Geri Git   ForumSinsi - 2006 Yılından Beri > Genel Kültür & Serbest Forum > ForumSinsi Ansiklopedisi

Yeni Konu Gönder Yanıtla
 
Konu Araçları
mimarlık, osmanlîda

Osmanlî'da Mimarlık

Eski 04-22-2009   #1
KRDNZ
Varsayılan

Osmanlî'da Mimarlık



Selçuklu mimarlığının Orta Asya – Horasan mimarlığı ile İran mimarlığının bir sentezi olduğunu, Anadolu’ya geçişten sonra İran ağırlıklı üslûbun devam etmesi yanında erken Bizans ve Ermeni mimarlıklarından yeni bir Türk sentezi yaratıldığını ifade etmeye çalışmıştım Osmanlı mimarlığı ise, Türk kültürünün Bizans etkili yeni bir sentezi olarak karşımıza çıkıyor İslâm mimarlık sanatının ‘yüz akı’ olan Osmanlı – Türk mimarlığı, sadece bizlere değil, dünya kültürüne İslâm’ın en büyük ve en önemli eserlerini kazandıran bir mimarlık mirası bırakmıştır

Osmanlı mimarlığını tarihçilerden farklı olarak, ama yine de tarihi gelişimler paralelinde oluşan mimarlık sanatı açısından dönemlere ayırarak incelemekte yarar vardır:

1/ Erken Osmanlı mimarlığı dönemi (1300-1453) Anadolu beylikleri dönemi mimarlığının devamında Bizans eserleri ile direk temas Avrupa kıtasına geçişten sonra olgunlaşmaya başlayan Türk – Bizans sentezi

2/ Klâsik Osmanlı mimarlığı dönemi (1453-1720) İstanbul’un fethi ile başlayan Türk kültür ve mimarlık sanatının doruğa ulaştığı dönem

3/ Batı etkili Osmanlı mimarlığı dönemi (1720-1890) Batı mimarlık üslûplarının, klâsik Türk mimarlığına uyarlanışı Tanzimat’tan sonra, Avrupa mimarlık üslûplarının taklit edilmesi

4/ Ulusal Osmanlı mimarlığı dönemi (1890-1930) Klâsik Osmanlı – Türk mimarlığına dönüş ve yeni bir yorum



ERKEN OSMANLI MİMARLIĞI DÖNEMİ (1300-1453)
Oğuzların Kayı boyundan Türkler, Süleyman Şah’ın (…-1231) dört oğlundan biri olan Ertuğrul Bey’in (1231-1281) yönetiminde Horasan’dan Anadolu’ya yöneldiler Selçuklu Sultanı Alaeddin Keykubat (1218-1236), gelen boyu evvelâ Ankara dolaylarındaki Karacadağ’a, sonra da yeteneklerini görerek ‘uç beyi’ olarak Bizans sınırına, Söğüt’e yerleştirdi (Bu stratejik mevki, Osmanlı’nın tarih sahnesinde yer almasını tetikleyecektir) Ertuğrul Bey’in ölümünden sonra aşirete hükmeden Osman Bey (Gazi) (1281-1326), çevre Bizans yerleşimlerine akınlar düzenleyerek İnegöl, Bilecik gibi Bizans yerleşimlerini ele geçirdi Anadolu Selçukluları bahsinde değindiğim gibi, Selçukluların otoritesini kaybetmesi ile diğer beylikler gibi Osman Bey de – İlhanlılara vergi vermek şartı ile- bağımsızlığını ilân etti (1299) Komşu Bizans tekfurları ile ekonomik ve siyasi ilişkiler kurdu Bursa’yı 1326’da fethetti ise de aynı yıl öldü Oğlu Orhan Bey (1326-1362), Bursa’yı başkent yaptı 1331’de İznik fethedildi (İznik’in Hıristiyan dünyasındaki önemli yerini hatırlarsak, bu fethin dînî ve siyasi coğrafyayı ne denli değiştiren bir fetih olduğunu takdir ederiz) İlhanlı Hanı Ebû Said Bahadır’ın 1335’te ölümü ile İlhanlı’nın Osmanlı üzerindeki baskısı kalktı ve Beylik tam bağımsız hâle geldi

Ertuğrul ve Osman Beylerden günümüze anıtsal mimarlık eserleri intikal etmemiştir Kuruluş mücadelesi verilen bu dönemde, bunu doğal karşılamak gerekir Beylik dönemi Osmanlı mimarlığı Orhan Bey’le başlar Orhan Bey tarafından fethedilen İznik kenti, Hıristiyanlık tarihinin önemli bir kenti olması yanında çini atölyeleri ile öne çıkan önemli bir sanat merkezi idi Bizans sanatı ve mimarlığı ile ilk direk temas, burada gerçekleşmiştir Osmanlı’nın ilk mimarlık eseri kabul edilen Hacı Özbek Camii, 1333’te, burada yapılmıştır Bu caminin mimarlık üslûbunun ilginç yanı, İslâm’ın ilk dönemlerinden başlayıp Anadolu Selçuklu camilerinde devam eden geleneksel ‘Ulu Cami’ tipinin burada uygulanmamış olmasıdır Cami, tek açıklıklı, tek kubbeli, merkezi sistemde inşa edilmiş olup ön cephesinde son cemaat yeri de bulunan bir yapıdır Ve de o dönem Osmanlı mimarlığı için bir istisnadır Çünkü 1400’lü yıllara kadar ‘Ulu Cami’ tipi devam edecektir Burada, evvelki bahislerde anlatmakla beraber ulu cami tipini hatırlatmakta yarar görüyorum: Ulu camiler geniş alana yayılan büyük yapılardır Geniş bir hacmi orta sütunsuz ve kemersiz, tek açıklık halinde geçmek, dönemin inşa tekniği açısından olanaksızdı (Gerçi Konstantinopolis’teki Aya Sofya, 537 yılında 315 metre çapındaki kubbe ile, bundan çok çok evvel Roma’daki Pantheon, 128 yılında 415 metre çapındaki kubbe ile açıklıkları orta desteksiz geçmişlerdi Ama biz bu gün nasıl ki nano teknolojisine yabancı isek, nasıl ki uzayı fethedemiyorsak, nasıl ki bir türlü çağdaş olamıyorsak, onlar da inşaat konularında geri idiler) Bu nedenle kapalı alanlar, 10 x 10 veya 15 x 15 metre gibi üstünü kapatabilme olanağı veren ölçülerdeki kare modüllerin yan yana getirilmesi ile oluşturulurdu Bu da iç mekânda, her bir karenin köşe noktalarına gelen taşıyıcı kolonlarla, bir sütun ormanı manzarası meydana getirirdi 10 – 15 metre açıklıkların ilk dönemlerde ahşap malzeme ile düz dam şeklinde kapatıldığını, İran’da daha geniş açıklıklara soğan kubbeler yapıldığını, Anadolu Selçuklularında konik veya piramidal külahların çokça kullanıldığını görmüştük Osmanlı, açıklıkları örtmede ilk önce konik ve piramidal külahları terk etti ve Bizans mimarlığına has yarım küre kubbe kullanımına geçti

Bursa Ulu Cami, bunun tipik örneğidir Caminin inşasına Orhan Bey döneminde, 1334’te başlanmış, 1399’da Bayezid I (Yıldırım) döneminde, yani 65 yılda bitirilebilmiştir Bu da, devlet hazinesinin henüz gereken zenginliğe kavuşamadığının bir göstergesi oluyor Caminin dış ebadı 68 x 56 metre kadardır Cami, Kıbleye bakan yönde (x aksında) 5, diğer yönde (y aksında) 4 modülden, yani 5 x 4 = 20 modülden oluşuyor Bu durumda iç hacimde 4 x 3 = 12 adet taşıyıcı sütun bulunuyor Modül açıklıkları, aşağı yukarı 135 x 135 metre kadar oluyor Modüller üzeri 20 adet yarım küresel kubbe ile örtülmüş bulunuyor Kubbelerin oturduğu kasnaklar üzerinde içeriye doğal ışık sağlayan pencereler var İç mekânda, orta aksta bir de havuz yer alıyor Dış cephedeki kemer ve pencerelerle cephe ritmine önem verilmiş Giriş cephesi iki yanında, cami kitlesi ile orantılı minareler var (Bu günün gerinin gerisi cami mimarlığımızdaki orantısız, alabildiğine uzatılmak istenen ve de bir fırtınada masaya dikine konmuş bir kurşunkalem gibi devriliveren minarelere dikkatinizi çekmek isterim)

Ulu cami tipi, Osmanlının birçok ilinde uygulama alanı bulmuştur Gelibolu’da Büyük Cami (1385), Bulgaristan Plovdiv’de (Filibe) Cuma Camii (1389), Edirne’de Eski Cami (1403-1414) de ‘Ulu Cami’ tipi camilerdir

Murad I (Hüdavendigâr) (1362-1389), Rumeli fethine girişti Edirne, Gümülcine, Filibe fethedildi Birçok Balkan ülkesi Osmanlı’ya tâbî oldu Sultan, 1375’te başkent Bursa’ya döndü Osmanlı’nın Avrupa kıtasına geçmesi ile Osmanlı mimarlık teknolojisi önünde yeni ufuklar açıldı Bu da, daha geniş açıklıkları örtebilme tekniği ile gelen merkezî kubbeye geçiştir İznik Yeşil Cami inşaatına 1379’da başlandı, 1393’te, Bayezid I (1389-1402) döneminde, 14 yılda bitirildi Mimarı Hacı bin Musa’dır Camide merkezî kubbe ve son cemaat yeri vardır Cami, ismini iç mekândaki yeşil çini kaplamalarından almıştır

Bursa Yeşil Cami, Çelebi Sultan Mehmed (1413-1421) döneminde yapılmıştır Mimarı Hacı İvaz Paşa’dır (Demek ki mimardan da paşa olabiliyormuş) (Osmanlı tarihçileri 1402-1413 yılları arasındaki 11 yılı ‘Fetret Devri’ diye adlandırırlar ve sultan ismi vermezler Bilindiği gibi Bayezid, 1402 Ankara savaşında Timur’a yenildi Yıldırım’ın öldüğü 1403’ten sonra 4 oğlu ayrı ayrı yerlerde hükümranlıklarını ilân etmişlerdi Yani 4 ayrı yerde 4 ayrı Osmanlı Sultanı vardı Bu da Büyük Selçuklulardan gelen eski bir Türk töresine uygundu Çelebi Mehmed, 10 yıl sonra kardeşlerini bertaraf etti ve tek sultan oldu Tarihçiler Süleyman, İsa, Musa Çelebileri neden sultan saymazlar, bilemiyorum) Konumuzun dışına çıktım ama söylemeden duramadım; neyse, biz konumuza dönelim: Cami, ismini İznik’teki Yeşil Cami gibi iç mekân duvarlarındaki koyu yeşil çinilerden ve zengin süslemelerden alıyor Yan yana iki merkezî kubbesi ve son cemaat yeri vardır Burada bir noktaya dikkatinizi çekmek isterim Kilise mimarlığında ana nef, mihraba yönelik dikdörtgen planlıdır Sağ ve solunda yan nefler bulunur İslâm ibadetinde ise saf halinde namaz kılınır Bu da kıble yönüne bakan yatık dikdörtgen salon formunu gerektirir Yan yana inşa edilen çift kubbe ile yatık dikdörtgen salon sağlanmış oluyor Demek ki Osmanlı mimarlığı, Bizans’ın kilise formunu taklit etmemiş, ancak onlardan geniş çaplı kubbe inşaatı teknolojisini almıştır Acaba büyük çaplı kubbe inşaatının sırrı ne idi? Bizans’la tanışmadan evvel biz büyük çaplı kubbe inşaatında başarılı olamıyorduk Yaptığımız geniş çaplı kubbeler yıkılıyordu Mimarlarımız, ustalarımız bu sırrı öğrenmek için bir büyük Bizans kubbesini yıktılar Ne gördüler biliyor musunuz? Kubbenin oturduğu dairesel kasnağın içinde kalın döğme demirden çember vardı Bu çember, kubbeden gelen kuvvetler bileşkesinin ayrıldığı yatay ve düşey vektörlerden yatay vektördeki kuvveti karşılıyor, ona mukavemet ediyordu Bu gün bir orta öğretim öğrencisinin bile bildiği, basit bir matematik bilgisi

Bursa Yeşil Türbe (1421), asil ve uhrevî mimarlığı ile Selçuk kümbetlerinden çok ayrı bir değere sahiptir Aslında mimarlık kurgusu Selçuklu’nun devamı mahiyetindedir Bunda da Selçuklu kümbetlerinde olduğu gibi sandukaların bulunduğu zemin kat ve naaşın defnedildiği bodrum kat (mumyalık) vardır Bu türbe de Selçuklu’da olduğu gibi 8’gen planlıdır Fakat dış cephenin efesi Selçuklu kümbetlerinden çok farklı ve huşû vericidir Tabii, çatı örtüsü de artık Osmanlı olmuş yarım küre formlu kubbedir Bu türbede iç cepheler olduğu gibi dış cephe de kısmen yeşil (türkuaz) çinilerle kaplıdır Velhasıl bir sanat harikasıdır

Yeni başkent Edirne’de Üç Şerefeli Cami, 1437-1447 yılları arasında yapılmış, Murad II (1421-1481) dönemi eseridir Bu cami Osmanlı mimarlığında büyük bir aşamadır Yatık dikdörtgen formlu (60 x 24 metre) iç mekân, önüne ilâve edilen revaklı şadırvan avlusu ile kareye tamamlanmaktadır Şadırvan avlusu ve şadırvan büyük bir aşamadır ve Osmanlı’nın en eski örneğidir Daha büyük aşama kubbe örtüsü ile başarılmıştır Ortada çapı 24 metreyi bulan, kilit taşı altında 28,5 metreye erişen büyük bir küresel kubbe vardır Kubbeyi 4 adet fil ayakları taşımaktadır Hacmin sağ ve solunda ikişer küçük kubbe daha vardır İç mekâna, yine saf halinde kılınan namaza en uygun gelen şekil verilmiş olmaktadır Dört bir yanı revakla çevrili şadırvan avlusunun dört köşesinde 4 adet minare yer almaktadır Yine ilk defa bu camide minare sayısı 4’e çıkmıştır Minarelerin ikisi baklavalı ve çubuklu, biri burmalı, dördüncüsü zikzak çizgili motifler halindedir Bu dördüncü minarenin her üç şerefesine üç ayrı merdivenle çıkılır Halkta bir kanaat vardır: Üç ayrı merdivenle üç ayrı şerefeye çıkışın sadece Mimar Sinan tarafından Selimiye Camii’nde gerçekleştirildiği söylenir Hayır, böylesine geometrik bir marifeti sergileyen ilk minare bu minaredir 68 metreye yaklaşan minare, Selimiye den sonraki en yüksek Osmanlı minaresidir (Şimdiki orantısız yükselen çirkin minareleri saymıyorum) İnşaatta sadece kesme taş kullanılması da bir ilktir Özetle büyük çaplı kubbesi, sivri kemerler ve pencereler, mukarnaslı başlıklar gibi elemanları ile ve de 4 adet minaresi, son cemaat yeri ve revaklı şadırvan avlusu gibi kompozisyonları ile klâsik Osmanlı mimarlığını hazırlayan bir camidir Bu nedenle Türk mimarlık tarihinde çok önemli bir yeri vardır



KLÂSİK OSMANLI MİMARLIĞI DÖNEMİ (1453-1720)
1453 yılı, Türk tarihinin olduğu kadar Dünya tarihinin de önemli bir dönüm noktasıdır Fatih Sultan Mehmed (1451-1481) Konstantinopolis’i fethetmekle Doğu Roma İmparatorluğu’nun da vârisi oldu Bizans’ın yasalarına, müziğine, mimarlığına değer verdi; hatta benimsedi Bizans’ın ‘hilâl’ simgesini bayrağına koydu (Dikkat ederseniz hiçbir Arap ülkesinin bayrağında hilâl yoktur Tunus ve Pakistan bizi örnek alarak hilâli kullanmışlardır) ‘Sultan-ı İklim-i Rum’ unvanı ile anıldı Kültür ve sanat alanında da aydın bir kafaya sahipti Avrupa’dan Rönesans ustalarını davet etmiş, İslâm’da günah sayılan kendi portresini dahi yaptırmıştır Osmanlı kültür ve sanatının, mimarlığının gelişmesinde, temele ilk harcı Fatih koymuştur Osmanlı sanat ve mimarlığı, sadece bir yüzyıl içinde doruğa ulaşmış, her alanda olduğu gibi mimarlık alanında da ‘klâsik’i yakalamıştır Acaba mimarlık eserlerini ‘klâsik’ yapan etkenler nelerdir?

1/ Mülkî örgütlenme: Merkez, eyalet, vilâyet, sancak, kent yönetimleri ile yapıların sıkı kontrolu

2/ Mâlî kudret: Zengin hazine; Defterdara bağlı ‘Bina Emini’ ile inşaatın malzeme – işçilik sarf ve maliyetlerinin ayrıntılı tutanaklarla kaydı ve ‘Kubbealtı’na hesap verilmesi Tesislerin işletme ve idamesinin zengin vakıflar aracılığı ile sağlanması

3/ Kültür ve sanata verilen önem: Edebiyat, musiki, fen ve sosyal bilimler, mimarlık, hat, tezhip, ebru, minyatür gibi süsleme sanatlarına ve sanatçılarına gereken değerin verilmesi

4/ Sosyal kurumlara verilen önem: Halkın din, eğitim, sağlık, ticaret, sosyal yaşam işlevlerini karşılayacak tesislerin, mimarlık değeri olan kalıcı binalar şeklinde inşası ve halkın hizmetine sunulması

5/ Şehirciliğe ve alt yapıya verilen önem: Başat yapıların kentin tepe noktalarında inşası ile kent siluetinin zenginleştirilmesi Ana yollar ve içme suyu tesislerinin inşa ve bakımı Konut ve sivil mimarlık inşaatlarının ruhsata tâbî olması

6/ Kalifiye mimar ve ustaların yetiştirilmesi ile ehil mimar ve ustaların ‘Hassa Mimarlar Ocağı’na bağlanması Bu ocaklardaki ser mimar, mimar-ı sâni ve diğer mimarlar, suyolcu, ambarcı, kethüda gibi fen elemanlarının mimarlık - mühendislik projelerinde ve de inşaat safahatında görev alması İnşaatta görev alacak uygulama ustalarının yetiştirilmesi ve şantiye yönetimi Anıtsal yapılarda ‘ser mimaran-ı hassa’nın direk padişaha muhatap olması

Bu dönemin anıt eserlerinde ‘Selâtin Camileri’nin (Sultanların yaptırdığı camilerin) önemli yeri olmakla beraber sosyal ihtiyaçları karşılayan yapılar da aynı önem ve özen gösterilerek inşa edilmişlerdir Bu tesisler ayrı ayrı inşa edildikleri gibi büyük camilerle beraber ve aynı mimarlık manzumesi içinde de inşa edilebilmektedir Bu gibi dört başı mamur yapılar grubuna ‘Külliye’ (Bütünlük, topluluk) diyoruz Örneğin, Fatih Külliyesi, Süleymaniye Külliyesi gibi Külliyelerde cami başat eleman olmakta, çevresinde birbirleri ile ilintili olarak türbeler, sıbyan mektebi, kütüphane, medreseler, sebil, muvakkithane, imarethane, tabhane, hamam, dar-üş şifa, arasta gibi sosyal tesisler yer almaktadır

Klâsik dönem mimarlık eserlerini detaylı anlatmak, bu makalenin sınırlarını çok aşar Esasen ben burada mimarlık tarihi anlatmıyorum Mimarlık tarihine ‘Genel Bir Bakış’ atfediyorum ve ilkeler üzerinde duruyorum Meraklısı için bu konularda yerli ve yabancı, ciltlerce kitapta ve internette namütenahi bilgi, resim ve planlar vardır

Osmanlı klâsik camileri, bazı yarım aydınların söylediği gibi Aya Sofya’nın mimarlık üslûbunun devamı mıdır? Ayasofya bazilikası (537), şüphesiz ki Dünya mimarlık tarihinde büyük bir aşamadır Bu eserden bin yıl sonra gelen Osmanlı mimarlarının ondan etkilenmemesi olası değildi Özellikle strüktür açısından ondan çok şeyler öğrenmişlerdir Fakat mimarlık kurgusu olarak hiçbir cami Aya Sofya’nın devamı değildir Hıristiyanlıkla Müslümanlık arasında ne kadar fark varsa, Aya Sofya ile Osmanlı camileri arasında da o kadar fark vardır Aya Sofya’nın insanı havada uçuran rûhânî iç perspektifine karşın Osmanlı klâsik camileri daha realist, daha dünyevî efeye sahiptir İki din arasındaki görüş farklılıklarını bu iki mabette hissedersiniz

Kiliselerdeki ana hacimde, mihraba yönelik ve dikdörtgen planlı orta nef (sahın) ve iki yanında daha az yükseklikte yan nefler bulunur Orta ve yan nefler sütun dizileri ile ayrılır Ana mekân, orta neftir Yan neflerin, giriş-çıkış, mum adama, dini heykel ve resim galerisi, aziz naaşlarının zemine defni ve şapel gibi işlevleri vardır Aynı anlayış Aya Sofya’da iki yanındaki galerilerle sağlanmıştır Osmanlı camilerinde ise iç mekân tek hacim olarak algılanır Çünkü İslâm’da camide yapılacak tek işlev vardır O da bir imam önderliğinde ve saf halinde namaz kılmak, birlik ve beraberlik içinde, ama kendi başına Allah’a yönelmektir

Şimdi, klâsik camilerimizi Aya Sofya’dan farklı kılan ayrıntılara bakalım: Camilerimizde dış cephe duvarlarında fazla sayıda pencerelerle içeriye daha bol ışık sağlanmıştır Bu ne demektir? Kiliselerde loşluk ile sağlanmak istenen kutsal ruhânîlik, camilerde yerini bol ışıkla sağlanan doğal ortama bırakmıştır Pencereler, tam kemerli değil, İslâm geleneğine uygun olarak sivri kemerlidir Giriş kapıları ve mihrapta Selçuklu sanatından gelen geleneksel stalaktit alınlıklar, taşıyıcı ve iç revak sütunlarda stalaktitli, dış revak ve mahfil sütunlarında baklavalı Türk sütun başlıkları kullanılmıştır Yine iç mekânda abartılı dekorasyon yapılmaz, duvarlarda ve fil ayaklarında bitki veya geometrik desenli, âyet yazılı çini kaplamalar, alçı elvan (renkli cam) tepe pencereleri, kemer ve kubbelerde ‘kalem işi’ denen, sıva üzerine boyalı desenler yeterli dekoru sağlarlar Bizans mozaikleri ise hiçbir zaman kullanılmamıştır Ana kitleye son cemaat yeri ve revaklı şadırvan avlusu ve şadırvan gibi dini işlevi olan mekânlar ilave edilmiştir Dış kitle kompozisyonunda ana kitle + kubbe + minare ve şerefelerde birbirleri ile uyumlu orantılar gözetilmiştir Aya Sofya’nın etkileyici iç mekânına karşın dış kitlesi hantal bir görünüm arz eder Klâsik camilerimizde ise iç mekân kadar dış kitle kompozisyonuna da önem verilmiştir Ana kitle, zahirî bir kare piramit içinde kubbe ve yarım kubbelerin oluşturduğu bir uyumla zemine kadar iner Minarelerdeki alt şerefeler, ana kubbe seviyesinde kalarak kitlenin cephe dengesini sağlarlar (Usta bir ressamın renkler ve objelerle tuval üzerinde oluşturduğu denge gibi)

Aya Sofya ile benzerlikler, genellikle strüktür (taşıyıcı bünye) ile ilgili ayrıntılardadır Bunlar, küresel kubbe, kubbeyi destekleyen yarım kubbeler, fil ayakları ve pandantifler ve üzerlerindeki ağırlık kuleleridir (Pandantif, kubbe tabanı olan dairenin kare plana intibakını sağlayan dört köşedeki eğri üçgen formundaki yapı elemanıdır) Osmanlı cami strüktüründe, yüklerin bileşkelerle zemine iletilmesi, tam bir geometrik düzen içinde uygulanmış, statik sistem şemaları Aya Sofya’nın strüktür şemasını aşmıştır Camilerimiz, mimarlık değerleri yanında, aynı zamanda birer mühendislik anıtıdır

Osmanlı camilerindeki kubbe çaplarının, Aya Sofya ile karşılaştırılması halkımızca merak konusu olmuştur Kubbe çapları, Aya Sofya’da (532-537) (30,80+31,80)/2=31,30 m, Beyazıt Camii’nde (1500-1505) 16,80 m, Şehzade Camii’nde (1544-1548) 18,70 m, Süleymaniye Camii’nde (1550-1557) 26,20 m, Selimiye Camii’nde (1568-1575) 31,30 m kadardır Burada iki şey dikkatimizi çekiyor: Birincisi, erken Osmanlı döneminde uzun sürede tamamlanabilen camiler, klâsik dönemde 4 ilâ 7 senede bitirilebiliyor Bunda, yukarıda saydığımız etkenlerin büyük rolü var İkincisi, Aya Sofya’nın kubbe çapına ulaşmamız bin senemizi almış Kanımca bunun nedenini inşaat beceriksizliğinde değil, kullanılan malzemenin kalitesinde aramak gerekir diye düşünüyorum Bizans, mimarlık eserlerinin taşıyıcı bünye duvarlarında genellikle tuğla kullanmıştır Aya Sofya’nın strüktürü de tuğla ile oluşmuştur Keza diğer Bizans eserlerinde de tuğlanın taşıyıcı olarak kullanılmış olduğunu görüyoruz Bu tuğla malzeme, bin beş yüz yıldır taşıyıcı vasfını kaybetmemiştir Hâlbuki Osmanlı’nın imal ettiği tuğlalar ve horasan derz harçları, bu kaliteye ulaşamamıştır Bunu Osmanlı eserlerinin tuğla yapılarında gözlemliyoruz Her halde bu nedenle olsa gerek, Osmanlı mimarları, Sinan da dâhil, taşıyıcı bünye duvarlarını küfeki taşı ile inşa etmişlerdir Küfeki taşı, İstanbul’un Sur dışından itibaren Trakya’da bolca bulunan, kalsiyum karbonat esaslı, içinde deniz kabuklularına rastlanan, kolay işlenen, zamanla mukavemet kazanan, kirli beyaz rengi ile albenisi olan bir taştır Osmanlı eserleri, kalıcılığını bu taşa medyundur Ancak iş kubbe yapımına gelince tuğlaya ihtiyaç duyulmuş, o da yıllar yılı kubbe için gerekli olan mukavemeti verememiştir Klâsik Osmanlı mimarlarının çağdaşı olan Avrupalı mimarlar, Gotik dönemden beri, kubbe strüktürü araştırmalarında kubbeyi taş kaburgalarla çatarak aralarını tuğla ile doldurma teknikleri geliştirmişler, böylece geniş açıklıklar elde edebilmişlerdi Ne yazık ki, Fatih Sultan Mehmed’in batıya açık geniş fikirleri, torunlarınca benimsenmemiş, içimize kapanma dönemi başlamıştı Onun için de teknik gelişmelerden ve Rönesans’tan habersizdik Daha XVI Yüzyıl başında Bramante 42 metre kubbe çaplı Sen Piyer’i tasarlıyor, XVIYüzyıl ortasına gelmeden Mikelanj, bu çaptaki kubbeyi gerçekleştiriyordu Zamanımızda da Londra’da bir kilometre çapında kubbe yapıldı Bizim mühendisliğimiz de bunu başarabilir ama o kalitede çelik ve plastik malzememiz olmadığı için tek başımıza yapamayız Demek ki değişen bir şey yok Neyse, biz burada kubbe yarışına girecek değiliz Kubbe çapları, büyüklük – küçüklük hiçbir zaman mimarlık değerine miyar olamaz Konuyu burada kapatalım

Bildiğimiz kadarı ile İstanbul’un en eski camii Mahmut Paşa Camii’dir (1463) Ortada iki ana kubbe, yanlarında üçer küçük kubbe ile erken dönem Osmanlı mimarlığının devamı mahiyetinde bir camidir

Fatih Sultan Mehmed’in mimar Atik Sinan’a yaptırdığı Fatih Camii ise bu günkü cami değildir Cami ilk depremde yıkılmış; zaten mimar da başarısızlığını başı ile ödemişti Fatih, Beyazıt meydanında, bu günkü üniversitenin yerinde bulunan Bizans Senatosu yerine bir yıl içinde 1454’te bir saray yaptırmış ise de (Eski Saray) Kanuni döneminde yanmıştır

Bu gün Kapalıçarşı bünyesinde kalmış bulunan Sandal Bedesteni de Fatih’in Osmanlı sivil mimarlığına bir armağanıdır Topkapı Sarayı külliyesinin ilk eseri, Fatih’in yaptırdığı Çinili Köşk (1472) olsa gerektir Bu köşkte, Bursa ve Edirne mimarlık geleneklerinin devam ettiğini görüyoruz Köşk, merkezi kubbeli ve iki yanı eyvanlı, köşelerde dört odası bulunan planı ve de çini kaplamaları ile Türk mimarlık sanatının tipik ve güzel bir örneğidir

İstanbul, Beyazıt Meydanı’ndaki Bayezid II Camii (1500-1505), strüktür yapısı ile Aya Sofya’yı andırır ise de yukarıda açıklamaya çalıştığım nedenlerle, tipik Osmanlı üslûbu bir eserdir Kare planı, merkezi kubbesi, ön ve arkasındaki yarım kubbeleri, sağ ve solundaki sahınları ile Aya Sofya plan şeması ile aynı olmakla beraber, iç hacmindeki tek mekân anlayışı ve de mimarlık elemanlarındaki ayrıntıları ile Osmanlı’nın ilk klâsik dönem camii sayılır Cami ile bütünleşen revaklı şadırvan avlusu ve iki minaresi vardır Mihrap arkasındaki bahçede Sultan II Bayezid’in türbesi, meydana bakan yöndeki medresesi ile ‘külliye’ anlayışını getiren ilk camidir Mimarlık tarihi kitaplarında caminin mimarının Hayrettin olarak geçmesine karşın, son yıllarda mimarın Yakup Şah olduğu anlaşılmıştır

__________________

Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imânı boğar,
'Medeniyyet!' dediğin tek dişi kalmış canavar?




Ey ŞaiR! Bana Yağmurdan bahsetme, yağdır
Alıntı Yaparak Cevapla

Mimar Sinan ve çağına genel bir bakış

Eski 04-22-2009   #2
KRDNZ
Varsayılan

Mimar Sinan ve çağına genel bir bakış



Geçtiğimiz günlerde Radikal Gazetesinde Mimar Sinan’la ilgili bir yazı dikkatimi çekti Onlar da Aksiyon Dergisinin 209 ‘uncu sayısından özetlemişler Traji – komik anekdotu aynen aşağıya alıyorum:
‘’ Yıl 1935 ‘tir Atatürk, Türk tarih kuramının temelini oluşturan ‘ Türk Kavminin Ana Hatları’ isimli kitabın ayakları yere basmayan bazı bölümlerinin yeniden hazırlanmasını emreder Osmanlı mimarisi bölümü, Sedat Hakkı Eldem’e havale edilir Atatürk’ün başkanlığında Dolmabahçe Sarayı’nda toplanan Türk Tarih Kurumu Heyeti huzurunda, Eldem’in Mimar Sinan’ın büyük bir dâhî olmakla beraber Osmanlı kültürü içerisinde eserlerini ortaya koyduğunu söylemesi TTK Asbaşkanı Prof Dr Afet İnan’ı rahatsız eder ( O sıralar Sokollu ve Mimar Sinan gibi kişilerin Rum ya da Ermeni olduğuna dair dedikodular epey yaygındır ) İnan, Mimar Sinan hakkında etraflı bir çalışmanın yapılmasını ister Etraflı çalışmadan kastedilen, ırk konusunda en güvenilir ölçü olduğu kabul edilen kafatasının ölçülmesidir 1 Ağustos 1935 ‘te Mimar Sinan’ın Süleymaniye’deki mezarı açılır Heyette yer alan Şevket Aziz Kansu, Sinan’ın kafatasının 89 – 90 ölçülerinde, yani Hiper – Brakisefal olduğunu rapor eder Çıkan sonuç memnuniyetle karşılanır Yani Mimar Sinan Ermeni veya Rum değildir, Türk’tür! Kafatası Antropoloji Müzesi’nde muhafaza edilmek üzere alıkonulur ve mezar kapatılır Peki Sinan’ın kafatası şimdi nerededir? Daha önce de belirtildiği gibi Antropoloji Müzesi’ne kaldırılmıştır Peki Antropoloji Müzesi nerededir? Böyle bir müze hiç olmamıştır ki…’’
Güler misin, ağlar mısın? Demek ki 1935’ lerin Türkiye’sinde, ulus-devlet olma çabalarımızı Sinan’a kadar götürmüşüz Gerçi şimdi de aynı kafa yapısında olanlar, az da olsa var ya, neyse… İşin garibi, konu ile ilgili profesör ve eski eserci mimar arkadaşlarımdan hiç biri ilettiğim olayı bilmiyor
DNA’ larımızın, bu topraklarda bizden evvel yaşayan insanlarla ve de bazı komşularımızla yüzde yüze yakın oranda benzerlik gösterdiği anlaşıldı ( Bu konuya evvelce ‘Güzel Türkçemiz’ yazımda Ağlasun olayını anlatarak değinmiştim) Kafatası şekil ve ölçülerinin ırkları belirlemede miyar olması da bu günün genetik bilimcileri için artık mizah konusu oluyor Zaten tüm insanların damarlarındaki kanlar, A, B, AB, Sıfır ile bunların pozitif ve negatif Rh’larından oluşmuyor mu? Ayrıca hiçbir asilin de kanı mavi değil… Günümüzde aklı başında hiçbir insan da anatomik farklılıkların peşinde değil
İnsanlar arasındaki farklar dinde, dilde ve kültürde… Onun için, Sinan Ermeni olsa, Rum olsa, ya da Türk olsa ne değişir ki? Önemli olan, Sinan’ın Osmanlı-Türk kültürü ile yoğrulup gelişmesi, bu toplumdan aldığını, yüksek yetenekleri ile yine bu topluma vermesi, İslâm’ın en görkemli camilerini yapmış bir Müslüman olması değil midir?
Sinan, doğumunda ve çocukluğunda ne olursa olsun, onu neccarlıktan Reis-i Mimaran-ı Dergâh-ı Âlî rütbesine yükselten, Ser Mimaran-ı Hassa yapan, Osmanlı-Türk kültürü olmuştur Devşirilmese idi, her halde Ağırnas’ta yapacağı binalarla beraber bu dünyadan göçüp gidecekti
Onun yapıtlarının değerini ve mimari dehasını bu günün dünyası da kabul ediyor Mimar Frank Lloyd Wright, bir yazısında mealen: ‘Yeryüzüne iki mimar gelmiştir Biri Osmanlı mimarı Sinan, öteki de ben’ demiş Bu söze megalomani deyip geçmeyin Mimar, sanatının yüceliğini anlatabilmek için kendisini Sinan’la eşdeğer kılmış Wright gibi dünya çapında bir mimarın – Batı mimarlık tarihinde adı geçen bunca mimarı ve bunca yapıtı anmadan – Sinan’ın yüceliğini görebilmiş ve kabul edebilmiş olması bizim için önemli bir tanıklıktır
Söz açılmışken Sinan’ı ve yaşadığı dönemi, dilimin döndüğü kadar anlatmaktan kendimi alamıyacağım
Sinan’ın yaşadığı XVI ‘ncı yüzyılda toplumların ayrı dünyaları vardı Toplumların birbirleri ile iletişimleri ve dolayısıyla kültür ve sanat alış-verişleri yok denecek kadar kısıtlı idi Bazı gezginlerin yazdığı seyahatnameler bu ilişkiyi kurmakta yeterli ve etkili değildi Çünkü kısıtlı sayıdaki yazma eserler halka ulaşmıyordu Avrupa’da matbaanın icadı ve yayılmasından sonra pek çok şey değişime uğradı Avrupa, bağnaz Ortaçağ karanlığından kurtulduktan sonra antik çağın edebî, felsefî ve mimari yapıtları ile iletişim kurarak rönesansı yarattı Yani yeniden doğuşu gerçekleştirdiler Osmanlı’ya ise matbaa gelmedi Gelmeme nedeni, söylenegeldiği gibi bağnazlık değil, talep yokluğu idi Sanki gelseydi kitap okuyacak halk mı vardı? Yazma eserler saraya ve çevresine yetiyordu Osmanlı’nın onlarla mimari ve kültürel iletişimi ancak savaşlardan ve fetihlerden sonra, yerli toplumla kurulan sıcak ilişkiler ve görülen yapıtlarla sınırlı kaldı Mimarlık sanatı da ayrı dünyalarda ve ayrı mecralar içinde yaşadı Gerek Osmanlı, gerekse Avrupa sanatları, kendi toplumlarının aynası olan stilleri yarattılar ve kendi yollarında geliştirdiler
Burada, Sinan’ı Koca Sinan yapan etkenleri, bunun yanında onunla çağdaş Rönesans mimarlarını incelemeden evvel, her iki toplumun XVI’ncı yüzyıldaki siyasal ve ekonomik güçlerini, din, kültür ve eğitim durumlarını, mimari anlayışlarını özet olarak hatırlamakta yarar olduğu kanısındayım Çünkü mimarları ve mimarlık yapıtlarını bu oluşumların ışığında inceler ve karşılaştırmalar yaparsak daha sağlıklı yanıtlara ulaşabiliriz


Osmanlı mimarisindeki gelişimlerXIV ‘üncü yüzyılın başında küçük bir beylik olan Osmanoğulları, 200 yıl gibi tarihsel açıdan çok kısa sayılacak zaman içinde büyük bir imparatorluk haline geldi Beyliğin, Selçuklu’dan miras aldığı Asya-Anadolu-İslâm etkili camiler, kervansaraylar, medreselerdeki yatay ve içe dönük kitleli, konik ve çokgen piramit örtülü yapılar, kısa zamanda Bursa’da özgün ‘Erken Osmanlı’ mimarisine dönüştü Örneğin, Bursa Ulu Cami’de geleneksel modüler plan tekrarlanıyor, ancak çatı küresel kubbelerle örtülüyordu İç mekân gibi dış mekâna da önem verilmeye başlanıyordu Bursa’dan sonra Avrupa topraklarına ayak basılması ile orta mekânı örten büyük ve küresel kubbe ile merkezi plana geçişin ilk adımları atıldı Edirne Üç Şerefeli Cami’de orta mekânda büyük merkezi kubbeyi, sağ ve sol yanlarda ikişer küçük kubbenin yer aldığını görüyoruz Bu camide, yine de İslâm’daki saf halinde namaz kılınmasını sağlayan geleneksel yatık dik dörtgen mekân devam ediyordu

İstanbul’un fethinden sonra yapılan, ancak depremde yıkılmış olan ilk Fatih Camisinde merkezi plan sistemi uygulandı Bu ve bundan sonra yapılan camilerde uygulanan merkezi plan sistemi ile dikdörtgen planlar, kare forma dönüşmüş oldu Bu form değişiminde Bizans mimarisinin etkisinden söz etmek hiç te ayıp değil Çünkü, mimarlık sanatı, ezelden beri etkileşimlerle gelişmiştir ( Kare formlu merkezi planın Hristiyan dünyasındaki yerine Avrupa mimarlığı bahsinde değineceğim) XVI ‘ncı yüzyıla gelince, II ‘nci Bayezid döneminde mimar Yakub Şah’ın inşa ettiği Bayezid Camisinde, erken Osmanlı’dan tam kopamamasına karşın, merkezi planlı, plan anlayışı, kubbe sistemleri ve strüktür açısından Ayasofya’dan çok şeyler öğrenmiş bir yapı ile karşılaşıyoruz

Kapalıçarşı’nın iki büyük bedesteninden Sandal Bedesteni’nin Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırıldığını biliyoruz İç Bedesten’in ise, kapısındaki kartal motifi dolayısıyla Bizans yapısı, veya mimari karakteri itibari ile Fatih devri mimarisi olduğu konusunda çeşitli kaynaklar arasında çelişkiler var XVI ‘ncı yüzyılda her iki bedestenin araları dolarak Kapalıçarşı oluşuyor

Fetihten sonra yapılan ilk saray, Bizans İmparatorluk Sarayı’nın da bulunduğu Beyazıt ‘Eski Saray’dır Fatih, Bizans’tan harap bir İstanbul devraldı Onun için de harap imparator sarayında oturmayıp sarayı yeniden yaptırttı Fetihten 20 yıl sonra Sarayburnu’nda bulunan eski Bizans Akropolu mevkiinde, ‘Çinili Köşk’ ve sonradan iç hazine dairesine dönüşen saray ve sonradan kutsal emanetler dairesine dönüşen ‘Has Oda’ ile Topkapı Sarayı inşa edilmeye başlandı ( Burada bir anımı anlatayım: Topkapı Sarayı IV’üncü avludaki Mecidiye Köşkü’nün alt yapısını oluşturan ve bu gün Konyalı Restoran’ın işgal ettiği bir yapı vardır 1958-59 yıllarında merhum mimar Macit Kural’ın kontrol, benim şantiye şefi olduğum kazılar sonucunda, tuğla ve mavi çinili döşeme kaplaması bulunan bir iç salonu ortaya çıkarmıştık Macit Beyin Fatih devrine atfettiği ve halen lokantanın kullandığı bu iç salonun döşemesini son gördüğümde halı kaplamışlardı Tarihi döşemeyi muhafaza bâbında iyi de yapmışlar)

Topkapı Sarayı, Hünkâr’ın konutu ve her türlü gereksiniminin karşılandığı yer olmanın yanında devletin yönetim merkezidir Saray, has oda ve harem binaları, hamamları, sohbet-musiki-raks salonları ( Hünkâr Sofası ), fırın-mutfakları, ahırları, fil ve aslanhanesi yanında elçi kabul salonu ( Arz Odası ), vezirlerin toplantı salonu ( Kubbealtı ), kutsal emanetler ve hazine daireleri, devlet okulu ( Enderun ), iç oğlanlar, ak ve kara ağalar, baltacılar ve diğer hizmetkâr daireleri ile bir külliye oluşturur

Bu anlatımla imarın sadece İstanbul’da yapıldığına dair bir izlenim edinmeyiniz Burada sadece göz önündeki yapıtlardan örnek vererek Osmanlı mimarlığındaki gelişmeyi anlatmak istedim İmparatorluğun her bir yanında camiler, medreseler, hamamlar, imaretler, darüşşifalar, köprüler, su kemerleri,… yapılıyordu

Yüzyıla damgasını vuran mimar, hiç şüphesiz ki Sinan’dır Onun Osmanlı klâsiği olmuş İstanbul’da Şehzade Mehmed, Süleymaniye, Edirne’de Selimiye camileri yanında gerçekleştirdiği yüzlerce cami, mescit, türbe, saray, kervansaray, han, hamam, medrese, darüşşifa, imaret, köprü, su kemerleri,… yüzyılın ve de bu günün dünya çapında yapıtlarıdır

Bu yapıtların finansmanını sağlayan, büyük ve güçlü devlet hazinesi olmakla beraber, Osmanlı’daki ‘Vakıf’ müessesesinin de çok büyük payının olduğunu unutmamak gerekir

Bizlere hep sorulan bir soru vardır Osmanlı klâsik camileri, Ayasofya’nın mimari üslûbunun devamı mıdır? Bu soruya yanıtım hep ‘Hayır’ olmuştur Yukarıda da söylediğim gibi etkileşim doğaldır ve etkileşim olmazsa mimarlık ilerlemez Ayasofya’ya girdiğiniz zaman insanı havada uçuran rûhânî bir iç perspektifle sarsılırsınız Halbuki Osmanlı camilerinin iç perspektifi, akılcı ve dünyevî bir efeye sahiptir Yani Hristiyanlık ile İslâmın görüş farklarını iki ayrı mabette hissedersiniz Bunlar benim izlenimlerim; katılmayabilirsiniz

Konunun manevî yönü dışında, mimari öğeler açısından Bizans kiliseleri ve Osmanlı camileri arasındaki benzerlikleri ve farklılıkları belirtmek istiyorum

Benzerlikler:

-Merkezi plan kuruluşu,

-Merkezi orta mekâna göre daha alçak yan mekânlar ve galeriler,

-Ana kubbe formu,

-Ana kubbe iki yanında yarım kubbelerin kullanılması,

-Orta kubbe kasnağının tam kemerli pencereler ve payandalardan oluşması,

- Ana kubbeyi taşıyan kemer köşelerinde türk üçgenleri yerine kullanılan pandantifler,

-Pandantiflerin ağırlık kuleleri ile desteklenmesi,…


Farklılıklar:

-Dış mekânda son cemaat mahalleri ve revaklı şadırvan avlusu,

-İç mekânda orta ve yan mekânların tek hacim olarak algılanabilmesi,

-Daha fazla ve daha geniş dış pencerelerle içeriye bol ışık sağlanması,

-Sütunlarda, stalaktitli veya baklavalı sütun başlıkları kullanılması,

-Ana giriş kapılarında ve mihrapta Selçuk etkili stalaktitli taçlar,

-Dış pencerelerde İslâm etkili sivri kemerler,

-İç duvarlarda çini kaplamalar, hat eserleri, elvan pencereler, kubbelerde kalem işleri,

( Osmanlı Bizans’ın mozaik kaplamalarını hiç kullanmadı )

-Dış kitle kompozisyonunda ana kitle, kubbeler ve minarelerin birbirleri ile oranlarındaki

ustalık ( Ayasofya’daki hantal dış görünüm ile camilerimizdeki uyumu karşılaştırınız )

Bir şey daha söyleyeceğim Camiye dönüştürülen Ayasofya, Kariye,… gibi Bizans kiliselerindeki dinsel konulu mozaik kaplamalar tahrip edilmemiş, söktürülmemiş, sadece İslâm ilkeleri gereği olarak zayıf sıva ve badana ile kapatılmıştır Bu da bir uygarlık örneğidir

Camilerin genel yapı strüktüründe, yüklerin geometrik bileşkelerle zemine iletimi başarı ile uygulanmış, statik sistemler yalın çözümlerle Ayasofya’yı aşmıştır Sinan, bir çok depreme maruz kalmış Ayasofya’nın yüklerinin zemine iletilmesi amacı ile dış duvarlara kontrforlarla takviye yapmıştır Yine bir çok deprem atlatmış selatin camilerimizin ise bu tarz takviyelere gereksinimleri olmamıştır

Camilerimizde kubbe iç çaplarının Ayasofya ile karşılaştırılması, halkımızca merak edilegelmiştir Ayasofya ( 537 ) kubbesinin, Kuzey-Güney aksındaki çapı 3188 m, Doğu-Batı aksındaki çapı 3088 m dir Yani iki aks arasında bir metre kadar fark vardır Kubbe çapları, Bayezid Camisi ( 1505 )’nde 1678 m, Şehzade Camisi ( 1548 )’nde 1872 m, Süleymaniye Camisi ( 1557 )’nde 2620 m, Selimiye Camisi ( 1575 )’nde 3128 m dir Dikkat ederseniz kubbe çapları zaman içinde büyüyor İnşa tarihlerini bunu görebilmek için koydum Burada meraklısı için bir not düşeyim: Selçuk, geniş çaplı kubbe tutturamıyordu Osmanlı, bir Bizans kubbesini yıktı; yarı kürenin oturduğu dairede, kâgir kabuk örgüsünün içinde, yatay kuvvetleri karşılayan döğme demir kasnakla karşılaştı Kubbe çapları bu teknikle ve zaman içinde büyüdü

Osmanlı’nın yükseliş döneminde yoğunluk kazanan inşa ve imar işleri, mimarlığın örgütlenmesini gerektirmiş ve ‘Hassa Mimarlar Ocağı’ kurulmuştur Ocak, Sinan döneminde her şeyin ayrıntılı olarak programlandığı, imparatorluğun geniş sınırları içindeki yapı işlerinin yönetildiği bir makam durumuna geldi Ocakta başmimar ve mimarlar dışında ‘Bina Emini’, hazineye bağlı olarak tüm hesapları tutardı Meraklısına, Ömer Lütfü Barkan’ın 2 ciltlik ‘Süleymaniye Camii ve İmareti İnşaatı’ kitabını okumalarını öneririm Bu kitapta malzeme ve işçilik giderlerinin, malzeme ve usta isimlerinin tek tek kayıtlarının tutulduğunu göreceksiniz

Hiç şüphe yok ki böyle örgütler olmasa, sağlam mimari ilkelere dayalı, nitelikli malzeme ve işçilik gerektiren anıtsal yapıtlar geçekleşemezdi Bu nedenledir ki, Sinan’ın 400 kadar yapıtının her birinin başında bulunması gerekmiyordu





XVI’ncı yüzyıl Osmanlı ve Avrupa’sındaki genel durumXVI’ncı yüzyıl, Osmanlı İmparatorluğu’nun gücünün doruğunda olduğu bir çağ… Bu yüzyılda İmparatorluk, Kuzey Afrika’dan Ortadoğu ve Arap Yarımadası’na, Avrupa’da Viyana kapılarından Balkanlar’a, Küçükasya’dan Kafkaslar’a kadar uzanan topraklara sahipti Kara ordusunun asker, silâh ve destek gücü yanında, donanma da tüm Akdeniz’de hükmünü sürdürüyordu II’nci Bayezid, Yavuz Sultan Selim, Kanuni Sultan Süleyman, II’nci Selim, III’üncü Murad, bu yüzyılın padişahları… Mimar Sinan ( 1489 ? 1491 – 1588 ), işte böyle geniş topraklara, böyle muktedir padişahlara sahip bir imparatorluğun mimarbaşı idi

Avrupa’da V’inci Karl, Avusturya, Almanya, İtalya, Sicilya, Hollanda ve İspanya’yı içine alan, ‘Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu’nu kurmuştu Bu topraklar üzerinde, iç işlerinde özerk krallık ve dükalıklar vardı Fransa, aşağı yukarı bu günkü sınırları içinde idi Kanuni Sultan Süleyman ile II’nci Fransua çağdaştılar I’inci Elizabeth, İngiltere’nin siyaset, ticaret ve sanatta Avrupa’nın büyük güçlerinden biri olmasını gerçekleştiriyordu Rusya’da Korkunç İvan, ülkesini Doğu yönünde genişletiyor, henüz Osmanlı ile çatışmalara girmiyordu

Şimdi, Osmanlı ve Avrupa’nın siyasal ve ekonomik güçlerine bir göz atalım:

Osmanlı’da çağına göre ileri bir yönetim örgütlenmesi vardı Sadrazam, şeyhülislâm, vezirler, kazaskerler, beylerbeyleri, sancak beyleri, kadılar ve bunların alt dalları tüm sistemi çalıştırıyordu Fetihlerden elde edilen ganimetler, savaş tazminatları ve yıllık vergiler, hazineyi alabildiğine zenginleştiriyordu Fetihlerdeki amaç, sadece toprak kazanmak değil, oraların zenginliklerini Osmanlı’ya intikal ettirmekti Ayrıca timar ve zeamet sistemi, askerî güce olduğu kadar ekonomiye de büyük katkı sağlıyordu Akdeniz’deki hakimiyetle de önemli gelirler sağlanıyordu O dönemde Uzakdoğu’nun mal ve baharatı, denizlere ve kervan yollarına hakim olan Osmanlı’dan geçerek Avrupa’ya ulaşabiliyor ve çok pahalı satılıyordu Ancak Güney Afrika Ümit Burnu’nun dolaşılması ile yeni deniz yollarının keşfi, deniz ticaret yollarının Osmanlı denizleri dışındaki rotaya kaymasını, Uzakdoğu mallarının baçsız ve engelsiz Avrupa pazarlarına ulaşmasını sağladı Daha sonra, bu gibi olaylar ve Osmanlı fetihlerinin eski hızını kaybetmesi ile para kaynakları kurumaya başladı Yeni para kaynaklarının aranmaması, yeni oluşumlara ayak uydurulamaması, dolayısıyla hazinenin zaafa uğraması, duraklama döneminin başlangıcı oldu Sokollu’nun ‘Yelkenlerini atlastan, zincirlerini altından’ yapabileceği donanmamızın 1571 İnebahtı yenilgisi ile Akdeniz egemenliğimiz de hızla sona yaklaşıyordu

Avrupa ülkeleri ise üretken ülkelerdi Yel ve su değirmenleri ile tarım, demir ve kömür ocaklarının açılması ile izabe ve metalurji teknikleri geliştirildi Ticaret, özellikle İtalyan kentlerinde büyük oranda büyüdü Floransa, ticarette diğer kentlere göre daha üstün, ‘Florin’ Avrupa dolaşımındaki en sağlam para idi ( Bu günkü Dolar ve Euro gibi ) Kent devletlerinde zenginleşen ruhban sınıfı, tüccarlar ve bankerlerle burjuvazi doğdu Burjuvalar, edindikleri büyük servetle beraber, aristokratlar gibi kültür değerleri kazandılar ve toplumda söz sahibi oldular Birbirleri ile yarışırcasına sanat koruyuculuğuna soyundular Sanatçılara resim, heykel ve mimari yapıt siparişleri verdiler, şaheserlerin yaratılmasına vesile oldular Kazanılan etik değerlerle kentlilik, köylülüğün yanında önem kazandı

Deniz ticaretinde, gelişen tekneler ve denizcilik aletleri, Merkator’un haritalara projeksiyon sistemini getirmesi ile rota ve mevki tayinleri kolaylaştı Açık denizlere açılan gemiler ardı ardına coğrafi keşifler yapmaya başladılar Aslında bu gemiler bilimsel amaçlarla değil, ticarî amaçlarla finanse ediliyordu Amerika, Ümit Burnu, Macellan Boğazı keşiflerinin ardından gelişen deniz ticareti, Avrupa’da refahın büyük oranda artmasına neden oldu Portekiz; Brezilya, Gine, Angola, Mozambik’i, İspanya; Filipinler, Meksika, Arjantin ve bu günün diğer Güney Amerika ülkelerini ele geçirdi Buralarda tütün, mısır, kahve, çay, kakao plantasyonları kurdular Sadece plantasyonlarda 12 milyon zenci köle çalışıyordu Bu arada zenci köle ticareti de çok büyük kârlar sağlıyordu Hollanda, Afrika’daki sömürgelerinde ticari ve sınai şirketler kuruyor, anayurdunda bankacılık sistemini geliştiriyordu İngiltere, sömürgeleri ile ‘güneş batmayan ülke’ olmanın ilk adımlarını atıyordu

Osmanlı ile Avrupalı arasındaki ekonomik farklılığı bilmem anlatabildim mi? Biri dünyaya açılıyor, üretim ve ticaret yapıyor, diğeri baç topluyor

Biraz da din, kültür ve eğitimden bahsedelim:

Osmanlı İmparatorluğu, bünyesi içinde çeşitli dinleri, dilleri, halkları barındırıyordu Bu, zaten imparatorlukların tipik özelliğidir Resmî din Sünnî Müslümanlıktı Osmanlı Yavuz Sultan Selim’den beri Şiilikle savaşagelmişti Bu da Doğu sınırlarını İran etkisinden korumak ve güvenliğin sağlanması amacını taşıyordu Tarikatlar ise serbestçe tekke ve zaviyelerini kuruyorlar, kendilerine cemaat bulabiliyorlardı Fethedilen yerlerde Osmanlı’nın belli kurallara bağlılığı, özellikle sağlam ve yansız adalet anlayışı devlete saygınlık kazandırıyordu

Resmî dil Osmanlıca idi Osmanlıca, Türkçe gövde üzerine monte edilmiş Arapça ve Farsça kelimeler ve tamlamalardan oluşan bir dildi İradeler, fermanlar, fetvalar ve diğer resmi evrak Osmanlıca yazılır,’Divan Edebiyatı’ şiirlerini Osmanlıca dile getirir, saray ve ulema Osmanlıca konuşurdu

İran-Arap-Bizans etkili saray musikisi, zamanla Türk’leşmiş ve ‘alaturka’ adı ile üst düzey sınıfın müziği olmuştu Anadolu Türkmenleri ise arı Türkçe konuşuyor, ozanları Türkçe yazıyor, sazcıları Türkçe türküler söylüyor, abdalları ‘tasavvuf’u işliyordu

Fatih Sultan Mehmet, 1453’te Doğu Roma İmparatorluğu’nun varisi oldu ‘Sultan-ı İklim-i Rum’ onun sıfatlarından biri idi Onu sadece Constantinopolis fatihi olarak anmak haksızlık olur Tüm halklara eşit davranması yanında kültür ve sanatta da aydınlık bir kafaya sahipti ve de şairdi Bilindiği gibi Avrupa’dan rönesans ustalarını davet etmiş, İslâm’da günah sayılan kendi portresini dahi yaptırmıştır Fatih külliyesi içinde 8 adet medrese ( Medaris-i semaniye ) kurmuştur Ardından Beyazıt ve Süleymaniye medreseleri ve bu ‘sultani’ medreseler yanında özel vakıf medreseleri de açılmıştı Bu medreselerde tefsir, fıkıh, kelâm, hadis gibi şeriat eğitimi yanında tıp, matematik, fizik, coğrafya, astronomi,, felsefe, mantık bilimleri de öğretilirdi Ne yazıktır ki, II’nci Bayezid döneminde deneysel bilim, önemini kaybetti Kanuni döneminde ise Şeyhülislâm Ebussuud Efendi’nin fetvası ile medreselerde tıp hariç, diğer fen bilimlerine son verildi Bu olaya insanın inanası gelmiyor Ben de İsmet Birkan’ın ‘Kehribardan Pozitrona’ yazısından öğrendim Hz Muhammed’in ‘Beşikten mezara kadar bilimi talep et’ mealindeki hadisine karşın, sanki her şey ‘Kur’an-ı Kerim’de söylenip bitmiş, diğer kitaplara gerek kalmamıştı Zaten Sokollu’nun kurdurduğu rasathane de Şeyhülislâm Ahmet Şemsettin Efendi’nin fetvası ile 1580’de yıktırılmıştı Bunun için de İstanbul Ansiklopedisi’ne bakabilirsiniz Süleymaniye Külliyesi içinde kademeli dinsel eğitim veren 4 adet medrese yanında Tıp Medresesi de vardır Ancak Topkapı Sarayı arşivlerini inceleyen Prof Aptullah Kuran’dan öğrendiğimize göre, tıp medresesi müderrislerinin yevmiyesi 20 akça, din medresesi müderrislerinin yevmiyesi ise 60 akça imiş Bu da bize müsbet ve deneysel bilime verilen değeri açıkça gösteriyor

Top döküm tekniğini XV’inci yüzyılda Batıdan alan Osmanlı, yine XV’inci yüzyıl icadı matbaayı almaya gerek görmeyecek, kitap basımı 1726’ya kadar gerçekleşemeyecektir

Bir de Avrupa’ya bakalım:

Bilindiği gibi Osmanlı dışındaki Avrupa, tümü ile Hristiyan dinine bağlıdır Ortaçağda Avrupa’ya skolastik düşünce sistemi hakimdi Roma Kilisesi (Papalık) çok büyük bir güçtü Papa sadece din işlerinde değil, dünya işlerinde de tam yetkili idi Enkizisyon (dinsel mahkeme), halkın tepesinde ‘Demoklesin kılıcı’ gibi idi Yargılamada savunma hakkı verilmiyordu ve kararları kesindi Cezalar, işkence, kalebentlik, kürek, kazıklama ve yakılarak ölüm şeklinde idi Biliyorsunuz, İspanyol Musevileri ( Sefaradlar ), Osmanlı topraklarına iltica ederek selâmete kavuşmuşlardı Kiliselerde günahlar, para karşılığı affediliyor, para ile cennet bahçeleri satılıyordu Böylesine bir ortamda, Luther, 1517’de Roma Kilisesinin otoritesine karşı çıkıyor, Hristiyanların kiliseye değil, İncil’e, tek affedici olan Tanrı’ya aracısız olarak yönelmeleri gerektiğini söylüyordu Calvin de aynı fikirleri Fransa’da savunuyordu Halk, matbaalarda basılan ve kendi dillerine çevrilmiş İncil’i direkt okuyabiliyordu Böylece Katolik kiliselerden ayrı olarak Almanya ve Fransa’da Protestan, İngiltere’de Anglikan kiliseleri doğdu ( Ortodoks kiliseleri, Doğu Avrupa ve Orta Doğuda XI’inci yüzyıldan beri varlığını sürdürüyordu )

Matbaanın her yere yayılması ile Lâtinceye ve diğer ulusal dillere çevrilen Grekçe antik çağ kitaplarındaki pagan mitolojisi ve filozofların fikirleri, felsefeleri, toplum ve siyaset sistemleri, politik hitabeleri, tiyatro eserlerinin ( tragediaların ) okunması ve insani değerlerin tartışılması ‘hümanizm’ akımını doğurdu Dinsel doğmalara tartışmasız inanmaktansa aklın yönlendirdiği deneysel araştırmalar yapılıyor, Tanrı’nın kabulü yanında insan varlığının yüceliği ortaya çıkıyordu Floransa, Roma, Paris’te yeni üniversiteler açılıyor, Bologna, Oxford, Salamanca gibi kadim üniversiteler de kilise ve despotizme karşı çıkıyor, rönesansa ayak uyduruyorlardı Bütün bu okullarda ‘biçim’ den ‘öz’ e, ‘kabulcülük’ ten ‘akılcılık’ a geçiş sağlanıyordu

Leonardo, Rafael, Mikelanj, Durer, El Greko ve daha bir çok ressam, rönesansın ışığında resim sanatında şaheserler yaratıyorlardı Mimari şaheserlere ileride, mimarlık bahsinde değineceğim

Çok sesli müzik, kiliseden sonra, aristokrat ve burjuva saraylarında da egemen oluyor, geleceğin müzik dehalarına zemin hazırlıyordu

İşte, Avrupa böyle bir dünyada, Osmanlı ise bambaşka bir dünyada yaşıyordu




XVI ‘ncı yüzyıl Avrupa’sındaki mimari oluşumlarAvrupa, XI ‘inci yüzyılda romanesk, XII ‘nci yüzyılda gotik mimari stillerini yaşamıştı

XV ‘inci yüzyılda İtalya’da başlayan hümanizm hareketi, fikir, kültür ve sanatta rönesansı, yani yeniden doğuşu getirdi Bu harekete paralel olarak zengin sınıfta, burjuvalarda resim, heykel, mimarlık gibi görsel sanatlara talep başladı Kendilerine yaptırdıkları saraylar yanında kütüphane gibi, opera salonları gibi kamusal binalar da yaptırdılar Papalık ta güç gösterisi olarak muhteşem katedrallerin inşasına başladı

Hümanizm düşüncesi ve rönesans hareketinin, antik çağ fikir ve sanat değerleri üzerine kurduğu yeni değerler paralelinde, mimarlık sanatı da ‘rönesans mimarlığı’nı yarattı Rönesans mimarlığı, antik çağın dorik, ionik, korentien stillerindeki sistem, ölçü, ve oranları ile Avrupa mimarlık sanat ve kültür geçmişinin bağdaştırılması ve geliştirilmesi ile oluştu Böylece, mimarlık yapıtları rönesansın görkemini fiziksel açıdan yansıtmış oldular

M Ö 25 yılında yazılan, Romalı mimar Vitrivius’ un kitabı ‘De Architectura’, rönesans mimarlarının el kitabı oldu Kitap, 1486’da, 1511’de, 1521’de, 1547’de arka arkaya basıldı ve yayınlandı ( Bu tarihleri Osmanlı yayıncılığı, daha doğrusu yayınsızlığı ile karşılaştırasınız diye veriyorum ) 10 ciltlik eser, mimarlık-yapı-hidrolik-mekanik konularını, resimli olarak işliyordu ( Bu kitabın Türkiye’de yayın tarihi, 1991’dir Ama düşük sayıda basılmış kitabı her yerde bulamazsınız ) Vitrivius, kitabında mimarlığın felsefesini yapıyor, Platon ( M Ö 427-347 ) ‘un ‘Philebus’ kitabındaki düz ve dairesel formların üç boyuta uygulanma ilkelerini ve ana geometrik şekillerin güzelliği düşüncesini esas alıyor, katı cisimlerdeki ve ideal insandaki oranları geometrik olarak betimliyordu Leonardo da Vinci ( 1452-1519 ), bu ilhamla ideal orantıları içeren insan bedeni formunun daire ve kare içerisindeki geometrisini çizdi Zannedersem bu çizime, sanat tarihi ile ilgili olmayanlar da, son zamanlarda düzenlenen bazı etkinlikler için kullanılan afişlerde rastlamışlardır Bu çizimde daire, sınırsız yarıçapı ile gökyüzünü ( uzayı ), kare, dik açılı 4 köşesi ile geometri bilimini ve de mükemmeli, karenin üçüncü boyutu olan küp ise 6 yüzü ile 4 ana yönü ve 2 yüzü ile yeryüzü ve gökyüzünü; böylece de Tanrı’nın kusursuzluğunu ve mükemmeliyetini simgeliyor, daire ve kare içindeki insan bedeni de Tanrı’nın kusursuz yapıtı oluyordu Mimar Alberti, 1450’de yazdığı ‘De Re Aedificatoria’ ( Yapı Sanatı Üzerine ) adlı kitabında, mimaride daire ve kareden üretilen merkezi planın ve üzerindeki kubbenin, Tanrı’nın kusursuzluğunu ve Hristiyan inancını çağrıştıran dinsel simgeleri oluşturduğunu yazıyordu Kiliselerde kubbe çaplarının olabildiğince büyük, kubbe kasnaklarının olabildiğince yüksek tutulması, Hz İsa’nın sınırsız çaplı gök kubbeye yükselişini simgeliyordu İşte kiliselerdeki merkezi kare plan ve yüksek dairesel kubbe, bu ilkelere dayanıyor Bizler, ilk camilerde ve daha sonra ulu cami tiplerinde görülen, saf halinde kılınan namazlara olanak veren yatık dikdörtgen planlı formu terk etmiş ve bilmeden, araştırmadan merkezi kare planlı ve merkezi yüksek kubbeli Hristiyan-Bizans kilise formunu camilerimize uygulamış oluyoruz ( Bu uygulama, günümüzde de devam etmektedir Sadece, mimar Behruz Çinici’nin Ankara TBMM Camisinde ve Irak asıllı İngiliz mimar Zaha Hadid’in Strasbourg büyük camisi için yaptığı projede saf halinde namaz kılmayı ve imama yakın olmayı olanaklı kılan, yatık dikdörtgen form ile aslına dönüş vardır )

1527 yılında Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu askerleri, Roma’yı yağmaladı Harap olan Roma’yı eski görkemine kavuşturmak isteyen Papa, kentin imarına soyundu Bu meyanda, ‘Capitolium’ meydanının düzenlenmesi işi Michelangelo’ya verildi İmar hamlesi XVI ‘ncı yüzyıl sonuna kadar mimar Fontana ile devam etti

Evvelce, San Pietro ( Sen Piyer ) katedralinin proje ve inşaat işleri, Papa’nın emri ile 1504 yılında mimar Bramante’ye verilmişti Ismarlanan eser, Tanrı’nın yüceliği yanında Papalığın güçlü iktidarını da simgeleyecek büyüklükte olmalı idi Proje, Vitrivius’un ve Leonardo da Vinci’nin çizimlerinde yer alan ‘kutsal kare’yi ve merkezi plan sistemini esas aldı Plandaki kare form, dört köşede kısmen kapalı şapellere ayrılmış, orta kısım her iki aksta ‘Grek Haçı’ şeklinde düzenlenmişti Grek haçı, kolları birbirine eşit, artı işareti şeklindeki haçtır Haçın merkezinde, 42 metre çaplı kubbe bulunuyordu Zeminden kubbenin iç tepe noktasına kadar yükseklik, 132 metre idi Dört köşedeki şapeller, dış kitlede kule şeklinde yükseliyordu Martin Luther’in 1517 de başlattığı dinde reform hareketi Katolik dünyasını da etkiledi ve katedral inşaatı bir süre durakladı Bu arada Sangallo, ağır ağır işe devam etti 1547’de işin başına geçen Michelangelo ( Mikelanj ), dört köşedeki kuleleri kaldırdı, ana kubbeye başladı, ön cepheye yaptığı yeni ilâvelerle merkezi plandan kısmen ayrıldı 1600 yıllarında mimar Maderno, planı ‘Latin Haçı’ yaptı Yani iç mekândaki haç formunun bir kolunu uzatmış oldu Bina yaklaşımlarını sağlayan meydanlar ise barok dönemde mimar Bernini tarafından ve 1665 te tamamlanabildi

Ancak, Sen Piyer’i gezerken insanın başını döndüren, yapının mimari asaleti ve değeri değildir Buradaki zenginlik ve haşmet insanı büyüler Çok büyük tutulmuş ölçüler, muhteşem sunak ( mihrap ), mermer kaplamalar, heykeller, freskler, altın ve diğer kıymetli metallerden yapılmış pırıl pırıl objeler, muhteşem org ve müziği, Baba- Oğul- Kutsal Ruh üçlüsünü çağrıştıran resim ve heykeller, velhasıl bir hristiyanı etkileyecek ne varsa yapının içine konmuştur Ama mimarlıkta büyüklük-küçüklük önemli değildir Şatafat, frapanlık ise hiç önemli değildir Önemli olan yalınlık içinden orantıları doğru yapıyı ortaya çıkarmaktır Meydandan baktığınız zaman, cephesinin haşmetli, ancak mimari oranlarının hiç te güzel olmadığını fark edersiniz İlk projeden sonra ön cepheye ilave edilen kitle ise, meydandan baktığınızda, ana kubbenin bütün olarak görünümüne engel olmaktadır

Konuyu uzattığımın farkındayım Ama anlatmamın nedeni, çok para sarf ederek mimari güzelliğin değil, sadece ihtişamın yakalanabileceğini, çok fazla mimar değiştirerek mimari ana konseptten uzaklaşılabileceğini, inşaatın 160 yıllık süresi boyunca değişen mimari stillerin, mimari kargaşaya yol açtığını belirtebilmek içindir Buna karşın, Osmanlı camileri, tek mimarla ve tek mimari konseptle, 5-10 yılda bitirilerek asaleti ve klasiği yakalayabilmiştir

Biraz da yapı tekniği üzerinde duralım Ama öncelikle M S 118-128 yıllarında İmparator Hadrianus’un yaptırdığı Roma Panteonu’na bir bakalım Eski Yunancadaki Pan = Tüm ve Theos = Tanrı kelimelerinin bileşimi ile tüm tanrılara adanan pagan tapınak, 609 yılında takdis edilmiş ve hristiyanlaştırılmış ( ! ) Her ne ise… Panteon’un kubbesi, 4340 metre çapındadır Kubbe üstünde 910 metre çapında boşluk vardır Bu, o dönem için çok büyük bir inşaat başarısıdır ( Sen Piyer Bazilikasının ana kubbe çapının Panteon kadar, hatta onu geçmesi talebi de Papa’dan gelmiştir ) Panteon’un ana inşaat malzemesi, portland çimentosu ayarında doğal bir malzeme olan ‘puzolan’la yapılmış betondur Daha sonraki romanesk yapıları ve incecik kesitlerle göğe yükselen gotik katedrallerini hatırlarsak Avrupa yapı teknolojisinin nasıl görkemli bir geçmişten geldiğini anlarız Avrupa’lı mimarlar, bütün bu birikimler üzerine, araştırmaları ile yeni teknikler ürettiler Örneğin, kubbeler, geleneksel sistemde zeminden itibaren kurulan ahşap iskeleler ve ahşap kalıplar üzerine işlenir Bu, Bizans’ta da, Osmanlı’da da böyledir Rönesans mimarları, iskele ve kalıp kullanmadan çattıkları dairesel kaburgalarla ve aralarını örerek kubbe kabuğunu gerçekleştirdiler Akustik nedenlerle de çift cidarlı kubbeler yaptılar Kubbe çaplarının, bizim kubbe çaplarımızın çok çok üstünde olması dikkatinizi çekmiş olmalı

Yine Rönesans yapılarında, cephelerde kullanılan plastrlar, duvar kalınlıklarının incelmesini sağladı Plastrları oluşturan dairesel veya dikdörtgen kesitli kolonlar ile belirli oranlarda kullanılan konsollar, silmeler ve saçaklar cephelere karakter kazandırdı Döşemeler, duvarlar, tavanlar, kubbeler plastik ve görsel sanatlardaki ihtişamı sergiledi Heykel, rölief, fresk ve tablolar yapılara büyük değerler kazandırdı

Bu kadar ayrıntılı yapıların gerçekleştirilmesinde yapı ustalığının çok büyük etken olduğu şüphesizdir Yapılarda çalışan elemanlar, güç ve meşakkatli kademelerden geçerek ve yıllarını vererek ustalığa ulaşabiliyorlardı Osmanlı’daki ’Lonca’ örgütlenmesinin karşılığı olan ‘Operatif Masonlar’ denen yapı gurupları, yüzyılların oluşturduğu birikimlerle ince yapı sanatına vâkıf olmalarının yanı sıra, etik ve ahlâk açısından da mükemmel yetiştirilir, meslekî sırlarını avama söylemezlerdi





Koca SinanŞimdi gelelim Koca Sinan’a…

Sinan, 1489 veya 1491 Kayseri – Ağırnas doğumludur Ağırnas, o zamanlar bir Ermeni köyü idi Sinan, bu köyden devşirildi Sinan’ın asıl adını bilmiyoruz Sinan devşirildiği zaman, normal devşirilme yaşı olan 13-14 yaşlarından daha büyüktü Demek ki Sinan’da bir cevher gördüler ki yaşı büyük olmasına karşın devşirdiler Mustafa Sai’nin kaleme aldığı ‘Tezkiret-ül Ebniye’ kitabına göre baba adı Abdülmennan’dır Bu isim Tanrı’nın izni ile ihsan eden anlamındadır ki, o zamanlar, ihtida eden gayrimüslimlerin babalarına genelde konulan bir isimdi Burada kimsenin anlatmadığı şeyleri söylemenin ne anlamı var diye düşünebilirsiniz Ama, Hz Mevlânâ’nın dediği gibi, ‘Cancağızım, artık yeni şeyler söylemek lâzım’ Kanımca, bir Hristiyanın ihtida ederek Müslüman olması normaldir Ama, bir Müslümanın tanassur ederek Hristiyanlığa geçmesi geriye dönüştür, gericiliktir Her neyse…

Sinan, 1512’de, yani 20’li yaşlarda, Yavuz Sultan Selim döneminde devşirme olarak İstanbul’a getirildi Acemi Oğlanlar Ocağı’nda yeniçeri oldu Yavuz ve Kanuni dönemlerinde bir çok seferlere katıldı Son seferinde Prut nehri üzerine 13 günde kurduğu köprü ile dikkati çekti Zaten evvelki seferlerde de yol, köprü, kanal, kale gibi inşaat işlerinde istihkâmcı ve neccar olarak çalışmıştı Kendi ifadesi ile:

‘Olub yeniçeri çekdim cefayı

Piyade eyledim nice gazayı

Yolumla sanatımla hidmetimle

Dahî akrân içinde gayretimle

Çalıştım tâ tufûlliyet çağından

Yetişdim Hacı Bektaş ocağından’

Seferler sırasında gördüğü kentlerdeki kiliseler ve diğer binalar, mimari bilgi ve yeteneğine katkı yaptı ‘Reis-i Mimaran-ı Dergâh-ı Âlî’ rütbesine hak kazandı İlk önemli işi Kanuni’nin hasekisi Hürrem Sultan’ın yaptırdığı Haseki külliyesidir Külliye, cami, sıbyan mektebi, medrese, darüşşifa ve imaretten oluşuyordu Külliye bu günün Haseki Hastanesi’nin nüvesidir

1539’da ‘Ser Mimaran-ı Hassa’ olmasından sonra, 1544-48 yılları arasında yaptığı büyük yapıt, Şehzade Mehmed Camisi’dir Kanımca Sinan, bu yapıtına ‘çıraklık eserim’ demekle kendisine haksızlık etmiştir Çünkü yapıt, mimari ve statik kurgusundaki mükemmeliyetle, Ayasofya ile mukayese edilmeyecek ustalıkta bir yapıdır Dört fil ayağı üzerine oturan kemerler, üzerilerinde ana kubbe, dört bir yanda yarım kubbeler, silindirik ağırlık kuleleri, karenin dört köşesine oturmuş küçük kubbelerle çiçek gibi açmış rasyonel ( akılcı ) bir plan…
1550-57 arası gerçekleştirdiği ve kendisinin ‘kalfalık eserim’ dediği Süleymaniye Camisi ve Külliye, sıbyan mektebi, 7 din medresesi, tıp medresesi, darüzziyafe, tabhane, bimarhane, hamam, Sultan Süleyman ve Hürrem Sultan türbeleri ile külliyenin yanıbaşındaki kendi mütevazi mezarından oluşmaktadır İlk yazımda bahsettiğim sivri akıllıların, açtırıp kafatasını aldıkları mezar, işte bu mezardır Külliyenin kurulduğu tepenin meyilli olması nedeniyle, kitleler değişik kotlarda ve istinat duvarları arkasında oluşturulan düzlüklere yerleştirilmiştir Kot farkının verdiği olanaklarla alt kotlarda dükkanlar ve ahırlar yer almaktadır Cami, plan şeması olarak Ayasofya’yı andırır Yani, ana kubbenin ön ve arkasında birer yarım kubbe ile sağ ve sol yanlarda beşer küçük kubbeli örtü ve iç mekânda galeriler… Tarihçiler, Sinan’ın bu cami planının Ayasofya planına olan benzerliğini eleştirirler Kanımca Sinan, Süleymaniye Camisi ile Ayasofya’ya nazire yapmış Nitekim dış kitlenin Ayasofya’nın hantal görünümü ile hiç ilgisi yoktur Piramidal kitle, kubbe ve minareleri ile çok güzel oranlara sahiptir Sultan Süleyman, caminin açılış şerefini Sinan’a bahş ederek muhteşemliğini burada da göstermiş oluyor

Sinan, 1568-75 yılları arasında Edirne’de Selimiye Camisi’ni gerçekleştirdi Sinan’ın bu cami için ‘ustalık eserim’ demesinde yüzde yüz hakkı vardır Sinan, Şehzade ve Süleymaniye’den sonra, bu cami ile tartışmasız, iç mekân bütünlüğüne ulaşmıştır Evvelce belirttiğim gibi Bizans etkili yan mekânlar ve galerileri bu camide görmüyoruz Cami, tek mekânı ve kareye yakın yatık dikdörtgen planı ile ( 60 x 44 m ) tipik bir İslâm ibadethanesidir Kitle, kubbe ve minarelerin uyumu, ancak Sinan gibi bir dehanın yapabileceği bir ustalıktır Kendi ifadesi ile: ‘Kâfirlerin Ayasofya kubbesini övmelerine’ karşın, ‘Allahın izni ve Sultan Selim Han’ın gücü ile Ayasofya kubbesinden altı zir’â yüksek ve dört zir’â derin’ kubbe yaptı Dört minaresinden ön cephedeki iki minarenin üç şerefesine üç ayrı merdivenle çıkılmaktadır Ferah ve aydınlık iç mekân dinimize has sadelikte olup, çeşitli renk ve dokudaki taş örgüsü, pencere üstlerine kadar çıkan çiçek motifli İznik çinileri, mekânı çepeçevre dolaşan Fatiha Suresi çinileri, mermer ustalığını sergileyen minber ve mihrap, dekoru tamamlamaktadır

Sinan’ın önemli yapıtları bunlardan ibaret değil Daha, Mihrimah Sultan, Sinan Paşa, Molla Çelebi, Rüstem Paşa, Sokollu Mehmed Paşa, Zal Mahmut Paşa, Şemsi Paşa, Kılıç Ali Paşa,… gibi 84 camisi var Cami dışındaki yapıları ile toplam rakam 378’i buluyor Bu rakamları ‘Tezkiret-ül Ebniye’den öğreniyoruz

Burada camilerin mimari tariflerine detaylı olarak girmeye gerek görmedim Çünkü bu gibi tarifleri hemen hemen her yerde okuyabileceğiniz gibi, ne kadar tarif edilirse edilsin, tariflerin camileri bizzat yerinde görmenin yerini tutmayacağı da aşikârdır

Sinan’ı mimar diye tanırız Ama Sinan, ayni zamanda çok usta bir mühendistir Yaptığı yapılardaki statik kurgu, İstanbul’u bol suya kavuşturan Kırkçeşme projesi, Büyükçekmece Köprüsü ve diğer köprüler, bu savımı ispatlamaktadır Ancak o zaman mühendislik ve mimarlık kavramları arasında beraberlik olduğu için Sinan’a ‘Mimarbaşı’ denilmiştir ( Her mahallede, çeşmelerden gürül gürül ve bedava akan Kırkçeşme suları İstanbul’a gelmeden evvel, işçi yevmiyesi 6 akça, usta yevmiyesi 12 akça iken, bir at yükü su 15 akça idi Ancak suyun bolluğu, göçlerle nüfusu arttırmıştı Kırkçeşme suyundan birkaç masura suyu kendi evine aldığı için başı belâya girmiş, ama Sultan Süleyman’ın şefaati ile kurtulmuştu)

Şimdi bir karşılaştırma yapacağım:

Sen Piyer Kilisesi ile Süleymaniye Camisinin arazi alanı aşağı yukarı aynıdır 70 bin metre kare kadar… Sen Piyer, meydanları ve kolonatları ile birlikte tüm alana oturmaktadır Süleymaniye Külliyesinde oturma alanı, 35 bin metre kare kadardır Ana yapı Sen Piyer’de 21 bin 500 metre kare, Süleymaniye Camisinde 4 bin 300 metre karedir Bu hesaba göre Sen Piyer, 21500 / 4300 = 5 tane Süleymaniye Camisini içine alabilecek büyüklüktedir Ana kubbe çapları, Sen Piyer’de 42 metre, Süleymaniyede 2620 metredir Yükseklikler, Sen Piyer’de 132 metre, Süleymaniye’de 50 metredir Bu rakamları Süleymaniye Camisi’ni küçümsediğim için vermiyorum Buradan Papalığın gereksiz abartısına, İslâm’ın tevazuuna parmak basmak istiyorum Evvelce de söyledim İyi mimari yapıt, ölçülerdeki büyüklükle, cici bici detaylar yapmakla değil, sadelikten güzellik yaratmakla oluşuyor Frapan yapı yapmak kolaydır Zor olanı, yalınlıkla güzelliği yakalayabilmektir Sinan bu zor olanı başarmıştır Demek ki, yazımın başında bahsettiğim, mimar Frank Lloyd Wright’ın, Sinan’ı dünyanın en büyük mimarı ilân etmesi boşuna değil…

Biraz da Sinan’ın özel yaşamından bahsedelim

İsmail Hakkı Konyalı’dan öğrendiğimiz kadarı ile, eşi Mihrî Hatun’dan, oğlu Mehmet, kızları Ümmihan ve Neslihan doğmuştur Savaşta şehit olan oğlu Mehmet Beyden olan torunu Fahrî Hanımdır Bir de vakıflarına mütevelli olarak atanan oğlu Derviş Çelebi ile Mustafa ve Sanevber adlı çocukları, soyundan olan Abdülbaki ve Mahmut Ağalar vardır Bunlardan başka Ağırnas ve Ürgüp’te Ulise ve Kudisan ? gibi Hristiyan asıllı akrabaları olduğu, yine Ürgüp’teki Hristiyan asıllı dayısına para yardımı yaptığı biliniyor

Sinan’ın Bulgaristan, Burgaz, Vize Sancağında arpalık olarak tarlası, Hamid İlinde ( Eğridir, Yalvaç ) timarı vardı Yani, değirmenin suyu, aldığı ulûfelerle beraber buralardan geliyordu

Sinan, 1588 yılında, 97 yaşında yaşama veda etti

Ruhun şâd olsun Koca Sinan…

Eğer sabrınız kaldı ise, şimdi bir özet yapmak istiyorum:

Osmanlı, Orta Asya, İran, Anadolu bileşkesi ile oluşan Selçuk mimarlığını Bizans’la kaynaştırdı; yeni bir Osmanlı üslûbu yarattı Bizans’ın varisi olduktan sonra onun kültür ve sanatından yararlandı Fetihlerle sahip olduğu yapıtların plan ilkelerini, örtü sistemlerini, strüktür tekniklerini aldı Ama onları kendi yapılarında yeni bir sentezle uyguladı Camilerde İslâm’ın saf tutma eylemini yansıtan yatık dikdörtgen planlı sistem, yerini kare planlı ve merkezi kubbeli sisteme bıraktı Strüktür, Bizans’a ne kadar benzerse benzesin, iç mekân algısındaki farklılığı ile kendi üslûbunu yakalayabildi

Avrupa’lı Rönesans mimarlarının elinde kendi dillerine çevrilmiş yığınla literatür, önlerinde büyük bir mimari geçmiş vardı Hümanizm, onlara yeni bir uygarlık yolu açmıştı Romanesk ve gotik sanatlarının üzerine antik Yunan ve Roma’yı oturttular Rönesans mimarlığı ile yeni ve zengin bir mimari senteze ulaştılar

Osmanlı ve Avrupa… İki ayrı dünya… Değişik inançlarla, değişik kültürlerle,değişik etkileşimlerle,değişik yollardan giderek, değişik mükemmellere ulaştılar

Sinan ve Mikelanj, ayrı dünyaların insanları idi Her halde birbirlerini tanımadılar

Sinan, Vitrivius’un ‘De Architectura’ sını ve Alberti’nin ‘De Re Aedificatoria’ mimarlık öğretisini her halde okumadı Enderun eğitimi de almadı; yeniçeri oldu, savaştı, neccarlık yaptı, sadece gittiği yerlerdeki ve çevresindeki yapıları inceledi Emsalsiz yeteneği sayesinde büyük mimar oldu Pragmatizm aracılığı ile rasyonalist mimarlık sanatını elde etti

Mikelanj, ressamlık ve heykeltıraşlıktan mimarlığa geçti Zaten bu üç güzel sanat birbirini tamamlıyordu Hümanizm akademizmi aracılığı ile ‘Rönesans Mimarlığı’ sanatını elde etti

Zaten Şehzade, Süleymaniye, Selimiye Camileri ile Sen Piyer Bazilikası, yukarıda saydığım manevi ve maddi farklarla iki ayrı dünyayı yansıtmıyor mu?

Bu günkü durumumuza gelince:

Bizler, Orta Asya’dan çıktıktan sonra hiç arkamıza bakmadan Batıya yönelmişiz Mimarlık sanatımızda da Batıya yöneldiğimiz süreçte Doğu-Batı sentezine ulaşabilmiş, Osmanlı üslûbunu yaratabilmişiz Sonraları bilim ve kültürle beraber mimarlıkta da Sinan’ı tekrar ederek yerimizde saymışız Daha sonraları sanayi devrimini yaşamadan, üretmeyip normal gereksinimleri dahi ithal ettiğimiz gibi mimarlığı da ithal etmişiz Onlardan aldığımız projelere kendi kültürümüzü katmadan, kendi çağdaş üslûbumuzu yaratmadan, barok, rokoko, ampir saray ve konaklar yapmışız Batılı gibi yaşamaya özenmiş, ama bir türlü, kabulcülükten akılcılığa geçememişiz; ve Batı bizi hep dışlamış Cumhuriyetimizin hamleleri ile tekke-tarikat mürşitleri yerine, ‘Hayatta en hakiki mürşit ilimdir’ demiş ve uygarlık yoluna girmişiz

Artık bundan sonra, eskiye dönüş özlemcilerine fırsat vermeden, düşüneceğiz, araştıracağız, tartışacağız, üreteceğiz, bilim-teknik-kültür-sanatımızla ve eşitlik, adalet, barış politikamızla dünyada saygınlık kazanacağız Mimarlığımız da ekonomik, sosyal, kültürel, teknolojik gelişmemize paralel olarak gelişecek; iki ayrı dünya değil, küresel düşünebilen ve yorumlayabilen yeni ‘Sinan’lar yaratacak Başka seçeneğimiz yok…

HAMİŞ:

Bu yazı dizisinde, Stefan Zweig’ın ‘Macellan’, Leland M Roth’un ‘Mimarlığın Öyküsü’, Ahmet Refik’in ‘Türk Mimarları’, Aptullah Kuran’ın ‘Mimar Sinan’ eserlerinden, Tarih Vakfı’nın ‘İstanbul Ansiklopedisi’nden, Ersin Arıoğlu’nun ‘On the earthquake resistance of the Süleymaniye Mosque’ tebliğinden yararlandım Bir de, zaman içinde oluşan mesleki birikimimi, aklımda kaldığı kadarı ile sohbet tarzında hikâye etmeye çalıştım

Ama, Sinan’ın kafatasının nerede olduğunu hâlâ merak ediyorum

Alıntı Yaparak Cevapla

BATI ETKİLİ OSMANLI MİMARLIĞI DÖNEMİ (1720-1890)

Eski 04-22-2009   #3
KRDNZ
Varsayılan

BATI ETKİLİ OSMANLI MİMARLIĞI DÖNEMİ (1720-1890)



BATI ETKİLİ OSMANLI MİMARLIĞI DÖNEMİ (1720-1890)
Osmanlı İmparatorluğu’nda batı etkisinin mimarlık sanatına yansıması ‘Lâle Devri’ (1718-1730) ile başlar Avrupa ile ilişkilerin sıklaşması, padişah ve üst düzey maiyetin sosyal yaşamını etkilemiş, bu etkileşimin tezahürü, edebiyat, süsleme sanatları ve mimarlık alanlarında da kendini göstermiştir Padişah Ahmed III döneminde, 1720’de Paris’e elçi olarak atanan Yirmisekiz Mehmed Çelebi, anılarını topladığı ‘Sefaretname’ eserinde batılı yaşam biçimini büyük bir imrenle anlatır Sefaretname’de bir opera tasviri vardır ki opera-bale, Osmanlı’ya daha yıllarca uzak kalacak, ancak gayrimüslim Pera’da hayat bulacaktır Buna karşın oğlu Said Çelebi’nin, ihtida etmiş bir Frenk olan İbrahim Müteferrika ile birlikte, 1726’da ilk basımevini kurmasında Paris yaşamından esinlenmenin etkisi olsa gerektir

‘Lâle Devri’ ile Osmanlı mimarlık ve sanat gelenekleri devam etmekle birlikte, batı etkisi, yapılara eklenen aşırı süslemelerle kendini gösterir Lâle çiçeğinin üst düzey sosyal yaşamda yerini alması ile yapı süslemelerinde lâleye ve batı etkili motiflere sıkça rastlanır Bilindiği gibi Osmanlı’da aristokrasi olmadığı gibi burjuva sınıfının gelişmesine de olanak verilmemiştir Padişahın tek merkezli iradesi altındakiler, onun kullarıdır Mülk padişahın, ırz padişahındır Hâlbuki Avrupa’nın çok merkezli feodal sistemi, ceberut yönetimle beraber, çok merkezli gelişmelere neden olmuştur Yuvarlak masada hükümranlığı tanınan kral, kuvvetli senyörlerin içindeki birincidir Avrupa ile Osmanlı arasındaki bu çelişkiye karşın, padişahın çevresinde zenginleşmelerine olanak tanınan bendegânın inşa ettirdiği batı tarzı, sadece harem daireleri ile batıdan farklı köşkler, kasırlar, konaklar ve ‘Sâdâbad’ âlemleri halkın gözüne batıyordu Patrona Halil isyanı, bu özentinin sonunu getirdi ise de hiçbir şey batı rüzgârının esmesine engel olamadı

Topkapı Sarayı meydanında, Bab-ı Humayun önünde bulunan Ahmed III Çeşmesi, geniş saçakları altında 4 yönündeki çeşmeleri, 4 köşesindeki sebilleri ile Osmanlı mimarlık geleneğini devam ettirse de batı etkili rokoko üslûbunun kullanıldığı aşırı süslemeleri içerir Patrona’nın elinden kurtulmuş bir şaheserdir Çeşmedeki ‘Aç besmeleyle iç suyu, Han Ahmed’e eyle dua’ beytindeki ebcet hesabı ile inşa tarihi, Milâdi 1729 yılı olmaktadır (Bu ebcet hesabı ile tarih düşürme, yapıların inşa tarihlerini öğrenmemiz açısından ne büyük bir nimet, ne büyük bir şanstır)

Nur-u Osmaniye Camii (Mimar Simon, 1756), batı etkili de olsa klâsik Osmanlı-Türk mimarlığı ilkelerini devam ettiren son eserdir Bu camide klâsik Osmanlı mimarlığı ilkeleri ile batının ‘barok’ üslûbunun bileşimini görüyoruz Cami, kare planlı olup dört cephedeki kemerlerin ve köşelerdeki pandantiflerin üzerine oturan tambur ve tek ana kubbesi ile klâsikten ayrılan, ilginç bir kitleye sahiptir Dış cepheye taşan, kilise benzeri yarım daire planlı mihrabı ve ana kitle önündeki yarım daire formlu avlusu ile o güne dek denenmeyen bir planı ve ikişer şerefeli iki minaresi vardır

Bundan sonra yapılan camilerde klâsik Osmanlı mimarlığı ilkeleri, yerini batı etkili mimarlık ilkelerine bıraktı İlk önemli değişim kitle kompozisyonlarında olmuştur Klâsik Osmanlı mimarlığının kitle anlayışında görülen ve zahirî piramit içinde kalan, kubbeden yarım kubbeye, yarım kubbeden küçük kubbelere geçerek zemine inen dengeli ana kitle ve ana kitle ile orantılı minareler kompozisyonu, yerini kiliselerde görülen, yüksekliği yatay boyundan daha fazla olan kitlelere terk etti Yani camiler klâsik yatay ve düşey ölçü dengelerini kaybetti Bu amaçla yüksek platformlara oturtuldu, kubbe kasnakları yükseltildi Kitleye tek kubbe hâkim oldu, yarım kubbeler, yan kubbeler kaldırıldı Minareler kubbe ile olan orantı ve ilişkilerini kaybederek olabildiğince inceldi ve yükseldi (Bu günün cami inşaatlarındaki ilkesizliğe ve yozluğa bunlar mı örnek oldu acaba? Ama batı etkisinde de olsalar, bu camiler güzeldi ve bu gün yapılan camiler gibi zavallı değildi)

Batı etkili cami mimarlığında, klâsik Osmanlı mimarlığında görülen sadelik içindeki asaletin aksine, aşırı süslemeye önem verildi Batının barok, ampir, rokoko ve eklektik üslûpları aynen alındı ve kullanıldı Bir farkla: Batı üslûpları içinde yer alan fresk, heykel gibi figüratif elemanlar ayıklanıyor, diğer elemanlar aynen kopya ediliyordu Stalaktitli, baklavalı güzelim Türk sütun başlıkları yerini korent veya almaşık sütun başlıklarına bırakıyordu Cami cephelerinde klâsik Yunan orijinli frontonlar (üçgen alınlıklar) ve kıvrımlı barok korkuluklar yer alıyordu

Demek istediğim şu ki: 1839 Tanzimat Fermanı’nı dinleyen cahil halk, ‘’Paşa ne demek istiyor?’’ diye sorunca ‘’Senin anlayacağın, bundan sonra gâvura gâvur denmeyecek’’ diyen ve işi yalına indirgeyen zihniyet, mimarlık alanında da gâvur üslûplarını gâvur demeyerek benimsiyor ve aynen uygulamış oluyordu

Bu anlayış, Lâleli Camii (Mimar Tahir Ağa veya Ahmet Ağa, 1763) ile tomurcuklanıyor, Fatih Camii (Mimar ?, 1771), Beylerbeyi Camii (Mimar Tahir Ağa, 1778), Eyüp Sultan Camii ve Külliyesi (Mimar Uzun Hüseyin Ağa?, 1800), Tophane Nusretiye Camii (Mimar Krikor Balyan, 1826), Dolmabahçe Camii (Mimar Garabet Balyan, 1853), Ortaköy Camii (Mimar Nkoğos Balyan, 1854), Aksaray Pertevniyal Valde Camii (Mimar Agop Balyan, 1867) ve daha birçok camilerle devam ediyordu

Topkapı Sarayı’na eklenen son yapı, Sultan Abdülmecit (1839-1861) döneminde yapılan Mecidiye Köşkü’dür (Mimar Sarkis Balyan) Padişahın yaşam ve çalışmalarında, şeriatın gereklerinin devamı yanında, batı tarzı yaşam biçimine geçme gayretlerine ve batı tarzı resmî tören ve seremonilere uyulması zorunluluğuna Topkapı Sarayı cevap veremiyordu Bu nedenle batı tarzı yeni sarayların inşa edilmesi bir zorunluluktu (Okul tarih kitaplarının söylediği gibi dışarıdan alınan borçlarla har vurup harman savrularak gereksizce sarayların inşa edildiği iddiasını safsata olarak kabul ediyorum Ayrıca yapılan saraylar, gerek ebat, gerekse nitelik olarak batı sarayları yanında çok zavallı kalırlar) İnşa edilen bu sarayların plan olarak batı saraylarından farkı, sadece harem dairelerinin bulunuşudur Bunun dışında Osmanlı kültür ve sanatını çağrıştıracak hiçbir özellikleri yoktur Barok, rokoko, ampir gibi dönemin batı üslûplarını eklektik (seçmeci) tarzda tekrarlayan yapılardır Üçgen alınlıklar, Korint başlıklı sütun, söğe ve plastrlar, nişler içine yerleştirilmiş akantus yaprakları içeren vazolar, pencere kilit taşlarında yumurta şeklinde frizler, ara doluluklarda çelenk kabartmalar ve daha birçok süsleme elemanı cephelerde yer almaktadır Pencerelerde ve açıklıklarda batının tam veya basık kemerleri ile düz lentolar kullanılmış, Osmanlı ve İslâm’ın sivri kemerleri terk edilmiştir İç hacimler, tamamen Avrupa menşeli mobilyalarla döşenmiş ve dekore edilmiştir

Dönemin Avrupa mimarlığını Osmanlı’ya getiren ve önemli devlet yapılarını ve sarayları inşa eden, her ne kadar eleştirsek de döneme damga vuran eserleri bize kazandıran, mimarlık mirası olarak bu günlere bırakan değerli bir mimar ailesinden, Balyan ailesinden söz etmek istiyorum Balyanlar, Sinan’dan sonra en çok sözü edilen mimarları yetiştirmiş, Ermeni kökenli bir Osmanlı ailesidir Sultan Abdülhamit I (1774-1789), Selim III (1789-1808), Mahmut II (1808-1839), Abdülmecit (1839-1861), Abdülaziz (1861-1876), Abdülhamit II 1876-1909) dönemlerinde devlet hizmeti yapmışlardır Dedeleri ‘Hassa Mimarlar Ocağı’ mensubu Bali Kalfa’dır Sonra, ahfadı Senekerim, Krikor, Garabet, Nkoğos, Agop, Sarkis ve Simon Balyan’lar hizmete devam etmişlerdir İkinci kuşak çocuklar, yapılarında batı eserlerinin proje ve resimlerinden esinlenmiş, üçüncü kuşak çocuklar, Paris’te mimarlık eğitimi almış, dönemin mimarlık akımlarını Osmanlı’ya uygulamışlardır

Yukarıda saydığım Balyan eseri camilerden başka, Senekerim Balyan (?-1833) Beyazıt Yangın Kulesi (1828); Krikor Amira Balyan (1763-1831) Selimiye Kışlası (1807), Davutpaşa Kışlası (1826), Rami Kışlası (1828), Tophane Kışlası (1829, Menderes yıktırdı); Garabet Balyan (1800-1866) Sultan Mahmut II Türbesi (1840), Dolmabahçe Sarayı (1856, Sarkis Balyan’la beraber); Nkoğos Balyan (1826-1858) Ihlamur Kasrı (1848), Beykoz Kasrı (1854), Küçüksu Kasrı (1856); Agop Balyan (1837-1879) Kandilli Adile Sultan Sarayı (1853), Beylerbeyi Sarayı (1864); Sarkis Balyan (1831-1899) Çırağan Sarayı (Oryantalist üslûp, 1871), Beşiktaş Akaretler Sıra Evleri (Neoklâsik üslûp, 1876), Baltalimanı Sarayı (Kemik Hastanesi, 1890), Simon Balyan (1859-1929) Maçka Karakolu (İTÜ Maçka binası, 1873) eserlerini ve daha birçok kasır, konak, köşkleri gerçekleştirmişlerdir

İstanbul’da inşa edilen anıtsal yapılarda padişahın iradesi ile batı rüzgârları eserken Anadolu’da geleneksel Osmanlı mimarlık sanatı devam edebiliyordu Kütahya Ulu Camii bu gibi yapılara örnek teşkil eder Bu camide yan yana iki ana kubbe, üçer yönlerindeki 6 yarım kubbe ile desteklenmiştir 4 köşedeki küçük kubbeler dikdörtgen planı tamamlamaktadır Bu yapıda geleneksele uymayan husus, dikdörtgenin mihraba göre enine değil, kiliselerdeki gibi boyuna tertiplenmiş olmasıdır XIX Yüzyıl yapısı caminin mimarı bilinmemektedir

Abdülhamit II Dönemi, Avrupalı mimarların anıtsal yapılarda söz sahibi olduğu bir dönemdir Bu yapılar, Haydarpaşa Tıbbiye Mektebi ve Hastanesi (eski Haydarpaşa Lisesi, şimdiki Marmara Üniversitesi), Düyun-u Umumiye (İstanbul Lisesi), Galata ve Eminönü Osmanlı Bankaları gibi yapılardır

Sultan Hamit döneminin üzerinde durulması gereken en önemli mimarlık olayı, 1882’de Osman Hamdi Bey’in ‘Sanayi-i Nefîse Mektebi’ne müdür olarak atanması ve 1883’te okulun açılması olmuştur Bu okuldan ve ‘Hendese-i Mülkiye Mektebi’nden yetişen mimarlar ve mühendisler, önümüzdeki yıllarda söz sahibi olacaklar, değerli yapıtlar gerçekleştireceklerdir

Alıntı Yaparak Cevapla
 
Üye olmanıza kesinlikle gerek yok !

Konuya yorum yazmak için sadece buraya tıklayınız.

Bu sitede 1 günde 10.000 kişiye sesinizi duyurma fırsatınız var.

IP adresleri kayıt altında tutulmaktadır. Aşağılama, hakaret, küfür vb. kötü içerikli mesaj yazan şahıslar IP adreslerinden tespit edilerek haklarında suç duyurusunda bulunulabilir.

« Önceki Konu   |   Sonraki Konu »


forumsinsi.com
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
ForumSinsi.com hakkında yapılacak tüm şikayetlerde ilgili adresimizle iletişime geçilmesi halinde kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde gereken işlemler yapılacaktır. İletişime geçmek için buraya tıklayınız.