fiyat artışlarını körüklerken, Körfez Bunalımı'nın petrol fiyatlarını yükseltmesi dış ticaret açığının büyümesine yol açtı Ücret artışı için girişilen yaygın grevler 1991'in ilk aylarında işçilere önemli kazançlar sağlayan anlaşmalarla sonuçlandı

Türkiye'deki siyasal partilerde yeniden yapılanma sancıları sürdü Soysal demokrat Halkçı Parti'den (SHP) ayrılan bir grup milletvekili Haziran 1990da Halkın Emek Partisi (HEP) adıyla yeni bir parti kurdu Doğru Yol Partisi (DYP) Kasım 1990'daki kongre sonunda yönetim kadrolarında yenilenme beklentilerini karşılamaya yönelik değişiklikler yaptı Turgut Özal'ın cumhurbaşkanı olmasından sonra iç çekişmelerin öne çıktığı Anavatan Partisi (ANAP) Haziran 1991'de genel başkanlık mücadelesine sahne oldu Yıldırım Akbulut hükümetindeki dışişleri bakanlığı görevinden istifa eden Mesut Yılmaz liberal kanadın desteğiyle genel başkanlığa seçildi ve bir hafta sonra başbakan olarak yeni hükümeti kurdu

Bu arada TBMM'nin Nisan 1991 'de kabul ettiği Terörle Mücadele Kanunu çerçevesinde liberalleşme yönünde önemli adımlar atıldı Bu adımlar Türk Ceza Kanunu'ndan propaganda ve Örgütlenme yasaklarıyla ilgili 141, 142 ve 163 maddelerin çıkarılması, Kürtçe kullanımını yasaklayan 2932 sayılı yasanın yürürlükten kaldırılması ve şartlı tahliye sürelerini kısaltma yoluyla cezaevlerindeki hükümlülerin önemli bir bölümünün serbest bırakılmasıydı Bir tür af gibi sunulan son düzenlemeyle ilk anda cezaevlerindeki 46 bin kişiden 20 bini salıverildi Bunlardan 700'ü siyasi suçlardan ya da terör suçlarından hüküm giymiş olanlardı Solcu hükümlülerin serbest bırakılmasını kısıtlayıcı koşullara bağlayan maddelerden birinin Anayasa Mahkemesi'nce iptal edilmesiyle bin kadar mahkûm daha özgürlüğüne kavuştu

Yeni hükümetin kurulduğu sıralarda yapılan kamuoyu yoklamaları iktidar partisinin desteğinin düştüğünü gösteriyordu Gerek iktidar değişikliğini bir an önce isteyen muhalefetin baskısı, gerekse ileriyi görmek isteyen iş çevrelerinin baskısı Yılmaz hükümetini genel seçimleri bir yıl öne almak zorunda bıraktı

20 Ekim 1991'de yapılan erken genel seçimlerde hiçbir parti tek başına salt çoğunluğu elde edemedi DYP toplam oyların yüzde 27,03'ünü alarak 178 milletvekiliyle seçimlerden birinci parti olarak çıktı Eski iktidar partisi ANAP yüzde 24 oy oranı ve 115 milletvekiliyle ikinci, SHP yüzde 20,75 oy oranı ve 88 milletvekiliyle üçüncü, Refah Partisi (RP) yüzde 16,88 oy oranı ve 62 milletvekiliyle dördüncü, Demokratik Sol Parti (DSP) yüzde 10,75 oy oranı ve 7 milletvekiliyle beşinci sırayı aldı Toplam oyların yüzde 0,44'ünü alan Sosyalist Parti (SP) parlamentoya temsilci sokamadı Seçim sonrasında Milliyetçi Çalışma Partisi (MÇP) kökenli 19 milletvekili RP ittifakından ayrılarak Alpaslan Türkeş'in genel başkanlığında eski partilerine döndüler
Yeni seçilen TBMM 14 Kasım 1991'de yemin töreni için toplandı DYP başkan yardımcılarından Hüsamettin Cindoruk meclis başkanlığına seçildi Cumhurbaşkanı Özal'ın 7 Kasım'da yeni hükümeti kurmakla görevlendirdiği DYP Genel Başkanı Süleyman Demirel, 19 Kasım'da SHP Genel Başkanı Erdal İnönü'yle bir koalisyon protokolü imzaladı Ertesi gün atanan yeni hükümette Başbakan Süleyman Demirel'in yanı sıra DYP'li 20 bakan yer aldı Kabineye SHP'den, başbakan yardımcısı ve devlet bakanı olan Erdal İnönü'yle birlikte 12 bakan girdi

Demokratikleşme ve istikrarlı ekonomik büyüme hedeflerini öngören koalisyon hükümetinin programı 30 Kasım'da 164'e karşı 280 oyla TBMM tarafından onaylandı Demirel ve İnönü 6-8 Aralık'ta Güneydoğu Anadolu'da bir geziye çıktılar Demirel gezi sırasında "Kürt realitesinin tanındığını" dile getirdi

SSCB'nin dağılması dış politikada yeni bir canlanmayı getirdi Cumhurbaşkanı Özal Moskova ve öteki bazı başkentleri ziyaret etti; bu ziyaretlerde eski Sovyet cumhuriyetleriyle ayrı ayrı anlaşmalar imzalandı Azerbaycan'ın 9 Kasım'da bağımsız bir devlet olarak tanınması Yılmaz hükümetinin son uygulamalarından biri oldu Daha sonra DYP-SHP koalisyon hükümeti bütün eski Sovyet cumhuriyetlerini tanıdı Azerbaycan, Kazakistan, Türkmenistan ve Kırgızistan cumhurbaşkanları Türkiye'ye gelerek işbirliğine yönelik çerçeve anlaşmalar imzaladılar

Demirel'in başkanlığındaki DYP-SHP koalisyon hükümeti 1992'de demokratikleşme konusunda, ayrıca Güneydoğu'daki PKK terörü ve İstanbul gibi büyük kentlerdeki ideolojik temelli terörle mücadelede sınırlı bir ilerleme sağladı Ama ekonomik sorunların çözümünde, Kamu İktisadi Teşekkülleri'nin (KİT) özelleştirilmesinde kararlı ve cesur adımlar atmayı başaramadı Enflasyon sınırlı bir ölçüde dizginlenebildi ve yeniden durgunluğa giren ekonomiyi canlandırma çabaları ancak bir yıl sonra bazı sonuçlar verdi Kısacası hükümet programında vaat edilenleri gerçekleştirmek için Demirel'in istediği 500 günlük süre dolduğunda, beklentiler düzeyinde bir başarı elde edilememişti Bununla birlikte koalisyon bir bakan değişikliği dışında pek sarsılmadan ayakta kaldı SHP'nin TBMM'de güç yitirmesine karşın, hükümet parlamentodaki çoğunluğunu korudu DYP dışında bütün partilerde yaşanan bölünmeler muhalefetin etkisini azaltarak hükümetin durumunu güçlendirdi Koalisyon partilerinin Özal'ı cumhurbaşkanlığından indirme planını uygulayamaması, yürütmede belirli çatışma ve sıkıntılar yarattı Yetkilerinin sınırlandırılması girişimlerine karşı başkanlık sistemine yakın bir modeli savunan Özal, ANAP üzerindeki etkisinin zayıflamasından sonra hükümetle daha uyumlu bir çizgiye yöneldi

Koalisyon hükümeti dış politikada genel olarak Türkiye'nin karışık bir bölgede bir barış ve istikrar unsuru olması yönünde çalıştı Azerbaycan ve Ermenistan arasındaki Dağlık Kara-, bağ sorununun barışçıl çözümü için çaba harcadı Ermenistan'ı ılımlı bir çizgiye çekmek için bu ülkeye 100 bin ton buğday gönderdi ve belirli geçiş kolaylıkları sağladı Ama Azerbaycan'ın itirazı karşısında Ermenistan'a elektrik satma kararını erteledi Hükümetin bölgedeki çabalarının iki ana ekseni vardı Birincisi Türk cumhuriyetleriyle sağlam bağlar oluşturmak, ikincisiyse Kafkasya ve Balkanlar'ı kapsamak üzere Karadeniz havzasında bir işbirliği mekanizması kurmaktı Bölgesel işbirliği planının batı kanadını oluşturan Karadeniz Ekonomik İşbirliği'nin (KİE) temeli İstanbul'da Haziran 1992'de yapılan zirve toplantısında atıldı Toplantıya Türkiye'den başka Arnavutluk, Azerbaycan, Bulgaristan, Ermenistan, Gürcistan, Moldova, Romanya, Rusya, Ukrayna ve Yunanistan katıldı

Eski Yugoslav cumhuriyetlerinin tümünün bağımsızlığını tanıyan Türkiye, Sırplar'ın Bosna-Hersek'e karşı başlattığı kanlı savaşı sona erdirmek için uluslararası kuruluşları, müttefiklerini ve temasta olduğu bütün devletleri seferber etmeye çalıştı Ayrıca İstanbul'da Yunanistan ve Sırbistan'ın katılmadığı bir Bakan konferansı düzenledi Ama havadan askeri müdahalede bulunulması ve Bosna-Hersek'e karşı silah ambargosu uygulanmaması konusundaki önerilerini benimsetemedi

Kıbrıs sorunun çözümü için BM Güvenlik Konseyi'nin Nisan 1992'de onayladığı 750 sayılı karar çerçevesinde Denktaş ve Vasiliu New York'ta bir araya geldiler Türk hükümetince de desteklenen bu görüşmelerden bir sonuç alınamadı Haziran 1993'e gelindiğinde Kıbrıs sorunu hâlâ çözüm yoluna girmiş olmaktan uzaktı
Kasım 1992'de Brüksel'de toplanan Türkiye -Avrupa Topluluğu (AT) Ortaklık Konseyi'nde belirli ilerlemeler sağlandı Türkiye 1995'in sonunda AT ile gümrük birliğini gerçekleştirme kararını yineledi Ayrıca AT'nin savunma kanadını oluşturması düşünülen Batı Avrupa Birliği'nin (BAB) ortak üyesi oldu Öte yandan ABD başkanlığına seçilen Bili Clinton'ın yönetimi ele alması beklenirken, BM müdahalesi çerçevesinde Somali'ye asker gönderildi Mart 1993'te Türk generali Çevik Bir Somali'deki askeri yardım operasyonunu yürüten birliklerin komutanı olarak Amerikalı generalden görevi devraldı
Mart 1992'deki Nevruz eylemleri sırasında Güneydoğu Anadolu'da göstericilerle güvenlik kuvvetleri arasında çıkan çatışmalarda 34 sivil, iki polis ve bir jandarma öldü Bu gelişme üzerine SHP listelerinden milletvekili seçilmiş olan eski HEP'lilerin büyük bölümü partilerine döndüler Kürt sorununun barışçı ve siyasal çözümü için mücadele ettiğini söyleyen HEP hakkında daha sonra kapatma istemiyle dava açıldı

12 Eylül rejiminin partileri kapatma kararını yürürlükten kaldıran yeni yasa SHP'de ikinci bir bölünmeye yol açtı Eski Cumhuriyet Halk Partisi'nin (CHP) Eylül 1992'de toplanan delegeleri CHP'nin devamına karar verdiler Genel başkanlığa Deniz Baykal seçildi Baykal ve arkadaşları SHP'den ayrılarak TBMM'nde 21 üyeli CHP grubunu oluşturdular
Olağanüstü halin uygulandığı Güneydoğu'daki çatışmalar 1992 boyunca sürdü Kürtler'in varlığını tanıyan koalisyon hükümeti yeni yasal düzenlemelerle sorunu siyasal düzeyde çözmeyi başaramadı Nevruz olaylarından sonra en büyük çatışma 18 Ağustos'ta Şırnak'ta meydana geldi Hükümet binalarına açılan ateşe güvenlik güçleri cevap verince kent büyük hasara uğradı Halk kent dışına göç etti Demi-rel 24 Ağustos'ta yaptığı açıklamada hükümetin ilk dokuz ayında ülkede 4050 terör olayı gerçekleştiğini, 375 güvenlik görevlisi, 452 sivil ve 644 teröristin öldüğünü belirtti

Kuzey Irak'ta kurulmuş olan Kürt özerk yönetimi Ekim 1992'de sınırdaki PKK kamplarını denetim altına almaya yönelik bir harekât başlattı Ardından Türk silahlı kuvvetlerinin giriştiği geniş çaplı sınır ötesi harekât sırasında büyük kayba uğrayan PKK, güçlerini güneye çekerek Kürt yönetimiyle anlaşmaya vardı Böylece Irak sınırında güvenliği sağlama amacına büyük ölçüde ulaşıldı Öte yandan diplomatik girişimlerle gerek Suriye topraklarında, gerekse Suriye denetimindeki Lübnan topraklarında PKK'ya sağlanan kolaylıklar kısıtlandı
Güneydoğu'daki terör ortamı 1992'de "Hizbullah" denen dinci örgütçe girişilen eylemlerin ve "faili meçhul" cinayetlerin tırmanmasıyla yeni bir boyut kazandı Kürt milliyetçisi olarak tanınan bazı solcuların, bu arada yerel gazetecilerin öldürüldüğü olaylar aydınlanamadı Bu arada ideolojik terör olayları da sürdü Aralarında emekli subayların, üst düzey emniyet görevlilerinin de bulunduğu birçok kişi siyasal cinayetlere hedef oldu Buna karşılık pek çok örgüt evi basıldı, sol militanlar öldürüldü 24 Ocak 1993'te Cumhuriyet gazetesi köşe yazan Uğur Mumcu bombalı bir suikast sonucunda Ankara'daki evinin önünde parçalanarak öldü Olayı İslamcı bir örgüt üstlendi; suikastın İran bağlantısı olduğu ileri sürüldü Büyük bir katılımla düzenlenen cenaze töreni laiklik yanlısı bir kitle gösterisine dönüştü

Kasım 1992'de Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu'nda (CMUK) değişiklikler yapan bir tasan TBMM'den geçti Böylece sanıkların yargıç önüne çıkarılmadan 24 saatten fazla gözaltında tutulmaması ve sorguları sırasında avukatlarının bulunması ilkesi benimsendi Ama devlet güvenliğine karşı, olağanüstü hal bölgesinde ve toplu olarak işlenen suçlardan sanık olanlar için ayrı koşullar getirildi
Mart 1993'te gerginlik içinde beklenen Nevruz'dan önce PKK lideri Abdullah Öcalan basın aracılığıyla, ateşkes istediğini ve sorunun artık siyasal yollardan çözülmesi gerektiği masajını iletti Hükümet görüşme masasına oturmayacağını açıkça belirtmekle birlikte, mesajı temkinli bir yaklaşımla değerlendirildi Üst düzey yetkililerin katıldığı bir zirve toplantısında yatırımların hızlandmlması, olağanüstü halin kaldırılması ve pişmanlık duyan militanlarla ilgili yasanın genişletilmesi gibi bir dizi önlem ele alındı Daha sonra PKK'nın ateşkesi süresiz uzatmasıyla ortaya çıkan barışçı çözüm umudu 24 Mayıs'ta PKK militanlarının düzenlediği bir saldırı ve bunu izleyen geniş çaplı operasyonlarla sarsıldı

Türkiye'nin 1980 sonrasında yaşadığı değişikliklere damgasını vuran Cumhurbaşkanı
Turgut Özal 17 Nisan'da geçirdiği bir kalp krizi sonucunda öldü Bu beklenmedik gelişme siyasal yaşamda yeni dengelerin oluşmasını zorunlu kılan bir dönemi açtı Özal Ankara ve İstanbul'daki kitlesel cenaze törenlerinden sonra İstanbul'da, eski başbakanlardan Adnan Menderes'in bulunduğu anıtmezarın yakınında toprağa verildi
Özal'dan boşalan cumhurbaşkanlığı makamı için en güçlü aday olarak hemen gündeme gelen Başbakan Süleyman Demirel, koalisyon ortağı SHP'nin desteğiyle 16 Mayıs'taki dördüncü turda 244 oy alarak dokuzuncu cumhurbaşkanı seçildi DYP'nin 13 Haziran'daki olağanüstü kongresinde genel başkanlığa seçilen Tansu Çiller yeni başbakan oldu

__________________
Arkadaşlar, efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz En doğru, en hakiki tarikat, medeniyet tarikatıdır
Alıntı Yaparak Cevapla
 
Üye olmanıza kesinlikle gerek yok !

Konuya yorum yazmak için sadece buraya tıklayınız.

Bu sitede 1 günde 10.000 kişiye sesinizi duyurma fırsatınız var.

IP adresleri kayıt altında tutulmaktadır. Aşağılama, hakaret, küfür vb. kötü içerikli mesaj yazan şahıslar IP adreslerinden tespit edilerek haklarında suç duyurusunda bulunulabilir.

« Önceki Konu   |   Sonraki Konu »


forumsinsi.com
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
ForumSinsi.com hakkında yapılacak tüm şikayetlerde ilgili adresimizle iletişime geçilmesi halinde kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde gereken işlemler yapılacaktır. İletişime geçmek için buraya tıklayınız.