Geri Git   ForumSinsi - 2006 Yılından Beri > Eğitim - Öğretim - Dersler - Genel Bilgiler > Psikoloji / Sosyoloji / Felsefe

Yeni Konu Gönder Yanıtla
 
Konu Araçları
felsefe

Cevap : » Felsefe

Eski 04-24-2009   #16
Şengül Şirin
Varsayılan

Cevap : » Felsefe



Eleştirel Felsefe, Eleştiri Felsefesi Nedir?

Kritisizm Nedir?


Kritisizm, temel anlamda ünlü filozof Immanuel Kant'ın felsefi öğretisidir Kant'ın felsefesi genel olarak eleştiricilik, eleştiri felsefesi veya kritisizm (critisisme) olarak adlandırılmaktadır

Kant'ın bilginin yapısı ve kaynağı konusundaki görüşleri ne salt olarak deneycilik, ne de salt olarak akılcılık içinde yer almayacak kadar farklıdır Kant'ta bilginin meydana gelmesi için hem deney, hem de zihin (akıl) gereklidir Yani bilginin üretimi için hem dış dünyadan gelen verilere, hem de bunları işleyip değerlendirecek bir akla ihtiyaç vardır Kant bu durumu, şu ünlü sözüyle ifade etmektedir: "Görüsüz (deneysiz) kavramlar boş, kavramsız (aklın kalıpları dışında) görüler kördür" Bu sözdeki "deneysiz kavramlar"ın örneği olarak metafiziği, "kavramsız görüler"in örneği olarak da hayvanların yaşamlarındaki deneyimlerini gösterebiliriz

Bütün bunların yanında, Kant'ın bilgi edinme sürecinde dışarıdan gelen verilere mi, yoksa aklık onlara kattığı değere mi daha büyük önem verdiği konusu tartışmalıdır Yani "Kant acaba daha çok deneyci midir, yoksa daha çok akılcı mıdır?" sorusunun yanıtı, Kant'tan sonraki farklı dönemlerde farklı biçimlerde yorumlanmıştır Örneğin pragmatistler, Kant'ı daha çok deneyci olarak yorumlarken Hegel gibi romantik filozoflar, onu akılcı bir düşünür olarak yorumlamışlardır

Sonuç olarak Kant'ın felsefesinde, bu iki farklı yorumu da destekleyen farklı örneklerin mevcut olduğu bilinmektedir



Epikürcülük (Epikürcüler) Nedir?
Epikürcülük terimi, Epiküros'tan (MÖ 341-271) türetilmiştir "Bahçe" adında samimi ve zarif atmosferiyle bilinen okuluna Antik Çağ için sıra dışı bir uygulama olarak kadınlar ve köleler de buyur edilirdi

Epikürcülük; "Her bireyin mutluluğu nasıl temin ve muhafaza edilir?" sorusuna şöyle yanıt vermiştir: Yaşamdan zevk almalı, fakat düşünüp tartarak Bir başka ifadeyle, iyi bir yaşam, müreffeh olduğu kadar acının ve ıstırabın olmadığı bir yaşamdır Yaşamımız boyunca, en fazla refahı ve mutluluğu elde etmek ve en az acı ve ıstıraba katlanmak için hesap yapmalıyız Örnek olarak; daha sonra acı çekmek pahasına şu andaki anlık, yoğun hazzı mı aramalıyım, yoksa şimdiki hazzı, ileride daha uzun süreli bir mutluluğu elde etmek umuduyla ertelemeli miyim? Alternatif seçenekler arasında kâr- zarar hesabı yapmalıyız Başka bir söylemle bu, irfan sahibi ve kendisinin farkında olan bir hedonistin tavrıdır! Hazzı ara; fakat bu haz hesaplanmış, planlanmış olsun! Daha açıkçası, siyasete veya beraberinde endişe ve risk getiren diğer meselelere bulaşma! Bunlar yerine, şarabının ve peynirinin tadını, barış ve huzur içinde çıkarabileceğin korunmuş bir çevre içinde olmaya bak Dolayısıyla Epikürcüler, körlemesine bir aşırı düşkünlük ve doyum arayışına dalmış, gayri ahlakî bir yaşam süren sansualistler gibi değildirler Tam tersine, Epiküros, hayatta tedbir ve ihtiyatı tavsiye etmiştir; çünkü mutluluğu garanti altına alma konusunda hakimi olduğumuz tek şey hazdır Epikürcü yaşam felsefesi iki maddeyle özetlenebilir

1 Var olan tek "iyi", hazdır
2 Azami hazzı temin edebilmek için, sadece kontrol edebildiğimiz nazların tadını çıkarmalıyız

Hazzı (Yunanca: hedone) en yüksek (tek) iyi olarak kabul eden öğretiye "hedonizm" denir; yani, haz felsefesi Epikürcülüğün tedbir ve ihtiyat ile şekillenmiş hedonizm olduğu söylenebilir Birinci planda Epikürcüler hazzı anlık duyumsal arzu olarak görmezler; Epikürcülük refahın ve mutluluğun, dostluk ve edebi hevesler gibi, daha rafine, güvenli biçimlerini vurgular Eğer kişisel mutluluğumuzu temin ve muhafaza etmek istiyorsak, bunlar gibi daha belirgin ve incelmiş nazların peşinden koşmalıyız

Aynı zamanda Epikürcülük, sağladığı azıcık hazza karşılık çok yoğun endişeye yol açan siyasî faaliyetleri küçümseyip reddetmiştir Devleti veya toplumu bizatihi değer taşıyan unsurlar olarak görmez Sadece haz ki bu da ister istemez bireyin hazzıdır, kendi içinde bir değere sahiptir Devlet ve toplum sadece bireyin hazzını sağladıkları ve bireyi acıdan uzak tuttukları ölçüde iyidirler Yasalar ve adetler sadece bireysel menfaatleri desteklemek amacıyla varolduk larında bir değere sahiptirler İnsanları hukuka karşı gelmekten alıkoyan şey cezalandırılma korkusudur yani acı korkusu Her şey, bireysel hazza dayanmaktadır Ancak azami bireysel hazzı hedeflediği sürece bir ahlak veya bir hukuk sisteminin iyiliğinden söz edilebilir Doğru ve ahlakî olan için bunun ötesinde bir esas yoktur (Fakat diğer on kişinin duyacağı hazzın benim duyacağım hoşnutsuzluğa değer olduğunu belirleyecek olan kim? Ve farklı türdeki hazları birbirleriyle nasıl kıyaslayabilirim?!

Epikürcülükte gördüğümüz doğa felsefesi ve çoğunlukla Demokritos'un materyalist atom teorisine karşılık gelir gibi görünen- bir bakıma şöyle bir yaşam felsefesini savunmuştur: Ruh ve erişilmez, önemsiz tanrılar da dahil olmak üzere her şey maddî olduğuna göre dinî sınırlamaların bizi tedirgin etmesine izin vermemeliyiz

Epiküros'un öğretisinden farklı olarak; fiziksel hazzın/zevkin yaşamda değeri olan tek şey olduğunu söyleyen radikal bir hedonizm, bütün nimet ve hizmetlere nispeten kolayca ulaşabilen; hazzın ve zevkin artı değerine, yoksunluk ve acıdan ziyade güvenebilen insanlara hitap edebilir Fakat antik çağdaki insanların büyük bir çoğunluğu için, böyle bir teori kolaylıkla ölümcül sonuçlar doğurabilirdi: Eğer insanların çoğu acı ve haz arasındaki ilişkiyi hesaplayacak olsaydı, ortalama yanıt negatif yönde olacaktı Acıların toplamı nazların toplamını kolaylıkla aşardı Radikal hedonizme göre, böyle bir yaşam da yaşamaya değer olmazdı Bu açıdan, zalim kaderin sefalete mahkum ettiği insanlar için; MÖ üçüncü yüzyılda yaşamış, hedonist filozof Hegesias'ın intihar önerisi eksantrik bir fikir olmaktan öte bir anlam ifade eder Saf hedonizm, intiharın savunucusu haline gelebilir

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : » Felsefe

Eski 04-24-2009   #17
Şengül Şirin
Varsayılan

Cevap : » Felsefe



Entüisyonizm Nedir?

Bilginin sezgiyle elde edilebileceğini savunan öğretilerin genel adı, özel olarak Bergsonculuktur Entüisyonizm, tümü idealist yapıda olarak, dört bilgi alanında gerçekleştirilmiştir: felsefe, ruhbilim, törebilim ve matematik

1 Felsefesi Anlamda Entüisyonizm

Fransız idealisti Henri Bergson'un öğretisi olarak Bergsonculuk adıyla da anılır Bergson'a göre gerçeği saltık ya da saltığı gerçek olarak kavramaya sezgi denir Gerçeği doğrudan doğruya kavratacak sezgiden başka hiçbir yol yoktur Çünkü gerçek, özdeksel doğa değil, ruhsal doğa, eş deyişle ruhsal yaşam ve tek sözle yaşamdır Yaşam evrenin kurtuluşuyla başlamıştır ve özdeğin tüm engellerine karşın yolunu açarak, onun durgunluğunu alt edip kimi yerde onu kımıldatarak akıp gitmektedir Bu kesintisiz, bölümsüz ve sürekli akışa Bergson süre demektedir İşte bu sürenin bilgisini kavramak için bu süreyle birlikte yaşamak, onun içinde olmak ve onunla birlikte akmak gerekir ki bunu ne us ne de bilim gerçekleştirebilir Çünkü us ve bilim sinematografik olarak çalışırlar Bergson'a göre ussal ve bilimsel bilgi sinematografiktir Bir film, art arda dizilmiş durgun ve bölümsel resimlerden oluşur Us ve bilim, filmin akışını durdurarak bu resimleri tek tek incelerler ve birtakım bilgiler saptarlar Ne var ki akışın bizzat kendisini, eş deyişle yaşamı hiçbir zaman kavrayamazlar Demek ki us ve bilim, sadece durgun ve bölünebilir olan özdek üstünde bilgi edinebilirler Bergson'a göre zaman, uzay gibi özdeksel değildir Uzay özdekseldir, çünkü özdeksiz uzay ve uzaysız özdek (eş deyişle yer kaplamayan özdek) yoktur Oysa zamanı bölen, parçalayan, onu aylara ve yıllara ayıran us ve bilimdir Us ve bilim, zamanı uzaya bağlamakla ( örneğin ay ayın, yıl dünyanın uzayda yer değiştirmesidir) onu özdekleştirmektedir Demek ki us ve bilim, hiçbir şeyi özdekleştirmeden inceleyemiyor Yaşamsal akışın eş deyişle sürenin kavranmasıysa özdekleştirilmeden gerçekleştirilmelidir, çünkü "gerçek süre, daima zaman adı verilmiş olan şeydir" Bunu kavrayabilecek olansa sadece sezgidir Bergson'a göre sezgi, kendi bilincine varmış içgüdüdür Şöyle der: "içgüdüyü söyletebilseydik, yaşamın bütün sırlarını çözerdik" Bilinç içgüdüde içkindir ve ruhsaldır Bundan ötürü de ruhsal yaşam akışını sadece o kavrayabilir

2 Ruhbilimsel Anlamda Entüisyonizm

William Hamilton ve İskoçyalılar tarafından geliştirilmiştir Hamilton'a göre bilinç, dış dünyayı, olduğu gibi ve araçsız olarak ( eş deyişle sezgiyle) kavrar ve us deneyüstü hakikatleri bize sezgi yoluyla tanıtır Hamilton'un sezgi deyiminden anladığı bir çeşit dinsel vahiydir

3 Törebilimsel Anlamda Entüisyonizm

George Moore, David Ross, Charlie Broad, Alfred Ewing vb düşünürler tarafından geliştirilmiştir Bunlara göre iyilik, ödev vb gibi törebilimsel kavramlar apaçık, araçsız elde edilen ve ancak sezgiyle bilinebilen kavramlardır Ne toplumsal ne de doğasal yaşamdan çıkarılamazlar Törebilimsel sezgiciliğin amacı, burjuva ahlâkının değişmezliğini savunmaktır

4 Matematiksel Anlamda Entüisyonizm

Brower, Weyl, Heyting vb gibi düşünürlerce geliştirilmiştir Bunlara matematik, mantık, tanıtlama, mantıksal kesinlikle değil, doğrunun sezgisel olarak kavranmasıyla gerçekleştirilir Sezgi, bunların dilinde, düşüncelerdeki ayrılıkları saptama yeteneğidir Düşünmek demek sezmek demektir Mantık kurallarının uygulanabilir olup olmadıkları da sezgiyle saptanır

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : » Felsefe

Eski 04-24-2009   #18
Şengül Şirin
Varsayılan

Cevap : » Felsefe



Fatalizm Nedir?

Felsefede, bütün olan bitenleri, kaderin önceden tespit ettiğine, bunların değişmeyeceğine inanan bir görüştür Fatalizme göre, insanlar olaylara hükmedemezler Başlarına gelecek olanları önceden öğrenmiş olsalar bile, bunu değiştirmek ellerinde değildir Determinizmin (gerekirciliğin) tersine, fatalizmde insanın geleceği tamamen olaylara bağlıdır

Fatalizm anlayışına göre, insan istesin istemesin, olaylar kendi iradesinden başka bir iradenin yönlendirdiği yönde gelişir ve insan iradesiyle ne kadar çaba harcarsa harcasın, sonuç daima üstündeki o iradeye göre gerçekleşir

Fatalizm determinizmi ve nedensellik kuralını ve insanın iradesinin özgür olduğunu kabul etmez Bu anlayışa göre insan sevap ve günah işlemeye zorunludur ki, böylece sorumluluk da ortadan kalkmaktadır İnsanın tüm eylemleri bir başka irade tarafından düzenlenmiştir Daha açık bir deyişle, Tanrı’nın iradesi dışında irade yoktur, insandaki irade de Tanrı’nın iradesinin tecellisidir Bu duruma göre, varlıkların ezelden ebede kadar yaptıkları her şey, otomatik bir faaliyet olup, varlıklar birer otomat, birer kukla durumuna düşmektedirler

Allah'ın varlığını kabul etmekle birlikte, evrende nedensellik kuralının geçerli olduğunu ve ruhların İlahi irade yasaları'nın gerekleri dahilindeki gelişimlerini özgür iradeleriyle belirlediklerini kabul eden neo-spiritüalistler fatalizmi bir hakikat yolu olarak görmezler

Frankfurt Okulu Nedir?

Frankfurt okulu, Almanya’da 1923 yılında kurulan ve sosyoloji, siyaset bilim, psikanaliz, tarih, estetik, felsefe, müzikoloji gibi farklı disiplinlerden insanları bir araya getiren Toplumsal Araştırma Enstitüsü`nün bir düşünce akımı olarak ifade edilmesidir Okulun genel yaklaşım biçimi eleştirel teori olarak adlandırılmaktadır

Frankfurt Okulu'nun Tarihçesi

Marksizmin eleştirel bir edinimine yönelmiş ve bu doğrultuda yeni bir eleştirel toplum teorisi kurmaya çalışmışlardır Rus Devrimi'nin Stalinizm'e dönüşerek yozlaşması, Avrupa'da sol kanat hareketlerin yenilgisi ya da düşüşü, giderek yükselen Nazizm ve faşizm olguları, kapitalist sistemde baş gösteren yeni iktisadi ve siyasal ivmeler, Okul'un ortaya çıkış koşullarını gösterir Hem kapitalizmin hem de Sovyet sosyalizminin eleştirisi, Frankfurt Okulu'nun ana düsturu olarak belirtilebilir

Marksist eleştirel toplum teorisinin tıkanmış olduğu ve sergilenen pratiği ile çözümsüz bir noktaya ulaştığı düşünülmektedir Bu tarihsel koşullarda Frankfurt Okulu, tıkanmış olan teorik alanı aşarak yeni bir eleştirel toplum teorisi ortaya koymaya yönelmiştir Her ne kadar eleştirel kuram başlığı altında toplanarak bir bütün oluşturduğu söylenebilse de, tek tek yazarların özgünlüklerinin dışında daha genel farklı birkaç yönelim tespit edilebilir Bir yandan, 1923’te kurulup Max Horkheimer ve Theodor Adorno’nun 1933’te sürgün edilmesiyle sonuçlanan ve ardından ABD'deki 1950’lere kadar sürgünlüğün ardından Frankfurt’ta yeniden kurulan Enstitü'nün çalışmalarına işaret edilebilir Friedrick Pollock, Herbet Marcuse, Walter Benjamin, Leo Lowenthal bunlar arasında sayılabilir Bir yandan da Jürgen Habermas’ın yoğunluklu felsefi ve sosyolojik çalışmalarıyla okulun eleştirel kuramını yeniden temellendirmeye yönelik çabaları söz konusudur Bu noktada Albrecht Wellmer, Claus Offe ve Klaus Eder'den söz edilebilir

Frankfurt Okulu'na Bağlı Düşünürler ve Onların Felsefeleri
Theodor Adorno Kimdir?
Max Horkheimer Kimdir?
Walter Benjamin Kimdir?
Herbert Marcuse Kimdir?
Jürgen Habermas Kimdir?
Erich Fromm Kimdir?
Wilhelm Reich Kimdir?
Mills Kimdir?

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : » Felsefe

Eski 04-24-2009   #19
Şengül Şirin
Varsayılan

Cevap : » Felsefe



Feminizm Nedir?

"Kadın hakları" 60'lı yıllardan sonra sıkça duymaya başladığımız bir kavram olmaya başlamıştır Bu kavramın içeriğinin doldurulmasında ise feminist hareket etkili olmuştur Feminist hareket çerçevesinde kadın sorununu sadece kadın-erkek eşitsizliği açısından ele almak tek boyutlu bir çözümleme olacaktır Zira kadın sorunu ekonomik, politik, ideolojik psikolojik yönlerin iç içe geçtiği karmaşık bir olgudur

Feminizmi genel olarak kadın=erkek ayrımcılığına karşı çıkarak, cinsler arasında siyasal, ekonomik ve toplumsal eşitliği savunan görüş olarak tanımlamak mümkündür Batıda Fransız devrimi ile birlikte kadınların seçme ve seçilme hakkı, mülkiyet hakkı kadın özgürlüğü kavramı çerçevesinde savunulmuştur Çeşitli eylem ve reformlar sonucunda kadınlar açısından bazı haklar elde edilmiştir Feministler bu hakları elde ettikten sonra özgürlüklerinin yalnız bu haklarla sınırlı olmadığını, asıl sorunun erkeğin kültürel egemenliği olduğunu savunarak mücadelelerine devam etmektedirler

Feminist hareket tarihsel açıdan I Dünya Savaşı öncesi ve 1968 sonrasındaolmak üzere iki döneme ayrılmaktadır Bu hareket ile bir çok kadın bir araya gelmiş "daha önemlisi kadın-erkek eşitsizliğine karşı bir şeyler yapılması gerektiğini, bu konuda ilgisiz birçok kadına fark ettirmişlerdir I Feminizm 1968 sonrasında daha geniş bir tabana yayılma eğilimi göstermiştir Günümüzde feminizm bazı vurgu farklılıklarıyla değişik ülkelerdeki çeşitli kadın gruplarınca benimsenmektedir Batıda kadın haklan teorik olarak çeşitli düşünce akımlarının etkisinde tartışılıp gelişirken, Türk toplumunda kadın hakları, sadece kültürel nedenlerle değil, Tanzimat'tan günümüze kadar ülkenin kalkınması açısından ekonomik bir temele de dayanarak, kadına işletmenin kâr maksimasyonu açısından hesaba katılması gereken bir araç; toplumbilimsel deyişle cinsiyet rolünün gereklerine uygun olarak hesaba alınan birimler olarak bakılması ile gündeme gelmiştir

Temelde ataerkil toplumsal düzenini eleştiren feminist görüşü bir bütün olarak çözümlemeye imkân tanıyan bir teoriyi geliştirilemediğinden, feminist düşünürler, liberalizm, marksizm, psikanaliz, varoluşçuluk, radikalizm gibi düşünce akımlarının etkisinde kalarak oluşturdukları teoriler ile kadın haklarına alternatif çözüm arayışlarını sürdürmektedir Bu feminist teoriler, kadınların ataerkil toplumsal düzen yapısı içinde değersizleştirildiklerini varsaymakta ve bunun nedenini sorgulamaktadır







Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : » Felsefe

Eski 04-24-2009   #20
Şengül Şirin
Varsayılan

Cevap : » Felsefe



Fenomenoloji Nedir?

Görüngübilim Nedir?


Bilim verilerinin doğrudan incelenmesiyle elde edilmiş ve somut deneyim konusu olmuş fenomenlere, nedensel açıklamalara ilişkin kavramlardan ve incelenmemiş ön kabullerden bağımsız yaklaşma yöntemi Fenomenolojinin kurucusu Alman düşünür Edmund Husserl'dir Ona göre gerçek, Platon'un da ileri sürdüğü gibi, mutlak olmalıdır Eş deyişle her nesnenin bizim ona verdiğimiz anlamın ve yakıştırdığımız özelliklerin dışında, kendine özgü ve kendinde olan, her zamanda geçerli ve değişmez bir yapısı vardır Nesne, insanların değil, insanların dışında öncesiz ve sonrasız bir nesneler dünyasının varlığıdır Fiziğin ürünü olmadığı gibi metafiziğin de ürünü değildir, kendi saltık(mutlak) yapısı içindedir Gerçek, böylesine ideal bir yapı taşıyanın niteliğidir Husserl, bu savıyla tümüyle Platon'un savına yaklaşır

Husserl'in biçimlendirdiği fenomenolojik yöntemin ilk adımı fenomenolojik indirgeme ya da epokhe'dir Epokhe zihinsel edimlerin, bu edimlerle ya da dünyadaki nesnelerin var oluşuyla ilgili kavram ve ön kabullerden bağımsız betimlenmesini, olanaklı kılar Fenomenoloji, Psikolojinin tersine zihinsel edimlerin nedenlerini, sonuçlarını ve bu edimlere eşlik eden fiziksel unsurları dikkate almayız Ama bu süreçte nesneler bütünüyle ortadan kalkmaz Çünkü incelenen nesne her zaman gerçek bir varlık olmayabilir, ejderhaların varlığın inanabilir ya da pembe fareler düşlenebilir, nesne gerçek dışı olabilir Dolayısıyla zihinsel edimlerin betimlenmesi, nesnelerin de betimlenmesini içerir Ama bu nesnelerin var oldukları varsayılmaksızın yalnızca birer fenomen olarak betimlenir

Fenomenolojik yöntemin ikinci adımı, eidetik indirgemedir Bu adım, bir nesnenin eidosunu(Yunanca da biçim) sezebilmeye, nesneyi olasılıklar ve rastlantılar dışındaki değişmez öz yapısı içinde kavramaya verir; böylece yalnızca belirli bir zihinsel edinimin değil onunla karşılaştırılabilir her türlü edimin eidosu sezilebilir Örneğin görülen her nesnenin bir rengi, uzamı ve biçimi olmalıdır Eidetik indirgeme yalnızca duyusal akıl ve nesnelerin incelenmesinde değil, matematiksel nesnelerin, değerlerin, ruhsal durumların ve arzuların incelenmesinde de kullanılabilir

Fenomenolojik yöntem nesnelerin bilinişi sırasında bu nesnelerin kurulduğu ya da inşa edildiği süreçleri de dikkate alır Örneğin bir ağacın görülmesi sırasında, ağacın değişik zamanlarda, değişik açılardan ve uzaklıklardan görülmesiyle çok çeşitli görsel deneyimler edinilir ama görülen şey gene tek bir kalıcı nesne olarak algılanır

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : » Felsefe

Eski 04-24-2009   #21
Şengül Şirin
Varsayılan

Cevap : » Felsefe



Devlet Felsefesi Nedir?

Siyaset felsefesinin bir dalını meydana getiren ve toplumsal yaşamla devletin doğuşunu, doğasını ve anlamını araştıran, insanlarla insanların içinde yer aldıkları siyasi örgütlenmeler arasındaki ilişkileri inceleyen felsefe dalıdır

Devlet felsefesi tarihinde, devlet şu şekillerde anlaşılmıştır:


1 Doğal bir kurum veya organizma olarak Bu yaklaşımın klasik temsilcisi Platon'dur O, devleti büyük ölçekli bir insan ya da organizma, bireyin bir devamı olarak görür ve bu durumun bir sonucu olarak da, sırasıyla akıl, can ve iştihadan oluşan üç parçalı ruh anlayışını aynen devlete yansıtır Buna göre, o devletin temelini insan doğasında bulmaktadır

2 Devletin, yönetimde bulunanlardan ayrı olan, fakat yöneticilerin karar ve ehliyetleriyle gelişmesine katkıda bulundukları bir kurumlar ve hizmetler sistemi olduğunu dile getiren Aristotelesçi devlet anlayışı Bu çerçeve içinde, Aristoteles'te, devletin asıl amacı, yurttaşların maddi bakımdan refaha ulaşmaları, ama daha çok ahlaki bakımdan gelişmeleri ve olgunlaşmalarıdır Devlet, bu amaç için vardır Yani, ona göre, devlet yönetimleri kendi başlarına iyi ya da kötü değildir, ancak söz konusu amacı gerçekleştirebilmesine göre, iyi ya da kötü devlet vardır

3 Yapma bir varlık ve araç olarak devlet Klasik temsilciğini Rousseau, Hobbes ve Locke'un yaptığı bu anlayışa göre, insan mutlak bir özgürlük durumu içinde var olamaz Mutlak bir özgürlük durumunda, insanı dışarıdan belirleyen ve sınırlayan hiçbir güç olamayacağından, her insan neyin iyi olduğuna kendisi karar verir ve kendi çıkarlarını hayata geçirmeye çalışır Bu ise, tam bir çıkar çatışmasına, hatta insanlar arasında bir savaşa yol açar Fakat böyle bir durum, tüm insanlara zarar vereceğinden, insanlar bir araya gelerek, aralarında bir sözleşme yaparlar İnsanlar toplum sözleşmesi adı verilen bir uzlaşma ve anlaşmaya dayanarak, ortak iradelerini temsil edecek bir gücü, kendileri için hakem ve yönetici olarak tayin ederler Buradan da anlaşılacağı gibi, söz konusu anlayışta devletin doğal bir temeli yoktur Bu yaklaşımda devlet, insanları birbirlerine karşı koruyacak ve kendilerini geliştirmelerine imkan verecek bir araç olarak ortaya çıkar

4 Devleti, kendi irade, ehliyet, yeteneği, ve amaçları olup, bir üniversiteye benzetilebilecek cisimleşmiş bir kişi, dünyadaki ilahi düşünce, milli bir ruh olarak gören Hegelci devlet anlayışı Devletin içeriğini milli ruhun meydana getirdiğini öne süren Hegel'e göre, milli ruh, din, hukuk, bilim, sanat, sanayi gibi türlü özel alanlara ayrılır

5 Devletin, devleti kontrol edenlerin, gücü elinde bulunduranların çıkar ve tercihlerinden hareketle politikalar üreten bir tür yönetim makinesi olduğunu, toplumdaki egemen sınıfın çıkarlarına hizmet ettiğini dile getiren Marksist devlet görüşü Söz konusu anlayışa göre, devlet sınıflara bölünmüş olan topluma sıkı sıkıya bağlıdır Bu çerçeve içinde devlet, sosyal mücadeleyi, sınıf savaşını yavaşlatan, ona engel olan, ekonomik bakımdan üstün durumda olan, üretim araçlarına sahip bulunan sınıfın baskı aracıdır




Dil Felsefesi Akımı Nedir?

Dil felsefesi, dilin varlık-yapısı ve bu varlık-yapısının başka varlık-alanıyla olan ilgisini, dilin hayatla ve sübjektif-sferle olan bağlarını ve dilin insan için taşıdığı anlamlar üzerine araştırmalar yapan felsefe dalıdır

Yüz yıllık bir geçmişi vardır ama dil eski çağlardan beri filozofların ilgisinin çeken bir konu olmuştur Yunan dünyasında adlarla adlandırılan nesneler arasındaki ilişki önemli tartışma konularında biridir(1) Felsefe tarihinin dille ilgili en eski tartışması olan bu tartışmada bir taraf, bu ikisi arasındaki ilişkinin doğal olduğunu, adların adlandırdıkları şeylerin özünü yansıttıklarını, bunu da adlandırdıkları şeyleri sesler aracılığıyla taklit ederek yaptıklarını ileri sürer Felsefe tarihinde Pythagoras'a kadar geri götürülen bu doğalcı görüşe karşılık, Demokristos'a kadar götürülen karşı görüş uylaşımcılık, bu ilişkinin uylaşımsal olduğunu, adların nesnelere rastgele verdiklerini ileri sürer Platon'un Kratylos(2) diyalogunda ayrıntılı bir biçimde işlediği bu tartışmanın arkasında, aslında, Eskiçağlardan bugüne sürekli sorulan bir soru vardır: Dil ile dünya arasındaki ilişki nedir? Aristoteles ile Ortaçağ filozoflarının düşünmenin yapısını, Aydınlanma dönemi filozoflarının bilginin kaynağını ve bilme yetisinin sınırlarını araştırırken değişik biçimlerde sordukları soru bundan başka bir soru değildir aslında(3)

Ne var ki, Eskiçağdan 20 yüzyılın başlarına dek, Frege ile Russell'ınkiler içinde olmak üzere, yapılan bütün araştırmalar, doğrudan doğruya dilin yapısını anlamak için yapılmış araştırmalar değildir Dolayısıyla onları dil felsefesi araştırmaları görmek görmek yanlış olur Doğrudan doğruya dilin kendisinin bir sorun olarak görülmesi Frege ile Russel'ın çalışmalarının, felsefenin dili konu edinen ayrı bir alanı olarak dil felsefesinin doğuşu ise Ludwig Wittgenstein'ın ilk dönem çalışmalarının bir sonucudur

Dil felsefesinin yüz yıllık kısa tarihinde yanıtı aranan iki ana soru vardır Bu iki ana soru filozofların dil felsefesi tarihi içinde ele aldıkları iki ana soru olma ötesinde, dil felsefesinin iki ana sorusudur Bryran Magee'nin bakışıyla(4), dil kullanıldığında karşımıza çıkan iki uçtan, yani üzerine konuşulan dünyayı gösteren 'özne' ucundan çıkan iki ana sorudur bunlar Tarihsel olarak bakıldığında başlangıçta(5) ele alınıp yanıtı verilmeye çalışılan soru 'nesne' ucundan çıkar ve felsefe tarihinin o eski bildik sorusunu sorar: Dil ile dünya arasındaki ilişki nedir? Ancak bu sorunun yanıtını arayanlar bununla yetinmezler, bir de ikisi arasında kurdukları (ya da götürdükleri) ilişkiden bir anlam kuramı türetirler Frege ile Russel, ilk dönem çalışmalarıyla Wittgenstein, başta Carnap olmak üzere mantıkçı pozitivistler, günümüzde Willard van Orman Quine ile Donald Davidson bu çizgide ürün veren kişilerdir(6)

Dil kullanımında 'özne' ucundan soruya gelince, bu 50'li yıllarda sorulmaya başlayan, dilsel davranışın nasıl bir davranış olduğu sorusudur(7) Dilin kullanım yönüne dikkat çekmesi ve dili bir insan davranışı olarak incelemenin öneminin vurgulaması bakımından ikinci dönemindeki Wittgenstein ile de ilişkilendirilebilecek bu çizgi, dil ile dünya arasındaki ilişkinin ne olduğu sorusunun yanıtını aradıkları bu sorunun bir parçası olarak görür ve dilin dünyasıyla ilişkisini, dilse davranışı yöneten kurallarının belirlediğini ileri sürer Bu çizginin önemli bir özelliği de dilsel davranışı yöneten kuralları ortaya çıkarmaya yönelik araştırmayı, anlam sorunun çözümüm olarak görmesidir John L Austin ile John R Searle bu çizgide yer alan kişilerdir

KAYNAKLAR

1 Bu, Eskiçağda yalnız Yunanlı filozların değil, Hintli dilbilimcilerin de önemli tartışma konusundan birdir Eski hint dünyasındaki bu tartışmanın kısa bir özeti için bkz, Johannes Bronkhorst, 'Language, İndian Theories of' Edward craif (yay), Rouledge Encyclopedia of Philosophy (Londra- New York: Rotledge, 1998), VIII cilt, s 379-384

2 Diyalogun iki ayrı çevirisi vardır: Suat Y Baydur çevirisi (Eflatun, Kratylos İstanbul: Maarif Matbası, 1944) ile Teoman Aktüel çevirisi (platon, Diyaloglar 1 İatanbul: Remzi Kitabevi, 1982; 189-260)

3 Eskiçağdan 19 yüzyılın sonuna kadar felsefe tarihindeki bütün bu gelişmelerin ayrıntılarına toplu bir bakış için özellikle bkz, Norman Kretzmann, 'Sementics, History of', Paul Edwards (yay), The Encylopedia of Philosophy, (New York: Macmillan Comapany and Free Press, 1967), VII cilt, s 358-406 Ayrıca bkz, Christopher Shields, 'Language, Ancient Philosophy of'; Zoltan Gendler Szabo, 'Language, Medieval Theories of', Edward Craig (yay), Routledge Encyclopedia of Philosophy (Lodra-Nwe York: Routledge, 1998), VII cilt, s 356-361;371-379:389-404

4 Bkz, B Magee, Yeni Düşün Adamları, s 289

5 Frege'yi başlangıç alırsak 19 yüzyılın sonunda, Wittgeinstein'ı başlangıç alırsak 20'li yılların başında

6 Türkiye'de de Teo Grünberg Anlam Kavramı Üzerine bir Deneme(Ankara Üniversitesi DTCF Yayınları, 1970= başlıklı yapıtıyla bu çizgide yer almaktadır

7 Dili bir kavrayış olarak alıp çözümlemek ne ilk kez 50;lerde yapılan bir şeydir, ne de yalnızca felsefecilerin yaptığı bir şeydirSöz gelişi 30'lu yıllarda dilbilimci Leonard Bloomfield,, 50'li yılardaruhbilimcicharles Osgood da bunu yapar 40'lı yıllarda da felsefeci Charles Morris ile C L Stewanson'un yaptığıda budurAncak 50'li yılarındaki sözü edilen çözümlemelerle bütün bu anılan kişilerde karşımıza çıkan çözümlemeler arasında önemli bir fark vardır İlk sözü edilen çözümlemelerde dil herhangi bir davranış olarak değil, kendine özgü yapısı olan bir davranış olarak alınırken, ikinicilerde dilsel davranış ruhbilimin o bilinen klasik davranış modeline indirgenerek uygulanaran ve tepki kavramlarıyla açıklanmaya çalışılmaktadır Bkz, William P Alston, The Philosophy of Language (Englewood Cliff, N J: Prentice Hall, 1965), s 25-31; Arda Denkel, Anlamın kökenleri (İstanbul: Metis Yayınları, 1984), II Bölüm

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : » Felsefe

Eski 04-24-2009   #22
Şengül Şirin
Varsayılan

Cevap : » Felsefe



Fenomenoloji Nedir?

Görüngübilim Nedir?


Bilim verilerinin doğrudan incelenmesiyle elde edilmiş ve somut deneyim konusu olmuş fenomenlere, nedensel açıklamalara ilişkin kavramlardan ve incelenmemiş ön kabullerden bağımsız yaklaşma yöntemi Fenomenolojinin kurucusu Alman düşünür Edmund Husserl'dir Ona göre gerçek, Platon'un da ileri sürdüğü gibi, mutlak olmalıdır Eş deyişle her nesnenin bizim ona verdiğimiz anlamın ve yakıştırdığımız özelliklerin dışında, kendine özgü ve kendinde olan, her zamanda geçerli ve değişmez bir yapısı vardır Nesne, insanların değil, insanların dışında öncesiz ve sonrasız bir nesneler dünyasının varlığıdır Fiziğin ürünü olmadığı gibi metafiziğin de ürünü değildir, kendi saltık(mutlak) yapısı içindedir Gerçek, böylesine ideal bir yapı taşıyanın niteliğidir Husserl, bu savıyla tümüyle Platon'un savına yaklaşır

Husserl'in biçimlendirdiği fenomenolojik yöntemin ilk adımı fenomenolojik indirgeme ya da epokhe'dir Epokhe zihinsel edimlerin, bu edimlerle ya da dünyadaki nesnelerin var oluşuyla ilgili kavram ve ön kabullerden bağımsız betimlenmesini, olanaklı kılar Fenomenoloji, Psikolojinin tersine zihinsel edimlerin nedenlerini, sonuçlarını ve bu edimlere eşlik eden fiziksel unsurları dikkate almayız Ama bu süreçte nesneler bütünüyle ortadan kalkmaz Çünkü incelenen nesne her zaman gerçek bir varlık olmayabilir, ejderhaların varlığın inanabilir ya da pembe fareler düşlenebilir, nesne gerçek dışı olabilir Dolayısıyla zihinsel edimlerin betimlenmesi, nesnelerin de betimlenmesini içerir Ama bu nesnelerin var oldukları varsayılmaksızın yalnızca birer fenomen olarak betimlenir

Fenomenolojik yöntemin ikinci adımı, eidetik indirgemedir Bu adım, bir nesnenin eidosunu(Yunanca da biçim) sezebilmeye, nesneyi olasılıklar ve rastlantılar dışındaki değişmez öz yapısı içinde kavramaya verir; böylece yalnızca belirli bir zihinsel edinimin değil onunla karşılaştırılabilir her türlü edimin eidosu sezilebilir Örneğin görülen her nesnenin bir rengi, uzamı ve biçimi olmalıdır Eidetik indirgeme yalnızca duyusal akıl ve nesnelerin incelenmesinde değil, matematiksel nesnelerin, değerlerin, ruhsal durumların ve arzuların incelenmesinde de kullanılabilir

Fenomenolojik yöntem nesnelerin bilinişi sırasında bu nesnelerin kurulduğu ya da inşa edildiği süreçleri de dikkate alır Örneğin bir ağacın görülmesi sırasında, ağacın değişik zamanlarda, değişik açılardan ve uzaklıklardan görülmesiyle çok çeşitli görsel deneyimler edinilir ama görülen şey gene tek bir kalıcı nesne olarak algılanır





Hedonizm (Hazcılık) Nedir?

En üstün iyiliğin haz olduğunu ileri süren Aristippos'un öğretisidir Aristippos'a göre en üstün iyilik hazdır Bu öğretiye göre iyi demek haz demektir; haz veren her şey iyi, acı veren her şey ise kötüdür

Aristippos'a göre her davranışın nedeni, mutlu olmak isteğidir Yaşamın ereği hazdır Haz insanı insan eden duygudur Bilgilerimiz duygularımızla alabildiğimiz kadardır, bunda öteye geçmez Bu yüzden Aristippos duygularımızın getirdiği haza yönelmeyi, acıdan kaçmayı söyler

En üstün iyi, hazdır Ancak gerçek haz sürekli olandır Sürekli olan hazza da bilgelikle varılabilir

Epikuros'da hazcılığı devam ettiren filozoflardandır Ne var ki Epikuros, Aristippos'un bedensel hazzına karşı tinsel hazzı yeğler Onun için en büyük haz, ruh dinginliğidir Buna da bedensel zevkler peşinde koşmakla değil, bilgelikle varılır

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : » Felsefe

Eski 04-24-2009   #23
Şengül Şirin
Varsayılan

Cevap : » Felsefe



Hermeneutik Nedir?
Hermeneutik (yorumsama) Antik Yunan Tanrısı Hermes, yer (insanlar) ile gök (tanrılar) arasında bağ kurucu ve yer yüzünde yukarının (tanrısal olanın) yorumcusu (hermesneuta) olarak kabul görmekte idi “Hermenötik” denilen bu kelime kaynağını Hermes’in bu fonksiyonundan alır Hermeneutik (Hermeneutics) sözcüğü bir metnin içrek (ezoterik) anlamının bulunması, bir metnin asıl maksadının anlaşılması anlamlarında kullanılmaktadır ve yorum ilmi olarak kabul edilir




Hıristiyanlık Felsefesi Nedir?

Düşünce akımlarının temel hatlarını çizdiğimiz İlkçağın bu son döneminde yeni bir din, yeni bir örgüt olarak "Hıristiyanlık" ortaya çıkmıştır Hıristiyanlık, kaynağı yönünden, Roma'daki çeşitli helenistik tapınmalardan biridir

MÖ tahminen I yüzyılda helenistik dinlerin Roma'da tutunmaya ve örgütlerini kurmaya başladıklarını görmüştük Ancak Doğu'dan gelen bu dinsel akımlar, zamanla, Roma'nın resmi diniyle uyuşmazlığa düşmüştür Çünkü Roma dini gittikçe bir devlet dini durumuna gelmişti

Bir helenistik dine bağlı olmak aynı zamanda resmi dinin çerçevesinde kalmaya, imparatora karşı gerekli tapınmalarda bulunmaya bir engel oluşturmuyordu Romalıların birçok Tanrıların varlığını benimsemesi, çeşitli dinlere aynı zamanda bağlı olmayı kolaylaştırıyordu Ancak tüm helenistik dinlerin temelini, "ruhun ölümsüz olduğu" düşünüşü oluşturur

İşte doğudan gelen dinlerin Roma'da kazandıkları büyük etkinliğin nedenini, özellikle bu noktada, yani bireye ölmezliği vadetmelerinde aramak gerekir Oysa resmi Roma dini, bireylerin gelecekleri ile hiç ilgilenmeyen soğuk bir devlet dini idi

Helenistik dinlerde ruhun ölümlü olmadığı düşüncesi, bir başka anlayışla da ilgili bulunmaktadır Bu dinlerde önce ölen sonra da "tekrar dirilen" bir Allah kabul edilir; yani ilkin ölüme yenilen Allah'ın, sonradan ölümü yendiğine inanılır Böyle bir Allah'a inanan bir kişiye, belli törenlerden geçtikten sonra, bu Allah'ın sonuna katılacağı, tıpkı onun gibi yeniden dirileceği vadedilir İşte tüm helenistik dinler için ortak olan bu görüşler, ilk Hıristiyanlığın da karakteristiğini oluşturur

İlk Hıristiyanlığın başlangıcında iki ana fikir ile karşılaşıyoruz: Önce ölümün nedenini "günah"ta aramak gerekir Çünkü insanlar günah işlemekle Allah'tan uzaklaşmış, bu nedenle alın yazısına (kadere) katılamaz olmuş ve ölüme mahkûm edilmiştir İnsanın ölümden kurtulabilmesi için günah işlememesi gerekir

Ne var ki insan yalnızca kendi olanaklarıyla ya da yalnızca kendi gücüyle günahtan uzak duramaz İnsanın günahtan kurtulması için, Allah'ın "şefaat" (bağışlanma) edip onu günahtan kurtarması gerekir Böylece Hıristiyanlığın ikinci ana fikrine gelmiş oluyoruz: Allah "Îsa"nın varlığında insan şekline girmiştir Allah bir büyük kahraman, bir büyük imparator şeklinde görünmemiş, aksine aşağılanan, yoksul ve zavallı bir insan biçiminde görünmüş (tecelli etmiş)tür

Bu zavallı insan biçiminde Allah, pek çok hakaretlere uğramış, sonunda çarmıha gerilerek ölen bir insan olarak kendi ölümünü algılamıştır Fakat ölümünden üç gün sonra yeniden dirilmesiyle, Allah ölmezliğini kanıtlamıştır İşte önce ölen sonra yeniden dirilen bu Allah'ın alın yazısına (mukadderatına) katılan bir insan, aynı onun gibi, ölümden sonra yeniden dirilecektir

Bu görüşleri ile, öteki helenistik dinlerle ortak düşünmekte olan Hıristiyanlığın, onlardan "ayrılan" yanları vardır Hıristiyanlık öteki helenistik tapınmalardan, Allah'ın büyük bir kişi varlığında değil de, İsa gibi "zavallı bir insan "da görünmesi (tecelli etmesi) ile ayrılır Bu düşünce Hıristiyanlığın geniş biçimde yayılması için can alıcı bir nokta olmuştur Bu görüş yardımıyla Hıristiyanlık, İlkçağın son dönemlerinde büyük ölçüde var olan "işçi" sınıflarının dini olmak imkânını bulmuştur

Hıristiyanlığı öteki helenistik tapınmalardan ayıran ikinci nokta, aslında yahudilikten alınmış olan, "ölümün günahın bir sonucu olduğu" düşüncesidir Evrenin iyi ve kötü güçlerin bir savaş alanı olduğu, kötülüğün Allah'a karşı gelmekten doğduğu düşüncesine Hıristiyanlık öncesi dönemlerde de rastlandığını biliyoruz Nitekim Yeni Eflâtunculuk iyi ile kötüyü karşı karşıya getirmiş, iyi ve kötüyü Allah ile hiçliğin bir karşıtlığı olarak düşünmüştür Hıristiyanlık ise savaşın "Allah" ile "Şeytan" arasında geçtiğini kabul eder

Hıristiyanlığı öteki helenistik dinlerden ayıran üçüncü nokta, kökü yine Yahudilikte olan, Hıristiyanlığa bağlı bir kişinin "başka bir dine girme yasağı"dır Yahudilik, İlkçağda inananları yalnızca kendisine bağlamak isteyen tek dindir Yahudilik öteki dinlerin Tanrılarını bir "put" olarak görür

Başka bir deyişle: Yahudilik İlkçağda inananlarından yalnız Yahudi Allah'ına tapılmasını isteyen, onların başka Tanrılara inanmalarını yasaklayan tek "tekelci din"dir Yahudilik, cemaati sınırlı olan ve inananlarına belli üstünlükler tanıyan dar bir dindir Küçük bir cemaate dayanan bu din, misyonerlik yapmaya, yani Yahudiliğe yeni insanlar kazandırmaya girişmemiştir Oysa Hıristiyanlık başlangıcından itibaren "misyonerlik" yapan bir dindir

Hıristiyanlık, aynı Yahudilik gibi, inananlarının başka Tanrılara tapınmalarını kesinlikle yasaklar Bu yasağın resmî Roma dinini de kapsadığı, Hıristiyanların imparatora tapınmalarını yasakladığı açıktır Sonraları büyük bir sorun olan Roma devleti ile Hıristiyanlık arasındaki çekişmenin kaynağını bu "Yasak"ta aramak gerekir

Roma dininin son zamanlarında imparatora tapınma gittikçe artan bir önem kazanmış, böylece bu din, devleti, imparatorun kişiliğinde Allahlaştıran bir "imparator dini" durumuna gelmiştir Oysa Hıristiyanlık, kendi Allah'ı konusundaki tekelciliği yüzünden, imparatora tapınma ve kurbanlar sunmayı başından beri yasaklamıştır

İki din arasındaki bu görüş ayrılığı, Roma devleti ile Hıristiyanlığın anlaşmazlığa düşmesine ve bunun sonunda Hıristiyanlarla ilgili "kovuşturma" yapılmasına yol açmıştır Ancak bu uygulama Hıristiyanlığı zayıflatacağı yerde büsbütün güçlendirmiştir Çünkü pekçok inatçı din mazlumlarının ortaya çıkmasına neden olan bu uygulama sonunda, Hıristiyanlık direnç kazanmaya ve değerini, önemini kanıtlamaya fırsat bulmuştur

Önemli olan, bu uygulama sonunda Hıristiyanlığın sağlam ve köklü bir "örgütlenme" yapmak zorunda kalmış olmasıdır Oysa öteki helenistik dinlerden hiçbiri bir kilise, bir ümmet örgütü oluşturamamıştır Hıristiyanlık inananlarını cemaatler halinde örgütlemekle sanki devlet için de devlet gibi bir güce kavuşmuştur Yeni dinin tümüyle bağımsız örgütü, devletin kendisine karşı çıkmasına neden olmuştur

Hıristiyanlığın örgütlenmesinin güçlendiği bu dönemde, Roma devlet örgütü gücünü yitirmeye başlamış bulunuyordu Varlığını sürdürebilmek için ağır girişimlerde bulunmak zorunda kalan imparatorluğun siyasal örgütü, birlik ve beraberliğinden çok şey yitirmişti

Roma devletinin çözülme döneminde Hıristiyanlık, günden güne büyüyen bir güç olarak belirmiştir Sonuç olarak öyle bir an gelmiştir ki, Roma imparatorları Hıristiyanlık örgütüyle boğuşmaktan cayarak, bu örgüte yaslanma gereği duymuştur Nitekim Hıristiyanlar konusunda en şiddetli ve en son uygulamayı yapan Diocletion'ın takipçisi (halefi) olan Konstantin, 300 yıllarında Hıristiyanların izlenmesine ait tüm yasakları kaldırmak ve Hıristiyanlığı resmen tanımak zorunda kalmıştır Konstantin'in takipçisi Julianus Yeni Eflâtunculuğa dayanarak Roma dinini yeniden canlandırmak istemişse de, bu girişiminde, bilineceği gibi, başarılı olamamıştır

Yeni dinde "yayıncılık" dikkat çekici olmuştur Hıristiyanlık çerçevesinde yapılan ilk yayının henüz felsefe ile ilgisi yoktur İlk Hıristiyan eserleri "dört İncil" kadrosu içinde yazılmış olup, aslında İsa'nın yaşam ve düşüncelerini açıklar Birincisi İsa'nın ölümünden 30, dördüncüsü 90 yıl sonra yazılmış olan dört İncil, kuşkusuz, İsa'nın düşüncelerini gerçekçi biçimde ele almayan, daha çok İsa'nın kişiliğine ve doktrinine duyulan inançtan kaynaklanan eserlerdir

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : » Felsefe

Eski 04-24-2009   #24
Şengül Şirin
Varsayılan

Cevap : » Felsefe



İdealizm Nedir?

Felsefe'de dünyayı ve var oluşu, bilinç ve düşünceyi önem vererek açıklayan öğreti idealistler, varlıklar arasındaki soyut ilişkilerin, duyularla algılanan nesnelerden daha gerçek olduğunu ve insanların var olan her şeye düşünsel bağlamda, idealar aracılığıyla ve idealar olarak bildiğini savunurlar İdealizmin birçok türü olmakla birlikte hepsinin paylaştığı ortak ilkelerden söz edilebilir Tümellerin varlığı, burada ve şimdi var olanın aşılması, varlıklar arasındaki ilişkilerin o varlıkların dönüştürüleceği varsayımı, çelişik bileşenleri bütünleştiren sistemler kurmaya yönelik diyalektik yaklaşım; zihnin, özellikle tinin maddeden önce sayılması

Metafizik veya epistemolojik yaklaşımı temel alması bakımından idealizmin iki temel biçimi vardır: metafizik idealizm gerçekliğin idealara dayandığını, epistemolojik idealizm ise bilgi sürecinde zihnin yalnızca tinsel olanı kavrayabileceğini ya da nesnelerin gerçekliğinin algılanabilirliklerinden kaynaklandığını savunur İlk biçimi ile idealizm dünyadaki temel tözün madde olduğunu, bunun da maddi biçimler ve süreçlerle bileneceğini ileri süren maddeciliğin, ikinci biçimi ile insan biliminin, zihnin dışında ve bundan bağımsız olarak var olan nesneleri gerçekte oldukları gibi görüp kavradığını öne süren gerçekliğin karşıtıdır Gözlemlenebilir gerçekleri ve ilişkileri vurgulayarak metafizik görüşlere karşı çıkan olguculuk ile ateizm ve şüphecilik gibi akımlarda idealizme karşı çıkar

Felsefi idealizmin tarihsel gelişiminde, başlıca üç sorunu yanıtlama çabası belirleyici olmuştur

1) İnsan deyiminin sonul gerçekliği nedir? Bu soruya verilen yanıtlar iki uç arasında dağılır Deneyci filozoflardan David Hume'a göre insan deneyiminde anlatımını bulan sonul gerçeklik, olayların her bireyin bilincinde art arda akışıdır Bu düşünce, tüm gerçekliğin tek bir benliğin anlık duyu deneyimine indirgenmesi sonucuna varır Öteki uçta usçu filozoflardan Spinoza'yı izleyenler için sonul öz, kendi başına var olabilen ve yalnızca kendisi tarafından kavranabilendir

2) bilginin içeriğinde verilen nedir? Verilerin mantıksal yorumu ve açıklamasıyla ne elde edilebilir? İdealistlere göre bilgi sürecinin sonu, bireysel deneyimin dışında kalmakla birlikte gene de somut bir tümel ya da bir dizgedir Verilen mantıksal yorumu ve açıklaması, gerçekte, yeryüzünü üzerinde yaşayanlarca tümüyle yeni bir biçime dönüştürülmesi demektir

3) Bir düşünür zaman içindeki oluşum ve değişim olgusu ya da değişik amaçlar ve değerler karşısında nasıl bir tutum alınmalıdır? İdealistlere göre us yalnızca doğadaki uyumlu düzeni ortaya çıkarmakla kalmaz, aynı zamanda uygar bir toplumun kültürel yaşamının parçası olan devleti ve öteki kurumları da yaratır, bu kurumların değerlerini korumak ve geliştirmek, her uygar insanın ahlaki temel görevidir Uluslar arası etik kurallarına da katkısı bulunan idealistler, hiçbir ulusun etkin güçlerini bir başka ulus üzerinde hüküm sürmek için kullanamayacağını ileri sürerler Bu güç, yalnızca bir başka ulusun yaratıcı güçlerini ilerletmek, onların kültürel düzeyini kalkındırmak için kullanabilinir İdealizmin de tarih felsefesi, değer felsefesiyle yakından ilişkilidir Benedotto Croce bu tarih felsefesini "her gerçek tarih, çağdaş tarihtir" deyimiyle özetler

İdealistlerin başlıca dört savından biri Berkeley'in esse est percipi (var olmak algılanmış olmaktır) ilkesidir Nesnelere dayandırılan bütün nitelikler duyu nitelikleridir Bunlar ancak duyu organları bulunan bir özne tarafından algılandıklarında var olurlar Maddenin varlığını ve duyu algılarının maddeden kaynaklandığını görüşünü yadsıyan bu yalın sav, geniş tartışmalara yol açmıştır

Özneyle nesnenin karşılıklı birbirine bağımlı olduğu savı, birinci savla yakından ilişkilidir Nesnesi olmayan bir özneyi düşünmek olanaksızdır; çünkü özne olmak bir nesnenin ayrımında olmaktır Buna karşılık her nesne de ancak bir öznenin karşısında nesnedir Bu ilişki mutlak ve evrensel bir biçimde karşılıklıdır Dolayısıyla her tam gerçeklik, bir nesneyle bir öznenin birliğidir, yani somut bir tümeldir

İdealizmin üçüncü savına göre insanın en dolaysız deneyiminde, yani kendi öznel bilinçliğinde sezgisel ben, tinsel özellik taşıdığı var sayılan sonul gerçekliği doğrudan kavrayabilir Örneğin Platon'a göre, "iyi ideası"na sıçrama mistik bir nitelik taşır

İdealizmin dördüncü savı özellikle Tanrı'nın varlığını kanıtlamak için geliştirilmiştir 11 yüzyılda Canterbury'li Aziz Anselmus'un geliştirdiği bu sava göre yetkin bir varlığın var olması zorunludur, çünkü var olamak yetkinliğin temel öğelerinden biridir Tanrı yetkin olduğunu göre varlığı da zorunludur Bazı idealist filozoflar bu savı idealizmin öteki ilkelerine de yaymışlardır

Ek Bilgiler

Ruh maddeyi yaratır

Bu, idealist felsefenin ilk biçimidir ve evrenin ruh tarafından yaratıldığını kabul eden bütün dinlerde kendini gösterir

Evren, düşüncemizin dışında var olamaz

İşte özelliklerin ancak zihnimizde var olduklarını, ve böyleyken onları şeylerin kendilerine atfetmekle yanılgıya düştüğümüzü kabul eden idealistlerin ispatlamaya çalıştığı şey budur İdealistler için, şu masa ve sıralar vardır elbette, ama sadece düşüncemizde Çünkü şeyleri yaratan fikirlerimizdir

Başka bir deyişle, düşüncemizin yansısıdır şeyler Gerçekten de, madem ki zihnimiz tarafından yaratılmaktadır bizdeki madde fiksiyonu, madem ki madde kavramı zihnimiz tarafından bize verilmektedir; ve madem ki şeylerden aldığımız duyunun nedeni düşüncemizdir, öyleyse bizi çevreleyen şeylerin hiçbirinin bizim zihnimizin dışında bir varlığı yoktur Ve de bunlar, düşüncemizin yansıları olmaktan öteye geçemezler

Demek oluyor ki, ruhumuzun yaratıcısı olan ve bize evren hakkındaki bütün fikirleri empoze eden daha üstün bir ruh vardır Buysa, kendiliğinden de anlaşılabileceği gibi Tanrıdır


İslam Felsefesi Nedir?

İslam felsefesini, İslami felsefe ve İslam dünyasında gelişen felsefi akımlar olarak iki gruba ayrılarak değerlendirmek mümkündür

Temelde özü itibarı ile dogmatik olan din ile felsefenin beraber nasıl değerlendirilebileceği tartışmalı olsa bile, İslam dünyasında felsefe orta çağ batı dünyasından çok daha müsamahalı karşılanmıştır Bunun bir nedeni İslam dininin temel esaslar dışında ferdi düşünceye serbestlik tanıması, imani esasları alenen zedelememek şartıyla düşünceye verdiği özgürlük, diğer bir nedeni de akli ilimlerin gerek siyasi otoriteler gerekse dini otoriteler tarafından sürekli desteklenmiş olmasıdırBu sayede İslam coğrafyasında ve özellikle Arap dünyasında felsefe gelişmiş,gelişen felsefe de formel,doğa ve insani bilimlere de katkılar sağlamıştırO dönemin Batı dünyasından oldukça üstün bir konuma sahip olan İslam felsefesi 14 yüzyılın sonlarına kadar zirvede tutunmuştur

İslami Felsefe

İnsanlık tarihi boyunca felsefenin konusu olan insanın kendisini, başkaları ve kainatla olan ilişkisini, ve doğaüstü güçlerin varlığı/yokluğunu, İslamın temel esaslarını zedelemeden, yahut onlardan yola çıkarak akli delillere dayalı ve sistemli bir şekilde yorumlama ve izah etme temelinde gelişmiş İslam ilimlerine İslami felsefe denebilir İslami felsefe tarihi süreç içerisinde pek çok dal ve okullara ayrılmıştır

İslam dininin itikadi esaslarının akli deliller esas alınarak incelenmesi, değerlendirilmesi ve izahi İslami felsefenin onemli bir ruknunu olusturur ki bunun sistemli hale getirilmis haline ilm-i kelam denilmektedir

İtikada ait meselelerin akıl perspektifinde değerlendirilmesinde zamanla farklı okullar oluşmuştur Bunlara itikadi mezhepler denilmektedir

Başlıcaları:

- Selefiyye
- Maturudiyye
- Eş'ariyye

olarak sıralanabilir

İslam Felsefesinde daha çok tasavvufi konuların ele alındığı ve değerlendirildiği saha, yer yer tasavvuf felsefesi olarak isimlendirilmişse de, tasavvufun tanımı gereği bu tabirin genel kabul gördüğü söylenemez

İslam Dünyasında Gelişen Felsefî Akımlar

İslamiyetin Hicri 1 asırda hızla gelişmesi ve yayılması ile birlikte önceden Müslümanların kendilerine yabancı olan kültürlerle etkileşimi artmıştır İslamiyet'in akla verdiği önem ve serbesti, bu yeni kültürlerde mevcut felsefi birikimin tercümeler vasıtası ile hızla Müslüman ilim adamları arasında yaygınlaşmasını da beraberinde getirmiştir Henüz sistematik felsefe kültürü gelişmemiş olan Müslüman Arapların Yunan felsefesi ile bu ilk tanışıklıkları daha ziyade edilgen nitelikte ve etkilenme şeklinde olmuştur denebilir

Her ne kadar, farklı bir kültürde yeni gelişen bu felsefenin içerdiği ekoller İslami temel esaslardan uzaklaşmamaya çalışmış olsalar da, Yunan felsefesi etkili olmuş ve itikadi esaslarla çelişen çeşitli ekoller de ortaya çıkmıştırFakat bu ekoller İslami esasları kabul eden ekollere göre azınlıktadırlar İslam filozofları Yunan felsefesinde özellikle Platon ve Aristo gibi düşünürlerin görüşlerini benimsemişler ve bunu İslam düşüncesiyle birleştirmişlerdir Geneli itibariyle bu sistemi kuran 2 Öğretmen de denilen "Farabi"dirFarabi'den sonra İslam'ın Tanrı anlayışıyla rasyonalizmi diğer İslam filozofları da birleştirmişlerdir

İslami felsefe ile kelam bir süre birlikte yürümüşDaha sonra genel olarak felsefe ekolü ile kelam ekolü arasında önemli görüş ayrılıkları çıkmış ve İslami ilimlerde felsefeden ayrı bir yere sahip olmuştur İtikadi konularda felsefe ekolü ile kelam ekolü arasında görüş ayrılıkları mevcuttur Her ne kadar bu iki farklı grubun düşünceleri diğer grup ve mezheplere oranla daha akli bir bazda olsa da, kelam felsefeye oranla klasik dini itikada ve nakile daha yakındır İslam filozofları ve felsefi ekoller ise itikadi konularda daha çok aklı baz alırlar ve akıl ile naklin çeliştiği yerlerde aklı tercih eder, çoğu kez nakli tevil ederler

İslam dünyasında ortaya çıkan felsefi yaklaşımlar ve pek çok hususiyetleri ve özellikle dine bakışları açısından farklılık arz ederler Fakat Maddeciler hariç tüm ekoller İslam'ın tevhit anlayışı esaslarına çok yakınlardırBu ekoller geneli itibariyle Tanrı,ruh,vahiy,peygamber,kutsal kitap vb dinsel varlık ve kavramları kabul ederler

Başlıcaları:

- Tabiat felsefesi
Tabiiyyun (Naturalistler)
Dehriyyûn (Maddeciler)
Bâtınîlik
- Meşşâîlik
- İşrakîlik

ve felsefi bir tabanda olsa da felsefi ekolden bağımsız olan kelâm

İslam Felsefesi tarihinde ekol kurmamış ve bir ekole de bağlanmamış birçok önemli filozof ve felsefe vardır, buna İbn Haldun ve onun tarih felsefesini örnek olarak verebiliriz

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : » Felsefe

Eski 04-24-2009   #25
Şengül Şirin
Varsayılan

Cevap : » Felsefe



Kynikler (Kinikler) Okulu Nedir?

Sokrates'in ölümünün hemen ardından öğrencileri bazı okullara ayrıldılar Bu okullardan birisi olan Kuzey Afrika'daki Kyrene kentinde Aristoppos'un kurduğu Kyrene okuluna kısaca değinmekle yetinmiştik Bu okulun yanında bir de yine Sokratçı olan Atina'daki Antisthenes'in okulu bulunmaktadır Bu okula Kyniklef (Kelbiler) Okulu demek alışkanlık olmuştur

Sokratçıların ilgilendikleri başlıca iki konu vardı: Sokrat'ın öğrencileri öncelikle mutluluğun ne olduğunu ve nerede bulunduğu bilmek istemişlerdi Hepsinin gözünde hocaları Sokrat bilge ve mutlu bir insan modelidir Fakat Sokrat'ın kendisinin yaşadığı yaşam biçimiyle ulaştığı bu mutluluğun özelliği nedir?

Sokratçıların birinci ana sorunu budur Sokrat gerçek mutluluğa erdem yolundan ulaşmıştı O halde erdem, bir başka deyişle mutluluk gerçek bilgiye dayanır Bu nedenle mutluluk, gerçekten neyin istenmesi ve neyin istenmemesi ya da gerçekten neden korkulması ve neden korkulmaması gerektiğini bilmektir İşte Sokratçıları ilgilendiren ikinci konu da bu bilgi sorunudur

Aristippos ve Antisthenes'in okulları bu iki soruyu hemen hemen aynı yönde cevaplandırırlar: Evreni değil de insanı kendisine konu yapan bilginin gerçek bilgi olduğu görüşü, her iki okul tararından da benimsenmiştir Her iki okul "kendini bil" varsayımını kendilerine rehber edinmiştir Her iki okul için de mutluluk, ancak bireyin mutluluğudur Bir şeye bağlı olmayan, yalnızca kendine dayanan bir insan, gerçek mutluluğa ulaşır

Her iki okula göre de üstad Sokrat bu ideali kendi kişiliğinde tam anlamıyla gerçekleştirmiştir Öteki konularda bu iki okul biri ötekinden farklı düşünür Söz gelişi Aristippos mutluluğun, hazzı elde etmek ve elemden kaçmakta bulunduğuna inanır Ancak bu sorunun kritik bir yanı vardır: Haz ve elemin sınırları birbirine çok yakındır Bir haz belli bir derecede hemen eleme dönüşebilir

O halde sonuçta eleme dönüşmeyen, pişmanlık yaratmayan hazları elde etmeye çalışılmalıdır Her tutkuyla yaşanmış haz, sonunda eleme dönüşür ve böyle bir haz insanı eninde sonunda tutkuya köle yapar Bunun içindir ki erdemli bir insanın ulaşmak istediği a-maç, akıllıca yaşama becerisidir

Sokrat'ın yaşamı, bu ustalıklı yaşam sanatının en canlı örneğidir Böylece Kyrene okulu Sokrat'ın mutlulukçuluğundan (Eudaimonizm) bir hazcılık (Hedonizm) çıkarmıştır Kyrene okulunun bu hazcılık anlayışı sonradan Epikür tarafından da benimsenmiştir Dikkat çekici olan şey, Aristippos'un öğrencilerinin, sonuçta hocalarının ulaşmak istediği amaçtan kuşkuya düşmüş olmalarıdır

Nitekim Aristippos'un öğrencileri arasında "Hegasias" adlı birisi vardır ki, ona ölümü bile inandırdığı için, "kandıran (kandırıcı)" ismi takılmıştır Bu Hegasias'ın hareket noktası şudur: Sonunda eleme dönüşmeyecek hiçbir haz yoktur Mutlu olmak için elemden kaçın, hazza ulaşmaya çalışın Fakat bunu sağlamaya olanak yoktur Çünkü yaşam böyle kurulmuştur Bunun için yapılması gereken tek şey, gerek hazza ve gerekse eleme karşı, mutlak bir duyarsızlık durumuna geçmeye çalışılmaktır



Kuşkuculuk (Şüphecilik, Septisizm) Nedir?

Şüpheci filozoflar felsefe tarihinde, bilginin imkanından şüphe ederek önemli bir yer almışlardır Bu şüphe, farklı sebeplerden kaynaklanmıştır Mesela gündelik deneylerimiz, duyularımızın sık sık yanılgıya düştüğünü göstermiştir Yine geçmişte kabul edilen bazı bilgilerin, bugün apaçık bir biçimde reddedildiği ve çürütüldüğü de bilinmektedir Yine bilim tarihi, insanların geçmişte doğru olarak kabul ettikleri birçok bilimsel görüşün, bugün artık doğru kabul edilmediğini göstermektedir

Pascal, "Pirenelerin öte yanında (İspanya'da) doğru olan, bu yanında (Fransa'da) yanlıştır" derken bir başka şüphecilik kaynağına, farklı topluluk veya kültürlerin farklı "doğru" görüşlerine sahip olduğuna işaret etmiştir

İşte bütün bunlar, insanın bilgiye sahip olduğu iddiasının karşısına çıkan ve felsefe dilinde şüphecilik veya septiklik diye adlandırılan bir akımın doğmasına sebep olmuştur

Felsefenin kendisinde her zaman bizzat yapısından kaynaklanan ve "bir tavır olarak şüphecilik" diye adlandırabileceğimiz şüpheciliğin yanında, "yöntem olarak şüphecilik", "deney dışı bilgiye ilişkin şüphecilik" ve "aşırı şüphecilik" diye ayırt edebileceğimiz şüphecilik türleri de vardır

Bir Tavır Olarak Şüphecilik Nedir?

Felsefenin en önemli niteliklerinden birisi, eleştirici olmasıdır Felsefe, tarihsel olarak Yunan dünyasında daha önceden mevcut olan dinsel-mitolojik dünya görüşünün bir eleştirisi olarak başladığı gibi her filozofun da kendinden önceki bilgi birikimini sorgulamak ve eleştirmekle işe başladığı bir gerçektir

Bu anlamda şüphe, bir tavır olarak felsefenin ruhunda mevcuttur Böylelikle her filozofun felsefi bir tavır olarak şüpheci olduğunu söylemek mümkündür Kant bu tavrı, "gerekçeleri, temelleri olmadığı sürece herhangi bir görüşü, iddiayı kabul etmeme tavrı" olarak tanımlamaktadır

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : » Felsefe

Eski 04-24-2009   #26
Şengül Şirin
Varsayılan

Cevap : » Felsefe



Kynere (Kirene) Okulu Nedir?

Kirene (Kyrene) okulu, Kireneli Aristippos tarafından kurulmuş olan bir Sokratesçi okuldur Kinizmin reddiyeci ve katı ahlaki tutumlarına karşı yumuşak, rahat ve keyifli bir yaşam anlayışının savunucuları olmuşlardır Aristippos'da Sokrates'in öğrencilerinden biridir ve doğru yaşamak nedir? sorusuyla felsefesini geliştirmiştir Ona göre ulaşılmak istenen ve ulaşılması gereken hedef yalnızca hazdır İstencimizin yegane amacı hazdır ve Aristippos'a göre haz, bu nedenle iyi'nin ta kendisidir Haz veren her şey iyidir sonucuna varılmasıyla, bu felsefe hazcılığı (Hedonizm) kurar Bu okulun yorumuyla, Sokratesçi iyi ve mutluluk kavramları yeni bir anlama daha kavuşurlar Daha önceden Sokrates'te iyi, açık bir şekilde tanımlanmamış ve mutluluk ise farklı bir şekilde, ruhun devamlı sağlığı ve esenliği şeklinde değerlendirilmişti

Aristippos, hazzı felsefi bir kategori haline getirerek, haz türleri arasında herhangi bir ayrım gözetmez; ona göre hazlar nitelik olarak değil nicelik olarak birbirinden ayrılırlar ve bedensel olsun zihinsel olsun hazlar önemlidirler Duyusal hazlar, manevi hazlardan doğrudan olmaları sebebiyle daha üstün tutulurlar Öte yandan bu haz kavramı Sokratesçi bilgi anlayışıyla da bir şekilde ilişkilendirilmiştir Hazza ulaşmak için bilgi bir koşul olarak görülür Farklı bir yoldan mutluluk yine bilgiyle ulaşılabilen bir şey olarak belirtilmiş olmaktadır Çünkü bilgi, bu anlayışa göre önyargılardan, boş dini inançlardan, insanı hazdan uzaklaştıran eğilimlerden kurtarabilecek yegane güçtür Bilgi sayesinde insan kendine güven kazanır ve dış dünyanın hazzı engelleyen koşullarını bertaraf etmesini sağlayacaktır Kirene okulu, bu anlamda kiniklerin tam tersi bir yolda, yani insanın dünya nimetlerinden kurtulmasıyla kendisine yeteceği ve özgürleşeceği düşüncesinden farklı olarak, dünyanın zevkine ulaşmak için özgürleşmeyi isterler

Hayattan zevk alan ve hazzın peşinde olan bu okula göre bilgedir Her zaman dingin ve kontrollü olarak kişinin içinde bulunduğu koşullara hükmetmeye ve hazza ulaşmaya çalışması bilgece bir yaşam sürdürmektir Kinikler gibi Kirene Okulu da bireyciliğin ve bireyselliğin gelişmesine etki etmiş okullardandır Din konusunda onlar da kinikler gibi yaklaşırlar, onun kuruntularından kurtulmak gerektiğine inanırlar


Liberalizm Nedir?

İng Liberalizm; Fr libéralisme; Alm Liberalismus; es t Serbestiyet

Gerek ekonomi felsefesinde, gerekse siyaset felsefesinde devlet, toplum ve birey arasındaki tüm ilişkilerde bireyin hak ve özgürlüklerini öne çıkaran; her bireyin vicdan, inanç ve düşünce özgürlüğünün tanınması gerektiğini savunan ekonomik ve siyasal öğretiye liberalizm denir

Bu bağlamda, devletin ekonomiye müdahalesinin en alt düzeye çekilmesi gerektiğini savlayan, daha ideal olanın ise devletin bireyler, sınıflar ve uluslar arasındaki ekonomik ilişkilere hiçbir şekilde karışmaması olduğunu öne süren ve somut anlatımını "Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler" "Laiseez faire laisez passer” sözünde bulan öğreti, iktisadi liberalizm diye adlandırılırken; devlet yetkesinin her anlamda ve her alanda kısıtlanması, bu yetkeyi elinde tutanların toplumun yapıtaşları bireylerin yaşamlarını nasıl yönlendireceklerine herhangi bir gerekçe ileri sürerek hiçbir şekilde karışmaması gerektiğini savunan, devletin toplumsal ve kültürel yaşamın düzenlenmesinde hiçbir belirleyici rol üstlenmemesi gerektiğinin altını koyultarak çizen ve somut anlatımını "En iyi hükümet en az hüküm edendir" sözünde bulan öğretiye ise siyasal liberalizm denmektedir

Siyaset felsefesi, liberal siyaset kuramı ile yakından ilişkili özgürlük, hoşgörü, kişisel haklar, kurumsal demokrasi ve hukuk yasaları gibi ilkelerin felsefece dayanaklarını inceler Liberallere göre, siyasal kuruluşlar siyasal ve toplumsal çıkarlardan bağımsız olarak kişisel çıkarların korunmasına ve sağlanmasına yaptıkları katkılar bağlamında meşrulaşırlar

Liberal düşünürler, gerek her toplum ve kültürün kendi sonunu kendi içinde taşıdığı düşüncesine gerekse siyasal ve toplumsal kuruluşların insanı daha iyiye doğru dönüştürme gibi bir amaç taşımaları gerektiği görüşüne karşı çıkarlar Liberal felsefecilere göre, maddi olsun manevî olsun her kişinin kendi amaçları vardır ve bu amaçlar başkalarınınkiyle doğal olarak uyum içinde olmadığından bireylerin amaçları uğruna neleri yapabilecekleri ile başkalarının amaçlarını hangi bakımlardan göz önüne almaları gerektiğini belirleyen kurallar belirlenmelidir Bu bağlamda siyaset felsefesinin yapması gereken, bir yandan bireylerin ayrı ayrı isteklerine yanıt veren, bir yandan da toplumu güvence altına alan bir yaşam biçimi tasarlamaktır Liberalizm ile felsefesi, "sol" tarafından refah ve iktidarın birkaç kişinin elinde toplanmasına karşı hiçbir savunması olmayan ve insanın toplumsal ve siyasal doğasına ilişkin herhangi bir çözümlemeden yoksun "özgür pazar ideolojisi" olmakla eleştirilir

Liberalizme yöneltilen bir başka temel eleştiri de liberalizmin toplumsal etkeni arka plana iterek toplumlardan ayrı bireylerin ya da soyut kuralların bulunduğunu kabul etmesidir

"Sağ"ın liberalizme yönelik en temel eleştirisi ise yerleşik kurumlara ve geleneklere duyarlı olmaması ve bireysel özgürlüğün artırılmasında toplumsal yapılara ve sınırlamalara gereksinim olduğunu göz ardı etmesidir

Felsefe Sözlüğü; Bilim ve Sanat Yayınları; 2002

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : » Felsefe

Eski 04-24-2009   #27
Şengül Şirin
Varsayılan

Cevap : » Felsefe



Siyaset Felsefesi Nedir?
Siyaset (Politika Latince) dilimize Arapçadan geçmiş bir sözcüktür ve devlet ve toplum yönetimi ile ilgili tüm etkinlikleri ifade eder Bu alanı, hem siyaset bilim hem de siyaset felsefesi inceler Siyaset bilim devlet biçimlerini, siyasi olguları ve süreçleri ele alır, betimler ve olanı olduğu gibi inceler Siyaset felsefesi ise var olan siyaset üzerine bir sorgulama ve akıl yürütme etkinliğidir Siyaset felsefesi ideolojiler üstü bir tutumla olması gerekeni araştırır

Siyaset felsefesi; devlet, hükümet, siyaset, özgürlük, mülkiyet, meşrutiyet, haklar, hukuk gibi konular hakkındaki, bu kavramlar nedir, neden ihtiyaç vardır, bir hükümeti ne meşru kılar, devlet hangi özgürlükleri ve hakları neden korumalıdır, hangi biçimde kurumsallaşmalıdır, kanun nedir, vatandaşın devlete karşı yükümlülükleri nelerdir, bir hükümet yasal olarak neden ve nasıl görevden çekilmelidir gibi temel sorulara cevap arayan ve bu konuları felsefeden faydalanarak inceleyen sosyal bilim dalıdır

Siyasetin problemlerini, siyasi sistemleri, siyasal hayvanlar olarak tanımlanan insanların belli bir siyasi sistem içindeki davranışlarını felsefeye özgü yöntemlerle ele alan felsefe dalı, daha çok normatif bir nitelik arz eden kavramsal araştırma türü; felsefenin, siyasi yaşamı konu alan, özellikle de devletin özü, kaynağı ve değerini araştıran dalıdır

Siyaset felsefesinin ele aldığı belli başlı konular şunlardır:

1 İnsanın gelişme süreci içinde, yönetimin ya da devletin kaynağı, doğası, amacı ve önemi

2 Var olan, var olmuş olan devletlerin sınıflanması ve bu devletlerin oluşumunda etkili olan felsefe ya da görüşlerin incelenmesi

3 İdeal düzen arayışları

4 Ütopyaların yapısı ve bunların gerçekleşme şansları

5 Bireyle devlet, itaat etmeyle özgürlük arasındaki ilişki, baskı, sansür ve yönetimin gücü

6 Adalet, eşitlik, özgürlük, haklat ve mülkiyet gibi temel kavramların analizi

Eski Yunan'da doğmuş olan siyaset felsefesi, günümüzde siyasi otoritenin gücünü, doğasını ve kaynağını, siyasi otoriteyle birey arasındaki ilişkileri ele alır Siyasi kurumların ve bu arada devletle birey arasındaki ilişkilerin nasıl geliştirilebileceği konusunu inceleyen siyaset felsefesi günümüzde daha çok ‘demokrasi’ kavramı üzerinde durur Başka bir deyişle, demokrasi problemini sivil toplum-devlet kavram çiftiyle, özgürlük ve eşitlik ideallerinin oluşturduğu temel üzerinde ele alan siyaset felsefesinin temel problemi, kamusal gücün, siyasal iktidarın, insan yaşamının niteliğini korumak ve geliştirmek için nasıl kullanılması ve ne ölçüde sınırlanması gerektiği problemidir

Siyaset felsefesinin uzun tarihi içinde, Platon, Aristoteles, Cicero, Aziz Augustinus, Aquinalı Thomas, Dante, Machiavelli, Spinoza, Locke, Burke, Rousseau, Mill, Bentham,Tocqueville, Saint-Simon, Comte, Hegel, Marx ve Engels gibi düşünürlerin önemli katkılarından söz edilebilir Buna karşın, 20 yüzyılda siyaset felsefesi alanındaki katkılar, sırasıyla siyasi pragmatizm, dini ve varoluşçu yaklaşım ve nihayet devrimci yaklaşım diye, kabaca üç başlık ya da yaklaşım altında toplanabilir

1 Dewey, Russell ve Popper gibi düşünürler tarafından temsil edilen Siyasi pragmatizm, toplumun halihazırdaki yapısını ve kapitalizmi eleştirmekle birlikte, düşüncelerini söz konusu yapının oluşturduğu genel çerçeve içinde ifade eder ve siyaset alanındaki amacın, insan kişiliğinin geliştirilmesiyle yaşam düzeyinin en yüksek noktaya çıkartılması olduğunu savunur Örneğin, siyaset felsefesinde aristokratik bir bireyciliğin savunuculuğunu yapan Russell, hoşgörü, cinsel özgürlük ve sağduyunun yanında olurken, materyalizme, bürokrasi ve savaşa şiddetle karşı çıkmıştır

2 Dini ve var oluşçu yaklaşım, insanlığın topyekün bir yıkıma doğru gittiğini savunurken, zaman zaman dini ya da yarı dini değerleri, zaman zaman da bireyin bizzat kendisini ön plana çıkartmıştır

3 Lenin, Gramsci, Marcuse, Lukacs gibi düşünürlerin temsil ettiği yaklaşım ise, bireyin nihai bir özgürlük ve mutluluk haline ulaşabilmesi için, kapitalizmin ve burjuva devletinin, şiddet veya demokratik yollarla yıkılmasını öngörür


Din Felsefesi Nedir?

Din; bilim ve sanat gibi temel insani kurumlardan birisidir Din felsefesi, felsefe terminolojisine geç girmiş de olsa, felsefenin din üzerinde düşünmesi, felsefenin kendisi kadar eskidir

Din felsefesi en basit anlamda; din üzerine düşünmek, dini bütün elemanlarıyla beraber (inanç türleri, öğretileri, iddiaları ve tanrı gibi temel kavramlar vb) eleştirel, tutarlı, sistemli ve akılsal olarak inceleme konusu yapmaktır

Din felsefesi din kavramını, en ilkel dini yapılardan (animizm, totemizm vb) en gelişmiş dinlere kadar (Hıristiyanlık, İslam vb) çok geniş bir çerçevede ele almaktadır

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : » Felsefe

Eski 04-24-2009   #28
Şengül Şirin
Varsayılan

Cevap : » Felsefe



Felsefe Nedir? Din Nedir?

1 Felsefe Nedir?

Aristoteles'in ünlü yapıtı "Metafizik", "bütün insanlar doğal olarak bilmek isterler" cümlesiyle başlar Yine Aristoteles'e göre, insanların duyularını kullanmaktan; örneğin görmekten, işitmekten duydukları zevk bunun en net kanıtıdır Gerçekten de insanı insan yapan en önemli özelliklerden biri onun kendisini çevreleyen dünyayı, içinde yaşadığı toplumu, geçmişini ve bütün yanları ile bizzat kendisini tanımak ve bilmek istemesidir

Şimdi bilgi, bilen varlıkla (felsefe dilinde özne veya süje ile) bilinmesi istenen veya bilinen varlık (felsefe dilinde nesne veya obje) arasındaki bir ilişkidir Bu ilişkide bilinenin mi, yoksa bilenin mi ağır bastığı; bilginin imkânı veya imkânsızlığı, kaynağı, alanı, kapsamı, sınırları vb türünden sorular felsefenin bilgi teorisi veya epistemoloji diye adlandırılan dalının özel konusunu oluşturur (Bu konu, site içerisindeki diğer yazılarda geniş kapsamlı olarak ele alınmıştır)

Felsefe de esas olarak bir tür bilgidir; ama özel bir tür bilgidir Felsefenin ne tür bir bilgi olduğunu, felsefi bilginin özelliklerinin neler olduğunu anlamak için diğer belli başlı bilgi türlerinden söz etmek gerekir Bu konuda ele alınacak bilgi türleri ise gündelik bilgi ve bilimsel bilgidir

2 Din Nedir?

Yer yüzünde geçmişte var olmuş ve günümüzde de var olan birçok dini inanış vardır Bu inanışların kimisi birbirleriyle ortak özellikler gösterirken, kimisi tamamen özgündür ve kendi inanç sistemini yaratmıştır Bu bağlamda felsefi anlamda dinin ortak, net ve kesin bir tanımının yapılması güçtür Bu sebeple din hakkında farklı tanımlar yapılabilmektedir Örneğin bir psikolog, dini yaşanan bir tecrübe; bir sosyologa ise toplumsal bir kurum olarak tanımlayabilmektedir

Türk Dil Kurumu, din kavramını 3 farklı şekilde tanımlamaktadır:

1 Din; bir tanrıya, doğaüstü güçlere, eşitli kutsal varlıklara inanmayı ve onlara tapınmayı sistemleştiren toplumsal bir kurumdur

2 Din, çeşitli inançları; kurallar, kurumlar, töreler ve semboller biçiminde toplayan bir düzendir

3 Din; inanılan ve çok bağlanılan düşünce, inanç, ülkü ve kültlerdir

Felsefe ve Din Felsefesi

Düşünce tarihinde felsefe; dini ve ahlaki bilgilerin, inançların eleştirisi olarak ortaya çıkmıştır Buna karşın felsefe ve din birbirine karşıt iki bilgi türü değildir Bu bilgi türlerinin her ikisi de insan ve evren ilişkisini açıklamaya ve anlamlandırmaya çalışmaktadır Bu iki bilgi türünün çalıştıkları alanlarda benzerlikler çok olduğu için birbirlerinden yararlanmaları da oldukça doğaldır Felsefe varlığın yapısı hakkında, din ise sonsuzluk hakkında bir arayış içindedir Felsefe sonsuz olanı ifade etmede kavramları, din ise sembolleri kullanmaktadır

Din felsefesini daha net bir biçimde tarif etmemiz gerekirse şöyle diyebiliriz: "Din felsefesi; dinin felsefe olarak ele alınması, dinin üzerinde düşünme ve tartışmalarda bulunmaktır" Fakat ortada felsefenin kendi yapısından kaynaklanan bir sorun vardır: her filozofun, kendine göre bir düşünce yapısı ve anlayışı vardır Felsefeyi tanımlamak ne denli zorsa, felsefenin alt dalı olan din felsefesini de tanımlamak bir anlamda o kadar zordur Ama birçok filozofun belli konular üzerinde oluşturduğu belli bir disiplin göz önünde bulundurularak: "din felsefesi yapmak, dinin temel iddiaları hakkında rasyonel, objektif, geniş kapsamlı ve tutarlı bir tarzda düşünmek ve konuşmaktır" diyebiliriz

Din felsefesi yapan kişi, konusuna "rasyonel" olarak yaklaşmalıdır Yani "tanrının varlığı" ve "ruhun ölümsüzlüğü" gibi kavramları akıl gücünün imkanlarını kullanmaya çalışarak temellendirmelidir

Felsefeci aynı zamanda din konusuna geniş kapsamlı bir biçimde eğilmelidir Dinin sorunları üzerinde fikir yürütürken konuyla ilgili tarihi, ilmi, mantıki bütün verileri ele almak zorundadır Hatta konuya ilişkin karşıt söylemlerin ne olduğuna da bakmalıdır

Ayrıca filozofun ortaya koyduğu görüşler arasında bir tutarlılığın olması da esastır Görüşlerde tutarsızlığı görebilmek için oldukça iyi eleştirilere ihtiyaç vardır

Özellikle bu ve benzeri araştırmalarda dinin lehine ve aleyhine yaklaşmak yerine dini olduğu gibi incelemeye tabi tutmak "objektif" bir biçimde yaklaşmak esas olmalıdır

Bütün bunların yapılmasındaki tek amaç felsefi yaklaşımın esas olarak dile getirme, açıklama, kaynaştırma, bütünleştirme ve değerlendirmedir Din felsefesi aynı zamanda dinler üzerinde ciddi araştırmaların yapılması için özel bir basamaktır Böylelikle din konusunda herkes başıboş bir biçimde kendi özgür görüşlerini, yorumlarını sağa-sola savuramaz

Din felsefesinin ilgilendiği problemleri şu şekilde sıralayabiliriz:

a) Metafizik ve kozmolojik problemler: Tanrı'nın varlığı ve bu konuyla ilgili lehte ya da aleyhte ortaya sürülen akli deliller, evrenin yaratılışı, insanın evren içindeki yeri ve önemi, vahyin imkanı, ölümden sonra hayat ve ruhun ölümsüzlüğü

b) Epistemolojik problemler: Evrenle ilgili bilgilerimizden tanrının bilinmesine gitme çabalarının epistemolojik değeri, bir bilgi kaynağı olarak vahiy ve dini tecrübe, inanma, bilme, şüphe etme, zan, yakin ve benzeri kavramların epistemolojik tahlil ve tenkidi, temel dini hükümlerin doğrulanması ve yanlışlanması

c) Dini hükümlerin dil ve mantık açısından eleştiri ve incelenmesi, din dilinin mantık açısından durumunun belirlenmesi

d) Dinin ahlak, sanat ve ilimle olan ilişkileri, bütün insan tecrübelerinin organik bir bütünlüğe kavuşturulması ve yeni dini düşünme sisteminin oluşturulması çabaları

e) Dinsel simgeselliğin anlamı ve önemi

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : » Felsefe

Eski 04-24-2009   #29
Şengül Şirin
Varsayılan

Cevap : » Felsefe



Tanrı Kavramı ve Dinlerin Tanrı Anlayışı

Tanrı kavramı, her kültür dünyası için farklı anlamlar ifade etmektedir Buna karşın tanrı kavramı hakkında yapılan tanımlar, hemen her kültürel düşünce tarzında bazı ortak noktalarda birleşebilmektedir

Tanrıya ilişkin ortaya atılan farklı düşüncelerden bazıları şunlardır:

Politeizm Nedir?

Eski Yunan ve Nordik mitolojilerinde oldukça yaygın olan ve birçok kişisel tanrının varlığını kabul eden bir inanç biçimidir Çoktanrıcılık olarak da bilinmektedir Etimolojik açıdan, Yunanca poly (çok) ve theoi (tanrı) sözcüklerinden türemiştir Birden çok, birçok tanrıya inanma, tapınma manasındadır

Henoteizm Nedir?

Max Müller tarafından ortaya atılan ve bir tanrıya bağlanırken diğer tanrıların varlığını da kabullenmeyi tanımlayan inanç sistemidir Bu inanç biçimi de çok tanrıcılık olarak bilinmektedir; fakat tek bir tanrı, diğer bütün tanrıların başında yer almaktadır Müller'e göre bu inanç; prensipte monoteizm, gerçekte ise politeizmdir

Monoteizm Nedir?

Bu terim kısaca "Teizm" olarak ifade edilmektedir Tek bir tanrının varlığına iman etmektir Tanrı kendi kendine var olan ve her şeyi yaratan en yüce ve kadir olandır Bu görüşe göre tanrı, bütün her şeyi hiç yoktan var etmiştir

Panteizm Nedir?

Bir bütün olarak kavranan evrenin tanrı ile özdeş olduğunu ve evrende açığa çıkan bileşik töz, güçler ve yasalar dışında tanrı olmadığını savunan öğretidir Genelde Hinduizm ve doğu dinleri ile bağlantılıdır Batıda pek yaygın değildir Tanrı bir kişi değildir O, her şeyde ve bütün evrende kendi varlığını sunmaktadır

Panenteizm Nedir?

Bu inanca göre tanrı evrenle tanımlanamaz ama fakat evrene dahil olarak görülebilir Evren bir anlamda Tanrı sayılsa da Tanrı evrenden daha fazla büyüklüktedir İlk devindirici olan tanrının evren ve tüm varlıkları özünden yarattığı ve evrene aşkın, evrenin bilincinde mutlak ve değişmez bir varlık olarak egemen olduğu inancıdır

Yukarda saydıklarımız dünyamızın belli başlı dinlerinin Tanrı görüşleridir Bu ana başlıkların aslında birer de alt başlıkları vardır Tabi bunların her birini ayrı ayrı tanımlamamız mümkün değildir Ancak bazı alt inançları da burada görmemiz gerekiyor:

Dualizm Nedir?

Herhangi bir alanda birbirlerine indirgenemeyen iki karşıt ilkenin varlığını ileri sürmektir Bircilik ve çokçuluk terimlerinin karşılığıdır Panteizmin bir çeşidi olarak karşımıza çıkar Dualist birbirine karşı iki tanrıya inanır Genelde bu tanrılardan biri iyi bir diğeri ise kötü tanrıdır Görüldüğü gibi çok tanrılı bir inanç sistemini koruyup iki tanrı ile sınırlandırmış olmaktır

Deizm Nedir?

Vahiy ya da bir kilise öğretisi aracılığıyla edinilmiş her türlü dinsel bilgiye karşı çıkan, buna karşılık belirli bir dinsel bilgi bütününü herkesin doğuştan taşıdığını ya da us yoluyla elde edebileceğini savunan görüşün adıdır Deizm, tanrılık gücünün sadece yaratma işlemiyle sınırlandığını ve bir kez yaratıldıktan sonra tanrının dünyanın hiçbir işine karışmadığını, eş deyişle dünyayı yönetmediğini belirtir Bir anlamda Teizmin bir alt çeşididir denilebilir Bu inançta kişi bir Teist gibi tek bir Tanrıya inanır ama fark Deist'e göre bu Tanrı yaratma eyleminden sonra evrenin hiçbir işine müdahale etmemektedir

Mutlak Monizm Nedir?

Monizm, her şeyin bir tek zorunluluğun, ilkenin, madde veya enerjiden olduğunu iddia eden metafiziksel ve teolojik görüştür Bu da yine Panteizmin ya da Panenteizmin bir çeşitlemesidir Bu inanca göre Tanrı mutlak bir birlik içindedir Yalnız kendisini tam anlamı ile gerçek olmayan bir dünyaya çoğul bir görünümde kendini açıklamaktadır

Bu tarz tanrısal inanç görüşleri ve çeşitleri yanı sıra bir de herhangi bir tanrıyı kabul etmeyi reddedenler vardır Bunları da şu başlıklarla özetlememiz mümkündür:

Agnostikler: Bu anlayışa göre tanrı hakkındaki gerçek bilinmez ve bilinemez Tanrının varlığı veya yokluğu, ispat edilemez

Ateizm: Teizmin karşıtı olan görüştür Ateistler, tanrının varlığını tamamen reddederler ve hiçbir şekilde kabul etmezler

Naturalizm: Basitçe ateizmin olumlu ifadesidir Ateistler doğanın arkasında bir tanrı fikrini kabul etmezler ve her şeyin kendi başına var olduğunu ileri sürerler Ateizm bir çok din karşıtı kişi tarafından izlenilen bir inanç olduğu halde bazen bazı dindar kişilerde bu inancı edinmişlerdir Budizmin bir çeşidi olan Teravadanın ateizmden etkilendiği görülmektedir Bazı ateistler hümanist insan dininin hiçbir tanrı ile ilgisi olmadan olabileceğini de ileri sürmektedirler








Tanrının Varlığı Konusunda Ortaya Atılan Kanıtlar

Tanrı’nın varlığı konusunu felsefe ve ilahiyatın merkezinde yer alan bir konudur Felsefeciler ve ilahiyatçılar bu konu üzerinde sayfalar dolusu yazılar yazmışlardır ve halende yazılar yazmaktadırlar İslam felsefesinin ünlü düşünürlerinden Gazali olsun, Batı felsefesinin ünlü düşünürlerinden Descartes olsun her ikisi de inanmanın doğuştan olduğunu söylemektedirler Buna karşın bu gibi ünlü düşünürlerin her biri yine de Tanrı’nın varlığını ispat için oldukça gayret harcamışlardır

a Aslında Tanrı’nın varlığı konusundaki tartışmaları inançların esas özünü teşkil eden kaynaklarında görürüz Özellikle bunun en güzel örnekleri kitaplı dinlerde gözlemlenmektedir Her ortaya çıkan yeni inanç hemen bir karşı koyma ile karşılaşmaktadır Doğal olarak kendisini savunmaya gayret eden inanç temel karşı koyuş prensipleri içinde felsefi ya da kelam üzerine olsun fikri tartışmaları ortaya dökmektedir Böylesine fikri tartışmalar içinde Tanrı’nın varlığı ve bu Tanrı’nın kimliği üzerinde de bol bol deliller kelamı olarak ortaya dökülmektedir

Örneğin; Mesih İsa’nın kendisinin Tanrı Oğlu, Tanrı Sözü olarak yeryüzünde bulunduğuna ilişkin öğretilerine karşı çıkan Yahudi din adamları Mesih İsa’nın kendisi ya da ilk izleyicileri tarafından sürekli olarak karşılıklar almışlardır Tanrı’nın varlığı ve özellikle Kurtarıcı olarak Mesihini gönderdiği karşı görüşlere karşı verilen cevaplarla kanıtlanmaya çalışılmıştır Romalılar bölümünde Resul Pavlus’un sözleri buna örnek olarak verilebilir:Çünkü Tanrı’ya ilişkin bilinen ne varsa, gözlerinin önündedir; Tanrı hepsini gözlerinin önüne sermiştir Tanrı’nın görünmeyen nitelikleri-sonsuz gücü ve Tanrılığı- dünya yaratılalı beri O’nun yaptıklarıyla anlaşılmakta, açıkça görülmektedir Bu nedenle özürleri yoktur (Romalılar 1:19-20) Davut’un Mezmurlarında da benzer durumları görmek mümkündür: Akılsız içinden, “Tanrı yok!” der(Mezmurlar 14:1) Aslında genel anlamda Kutsal Kitap Tanrı’nın varlığını ve yokluğunu tartışma gibi bir kaygı içinde değildir Kutsal Kitaba göre Tanrı zaten vardır ve bu varlık içinde kendisini öz, söz ve ruh olarak açıklama durumundadır Varlığından ziyade kendisinin kimliğini araştıranlara tanıtma gayreti içindedir Bu da bir anlamda Tanrı varlığının kanıtlanması kavramıdır Çünkü Tanrı’nın hem varlığı hem de kimliği hakkında sürekli olarak karşı çıkmalar söz konusudur Bu İslam inancının kitabında da karşı çıkanlara burhanınızı getirin(Enbiya 24; Neml 64) gibi sorularla kanıtlara davet söz konusudur

Kitaplı dinlerin kitaplarından kaynaklanan bu gibi kanıtlar ortaya koyma bu dinlerin önde gelen din alimlerini de Tanrı’nın varlığı, kimliği gibi konularda derin düşünmelerine neden olmuştur

b Dinsel inanç önce olduğu gibi inancı alma yani imanı bir anlamda taklit etme ile kişinin varlığında dirilir Daha sonra bu iman kişiyi inancı hakkında öğrenmeye yönlendirebilir Bu da araştırma basamağıdır Daha sonra da inancın içsel olarak hissedilişi yaşanması söz konusu olur Bu üç basamağın toplamına biz iman tecrübesi diyebiliriz Prof Mehmet Aydın’ın[1] açıklamasında olduğu gibi bu üç basamağı biz taklit, ilim ve zevk olarak isimlendirebiliriz İşte onunda ifadesi ile imanda delil arama merhalesi ikinci basamakta ortaya çıkar

c İnsanların zaman zaman şüphe durumlarında ya da şüphe duyan insanların sorularına cevap verme durumlarında kanıtlara ihtiyaç vardır

d Kant “inanca yer bulmak için bilgiyi inkar ettim”[2] demektedir Onun bu görüşü iman ile ilmin arasını müthiş bir biçimde açmaktadır Oysa fikirle, manevi yaşamın bir arada uyum içinde olduğu bir yaşam insanın esas hedeflediği bir yaşamdır Felsefe bu konuda yardımcı bir unsurdur Aynı zamanda Tanrı’nın varlığı aynı zamanda bir bilgilenme sorunudur da Demek ki, Kant aslında yukarıdaki ifadesi ile araya bir ayrım koymaktadır Prof Ronald H Nash buna Kant’ın duvarı demektedir Düşünce ile imanı ayırmaktadır Hatta akıl ile Tanrı’nın anlaşılmasının mümkün olmadığını, Tanrı’nın var ama bilinmez olduğunu söylemektedir Prof Nash kitabında “Kant’ın Tanrısı hem bilinmez hem bilinemez bir Tanrıdır”demektedir[3]

e Bazen felsefe sistemi içinde de Tanrı’nın varlığı konusunda tartışma gerekli olabilir Aristoteles evren üzerindeki düşünürken Tanrı’yı evrene ilk hareketi veren bir ilke olarak görüyordu Farabi, her düzeyde varoluşu açıklamak için Zorunlu Varlık’a muhtaçtı Whitehead ilmi ve felsefi kozmolojisi, Tanrı’nın anlam ve işlevini belirlemeyi gerekli kılıyordu

Bütün bu maddelerde gördüğümüz gibi insanlık her konuda düşünce sistemini geliştirirken tekrar ve tekrar Tanrı’nın varlığı üzerindeki kanıtlara dönme durumunda kalmıştır Bu kanıtlar üzerinde defalarca düşünen hem batılı, hem Hristiyan, hem Müslüman düşünürler içinde bu konuda buldukları ve sundukları kanıtlardan memnun olan düşünürler vardır Örneğin, Aziz Thomas, Descarte, Leibniz, Wolf teizmin delilleri karşısında tam bir güven içindedir İslam dünyasında da Farabi, İbn Sina, Cüveyni, Gazali, Fahruddin’i razi bu işi başarı ile yaptıklarına inanmaktadırlar Bazı düşünürler inanmayı hep akla dayandırmaktadırlar İmanla bilim arasına duvar ören Kant gibi eleştirici bir düşünür bile inancın akılcılığını açıkça ifade etmektedir[4]


Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : » Felsefe

Eski 04-24-2009   #30
Şengül Şirin
Varsayılan

Cevap : » Felsefe



Tanrının Varlığı Konusunda Ortaya Atılan Ontolojik Kanıtlar

Buna varlıkbilimsel kanıt da denir İlk kez Aziz Anselm (1033-1109) tarafından kullanılmıştır Tanrı burada "mutlak olarak mükemmel varlık"tır Varlığı zorunludur Kendisinden daha mükemmeli tasavvur edilemeyen varlıktır Bu durumda düşüncenin en mükemmel konusu Tanrı'dır Ontolojik kanıt denilmesi, Tanrı'nın varlığının Onun var olmasıyla kanıtlanmasından ötürüdür Düşüncede özü itibarıyla varlığı zorunludur, bir an için bile yok sayılması mantıksal olarak imkansızdır Çünkü Tanrı'nın var olmadığını düşünmek, onun en mükemmel bir varlık olmadığını söylemek anlamına gelir, bu ise var olmak niteliğinin eksilmesi demektir Noksan bir varlığın Tanrı olması düşünülemez bile Onun dışındaki var olan şeyler de ona katılarak ondan pay alarak, "varlık" kazanırlar Tanrı, mutlak varlık, mutlak iyidir

O, Platon'un ideasına; yani tümel kavramları gerçek varlık sayan kavram realizmine dayanarak Tanrı'nın varlığını ispatlamaya çalışmıştır Bu doğaldır; çünkü ona göre bilmek, düşünmektir Hakikat de ispat edilerek bilinir Bu anlamda, bilgi, gerçeğe uygunluktur

R Descartes Düşünceler (Meditations)[1] isimli eserinde bu kanıtı şöyle açıklamaktadır:

Ben, en yüce derecede yetkin varlık olan Tanrı fikrini zihnimde taşıyorum Mükemmellik niteliklerinin birinden mahrum olan bir varlık, en yüce yetkin varlık olamaz Öyle ise Tanrı'nın, yani en yüce derecede olgunluğa sahip varlığın, mükemmellik niteliklerinden mahrum olduğunu düşünmek çelişki ortaya çıkarır

Varlık, bir yetkinlik niteliğidir Öyle ise varlıktan mahrum olmak, yetkinlikten mahrum olmak demektir En yetkin varlık olan Tanrı'nın varlıktan mahrum olacağını söylemek, çelişki doğurur O halde, Tanrı'nın var olması, Tanrı kavramının ayrılmaz bir parçasıdır

Sonuç olarak, Tanrı gerçek anlamda vardır

Descartes'in bu kanıtı, bütün maddelerin önüne yerleştirilmesi gerekli olan şu kanıta dayalıdır: Eğer A'nın B'yi mantıken içerdiği açık ve seçik olarak görülürse, A'nın B'yi hakikatte de içerdiği anlaşılır

Buna göre Descartes, mükemmel varlık kavramıyla başlıyor, sonra böyle bir varlık için "varlığını zorunluluğu"nu öne sürüyor; yani bir bakıma "zorunlu varlık"ı orta terim olarak takdim ediyor ve sonunda kavramdan gerçekliğe geçiyor Demek ki Descartes'e göre Tanrı adeta her yarattığı insanın ruhuna "mükemmel varlık" fikrini mühürlüyor

Spinoza ise ontolojik kanıta Ahlak[2] isimli eserinde yer veriyor Ona göre Tanrı hakkında bir fikre sahip olmak bir cevheri algılamaya çalışmak gibi bir olaydır Varlık cevherin anlamına aittir Öyle ise, Tanrı varlığı zorunlu olan bir cevherdir

Leibniz'e göre ise, kudret, ilim ve irade sıfatları varlık kavramı ile tutarlılık oluşturmaktadır Tanrı'yı kendi kendisiyle tutarsız kılacak, yani O'nun bilgi, kudret ve iradesini zorlayacak hiçbir sınırlama bulunamaz O halde, Tanrı fikri mantıken sağlam ve tutarlıdır Buradan "Tanrı zorunlu olarak vardır" tarzında çelişki oluşturmayan bir sonuca gidilir

İslam filozofu Farabi'ye baktığımızda varlığı "vacib" ve "mümkün" şeklinde ikiye ayırarak bu kanıtı Tanrı'nın varlığını ispat için kullandığını görürüz Varlığı zorunlu (yani vacibu'l vucud) olan Tanrı, ilk nedendir Varlığını başka bir varlıktan almadığı için inkar mümkün değildir Mükemmel Tanrı saf düşünce(akıl-intellectus), saf düşünen (akil, intellegens) ve saf düşünülen (makul, intellectum)dir Bu niteliklere sahip olmak O'nu her şeyden ayrı tutmaktadır

Klasik Felsefeciler tarafından savunulan ontolojik kanıt yani varlık bilimsel kanıt yirminci yüzyıl düşünürler olan Charles Hartshorne, Norman Malcolm ve Alvin Plantinga tarafından da savunulmuştur

Anselm'in bu kanıtı geliştirmesi aslında Kutsal Kitap'ta Mezmurlarda var olan Akılsız içinden, "Tanrı yok!" der (Mezmur 14:1) sözü üzerinde yazdıkları ile ortaya çıkmıştır Bu yazıların bulunduğu Anselm'in kitabının orijinal adı Proslogion'dur[3] Bu yazılarında özetle ifade etmek istersek Anselm;

1 Tanrı en yüce mümkün olan varlıktır

2 Tanrı en azından her kesin aklında ya da anlayışında vardır

3 Akılda olan en yüce varlık gerçekte olan en yüce varlık kadar yüce olamaz

4 Eğer Tanrı yalnızca akılda en yüceyse o zaman varlığı mümkün olan en yüce varlık olamaz

5 O zaman Tanrı akılda olduğu gibi gerçekte de vardır

Klasik ontolojik kanıta yöneltilen bir takım eleştiriler olmuştur İlk itiraz Thomas Aquinas'tan gelmiştir Ona göre Tanrı'nın varlığını Tanrı'nın etkinliklerinden anlamak gerekir Alemden yola çıkmak gerekir Bir anlamda psikolojik veya analitik değil, sentetik açıdan bakmak gerekir demektedir

Kant'ta Aquinas'ın bıraktığı yerden devam etmiştir Bu tarz eleştirileri önceden gören Descartes "Tanrı'yı düşündüğüm için o var değildir O var olduğu için ben onu düşünüyorum" Tanrı'nın varlığını düşünüyorum o halde O vardır değil O var olduğu için Tanrı'nın varlığını düşünüyorum şeklinde karşı eleştirilere adeta bir ön cevapta bulunmuştur

Yirminci yüzyıl düşünürü Norman Malcolm'a göre şöyle bir akıl yürütme bu tarz eleştirilere adeta bir cevap oluşturmaktadır:

1 Eğer Tanrı varsa onun varlığı gereklidir

2 Eğer Tanrı yoksa, onun varlığı imkansızdır

3 O zaman Tanrı ya vardır ya yoktur

4 Tanrı'nın varlığı ya gereklidir ya da imkansızdır Yani çelişki vardır

5 Tanrı'nın varlığı mümkündür İmkansız değildir Yani çelişki ispatlanamamıştır

6 O zaman Tanrı'nın varlığı gereklidir

Karl Barth'a göre Anselm'in ontolojik kanıt görüşü bir kanıt değil iman açısından kabul edileni daha derinden anlamaya çalışmaktır

Bütün bunlara bakarak aslında Anselm'in "Ontolojik Kanıtının" gerek Tanrı'nın varlığının kanıtı açısından gerekse imanın daha derinden anlaşılması açısından çok büyük rol oynadığı hiç kuşkusuz ortadadır Özellikle Teist görüşün karşısında yer alan Ateistler için oldukça zorlayıcı bir yaklaşımdır; çünkü p'nin varlığının inkarının gerçekleşmesi için p'nin gerçekten söz konusu bile edilememesi gerekir

Alıntı Yaparak Cevapla
 
Üye olmanıza kesinlikle gerek yok !

Konuya yorum yazmak için sadece buraya tıklayınız.

Bu sitede 1 günde 10.000 kişiye sesinizi duyurma fırsatınız var.

IP adresleri kayıt altında tutulmaktadır. Aşağılama, hakaret, küfür vb. kötü içerikli mesaj yazan şahıslar IP adreslerinden tespit edilerek haklarında suç duyurusunda bulunulabilir.

« Önceki Konu   |   Sonraki Konu »


forumsinsi.com
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
ForumSinsi.com hakkında yapılacak tüm şikayetlerde ilgili adresimizle iletişime geçilmesi halinde kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde gereken işlemler yapılacaktır. İletişime geçmek için buraya tıklayınız.