Geri Git   ForumSinsi - 2006 Yılından Beri > Eğitim - Öğretim - Dersler - Genel Bilgiler > Psikoloji / Sosyoloji / Felsefe

Yeni Konu Gönder Yanıtla
 
Konu Araçları
felsefe, sözlüğü

Felsefe Sözlüğü

Eski 07-22-2012   #16
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Felsefe Sözlüğü



Klasisizm: Genel olarak duyguların aklın rehberliği altında tutulmasının sonucu olan bir yetkinliğe ve uyum, düzen, orantı ve ölçülülük için duyulan yoğun bir arzuya dayanan bir mizacı yansıtan tavır

Kollektif: Belirsiz sayıda bireye ortak olanı bir sınıfın, öbek ya da kümenin üyelerini tek bir birim olarak görme tavrının sonucu olan ve sonlu sayıda bireye ortak olan olup, grubun bir özelliği olan şeyi göstermek üzere kullanılan sıfat Genelin eş anlamlısı olmayıp bireysel olana karşıt olanı tanımlayan terim

Buna göre, bir sınıf oluşturmayan bir grup ya da kümeyi, diğer grup ya da kümeden ayırmaya yarayan kavramlara kollektif kavramlar adı verilir Örneğin üniversite, meclis, ordu, aile gibi kavramlar bir kollektiflik bildirirler Kollektif kavramlar, farklı özelliklere sahip tekil şeylerin kümeye ait bir özelliği paylaşmaları dikkate alınarak oluşturulan kavramlardır Örneğin, ‘üniversite’, kişisel özellikleri, konum ve statüleri (dekan, rektör, öğretim üyesi, araştırma görevlisi, öğrenci, memur) farklı bireylerin, belirli bir amaç, bir işlev (eğitim) çerçevesi içinde bir araya gelerek oluşturdukları bir grup ya da küme olmayı ifade eder

Gruba ya da kümeye göre anlam kazanan, grup ya da küme içinde yer alan bireylerin özelliklerini grup ya da kümeye göre belirten kavramlara ise, üleştirimsel kavramlar adı verilir Örneğin, ‘asker’ kavramı, ancak ‘ordu mensubu’ olmakla anlam kazanan , böyle bir kavramdır

Kollektivitizm: Bireyciliğin tam karşısında yer alan ve 19 yüzyıl liberalizminden uzaklaşarak, genel bir sosyal gelişme çizgisi, ekonomik bir reform programı, İnsanlık için ütopik bir düzen ve, sosyalizm, komünizm, sendikalizm ve bolşevizmde olduğu gibi, otoriteye dayalı bir toplumsal denetim mekanizması geliştiren ortaklaşacılık düşüncesine; üretim araçlarının bölgesel, ulusal ya da evrensel düzeyde ortaklaşa kullanılmasını amaçlayan iktisat sistemine verilen ad

Komünitaryanizm: Değer sistemimiz ve analizmin merkezinde bireyden ziyade cemaatin, toplumun, devletin, ulusun olması gerektiğini savunan görüş ya da yaklaşım Liberal siyaset ve ekonomi görüşüyle, yararcı etik anlayışının özünde varolduğunu savunduğu bireyciliği reddeden, ve sadece bireysel özerklik ve özgürlüğü korumayı ve kollamayı gözeten bir toplumda yok olup gittiklerine inandığı, kültürel veya ulusal değerler benzeri, kollektif bir doğaya, ortak bir öze sahip değerler ve amaçların önemini büyük bir güçle vurgulayan toplum teorisi, siyaset görüşü

Komünitaryanizm, öncelikle İnsan yaşamının ve İnsanın kimliğinin, İnsanlar arasındaki ilişkiler kurumların sosyal doğasını ön plana çıkarır 0, buna göre, soyut ve atomize bireyi temele alan liberal düşüncenin tam tersine, bireyin cisimleşmiş ve sosyal hayatta kökleşmiş doğasının önemini vurgular O yine, bireyin haklarını temele alıp, onu değerin nihai kaynağı ve dayanağı olarak gören liberalizmin tam tersine, kamusal ve komünal iyilerin değerini vurgularken, değerlerin cemaat hayatının veya topluluğun pratiklerinde kökleştiğini savunur 0, tarihsel ve bireysel kişinin merkezliğini vurguladığı için, kendisiyle yalnızca yalnızca liberalizm arasına değil, fakat çeşitli Marksizmler arasına da bir mesafe koyabilmiştir

Komünitaryanizmi ortaya çıkaran iki farklı tez vardır Bunlardan preskriptif olan birincisine göre, İnsan hayatı cemaatin de*ğerleri, kollektif ve kamusal değerler tarafından inşa edildiği ve yönlendirildiği zaman kesinlikle daha iyi, daha sağlam ve daha nitelikli bir hayat olur Betimleyici bir tez olan ikincisine göre ise, komünitaryanizmin cisimleşmiş ve cemaat/gelenek içinde kökleşmiş birey anlayışı, liberal bireyciliğin atomize ve soyut birey konsepsiyonundan daha doğru ve daha sağlam bir model olup, daha iyi bir gerçeklik anlayışına tekabül eder

Komünitaryanizm işte bu temel üzerinde, günümüz koşulları veya dünyası dikkate alındığında, belirli sosyal, politik ve normatif düzenlemelerle değerlerin kaçınılmaz olduğunu iddia eder Bu koşullar, kendisini atomize ve özerk bireylerden meydana gelen bir yapı olarak gören ve bu tür bir özerkliğe çok yüksek bir değer biçen bir toplumun yetersiz, köksüz ve olumsuz bir toplum olduğunu göstermektedir Komünitaryanizme göre, değerleri yukarıdan aşağı adeta silah zoruyla empoze eden veya bireyi devlete tabi kılan bir anlayışın da başarısız olacağını yaşadıklarımız fazlasıyla kanıtlamıştır

Söz konusu toplum ve siyaset teorisinin etik görüşü, bireysel özerkliğe dayanan bireycilik ve zaman zaman da yararcılığın tersine, bir erdem etiğidir Bununla birlikte cemaatçiliğin etik görüşü bir erdem ahlâkıyla sınırlı kalmaz; o söz konusu erdem etiğinin ancak ve ancak, bir geleneği olan, aynı inanç, değer ve davranış kalıpları-nı benimsemiş içten, yüzyüze ilişkilerle birbirlerine bağlanan İnsanların meydana getirdikleri cemaatlerde gelişebileceği, İnsanın tam anlamıyla gerçekleşmesi için gerekli olan erdemlerin, ayırıcı bir komünal yaşam tarzına sahip toplumlarda hayata geçirilebileceği kabulüyle tamamlanır

Liberal görüş ve bireyci etikle cemaatçi görüş ve erdem etiği arasındaki karşıtlığın kökeninde, bireysel özerkliğin ahlâkın özünü meydana getirdiğini savunan Kant ile, Sittlichkeit kavramıyla, bireyin bir cemaate aidiyetinin olmazsa olmaz olduğunu öne süren Hegel arasındaki karşıtlık bulunmaktadır

Komünizm: Sırasıyla, ütopik akılcı ve pasifist bir öğreti olarak doğa hali öğretisine, İnsanlık tarihini iyi ve kötü, ruh ve madde, aydınlık ve karanlık arasındaki bir savaş olarak yorumlayıp, özel mülkiyetin İnsanı bu dünyaya çektiğini ve materyalizme yönelttiğini savunan, alternatif olarak da her şeyden el etek çekmeyi ve çileciliği öneren Manişeizme, sınıf savaşını uygarlığın itici gücü olarak gören Marksizme, ya da üretim güçlerinin yükselişi ve gelişmesiyle ilgili ekonomi anlayışına ve dolayısıyla, ortaklaşa mülkiyet düşüncesine ve sınıf sız toplum idealine dayanan toplum modeline, bu düşünce ve idealle bağlantılı ideoloji

Üretim araçlarının toplumsal ortaklığa dayalı olduğu ve özel mülkiyetin varolmadığı böyle bir toplum, Marksist terminoloji*de, proletarya diktatörlüğüyle belirlenen bir geçiş döneminin ardından ve sosyalizmin hazırlık evresinden sonra ortaya çıkar Marksist anlayışa göre, tam anlamıyla komünist bir toplumda, devlet ortadan kalkarak, el emeğiyle entellektüel faaliyet, kent yaşamıyla kırsal yaşam arasındaki tüm farklılıklar yok olacak, İnsanın yabancılaşması son bulacak, onun yaratıcı-üretici gücünün gelişimine sınır çekilmeyecek ve toplumsal ilişkiler ‘herkese yeteneğine ve emeğine göre’ prensibiyle düzenlenecektir

Öğreti düzeyi dışında çıkılıp, uygulama söz konusu olduğunda, bu ideallerin modern toplumlarda gerçekleştiril ip gerçek*leştirilemediği hususu, hep büyük bir tartışma konusu olmuştur Zira komünist ülkelerin çoğunda, şu ya da bu ölçüde özel mülkiyet olmuş, bürokrasinin ayrıcalıklarıyla belirlenen sınıfsal bir sistem ortaya çıkmıştır Doğu Avrupa’yla Sovyetler Birli*ğindeki komünist yönetimlerin dramatik bir tarzda çöküşü ise, ekonomik borcun, halk desteğinden yoksun olmanın, siyasi ve ekonomik reformların yapılamamasının, ve nihayet ordunun desteğini çekmesinin bir sonucu olmuştur

Konformizm: İlke olarak ya da uygulamada, çevresinde kabul görmüş veya egemen durumda olan davranış modellerine, düşünce tarzlarına uyan kimsenin hareket tarzı Toplumun değer yargılarına, geleneklerine saygı duyma, onlara karşı çıkmama, onlarla barışık olarak yaşama tavrı ya da eğilimi

Kopernikus, Nikolaos: 1473-1543 yılları, arasında yaşamış olan, modern astronominin kurucusu ünlü Polonyalı astronom

Batlamyusun yer merkezli sistemine karşı çıkan Kopernikus, Eukleides’in çağdaşı Aristarkos tarafından geliştirilmiş olan güneş merkezli sistemi canlandırmış ve böylelikle de, bilimsel düşüncenin doğuşu ve gelişmesinde gerçek bir dönüm noktası oluşturmuştur Dünyanın küresel olduğunu ve düzgün bir hareketle güneşin çevresinde döndüğünü matematiksel olarak kanıtlamak amacıyla Phytagoras’ın sisteminden yararlanmış olan Kopernikus, keşfinin içerdiği, yeryüzünün ve dolayısıyla İnsanın evrenin merkezinde olmadığı sonucundan dolayı, özellikle dinsel çevrelerden gelen yoğun bir muhalefetle karşılaşmıştır

Kosmos: Canlı, iyi ve düzenli bir bütün olarak evren Düzen, tamlık ve güzellik fikirlerini birleştiren ve aynı zamanda evren anlamına gelen Yunanca terim Evrenin düzeni

Tek, birlikli bir bütün ya da sistem olarak evrenin kendisi

Kozmogoni: Evrenin kökeni veya yaratılışıyla ilgili açıklama yada teori

Kozmoloji: Everen bilim Bir fenomenler toplumu olarak görülen evreni, bilimsel verilerle metafiziksel süpekülasyonu bir araya getirerek konu alan felsefe dalı

Kristeva, Julia: 1941 Bulgaristan doğumlu çağdaş feminist düşünün Roland Barthes ve Jacques Lacan’ın yanında çalışmış ve bu düşünürler dışında Bakhtin’den de etkilenmiş olan Kristeva’nın temel eserleri La Revolution du langage poetique [Şiir Dilin-de Devrim], Le Iangage, cet inconnu [Dil Denen Muamma], Atrangers a nous-memes [Kendimize Yabancıyız]’dir

Başlangıçta dilbilim alanında çalışmış olan Kristeva, daha sonra semiyotik, psikanaliz ve feminizm alanında önemli bir teo*risyen olup çıkmıştır Başka bir deyişle, o öznellikle ilgili sorunlarda eklektik ve disiplinlerarası bir yaklaşım sergilemiş ve bu çerçeve içinde Marksist teori ve Rus formalizmini yapısalcılık ve psikanalizle bir araya getirmiştir Metinlerarasılık kavramını önemli ölçüde kendisine borçlu olduğumuz filozof, tıpkı Levi-Strauss ve Lacan gibi, toplumun bir sembol sistemi olduğunu, sembolik yapıların bütün hayat alanlarını doldurup yapılandırdığını savunur Dil en önemli gösterge sistemi, sembolik dizge olup, bütün diğer sistemlere yapı kazandırır Ve bu dünyanın fenomenleri ancak dil tarafından sembolleştirilebildiği ölçüde anlaşılacak, kendileri nüfuz edilebilecek olan fenomenlerdir

O, dile, dilsel unsurlara anlam verme sürecinde semiyotik ve sembolik işlemleri ve dolayısıyla, semiyotik olanla sembolik olanı birbirinden ayırır Kristeva’ya göre, sembolik olan ataerkil düzeni, babanın yasasını temsil eder ve dili öğrenmeyle başlar Çocukluk gelişmesinde sembolik aşamaya, Odipal aşamanın sona ermesinden ulaşılır O işte bu aşamayı öznenin ayırım yapabilme ve özdeşleştirme ve bunun sonucunda da yargılama gibi önemli yeteneklerin kazanıldığı önemli bir aşama olarak tanımlar

Onda semiyotik olan ise, ötekinin alanını temsil eder ve bilinçdışının izlerini taşır Bu anlamda semiyotik ifade, gerçekleşmemiş erotik hayaller ve istekleri gösterir Bu hayal ve istekler, Kristeva’ya göre, sanat ve dinde kendilerini açık ve seçik olarak gösterirler Nitekim, Musevi tektanrıcılığı ve Batı sembol sistemleriyle kadınların dışlanması veya marjinalleştirilmesi arasındaki ilişkiyi analiz eden filozof un tanımına göre, Musevi monoteizmi “sembolik ve babacı bir benliküstü toplum” ilkesine göre kurulmuştur O bundan dolayı, kadınları, anneleri bastırır Kadının bu şekilde dışlanması veya marjinalleştirilmesi, ataerkil toplumun temel karakteristiğidir Cinsel farklılığı, başka hiçbir uygarlık, Kristeva’ya göre, bu kadar aşikar bir ilke haline getirmemiştir Tektanrıcı birliğin iki cinsin kökten bir biçimde birbirinden ayrılmasına neden olduğunu savunan filozof dili felsefi bakımdan sorgulayan feminist dilbilimi şiddetle eleştirmiştir Ona göre, bunun arkasında doğruluğu araştırılmamış bir transandental özne veya Kartezyen cogito vardır İrigaray ve Cixous gibi diğer feminist düşünürlerle birlikte, bir farklılık feminizmine yazılıp, özü itibariyle dişil olan bir söylem arayışı içine giren Kristeva, Simone de Beauvoir gibi düşünürlerin yer aldığı birinci kuşak feministlerle ikinci kuşak feministleri uzlaştırmaya çalışmıştır O ikinci kuşak feministlerin sekter tavırlarına karşı, kadın-erkek ayırımının biyolojik bir ayrımdan ziyade, metafiziğe ait bir ayırım olduğunu öne sürmüştür Bir yandan da bir yeni özne teorisi üzerinde çalışan Kristeva, öznenin süreç-içinde-özne olduğu görüşünü benimsemiştir Ona göre, özne her konuşma ediminde yeni baştan kurulur Kristeva işte bu bağlamda dilsel düzeni yıkmak ve, bütün kadınların ve erkeklerin farklı deneyimlerine olduğu kadar, cinslerin farklılığına açık olan bir özne kavramı yaratmak istemiştir

Kuşkuculuk: Genel bir tavır olarak, hiçbir şeyi olduğu gibi kabul etmeme, her şeyi belli bir eleştiri süzgecinden geçirme tavrı; belli bir doğruya ulaşmadan önce, kuşku duymanın zorunlu ve kaçınılmaz olduğunu savunan anlayış Dogmatizmin tam karşısında yer alan bir tavır olarak kuşkuculuk, en azından bazı şeylerin bilgisine ancak birtakım güçlüklerle ve kimi tedbirlerin sonucu olarak ulaşılabileceğini savunur

Siyasi anlamda bürokratların ve politikacıların, yurttaşlara değil de, kendilerine hizmet ettikleri ve yurttaşların mutluluğun*dan ziyade, kendi bürokrasilerinin çıkarlarını hesaba kattıkları gözleminin ve özellikle de F Hayek’le irtibatlandırılan merkezi olarak planlanmış politik teşebbüslerin doğru yönlendirilemediklerine veya yeterli bilgiye dayanmadıklarıyla ilgili şüphelerin sonucu olarak, siyaset kurumunun veya politikacıların bir şey başaramayacağı inancı ve dolayısıyla merkezi hükümetin zayıflaması gerektiği düşüncesi

Kültür: İnsan toplumun, biyolojik olarak değil de, sosyal olarak kuşaktan Kuşağa aktardığı maddi ve maddi olmayan ürünler bütünü, sembolik ve öğrenilmiş ürünler ya da özellikler toplamı

Latince’den gelen kültür terimini günümüzdeki anlamına yakın bir biçimde ilk kez olarak 17 yüzyılda doğal hukuk düşünürü Samuel von Pufendorf kullanmıştır Ona göre, kültür doğaya karşıt olan ve belli bir toplumsal bağlam içinde ortaya çıkan tüm İnsan eserleridir 18 yüzyılın sonlarında ünlü Alman filozofu Kant da kültürü aynı anlamda İnsanın kendi rasyonel ve mantıklı özünden dolayı özgürce hayata geçirebileceği amaçların, ideallerin tümü olarak tanımlanmıştır,

Bununla birlikte, esas Aydınlanma Çağında oluşan kültür kavramının gerçek yaratıcısı ünlü Alman filozofu Herderdir Ona göre, kültür bir ulusun, bir halk ya da topluluğun yaşam tarzıdır Herderin söz konusu kültür kavrayışı, kültüre tarihsel bir boyut kazandırırken, günümüz kültür görüşüne çıkan yoldaki en önemli kilometre taşını meydana getirir Nitekim, antropolog E B Taylor 1871 yılında kültürü, bilgileri, inançları, sanatı, ahlâki, yasaları, gelenekleri, ve bir toplumun üyesi olarak İnsanın edindiği bütün öteki eğilim ve alışkanlıkları içeren kompleks bütün olarak tamamlamıştır

İktisadi üretim ve mübadele sistemini, akrabalık ve aile örgütlenmesi dizgesini, siyasi ve dini örgütlenmeyi, günlük yaşam kurallarını, ahlâk ve adalet sistemini, dili ve efsane, sanat, felsefe, ve hatta bilim üretimini ihtiva eden bir şey olarak, bütün tarihsel ve evrensel boyutuyla kültür tanımı, bununla birlikte kültürü uygarlıktan ayırmaya yetmeyen, oldukça genel bir kültür kavrayışına tekabül eder Anglo-Sakson dünyada çok yaygın olan söz konusu kültür/uygarlık özdeşliği, Alman düşüncesinde Kultur ve Zivilisation ayırımıyla daha sağlıklı bir biçimde karşılanır Buna göre, kültür veya tinsel kültür semboller ve değerleri ifade ederken, uygarlık ya da maddi kültür teknolojiyi, iktisat ve toplumsal hayatı kuran tüm faaliyetleri tanımlar Şu halde, kültür genel bir biçimde ve uygarlıkla eşanlamlı olarak, İnsan türünün hayatını, yaşam tarzını tüm diğer yaşam tarzlarından ayıran unsurlar bütünü diye ve daha özel olarak da, bir uygarlığı meydana getiren değerler toplamı şeklinde tanımlanabilir

Bu bağlamda, farklı değer ya da kültürlere sahip toplumsal veya etnik gruplar arasındaki doğrudan ve sürekli temasın sonu*cunda, gruplardan biri veya diğerinin ya da her ikisinin birden diğer grubun kültürünü, kültürel özelliklerini toptan veya kısmen benimsemesi sürecine kültürlenme adı verilir öte yandan, bir toplumun kendi kültürünü, kültürel değer ya da özelliklerini üyelerine aktarma sürecine, toplumu meydana getiren bireylerin, toplumun istek ve beklentilerine uygun olarak etkilenmesi ve değiştirilmesi işlemine kültür! eme denmektedir

Aynı bağlamda ve yaklaşık olarak aynı anlam içinde, bir toplumsal gruba ait olan bilginin, yerleşik söylemlerle semboller dü*zeninin diğer kuşaklara iletilmesi süreci kültür aktarımı diye tanımlanır Yine, özellikle kültürlenme söz konusu olduğunda, bir kültürel grubun üyelerinin başka bir kültürle temas içine girdikleri zaman kendi kültürlerini ya da geleneksel kültür değerlerini tümden ya da bir bölümüyle yitirmelerine kültürsüz!eşme veya kültür yitimi denir Aynı şekilde, bir İnsanın kendi kültürüne yabancı bir kültür, tümden farklı bir değerler ve normlar sistemi içine girdiği zaman, yaşadığı yolunu kaybetmişlik, şaşkınlık veya yönsüzlük duygusuna kültür şoku adı verilmektir

Öte yandan, modern toplumlarda, farklı, hatta çoğunluk rekabet halindeki kültürler ve alt kültürlerin varlığı dikkate alındığında, kendi kültür değerlerini, davranış veya yaşam tarzını ve dilini, sahip olduğu siyasi ve iktisadi güç sayesinde, diğer kültürlere empoze edebilen kültür hakim kültür diye tanımlanır

Kültürel: 1- Kültürle ilgili 2- Tinsel ya da manevi kültüre, bir topluluğun hayat tarzına ilişkin olan; 3- Doğuştan getirilen veya biyolojik olarak miras alınana karşıt olarak, sosyal bir biçimde aktarılan veya içinde yaşanılan toplumsal durumdan kaynaklanan; 4- Varolan kültürü geliştirmeyi, yaygınlaştırmayı amaçlayan şey ya da şeyler için kullanılan sıfat

Buna göre, kültür üretimiyle uğraşan veya sanatsal, düşünsel ve bilimsel çalışmaların sürdürüldüğü, himaye edilip desteklen*diği veya geliştirildiği örgüt ve ortamla ilgili unsurlara, veya kültürün toplumsal çevreye sunulmasına veya yayılmasına imkan veren araçlar ya da aletler sistemine kültürel aygıt adı verilmektedir Yine aynı bağlamda ve Fransız düşünürü Baudrillard tarafından betimlenen postmodern dünyada, dinleyici ve alıcı kitle için toplumsal anlamlar ile kültürel formların kaynağı olduğu öne sürülen televizyon kültürel forum diye tanımlanır

Yine aynı genel çerçeve içinde, birbirleriyle rekabet halindeki toplumsal çıkarların anlamlar bağlamında sergilenen mücadele*sinin vuku bulduğu ortam ya da arenaya kültürel alan adı verilmektedir Buna karşın, söz konusu kültürel alan içinde kendile*rine bir yer bulan kültürel unsur, değer, fikir ve formların süreklilik kazanmaları durumu ‘ise kültürel yeniden üretim diye tanımlanmaktadır

Öte yandan, kültür unsurlarını, kültürel değerleri veya belli kültür formlarını alımlayabilme kapasitesine, şu ya da bu kültürel ifadeye erişebilmek için gerekli maddi, ama daha ziyade tinsel altyapıya sahip olma durumuna kültürel yeterlilik denirken, söz konusu unsur, değer ve formları alımlayacak durumda olmamaya, eğitim sisteminde arzu edilen başarıyı sağlayacak gerekli dil formlarına ve bilgi türlerine sahip olamama haline kültürel yoksunluk adı verilmektedir Yine aynı bağlamda, mevcut statünün, halihazırdaki siyasi iktidarın varoluşunu ve sürekliliğini meşrulaştıran çok çeşitli dilsel ve kültürel yeterlilikler bütünü, bilgi, fikir ya da örtük kabuller toplamı ise, tinsel zenginlik veya servet anlamında, kültürel sermaye olarak tanımlanmaktadır Buna karşın, toplumda, kendilerine yüksek bir değer izafe edilen hedef, ideal ya da amaçları kü*çümseme, onları bir türlü benimseyememe durumuna da kültürel yabancılaşma denir

Yine, kültür unsurlarında, kültürün maddi ve tinsel bileşenlerinde meydana gelen değişimlere kültürel değişme adı verilirken, teknolojideki, kültürün maddi unsurlarındaki değişmenin, tinsel ya da manevi unsurlardaki değişmeden çok daha hızlı olup, ikisi arasında bir boşluğun ortaya çıkması durumu kültürel gecikme olarak tanımlanır

Kültürel bircilik: Farklı bir ırktan olan azınlıkların, etnik ve dini azınlıkların hakim kültür içinde eritilmesi ya da hakim kültüre asimile edilmesi gerektiğini zira birci ve bütünsel bir sistem içinde çatışma ve savaş olasılığının, çoğulcu bir sisteme kıyasla daha azaldığını, öne süren toplum felsefesi görüşü

Kültürel görecilik: Genel olarak, ilkel ve modern kültürlere ilişkin araştırmalardan, eşdeyişle antropolojiden hareketle, a) geleneklerin, yaşam biçimlerinin, tabuların, dinlerin, değerlerin, ahlâkların, gündelik alışkanlık ve tavırların bir kültürden di*ğerine farklılık gösterdiklerini, b) İnsan varlıklarının ahlâki inanç, tavır ve değerlerini temelde kültür çevrelerinden kazandıklarını, İnsanların kendi kültürlerinde toplumsal olarak kabul gören ya da kutsanan değerleri içselleştirdiklerini, ve c) farklı kültürlerdeki İnsanların, yalnızca tek bir ahlâkın varolduğuna değil, fakat aynı zamanda tek doğru ahlâkın kendi ahlâkları olduğuna inandıklarını savunan anlayış

Kültür endüstrisi: Popüler kültürü, yani radyo, televizyon, kitap, magazin ve gazeteleri popüler müziği meydana getiren tüm faaliyet ve düzenlemelerle, kültürel organizasyonları ve bu arada kültürün standartlaşmasını dile getirmek için kul*lanılan genel terim

Kültür endüstrisi terimi, bu tür endüstrilerin kapitalizmin egemenliğini pekiştirip güçlendirmek için kullanıldığını savunan Frankfurt Okulu düşünürlerinde büyük bir önem kazanmıştır Buna göre, Frankfurt Okulu düşünürleri, kültür endüstrisinin öncelikli amacının, bireyin kapitalizmi benimsemesini kolaylaştırmak olduğunu öne sürerler Yine, kültür endüstrisinin olumlayıcı kültürü, günlük yaşamın sorumluluğundan, ağır ve sıkıcı işlerinden çok az bir çaba ile geçici bir kaçış sağlayarak, oyalarıma ve zihinsel uzaklaşma yaratır

Kültür endüstrisi, bu amaca ulaşmak için birtakım standardizasyon teknikleri kullanır sıradan tepki mekanizmaları geliştirir, sözde bir bireysellik için uygun yollar ortaya koyar Bununla birlikte, Frankfurt Okulu mensuplarına göre, kültür endüstrisinin sunduğu kaçış gerçek bir kaçış değildir, zira onun sağladığı kaçış ve dinlenme, İnsanları yalnızca yaşamI arındaki temel baskılardan uzaklaştırmaya ve çalışma azimlerini yeniden yaratmaya hizmet eder

Öte yandan, kültür endüstrisi milyonlarca İnsanı hedef alırken, örneğin Adorno’ya göre, onları bir hesap kitap nesnesine, kültürel makinenin sıradan bir dişli ya da eklentisine indirger Buna göre, kültür endüstrisinde müşteri kral ya da velinimet değildir; müşteriler kültür endüstrisinin öznesi değil, fakat nesnesidirler Yine, kültür endüstrisinde, pazar için üretim kültür ürünlerini standardize eder ve estetik formları asgari bir müştereğe indirger

Küreselleşme: Modernizasyon sürecinin bir parçası olarak özellikle yirminci yüzyılın son çeyreğinde ve doğu bloğunun yıkılmasından sonra tek kutuplu bir dünyada zuhur eden kültürel sistemine, dünyanın somut bir biçimde tek bir bütün olarak yapılaşması sürecine verilen ad

Küreselleşme ya da global kültür, bütün dünyayı kuşatan çok geniş kapsamlı bir enformasyon sisteminin varoluşu, küresel tüketim modellerinin doğuşu, kozmopolit yaşam tarzlarının gelişimi, Olimpiyat Oyunları ve Dünya Futbol şampiyonaları benzeri global spor etkinliklerinin varlığı, dünya turizminin yayılışı, ulus devletinin egemenliğinin zayıf laması, bütün bir gezegeni tehdit eden ekolojik krizin farkına varılması, sınır tanımayan ekonomik ve ticari etkileşimin hızlanması, Avrupa Uluslar Topluluğu ve Birleşmiş Milletler gibi teşkilatların ve tüm dünyayı etkileyen politik sistemlerin doğuşu, Marksizm veya liberalizm benzeri global politik hareketlerin gelişimi, İnsan hakları kavramının sinir tanımayan yayılımı, kültürler arasındaki karşılıklı ilişkilerin bütün dünyayı etkileyen boyutlara varmasının sonucu olan bir süreç ya da olgu olarak tanımlanır

L

Lacan, Jacques: 1901-1981 yılları arasında yaşamış, ve psikanalizin kurucusu Sigmund Freud’dan çok etkilenmiş olan ünlü Fransız psikanalisti ve düşünürü

Yaşamının büyük bir bölümünde Freud’a dönüşün gerekliliğini vurgulayan Lacan, psikanalizin kurucusuna itibarını iade et*meye çalışmıştır O, Fransa’da Kojve’in Hegel üzerine derslerini izlemiş, Heidegger’i okuyarak yeniden yorumlamış ve psi*kanalizi felsefi kavramlarla zenginleştirerek daha anlaşılır hale getirmenin mücadelesini vermiştir

Bununla birlikte, dilbilim ve yapısalcılık onu Hegel ve Heidegger’e göre çok daha yoğun bir biçimde etkilemiştir Özellikle dil üzerinde duran ve psişik yapının incelenmesinde sembolik olana büyük bir önem veren Jacques Lacan, bu sayede Freud’un öğretisini yeniden düzenlemiş ve yapısalcı bir çerçeve içinde yeni bir özne teorisi geliştirmiştir Jacques Lacan’ın psikanaliz teorisi, bir bölümüyle yapısalcı antropolojinin, bir bölümüyle de dilbilimin keşiflerine dayanır Bilinçdışının da dilinkine benzeyen gizli bir yapısı olduğunu söyleyen Lacan, dünyanın, başkalarının ve benliğin bilgisinin dil tarafından belirlendiği iddiasında olmuştur Dil, bir kimsenin ayrı bir varlık olarak kendisinin ayırdına varmasının zorunlu önkoşuludur Dilin, içerisinde toplum tarafından verilen şeylerin, yani kültürün, yasakların ve yasaların taşındığı bir araç olduğunu savunan Lacan’a göre, özneleri aralarında birbirlerine göre, taşıdıkları karşıtlıklar yoluyla tanımlayarak öznelliğin temelini kuran ben*sen diyalektiğidir

Lacan’a göre, dilin iki temel boyutu vardır Bunlardan birincisi, dilin kurallarca yönetilen, sözdizimsel bir yapısı olan kamusal boyutudur İşte bu boyut serbest çağrışıma, sözcük oyununa ve düşlere dayanan ikinci düzey tarafından dengelenir 0, bunlardan hiç kuşku yok ki, ikincisine büyük önem atfetmiştir Lacan bu bağlamda bilinçdışının dil tarafından yaratıldığı gibi, dili yansıttığını düşünür Dilin kurallarca yönetilen boyutu bilinçdışını bastırırken, bilinçdışı da serbest çağrışımı kullanarak sözdizimi ve sabit anlamı istikrarsızlığa uğratmak suretiyle özgürlüğünü ve psişik enerjisini olumlar

Bilinçdışı, Lacan’a göre, ideal benlikle de bir gerilim yaşar Çocuk ”ayna evresi”nde, bir yaşam boyu sürecek, bir benlik yaratma veya bir kimlik duygusu kazanma teşebbüslerinden ilkini gerçekleştirir O bütün bu teşebbüslerin, benliğin yalnızca kendisini aldatıcı bir bütüne yansıtıp burada nesnelleştirmeye çalışan değişken ve akışkan bir matriks olması nedeniyle, başarısızlıkla sonuçlanacağı inancındadır Dilin sözdizimsel bir yapıya sahip birinci boyutu bu aldanmanın kaynağı ve failidir Zira dilin bu birinci boyutunda bulunan düzen söz konusu nesnelleştirmeye hem izin verir ve hem de onu yönlendirir

Lacan’a göre, bizim gerçeklik olarak gördüğümüz ve nitelendirdiğimiz şey dil tarafından inşa edilip yansıtılır ve dilsel değişimlerle birlikte değişikliğe uğrar Gerçekliğe dil tarafından yapı kazandırılır Kullandığımız dil tarafından bize verilenin gerisindeki nihai bir gerçekliği betimleyecek bir üstdil bulunmamaktadır 0, şu halde sembolik olanla (burada, dil) onun sembolleştirdiği şey arasındaki geleneksel düzeni tersine çevirir: İkincisi birincisini değil, fakat birincisi ikincisini yaratmaktadır

Laclou, Ernesto: Arjantin doğumlu çağdaş politika teorisyeni Temel eserleri: New Reflections on the Revolution of our Time [Zamanımızın Devrimi Üzerine Yeni Düşünceler], Politics and Ideology in Marxist Theory [Marksist Teoride İdeoloji ve Pratik], C Mouff eyle birlikte yazmış olduğu Hegemony and Socialist Strategy [Hegemonya ve Sosyalist Strateji]

Laclou, Marksizmin kriz içinde olduğunu ve toplumu konu alan teorileştirmelerde pek büyük bir anlam taşımadığını öne süren sol eğilimli düşünürler arasında yer alır Tarihin özünü ve altında yatan anlamı kavrama isteği sergilediğini söylediği, Marksizm, Laclou’yu göre, determinizmi benimsemiş özcü bir öğretidir O sadece ekonomiye ayrıcalık tanımakla kalmaz, fakat kendisine ontolojik’ bir statü yüklediği işçi sınıf ini kapitalizmdeki değişmenin kaynağı olarak görür

Laclou, işçilerin öncülük ettiği sınıfsız bir toplum yaratmayı amaçlayan ‘işçi’ci sosyalizm anlayışını reddeder 0, bürokrasiye ve bireyin bastırılmasına yol açan tüm devletçi sosyalizm biçimlerini de şiddetli bir biçimde eleştirerek radikal politikanın özgürlükçü boyutlarına ağırlık vermiştir Onun gözünde gerçek sosyalizm, bütün hiyerarşilerle eşitsizliğin, eşitlik ve özerklik lehine, kökten sökülüp yok edilmesinden ve burjuvazinin başlattığı demokratik devrimin varoluşun tüm boyutlarına genişletilmesinden meydana gelir Laclou’nun sosyalizm görüşü, Marksizmle olan köprülerin atılmasına ve liberal ilkelerle uzlaşılmasına dayanır Ernesto Laclou’ya göre, solun görevi, liberal-demokratik ideolojiyi terk etmekten ziyade, onu çoğulcu ve radikal demokrasi doğrultusunda derinleştirmektir

Laissez-faire: Her türlü devlet müdahalesine karşı çıkan, bireyin kendisine en fazla özgürlük tanınması gereken iktisadi karar birimi, temel amil olduğunu öne süren iktisadi liberalizm veya bireyciliğin temel düsturu olan ‘Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler’in kısaltılmış Fransızca ifadesi

Özellikle, On sekizinci yüzyılda gelişen ve o zamanlar ilerici bir karakter taşıyan laissez-faire’in en temel varsayımlarından biri ahenk ve dengedir Varsayıma göre, eğer bireyler kendi çıkarları peşinde koşarlarsa, sonuçta genel çıkan da arttırmış olurlar Rekabetin sonucu olan iktisadi ahenk hipotezi sonraları birtakım genellemeler sonucunda, özellikle Darwin ve Spencer tarafından halka ve bütün topluma mal edilmiştir Buna göre, bütün evren en uygun olanın yaşamda kalması yasasıyla yönetilmekte olup, doğal ayıklanma yalnızca bir evrim kuramı değil, ilerlemenin de teorisidir Örneğin Spencer için, kurumların ya da devletin bireylerin iktisadi faaliyetlerine müdahalesi, ahlâk ve ilerleme için bir engel meydana getirir

Laissez-faire’i ifade eden bu varsayımın gerisinde iki toplumsal koşul bulunmaktadır Bunlardan birincisi refah ve gelirin dağılımıyla ilgilidir Bu dağılımın, eşit olmasa bile, adaletsizliğin baskın çıktığı duygusunu yaygınlaştırmayacak ve pekiştirmeyecek ölçüde hakkaniyet içinde olduğu kabul edilir İkincisi, iktisadi yapının şiddetli bunalım ve çöküşlerden bağışık olduğu varsayılır Bu iki koşul söz konusu olduğu sürece, laissez-faire öğretisi sağlam bir zemin üzerine oturur

Bununla birlikte, özellikle On dokuzuncu yüzyılın sonlarıyla yirminci yüzyılda bu iki koşulun bir türlü gerçekleşmemesi, laissez-faire öğretisinin ya da eski liberalizmin yerini yeni liberalizme bırakmasına neden olmuştur Refahın ve gelirin hakkaniyet içinde dağılımı beklenirken, sermayenin yoğunlaşması ve iş hayatının binleri tarafından denetlenmesi söz konusu olmuştur Monopoller, tröstler ve uluslararası şirketler, yeni efendilere tabi kılınan milyonlar arasında yoğun bir tatminsizlik ve güçlü bir hayal kırıklığı yaratmıştır Laissez-fairee duyulan genel inancı yıkan bir diğer etmen ise işsizlik olmuştur Milyonlar uzun yıllar boyunca işsiz kalınca, İnsanlar kendi yasalarıyla ahengine bırakılan ekonominin en yüksek genel faydayı ve refahı sağladığı düşüncesine kuşku ile bakmaya başlamışlardır

Lamarkçılık: Fransız bilim adamı Lamarck’ın 1809 yılında Philosophie zoologique [Zooloji felsefesi] adlı eserinde ortaya koyduğu, türlerin değişmez olmayıp, değişime uğradığını, ayrı ayrı yaratılmayıp birbirinden türediğini dile getiren öğreti Organizmanın içinde bulunduğu ortamın organizmayı etkilediği, ve kazanılmış karakterlerin soydan soya geçtiği temel fikirlerine dayanan bu öğreti, türlerin yavaş bir değişim geçirerek çevreye uyduğunu öne sürer

Leibniz, Gottfried Wilhelm von: 17 yüzyıl akılcılığının, Descartes ve Spinoza’dan sonra gelen son büyük düşünürü 1646-1716 yılları arasında yaşamış olan Leibniz’in en önemli kitabı, metafiziğini ortaya koyduğu La Monadologie [Monadoloji] adlı eserdir Diğer eserleri: De Arte Combina tarla, Discours de Metaphysique [Metafizik Üzenine Konuşma], Nouveaux Essais sur l’Entendement humaine [İnsan Zihni Üzerine Bir Soruşturma] Essais de Theodicee [Teodise Denemeleri]

Temeller: Leibniz, modern felsefenin diğer etkili düşünürleri gibi, deneysel, tümevarımsal ve matematiko-mekanik doğa bilimlerinden ve özellikle de fizik biliminden yola çıkmıştır Doğanın sonsuz küçüklükteki unsurlardan meydana geldiği öğretisini benimseyerek, cisimlenin karşılıklı eylem ve düzenli etkileşimlerini açıklayabilmek için, varsayılması gereken bir şey olarak güç düşüncesine ulaşan Leibniz, bu gücü, cisimsel olmayan bir şey olarak tasarlamış ve onu aynı zamanda düşünen, algılayan, ve maddi olmayan bir gerçeklik olarak tanımlamıştır Böylelikle, materyalist ve mekanik bir görüşten, tinsel ve dinamik bir düşünce tarzına geçen Leibniz, bu güç birimine monad adını vermiş ve monadın faaliyetlerinin ideler ve algılar olarak ortaya çıkacağını söylemiştir Buna göre, evren gerçeklikte yan yana varolan bir monadlar çokluğundan meydana gelmektedir

Metafiziği: Aynı sonuca başka bir nokta-k dan daha hareket ederek varan, ve dünya ile birey, makrokosmos ile mikrokosmos arasındaki ilişki problemini en açık bir biçimde ifade etmeyi ve problemi yeni yöntemlerle çözmeyi deneyen Leibniz ‘e göre, birey ve evren birbiriyle, niceliksel değil de, nitelik-sel bir ilişki içindedir Evren yalnızca bireyselliğin bakış açısından anlaşılabilir; birey ise, yalnızca evrenle ilişki içinde belirlenebilir ve tanımlanabilir Leibnizin sisteminin hareket noktasını oluşturan bu fikre göre, her bireysel ‘ben’, her monad evrenin bütününü, onu aktüel olarak kapsama anlamında değil de, ideal bir biçimde tasarımlama anlamında içerir

Leibniz’in monadoloji olarak bilinen bu anlayışına göre, duyularımızla gözlemlediğimiz cisimler daha küçük parçalara bölüne*bilir olup, varolan her şey bileşik cisimlerden meydana gelmektedir Bundan dolayı, varolan tüm nesneler, basit tözlerden ya da gerçekliklerden meydana gelmelidir Maddenin ilk ve gerçek varlık olması düşüncesine karşı çıkan Leibniz, gerçekten basit ve bölünemez olan tözlerin, sözünü ettiğimiz bireysel benlerin monadlar olduğunu öne sürer Monadlar tıpkı atomlar gibi, varlığı meydana getiren temel, basit bileşenlerdir Bununla birlikte, monadlar atomlardan farklılık gösterir

Monadlarla atomlar arasında şu fark vardır: Atomlar yer kaplayan maddi parçacıklar’dır, oysa monadlar, Leibniz tarafından, güç ya da enerji olarak tanımlanırlar Atomlar da monadlar da, dış kuvvetlerden bağımsızdır ve dış bir güçle ortadan kaldırılamaz; bununla birlikte, atomların birbirlerine benzedikleri, yani onların aralarında nitelik bakımından bir farklılık olmadığı yerde, monadlar birbirlerinden tümüyle farklılık gösterir

Basit tözlerin, monadların eyleme yetili olduktan başka, canlı ve duyarlık sahibi varlıklar olduğunu öne süren Leibnize göre, evrenin her köşesinde, tek tek varlıkların canlılığıyla karşılaşmaktayız Monadlar yer kaplamaz, onların büyüklükleri ya da şekilleri yoktur Her monad diğerinden bağımsızdır ve monadlar birbirleriyle nedensel bir ilişki içinde değildirler Leibniz, monadların maddi varlıklardan mantıksal bakımdan önce geldiklerini söyler öte yandan, monadlar kendi eylem ilkelerini, kendi faaliyetlerinin kaynağını yine kendilerinde bulurlar Her monad, kendi içinde bütün öteki varlıkları yansıtır; her monad evrenin tümünün bir aynası gibidir Monadların kendileri ve öteki varlıkların tümü hakkında, pek açık olmasa da, sürekli olarak, algıları vardır Monadlar, dünyayı tasavvur edişleri, algılarının açık seçik oluşu bakımından derecelenirler En alt düzeyde madde, en üst düzeyde de Tanrı bulunur Leibniz, her monadın kendi yaratılış amacına göre davrandığını söyler Monadlar arasında hiçbir ilişki yoktur Ona göre, monadlar birbirlerinden mutlak olarak bağımsız olduğu için, onların birbirlerine açılan pencereleri yoktur Hepsi de kendi amacına uygun bir biçimde davranan bu penceresiz monadlar düzenli bir evren oluşturur

Monadların ayrı amaçları büyük bir uyuma yol açar Bu, hepsi çok iyi ayarlanmış olduğu için, birbirlerinden farklı birçok saa*tin tam olarak aynı zamanı göstermesine benzer Şu halde, her monad ayrı bir dünyadır, ancak monadların tüm faaliyetleri birbirleriyle uyumludur Leibniz’e göre, monadların bu uyumu Tanrı ‘nın yaratıcı faaliyetinin bir sonucudur Tanrı bu uyumu önceden kurmuş, her şeyi ayarlamıştır Leibniz, birbirleriyle nedensel ilişkileri olmayan monadların sergilediği uyumun Tanrı’nın varoluşu için yeni bir kanıt oluşturduğuna işaret eder Tanrı, var olan her şeyin fail nedenidir, 0, varoluşu zorunlu olan, varoluşu başka bir nedeni gerektirmeyen varlıktır Tanrı, özü varoluşunu içeren zorunlu varlıktır

Etik görüşü: Her şeyin Tanrı tarafından önceden kurulmuş bir uyuma bağlı olduğu bu düzende özgürlüğe yer yok gibi görün*mektedir Leibniz’e göre, bu evrende her şey mekanik bir zorunluluğa tabidir İnsan da bu düzenin ayrılmaz bir parçasıdır Onun mekanist doğa anlayışında, İnsan başlangıçta ayarlanmış bir yaşamın kendini açığa vurmasından başka bir şey değildir Öyleyse, İnsan yaşamındaki her şey önceden belirlenmiştir Determinist bir etik görüşü benimseyen Leibniz için özgürlük, İnsanın bu durumun, yani söz konusu zorunluluğun bilincinde olmasından meydana gelir

Öte yandan, Leibniz’e göre, İnsan için gerçek hayat akla dayanan, entelektüel faaliyetle belirlenen bir hayattır İnsan için gelişme, bulanık ve belirsiz düşüncelerden doğru düşüncelere yükselme, potansiyel güçleri gerçekleştirme anlamına gelir İnsan güçlerini gerçekleştirdiği zaman, varlıkların gerçekte niçin oldukları gibi olduklarını anlar İnsan yaptığı şeyi niçin yapmakta olduğunu bilir İnsan için özgürlüğün anlamı budur; özgürlük irade, seçme özgürlüğü olmayıp, İnsanın gelişmesi ve böylelikle kendisindeki ve evrendeki zorunluluğun tam olarak bilincinde olmasıdır Temel erdem de bilgeliktir

Alıntı Yaparak Cevapla

Felsefe Sözlüğü

Eski 07-22-2012   #17
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Felsefe Sözlüğü



Lenin, Vladimir Il’ich: 1870-1924 yılları arasında yaşamış Rus intikalcisi, devlet adamı ve düşünürü Temel eserleri Chto deliat? [Ne Yapmalı?], Materializm 1 empriokritltsizm [Materyalizm ve Empiriyokritisizm], Imperializm kuk uysuhaia stadia kapitalizma [Emperyalizm: Kapitalizmin en yüksek Evresi]

Marksizmi politik bir teori olarak kariyerinin daha başlarından itibaren öne çıkaran Lenin, yine de bir yandan Rus popülizminin küçük burjuva ekonomik romantizmini eleştirirken, bir yandan da Marksizmin determinist, nesnelci ve evrimci versiyonlarına karşı çıkmıştır Onun bu bağlamda köylülerin gizli devrimci potansiyeline olan inancı, disiplinli ve profesyonel eylemcilere kitleleri ihtilalci bilinç ve eyleme yöneltmek açısından yüklediği öncü rol, bütün bunların kapitalizmin farklı ülkelerdeki eşitsiz gelişimi ve emperyalizm tarafından doğrulandığına olan inancı, devleti devrim sonrasında sınıf hakimiyetini tesis edecek bir alet olarak görmesi, Marksizmden şu ya da bu ölçüde farklılaştığı noktaları temsil eder

Felsefi açıdan ele alındığında, Lenin’in önce Engels’in diyalektik materyalizmini Bogdanov, Lunacharsky, ve diğer Bolşevik*lerin Marksizmi onu Avenarius ve Mach’ın empiriyokritisizmiyle evlendirmek suretiyle modernleştirme teşebbüslerine karşı savunduğu savunduğu söylenebilir O insani deneyime bir dış gerçeklik tarafından neden olunduğunu yadsıyan Rus Machçılarının kaçınılmaz olarak solipsizmle sonuçlanan öznel idealizme düştüklerini öne sürer Bu ise sınıf bilinciyle nesnel toplumsal koşullar arasındaki Marksist ayırımın ortadan kalkmasından başka hiçbir şey değildir Oysa Lenin metafizik ve epistemolojisini bunun tersine, ona göre sağlıklı herkes tarafından benimsenmek durumunda olan, naif realizme dayandırır O maddeyle İnsana duyumlarında verilen, her ne kadar duyumlardan bağımsız olarak varolsa da, duyumlarımız tarafından kopyalanan, resmi çekilen ve yansıtılan nesnel gerçekliği özdeşleştirmiştir Lenin bu tanım yoluyla kendisinin materyalizmi, fizikteki çağdaş krize dair fiziki idealist yorumlar karşısında bir kez daha olumladığını düşünür Onun felsefi materyalizmi realizm ve temsili algı teorisiyle özdeşleştirmesinin Sovyet felsefesi ve entelektüel tarihi üzerinde oldukça güçlü bir etkisi olmuştur Lenin’in hayli etkili olan başka bir düşüncesi ya da tezi de, bütün felsefi konumların son çözümlemede ikiye, yani ya materyalizme ya da Hume ve Kant’ın bilinemezciliklerinin de dahil edilmek durumunda oldukları) idealizme indirgenmesi gerektiği ve bu “iki büyük kamp”ın birbirine karşıt sınıfsal çıkarları yansıttığı tezidir Onun, ve sonrasında başkalarının materyalist kampta veya kendilerinden olmayan herkese açtıkları savaşın temelinde, işte bu tez bulunur

Lenin karşı kamptakilere yönelttiği bütün eleştirilere rağmen, kendi diyalektik materyalist bakış açısını Vogt, Büchner ve Moleschott gibi vülger materyalistlerin bakış açısından ayırt etmekte zorlanmıştır Düşünce, ona göre, beynin bir salgısı değildir; psişik olan maddenin yüksek ürünü olmakla birlikte, maddeye indirgenemez Düşünceyle doğa arasındaki ilişki diyalektik bir ilişkidir; o Marksizmin özü olarak gördüğü diyalektiğe büyük bir önem vermiştir Bu bağlamda, karşıtların birliği ve savaşımı yasasını niceliksel değişimlerin niteliksel dönüşümlere yol açması yasasının önüne geçirmiştir Lenin işte buradan hareketle, insan bilincinin nesnel dünyayı yansıtmakla kalmayıp, aynı zamanda yarattığını savunmuştur

Leninizm: Sovyet düşünür ve eylem adamı VİLenin’in diyalektik materyalizmle, tarihsel materyalizmden meydana gelen Marksizme yaptığı katkıları ifade eden deyim

Lenin’in Marksizme yaptığı en önemli katkı, emperyalizme ilişkin analizden meydana gelir Buna göre, ileri ve sanayileşmiş ülkelerin, Marx’ın söylediği gibi, devrim krizine yaklaştığı, devrimin kapitalist bir toplumda gerçekleşeceği doğru değildir Proletarya, ileri sürüldüğü üzere, giderek yoksullaşmakta değildir Lenin işte bu durumu emperyalizmle, büyük kapitalist toplumların bazı toprakları sömürgeleştirmesi, kendisine ucuz hammadde yaratması, yeni pazar meydana getirmesiyle açıklamıştır

Leviathan: Ünlü İngiliz düşünürü Thomas Hobbes’un 1651 yılında yayımladığı eserinin adı Leviathan, yani Ejderha, toplum sözleşmesinden sonra ortaya çıkacak devletin birey karşısında güçlü olması gerektiğini göstermek amacıyla, Hobbes tarafından bilinçli olarak seçilmiş bir terimdir

Buna göre, devleti, Fenike mitolojisinde bir su canavarı anlamına gelen Leviathan’a benzeten ve tüm yasaları yaratmak ve kaldırmak gücü ya da iktidarı olarak tanımlayan Hobbes, devletle ilgili olarak materyalist ve mutlakıyetçi bir görüşü benimsemiştir

Liberalizm: Kökleri rönesans ve reformasyona dayanmakla birlikte, daha çok on sekizinci yüzyıla sağlam temellere oturan felsefi akım; modern dünyanın temel politik ideolojilerinden biri olarak bireyleri sivil ve politik haklarına verdiği önemle seçkinleşen görüş

Bireye, bireyin hak ve özgürlüklerine, kamu yararına, genelin çıkarına sonuçlanacağı için, bireysel faaliyetlerde özgürlüğe imtiyaz tanıyan iktisadi öğreti olarak liberalizm, aynı zamanda devletin bireysel özgürlükler karşısındaki yetkilerini sınırlamayı, bireysel haklarla teşebbüs özgürlüğüne yönelik muhtemel müdahalesini ortadan kaldırmayı öngören siyasi bir öğretidir Liberalizm sınıflar yerine, bireylerden oluşan bir toplum görüşü benimser ve bireylerin özgürlüğünü en yüksek amaç olarak belirleyip, bu özgürlüğü de düşünce ve yaratma özgürlüğü, serbest teşebbüs ve rekabet özgürlüğü, inanç ve ibadet özgürlüğü olarak tanımlar

Buna göre, insanın tinsel özgürlüğüne sonsuz bir inanç besleyen, insan yaşamı ve eyleminin doğalcı ya da determinist bir tarzda yorumlanmasına şiddetle karşı çıkarak, bireyin kendisini özgürce gerçekleştirme ve ifade etme kapasitesini ön plana çıkartan ve bu yolda tüm engellerin ortadan kaldırılmasını amaçlayan liberalizm, devletin müdahalesinin en aza indirgenmesini, devlet politikasının bireylerin ve grupların özgürlüklerini hayata geçirmede bir araç olarak kullanılmasını ister

1- İktisadi liberalizmin ana tezi, ekonomik alanda kendiliğinden oluşan doğal bir düzenin varolduğu iddiasına dayanmaktadır ‘Bireylere düşen görev, iktisadi düzeni dengeye götüren ekonomik yasaları keşfetmektir Bunlar İnsanın doğasına, onun yaradılışına uygun yasalardır İktisaden liberal İnsan, homo economicos, yani ‘en az zahmetle en çok kazanç sağlamaktan başka bir amaç gözetmeyen rasyonel varlıktır’ İnsan bu şekilde özgür davrandığında, doğal iktisadi düzenin gerçekleşmesini sağlar Bireysel çıkarlarla toplumun genel çıkan çakışır ve genel bir ahenge ulaşılır İktisadi liberalizme göre, İnsan, kendisine en fazla özgürlük tanınması gereken iktisadi karar birimidir Devlet ve özel gruplar, birtakım müdahalelerle, bireyler arasında varolan rekabetin serbestçe işlemesini engellemekten kaçınmalıdırlar İktisadi liberalizmin bu bağlamda ana kuralı, Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler’dir

2- Buna karşın, on sekizinci yüzyılda monarşik mutlakiyetçiliğe karşı verilen mücadelede şekillenen siyasi liberalizm, siyasi iktidarın müdahalesinin bireysel faaliyetlerin düzenlenmesi ve korunmasına yönelik görevlerle sınırlı kalması, özel teşebbüsü kısıtlayacak her türlü müdahalecilikten kaçınması gerektiği ilkesine dayanır Bu ilke, devlet düzeyinde üç ayrı sonucu ihtiva eder Bunlardan birincisine göre, devlet kuvvetler ayrılığı ilkesi uyarınca örgütlenmelidir İkinci olarak demokrasi, temsili ve parlamenter demokrasi olmalıdır Zira, sadece temsili ve parlamenter demokraside, seçimler bir süz*geç işi gördüğü ve halk çoğunluğunun diktasını önlediği için, esasen halka ait olan iktidar hakkı, pratikte seçkinler tarafından kullanılır Ve nihayet üç, devlet, bireyin vazgeçilmez hak ve özgürlüklerini, özellikle de mülkiyet hakkını resmen güvence altına alan hukuka tabi kılınır

Libidinal ekonomi: Jean François Lyotard’ın insan varlığındaki, aklın ve mantığın işleyişine karşı koyup, direnç gösteren itkiler için kullandığı terim

Lyotard’a göre, bu itki ve dürtülerin, Freud gibi psikanalistler tarafından ortaya konan bilinçaltı yaşantı, itki ve dürtülerin bir benzeri olarak değerlendirilmeleri gerekir Şu farkla ki, Lyotard bu itkilerin özgürce ifadesini daha açık bir biçimde savunup, onların anarşik ve sosyal olarak düzen bozucu etkisine dikkat çeker Nitekim, eski bir• Marksist olarak Lyotard’ın Marksizme yönelik en önemli itirazlarından biri, itkileri akıldışı, öngörülemez ve dolayısıyla karşı konması gereken şeyler olarak görmek suretiyle, onlara teorilerinde yer vermemesidir Oysa Lyotard için libidinal itkilerin bu şekilde yadsınması, otoriter ve son çözümlemede başarısızlığa mahkum bir eylem olmak durumundadır Libidinal ekonomi deyimi, şu halde, postmodernizm tarafından hem bir felsefe ve hem de kültürel bir proje olarak Marksizme yönelik bir saldırıyı ifade eder Biraz daha ileriye gidilecek olursa, o felsefenin akılcı mirasının reddedilmesini ifade edip, post-felsefi ya da anti-felsefi bir tavrı tanımlar

Locke, John: İngiliz emperyalizminin kurucusu olan ünlü filozof 1632-1704 yılları arasında yaşamış olan Locke’un temel eserleri, An Essay concerning Human Understanding [İnsan Zihni Üzerine Bir Deneme] ve Two Treatises of Government [Yönetim üzerine İki Deneme]’dir

Bilgi görüşleri: Empirist bir bilgi teorisinin temel öğretilerini, yani zihinde doğuştan düşünceler bulunmadığı ve bilginin de*neyimden üretildiği ilkelerini mekanik bir gerçeklik görüşüyle birleştiren John Locke modern felsefenin tavrına uygun olarak, felsefesinde öncelikle bilgi konusunu ele almıştır O İnsan bilgisinin sınırlarına ve kapsamına ilişkin araştırmasında, İnsan zihninde idelerin nasıl ortaya çıktığını araştırır İdelerle de Locke, algı içeriklerini, izlenimleri, tasarımları, düşünceleri, kısacası bilincin tüm içeriklerini, İnsanın kendisiyle ilgili olarak bilinçli olduğu her şeyi anlar Ona göre, İnsan bilgi sahibi olan bir varlık-tır Başka bir deyişle, o insan bilgisini açıklanmak durumunda olmayan, apaçık bir olgu olarak alır

Bilmek ise, zihinde birtakım idelere sahip olmaktan başka bir şey değildir Doğuştancılığa karşı çıkan Locke, İnsanın bilgiye temel olan malzemeyi sonradan deneyim yoluyla kazandığını söyler Onun deyimiyle karanlık bir oda olan İnsan zihnine ışık getiren tek pencere, deneyimdir Bilginin kaynağı konusunda empirist olan Locke, biri dış deneyim, diğeri de iç deneyim olmak üzere, iki tür tecrübe bulunduğunu söyler Bunlardan birincisinde, yani dış deneyimde, İnsan beş duyu yoluyla dış dünyadaki şeyleri tecrübe eder; İnsan zihni, Locke’a göre, burada tümüyle alıcı olup, pasif durumdadır İkincisinde, yani refleksiyon veya içebakışta ise, İnsan varlığı, kendi zihninde, kendi iç dünyasında olup bitenleri tecrübe eder İnsan zihnindeki tüm ideler, işte bu iki kaynağın birinden ya da diğerinden gelir

İnsan zihnindeki tüm ideler, İngiliz empirizminin kurucusu olan Locke’a göre, basit ideler ve kompleks ideler olmak üzere, iki başlık altında toplanabilir Bu ayırım, Locke’a zihnin tümüyle pasif olduğu durumlarla aktif olduğu durumları birbirlerinden ayırma imkanı verdiği için, önemli bir ayırımdır Basit ideler, dış dünyadaki cisimlerin ve onların niteliklerinin duyu organlarımız üzerindeki etkisi sonucunda, duyularımız aracılığıyla kazanılmış olan idelerdir İnsan zihni bu basit ideleri birbirleriyle çeşitli şekillerde birleştirdiği zaman kompleks idelere sahip olur Locke’a göre, İnsan zihni basit ideleri biriktirdikten sonra, onları birbirlerinden ayırt eder, birbiriyle karşılaştırır ve birbiriyle çeşitli şekillerde birleştirir Locke, İnsanda yeni bir ide icat etme gücü olmasa bile, İnsan zihninin kompleks ideleri meydana getirirken tümüyle aktif durumda bulunduğunu söyler Ona göre, basit ideler kompleks idelerden hem psikolojik ve hem de mantıksal bakımdan önce gelmek durumundadır

İnsan zihni, Locke’a göre, belli şekillerde faaliyet gösterir İnsan zihninin bu faaliyetleri ise, sırasıyla algı, bellek, ayırt etme ve karşılaştırma yetisi, birleştirme ve soyutlamadır Bu yetilerden en önemlilerinden olan birleştirme yetisi söz konusu olduğunda, İnsan zihni sahip olduğu basit ideleri bir araya getirir ve bu ideleri birleştirerek kompleks ideler meydana getirir Soyutlamada ise, İnsan zihni genel kavramları gösteren genel sözcüklere yükselir Varolan her şey, Locke’a göre, bireyseldir Bununla birlikte, İnsan varlığı çocukluktan yavaş yavaş çıkarken, İnsanlarca ve şeylerdeki ortak nitelikleri gözlemler

Locke, bilginin söz konusu yetilerin algı yoluyla kazanılan basit ideleri işlemesinin sonucunda ortaya çıktığını savunur Ve bilgi, idelerin birbirleriyle olan bağlantısına ve uyuşmasına ya da birbirleriyle uyuşmayıp, birbirlerini kabul etmemelerine ilişkin algıdan başka bir şey değildir Locke’a göre, ideler arasında dört tür bağıntı vardır ya da ideler birbirleriyle dört bakımdan uyuşur 1- Özdeşlik, 2- İlişki, 3- Birlikte varoluş ya da zorunlu bağıntı ve 4- Gerçek varoluş

Locke, özdeşlikten söz ettiği zaman, bir idenin ne olduğunun ve onun başka idelerden olan farklılığının bilincinde olmayı anlar Burada söz konusu olan bilgi, her idenin kendi kendisiyle aynı olduğunu, her ne ise o olup, tüm diğer idelerden farklı olduğunu bilmekten oluşur Bu bilgi, idelerimizden her birinin (örneğin, ağaç, masa, beyaz, kare, üçgen, vb, idelerinin) tam olarak neyi içerdiğinin ve onun farklılıklarının (örneğin, beyazın siyah olmadığının, bir karenin daire olmadığının) bilgisidir Buna karşın, ilişkiden söz ederken Locke, idelerimizden bazılarının diğer idelerle bazı bakımlardan ilişkili olduğu olgusuna dikkat çeker Buna göre, beyaz ve kırmızı arasında, üçgenlerle yapraklar arasında söz konusu olmayan bir ilişki vardır; yine, bir ağaçla bir sandalye arasında, bir doğruyla bir bulut arasında söz konusu olmayan bir ilişki vardır

Birlikte varoluş ya da zorunlu bağıntıdan söz ettiği zaman da, Locke kompleks bir idenin, örneğin bir sandalye idesinin, bir sandalyeyi düşündüğümüz zaman birlikte düşündüğümüz çok sayıda basit idenin bireşiminden oluştuğu olgusuna dikkat çeker Burada söz konusu olan bilgi, belli bir kompleks ide gündeme geldiği zaman, hangi basit idelerin söz konusu kompleks idenin ayrılmaz parçaları olduğunun bilgisidir Locke dördüncü kategoriye, yani gerçek varoluşa geldiği zaman, idelerin birbirleriyle olan bağıntılarından çok, dış dünyadaki bir şeyle olan bağıntılarının bilgisinden söz eder Şimdiye dek olan bilgi türleri yalnızca kavramsaldı, ilk kez bu dördüncü bilgi türüyle varoluşla ilgili olan bir bilgiye ulaşılır Başka bir deyişle, burada söz konusu olan bilgi, bir ideyle uyuşanı gerçek bir varlığın bilgisidir

Locke bu dört bilgi türüne ek olarak, İnsan için bu bilgi türlerine sahip olmanın üç farklı yolunun bulunduğunu söyler; bunlar sırasıyla sezgi, kanıtlama ve duyumdur Bilgimizin kapsamı söz konusu olduğunda, Locke gerçek bilgiye sezgi ya da kanıtlama yoluyla ulaşıldığına inandığı ve kanıtlama ya da sezginin kendilerine dayandığı idelere birtakım sınırlamalar getirdiği için, bilgimizin kapsamının oldukça sınırlı olduğunu savunmak durumunda kalmıştır Özdeşlik ya da farklılık bağıntısı söz konusu olduğunda, Locke’a göre, bizim tüm açık idelerimizin kendi kendileriyle aynı ve başka idelerden farklı olduklarına ilişkin olarak sezgisel bilgimiz vardır

İlişki söz konusu olduğunda ise, burası bilgimizin çok büyük bir parçasını meydana getirmekle birlikte, bu bilgi de idelerin birbirleriyle olan ilişkileriyle ilgili kanıtlamalarla sınırlanmıştır İdeler arasındaki karşılıklı bağıntılara ve içerme ilişkilerine dayanan bu bilgi, yalnızca kavramsal bir bilgidir Bu alandaki doğrular matematiğin doğrulanıyla, günümüzde analitik olarak doğru olduğunu söylediğimiz önermelerden oluşur Ancak bu doğrular, yalnızca idelerimiz arasındaki ilişkilerle ilgili olan doğrular olduğu için, bize hiçbir zaman idelerimizden bağımsız olarak varolan bir şeyin bilgisini veremezler

İdelerimizin birlikte varoluşu ya da idelerimiz arasındaki zorunlu bağıntıya gelince, Locke bilgimizin kapsamının burada daha da daraldığını savunur Biz, birçok basit idenin birlikte ortaya çıktığını, belirli bir türden olan kompleks bir şeye ilişkin idemizin belirli basit idelerden oluşan bir toplamı içerdiğini gözlemleyebiliniz, fakat bu idelerin zorunlu olarak birbirlerine bağlanıp bağlanmadığını bilemeyiz Locke’a göre, ikincil bir nitelikle söz konusu niteliğin kendilerine bağlı olduğu birincil nitelikler arasında, İnsan tarafından keşfedilebilir olan zorunlu bir bağlantı yoktur Biz bir nesnenin şeklinden ve ebatlarından yola çıkarak, onun belli bir renge ya da tada sahip olduğunu hiçbir zaman söyleyemeyiz

İdelerimizin birlikte varoluşu ya da idelerimiz arasındaki zorunlu bağlantıya ilişkin bilgimiz deneyimin kapsamına bağlı oldu*ğundan, idelerimiz arasındaki zorunlu bağlantıları saptarken, sezgi yoluyla da kanıtlama yoluyla da pek ilerilere gidemeyiz Ve doğa bilimlerinin genel önermeleri farklı ideleri birbirlerine bağladıkları için, gerçek anlamda genel bir bilgi olmanın çok uzağında kalır Zira, bu bilimlerin birbirine bağladığı ideler arasında zorunlu bir bağıntının olup olmadığı, sezgi yoluyla da kanıtlama yoluyla da kavranamaz

Gerçek varoluş söz konusu olduğunda, bilgimizin kapsamı daha da daralır Locke’a göre, biz sezgi yoluyla kesin olarak yalnızca kendimizin varolduğunu biliriz Kanıtlama yoluyla ise, Tanrı‘nın gerçek varoluşunu kanıtlarız Bir de duyusal bilgiyle, duyularımıza sunulmuş olan nesnelerin varolduğunu biliriz Bununla birlikte, kesin olmayan duyusal bilgi, bize gerçek bir bilgi veremez, çünkü bu bilgi her şeyden önce şimdi duyularımıza sunulmuş olan nesnelerle sınırlanmış olup, şimdi ve burada mevcut olan tikel nesnelerin ötesine geçemez İkinci olarak, duyusal bilgi yoluyla, bizim dışımızdaki nesnelerin varolduğunu bilsek bile, Locke’a göre, bu nesnelerin gerçek doğalarına ilişkin olarak pek fazla bir bilgimiz olamaz

Demek ki, Locke 1- Dolayımsız olarak bilincinde olduğumuz şeylerin, nesnelerin bizatihi kendileri değil de, zihinlerimizdeki ideler olduğunu, 2- İdelerimizin tecrübeden türetilmek durumunda olduğunu, aksi takdirde anlamlı bir içerikten yoksun olacağını ve 3- Genel bir önermenin sezgisel bakımdan ya da kanıtlama yoluyla kesin olmadıkça, gerçek anlamda bir bilgi olamayacağını kabul ettiği için, bilgimizin kapsamını oldukça daraltır O, bir empiristtir ve dolayısıyla bilgide deneyime önem verip, empirik olmayan ilkelerden türetilmiş mantıksal bir sistemin bize gerçekliğin resmini hiçbir şekilde veremeyeceğini kabul eder

Locke, bundan başka zihnimizde olan şeylerin, nesnelerin kendileri değil de nesnelerle olan gerçek ilişkilerini hiçbir zaman bilemeyeceğimiz ideler olduğunu savunduğu ve neyin bilgi sayılıp neyin bilgi sayılamayacağı konusunda, hayli yüksek bir ke*sinlik ölçütü öne sürerek, yalnızca sezgi ya da kanıtlama yoluyla elde edilen bilgiyi kesin bilgi olarak gördüğü için, empirik ve bilimsel bilginin gerçek anlamda bilgi olamayacağını dile getirir

Dine dair Görüşleri: Dinle bağlamında, Locke Hıristiyanlığın ahlâki boyutunu vurgulamaya özel bir önem atfeder ve kutsal ki*tapta bulunan ahlâk kurallarının aklın keşfettiği kurallarla tam bir ahenk içinde olduğunu belirtir Akılla inanç arasındaki ilişkiler üzerinde de duran filozof, hem akıl ve hem de vahiy yoluyla keşfedilen hakikatler bulunduğunu öne sürerken, akılla çelişen hakikatler söz konusu olduğunda, bu doğrulanın, onların kaynağında vahyin bulunduğu söylense bile, hiçbir şekilde kabul edilmemesi gerektiğini savunur Buna karşın, akılla ne örtüşen ne de çakışan hakikatlere gelince, Locke bunların gerçek dinin özünü meydana getirdiğini öne sürer Fakat Locke aklın burada bile vazgeçilmez bir rol oynadığını vurgular:, Akıl bir şeyin vahiy olup olmadığına karar vermeli ve vahyi ifade eden sözcüklerin anlamlarını incelemelidir Ona göre, akıl her konuda nihai yargıç ve yol gösterici olmalıdır O Hıristiyanlığın özünde pek az temel ve onsuz olunamaz inanç parçası bulunduğunu söylerken, mezhepler arasındaki çatışmalara şiddetle karşı çıkmış ve dini hoşgörüyü engelleyecek hiçbir şey bulunmadığını belirt-1 miştir Bu bağlamda, ona göre, dinin görevi İnsan ruhunu günahtan, kötülüklerden; hükümetin görevi ise bireyin yaşam, özgürlük ve mülkiyet haklarını korumaktır

Siyaset Felsefesi: Locke siyaset felsefesi alanındaki görüşleri bakımından da önemli bir filozoftur O, mutlakıyetçiliğe şiddetle karşı çıktığı ve güçler ayrılığını hararetle savunduğu için, liberalizmin kurucusu olarak görülmektedir Meşruti bir monarşiden yana olan ve toplumun bir sözleşme temeline da-yanması gerektiğini savunan Locke, İnsanların hukukun veya iktidarın sağladığı avantajlardan yoksun olarak birlikte yaşadıkları hipotetik bir doğa hali düşüncesinden yola çıkmıştır Böyle bir doğa halinin dezavantajları, İnsanların hukukun ve devletin yönetimi altına girmeleri için bileyerek ve isteyerek bir sözleşme yapmalarını fazlasıyla haklı kılan Toplumsal sözleşmenin amacı, düzeni ve yasayı ihdas etmek, doğa halinin belirsizliklerini ortadan kaldırmak ve bireyin haklarını koruyacak kurumları yaratmaktır

Lyotard, Jean François: 1924 doğumlu çağdaş Fransız düşünürü Postmodernizmin en önemli teorisyenlerinden biri olan Lyotard’ın temel eseri La Condition Postmoderne [Postmodern Durum]’dur

Postmodernliği endüstri sonrası toplumun içinde bulunduğumuz şu anki evresine karşılık gelen bir durum ya da koşul olarak tanımlarken, modernliği de, bilim ve devleti meşrulaştırmak amacıyla kullanılan üst anlatıların oynadığı rol ile açıklayan Lyotard, Postmodern Durum adlı eserinde, ileri kapitalist toplumlarda bilgi, bilim ve teknolojiyi inceler O, burada, ulusal kimlikte olduğu gibi, bir birlik şekli olarak toplum fikrinin anlamını ve inanırlılığını yitirdiğini öne sürer Başka bir deyişle, Lyotard, ister Durkheim’daki anlamı içinde organik bir bütün, ister fonksiyonalist bir bakış açısından fonksiyonel bir sistem, ya da ister Marksist açıdan, temelde iki sınıfa bölünmüş bir bütün şeklinde düşünülsün, bir birlik olarak toplu*mun anlamını ve değerini yitirdiğini iddia eder Her toplumun üyelerinin iyiliği, mutluluk ve refahı için varolduğu, bütünün parçaları birleştirdiği türünden üstanlatılar, ona göre, hem sosyal bağı ve hem de bilgi ve bilimin toplum içindeki rolünü meşrulaştıran bir teleoloji sağlar Bir üstanlatı, öyleyse eylem, bilim ve toplum için, inanılırlığı olan bir hedef koyar, amaç sağlar Daha teknik bir düzeyde, bir bilim kendi kurallarını bir üstanlatıya başvuruyla meşrulaştırıyorsa eğer, o tümüyle moderndir Bu üstanlatılardan en etkili iki tanesi, bilginin bizatihi kendisi için istendiği ve üretildiği anlatısıyla, bilginin İnsanın özgünleşimi için meydana getirildiği üstanlatısıdır

Postmodernlik, Lyotard’a göre, bilgiyle ilgili bu hedeflerin çok tartışmalı olduklarını ve amaçlarla ilgili bu tartışmayı bir kararı bağlamanın sağlam bir yolu ve nihai bir kanıtı olmadığını gözler önüne serer Dahası, savaşlar ve savaş teknikleri, dikkati eylemin amaçlarından ziyade araçlara çekmiştir Birleştirici üslanlatının formu ister spekülatif, ya da ister özgürleştirici olsun, bilginin meşrulaştırılması bundan böyle bir büyük anlatıya, bir üstanlatıya dayandırılamaz İşte postmodern durum, Lyotarda göre, toplum ve kültürdeki gelişmelerle endüstri sonrası toplumun bir sonucu olarak, üstanlatılara duyulan inancın erozyona uğramasıyla ifadesini bulur Endüstri sonrası toplum ise, bilgi ve enformasyon teknolojisinin çok büyük bir rol oynadığı bir üretim tarzına dayanmaktadır Bu toplumsal yapının kültürel ve entellektüel karşılığı üstanlatılar karşısındaki inançsızlıkla belirlenen postrnodern bir kültürdür Söz konusu kültür tüm tarih fel*sefelerine, tarihin sonsal amacı nı, kaçınılmaz sonunu bilme ya da öngörme iddialarına, bu amaca götürme vaadiyle ortaya çıkan tüm politik ideolojilere kuşkuyla bakar

Postmodernliği karakterize eden bir diğer özellik de mukayese edilemezliktir Söz konusu mukayese edilemezlik ise, ona göre, farklı adalet ve hakikat konsepsiyonları için nesnel bir temel olma fonksiyonu görecek bir mutabakata erişmenin imkansız olduğu anlamına gelmektedir Başka bir deyişle, Lyotardın ifade ettiği postmodernizmde, belli bir tarihsel geleceği iyi ya da kötü diye tanımlayan değerlerin evrensel geçerliliği ile ilgili olarak bile, mutlak bir kuşkuculuk söz konusudur Ona göre, Tanrı’nın Nietzsche tarafından ilan edilen ölümünün hemen arkasından tarihin ve ilerlemenin ölümü gelmektedir Batının araçsal akılcılığı istisna, her şeyde tam bir inanç yitimi söz konusudur Bu inanç yitimi ise, Lyotard ‘a göre, Aydınlanmanın doğruluk ve otorite iddialarını rasyonel olarak haklı kılma talebinin sonucudur

O, postmodernizmin siyasi ifadesinin, totalitaryanizme karşı çıkış ya da tavır alış olduğunu öne sürer Başka bir deyişle, post*modernliğin hemen her konudaki kuşkucu tavrı, modern devlet ve ideolojilerin belirgin bir yönünü oluşturan büyük projelerle ihtiraslı politik programlara da yansır Yirminci yüzyıl büyük dünya savaşlarına, bürokratik olarak organize edilmiş faşist ve Stalinist soykırımlara tanıklık etmiştir Lyotardın gözünde, totalitaryanizm ise, modernizmin birlik ve düzen arayışının siyasi ifadesidir

Bütün bunlar karşısında, onun çözümü Wittgeusteincı dil oyunlarının meydana getireceği heterojen ve çoksesli yapıdır Lyo*tard’a göre, mutlak bir mutabakat değil de, zamansal ve yerel konsensüsler aranmalı, geçici sözleşmelerin peşine düşülmelidir Başka bir deyişle, görüşlerinin ifade ettiği kökten kuşkuculuğa karşın, Lyotard ahlâki ya da siyasi hiççiliğe düşmemiştir Adaletin ne modası geçmiş, ne de kuşkulu bir değer olduğunu öne süren Lyotard, modernliğin demokratik potansiyelinin yenilenmesi ve derinleştirilmesi onun demokratik güç ve itkilerinin diyalektik bir biçimde yoğunlaştırılması gerektiğini belirtmiştir Dil oyunlarının indirgenemez çokluğunu ve çeşitliliğini benimseyen filozof, bakış açılarının çeşitli*liğiyle seslendirilme hakkının yılmaz bir savunucusu olmuştur

M

Machiavelli, Niccolo: Siyasi amaçlara ulaşmada araçların ahlâki olup olmaması konusuna bütünüyle kayıtsız kalma tavrı, ve amacın bütün araçları meşrulaştırdığı inancıyla ün kazanmış olan İtalyan düşünürü Temel eserleri: Il Principe [Hükümdar], Deli ‘arte deha guerra [Savaş Sanatı Üzerine Konuşma]

Yeniçağın milli devlet düşüncesinin ilk ve en önemli temsilcisidir Karışıklıklar içinde olan yurdunun kurtuluşunu onun güçlü ve birlikli bir ulusal devlet olarak ortaya çıkışında gören Machiavelliye göre, bir devlet bir ulusa dayanıyorsa eğer, onun yeter bir gücü var demektir Devlet bütün gücünü bu kökten almalı, Kilise onun karşısında ve üstünde olmamalıdır

Machiavelli, hukukun da kiliseye bağlı olmaktan kurtarılıp, doğrudan doğruya devletin özünden türetilmesi gerektiğini söy*ler O, devleti yöneten kişinin tek amacının, devleti yaşatmak ve gücünü, iktidarını arttırmak olduğunu; devlet adamının daha yüksek bir ödevi veya görevi bulunamayacağını öne sürer Devlet adamının bu amaca ulaşmak için kullanacağı her araç meşrudur Machiavelli’ye göre, din, ahlâk ve hukuk, devlete bağlı olup, gerektiğinde prens tarafından birer araç olarak kullanılabilir

Mağara benzetmesi: Platon’un Devlet adlı diyaloğunda ortaya koyduğu genel bilgi ve eğitim anlayışını mecazi bir dille ifade edip, somutlaştırmak için kullandığı istiare; onun kendi bilgi ve eğitim anlayışını ifade ederken, zamanının eğitim anla*yışını eleştirmek, İnsanlık halini ifade etmek üzere kullandığı ünlü eğretileme; onun felsefi bakımdan aydınlanmamış İnsanları bir yeraltı mağarasında ellerinden, ayaklarından “ve boyunlarından zincire vurulmuş olarak resmettiği ünlü analoji

Benzetmeye göre, ışığa açılan uzun bir girişi olan bir yeraltı mağarasının en dibinde, insanlar çocukluklarından beri, ayakla*rından ve boyunlarından zincire vurulmuş olarak hareketsiz bir şekilde oturmakta ve yalnızca önlerini görebilmektedirler Onların arkasında, yüksekte bir yerde bir ateş yanmakta ve ateşle bu İnsanlar ya da mahkumlar arasındaki yolda, küçük bir duvar ya da perde bulunmaktadır Duvar ya da perdenin arkasında ise, konuşarak ya da sessizce, ellerinde türlü türlü araçlar, taştan ya da tahtadan yapılmış İnsana, hayvana ve daha başka şeylere benzer kuklalar taşıyan İnsanlar geçmektedir

Mağaranın, Platon’un anlatımına göre, en dibinde oturan mahkumlar, yalnızca, ateşin aydınlığıyla perdeden duvara vuran gölgeleri görebilmektedirler Ellerinden, ayaklarından ve boyunlarından zincire vurulmuş, hiçbir şekilde kımıldamayan bu mahkumlar mağaranın duvarındaki gölgeleri, duvara gölgesi vuran nesnelerle karıştırmakta, perdenin arkasından yankılanan seslerin duvardaki doğrudan doğruya gölgelerden geldiğine inanmaktadırlar Bu mahkumların sahip oldukları bilgi, onların gözleriyle ve kulaklarıyla kazandıkları duyusal bilgidir ve bu görsel bilgi duvardaki gölgelerin, yani görünüşlerin bilgisidir

Mağaranın en dibinde, her yerlerinden zincirlere vurulmuş olarak yaşayan bu mahkumlardan biri, zincirlerinden bir şekilde kurtarılıp ayağa kaldırılsa ve önce, yüzü duvarda gölgelerini gördüğü nesnelerin kendilerine ve ışık kaynağına çevrilse ve o nihayet mağaranın dışına çıkartılsa, onun bu dönüşümü hiç kuşku yok ki çok sancılı olacaktır İnsan için yanılgılardan kurtulmak, eski alışkanlıkları terk etmek çok güç olduğundan, o muhtemelen yeni duruma alışamayacak ve daha önce görmüş olduğu şeyler, ona daha gerçek görünmeye devam edebilecektir

Benzetme bilgi açısından yorumlanacak olursa, mağaranın içinin ve burada söz konusu olan bilgi tarzının, Platon’un gerçek bilgi olarak görmeyip küçümsediği duyusal bilgiye karşılık geldiği söylenebilir Buna göre, duyusal dünyanın değişen nesnelerini konu alan, çokça televizyon seyredip ikinci elden malümatlarla yetinen ve görünüşlerin gerisindeki gerçekliğe hiçbir zaman nüfuz edemeyen ortalama İnsanın hali, mağaranın dibinde zincirlere vurulmuş olarak yaşayan mahkumların haline benzemektedir Başka bir deyişle, aynı durum az ya da çok İnsanların Çoğu için söz konusu olduğundan, İnsanlar kendi mağaraların içinde mahkum durumda, görünüşler arasında, gerçekliğin epeyce uzağında yaşamaktadırlar

Makyavelizm: 1469-1527 yılları arasında yaşamış olan İtalyan düşünürü Machıevellinin, devletin ya da devlet adamının, özellikle dış ilişkiler söz konusu olduğunda, ülkesinin yararına olabilecek her eylem ve hareket tarzının meşru olduğunu, amacın aracı meşrulaştırdığını dile getiren politik ilkesi ya da her türlü ahlâk ilkesini hiçe sayan siyasi görüşü

Ulusal devlet düşüncesinin ilk büyük temsilcisi olan Machiavelli, devleti dini temellerinden koparmış ve devletin herhangi bir amaç ya da idealin aracı olmadığını söylemiştir Devletin kendi içinde bir amaç olduğunu, devletin egemenlik için varolduğu*nu öne süren filozof, her şeyin, egemenlik amacını gerçekleştirmek için bir araç olduğunu, İnsanların değerli bulduğu her şeyin, bu amaca hizmet ettiği ölçüde iyi ve değerli olup çıktığını, yöneticinin, devletin egemenliğini tesis edebilmek için her yola başvurabileceğini belirtmiştir

Malthusçuluk: 1766-1834 yılları arasında yaşamış olan İngiliz iktisatçısı T R Malthus tarafından savun ulan, doğumların kısıtlanması gerektiği öğretisi

Dünyadaki nüfusun gıda kaynaklarına kıyasla çok daha hızlı arttığını, dünyada, gıdanın yalnızca aritmetik bir tarzda arttığı yerde, nüfusun geometrik olarak arttığını, dünyadaki nüfus artışının büyük boyutlara ulaşacağını, kaynakların herkes için yeterli olmayacağını, nüfus artışının yoksulluk, açlık gibi toplumsal problemlerin en büyük nedeni olduğunu savunan Malthusçuluğa göre, hızlı nüfus artışı yoksul toplumlarda gerçekleşir Bu problemle baş edebilmek için, doğum kontrol programına ihtiyaç vardır

Manişeizm: MS 3 yüzyılda İran’da Mani tarafından kurulmuş olan ikici dinsel hareket

Zerdüşt inançlarıyla eski Mezapotamya dinlerinin bir sentezinden meydana gelen ikici bir din olarak Manişeizm, hem evrenin kendisini ve hem de İnsan varlığını, iyilikle kötülüğün, hayırla şerrin savaş alanı olarak görür Bu iki temel ve karşıt güçten iyilik ışık, aydınlık ve ruh, kötülük ise karanlık, beden ve madde olarak ortaya çıkar Bir beden ve bir de ruhtan mürekkep olan İnsan varlığının mutluluğu, söz konusu iki karşıt güç arasındaki dengeye bağlıdır Buna göre, İnsan, iyilikle kötülüğün kaynaşması ve son çözümlemede iyiliğin zaferi olarak görülen mutluluk haline, bir yandan bilgi ve sezgi yoluyla, bir yandan da ahlâki erdemlerle yani bir tür çilecilik ve başka insanları sevmek suretiyle ulaşabilir Maddenin ve bedenin kötülüklerine karşı din yardımıyla ayakta kalabilen ruh, ölünce Adil Yargıç tarafından yargılandıktan sonra ya cennete gider ya da maddeye dönüşerek sürekli bir mutsuzlukla belirlenir

Maoizm: Çin’in eski komünist diktatörü Mao Zedung’un düşünce ve uygulamalarından meydana gelen siyasi öğreti

Maoizm, temelde Marx’ın, Lenin ve Trotsky‘nin düşüncelerinden derlenmiş fikirlerin Çin’e özgü koşullara uygulanmasının sonucu olan Marksist bir görüştür Bu öğretinin bağımsız felsefi bir değeri olmadıktan başka, Marksist öğretiye yaptığı ciddi bir katkı da yoktur Günümüzde artık Çin’in resmi siyasi ideolojisi olmaktan çıkan Maoizm, Fransa’da, kimi Latin Amerika ülkeleri ve Kamboçya’da bazı azınlık goşist grupların bağlandığı bir ideoloji olarak varlığını sürdürmektedir

Marcuse, Herbert: 1898-1970 yılları arasında yaşamış olan Alman asıllı ünlü Amerikan düşünür

Frankfurt Okulu mensuplarından biri olan Marcuse, Marksist teoriyi 1920’den itibaren değişen tarihsel koşullarla uyumlu hale getirmenin mücadelesini vermiştir Bu amaçla, eleştirel Marksizmin kendi versiyonunu öne süren ve 1960’lı yıllardan başlayarak uluslararası bir ün kazanan Marcuse, Amerika Birleşik Devletleriyle Avrupa’daki yeni sol hareketin destekçisi ve savunucusu olmuştur

O, 1928 yılında yayımlanan ilk makalesinde, fenomenoloji, varoluşçuluk ve Marksizmin bir sentezini yapmıştır 1933 yılında, Marx‘in Okonomischephilosophische Manuskriple [Ekonomi ve Felsefe Yazıları] adlı kitabını tanıtan Marcuse, böylelikle Marksizmm genç Marx’ın düşünceleri ve eserlerinin bakış açısıyla yeniden yorumlanması yolunu açmıştır

1934 yılında, Nazi zulmünden kaçarak, Amerika Birleşik Devletleri’ne göç eden Marcuse, burada ilk büyük eseri olan Reason and Revolution [Akıl ve Devrim]’i yazmış ve modern toplum teorisinin doğuşunu incelemiştir 1955’yılında yayınlanan Eros and Civilisation [Eros ve Uygarlık] adlı eserinde, o, Marx ve Freud’un bir sentezini yapmış ve baskıcı olmayan bir toplumun anahatlarını çizmeye çalışmıştır 1958 yılında yayınlanan Soviet Marxism [Sovyet Marksizmi] adli eseriyle, 1964 yılında ya*yınlanan Öne Dimensional Man [Tek Boyutlu İnsan] adlı eserinde, hem Batı kapitalizmini ya da ileri kapitalist toplumları ve hem de komunist toplumları yoğun bir biçimde eleştirmiştir Başka bir deyişle, yoksullaşmanın giderek artacağını ve sömürü*len sınıfın bilinçlenmesinin devrime yol açacağını savunan Marx’ı eleştiren Marcuse, sanayileşmiş refah toplumlarının işçi sı*nıfını kendi içinde erittiğini, bu sürecin tüketim özlemi, yüksek ücretler ve medya yoluyla sağlandığını söylemiştir O, gele*neksel toplumlardaki fonksiyonel baskının, üretimin büyük bir hızla arttığı günümüz refah toplumunda fonksiyonel olmaktan çıktığını ve bir üst baskıya dönüştüğünü öne sürmüştür Üretimin tek amaç olduğu, günümüzün totaliter, sanayi toplumunda, çok boyutlu bir varlık olan İnsanoğlu Marcuse’e göre, tek boyutluluğa indirgenmiş ve kendisine yabancılaşmıştır

O, söz konusu eleştirinin ardından, estetik ve biyolojik değerlerin yüceltildiği bir toplum düzeni arayışına girmiştir Gelece*ğin toplumuna ilişkin görüşleriyle özgürlükçü bir anarşist olarak nitelenen Marcuse, özgür, güzel, aydınlık, cinsel içgüdülerin bastırılmadığı, herkesin yeteneğine göre özgürce çalıştığı, çalışmanın bir oyun haline getirildiği, devletin baskıcı görevine gerek duyulmayan bir toplum düzenini özlemiştir

Alıntı Yaparak Cevapla

Felsefe Sözlüğü

Eski 07-22-2012   #18
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Felsefe Sözlüğü



Marx, Karl: 1818-1883 yılları arasında yaşamış ve düşünceleriyle oldukça etkili olmuş olan Alman düşünürü

La Misere de la Philosophie [Felsefenin Sefaleti], Das Kapital [Kapital], Zur Kritik der Hegelschen Rechtsphilasophie [Hegel ‘in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkı], Die Heilige Familie [Kutsal Aile], DIe Deutsch İdeoİogie [Alman İdeolojisi], Manifest der Kommunjstischen Partei [Komünist Parti Manifestosu], Die Klassenkampfe in Frankreich [Fransa’da Sınıf Mücadeleleri] ve Grundrisse gibi eserlerin yazarı olan Marx, bir toplum teorisyeni ve düşünürü, fakat aynı zamanda bir filozof olarak, kariyerinin özellikle ilk döneminde yabancılaşma kavramı üzerinde yoğunlaşmıştır

Marx yabancılaşma konusunda Hegel ve Feuerbach’tan etkilenmiş olmakla birlikte, daha sonra da onlardan ayrılmış ve örneğin dini yabancılaşmanın gerçekte yabancılaşmanın yalnızca bir türü veya daha doğru bir deyişle, emaresi olduğunu öne sürmüştür Yine, o böyle bir yabancılaşma konsepsiyonunun, İnsan hayatının hem boş, değersiz ve yabancılaşmış olduğunu ve hem de doğru kavrayış ve sağlam bir yoruma erişilmesi durumunda, gerçekte yabancılaşmış olmadığını savunmak bakımından olduğunu söyler Hegel ve Feuerbach, İnsanların sadece kendilerini ve İnsanın yanlış anlayıp yorumladıkları için yabancılaştıklarını söyler; buna göre, yabancılaşma bir yanılsamanın sonucu ya da kendisi olup, gerekli felsefi bilgeliğe sahip olunduğu zaman, doğallıkla son bulur

Yabancılaşmanın toplum düzeniyle olan ilişkisini vurgulayan Marx, Hegel ve Feuerbach’tan yabancılaşmanın nasıl sona erece*ği konusunda da ayrılır: Ona göre, İnsanların modern kapitalist toplumda maruz kaldıkları sistematik yabancılaşma, İnsanın özüne veya gerçekliğe dair bilgelik yoksunluğunun bir sonucu veya bir yanılsama değil, fakat bütünüyle gerçek bir durumdur Burjuva toplum düzeninde yaşayan modern İnsan hayatının boş ve anlamsız olduğunu, onun hayatı gerçekten de boş ve anlamsız olduğu, o değerli ve anlamlı bir hayat tarzını kendisi için imkansız hale getiren koşullarda yaşadığı için, hissetmektedir Yabancılaşma bağlamında temel problem öyleyse, yabancılaşmış bireylerin, özgürleşme yolunda, Feuerbach’ta olduğu gibi, düşsel birtakım engeller değil de, zihindışı, gerçek engeller bulunmasından dolayı, anlamlı, ey*lemde bulunacak, değerli birtakım idealleri hayata geçirecek güçten yoksun olmalarıdır öyleyse, yapılması gereken şey, öncelikle yabancılaşmayı ayrıntılı bir biçimde tanımlayıp ortaya koymak, ve modern toplumda, yabancılaşmaya yol açan ve İnsanın kendisini gerçekleştirmesine ya da özgürleşmesine engel olan koşulların ortadan kalkması için mücadele etmektir Filozofların şimdiye kadar yalnızca dünyayı çeşitli şekillerde yorumladıklarını, oysa artık önemli olanın dünyayı değiştirmek olduğunu söyleyen Marx’ın aklında işte bu mücadele, İnsanın yabancılaşmayı aşıp, özgürleşebilmesi için mücadele etmek vardır

Yabancılaşmış bir İnsanın hayatını “İnsanın özüne” aykırı bir hayat tarzı veya İnsan doğasına uygun düşmeyen bir yaşam şekli olarak tanımlayan Marx, eserinin çeşitli yerlerinde, işçilerin ürünlerinden uzaklaşıp, onlara yabancılaştıklarını; onların içinde çalıştıkları çevreyle yabancı ya da düşmanca bir ilişki içinde bulunduklarını; icra ettikleri işi, o doğal İnsani arzu ve özlemlerine en azından ilgisiz olduğu için, kendilerine yabancı bir şey olarak deneyimlediklerini; işbölümünün, İnsanları katı kategorilere ayırması ve İnsanların faaliyetlerini birbirleriyle yabancı bir ilişki içine sokmasından dolayı, yabancılaştırıcı bir sürece tekabül ettiğini; iktisadi sistemin, İnsanları başka insanların ihtiyaçlarına karşı kayıtsız hale getirerek, birbirlerine yabancılaştırdığını söyler

Marx’ın yabancılaşma anlayışı, şu halde, onun İnsan doğasına veya İnsanın özüne dair görüşlerine bağlıdır Ona göre, İnsanın özünü belirleyen birinci unsur, onun her şeyden önce bir türün, yani İnsan türünün üyesi olan ve bu durumun bilincinde olan bir varlık olmasıdır İkincisi, İnsan yine özü gereği, başka İnsanlarla karşılıklı ilişki içinde bulunan bir sürü hayvanı ya da sosyal varlıktır Üçüncüsü, İnsan nesnel bir varlıktır; dolayısıyla, o, içine kapanmak yerine, dış dünyaya yönelir ve kendisini üretim yoluyla ya da emeği sayesinde gerçekleştirir; yani, İnsan alet yapan, üreten bir varlıktır Bununla birlikte, onda üretim kavramı İnsanın diğer özsel güçlerini dışta bırakmaz; nitekim, İnsanın kendisini rasyonel olarak belirlemesi, bilim ve sanatsal faaliyet, Marx’ta Özgür İnsanın üretiminin özsel bir bileşeni olmak durumundadır 1- Evrensel, 2- Özgür, 3- Bilinçli (ya da rasyonel olarak kontrol edilen), 4- Toplumsal açıdan üretici faaliyete, sadece insan yetilidir Beşinci bir kapasite ya da üst kapasite ise, 5- Çok sayıda beceri ve meziyetin, biri ya da ikisinin etkin gelişimini ihmal etmeden, geliştirilme, yani bütünsel gelişme kapasitesidir

İnsan, Marx’a göre, kapitalist düzende söz konusu özsel niteliklerinden uzaklaşır, özüne yabancılaşır Yabancılaşmanın bütün boyutlarıyla vuku bulduğu yer, paradoksal olarak, dinamik üretkenliğiyle, herkesin ihtiyaç duyduğu her şeye sahip olabileceği bir toplum düzeni yaratmaya fazlasıyla elverişli durumda olan burjuva kapitalist düzenidir İşçi bu düzende her şeyden önce emeği-ne yabancılaşır İşçi kapitalist düzende, yoğun işbölümünden dolayı, üretim eylemine de yabancılaşır Marx’a göre, kapitalist düzende, üretim, eylemleri mühendislik hesaplarına göre dikkatlice ayarlanan veya belirlenen bir kollektif işçi tipi sayesinde arttırılır Üretim süreci büyük bir titizlikle planlanır, çok çeşitli işlemler birbirlerinden ayrılıp bağımsız hale getirilirken, işçiler de başat özelliklerine göre sınıflanır ya da gruplanırlar İşçi artık üzerinde en küçük bir etkisinin bulunmadığı üretim faaliyetinde basit bir vida sıkıcısıdır Çok daha önemlisi işçi kapitalist düzende emeğinin ürününe yabancılaşır Çünkü o kendi ürettiği ürünün şöyle ya da böyle, en sonunda tahakkümü altına girer Bu üç düzeyde yabancılaşma, Marx’ta yabancılaşmanın birinci boyutunu ortaya koyar: Tinsel yabancılaşma, yani bireylerin kendilerini olumlayamamaları, doğrulayamamaları ve fiilen gerçekleştirememeleri durumu Böyle bir yabancılaşma hali içinde, hakiki bir hayatın, dolu dolu bir yaşamın bütün içeriği boşalır, İnsanlar sadece hayatlarının değil, fakat kendilerinin de boş ve değersiz olduğu hissine kapılırlar

Yabancılaşmanın İnsanın türsel varlığına veya başka İnsanlara yabancılaşmasıyla ilgili olan dördüncü düzeyi, bize yabancılaş*manın ikinci boyutunu, özgürleşmenin önündeki, kişisel olmayan veya anonim bir nitelik arzeden engelleri gözler önüne serer: Toplumsal yabancılaşma İnsanın özünü ya da türsel varlığını ancak başkalarıyla ahenkli ilişkiler içinde, bireylerin özgürce gelişme ve hareket etme koşullarını hazırlamış bir cemaat hayatında veya komünal bir yaşamda gerçekleştirebileceği dikkate alınırsa, toplumsal yabancılaşma bireyin, kendi varlığının gerçek hayattaki görünümüne uygun düşen bir toplumsal toplumsal zeminden yoksun kalması anlamına gelir Nitekim, İnsanlar arasındaki şeyleşmiş ilişkilere, der Marx, ancak bu maddi güçleri kendilerine bağımlı kılan ve işbölümünü kaldıran bireyler son verebilir Bu da cemaat veya hakiki toplum olmadan mümkün değildir Her birey kendi yeteneklerini her yönde geliştirme araçlarına yalnızca topluluk içinde sahiptir; dolayısıyla, kişisel özgürlük yalnızca cemaat içinde mümkün hale gelir

Toplumsal yabancılaşma, Marx’a göre, kapitalizmde farklı şekillerde ortaya çıkar Bunlardan biri, sadece işçiler arasında değil, fakat aynı zamanda kapitalistler arasında da söz konusu olan rekabet olgusudur Marx, kapitalizmde üretim araçlarını elinde bulunduran kapitalistleri harekete geçiren ya da güdüleyen en önemli şeyin, onların olabildiğince çok kazanç elde etme arzuları olduğunu söyler Kapitalistler, bu amaca ulaşabilmek için, ya yeni teknikler icat etmek ya da elde olanları geliştirmek suretiyle üretim araç ve teknolojilerini sürekli olarak geliştirmek durumunda kalırlar Bu gelişmenin toplum üzerinde 1 eskiye oranla çok daha fazla mal üretilmesi ve böylelikle de, üretim miktarının mütemadiyen artması ve 2 teknolojik gelişmenin benzeri meslek ya da işleri icra eden İnsan sayısının sürekli olarak azalmasına neden olması yoluyla yoğun bir etkisi olur; buna göre, maliyet azalırken, kapitalistin karı artar Söz konusu üretim artışı sonucunda ortaya çıkan bu iki karşıt eğilim, rekabetle daha da belirginleşir Daha fazla mal satmak ve böylelikle daha çok kar etmek isteyen iş adamı rakiplerini aşmak, alt etmek durumundadır O bunun için fiyat kıran Aynı üretim teknolojisinden rakipleri de yararlanacağı için, kapitalistin maliyeti biraz daha düşürebilmesinin tek yolu, Marx’a göre, emeğin payının, işçiye ödenen ücretin düşürülmesidir Makineleşmeden dolayı zaten artan bir işsizlik söz konusuyken, işçiler bu yeni durum karşısında, varolan işler için kendi aralarında kıyasıya bir rekabete girer ve daha az ücretle çalışmayı kabul ederler Başka bir deyişle, Marx’a göre, kapitalist sistemde İnsanlar sadece zengin olmak için değil, fakat karınları doyurabilmek için de, birbirlerini ezer ve adeta yerler

Toplumsal yabancılaşmanın başka bir görünümü ise, Marx’a göre, her türden fetişizmdir O modern kapitalist toplumun yal*nızca teknolojiye değer vermekle kalmayıp, teknoloji tarafından üretilen nesnelere taptığını da söyler Bu düzende İnsanlara gösterilen saygı, verilmesi gereken değer, teknolojiye ve teknoloji tarafından üretilen nesnelere verilir Böylesine gerçek bir fetişizm içinde, İnsanlar birbirlerini değeri olmayan makine ya da araçlar olarak görürlerken, makineler de tanrılaştırılır Kapitalist toplum düzeni, şu halde, İnsanları birbirlerinden tümden uzaklaştıran, toplumun İnsan için dayanılmaz hale geldiği, ahlâksız bir düzendir

Marx kapitalizm eleştirisinden veya kapitalist toplum düzeninde yabancılaşmanın boyutlarına dair analizinden üç sonuca ya da teze ulaşır: 1- Kapitalist toplum düzeninde yaşayan İnsanların çok büyük bir çoğunluğu yabancılaşmıştır 2- Bu yabancılaşmanın temel nedenleri, kapitalist üretim tarzı hakim olduğu veya varlığını devam ettirdiği sürece ortadan kaldırılamaz; dolayısıyla, yabancılaşmış insanların, bu düzende özgürleşebilmeleri ya da kendilerini gerçekleştirebilmeleri mümkün değildir 3- Dolayısıyla, yabancılaşma ancak post-kapitalist bir düzen veya üretim tarzında ortadan kalkabilir; İnsan yalnızca burada özgürleşebilir

Marx, kendisinde İnsanın her şeye yabancılaştığı bir sosyal düzen olarak tanımladığı kapitalizmin yıkılması gerektiğini ve kapitalizmin yıkılışının yalnızca devrim, yani şiddet yoluyla olacağını söylemiştir Kapitalizmden sosyalizme geçişin barış yoluyla gerçekleşememesinin nedenini Marx, devletin, toplumun zenginliğini kontrol altında bulunduran egemen sınıf tarafından kullanılan bir araç olduğu görüşüyle açıklar Egemen sınıf bu araç ya da aygıtı, kitleleri sömürmek amacıyla kullanır Devletin tüm öğe ve birimleri, Marx’a göre, statükoyu korumak için düzenlenmiş, yani egemen sınıfın iktidarını sürdürebilmesi için ayarlanmıştır Mahkemeler, polis ve hatta hükümet, Marx’a göre, yönetici sınıfın çıkarlarını korumak için vardır Bunlar, bir başkaldırıyla karşılaşıldığı takdirde, hemen bastırırlar Bundan dolayı, proletaryanın devrim dışında bir yolla egemen olabilmesi mümkün değildir

Marksist sosyoloji: Marx’ın ölümünden sonra, 20 yüzyılda ortaya çıkan ve Marx’ın toplum teorisini koruyarak onu günümüz koşullarına uyarlayan sosyoloji anlayışı

Buna göre, Marksist toplum teorisyenleri, kapitalizmin çöküşü veya sınıf savaşının keskinleşmesiyle ilgili hiçbir gösterge bu*lunmadığı için, bir yandan Marx’ın şemasının ya da temel tezlerinin gözden geçirilmesi gerektiğini savunurken, bir yandan da sermaye ile emek arasındaki çatışma düşüncesini çağdaş kapitalizmin koşullarına uyarlamaya çalışmışlardır Politik analizlerinde, devletin egemen sınıfın aracı olduğu görüşünden belli Ölçüler içinde vazgeçen Marksist sosyologlar, ekonomi alanında Marx’ın kendisinden farklı olarak, kapitalizmin tekelci evresi üzerinde yoğunlaşmışlardır

İşte bu genel çerçeve içinde, Marksist felsefeyle Marksizmin yönteminden yararlanmayı sürdüren Marksist sosyoloji, ideoloji terimini analiz etme işine çok büyük bir zaman ve enerji ayırmış ve kapitalizmin varlığını sürdürmesinin, büyük ölçüde ege*men sınıfın ideolojik kontrolünün sonucu olduğunu öne sürmüştür

Marksizm: Alman düşünürü Karl Marx ve onun Friedrich Engels, Karl Kaustky, Vladimir İlyiç Lenin, Rosa Luxemburg, György LukAcz, Karl Kosch, Antonio Gramsci ve Louis Althusser gibi 20 yüzyıldaki sadık izleyicileri tarafından geliştirilmiş olan ekonomik, siyasi teoriyle toplum teorisi

Marksizm her şeyden önce, varolan ve geçmişte varolmuş olan toplumlara ilişkin bir analiz ve açıklamadan, özellikle de kapi*talist topluma yönelik bir eleştiriden meydana gelir; Marksizmin söz konusu analiz ve açıklaması, toplumsal değişme ve gelişmeyi açıklarken, varolan tüm etkenler arasında, ekonomi etkenine özel bir önem ve ağırlık verir Determinist bir Öğreti olan Marksizm, sömürüye dayanan ve sınıflara ayrılmış bir toplum düzenine alternatif olarak sınıfsız bir toplum modeli önerisinde bulunur Marksizm bu çerçeve içinde, nihayet toplumlara ilişkin bir analizden oluşup, sınıfsız bir toplum düzenine geçişin yollarını gösteren bir öğreti olarak ortaya çıkar

Marksizmin eleştirisi: Karl Marx’ın tarihsel materyalizmine, kapitalizmle ilgili görüşlerine ve bir bütün olarak Marksizmin kendisine yöneltilen eleştiriler bütünü için kullanılan genel deyim

Buna göre, Marksizme yönelik eleştiriler iki başlık altında toplanabilir Bunlardan birincisi, aynı Marksist gelenek içinde yer alan Frankfurt Okulu mensupları benzeri düşünürlerin eleştirileridir Bu düşünürler, Marksizmi özde doğru bir öğreti ya da yaklaşım olarak görürken, onun Marx’tan sonra özellikle Engels eliyle popülerleştirilip, Komünist Partilerin resmi ideolojisi haline getirilmesine karşı çıkarlar Teorinin bu şekilde pozitivist bir bakış açısıyla bilimselleştirilmesi, Frankfurt Okulu düşünürlerine göre, onu tümden dogmatikleştirerek bir inanç parçası haline getirmiş ve parti entellektüellerini eleştiriden koruyan bir kalkana dönüştürmüştür Buna göre, teorinin gelişimi ortaya çıkış amacına tümüyle ters bir yönde olmuş ve teori özgürleştirme amacına hizmet etmek yerine, baskının alternatif adı olmuştur

Marksizmi eleştirenlerin esas büyük bölümü, ona bir bölümüyle değil de, tümden karşı çıkanlardan oluşur İşte bu bağlamda, Marksizmi eleştirenler, öncelikle Marx’ın kapitalizmden sosyalizme geçiş için öngördüğü yönteme karşı çıkmışlardır Şiddet ve devrime karşı yöneltilen bu itiraz, söz konusu yöntemin yasanın yönetimine ve demokrasiye karşı olduğunu, şiddetin bir kez başladı mı, sonunun hiç gelmeyeceğini belirtir En azından, kapitalizmden sosyalizme geçiş, şiddet ve devrim yerine, barışçı yöntemlerle, aşama aşama olmalıdır Bu itiraza karşı Marx, barışçı yöntemlerden yararlanmanın, devletin mahiyetinden dolayı imkansız olduğunu belirtmiştir Dahası, Marx’a göre, demokrasiyi savunanlar bile, mutlak bir otorite sergileyen baskıcı yönetimlerin iş başından başka yöntemlerle uzaklaştırılamadıkları zaman, baş*kaldırının haklı kılınabilir olduğunu düşünürler Marx bu çerçeve içinde, kapitalistlerin bu türden zorbalar olduklarını öne sürer Başkaldırı yalnızca zorunlu değil, fakat haklı kılınabilir bir şeydir Gerçek bir demokrasi, ancak ekonomik bir eşitliğe dayanabilir

Marx’ın söz konusu öğretisi, ayrıca diyalektiğe dayandığı gerekçesiyle eleştirilmiştir Bu eleştiriye göre, diyalektik, metafizik ve a priori bir kavram olduğu için, deneysel olarak doğrulanamaz Eleştiri sahiplerine göre, tarih gerçekte bu tür bir diyalektik modele göre gelişmemektedir Yine, Marx’ın diyalektik üzerindeki ısrarının, sınıfların yok olacağı inancıyla tutarlılık içinde olmadığına işaret edilmiştir öte yandan, Karl Marx’ın kapitalizmin ahlâkına ilişkin görüşlerine, yalnızca kapitalizmin gelişimindeki başlangıç evrelerini betimlediği gerekçesiyle itiraz edilmiştir

Yine, ciddi bir eleştiri olarak, kapitalizm, aldığı birtakım önlem ve gerçekleştirdiği birtakım gelişmelerle, çalışanlara belli bir refah ve mutluluk sağladığı için, onun kapitalizmin gelişmesiyle birlikte, yabancılaşmanın artacağı öndeyişinin gerçekleşmediği belirtilmiştir Marx’ı eleştirenlere göre, kapitalizm yüzyıllardan beri hakim ekonomik ;model olmuştur ve olmaya da devam etmektedir Bundan dolayı, Marx’ın kapitalizmin yıkılacağı ve devrimin Avrupa’nın sanayileşmiş toplumlarında olacağı kehaneti de gerçekleşmemiştir İşçiler sosyo-ekonomik bakımdan daha da gerilemek yerine, giderek daha iyi duruma gelmektedirler Çalışma saatleri azalmakta ve sosyal güvenlik sistemleri gelişmektedir Bu nedenle, Karl Marx’ın kapitalizme ilişkin analizi yeterli ve doyurucu olmaktan uzaktır

Kapitalizmde işsizlik ve enflasyon söz konusu olsa bile bunlar kısa sürelidir Marx’ı eleştirenlere göre, kapitalist sistem kendi güçlüklerini kendisi çözebilmektedir Kapitalizm modern finans tekniklerinin kullanılması, faiz oranlarına müdahale edilmesi yoluyla, tekelleri engelleyen yasalarıyla, sendikaları, emeklilik ve sosyal güvenlik planlarıyla, kendi güçlüklerini aşabilmekte ve işçinin sistemden yarar sağlayabilmesine olanak vermektedir

Materyalizm: Yalnızca maddenin gerçek olduğunu, madde ve maddenin değişimleri dışında hiçbir şeyin varolmadığını, varlığın madde cinsinden olduğunu öne süren görüş; yer kaplayan, girilmez, yaratılmamış ve yok edilemez, kendinden kaim olan, harekete yetili maddenin, evrenin biricik ya da temel bileşeni olduğunu savunan varlık anlayışı

Evrendeki tek tözün madde olduğunu, varlığın fiziki bir nitelik taşıdığını ve evrende tinsel bir tözün bulunmadığını öne süren görüş, ve indirgemeci bir öğreti olarak materyalizm yalnızca maddeye varlık yükler, zihin ya da ruba bağımlı bir gerçeklik ya da ikinci dereceden bir varlık verir veya ruhun hiçbir şekilde varolmadığını öne sürer Gerçek dünyanın, halleri ve ilişkileri itibariyle değişen maddi şeylerden meydana geldiğini savunan maddecilik, maddi bir şey ya da nesneyi ise, sadece mekan ve zaman içinde olma, şekil, büyüklük, kütle, katılık, sıcaklık türünden fiziki özellikler sergileyen bir şey olarak tanımlar

Materyalizm, buna göre, fiziki bilimlerin belli fenomen öbeklerini yalnızca fiziki koşullara yönelerek açıklama çabasında olan materyalist metodolojisinden de yararlanarak, realist bir bakış açısıyla, İnsan varlıklarına duyu deneyinde sunulan dünyanın, rasyonel bir biliş tarzının kendilerine erişemediği şeyleri gizleyen fenomenal bir fantezi olmayıp, temel gerçeklik olduğunu savunan, doğadan ayrı bir kendinde şeyler dünyasının, doğanın ötesinde, dinin, önsezilerimize ve duygularımıza müracaat eden, ama akıldan destek bulmayan geleneksel batıl inançlara başvurmak suretiyle varlığını bildirdiği türden doğaüstü bir dünyanın varolmadığını öne süren görüşe karşılık gelir

Vahye ve vahye dayanan dine, geleneksel olarak kutsanan batıl inançlara, ciddi araştırma ve argümanlardan çok arzuların sonucu olan kanaatlere karşı olumsuz bir tavır takınan ve tinsel bir gerçeklik olarak Tanrı’nın hiçbir şekilde varolmadığını savunan bakış açısını ifade eden materyalizm, daha özel olarak da, 2- Değerler alanında maddi zenginlik ve refahın, bedensel tatminlerin ve duyumsal hazların İnsanın elde etmesi ya da ulaşması gereken en temel değerler olduğunu savunur Söz konusu popüler anlamı içinde materyalizm, İnsan varlığında, kendisini hazcı bir kişisel çıkar ve madde duygusuyla harekete geçiren doğuştan bir psikolojik mekanizmanın bulunduğunu ifade eder

3- Materyalizm, zihin-beden ilişkisi konusunda ise, genel olarak zihinsel ya da tinsel olan her şeyin, geçerli bir felsefi analizle maddeye indirgenebileceği görüşüne karşılık gelir Bu çerçeve içinde, üç tür materyalizmden söz edilebilir: Bunlardan birincisi 3-a) zihni maddenin bir sıfatı, niteliği yapan sıfatsal materyalizm; 3-b) ikincisi, zihni ve zihinsel olanı maddenin ve maddi olanın bir etkisi ya da sonucu ,olarak yorumlayan nedensel materyalizm ve üçüncüsü de, 3-c) zihinsel süreçlerle olayları, özü itibariyle maddi süreç ve olaylar olarak gören eşitleyici materyalizmdir

4- Kültürel alanda ise materyalizm, kültürün tarih içindeki üretim ve alımlanma koşullarından ayrılmaz olduğunu; politik anlamı bulunmayan hiçbir kültürel pratik bulunmadığını ve dolayısıyla kültürün bütünüyle politik olduğunu savunan görüşü tanımlar

Felsefe tarihindeki farklı materyalist felsefelere öncelikle atomculuk örnek verilebilir Buna göre İlkçağ felsefesinde sırasıyla Leukippos, Demokritos, Epiküros ve Lukretius tarafından savunulmuş olan atomculuk, evrenin bileşik cisimlerden, bu bileşik cisimlerin ise, maddenin en küçük bölünemez parçasına karşılık gelen atomlardan oluştuğunu, her şeyin atomların boşluk içindeki hareketleri sonucunda ortaya çıktığını öne süren, evrende mutlak bir nedenselliğin hüküm sürdüğünü kabul eden, İnsan ruhunun ince atomlardan meydana geldiğini, tanrıların bile cisimsel olduklarını söyleyen materyalist bir görüştür Atomculuğu 17 yüzyılda yeniden canlandıran ve bilimsel bir teori olarak öne süren Gassendi, atomların, Demokritos gibi, büyüklük ve şekilleri, Epiküros gibi de, ağırlıkları olduklarını savunmuş ve buna ek olarak atomların katılık özelliğine sahip bulunduklarını söylemiştir Gerçekliğin maddi bir yapıda olduğunu öne süren Gassendi, bir yandan da, atomların ezeli olmayıp, Tanrı tarafından yaratılmış olduklarını iddia etmiştir Atomlar bir kez yaratıldıktan sonra, dünyayı meydana getirecek şekilde hareket içinde olmuşlardır

Yalnızca mekanik değil, fakat aynı zamanda determinist bir materyalizmin savunucusu olan İngiliz filozofu Hobbes’un maddeciliğinin temel kategorileri zaman, mekan, hareket, nedensellik, cisim, nicelik, güç ve eylemdir Maddenin atomlardan oluştuğunu öne süren Hobbes, 1- Yeryüzü ve yıldızlar türünden gözle görülebilir cisimler, 2- Yeryüzü ile yıldızlar arasındaki bütün mekana yayılan küçük atomlar türünden gözle görülemez cisimler ve 3- Evrenin geri kalanını dolduran ve hiç boş mekan bırakmayan akışkan eter türünden cisim olmak üzere, üç tür cisim olduğunu belirtmiştir

Söz konusu İngiliz materyalizmine karşı Fransız maddeciliğinin en önemli temsilcisi olan P B Henri d’Holbach’ın materyalist sisteminin temel kategorileri ise, 1- madde, 2- hareket ve 3- nedenselliktir Varolan her şeyin hareket halindeki maddeden meydana geldiğini belirten Holbach, maddenin özünün hareket ve eylem olduğunu öne sürmüş-tür Maddenin sürekli hareketini açıklayabilmek için de, filozof, Yunanlıların eski dört öğe görüşünü canlandırmıştır Cisimsel olmayan bir varlık düşüncesi Holbach’a göre anlamsız olduğundan, ruhun ve Tanrı’nın varoluşundan söz edilemez

Alman materyalistlerine gelince Diyalektik materyalizmi çok yoğun bir biçimde etkilemiş ve epistemolojik idealizme mut*lak bir biçimde karşı çıkarak materyalist bir gerçeklik anlayışı benimsemiş olan L A Feuerbach ‘in mekanik materyalizminin temel tezleri şunlardır: 1 Bilginin nesneleri, bilen İnsan varlığından bağımsız bir varoluşa sahiptir 2 Gerçekten varolan, buna göre, yalnızca hareket halindeki maddedir 3 Bilgi duyularla başlar ve duyuların sonucudur 4 Tinsel varlıkların ya da maddi olmayan varlıkların varoluşundan söz edilemez 5 İdea ya da ideallerin varoluşundan söz edilemeyeceği gibi, bunların İnsanlık tarihinde belirleyici bir rolleri de yoktur

Diğer bir materyalist Alman filozofu olan L Büchner, maddesiz güç, ve güçten yoksun madde olamayacağını iddia etmiştir Enerjinin maddenin ayrılmaz, özsel bir özelliği olduğunu öne süren ve böylelikle elektromanyetik madde teorisinin doğuşuna katkı yapan Büchner, maddenin yaratılamaz ve yok edilemez olduğunu savunmuştur Madde, geçirdiği tüm değişimlere karşın, Büchner’e göre, aynı kalır Madde, zamanı ve mekan bakımından sınırsızdır; onun başı ve sonu yoktur Öte yandan, bir biyologfilozof olan E Haeckel’in birci ya da doğalcı maddeciliğinin temel kategorileri de töz, madde ve güç ya da enerjidir Bunlardan töz ilk, madde de ikincil kategoridir Buna göre, yer kaplayan madde ile hareket ettirici güç olan enerji, bir ve aynı tözün iki ayrı sıfatıdır

Mauetike: Ünlü Yunan filozofu Sokrates’in ilk bakışta olumsuz bir öğretim yöntemiymiş gibi görünen doğurtma ya da öğretim yöntemi

Gerçek öğretim faaliyetinin, sanki bilgi temas yoluyla dolu bir kaptan boş bir kaba damla damla akıtılabilen bir şeymiş gibi, bilginin öğretmenin çabasıyla bir başkasının ruhuna damla damla akıtmak, öğrencinin zihninde yoktan varetmek olmadığını savunan Sokrates, felsefi tartışmalarında, tıpkı bir ebe gibi, öğrenciye kendinden bir bilgi aktarmamış, yalnızca öğrencide zaten varolanı gün ışığına çıkarmaya çalışmış, öğrencilerin kendilerine gebe kaldığı düşünceleri doğurması için yardım etmiştir

Öğretmenin bilgiyi veren kimse, ya da bilginin nedeni olmadığına, yalnızca bilginin doğuşu için bir araç olduğuna, eğitim ve öğretimin, öğretmen tarafından birtakım malumat ve bilgilerin öğrenciye aktarılması olmadığına inanan Sokrates, doğurtma yöntemiyle, önce öğrencinin bilgiye duyduğu ihtiyacın farkına varmasını sağlamış onu araştırmaya sevk etmiş; öğrenciye, kendisine ait bir bilgiye ulaşması için, uygun sorularla yardım etmiş ve ortaya çıkan bilgiyi öğrencinin kendisine mal edebilmesi için de, yine sorularıyla, öğrencinin bilgisinin hesabını vermesine, onu argümanla savunabilir hale gelmesine yardımcı olmuştur

Mazoşizm: Kişinin cinsel doyuma, salt ıstırap çekerek, kendisine eziyet ederek veya kendisini onur kırıcı bir kırıcı duruma düşürmek suretiyle ulaşabilmesinden oluşan sapkınlık

Mazoşizm biraz daha genel olarak, kişinin kendisini üzmekten, hırpalamaktan veya hırpalanmasına izin vermekten haz alma durumunu ifade etmek için kullanılır

Medinetü’l cahile: Devlet anlayışında veya siyaset felsefesinde, etikten yola çıkan, ve dolayısıyla İnsanın, tecrit edilmiş bir halde değil, fakat iyi yönetilen bir toplumda başkalarıyla iyi ilişkiler içinde yaşadığı ve doğru yönlendirildiği zaman ancak, erdemli olabileceğini; erdemli olabilmek için, İnsanın iyi düzenlenmiş ve doğru yönlendirilen erdemli toplumlarda yaşama Zorunluluğu bulunduğunu söyleyen Farabi’de, ideal devletin tanı zıddı olan erdemsiz toplum

Böyle bir toplum, başındaki hükümdarın, kötü bir yönetici olduğu, istibdat, sefahat ve tutkunun hüküm sürdüğü, erdemi hiç tanımayan bir toplumdur Farabi, bu kötü sosyal düzeni şu terimlerle anlatır: Cahil şehir, halkı mutluluğu bilmeyen, mutluluktan habersiz olan şehirdir Onlar mutluluk konusunda aydınlatılsalar bile, onu ne anlayacak, ne de [ona] inanacaklardır Onların bildiği tek iyi şeyler, görünüşte iyi oldukları zannedilen bazı şeylerdir ki bunlar beden sağlığı, zenginlik, şehevi zevkler, İnsanın kendi arzularının peşinden koşma serbestliği, saygı ve itibar görme gibi hayatta gaye oldukları düşünülen şeylerdir Cahil şehrin halkına göre, bunların her biri mutluluk çeşididir ve en büyük, en tam mutluluk da onların hepsinin toplamıdır Onların zıddı olan şeyler yani hastalık, yoksulluk, zevklerden mahrum olma, arzularının peşinden koşmada serbest olmama, saygı ve itibar görmeme de kötülüklerdir»

Farabi’de medinetü’l cahilenin zıddı olan erdemli topluma, yöneticisi bilge ve iyi ya da daha doğrusu peygamber, yurttaşları erdemli olan topluma medinetül fazila adı verilir Onun siyaset felsefesinde, gerçek mutluluk, bir tür aydınlar aristokrasisi tarafından yönetilen söz konusu ideal toplumda gerçekleşmek durumundadır

Mensiyüs: MÖ 371-289 yılları arasında yaşamış, ve insan doğası ve siyaset üzerine olan görüşleriyle Konfüsyusçuluğu temellendirmeye ve güçlendirmeye çalışmış olan Çinli düşünür

Meng Tse ya da Mensiyüs, İnsanın doğuştan iyi olduğunu, İnsanın eğiliminin iyiliğe doğru olduğunu, doğru yolu bulmak için, vicdanımızın sesine, bizde doğuştan varolan doğal bilgiye dayanmamız gerektiğini, uyum içinde yaşamamızın anahtarının kendi içimizde olduğunu ve bizim uyumlu yaşadığımız takdirde, toplum düzenin de, kendiliğinden en iyi bir biçimde kurulacağını söylemiştir İnsanların, içlerindeki doğal eğilime uygun düşmeyen kötülükler yapmaları durumunda, Mensiyüs’e göre, bunun nedeninin dışarıda, yanlış uygulamalarda, haksızlıklarda düzen bozukluğunun kişiyi ittiği bataklıkta ve yöneticilerin yetersizliğinde aramak gerekir

Siyaset alanında, savaşa, gösteriş ve savurganlığa karşı çıkan, yönetim biçimi olarak monarşiyi demokrasiye yeğ tutan Men*siyüs’a göre, bir demokraside herkesin iyi eğitilmiş olması gerekir, fakat monarşide bir hükümdarın doğru yola sokulmasıyla belli bir toplum düzeni kurulabilir Bununla birlikte, Mensiyüs’a göre, önemli olan halktır, halkın iyiliği için çalışmaktır Nitekim, o, bu çerçeve içinde, halkın iyiliği için çalışmayan görevini yapmayan bir hükümdarı tahttan indirmenin halkın hakkı, hatta görevi olduğunu söylemiştir

Merkezicilik: Belli bir değerler sistemini temsil eden merkezin, toplumsal sistemde refahın, ödül ve rollerin dağılımını meşrulaştıran bir otorite kaynağı olduğunu, periferi ya da çevrede başka toplumsal grupların bulunduğu yerde, merkezde elitlerin olduğunu savunan görüş; ya da aynı bağlamda veya genel emperyalizm öğretisinin oluşturduğu çerçeve içinde, merkezin gelişmiş ve endüstrileşmiş olduğu yerde, ona bağımlı periferinin gelişmemiş ve endüstrileşmemiş olduğunu iddia eden öğreti de merkezicilik olarak tanımlanır

Meşruiyet: Siyaset biliminde, politik bir sisteme, devlete veya hükümete itaat edilip edilmemek, bir teoriyi benimseyip benimsememek gerektiğini belirleyen durum Siyasi iktidarın sadece kurumsallaşmasına değil, fakat aynı zamanda ahlâki bakımdan temellendirilmesine imkan veren süreç

Politik sistemlerle ilgili sınıflamaların çeşitli siyasi meşruiyet türlerine bağlı tipolojilere dayandığı dikkate alınırsa, tek tek her politik sistemi kurumsallaştıran ve temellendiren birtakım ilke veya süreçlerin olması anlaşılır bir şeydir Ya da başka türlü ifade edildiğinde, bir teori ya da politik sistemin meşruiyetinden söz etmek, ona- otorite kazandıran, şeyden konuşmak anlamına gelir Örneğin Marksizm, toplumun bir parçasının diğer parçası üzerinde hakimiyet kurmasına göz yuman ideolojilerin tam tersine, kendisini bilimsel ilkelere dayanan bilimsel bir teori olarak görür Aynı şekilde, Batı liberal demokrasisi gücünü belirli devredilemez temel hakların sahibi olarak münferit bir bireysel İnsan varlığı anlayışından alır; Batı toplumunun politik sistemi onun bu hakları korumasıyla meşrulaştırılır

Bu bağlamda, politik otoritenin desteğini yitirmesi, kendisini ahlâken temellendirememesi, haklı kılamaması ve birtakım sorunları çözmek isterken bir bunalıma yol açması durumuna meşruiyet bunalımı adı verilir Meşruiyet krizi üzerinde çokça çalışmış olan Frankfurt Okulu teorisyeni Habernas, kapitalist toplumda meşruiyet bunalımına esas ekonomik bunalımın yol açtığını iddia etmiştir Buna göre, kapitalist toplum ekonomik problemlerle başa çıkmak amacıyla, istikrarsız ve değişken bir pazar ekonomisi üzerine istikrarlı bir sosyal düzen inşa etmenin imkansızlığının sonucu olan bir şey olarak, rasyonalite bunalımına yol açar Rasyonalite krizi ise, devletin çatışan talepleri ve karşıtlaşan çıkarları uzlaştıramadığı için meşruiyetini yitirmesini ifade eden bir meşruiyet krizine neden olur Bununla birlikte, devlet farklı çıkarları uzlaştırmada başarıya ulaşırsa, bu kez iş ahlâki ve rekabet dürtüsü, toplumsal bütünlüğü tehlikeye sokan bir güdülenme bunalımına yol açacak şekilde zayıflar
Milet Okulu: İlkçağ Yunan felsefesinin, aynı zamanda İyonya Okulu olarak bilinen, M Ö 6 yüzyılda Thales tarafından kurulmuş ilk okulu

Milliyetçilik: Dil, tarih ve kültür birliğine dayalı ulusun ve devletin mutlak ve temel bir değer olduğunu kabul eden anlayış

Bireylerin devletin büyüklüğünü sağlayacak ve koruyacak şekilde, devletin ihtiyaçlarına uygun olarak davranmaları gerektiğini, davranışlarını bu amaca göre ayarlaması gerektiğini öne süren akım olarak milliyetçilik, ulus olgusunu, o ulusu meydana getiren bireylere, hukuki bir yapı olan devlete dönüştürme imkanı sağlamıştır

Modern: Düşüncedeki açıklık, özgürlük, otoritelerden bağımsızlık ve en yeni ve en son dile getirilmiş düşünceler üzerine bilgi anlamına gelen sıfat

Modern felsefe: Avrupa’da, on beşinci yüzyıldan başlayıp, 20 yüzyıla dek olan felsefe Modernlik, bir çağın temel özelliklerini, kendisinden önceki çağ ile karşı karşıya getirerek, ortaya koymayı ifade ettiğinden modern felsefenin temel özellikleri, Ortaçağ felsefesinin özellikleriyle karşı karşıya getirilerek şöyle ortaya konabilir:

1- Modern felsefe, her şeyden önce oldukça farklı bir siyasi ve toplumsal yapının felsefesidir Çünkü, Ortaçağın birlikli feodal toplum yapısı, yerini çok uluslu bir yapıya, bağımsız devletler topluluğuna, ümmetçilikle, mutlakiyetçilik ve kollektivizm de yavaş yavaş yerlerini ulusçuluk, bireycilik ve düşünce, duygu ve eylemde özgürlüğe bırakır 2- Ortaçağ felsefesinin eser verme tarzı, belli düşünürlerin, özellikle de t Aristoteles’in belli eserleri üzerine standart şerhler yazmaktan oluşurken, modern felsefede, filozoflar hiçbir şekilde şerh yazmayıp, özgün denemeler kaleme almışlardır

3- Ortaçağ felsefesi kurumsallaşmış bir felsefe olup, tüm önemli filozoflar, üniversitede ders verme işiyle meşgul olmuşlardır Oysa, modern dönemde, önemli filozoflardan hemen hiçbiri, en azından on dokuzuncu yüzyıla kadar, üniversitede çalışmamıştır

4- Yine, Ortaçağda felsefe, dar bir çerçevede, kilise etrafında ve üniversite içinde gerçekleştirilen akademik bir uğraş iken olup, teknik bir felsefedir Halk kitleleri bu bakımdan cahil addedilmiştir Buna karşın, modern dönemde, felsefe, matbaanın da etkisiyle, geniş kitlelere ulaştırılmaya çalışılmış bir felsefedir Filozofların hemen tümünde, halkı aydınlatma, bilinçlendirme gibi bir çaba söz konusu olmuştur 5- Ortaçağda felsefenin geleneksel bir yapısı varken, modern felsefe, geleneği tümüyle yıkan bir felsefedir

6- Ortaçağ felsefesinin dogmaya, kiliseye tabi olduğu yerde, modern felsefe, salt aklın ürünü olmak anlamında, özerk olan bir felsefedir Başka bir deyişle, Ortaçağ felsefesi, teolojiye bağlı, teolojinin hizmetinde olan bir felsefe iken, modern felsefe teolojiden tümüyle bağımsız olmuştur 7- Ortaçağ felsefesinin Tanrı merkezli olduğu yerde, modern felsefe İnsan merkezlidir Nitekim, özellikle Rönesans ve Aydınlanma felsefesine damgasını vuran akım hümanizmdir 8- Yine, Ortaçağ felsefesinde, doğa hiçbir zaman ayrı bir araştırma konusu olmamışken, modern felsefede, doğa, özellikle gelişen bilimin etkisiyle, felsefenin en önemli araştırma konusu haline gelir Başka bir deyişle, Ortaçağ felsefesinde, doğa temel gerçekliğin uzak bir gölgesi olarak görülürken, modern felsefe doğanın, dünyanın niceliksel olarak belirlenebilir olan içkin yapısıyla ve dinamik süreciyle ilgilenir

9- Ortaçağ felsefesinde, doğa tanrısal varlık alanının bir uzantısı ya da tezahürü olarak görüldüğü için, teleolojik bir doğa anlayışı hakim olmuştur Oysa, modern felsefede, mekanik bir doğa anlayışı ön plana çıkar Buna göre, modern felsefede, doğa, mekanik nedenlerin etkisiyle gelişen, toplam enerji ya da hareket miktarının sabit olduğu, kendi içine kapalı bir sistem haline gelir Başka bir deyişle, Ortaçağın doğaüstücü varlık anlayışı, modern felsefede yerini doğalcılcılığa bırakır

10- Bu durum, modern felsefede, ahlâk felsefesi açısından da bir değişime yol açmıştır Ortaçağın etik anlayışı, Tanrı aşkıy*la, ebedi bir saadetle belirlenen bir ahlâk anlayışıyken, modern felsefede, kendi içine kapalı bir sistemde, İnsanın özgürlüğünü kurtarma ve yeni bir etik anlayışı, dini ya da teleolojik ahlâktan bağımsız, özerk bir etik geliştirme söz konusu olur 11- Modern felsefede, felsefenin, Ortaçağ felsefesinin tersine, İnsan merkezli olmasına koşut olarak, İnsan psikolojisi de gelişir Bu durum hemen tüm modern filozoflar, ama özellikle de Ada Avrupa’sı empirist filozofları için geçerlidir Locke, Berkeley ve Hume gibi empirist düşünürler, yurttaşları Newton’un fiziki alem için yaptığını, ruhsal veya zihinsel alem için yapmaya çalışmışlardır

12- Modern felsefe için, herhalde en belirleyici özellik, biraz da bilimsel devrimin etkisiyle, epistemolojinin düşünce tarihinde ilk kez ontolojinin önüne geçmesi, ve dolayısıyla varlık merkezli bir düşünce tarzından ben merkezli bir düşünce tarzına geçiştir Buna göre, Ortaçağ felsefesinde, tıpkı ilkçağ felsefesinde olduğu gibi, ontoloji önce gelir ve düşünürler, hiçbir istisna olmadan, realist bir tavırla, zihinden bağımsız bir gerçekliğin varolduğunu öne sürerken, nesneden özneye geçişte, dış gerçekliğin zihin tarafından bilinmesi sürecinde problematik bir şey olmadığını düşünürler Oysa, modern felsefede, filozoflar, zihinden ya da özneden hareket ederler, ve zihinden maddeye geçişte, öznenin varlığın bilgisine ulaşmasında birtakım güçlükler bulunduğunu teslim ederler Bu tavrın doruk noktası, eleştirel felsefesi ve İnsan bilgisinin sınırlılığına ilişkin görüşleriyle Kant’tır

13- Ortaçağda, tek geçerli varlık görüşü olan birciliğin yanında, ikicilik meşru olmayan, yasak bir öğretiyken, modern felsefede, ön plana çıkan anlayış düalizmdir Başka bir deyişle, madde-form, beden-ruh analizine tabi tutulabilmekle birlikte, gerek İlkçağ ve gerekse Ortaçağ felsefesinde, birlikli, bütünlüklü ve düzenli tek bir töz olan İnsandan, modern felsefede iki ayrı töz ortaya çıkarılmıştır Bu ise, bütün bir modern kültüre damgasını vuran ikiciliği gündeme getirirken, zihin felsefesinin, ayrı bir felsefe dalı olarak doğuşuna işaret eder

14- Ortaçağ felsefesinin göksel devlet yeryüzü devleti arasında kurduğu karşıtlıktan, ve kiliseyle devlet ilişkisinde, kiliseyi temele alan, siyasete en küçük bir değer vermeyen yaklaşımından sonra, modern felsefede, değişen siyasi ve toplumsal yapıyla birlikte, siyaset felsefesi de önem kazanmıştır 15- Ortaçağ felsefesinde, düşünürler tarafından geliştirilen öğretiler bağlamında da, tam bir monizm söz konusu olup, resmi görüşe uygun olmayan öğretilere hiçbir şekilde izin verilmezken, modern felsefede bir sistemler çokluğu söz konusudur

16- Modern felsefe, yöntem açısından da temelli bir değişime tanık olmuştur Buna göre, Ortaçağından tümdengelimsel tasım mantığından, Skolastik yönteminden sonra, modern felsefenin, yalnız tümdengelimden değil, fakat aynı zamanda tümevarımdan meydana gelen yeni yöntemi bir senteze işaret eder Modern felsefede yöntemin tümevarımsal öğesi Ada Avrupa’sı düşünürleri tarafından savunulurken, tümdengelimsel öğesi daha çok, Kıta Avrupa’sı rasyonalistler tarafından temsil edilmiştir

Modernizm: Genel olarak, geleneksel olanı yeni olana tabi kılma tavrı, yerleşik ve alışılmış olanı yeni ortaya çıkana uydurma eğilimi veya düşünce tarzı

Modernizm terimi aynı zamanda ve daha geniş bir felsefi çerçeve içinde, çoğunluk Aydınlanmayla irtibatlandırılan ideal ve kabuller için kullanılır Başka bir deyişle, modernizm Aydınlanmayla birlikte gerçekleşen entelektüel dönüşümün ortaya çıkardığı dünya görüşünü, hümanizm, dünyevileşme ve demokrasi temeli üzerine yükselen bilimci, akılcı, ilerlemeci ve insan merkezci ideolojiyi ifade eder

Modernleşme: Eski ve geleneksel toplumların modern olmalarına, moderniteye ulaşmalarına imkan veren süreçler için kullanılan genel terim Sınırları genişleyen kapitalist dünya pazarının hızlandırdığı bilimsel ve teknolojik keşiflerle yeniliklerin, sanayideki ilerlemelerin, nüfus hareketlerinin, ulus devletleri ve kitlesel hareketlerin doğuşuyla birlikte ortaya çıkan sosyo-ekonomik değişimlerin birliği

Buna göre, 1- Siyasi bakımdan modernleşme, katılımcı karar verme sürecini destekleyip güçlendiren anahtar kurumların, örneğin siyasi partilerin, parlamentoların, vb gelişimini içerir Buna karşın, 2- Kültürel açıdan modernleşme, laikleşme ve ulusçu ideolojilere bağlılıkla belirlenir 3- Ekonomik açıdan modernleşme ise, işbölümü ve uzmanlaşmanın artışını, yönetim teknikleriyle ileri teknolojinin kullanımı ve ayrıca ticaret kolaylığıyla belirlenen temel ekonomik değişimleri ifade etmektedir Öte yandan, 4- Toplumsal açıdan modernleşme, geleneksel otoritenin gerilemesiyle okuryazarlığın ve kentleşmenin artışına karşılık gelmektedir

Modernleşme fikri, Batıdaki gelişmeye dayandığı, dolayısıyla ırkçı bir gelişme modeli olduğu ve özellikle de, Batılı olmayan boy ya da toplumlarda azgelişmişlik ve bağımlılığa yol açtığı için eleştirilmiştir

Modernlik: Şimdiki zamanın ya da halihazırda olanın temel özelliklerini, kendine özgülük ya da yeniliğini, onu kendisinden önceki çağ ile karşıtlaştırmak suretiyle kavrama fikrini ifade eden, modern toplumların temel ve olmazsa olmaz özelliklerini betimleme tavrı için kullanılan terim

Modern toplum: Batı uygarlığında endüstri devrimi ya da kapitalizmin doğuşu ve teknolojinin gelişimiyle birlikte ortaya çıkıp, bir akılcılık ve bireycilik felsefesine dayanan: ve özü itibariyle durağan ve muhafazakar olup, kapitalizm öncesi üretim tarzlarına bağlı olan geleneksel toplumun karşısında yer alan toplum türü

Modern toplum öncelikle bireyci olup, bireyler arası bağımlılığın en yüksek düzeyde olduğu toplumdur Bu toplum modelinde bireylerin çok sayıda özgürlüğü ve meslek, değer, eşya ve etkinlik bakımından gerçek bir seçme şansı vardır; yine, modern toplumda, ihtiyaçlarının karşılanması bağlamında başka bireylerin mal ve hizmetlerine en yüksek ölçüde bağımlıdırlar

Modern toplumda, ikinci olarak yeni teknolojik keşiflerin ve yenilik arzusunun bir sonucu olarak, değişmenin sürekli ve gide*rek artan ölçülerde hızlı olduğu bir toplumdur Modern toplum nihayet, kendi çıkarlarının peşinden koşmaya ve kazanımlarını en yüksek düzeyde tutmaya özendirildikleri, teşvik edildikleri toplum türünü tanımlar İşte bu durum, modern toplumda bireyleri uzmanlaşmaya ve kendilerinin en fazla çıkarma olan değişim ya da mübadelelerinde bulunmaya sevk eder Bu bağlamda, ihtiyaçların ve çıkarların karşılıklı bağımlılığı arttıkça, modern toplum, gayri kişisel bir toplum olmuştur

Monarşi: En yüksek güç ya da iktidarın tek bir kişide toplandığı yönetim tarzı, devlet modeli

İktidarın, tüm yönetim yetkilerinin kendisinde toplandığı bu kişi, yani monark iktidarı fetih, seçim, hile yoluyla ya da babadan miras almış olabilir Monarkın iktidarı, Avrupa feodalizminde olduğu gibi, yerel soyluların gücüyle sınırlanmış ya da dengelenmiş olabilirken, 15, ve 18 yüzyıllar İngiltere ve Fransa’sında olduğu gibi, mutlak da olabilir

Montesquieu, Charles Louis de Secondat: 1689-1755 yılları arasında yaşamış ünlü Fransız filozofu

Bir siyaset sosyolojisi geliştiren Montesquieu, esas ününü toplum, hukuk ve yönetim tarzı konusunda gerçekleştirdiği karşılaştırmalı araştırmadan almıştır Siyaset ve hukuk konusunda tümevarımsal ve deneysel bir yaklaşımı benimseyen filozofun olguları kaydetmek yerine anlamayı seçmesi, onu fenomenleri konu alan karşılaştırmalı bir soruşturmayı, tarihsel gelişmenin ilkelerine ilişkin sistematik bir araştırmanın temeli yapmayı itmiştir Siyaset konusuna, şu halde bir tarih filozofu olarak yaklaşan Montesquieu, farklı politik toplumlardaki farklı pozitif hukuk sistemlerinin çok çeşitli faktörlere, örneğin, halkın karakterine, ekonomik koşullarla iklime, vb göreli olduğunu söylemiştir O, işte bütün bu temel koşullara, ‘yasaların ruhu’ adını vermiştir

Montesquieu bu bağlamda, üç tür yönetim tarzını birbirinden ayırmış ve bu devletlere uygun düşen yönetici ilke, iklim ve top*raktan söz etmiştir Buna göre, despotizm büyük devletlere, sıcak iklimlere uygun düşer ve korkuya dayanır Britanya örneğinde olduğu gibi, ne soğuk ve ne de sıcak olan bir iklimin hüküm sürdüğü, orta büyüklükteki devletlere uygun düşen yönetim biçimi, monarşidir; söz konusu yönetim biçimi, şan ve şerefe dayanır Buna karşın, soğuk iklimlere ve küçük devletlere uygun düşen rejim, demokrasidir; demokrasinin yönetici ilkesinin erdem olduğunu öne süren Montesquieu, tüm İnsanlar için geçerli olan tek bir doğa yasası ve evrensel bir İnsan doğası olduğunu kabul eden akılcılığa şiddetle karşı çıkmış ve kuvvetler ayrılığı prensibini ortaya atmıştır

Muhafazakarlık: Reformcuların olanca iyi niyetlerine rağmen beklenmedik sonuçlara yol açabilen reformlara iyi gözle bakmayan, hele büyük ölçekli toplumsal dönüşümlere şiddetle karşı çıkarken, bir toplumun geleneklerine büyük bir değer atfeden toplum ve siyaset görüşü; geleneğe bağlı tarihsel tecrübe birikimine değer veren, yavaş ve tedrici değişmeye inanan ideoloji; kapitalizmi, özel teşebbüs ve serbest girişimciliği coşkuyla savunan, seçime dayalı bir toplumsal düzenin ve ahlâki disiplinin önemini vurgulayan statükoyu, var olan düzeni koruma yönünde bir eğilim mutasavvıf Tasavvuf inancını benimseyerek, Tasavvuf inancını yaymaya çalışan, dünyadan bir şekilde el etek çekerek kendisini bütünüyle Tanrı’ya adayan kişi İslam dünyasında mutasavvıflar, Kur’an, hadis ve fıkıha dayanan sünni mutasavvıflar ve doğrudan doğruya şia inançlarına bağlanan şii mutasavvıflar olarak ikiye ayrılır

Mutasavvıf: Tasavvuf inancını benimseyerek, tasavvuf inancını yaymaya çalışan, dünyadan bir şekilde el etek çekerek, kendisini bütünüyle tanrıya adayan kişi İslam dünyasında mutasavvıflar Kur’an, hadis ve fıkıha dayanan sünni mutasavvıflar ve doğrudan doğruya şia inançlarına bağlanan şii mutasavvıflar olarak ikiye ayrılır

Mutlakçılık: 1- Genelde, doğruluğun, değerin, güzelliğin ya da gerçekliğin nesnel olarak gerçek, değişmez ve ezeli-ebedi olduğu görüşü 2- Gerçekliğin değişmez ve doğru tek bir açıklaması olduğu inancı

Mutlakçılık siyaset felsefesinde mutlakıyetçilik anlamında, yönetene mutlak ve sırsız bir güç ve yetki veren, yöneticinin ne doğa yasalarıyla, ne de ahlâki ya da hukuki hiçbir şeyle sınırlanmaması gerektiğini savunan anlayışı; 15 ve 18 yüzyıllar arasında, Avrupa ülkelerinde ve özellikle de Fransa ve İngiltere’de ortaya çıkan, merkezi gücün bir monark ya da hükümdarın elinde toplandığı yönetim modelini; feodalizmden kapitalizme geçiş sürecinde, iktidarın, merkezi bir yönetim aygıtına sahip bulunan bir monarkın kişiliğinde toplandığı yönetim biçimini tanımlar

Feodal dönemin çok büyük bir bölümünde, monark ya da hükümdarın gücü veya iktidarı soyluların yerel gücüyle büyük ölçüde sınırlanmışken, feodalizmin son dönemlerine doğru yükselen burjuvazi mutlak monarşiyi, soy1 ulan n ekonomi üzerindeki egemenliğini zayıflatmak amacıyla desteklemiştir Tarihçiler bundan dolayı mutlakiyetçi yönetim tarzına, kapitalizmle olan ilişkisi bağlamında olumlu bir değer biçerler Mutlakiyetçiliğe bu nedenle, zaman zaman aydınlanmış des*potizmde denir

Müdahalecilik: Devletin, ekonominin yasalarını kendi işleyişine bırakmayıp, iktisadi hayata belli Ölçüler içinde müdahale etmesi gerektiğini savunan, varolan iktisadi ve toplumsal yapıda köklü bir değişiklik yapmayı amaçlamadığı için, liberalizme olduğu kadar, devletçiliğe da karşı olan ekonomik görüşe verilen ad
Münih çevresi: Yirminci yüzyılın ilk yarısında fenomenolojinin gelişiminde önemli bir uğrak oluşturmuş olan fenomenoloji okulu

Mürcie: İslamiyet’te, eyleme pek önem vermeyen, inancın her bakımdan yeterli olduğunu savunan görüş

Alıntı Yaparak Cevapla

Felsefe Sözlüğü

Eski 07-22-2012   #19
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Felsefe Sözlüğü



N

Narsisizm: Genel olarak, kişinin ruhsal ve bedensel benliğine ya da kimliğine aşırı bir bağlılık ve beğeni duyması Öznenin kendi kendisini beğenmesi kendi kendine hayran olması

Nasyonal sosyalizm: Almanya’da Hitler tarafından kurulan ve temelde ırkçılık, sosyalizm, milliyetçilik, halk ve üstün lider fikirlerine dayanan faşist görüş ve yönetim sistemi

Halk kavramının mistik bir nitelik kazandığı, lider ile halk arasındaki ilişkinin, akla değil de, akıldışı birtakım fikirlere dayandığı, liderin milletin tüm isteklerini benliğinde duyduğunun öne sürüldüğü bu görüşte, devletin yüceliği ve üstün ırk düşüncesi ön olana çıkar

Nefis: İslam felsefesinde, İnsan varlığının bedensel ya da daha çok biyolojik ihtiyaçları bütününe birden verilen ad

Nefis Tasavvufta zaman zaman, İnsanı dünyadaki geçici varlıklara, gösterişe, maddeye, tutkulara yönelten, bundan dolayı her zaman iradenin kontrolü altında tutulması gereken bir iç eğilim olarak tanımlanırken, zaman zaman da, İnsanın Tanrı ile birleştiği yer, gönül ve düşünce gücü olarak tanımlanmıştır

Nesnel: Genel olarak, bilen zihinden bağımsız olarak varolan gerçek bir nesne; başka bir deyişle, gerçek, tanıtlanabilir ya da fiziki olan ve dolayısıyla, durum, fonksiyon ya da konumu içsel tecrübeye, zihinsel yaşantıya, öznel deneyime bağlı olmayıp, herkes tarafından gözlemlenebilir ve doğrulanabilir bir şey olarak nesne; doğası fiziki ölçüm yoluyla belirlenebilen bir şey için kullanılan sıfat

Nietzsche, Friedrich: 1844-1900 yılları arasında yaşamış olan ünlü Alman düşünürü Temel eserleri: Die Fröchliche Wissenschaft [Neşeli Bilim], Alsa Sprach Zarathustra [Zerdüşt Böyle Buyurdu], Jenselts von Güt und Buse [İyi ve Kötünün Otesinde], Zur Genealogie der Moral [Ahlâkın Soykütüğü Üstüne], Der Wille zur Macht [Güç istemi]

Aydınlanma akılcılığı, hümanizm ve deizminin mantıksal sonuçlarını çıkarsamış olan Nietzsche, Kierkegaardın yaptığı gibi, ne fideizm yoluna girmiş, ne de Hegel gibi, inanç ve aklı daha yüksek bir düzlemde uzlaştırmaya çalışmıştır Başka bir deyişle, Aydınlanma düşüncesinin mantıksal sonuçlarını çıkartırken, Aydınlanmanın silahı olan aklı en keskin bir biçimde kullanmış olan Nietzsche, ‘Tanrı’nın öldüğünü’ iddia etmiştir Tanrı’nın ölümü karşısında, hümanizmin de anlamı olmadığını, zira Tanrı’nın yokluğunda, insanın metafiziksel bakımdan ilk ve temel olma iddiasının bir temeli bulunmadığını öne süren Nietzsche, hümanizme karşı çıkışında, insanı tanrılaştıran, ona hayvanı varoluşu aşma imkanı veren başarıların temelinde, hakikatin değil de, yanlış ve yanılsamanın bulunduğunu göstermeye çalışmıştır

Başka bir deyişle, Yunan felsefe ve sanatına ilişkin araştırmasında, sanatın uyum ve düzenle birleştirilen Apollon’a dayanmadığını, Dionysos’un kaotik ve yıkıcı gücünün bir ifadesi olduğunu öne süren Nietzsche, düzenli bir görünüşler dünyası fikrinin, uyumlu ve birlikli bir gerçeklik inancının koca bir yalan olduğunu, Batı metafiziğinin, en azından Sokrates’ten beri gerçekliği çarpıttığını, metafiziğin insanlığın temel yanlışlarını, sanki onlar en temel hakikatlermiş gibi ifade eden sözde bir bilim olduğunu öne sürmüştür Aklın da duyuların tanıklığını çarpıtmak için kullanıldığını söyleyen filozof, görünüşlerin fenomenal dünyası dışında hiçbir şeyin olmadığını savunmuştur

Bu çerçeve içinde, görüşlerini daha çok etik alanı üzerinde yoğunlaştıran Nietzsche on dokuzuncu yüzyılın diğer düşünürlerinden birkaç noktada farklılık gösterir: Başkaları, 19 yüzyılı güç ve güvenlik çatı olarak görürken, Nietzsche modern insanın benimsediği değerlerin geleneksel dayanaklarının çöktüğünü düşünmüştür Prusya ordusu güçlenir ve teknik ilerlemeler, insanlığın geleceğiyle ilgili olarak büyük bir iyimserliğin doğuşuna yol açarken, Nietzsche insanlığı gelecekte korkunç savaşların beklediğini sezmiştir O, modern insanı tam bir hiççiliğin beklediğini savunmuştur Modern insan için, Alman ordusunun güçlenmesi, bilimsel gelişmeler pek önemli değildir Asıl önemli olan, Hıristiyanlığın Tanrı’sına duyulan inancın sarsılmış, Hıristiyan ahlâkının dayanağını yitirmiş olmasıdır

Nietzsche’ye göre, Hıristiyanlığa duyulan inanç çökerken, insanlar Darwin’in evrim fikrine giderek daha çok inanır olmuşlardır Çok tehlikeli olan bu gelişme, ona göre, insan ve hayvan arasındaki ayrımı ortadan kaldırmıştır Nietzsche’e göre, Tanrı inancının çöktüğü yerde, insanlardan Darwin’in öğretisine inanmaları bekleniyorsa, gelecekte vahşi ve korkunç savaşların ortaya çıkışı hiç kimseyi şaşırtmamalıdır

Nietzsche’e göre, insan özü itibariyle iyi ve yetkin bir varlık değil de, bir kaplanın sırtına atlamaya can atan tamahkar, merha*metsiz, tatminsiz ve kötücül bir varlıktır Bununla birlikte, insanlar yüzyıllardan beri bu doğru bilgiyi, insanın iyi ve yetkin bir Tanrı tarafından özel olarak yaratılmış eşsiz bir türün üyesi olduğu ve Tanrı’nın insanı yerleştirmiş olduğu evrenin teleolojik bir sistem meydana getirdiği kurgusu ya da hipoteziyle bastırmıştır Nietzsche’ye göre, bilim bu kurgu ya da rasyonalizasyonların yanlış veya temelsiz olduğunu göstermiştir İnsanın Tanrı tarafından yaratılmış özel bir varlık olduğu veya evrende bir düzen bulunduğu fikrinin bir masaldan başka hiçbir şey olmadığı bilgisi, insanların karşı koyu-şuna ve ondan habersiz olma arzularına rağmen, bilincimize adeta zorla girmektedir

Friedrich Nietzsche’ye göre, bütün uzlaşımsallığımız, geliştirmiş olduğumuz tüm değerler, insanları dünyanın gerçek doğasını görmemizi engellemek amacıyla geliştirilmiş araçlardan başka hiçbir şey değildirler İnsan ona göre, görünüşün gerisindeki çıplak gerçeği görmekten ve dünyanın amaçsız, anlamsız olduğunu teşhis etmekten kaçındığı için, yüzeyde kalmayı, rahatlık veren düşüncelere sığınmayı, ortalama değerlerle yaşamayı yeğler

Tanrı’nın öldüğünü söyleyen Nietzsche, söz konusu görüşü ve ebedi dönüş öğretisiyle, işte bunu yıkmaya kalkışır Buna göre, Tanrı’nın öldüğünü söylemek, insanların evrende bir düzen bulunduğuna artık daha fazla inanamayacaklarını söylemek anlamına gelir Nesnel bir düzen gibi gözüken şey, ona göre, insanın evrende bir amaç ve anlam bulunduğuna inanma ihtiyacının kaosa yansıtılmasından başka hiçbir şey değildir İşte, evrende olup biten her şeyin yeni baştan birçok defa yeniden ortaya çıkacağını dile getiren ebedi dönüş öğretisi, insanın amaç ve anlamdan yoksun olan bu dünyaya birçok kez, geleceğini vurgulayarak durumu biraz daha ağırlaştırır Tanrı var değilse eğer, Friedrich Nietzsche’ye göre, insanın çaba ve mücadelelerini, boşuna olmaktan kurtarıp, temellendirecek bir şey de yoktur ve ilerleme dediğimiz şey bir tam bir yanıl*samayı ifa eder

Friedrich Nietzsche, işte bu durumu insanın bu dünyadaki durumunu, Platon’un ünlü Mağara benzetmesinde geçen insan ya da mahkumların durumuna benzetir Nietzsche’ye göre On dokuzuncu yüzyılın, fabrikalarda çalışan köle insanı bir mağaranın dibinde zincire vurulmuş olarak ve duvardaki gölgeleri gerçek sanarak yaşamaktadır Nietzsche de, tıpkı Platon ve Kierkegaard gibi, zincirlerden kurtulmanın mümkün olduğuna inanır Örneğin, Platon’a göre, az sayıdaki birkaç insan, bu iş ne kadar zahmetli olursa olsun, zincirlerinden kurtulup, mağaranın dışına, idealar dünyasına yükselebilir Bunu da insanlar, herhangi bir doğaüstü gücün yardımıyla değil de, kendi doğal güçleri veya akıllarıyla başarabilirler İşte bu nokta, Kierkegaard ve Nietzsche’nin, Platon’dan ayrıldıkları yerdir Kierkegaard da, elbette mağaranın dışında güzel ve aydınlık bir dünya bulunduğundan emindir Fakat onda, kurtuluş ve mağaranın dışındaki güneşli dünyaya yükseliş, doğal yollarla değil de, doğaüstü bir yoldan, yani imanın sıçrayışıyla, insanın kendisini Tanrıya teslim etmesi suretiyle olur

Nietzscheye göre, yalnız Platon değil, Kierkegaard da kendi kendisi aldatmaktadır, zira mağaranın dışında başka bir dünya yoktur Zincirlerden kurtuluştan mağaranın ağı-zina doğru tırmanıştan söz etmek mümkün olmakla birlikte, mağaradan çıkıştan söz edebilmek mümkün değildir İşte mağaranın karanlığı içinde, zincirlerden kurtulup, bu tırmanışı, onun anlamsız olduğunu bile bile, tekrarlayan, bu acımasız hakikati kabul edebilecek kadar güçlü olup gülebilmeyi beceren insan, Nietzsche’nin üstün insanıdır

Nietzschenin üstün insanı, demek ki, belli bir evrim sürecinin ardından, insanlar arasından çıkıp, bütün insanlığı yönetecek, tüm insanlara tahakküm edecek bir diktatör değildir O, her ne kadar on dokuzuncu yüzyılda kapitalizmin yarattığı fabrika kölelerine, kapitalizmin Hıristiyanlıktan miras alıp koruduğu köle ahlâkına, burjuva demokrasisiyle onun eşitlik idealine karşı çıkarken, bu düzenin veya Avrupa’daki demokratikleşmenin bir yandan da zorbalık, acımasız bir diktatörün ortaya çıkışı için gerekli altyapıyı hazırladığını söylemiş olmakla birlikte, onun üstün insanı, sanıldığının tersine, Hitler değildir Nietsche’nin üstün insanı varoluşun boşluğunu ve anlamsızlığını görebilen, mağaradaki karanlık içinde her şeye rağmen tırmanmayı seçen az sayıdaki bireydir Üstün insan, kendisi, tutkuları, güçlü yanları ve zayıflıkları üzerinde egemenlik kurarak, başkalarının ya da kendi tutku veya güçsüzlüklerinin kölesi olmaktan kurtulup, efendi haline gelmiş olan insandır Üstün insan varlığın doğasını, varoluşun özünü temaşa ettikçe, bulantı duyan, fakat bu bulantıyı aşacak kadar güçlü olan in*sandır

Üst insana örnek olarak, Büyük İskender’i, Sezar’ı, Napolyon’u ve Leonardo’yla Michelangelo’yu veren Friedrich Nietzscheye göre, üstün insan eğilip bükülmeyecek derecede güçlü ve katı, geleneksel kurum ve değerleri yıkabilecek kadar cesur, bulamadığı düzeni meydana getirecek kadar yaratıcı ve kötümserliği olumlamaya dönüştürecek kadar seçkin olan biri olmak durumundadır, üstün insanı belirleyen en önemli özellik olarak yaratıcılık üzerinde duran Nietzsche, bu yaratıcılıkla da daha çok sanatsal yaratıcılığı anlatmak ister Yaratıcılığı ise güç istemine bağlayan filozof, doğaları farklı olsa da, tüm insanlarda ortak olan bir öğe bulunduğunu söyler: Güç isteği, ya da çevreye egemen olma dürtüsü Ona göre, bütün varlığın temelinde, daha güçlü olmaya yönelmiş bir istek, bir irade vardır Nietzsche canlı olanın, yaşayanın bulunduğu her yerde güçlü olma isteğinin kökleşmiş olduğunu söyler Yaşamın temel nedeni, güçlü olma isteğidir İnsanoğlu yalnızca kendini korumak ve yaşamak istemez, insanoğlunun asıl istediği daha güçlü olmaktır Bu evren güçlü olma isteğinin hüküm sürdüğü bir evrendir

Güç istemi, güçlü olma arzusu, kendisini hiçbir sınır tanımadan her yöne fırlamak, her tarafa saldırmak şeklinde gösterir Fakat bu, hayvani ve vahşi olan bir şeydir Oysa insanı insan yapan şey, kendisindeki güç istemini koruyup yönlendirebilme yeteneğidir İnsanın kendisini, ideal bir düzen yaratma adına, kaosa düzen yükleme amacıyla bu şekilde disipline etmesi, Nietzsche’ye göre, güç isteminin en yüksek ifadesidir Üstinsan, başkalarından çok, kendisini aşabilen; başkalarının değil de, kendi kendisinin efendisi olabilen insandır üstün insanı insanın kendi kendisini gerçekleştirebilmesinin bir modeli olarak gören Nietzsche, bu bağlamda sanatsal yaratıcılığı insanı Tanrı’ya en fazla benzeten özellik olarak değerlendirmiştir Tanrı’nın yokluğunun sonucu olan düzen yoksunluğunda, yaratıcı ya da üstün insan, kendi içindeki kaostan minyatür düzen yara-tıp, bunu dış dünyadaki kaosa aktarabilen kişidir

Başka bir deyişle, insan için mutluluğun, hazda değil de, güçlü olmakta yattığını söyleyen, Nietzsche’ye göre, böyle bir mutluluğa varmak, sert bir disiplini gerektirir; çünkü hayvanI içgüdülere, basit hazlara kapıldığı sürece, insan gerçek ve üstün güçten yoksun kalır Duygularını, eğilimlerini yücelten insan, hayvanların içinde bulunduğu durumdan sıyrılarak yükselir ve gerçek insan varlığına ulaşır İşte bu ideal insan, Nietzsche’nin üstün insanıdır Ona göre, üstün insan, insanoğlunun amacıdır

Nietzsche insanın yenilmesi, aşılması gereken bir varlık olduğunu söyler Her varlık kendisinden üstün bir şey yaratmıştır; bundan dolayı, insanın da kendisini aşması gerekir Maymun insanın gözünde ne ise, insan da üstün insanın gözünde o olmalıdır Nietzsche, yeryüzünün anlam ve amacının üstün insan olduğunu söyler, çünkü insan doğasına yaraşan, güçlü, korkusuz ve acımasız olmaktır; yaratıcılığa ve ileriye yönelmektir Nietzsche insanın ahlâki değerleri olduğu gibi benimsemek yerine, yeni değerler yaratması gerektiğini savunur İnsan değerleri hazır bulamaz, çünkü değerleri ona aktaracak hiç kimse yoktur İnsanoğluna, iyinin ve kötünün ne olduğunu anlatacak, açıklayacak ve kabul ettirecek üstün otoriteler bulunmamaktadır İnsan yapayalnızdır ve hayatının anlamını, bağlanacağı değerleri yeni baştan özgürlük içinde kendisi yaratmak zorundadır

Nietzsche’ye göre, yaşamın temelinde güçlü olma isteği var ise, eşitlik, toplumsal barış ve çıkarlarda uyum söz konusu olamaz O, Hıristiyanlığın ve genel olarak idealizmin ahlâk anlayışının, bir sahtekarlık ve yanıltmaca olduğunu söylemiştir Nietzsche acıma ve sevgi ahlâkını, güçlü insanı yolundan çeviren, onu güçsüz insanlar düzeyine indiren ve küçülten bir tuzak ve bir tur ikiyüzlülük olarak görmüştür 0, zamanının bu ahlâkını bir köle ahlâkı olarak nitelemiş ve Hıristiyanlığın tüm değerlerine karşı çıkmıştır İnsanlığı bu köle ahlâkından kurtarma çabası veren Nietzsche, bunun yerine efendi ahlâkını önermiş ve böylelikle insanlara yeni amaçlar, yeni değerler getirmeye çalışır

Nirvana: Budizm’de, her türlü tutkudan alınmış ve doğuş çarkının dışına çıkmış olan kişinin eriştiği mertebe, mutlak dinginlik hali Acının ve bilgisizliğin ortadan kalkışı durumu, kişinin dünyaya yönelik ilgilerden, kendisiyle ilgili tasalardan kurtulması, arzu ve isteklerden vazgeçmesi, gerçek bir bilgeliğe, mutlak bir bağımsızlığa ulaşması durumu

Yaşamın acılar içinde geçen sonsuz ve kısır bir döngü olduğunu, bu döngünün nedeninin tutkular, tutkuların nedeninin ise bilgisizlik olduğunu savunan Budizme göre, insanlar, tüm tutkulardan, kızgınlık ve isteklerden arınarak, nesnelerin çekiciliğine kapılmasalar, yaşam tekerleğini çeviren geçek nedeni görmek suretiyle ermiş, bilge bir kişi olarak, sonsuz dönüşün dışına çıkıp, bağımsızlaşabilir ve kurtulabilirler İşte bu kurtuluşun adı Nirvana’dır

Norm: Genel olarak, düzgü; ölçü için kullanılan standart birim Her tür yargının zımnen ya da açıkça kendisine dayandığı ilke, model; Bir sosyal grubun kendisi için ilke edindiği ve grup üyelerinin eylemlerini yönlendiren davranış kuralları bütünü

O

Olay: 1- Genel olarak, ortaya çıkan, olup biten şey ya da durum; dikkati çeken ya da çekebilecek olan her türlü oluşum

Bir değişme ortaya koymakla birlikte, zaman içinde uzun süre boyunca devam etmeyen hal olarak olay, bir şeyin niteliklerin*de, sıfatlarında, bağıntılarında söz konusu olan değişimi; varolan şeyler arasında ortaya çıkan bir değişme, etkinlik ya da süreci; başka şeylerle nedensel ilişkiler içinde bulunan nesnelerin yol açtığı oluşumu tanımlar

2- Özel olarak da, postmodern düşüncede, ama esas Jean-François Lyotard’da, perspektifte, olağanüstü ya da dışı veya fazlasıyla büyük bir önemi olan kültürel veya siyasi bir oluşumundan sonra vuku bulan büyük değişim

Olgu: Aktüel olarak ortaya çıkan, gerçekleşen olay, nitelik, bağıntı ya da durum, tartışılmaz, yadsınmaz olarak, tartışılmazcainkar edilemezcesine kabul edilemez şey

Ontoloji: İlk felsefe olarak da bilinen ve teolojiyle benzerlikleri olan, zaman zaman metafizik anlamına gelecek şekilde anlaşılıp, bazen de metafiziğin bir dalı olarak görülen felsefe disiplin Metafiziğin, tek tek nesne ve olaylarla değil de, genel olarak varlık problemiyle ilgili olan dalı; varlığı varlık olarak, varlık olmak bakımından ele alan bilim; varolan tikel şeyleri değil de, varlığın kendisini, varlığın temel özelliklerini konu alan, somut varlığı araştırmak yerine, varlığı soyut bir biçimde araştıran ve ‘varlığın varlık olmak bakımından doğasının ne olduğu’, ‘varlığın kendi başına ne olduğu’ sorularını soran fel*sefe dalı

Organizmacılık: Sosyolojide, toplumu organik, biyolojik bir sistem olarak gören ve toplumun birim ve öğeleriyle biyolojik organ arasında bir koşutluk kuran yaklaşım

İlk kez olarak İngiliz düşünürü Herbert Spencer’ın ortaya attığı, Alman sosyologu Schaffe ve çağdaş Amerikan sosyologu Par*sons tarafından da savunulan bu görüşe göre, bir toplumdaki değişik toplumsal gruplar, insan vücudunun farklı organlarına benzer Organik analoji olarak da nitelenen bu yaklaşım, toplumun yapısı ve işlevinin ancak ve ancak canlı organizmaların doğasıyla kurulacak analoji yoluyla anlaşılabileceğini öne sürer Buna göre, doğadaki bir organizma gibi düşünülmek durumunda olan toplum, toplumsal yapısının evrimsel değişme yoluyla farklılaşması suretiyle, daha karmaşık hale gelir

Söz konusu toplum teorisinin karşısında, mekanist yaklaşım bulunmaktadır Buna göre, organizmacı yaklaşımın toplumu insani planlamadan bağımsız olarak varolan doğal bir fenomen olarak değerlendirdiği yerde, mekanist toplum görüşü toplumu, planlamaya dayalı insan yaratısı bir makine olarak görür Öte yandan, organizmacı toplum anlayışının, toplumun siyasi müdahale yoluyla değiştirilemeyeceğine inandığı için, muhafazakarlıkla birleştirildiği yerde, mekanist yaklaşım toplumsal düzende yapılacak bilinçli değişimleri öngören toplum mühendisliği anlayışıyla özdeşleşir

Ortaçağ Felsefesi: Klasik çağ ile modern çağ arasında kalan tarihsel dönemde söz konusu olan felsefe faaliyeti; düşünce tarihinde MS 1 ya da II yüzyılla, XV yüzyıl arasında kalan tarihsel kesitin felsefesi

Ortaçağ Felsefesi kendi içinde dört ayrı geleneği ihtiva eder: 1- Batı ya da Avrupa’da gelişip, Latince ifade edilmiş olan Hıristiyan felsefesi, 2- Doğuda İslam dünyasında zuhur etmiş ve Arap dilinde ifade edilmiş olan İslam felsefesi, 3- Sadece Hıristiyan ülkelerinde değil, fakat İslam dünyasının çok çeşitli bölgelerinde Musevi düşünürler tarafından İbranice ifade edilmiş olan Yahudi felsefesi ve 4- Hıristiyan Bizans İmparatorluğu içinde Grek diliyle ortaya konmuş olan Bizans felsefesi

Dört farklı geleneğine, ve söz konusu geleneklerin kendi aralarında sergilediği temel birtakım farklılıklara rağmen, Ortaçağ felsefesi bir bütün meydana getirir Bunun üç temel nedeni vardır Her şeyden önce, gerek Hıristiyan felsefesi, gerek İslam felsefesi ve gerekse Musevi ve Bizans felsefesi ortak bir felsefi mirası paylaşır: Antik Yunan felsefesi Buna göre, Grek düşüncesi geç Antikçağda, özellikle Yeni-Platonculuk eliyle Ortaçağ felsefesine önemli bir etki yapmıştır Ortaçağ felsefesinin kendi içinde bir bütün oluşturmasının ikinci büyük nedeni, sözünü ettiğimiz dört ayrı felsefe geleneğinin bir*birleriyle yakın bir ilişki içinde olmasıdır Nitekim, Ortaçağda Musevi düşünürler, okudukları İslam düşünürlerden, özellikle de Farabi ve İbni Sina’dan yoğun bir biçimde etkilenmiş, aynı İslam felsefesi 12 yüzyıl Rönesans’ı yoluyla Batı’ya kaynaklık, ya da en azından antik Yunan felsefesinin aktarılmasına aracılık etmiştir Nihayet, dört ayrı gelenek de, vahye dayalı tek Tanrılı dinlerin hakim olduğu kültürlerin bir parçası olmak durumundadır Dini öğretiyle felsefi spekülasyon, veya teoloji ile felsefe arasındaki ilişki bu geleneklerin her birinde farklılık gösterse de, ele alınan felsefi problemler hepsinde üç aşağı beş yukarı aynıdır

Söz konusu temellere ek olarak, Ortaçağ felsefesinin temel özellikleri, şöyle sınıflanabilir: 1- İlkçağ Yunan felsefesinin belli bir halkın, antik Yunan ya da Atina halkının, modern felsefenin ise farklı uluslara mensup ayrı bireylerin felsefesi olduğu yerde, Ortaçağ felsefesi, bireylerin ve halkların karakteristik özelliklerinin üstünde olan dini bir topluluğun, bir ümmetin, Hıristiyan ya da İslam toplumunun veya Yahudi cemaatinin felsefesidir

2- Antik Yunan felsefesinin bütünüyle dünyevi bir felsefe olduğu, klasik aklın en temel özelliğinin sekülarizm olduğu yerde, Ortaçağ felsefesi kendisine öte dünyasal bir ilginin hakim olduğu bir felsefedir Başka bir deyişle, Yunan’da insanın temel probleminin bu dünyada mutluluğa erişmek olduğu kabul edilmiştir; Yunan’da, insanın bu problemi çözebilecek güce sahip bulunduğuna ve kendi çabasıyla iyi ve mutlu bir hayata ulaşabileceğine inanılmışken, Ortaçağda problemler, bu dünyadaki hayattan ziyade, ahiret hayatıyla ilgili olan problemlerdir Aranan mutluluk, bu dünyadaki mutluluk değil, fakat ebedi bir saadettir Bundan dolayı, antik Yunan’da bağımsız bir felsefe disiplini olan etik ve estetik yerini çok büyük ölçüde teolojiye bırakır

3- Başka bir deyişle, Ortaçağ düşünürleri önemli olan biricik şeyin insanın doğaüstü varlık alanıyla, aşkın ve mutlak olarak yetkin varlıkla olan ilişkisi olduğunu öne sürmüşlerdir Bu da, doğal olarak Ortaçağda felsefenin mahiyetini ve konu alanını baştan sona değiştirmiştir Buna göre, antik Yunanda doğa bilimiyle sosyal bilimler hem kendi başlarına, ve hem de iyi ve mutlu bir yaşam amacı için sağlam araçlar olarak değer taşımaktaydılar Oysa özellikle Hıristiyanlar için bunlar sadece yararsız değil, fakat bazen de zararlı ve hatta tehlikeli disiplinler olup çıkmışlardır Yine, Yunanlı ahlâklılığı bir toplumsal etik içinde ve mutluluk amacını gözeterek ele alırken, Ortaçağda ahlâklılık dinin bir parçası haline gelmiştir Dolayısıyla, Yunan’da etik zaman zaman kozmolojik olarak, zaman zaman da toplumsal bir zemin üzerinde temellendirilirken, Ortaçağda etik teolojik bir düzlemde temellenir Nitekim, bu dönemde davranış ya da insani eylem, amacına göre değil, fakat Tanrı‘nın emirlerine uygun düşmekliğine veya düşmemekliliğine göre değerlendirilir Tanrı, insan için yüce ve yüksek bir ideal getirdiğinden, Ortaçağ insanı eksikliliğini, başarısızlığını ve hatta günahkarlığını her daim duyumsamak durumunda olan biridir İşte bu durumun bir sonucu olarak, Yunan düşüncesinin özü itibariyle iyimser bir felsefe olduğu yerde, özellikle Hıristiyan Ortaçağ felsefesi kötümserlik üzerine yükselen bir felsefedir

4- Yine Yunanlının temelde bir olan, birlik içinde bulunan bir evrende, yani bir mikrokosmos olarak kendisinin bir parçası ol*duğu özde anlaşılabilir olan makrokosmosta yaşadığı yerde, yaratıcısından ayrı düşmüş bir varlık olarak Ortaçağ insanı kendisine yabancı bir evrende yaşamak durumunda olmuştur Bu insan için, bir tarafta aşkın, yaratıcı Tanrı, diğer tarafta ise kendisini Tanrı’dan her geçen gün biraz daha uzaklaştıracak, özüne yabancı bir varlık alanı bulunmaktadır Bundan dolayı, Ortaçağ felsefesi için problem, teorik ya da bilimsel bir problem olmayıp, tümüyle pratik bir problemdir: Yaratıcısına bozulmamış, maddenin kiriyle pislenmemiş olarak nasıl dönülebileceği problemi

5- Ortaçağ felsefesi, İlkçağ felsefesinden öncelikle bir kopuşu gözler önüne serer Bununla birlikte, iki felsefe arasında, her şeye rağmen bir sürekliliği ve çok önemli bir noktada da ortaklık vardır Kopuş temelde, İlkçağ felsefesinin, dini açıklama ya da mitolojiyi reddedip, kendisini öne sürmek suretiyle oluşan ve gelişen’ özerk bir felsefe olduğu yerde, Ortaçağ felsefesinin özerkliğini yitirip, tümüyle dine, dini dogmaya tabi olan bir felsefe olmasından kaynaklanmaktadır Süreklilik ise, Ortaçağ felsefesinin hem Doğuda ve hem de batıda kültürel ya da felsefi bir miras olarak doğrudan doğruya İlkçağ felsefesine dayanmasından meydana gelir Nitekim, Ortaçağ felsefesi dine dayalı, din temelli bir felsefe olsa bile, kavram ve kategorilerini, terminoloji sini kendi başına yaratmış bir felsefe değildir Ortaçağ felsefesi, ihtiyaç duyduğu kavram ve kate*goriler için, doğrudan doğruya Yunan felsefesine yönelmiştir Ortaçağ felsefesinin temelinde bulunan felsefe geleneği, Platon ve Plotinos’un, ve bu arada Aristoteles’in felsefelerinden oluşur Fakat iki felsefe arasındaki, onları birlikte modern felsefeden bütünüyle farklılaştıran, sürekliliğin temel unsuru, gerek İlkçağ ve gerekse Ortaçağ düşüncesine damgasını vuran, modern çağın mekanik dünya görüşünün kendisinin yerini alacağı, teleolojik dünya görüşüdür

6- Ortaçağ felsefesi, teleolojik bir anlayışla, doğayı Tanrı tarafından bir amaca göre yaratılmış ve düzenlenmiş statik bir sistem olarak görmüştür Açıklamadan niteliksel bir açıklamayı anlayan ve nedensellikten büyük ölçüde ereksel nedenselliği anlayan Ortaçağ düşünürlerine göre, maddi dünya, tanrısal gerçekliğin çok soluk bir gölgesinden başka hiçbir şey değildir

7- Ortaçağ felsefesi, hemen her felsefe gibi, birtakım kabulleri olan bir felsefe olmak durumundadır Bu kabullerin en önemlisi ise, Ortaçağ düşüncesine Platon felsefesinden intikal eden, en yüksek veya en yüksekte olanın, en üstte bulunanın ontolojik olarak en gerçek, aksiyolojik olarak da en değerli varlık olduğu kabulüdür

8- Ortaçağ felsefesi dini anlamlandırma ve temellendirme çabasında, ana düşüncelerinde, problemlerinde ve bu problemlere getirdiği çözümlerde, hemen her zaman Yunan felsefesine bağlı kalmıştır Bu felsefede yapılan iş, daha çok Antik Yunan’ın düşünce dünyasını benimsemek ve Yunan felsefesinin temel kavramlarını işleyerek, inancı temellendirmek olmuştur Ama, Ortaçağ felsefesi benimsediği ve kendisine göre biçimlendirdiği felsefeyi, genellikle olmuş bitmiş, yetkin bir sistem olarak görmüştür Buna göre, antik Yunan felsefesinin dinamik bir yapı sergilediği yerde, Ortaçağ felsefesi mutlak hakikatleri bulmuş olduğuna inanan statik bir felsefedir

9- Yine, Ortaçağ felsefesinin merkezinde Tanrı vardır Başka bir deyişle, Ortaçağ felsefesi teosantrik, ya da Tanrı merkezli bir felsefedir Nitekim, bu felsefenin temel konuları, Tanrı ve Tanrı’nın varoluşu problemi, iman ya da otorite ve akıl ilişkisi, Tanrı-evren ilişkisi, kötülük problemi ve tümeller problemiyle belirlenir İlk bakışta, Tanrı konusunun dışında kaldığı düşünülen temeller konusu bile, tümellerin en azından XIV yüzyıla kadar Tanrı’nın zihninde bulundukları veya Tanrı yaratısı ebedi ve bağımsız gerçeklikler oldukları öne sürüldüğü için, Tanrı konusuyla yakından ilişkili olmak durumundadır

10- Ortaçağ felsefesinde, felsefe inanca, inançta vahye tabi olmak durumundadır Bundan dolayı, Ortaçağ kültüründe çok önemli bir rol oynayan din, felsefe ve rasyonel bir hayat görüşü üzerinde de çok temelli bir etki yapmıştır Örneğin, Skolastik felsefede, vahyin temel ya da en azından aklın vazgeçilmez bir yardımcısı olduğuna inanılmıştır Skolastik dönemin filozofları, akıl ile iman arasında bir ayırım yapmış ve zaman zaman da felsefenin göreli bağımsızlık ya da özerkliğini vurgulamış olmakla birlikte, Ortaçağın dünya görüşünde, bilimde ve felsefede, bir çözüme kavuşturulacak problemlerin çözümü de dahil olmak üzere hemen her şey teoloji tarafından belirlenmiştir

11- Yine Ortaçağ felsefesi söz konusu olduğunda, belli bir gelenek, ve vahye dayanan bir din çerçevesinde oluşan otoriteye duyulan saygı esastır Bu dönemde felsefenin mahiyeti, kapsamı ve sınırları dini çerçeve ve ruhani otorite tarafından belirlenir ve hiçbir şekilde değiştirilemez Ortaçağ felsefesi, otoriteye duyulan inancı temele aldığı için de, doğal olarak eleştiriye ve şüpheciliğe kesinlikle kapalı olan bir felsefedir

12- Ortaçağ felsefesi, bütünüyle realist bir çizgi boyunca gelişmiştir Yani, Ortaçağ düşünürleri, Skolastiğin gerileme döneminde çok etkili olan Ockhamlı William bir kıyıya bırakılacak olursa, tümeller konusunda benimsedikleri realist tavırdan başka, zihinden bağımsız bir gerçekliğin var olduğundan hiçbir zaman kuşku duymamışlardır Başka bir deyişle, Ortaçağ düşünürleri, ontolojik realizm bağlamında gerçekliğin zihinden bağımsız olduğunu öne sürmüşlerdir Bununla birlikte, Ortaçağ düşüncesinde, zihinden bağımsız bu gerçeklik, gerçekten ve mutlak olarak var olanın ezeli-ebet ve değişmez Tanrı olması anlamında, tinsel bir yapıdadır Buna göre, realizmi tamamlayan yaklaşım, aynen Platon ve Plotinos’ta olduğu gibi, spiritüalizmdir

13- Ortaçağ felsefesi varlığın bilgi konusundan, ya da ontolojinin epistemolojiden önce geldiği bir felsefedir Buna göre, Ortaçağ felsefesi, özneden hareket eden, bilimin gelişimine koşut olarak önce bilgi konusunu ele alan, ve varlığı bilimin taleplerine göre sınıflayan ya da yorumlayan modern felsefenin tersine, önce zihinden bağımsız bir gerçekliğin varoluşunu teslim edip, bu gerçekliğin bilgisine nasıl ulaşılabileceği konusunu daha sonra ele alır

14- Yine, aynı ontolojik bağlamda, Ortaçağ felsefesi, özellikle varlığı bilinen maddi varlık alanı ve bilen özne, madde ve zihin olarak ikiyi ayıran modern felsefenin düalizminin tersine, baştan sona birci olan bir felsefedir Bu, hem ezeli-ebedi, mutlak, değişmez ve yetkin bir varlık olarak Tanrı’nın, gelip geçici maddi varlık alanıyla kıyaslandığında, biricik gerçek varlık olması; hem modern dönemde ikiye bölünen insanın, her ne kadar madde-form, beden-ruh analizine tabi tutulabilse de, birlikli, bütünlüklü ve ahenkli bir töz olması; ve hem de geliştirilen öğretiler bağlamında, resmi görüşe uygun olmayan hiçbir öğretiye izin verilmemesi anlamında, böyledir

15- Ortaçağın metafizik anlayışı, varolan her şeyin nedeni ya da kaynağı olan aşkın bir gerçekliğe ilişkin araştırma, varolanları varlık kaynağı olan Tanrı’yla ilişkisi içinde ele alma anlamında teoloji olarak metafizikten meydana gelir Ortaçağda gelişen metafizik, ayrı, değişmez ve ezeli-ebedi bir varlığa ilişkin araştırmadır İstisnasız tüm Ortaçağ filozofları, sistemlerinde Tanrı’dan yola çıkar ve önce Tanrı’nın varoluşunu kanıtlayarak, varlığı yaratan-yaratılmış olan ilişkisi çerçevesinde ele alır Buna en iyi örnek, ünlü “beş yol”uyla, Aquinalı Aziz Thomas’tır O, Tanrı’nın varoluşunu beş ayrı kanıtla ispat ettikten sonra, yaratıcı ve doğaüstü bir Tanrı dışındaki varlıkları ya da yaratılanları Aristotelesçi bir kavramsal çerçe*veyle açıklama çabası vermiştir Aynı şey, İslam dünyası filozofları için de geçerlidir, şu farkla ki Farabi, İbn Sina ve İbni Rüşd’de, Aristotelesçi bir kavramsal çerçeve, Plotinos’tan gelen bir südür ya da türüm öğretisiyle tamamlanmıştır Ortaçağ düşüncesinin teoloji olarak metafizik anlayışının temelinde ise, varlığın ancak ve ancak varlığın kaynağı olan yaratıcı Tanrı aracılığıyla açıklanabileceğini ve Tanrı’nın varlığının akıl yoluyla kavranabileceğini dile getiren iki kabul bulunur

16- Ortaçağ felsefesindeki söz konusu teoloji olarak metafizik anlayışı, doğal olarak hemen her Ortaçağ düşünüründe bir ör*neğine rastladığımız değere dayalı bir varlık hiyerarşisine yol açmıştır Böyle bir varlık hiyerarşisi, varlıkları hiyerarşideki yerlerine göre sınıflar ve onlara varlık ve belli bir değer yükler

17- Ortaçağ felsefesinin en belirleyici yönlerinden biri, de hiç kuşku yok ki, onun yöntemidir Buna göre, Ortaçağ düşünürleri, Tanrı sözü olan kutsal kitaba dayanan imanı sistematik bir biçimde ifade etmek, savunmak ve geliştirmek için, daha çok şerhe, kutsal metinleri yorumlama metoduna ve mantıksal/dilsel analize yönelmişlerdir Ortaçağ düşünürleri bu bağlamda, öncelikle Yunanlıların bilimsel ve felsefi terminolojilerini kullanmışlar ve daha sonra da, Yunan mantığını bir bütün olarak almışlardır Şu halde, Ortaçağ filozofları, imanı sistemleştirme ve temellendirme çabalarında aklı ve mantığın tümdengelimsel tekniklerini kullanmışlardır

Alıntı Yaparak Cevapla

Felsefe Sözlüğü

Eski 07-22-2012   #20
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Felsefe Sözlüğü



Ortodoks Marksizm: Marx’ın hümanizm ağırlıklı, ve daha çok yabancılaşmayla kapitalizm eleştirisi üzerinde odaklaşan verimli ve çok çeşitli görüşlerinin, onun ölümünden sonra, sistematik bir öğreti haline getirilmesinin ve hatta dogmalaştırıl*masının sonucu olan statik Marksist öğreti

Ortodoks Marksizmin ortaya çıkışında iki faktörün çok büyük rolü olmuştur: 1 Marx’ın 1883 yılındaki ölümünden sonra, onun görüşlerini yorumlamak, popülarize edip yayınlamak dostu, araştırma arkadaşı ve mani destekçisi Engels’e kalmıştır 2 Engels’in yaptığı bu iş, Marksın siyasi bir kütle hareketinin resmi öğretisi haline gelmeye başlayan görüşlerinin politik etkisinin artmasıyla eşzamanlı olmuştur

Söz konusu iki faktör, dikkatlerin Marx’ın kendi yazılarındaki karmaşık, dağınık ve hatta çelişik, fakat çok boyutlu bir biçimde geliştirilmeye elverişli öğelerin, tarihsel materyalizm ya da bilimsel sosyalizm adı altında, sistematik, fakat tek boyutlu bir biçimde geliştirilmesine yol açmıştır İşte bu Marksizm, Marx’ın görüşlerinin Engels’in kendi bilimsel ve felsefi ilgilerine koşut olarak geliştirilmiş, basit, fakat katı, positivist ve determinist versiyonudur

Lenin, Troçki, Stalin ve Mao gibi komünist lider ya da düşünürler tarafından geliştirilmiş olan Ortodoks Marksist gelenek diğer Marksist geleneklerden, şu halde, Marx’ı değil de, Engels’i ve ana metin olarak da onun Anti-Dühring’iyle Leninin MateryaIizm ve Ampiriyokritisizm adlı eserlerini temele almak bakımından farklılık gösterir Bilgi teorisi bakımından naif bir tasarımcılığı benimseyen Ortodoks görüşe göre, kafalarımızın içindeki kavramlar gerçek şeylerin imgeleri, yansıma veya kopyalarıdır Marksizmin söz konusu versiyonu, metafizik alanında mutlak bir materyalizmin savunuculuğunu yapmış olsa da, klasik materyalizmden, şeylerin gelişiminde, mekanizme karşıt olarak, diyalektik sürecin rolünü vurgulamak bakımından farklılık gösterir Tek gerçeklik olan maddenin, mekanik değil de, nedensel ve determinist yasalara tabi olduğunu öne süren Ortodoks Marksizme göre, madde, niceliksel değişimlerin birikiminin yarattığı niteliksel değişimler yoluyla dönüşüme uğrar Zihnin, bilinçte maddenin yansımalarını üreten bir epifenomen olduğunu öne süren Ortodoks Marksizme göre, madde zihni, doğrudan değil de, dolaylı olarak, toplum yoluyla belirler Marksizmin bu versiyonu, toplumun da, kendi iç çelişkilerine son veren devrim niteliğindeki sıçramalar yoluyla diyalektik olarak geliştiğini söylerken, insan için özgürlüğün, toplumsal sürecin zorunluluğunun bilincinde olmaktan meydana geldiğini söylemiştir

Olumsuz ve adaletsiz koşulların eseri olduğuna inandığı dini mahkum eden Ortodoks görüş, ahlâk ve estetiğin, her ikisinde de tarihsel olmayan, ezeli-ebedi yasalar bulunmadığı için, toplum değiştikçe evrim geçirdiğini iddia etmiştir

Otokrasi: Anayasal sınırlamaları olmayan Monarşik yönetim tarzı, Stalinist otokrasi örneğinde olduğu gibi, iktidarın sadece tek bir bireyde toplandığı rejim biçimi

Otorite: Toplumsal bir sistem çıkan kurumsallaşmış ve meşru güç; bu türden bir güce sahip olan birey

Sosyologlarla sosyal psikologların sınıflamasına göre, farklı otorite türlerinden söz edilebilir Bu otorite türlerinden biri olan karizmatik otorite, bir bireyin olağanüstü ya da dışı özelliklerinin sonucu olan ve yasal kurumlardan bağımsız olarak kazanılan bir otorite şeklinde tanımlanabilir Geleneksel otorite ise, meşruluğu ve gücünü toplumsal ve kültürel geleneklerden alan bir otorite türüdür Meşru otoriteye gelince, bu, toplumsal fonksiyonları düzenlemek ve denetlemek amacıyla yasa ya da hukuk tarafından kurulmuş olan otoritedir

Buna karşın, meşru olmayan, yasal bir temeli bulunmayan otorite, güç ve cebir yoluyla kazanılan ve ödül ve ceza sistemiyle sürdürülen bir otoritedir Nihayet, belli bir alandan, bir bireyin uzmanlık bilgisine, sahip olduğu özel yeteneklerine, olağandışı kavrayışına bağlı olan bir otorite türü olarak rasyonel otoriteden söz edilebilir Rasyonel otorite, olumlu bir anlam içinde, başka bir yer ya da kaynaktan sağlanamayacak bilgi, yarar ve çıkarları elde etmek için kendisine başvurulan kaynak, olumsuz bir anlam içinde ise, gücü ve ağırlığıyla insan üzerinde etki yapan, insanların bağımsız araştırmadan vazgeçmelerine neden olan temel olarak ortaya çıkar

Otoriteryanizm: Yönetilenlerin yönetici ya da yöneticiler karşısında hiçbir hakkı bulunmadığını ya da önemsiz birkaç hakkı bulunduğunu ve yöneticilerin güç ve otoritesinin çok büyük olduğunu ve olması gerektiğini öne süren yönetim teorisi ve tarzı; bireyin haklarının devletle önderlerinin otoritesine tabi olması gerektiği inancına dayanan sosyo-politik sistem

Ö

Ölüm korkusu: İnsan varlıklarının bu dünyadaki var oluşlarının son bulacağı gerçeği karşısında duydukları korku

Buna göre, projelerimizin son bulacağı, sahip olduğumuz değer ve zenginlikleri yitireceğimiz, ontolojik bir güvensizlik yaşayıp, mutlak bir belirsizlik içine gireceğimiz gerekçesiyle ölümden korkmanın rasyonel bir korku olduğunu savunan filozoflara karşı, İlkçağda Platon felsefe yapmanın ölmeyi öğrenmek, ölmeye hazırlık yapmak olduğunu söylemiştir Hellenistik dönem düşünürlerinden Lukretius ve Epiküros ise, maddeci dünya görüşüyle ölümden korkmanın anlamsızlığını ifade etmişlerdir Nitekim, bu filozoflar, ölümden sonra, hiçbir şey olduğumuz, veya ölüm varken biz, biz varken de ölüm olmadığı için, ölümde korkulacak bir şey olmadığım söylemişlerdir

Hellenistik dönemin diğer bir okulunu meydana getiren Stoacılık, ölüm korkusunun üstesinden ancak ve ancak ölümü sürek*li olarak düşünmek suretiyle gelinebileceğini öne sürmüştür Ölümü gereği gibi ve sürekli düşünmek ise, örneğin Senecaya göre, bizim doğanın ayrılmaz bir parçası olduğumuzu ve bize verilen rolü içtenlikle oynamamız gerektiğini anımsamakla eşdeğerdir

Ortaçağ düşüncesi, ölüm korkusunun üstesinden gelinebileceğini söyleyen Hellenistik dönem düşünürlerinin tersine, ölümün insanın işlediği günahın cezası olduğunu, insanın ölüm korkusundan yalnızca Tanrı’nın inayetiyle kurtulabileceğini söyler Modern felsefe ise, ölüm korkusu söz konusu olduğunda daha iyimser bir bakış ortaya çıkar Özgür insanın bilgeliğinin, ölüm üzerine değil de, yaşam üzerine düşünmekte tezahür ettiğini söyleyen ve ölüm korkusundan, ölüm düşüncesini zihinden atmak suretiyle kolayca kurtulunabileceğini savunan Spinoza gibi, Leonardo da Vinci de, tıpkı iyi geçirilmiş bir günü keyifli bir uykunun izlemesi gibi iyi yaşanmış bir hayatın ardından mutlu bir ölümün geldiğini söylerken, ölüm korkusunun sefalet ve mutsuzluğun eseri olduğunu iddia etmiştir Aydınlanma düşünürleri Bertrand Russell ve pragma*tistler tarafından da paylaşılan bu görüş, ölüm korkusunu ortadan kaldırmak için, insana mutluluk sağlayacak koşulların yaratılması gerektiğini ifade eder

Yüzyılımızda Epikürosçu görüşü yineleyen Wittgenstein’a göre de, ölüm, yaşamın bir parçası değil, fakat sınırıdır Ölüm sırasında yaşamak diye bir şey söz konusu olmadığı, ölüm hayat içinde yaşanan bir tecrübe olmadığı ve geri dönüp ölüme bakmaktan söz edilemeyeceği için, ona göre, ölüm korkusu rasyonel bir korku değildir Wittgenstein’in bu görüşünün karşısında ise, bireyin ölümünün saçma ya da anlamsız olduğunu dile getiren varoluşçu ya da Schopenhauercı görüş yer almaktadır Bunlardan Schopenhauer’a göre, ölüm korkusu karşısında yapılacak tek şey, bir iradesizlik veya mutlak bir kayıtsızlık haline ulaşmaktır Varoluşçulara göre ise, ölüm korkusu, ancak yaşama anlam katmaya, bu yönde bir çaba içinde olmaya yarar Dahası, Heidegger’e göre, ölüm gerçeğinin bilincinde olmak kişinin bireyselleşmesine, bireyselliğine anlam kalmasına yardımcı olur O, herkesin kendi başına ölmek durumunda olduğunu, kişinin ölümünün, bir başkası tarafından gerçekleştirilemeyecek yegane şey olduğunu söylerken, bu gerçeğe gözleri kapamanın bireyselliği inkar etmekle eşanlamlı olduğunu öne sürer

Ön yargı: Bir kişi bir görüş yada bir şey hakkında, belirli birtakım koşullara, olay, durum ve görüntülere dayanarak önceden edinilmiş ya da oluşturulmuş olumlu ya da olumsuz fikir

Kişinin genellikle çevresinden, içinde bulunduğu ortamdan edindiği, düşünceyi engelleyen öznel hüküm olarak önyargı incelenme gereği duyulmadan benimsenen ve kişinin zihnine çoğu kez aldığı formasyon, eğitim ve çevre tarafından yerleştirilen düşünce ve sanıyı, belli bir şey, kişi, olay, düşünce, vb, hakkında, yeterli bilgi ya da malumat sahibi olmadan oluşturulan tavrın ürünü olan, olumlu ya da olumsuz kanaatı ifade eder

Bu bağlamda, bir teze duygusal olarak bağlanmaktan, öncülleri, nesnel bir biçimde değil de, önyargılı olarak değerlendirmekten oluşan formel olmayan yanlışa önyargı yanlışı adı verilir

Ötenazi: Bir kişinin yaşamı belirli koşullar altında ağır ya da ölümcül bir hastalığın ya da rahatsızlığın sonucu olarak, tüm değerini yitirdiği, yaşanır olmaktan çıktığı, yaşamak kişi için ağır bir yük olup, dayanılmaz acılar verdiği zaman, acı çeken hastanın, ya kendisi ya da hekimler tarafından, acı vermeden öldürülebileceğini söyleyen öğreti ya da teori

Yunanca “iyi ölüm” anlamına gelen terim, günümüzde, ağır ve ölümcül bir hastalığa yakalanmış bir kimsenin dayanılmaz, tahammül edilemez bulduğu bir durumdan kaçış ya da kurtuluş yolu olarak ‘kolay ölüm’, ‘acı çekmeden ölüm’ anlamıyla sınırlanmıştır Günümüzde ötenazinin yasallaşması için çalışanlar, ötenazinin temel insan haklarının ayrılmaz bir parçası olduğunu savunmakla birlikte, ötenazinin iradi olması, yani hastanın seçiminin sonucu olması gerektiğinde ısrar etmektedirler

Öz: Bir şeyi her ne ise o yapan, kendisi olmadan, o şeyin var olamayacağı şey, bir şeyi, başka bir şey değil de, her ne ise o şey yapan şey Bu çerçeve içinde, öz, bir varlık, nesne ya da şeyini a) özsel ve zorunlu, tanımlayıcı özelliğini, b) Bir şeyin temel, ilk ve nihai gücünü ya da c) bir şeyin zorunlu iç bağıntısını ya da fonksiyonunu tanımlar

Özerklik: Politik anlamda bağımsızlık; kendi kendini yönetme; öz yönetim

Özgür düşünce: Dini inançlardan batıl itikatlardan bağımsız olan ve otorite ya da otoritelere güvenmeyip, yalnızca bireysel araştırmanın sonucu olan düşünce türü; dini ilkelerden bağımsız olup, dinin dogmalarıyla sınırlanmayan, mantık kuralları, bilimsel metodoloji ve epistemolojiye uygun olarak gelişirken, ilerlemesi için hiçbir sınır tanımayan bilim ve felsefe

Özgürleşme etiği: Marx ve ardılları tarafından benimsenen önce insanın kapitalist toplum düzeninde maruz kaldığı yabancılaşmadan kurtarılmasını, sonra da kendisini tam bir özgürlük içinde gerçekleştirmesini nihai hedef yapan etik anlayışı

Aristoteles, Kant, Stuart Mill gibi düşünürlerin ele aldıkları geleneksel ahlâk problemleriyle, bu türden bireysel problemlerin insanların içinde yaşadıkları sosyal sistemin yarattığı problemlerin bir sonucu oldukları ve bu problemler karşısında ikincil sayılabilecek bir konumda bulundukları gerekçesiyle, pek uğraşmamış; ahlâki problemlere ancak toplumsal sistemlerin doğası ve niteliğiyle ilgili açık seçik bir kavrayışa ulaşılması durumunda bir çözüm getirilebileceğini öne sürmüş olduğu için, kendisinde sistematik ve bağımsız bir etik teorisinden söz etmenin pek kolay olmadığı Marx’ın, yine de kendini gerçekleştirme veya belirleme ya da özgürlüğü en yüksek değer olarak konumlamış olan bir etik teoriye sahip olduğu söylenebilir Nitekim, o felsefesi ve toplum teorisinde, hiç durmadan modern kapitalist toplumda özüne yabancılaşmış olan insanın bu en yüksek iyiye nasıl ulaşabileceğini araştırmıştır

Bununla birlikte, söz konusu teorinin mahiyetini daha iyi anlayabilmek için, Marx’ın, Hegelci özgürlük konsepsiyonunun oluşturduğu gelenek içinde yer alan özgürlük anlayışının diğer özgürlük görüşlerinden, özellikle de liberal özgürlük anlayışından farklı olduğunu görmek büyük önem taşır Gerçekten de, özgürlük ya da kendini gerçekleştirme birçok etik teoride, örneğin Aristoteles’in kendini gerçekleştirme etiğinde, Spinoza’nın determinist etik anlayışında, Kant’ın ödev etiğinde, yararcı etikte, ama özellikle de egzistansiyalist etikte en temel değer olarak başat bir konum işgal eder Bunlardan Anistoteles, Spinoza ve Kant’ın etiğiyle varoluşçu etik, temelde insanın kendisine ve dünyaya karşı olan tavrıyla ilgili metafizik teorilerdir Dahası, sözünü ettiğimiz etik anlayışlardan varoluşçu etik dışında kalan teoriler, entellektüalist ya da rasyonalist anlayışlar olup, özgürlüğü bilgiye bağlar, özgürlüğün insanın akıl boyutunun doğal yanını kontrol altında tutmasının sonucu olduğunu öne sürerler

Oysa, yararcı etiğin cisimleştirdiği liberal özgürlük anlayışıyla Marx’ın özgürleşme etiği sadece felsefi değil, aynı zamanda siyasi teorilerdir Nitekim, Stuart Mill’in formüle ettiği liberal özgürlük anlayışına göre, özgür olmak, başkalarına zarar vermediği sürece, kişinin baskı altında ya da zor olmaksızın, bağımsız olarak istediği gibi davranabilmesini ya da yaşayabilmesini gerektirir

Nitekim, Mill’e göre, özgürlük “zevklerde ve meşgalelerde serbestlik; hayatımızın planını kendi karakterimize uyar şekilde dü*zenlemek; hemcinslerimizin fikrince bizim karakterimiz ters veya yanlış bile olsa, yaptığımız şey kendilerine zarar vermediği müddetçe, onlar tarafından bir engellemeye uğramaksızın ve işin muhtemel akıbetlerine katlanmamız şartıyla beğendiğimiz tarzda davranmak” anlamına gelir

Hobbes ve Hume’dan başlayıp, Bentham ve Mill tarafından savunulan ve günümüzde Batı dünyasında, ama özellikle de Anglo Sakson dünyada hakim olan liberal anlayışın tipik özelliği olan söz konusu özgürlük anlayışı, oldukça dar, bireyci ve olumsuz bir özgürlük konsepsiyonudur Bireycidir, çünkü bireylerin başkaları, toplum ya da devlet tarafından zora tabi tutulmadıkları veya engellenmedikleri ölçüde özgür olduklarını öne sürer Olumsuzdur, çünkü özgürlüğü bireylerin içinde yaşadıkları toplum tarafından engellenmemeleriyle, muayyen bir şeyi yapmaya ya da belirli biri olmaya mecbur bırakılmamayla ölçer Hepsinden önemlisi, liberal gelenek içinde özgürlüğü engelleyen kısıtlamalar salt harici ve bireysel bir düzlemde; bu kısıtlamaların sınırladığı ya da engellediği şeyler, önemlerine ve değerlerine hiç bakılmaksızın, sadece ihtiyaçlar ya da tercihler olarak; özgür fail veya bireyler de, yalın bir tarzda bu tür ihtiyaç ve tercihlerini merkezi olarak değerlendirilir Bu anlayış, özgürleşme etiğinin veya Marx’ın özgürlük anlayışı açısından, eylemlerin ve toplumsal ilişkilerin anlamı ya da karşılanması gereken ihtiyaçların önemi üzerinde durmak yerine, sadece yararın toplamıyla, elde edilen hazzın miktarıyla ilgilendiği için eleştirilir O, yine kendi “iyi” anlayışını seçmekte, kendi çıkar ve ihtiyaçlarını belirlemede serbest bırakılmış bireylerin hayat planları ya da iyi arılayışları konusunda tarafsız bir konumda bulunan toplumsal ve politik düzenlemelerin yanında olduğu için mahkum edilir

Zira liberal gelenekte özgürlüğün gerçekleştiği yer olarak görülen modern kapitalist toplum, özgürleşme etiği açısından insanların özgürleşmelerine, insanların sadece toplumsal zorlama ya da engellemenin olmaması değil, fakat aynı zamanda kişinin başka insanlarla rasyonel ve ahenkli ilişkiler içinde kendini gerçekleştirmesini sağlayan bir yaşam sürmesine engel olan güç olarak değerlendirilir Modern kapitalist düzenin, bireylerin iyi anlayışları karşısında tarafsız kalmak bir yana onun istek ve eğilimlerini belirlediği düşünülür Farklı çıkarlar ve tercihler arasında, onların özgürlükle olan ilgilerine bakarak bir ayırım yapan Marksist özgürlük konsepsiyonu, failin kendi yolunu çizebilen, kendini ancak başkalarıyla bir topluluk halinde ve karşılıklı ilişkiler içinde gerçekleştirebilmeyi başarabilen bir varlık olduğu görüşüne sıkı sıkıya bağlıdır

Özgürlük: Kişinin kendisini belirlemesi, denetlemesi, yönlendirmesi ve düzenlemesi durumu Bireyin kendisini, dış baskı, etki ya da zorlamalardan bağımsız olarak, kendi arzu edilir ideallerine, motiflerine ve isteklerine göre yönlendirmesi Kişinin, başkalarının buyruk ve isteklerine göre değil de, kendi isteklerine göre davranabilmesi gücü

Özgürlükçülük: Zorunlulukçuluğun karşısında yer alan ve insanın iradesine mutlak bir özgürlük tanıyan, bilinçli insan ey*leminin basit nedensel terimlerle açıklanamayacağını öne süren öğreti İradenin, kişinin içinde bulunduğu psikolojik ve fizyolojik koşullar tarafından belirlenmediğini, insanın karakteriyle, onu eyleme yönelten güdüler ve insanın içinde bulunduğu koşullar arasında zorunlu bir ilişki bulunmadığını, insan iradesinin çeşitli eylem alternatifleri karşısında seçme şansına sahip bulunduğunu, dış baskı koşullar ve zorlamalardan bağımsız olup, kendi kendisini belirlediğini öne süren anlayış

2- Liberalizmin ilkelerini en uç noktaya taşıyan devlet karşıtı siyasi-iktisadi öğreti Kökleri, bireyin yaşam, özgürlük ve mülkiyet haklarının önemi ve önceliği üzerinde büyük bir güçle duran İngiliz filozofu John Locke’a kadar geri giden, ve devletin etki ve eylemine sınır getirirken, ihtiyaçların en iyi pazar mekanizmalarıyla karşılandığını ve çatışmaların en iyi pazarda çözümlendiğini öne süren aşırı liberal görüş Görüş günümüzde R Nozick ve F A Hayek gibi filozoflar tarafından savunulmaktadır

Öznel: Genel olarak, ben ve ben olmayan ayırımıyla birlikte, özne-nesne ikiliğinin bir sonucu olarak, öznenin dışındaki şeyler ve durumlarla değil de, özneyle ilgili olan şey, öznenin kendisine, kendi zihin hallerine ilişkin dolayımsız deneyimi için kullanılan sıfat

P

Panaptikon: İngiliz yararcı filozofu Jeremy Bentham tarafından tasarlanmış olan ünlü modern hapishane projesi

Kendi çağının İngiltere’sinde, varolan kurumlarda bir reform yapmaya kalkışan Bentham’ın örnek hapishanesi, bir daire şek*linde, hapishane müdürünün merkeze yerleşip her mahkumu gözlemek ve yönetmek imkanına sahip bulunduğu bir yapıdır Panaptikonun, Jeremy Bentham’ın modernist ve yararcı bakış açısından, mahkumların fiziki koşullarını geliştirmek açısından olduğu kadar, maruz kaldıkları muameleyi iyileştirmek bakımından da devrimci bir proje olmasına karşın o Michel Foucault’nun postmodernist bakış açısından modern disipliner iktidarın ‘mimari bir eğretilemesini ifade eder Başka bir deyişle, eserlerinde zaman zaman modern dönemde, öznenin disipliner pratiklerle, nesneleştirici disiplinlerin bir nesnesi olarak kuruluşu sürecini analiz eden Foucaultara göre, panaptikon, uyruklarda, iktidarın otomatik olarak işlemesini sağlayan, onlarda sürekli bir izlenebilirlik hali yaratan, sadece ve sadece bireylerin verimlilik artışıyla ilgilenen okul, hastahane, fabrika, kışla benzeri kurumların mükemmel bir temsilidir Modern olan bu kurumlar, daha aydınlanmış, ileri ve rasyonel bir çağın insani ürünlerinden ziyade, yayılan bir iktidarın etkin ve bireyi tedirgin eden araçlarıdır

Panteizm: Geniş bir çerçeve içinde ele alındığında, Tanrının dünya ile olan olumlu ve organik ilişkisi bakımından deizmi aşan ve Tanrı’nın dünyaya aşkın değil de, içkin olduğunu öne süren Tanrı anlayışı ya da görüşü

Panteizm, Tanrı’nın dünyayla ve insanla mekanik ve dışsal bir ilişki içinde olduğunu öne süren deizme dönüşme eğilimi gösterdiğine inandığı teizme karşı felsefi ve dini bir tepki olarak gelişmiştir Buna göre, teizm sonsuzla sonlu olan arasındaki ilişkiyi dışsal ve arızi bir ilişkiye dönüştürdüğü, sonluyu bağımsız, sonsuzu ise sınırlı hale getirdiği, ve insan ruhuyla Tanrı arasında gerçek, derin ve içten bir ilişki ve temasa yer bırakmadığı için, panteizm, sonluyla sonsuz arasında yakın ve özsel bir temas kurmak ve insanı Tanrı’ya yakınlaştırmak amacıyla, varolan her şeyin bir birlik meydana getirdiğini ve her şeyi kapsayan bu birliğin tanrısal bir yapıda olduğunu iddia eder Başka bir deyişle, panteizm, Tanrı’yla evrenin bir ve aynı olduğunu öne sürer, sonlu ve sınırlı dünyanın ezeli-ebedi, sınırsız ve mutlak Varlık’ın bir parçası, görünüşü ya da te*zahürü olduğunu savunur

Panteizmi eleştirenler, söz konusu Tanrı anlayışının aşkınlık fikrini reddetmek suretiyle, ateizme yardımcı olduğunu söylemişlerdir Yine, panteizm ‘Tanrı, her şeydedir’ demek suretiyle, varlık dereceleri arasındaki ayırımı ortadan kaldırdığı, örneğin taşla insanı bir tuttuğu gerekçesiyle eleştirilmiştir Panteizmin, ayrıca sonlu olanla sonsuz arasındaki bağlantıyı sağlam bir temele oturtamadığı ve belli bir birliğe ulaşmada başarılı olamadığı söylenmiştir

Ve nihayet, panteizmin kötülük problemini de daha karmaşık hale getirdiği ifade edilmiştir Buna göre, panteizm ya kötülüğü kökten yadsımakta, ya da kötü ile iyinin farkını en aza indirgemektedir Bundan dolayı da, onun günahı, ahlâki sorumluluğu ve kötülükle mücadelenin gereğini açıklayamadığı söylenmiştir

Paradigma: Genel olarak, ideal bir durum ya da örnek bir şeye bakış tarzı; yargılama ölçütü sağlayan her türlü ideal tip yada model

Paradoks: Genel inançlara aykırı düşen önerme; sezgisel olarak kabul edilmiş olan öncüllerden yola çıkarak bu öncüllerden tümdengelimsel akılyürütme ile, ya bir çelişki, yani doğru olamayan ya da temel inançlara aykırı olan bir sonuç çıkarma durumu Kabul edilmiş görüşlere ya da sağduyu olarak tanımlanan genel inançlar bütününe karşıt olsa, aykırı düşse de, doğru olabilen bir tümce

İlk bakışta saçma, hatta kendi kendisiyle çelişik gibi görünmekle birlikte, doğru olan ya da olabilen bir görüş ya da tez olarak paradoks, doğru kabul edildiği zaman yanlış, yanlış diye görüldüğü zaman ise, doğru olduğu ortaya çıkan tümce ya da önermeyi tanımlar Buna göre, paradoks, kabul edilebilir gibi görünen, fakat kabul edilemez ya da çelişik sonuçları olan tümce ya da önermeyi, doğru kabul edilen öncüllerden rasyonel yöntemlere, mantıksal kurallara uygun olarak bir çelişki çıkartan akılyürütmeyi gösterir

Pasifizm: Hangi amaçla olursa olsun savaşın her türüne karşı çıkan, savaşların emperyalist ulusların ekonomik çıkarlarına hizmet ettiği şeklindeki sosyalist düşüncenin de etkisiyle, savaşın meşruluğu düşüncesine karşı tavır alan, savaşın yol açtığı kırım ve vahşetini insani değerlere aykırı olduğunu savunan anlayış

Barışı ve barışçılığı savunan, bireysel ve toplumsal amaçlara ulaşmak için kişisel şiddet kullanımına, militarizme karşı çıkan; savaşın anlaşmazlıkları ortadan kaldırmanın bir yolu olarak görülmesini kabul etmeyen; bireyler arasındaki işbirliği ve yardımlaşmayı güçlendirmeyi amaçlayan, fakat bu tür ilişkilere zarar veren rekabet ve yarışmacılığı hoş karşılamayan; uluslararası problemleri, siyasi anlaşmazlıkları gidermenin tek yolunun diploması, uzlaşma ve herkeste varolan insanlığa müracaat etmek olduğunu savunan tavır

Peygamber: Bir dinde Tanrı’nın mesajlarını ve buyruklarını insanlara ileten elçi

İslam inancı açısından, peygamberlerle diğer insanlar arasında maddi yaşayış bakımından bir ayrılık, insan olmak bakımından bir farklılık yoktur Peygamberi diğer insanlardan ayıran şey, masum olmak ve günah işlememek, güvenilir olmak, doğru sözlü ve anlayışlı olmak ve mesajları iletmek gibi özelliklere sahip olmak bakımından Tanrı tarafından seçilmiş olma durumu ve vahiydir

Piaget, Jean: 1896-1980 yılları arasında yaşamış olan İsviçreli ünlü psikolog Temel eserleri: Le Langage et la Pensee chez l’Enfant [Çocukta Dil ve Düşünce], La Representation du Monde chez l’Enfant [Çocukta Dünya Tasarımı], Introduction à l’Epistemologie genetique [Genetik Epistemolojiye Giriş] ve La Naissance de l’Intelligence [Zekânın Doğuşu]

Genetik epistemoloji ve bilişsel gelişim alanında çığır açıcı çalışmalar yapmış olan Piaget çocukta düşünce ve dil gelişiminin bir süreklilik içinde değil de, evrelerden geçerek oluştuğunu ve birey çevre ilişkilerinde etkin bir şekilde yapılandığını ortaya koymuştur Dış dünyadan yalnızca izlenimler almakla kalmayıp zekasını etkin bir tarzda yapılandıran çocukta bilişsel yapı, Piaget’ye göre, dört evrede gerçekleşir: 1- İlk onsekiz aylık duyu devimsel dönem 2- 18 aydan 6 yaşına kadar olan önişlemsel dönem 3- 7 ve 12 yaş arasındaki somut işlemler dönemi ve nihayet 4- Formel işlemler dönemi

Piaget ayrıca, çocuk zihniyetinin yetişkinin zihniyetiyle hiçbir ilişkisi olmadığını öne sürmüştür Çocuğun mantığı kendine özgü olduğu gibi, ona göre, düşüncesi de benmerkezlidir O kendisi için gelişir, kendi tarzında eğlenir; aklın kavramsal bilgileriyle ilgisi yoktur, çelişki bilmez Çocuk ancak başkalarının düşüncesiyle temasa, geçtiği zaman mantıklı olmaya başlar

Platon: MÖ 427-347 yılları arasında yaşamış olan ve düşünce tarihinin tanıdığı ilk ve en büyük sistemin kurucusu olan ünlü Yunan filozofu

Temeller Sisteminde, Sofistlerin Yunan toplumu üzerindeki olumsuz etkileriyle savaşmaya çalışmış olan Platon, işe öncelikle bilgi konusuyla başlamış ve mutlak ve kesin bir bilginin var olduğu konusunda tümüyle dogmatist bir tavır sergilemiştir Ona göre, değişen hiçbir şekilde bilinemeyeceği için, insan zihninden bağımsız olan, değişmez bir varlık olmalıdır Mutlak ve kesin bir bilgiye erişmek ve bu bilgiyi başkalarına aktarmak durumundaysak eğer, Platon’a göre, dünyada sabit, kalıcı ve değişmez olan birtakım varlıklar olmalıdır O bu değişmez, sabit ve kalıcı varlıklara İdealar adını verir Öyleyse, Platon’a göre, bilgi tikel olanın ve değişenin beş duyu yoluyla kazanılmış empirik bilgisi değil de, değişmez ye tümel olanın akıl yo*luyla kazanılan ezeli-ebedi bilgisidir

Metafiziği: İdealar yalnızca bilginin nesneleri olmakla kalmazlar onlar aynı zamanda gerçekliği oluşturan varlık kategorisini meydana getiren temel varlıklardır Başka bir deyişle, Platon, (Gerçekliğin ne olduğu), ‘Neyin gerçekten var olduğu’ şeklindeki temel metafiziksel soruya, gerçekliğin madde ya da dış dünyada değil de, dış dünyadaki şeylerin İdealarında olduğu yanıtını vermiştir Bizim algıladığımız duyusal şeyler sürekli olarak değişmektedir

Ona göre, duyusal nesneler, değişmeden mutlak olarak bağışık olan bir gerçekliğin varoluşunu zorunlu kılacak şekilde, sürekli bir değişmeye maruz kalırlar Duyusal nesneler varlığa geliş ve yok oluş, büyüme ve çürümeden başka, yer değiştirir, niteliksel ve niceliksel değişmeye uğrarlar Bundan dolayı duyusal nesnelere yüklenebilecek tüm nitelikler, yükleme faaliyeti sırasında, algısal yargı ya da önermenin zamansal bir niceleyici ya da belirlemeyle tamamlanmasını gerektirir Buna göre, aynı şey farklı zamanlarda farklı özelliklere sahip olur O belirli koşullar altında büyük, başkaca durumlarda küçük görünür Birine göre büyük, bir başkasına göre ise küçüktür Belli bir zamanda mat ve karanlık, buna karşın başka bir zamanda parlak ve aydınlık görünür

Demek ki, bireysel nesnelerden oluşan ve bizim duyularımızla algıladığımız duyusal dünyayı incelediğimizde, onda mutlak, kalıcı, durağan ve tutarlı hiçbir yön bulunmadığını, ondaki her şeyin değişken ve göreli olduğunu görüyoruz Platon’a göre, böyle bir dünya gerçek değildir, gerçekten var olamaz; o duyusal dünyanın yalnızca görünüşlerden meydana gelen bir dünya olduğunu savunur Bu duyusal dünya şu masa, şu heykel, şu kitap gibi ‘şu’ diyerek gösterdiğimiz bireysel nesnelerden meydana gelmektedir Bu dünyadaki nesneler, değişen, kendilerinde karşıt yüklemleri barındıracak şekilde eksikli, göreli, bağımlı ve bileşik olan şeylerdir Beş duyu yoluyla algılanan bu bireysel nesneler Platona göre, gerçekten var değildir Onlar değişmeyen, mutlak ve kalıcı bir gerçekliğin yalnızca görünüşleridirler Bu bireysel nesneler aynı anda hem gerçeklikten ve hem de yokluktan pay alırlar; bundan dolayıdır ki, Platon’a göre, onlar hem var ve hem de yokturlar ya da bugün var yarın yokturlar Otlar varlığa gelir, çeşitli değişmelere maruz kalır ve ölüp giderler Platona göre, gerçekten varolan şeyler İdealardır ve İdealar duyusal dünyada söz konusu olan göreli durağanlığın ve anlaşılırlığın temel nedendirler İdealar duyusal dünyada hüküm süren değişmelerden etkilenmediği için, onların içinde yaşadığımız görünüşler dünyasından ayrı ve bağımsız bir varoluşa sahip olmaları gerekir

Bizim kendilerini duyu-deneyi yoluyla değil de, düşünce ve akıl yoluyla bildiğimiz bu İdealar, kendilerine ait ayrı bir dünyada varolurlar Platona göre, İdealar sahip oldukları özellikleri hepsinin üstünde ve ötesinde bulunan İyi İdeasından alırlar Dev*lete yer alan ünlü Güneş Benzetmesinde, o duyusal dünya ile akılla anlaşılabilir dünya, dolayısıyla da Güneşle İyi İdeası arasında bir analoji yapar ve mecazi bir anlatım içinde, İyi İdeasını Güneşe benzetir Buna göre, nasıl ki duyusal dünyada güneş ışığıyla gözle görülen nesneleri aydınlatıyorsa, aynı şekilde İyi İdeası da akılla anlaşılabilir dünyada İdeaları doğrulukla aydınlatır, başka bir deyişle, İdealara anlaşılabilirlik kazandırır İyi İdeası, bundan başka akılla anlaşılabilir nesnelerin varlık ve gerçekliklerinden sorumludur

İyi İdeası gerçek varlığın ötesindedir Platon’a göre, insan uzun yıllar matematiksel bilimlerle ve diyalektikle uğraştıktan sonra, varlığın ve gerçekliğin kaynağı olan İyi İdeasını mistik bir tecrübeyle, özel bir sezgiyle tanır Çünkü İyi İdeası varlığın ötesinde olduktan başka, insanın kavrayış gücünün sınırlarının da ötesindedir İyi İdeasının kendisi tanımlanamaz, söze dökülemez ve açıklanamaz, fakat başka her şeyi açıklar İnsan bu tür bir mistik tecrübeyi yaşadıktan sonra, İdeaların İyi İdeasından pay almak suretiyle varlığa geldiklerini ve oldukları gibi olduklarını anlar Şu halde, Platonun metafiziğinde İdealar varlıklarını, ya da sahip oldukları temel özellikleri İyi İdeasına borçludurlar

Aynı ilişki İdealardan meydana gelen gerçek ve akılla anlaşılabilir dünya ile içinde yaşadığımız duyusal dünya arasında var*dır İçinde yaşadığımız duyusal dünyadaki şeyler her bakımdan değişseler bile, bu dünyanın yine belli ölçüler içinde gerçek ve kalıcı olan yönleri vardır Her bakımdan değişmeye uğrayan bu dünyada, en azından birtakım matematiksel özellikler değişmeden aynı kalır Örneğin, bir masa şekli zamanın akışı içinde değişse de, onun sergilediği ‘dikdörtgen’ olma temel özelliği değişmeden aynı kalır Yine, bir kutunun şekli zaman içinde değişir, bununla birlikte onun sergilediği ‘kare’ ya da ‘küp’ olma özelliği değişmeden aynı kalır İşte duyusal dünyadaki şeyler, Platon’a göre, İdealardan pay aldıkları ya da İdeaları taklit ettikleri için varolurlar ve duyusal dünyadaki gerçek ya da kalıcı ve değişmez yönler, bu pay alma ilişkisi sayesinde söz konusu olur

Platon, İdealardan meydana gelen akılla anlaşılabilir dünya ile duyusal dünya arasındaki bu ilişkiyi Parmenides adlı diyalo*guyla Timaeos adli diyalogunda açıklamaya çalışır Buna göre, pay alma, İdeadan bir parçaya sahip olma anlamına gelmez Bir İdea, bu dünyadaki duyusal şeylerden her biri ondan bir parçaya sahip olacak şekilde, parçaları olan bir şey değildir Bir İdea bölünemez bir varlıktır Yine, duyusal şeyler İdealardan bu şekilde pay alıyor olsaydılar, İdealar aktüel dünyada şeylerin parçaları olarak varolacak ve dolayısıyla bu dünyaya içkin olan varlıklar haline geleceklerdi Oysa, onlar bu dünyaya aşkın olup, ayrı bir İdealar dünyasında varolurlar Şu halde, duyusal nesneler İdeaları, gerçekte İdeaların kendileri olmaksızın, İdealardan bir parçaya sahip olmadan örneklerler

Bununla birlikte, İdealarla duyusal nesneler tümüyle farklılık gösteren iki ayrı kategoriden varlıklar oldukları için ikisi ara*sındaki ilişki ancak, pay alma ilişkisi gibi gerçek niteliği hiçbir zaman tam olarak anlaşılamayan mecazlı terimlerle ifade edilebilir Çünkü İdealar ezeli-ebedi olan, yani yaratılmamış ve yok edilemez olan, zamanın ve mekanın dışındaki değişmez kavramsal varlıklardır Oysa bu dünyadaki duyusal nesneler zaman ve mekanın içinde olup, değişmeye uğrayan varlıklardır İdealar değişmez olduklarına göre, herhangi bir şey yapamaz ve dolayısıyla duyusal dünyadaki değişmeyi başlatamaz ya da bu değişmeye neden olamazlar Bundan dolayı, Platon’un metafiziğinde, akılla anlaşılabilir dünya ile duyusal dünya arasındaki ilişkiyi sağlayacak, içinde yaşadığımız dünyaya İdealar dünyasının belirli yönlerini aktaracak aktif bir güce ihtiyaç duyulur Çünkü duyusal dünyadaki nesnelerle İdealar tümüyle ayrı kategoriden varlıklar oldukları için, birbirleriyle kendi başlarına ilişki kuramazlar

Platon’un metafiziğinde işte duyusal dünyaya İdealar dünyasının belirli yönlerini aktaran bu aktif dış güç, İdeaların, saf formun değişmez dünyasıyla maddenin bütünüyle belirsiz olan dünyası arasındaki sınır çizgide bulunan Demiurgos’tur Ona göre, maddenin kendisi tümüyle belirsiz olup, şekilden, formdan yoksundur Zaten belirli olsa ve bir şekli bulunsa, bu, İdeanın onda zaten bulunduğu anlamına gelecektir Madde tanımlanamaz Bununla birlikte, tümüyle düzensiz olan madde form kazanmaya, şekil almaya uygun bir yapıdadır İşte, hem akılla anlaşılabilir dünyanın ve maddi dünyanın dışında olan bir Tanrı olarak Demiurgos, maddeye İdealar dünyasının özelliklerini, akılla anlaşılabilir dünyanın formlarını yüklemek suretiyle, düzenden yoksun, belirsiz maddeye düzen ve form kazandırır Demiurgosun bu faaliyeti, sonuçta duyusal dünyada İdeaların gölgelerinin ortaya çıkışına yol açar

Kare, üçgen, ağırlık, beyazlık, vb, İdeaların maddi dünyada ortaya çıkan görüntüleridir, soluk kopyalarıdır ve onlar maddi dünyaya sahip olduğu düzen ve belirliliği kazandıran temel öğelerdir Şu halde, maddi dünya sahip olduğu düzen ve belirliliği her şeyden önce İdealar dünyasına ve İdealar dünyasının yapısını ve formlarını maddeye aktaran Demiurgos’un faaliyetine borçludur Biz duyusal dünyada çeşitli zaman ve yerlerde var olan şeyleri, Demiurgos formları maddeye yerleştirdiği için saptıyor ve tanımlayabiliyoruz

Bununla birlikte, maddi dünya kendisine aktarılan formları koruyabilmek bakımından yetersiz olup, mutlak bir değişme içindedir Maddi dünya formları yalnızca belirli zaman dilimleri içinde koruyabilir O sürekli bir akış hali içinde bulunduğuna göre, formları alır ve daha sonra yitirir Şu halde, maddi dünyanın gerçek İdealar dünyasının ezeli-ebedi yönlerini Demiurgos’un faaliyeti sayesinde kazandığı ve bu yönleri sonsuz bir hareketler dizisi ve dolayısıyla değişme süreci içinde kaybettiği dikkate alındığında, o ezeli-ebedi bir gerçekliğin zaman içinde hareket eden ve değişen gölgesi ya da kopyası olarak görülmek durumundadır Öyleyse, gerçekten var olan değişmez İdealar dünyasıdır

Demek ki, Platon gerçek varlığı aynı şekilde tanımlamış olan ve bu varlığın akıl yoluyla bilinebileceğini söyleyerek, duyuların bize gösterdiği bireysel nesnelerden oluşan duyusal dünyanın hiçbir şekilde var olmadığını, bu dünyanın bir yanılsamadan başka bir şey olmadığını öne süren Parmenides’in tersine, bir yandan gerçekten var olanın değişmez, ezeli-ebedi olan ve akıl yoluyla bilinebilen İdealar dünyası olduğunu kabul ederken, bir yandan da içinde yaşadığımız duyusal dünyanın belli şekiller içinde var olduğunu söylemekte ve görünüşleri İdealar aracılığıyla açıklamakta ve temellendirmektedir Platon’un bu metafiziği, ‘Neyin gerçekten var olduğu’ sorusunu yanıtladıktan başka, insanın içinde yaşadığımız bu dünyadaki yeri ve gerçekten var olan İdealar dünyasıyla olan ilişkisi konusuna da bir açıklık getirir

İnsan felsefesi: Platonun iki dünyalı metafiziği, insanda her biri dikkatini söz konusu bu dünyalardan birine yöneltmiş olan iki temel bileşenin bulunduğunu ortaya koyar İnsanın duyusal dünyaya yönelmiş, duyusal dünyaya ait olan parçası bedenidir; yine aynı benzerin benzerini bilebileceği, ancak aynı cinsten olanlar arasında bir ilişki bulunabileceği ilkesine göre, insanın bir de gerçek varlığın dünyasına yönelmiş olup, bu bağlamda İdealar dünyasının bir parçası olan ruhu vardır İnsan ruhu, Platon’a göre, insandaki maddi olmayan, ölümsüz parçadır

Bunlardan beden söz konusu olduğunda, insan duyulan aracılığıyla duyusal dünyayla ilgili olarak güvenilmez malumatlar elde etmeye çalışır, maddenin peşinden koşarak birtakım fiziki arzuları gerçekleştirmek ve tatmin sağlamak ister Buna karşın, ruhu ait olduğu dünyaya yönelmek, ezeli-ebedi gerçeklikleri temaşa etmek arzusu içindedir Öyleyse, ruha düşen kendisini duyusal dünyanın sınırlamalarından, bedeninin ve duyusal dünyanın oluşturduğu hapishaneden kurtarmak ve gerçek dünyayı temaşa etmek amacını gerçekleştirmeye çalışmaktır Bu ise, insanın her ne kadar maddi koşullar içinde yaşayan, birtakım fiziksel ihtiyaçları olan bir varlık olsa da, bu maddi koşullara bağımlı olamayacağı, yalnızca fiziksel ihtiyaçları tarafından belirlenemeyeceği anlamına gelir

Alıntı Yaparak Cevapla

Felsefe Sözlüğü

Eski 07-22-2012   #21
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Felsefe Sözlüğü



Plekhanov, George Valentinovich: 1856-1918 yılları arasında yaşamış olan Rus sosyal demokrat düşünür

Marksizmin Rusya’ya girişinde oldukça etkili olmuş olan Plekhanov’a göre, madde görünüşten ibarettir O hukuk, adalet, siyaset ve hukuğun belli bir dönemin üretim ilişki ve yöntemlerinin gelişmesine bağlı olduğunu söylemiştir Bireylerin, devletlerin, ulusların ve nihayet tüm insanlığın kuruluşu ve gelişiminin iktisadi koşullara bağlı olduğunu iddia eden Plekhanov, Bernstein’ın revizyonizmine, Leninin bolşevizmine şiddetle karşı çıkmıştır

O, bununla birlikte, kültür analizinde kaba bir materyalizmden uzak durmaya özen göstermiştir

Popper, Karl Raimund: Bilim ve siyaset felsefesiyle uğraşmış olan, 20 yüzyılın en önemli düşünürlerinden biri

Temel eserleri: The Logic ot Scientific Discovery [Bilimsel Keşfin Mantığı], Conjectures and Refutations [Sınama ve Yanılmalar], Objective Knowledge [Nesnel Bilgi], The Poverty of Historicism [Tarihçiliğin Sefaleti] ve The Open Society and its Enemies [Açık Toplum ve Düşmanları]
Bilim Felsefesi: Popper’ın felsefeye yaptığı ilk büyük ve önemli katkı, bilime bir sınır çekme problemine getirdiği yeni çözümden oluşur Onun zamanına dek kabul edilmiş olan görüşe göre, bilim tümevarım yöntemiyle seçkinleşir, yani bilim sonuçlarına, mantıksal analiz yerine, gözlem ve deney yöntemiyle ulaşır Buradaki büyük güçlük ise, şudur: Ne kadar çok ve uzun süreli gözlem yapılmış olursa olsun, eldeki veriler sınırlanmamış bir genellemenin, tümel bir önermenin doğruluğunu saptamak için hiçbir zaman yeterli olmayacaktır Örneğin, ‘Tüm kargalar siyahtır’ şeklindeki sınırlanmamış bir genellemenin doğruluğu, bu dünyada şimdi varolan ve gelecekte varolacak olan tüm kargaları hiçbir zaman gözlemleyemeyeceğimiz için, kanıtlanamaz Bu ise, bizi şu endişe verici, kaçınılmaz sonuca götürün: Bilim, yalnızca doğanın düzenliliğine duyduğumuz inançla varolabilir ki, bunu da tanımlamak ve kanıtlamak, görünüşte imkansızdır

Popper, işte bu durumun bir sonucu olarak, sınırlanmamış genellemelerin, deneyime dayanan tümel önermelerin doğrulana*mayacaklarını savunur, ancak bir yandan da bunların yanlışlanabileceklerine işaret eder ‘Tüm kargalar siyahtır’ genellemesi hiçbir zaman doğrulanamasa bile, beyaz tek bir karga, onu yanlışlamaya yeter Popper’a göre bilimde belirleyici olan yanlışlamadır

O, bilimin, belirli özel koşullar altında gözlemlenen ya da gözlemlenecek olan açısından, her zaman tehlike içinde olduğunu savunur Bilimsel teoriler, Popper’a göre, gözlemler beklentilerle uyuşmadığı takdirde, terk edilmeye ya da değiştirilmeye mahkumdur Buradan, hiçbir bilimsel teorinin, ne kadar çok test ve sınamadan başarıyla geçmiş olursa olsun, asla kesin sonuçlu olarak doğrulanamayacağı sonucu çıkar Bu sonuç, Popper’a göre, bilim tarihi tarafından da doğrulanmaktadır: Newton fiziği gibi, doğruluğu test edilmiş ve geniş bir biçimde kabul görmüş olan bir teori bile, revizyondan kurtulamamıştır Bilim, hiç kuşku yok ki, teorilerini geliştirebilir, onları tüm testlerden başarıyla geçmiş olan yeni kuramlarla değiştirebilir Ancak bilim, hiçbir zaman doğayla ilgili olarak kesin, değişmez ve mutlak doğrulara ulaşmış olduğunu iddia edemez Popper’a göre, bilimsel bilgilerimiz, tarihte şimdiye kadar, yanlışlamaya yönelik tüm sistematik girişimlere karşın ayakta kalabilmiş teoriler yığınından ibarettir

Siyaset Felsefesi: Popper, toplum ve siyaset felsefesi alanında tarihsiciliğe ve holizme yönelik sert eleştirileriyle ün ka*zanmıştır Tarihsel gelişmenin yasaları ya da ilkeleri bulunduğunu, bu yasa ya da ilkeleri bildiğimiz takdirde, insanlık tarihinde gelecekte olup bitecek olayları, tıpkı bir astronomun ay ya da güneş tutulmasını önceden doğru tahmin etmesi gibi, önceden doğru tahmin edebileceğimizi savunan görüş olarak tarihsiciliğe şiddetle karşı çıkan Popper’a göre, insan toplumunu oluşturan sistemde öndeyiye yer yoktur; çünkü, burada gelişmeyi belirleyen temel etkenlerin başında, çevremize ve içinde bulunduğumuz koşullara nasıl karşılık vereceğimizle ilgili kararlar gelir Buna göre, örneğin teknolojinin çağdaş toplum üzerinde bu kadar büyük bir etki yapacak güç haline gelebileceği, bir yüzyıl önce hiçbir şekilde tahmin edilemezdi Popper için, seçim ve sorumluluk bireylerindir, bundan dolayı, üyeleri ister istesin, ister istemesin, toplum bu şekilde gelişmek zorundadır’ demek için yeterli dayanağımız asla olamaz

Siyaset felsefesiyle toplum görüşleri, bilimin doğasına ilişkin araştırmalarına sıkı sıkıya bağlı olan ve özellikle Açık Toplum ve Düşmanları adlı eserinin ikinci cildinde Marx’ı yoğun bir biçimde eleştiren Popper’a göre, Marx’ın görüşleri bilimin doğasıyla ilgili yanlış bir kabul ya da önyargıya dayanmaktadır Marx kendisini, toplumu konu alan bir bilim adamı, topluma, onun nasıl işlediğini ve geliştiğini anlamak amacıyla, yansız ve önyargısız olarak yaklaşan bir araştırmacı olarak görmüştü Marx’a göre, toplumlar değişmez, statik varlıklar değildirler; toplumlar değişmektedir ve toplumlardaki bu değişme, yasasız olmayıp, değişmenin yavaş olan hızından dolayı, tarihe ilişkin araştırmalarla ortaya çıkarılabilecek yasalara uygun olarak gerçekleşir Bu çerçeve içinde, Marx, tarihi konu alan araştırmalar sayesinde, feodalizmin nasıl kapitalizmi doğurduğunu, insanlık tarihindeki bir evre olarak kapitalizmin nasıl gelişip, daha sonra yıkılacağını anlayabileceğimizi savunur Buna göre, bilimsel sosyalizmle tarihsel yöntem örtüşmektedir Popper, işte bu noktada, Marx’ın bilimin nihai ve değişmez doğruları keşfettiğine, bilimin doğrularının zorunlu ve kaçınılmaz olduğuna büyük bir güçle inanmış olduğunu belirtir

Popper için böyle bir analiz, kendi içinde iki temel yanlışı barındırmaktadır Ona göre, bilimsel bilginin artışı ve gelişmesinin insanlık tarihinde çok güçlü bir etkisi olduğu, ve bilgideki büyük birikim ve ilerleme, Newton ve Einstein gibi dahilerin kavrayış ve yaratıcılığına bağlı olduğu için, ne bilgideki artış ve ilerleme, ne de bu gelişmenin tarih içindeki sonuçları önceden kestirilebilir Başka bir deyişle, bilimsel bilgideki biri-kim ve ilerleme insanlık tarihinin akışını büyük bir güçle etkilediğinden, fakat bilimsel bilginin gelecekteki durumu ya da gelişme seyri, mantıksal ya da bilimsel yöntemlerle önceden kestirilemeyeceğinden dolayı, insanlık tarihinin gelecekte nasıl bir gelişme seyri içinde olacağına ilişkin olarak öndeyide bulunmak olanaklı değildir Bu ise, teorik bir tarih, yani teorik fiziğe karşılık gelen ya da eşdeğer olan tarihsel bir toplum bilimi imkanının yadsınması anlamına gelmektedir İşte bu, Popper’a göre, Marks’ın bilimsel araştırmanın doğasını yanlış anlamaktan oluşan birinci yanlışıdır

Marx gibi, Popper da bilimsel yöntemin toplumu konu alan araştırmalara uygulanabileceğini düşünür Bununla birlikte, onun yöntemi ve bilim anlayışı, Marx’ın savunuculuğunu yaptığı bilim ve yöntem anlayışından farklılık gösterir Tarihsel araştırmayla bilimsel sosyalizmi özdeşleştiren Marx’tan farklı olarak, Popper’ın gözünde bilim, tarihsel araştırmayla, hatta tümevarımsal süreçlerle bile aynı değildir Bilim, imgelemin, ilke olarak yanlışlanabilir olması durumunda, ‘bilimsel’ olan hipotez oluşturma faaliyetini içerir Oysa, Marx’ın, tarihsel değişmeyle ilgili değişmez diyalektik yasaların keşfine dayanan iddiaları, yanlışlanabilir olmadıkları için, bilimsel değildir Ve Karl Popper, bu bağlamda, bilimin kesin olmadığını ve olamayacağını, yeni veriler ışığında sürekli olarak revizyona tabi olduğunu belirtir

Karl Marx’ın ikinci yanlışı, bilimin toplumun bütününe uygulanabileceğini, bütün bir sistemle ilgili olan yasalar bulunduğunu düşünmesinden oluşur Popper, buna holistik görüş ya da ütopik bir toplumsal planlama adını verir Ona göre, kaçınılmaz ve zorunlu olup, toplumun bütününe uygulanan tarihsel yasalara duyulan inanç, toplumun bütününün belirli bir plana göre yeniden biçimlendirilmesi ya da yapılandırılması gerektiği görüşüne götürür Bütünü göz önüne aldığında, insan faktörünü zorunlu olarak gözden kaçıran bu yaklaşım, toplumun yeni baştan kurulması ve yapılandırılmasının mümkün ve zorunlu olduğuna önceden karar verir ve toplumun varolan yapısını kökten bir biçimde değiştirir Karl Popper’a göre, Marx’ın ikinci yanlışı da bundan, yani onun bilimin deneme ve yanılma yöntemine dayandığını bir türlü görememesinden kay*naklanmaktadır O, bunun tam tersine, özel problemler için özel yaklaşımların söz konusu olduğunu belirtir, kurumların kötü yönetici tehlikesini en aza indirgeyecek şekilde düzeltilmesi ve geliştirilmesini ister

Popper, yaşamayı her şeyden önce ve her şeyin üstünde bir sorun çözme faaliyeti olarak gördüğü için, sorun çözmeye elverişli olan toplumlar ister Sorun çözme ise, çözüm denemelerinin cesaretle ortaya atılmasını, sonra da bunların eleştiriye ve hatta eleme işlemine tabi tutulmasını gerektirdiği için, Popper karşı önerilerin engellenmeden ortaya atılmasına, bunların eleştirilmesine, sonra da eleştirilerin ışığında, bunlarda gerçek değişiklikler yapılmasına izin veren toplum biçimleri istemektedir

Popper, her çeşit ahlâk düşüncesi bir yana, bu gibi çizgiler boyunca örgütlenmiş bir toplumun, başka türlü örgütlenmiş bir topluma oranla, sorunlarını çözmekte daha etkili ve dolayısıyla daha başarılı olduğuna inanır Popper’a göre, teorik konularda olduğu gibi, pratik alanda da doğru yanıtlara sahip olabileceğimizden asla emin olamayız Bundan dolayı da, o, yönetim biçimi olarak demokrasiyi, açık toplumu savunur, çünkü eleştirme ve tecrübe etme özgürlüğü en fazla demokraside vardır Onun anladığı biçimiyle demokrasi, yöneticilerin toplum problemleri-ne önerdikleri çözümün umut verir gibi gö*rünmediği zaman, değiştirildikleri bir sistemdir Popper’ın gözünde, iktidarın kimlerin elinde olduğundan çok, iktidarın kişisel çıkar için olduğu kadar, toplumsal ya da siyasal dogmalar adına kötüye kullanılmasının önüne geçilmesi büyük önem taşır

Popperci: Çağdaş düşünür Karl R Popper’ın 1- Bilim felsefesiyle ilgili görüşleri, yani onun geleneksel tümevarımcı bilim anlayışına karşı geliştirdiği yanlışlamacı bilim anlayışı ve 2- Toplumsal reformun felsefi temelleriyle ilgili görüşleri, yani holistik görüşlere karşı geliştirdiği, tüm kollektif fenomenleri bireylerin eylemlerine, amaçlarına, düşüncelerine, umut ve karşılıklı etkileşimlerine ve bu arada insanlar tarafından yaratılmış ve sürdürülmüş geleneklere bağlayan yöntemsel bireyciliği için kullanılan sıfat

Popüler kültür: Klasik musikiyi, ciddi ve ağır romanları, şiir, dans ve bale gibi nispeten az sayıdaki eğitimli insan tarafından anlaşılıp estetik değeri takdir edilen ürünleri ihtiva eden yüksek kültürün tam karşıtı olan kültür; herkes, özellikle de geniş yığınlar tarafından kolaylıkla alımlanan vasati kültür ürünlerinden meydana gelen sanatsal değeri, estetik niteliği düşük kültür

Esas amacı eğlendirmek, hoşça vakit geçirtmek olan, modern yaşamın yorduğu, kapitalist üretim ilişkilerinin demoralize edip körleştirdiği insanlardan pek az bir çaba ve konstrasyon isteyen bu kültür türü, olumlayıcı bir kültür olup, gerçeklikten kaçış sağlar

Popülizm: 1- 20 yüzyılın başlarında ortaya çıkmış ve burjuva psikolojisine, işsiz bir toplum oluşturan aydınların özenli tavrına karşı, küçümsenen işlerle uğraşan sınıfları tüm özellikleriyle yansıtmayı amaçlayan, halkta iyi ve olumlu ne varsa gözler önüne sermeyi amaçlayan edebi okul 2- Siyaset alanında, planları toplumun alt ve orta tabakalarını temele alarak yapma, bu sınıflara hizmeti amaçlama, halkı zaman zaman halk dalkavukluğu yapacak şekilde ön plana çıkarma tavrı

Sosyal bilimcilerin bir hareket mi, yoksa bir ideoloji mi olduğu konusunda çokça tartıştıkları popülizm, erdemle siyasi meşruiyeti halkta bulan ve seçkinlere ve seçkinciliğe şiddetle karşı çıkarken, siyasi hedeflere eri iyi bir biçimde, politik kurumların aracılığı olmaksızın, yönetimlerle halk arasında kurulacak doğrudan bir ilişki yoluyla ulaşılabileceğini savunan siyasi retorik ya da söylemi ifade eder

Bu çerçeve içinde, yakın zamanlarda üç ayrı popülizm arasında bir ayırım yapılmıştır Bunlardan 1- Birincisi olan küçük Adam populizmi, esnaf, zanaatkar ve çiftçi gibi küçük üreticiler arasındaki işbirliği ve özel mülkiyeti desteklerken, büyük işletme ve yönetimlere karşı çıkar ve ister kentleşme, ister endüstrileşme ya da tekelci kapitalizm şeklinde ortaya çıksın, ahlâki çöküntüye yol açtığını düşündüğü ilerlemeye cephe alarak, geçmiş zamanın erdemlerine dönüşü savunur

2- Otoriter popülizm ise, halka gider ve halkın tepkileriyle duygularına dayanırken, kurumları ve siyasi seçkinleri atlayıp, karizmatik liderlere güvenir Buna karşın, 3 devrimci popülizm, halkla onun kollektif geleneğinin, seçkinciliği ve ilerleme düşüncesini reddeden entellektüeller tarafından idealize edilmesinden meydana gelir

Post: -den sonra anlamına gelen Latince önek Buna göre, post öneki, bileşik bir terim meydana getirmek üzere, bir durumu, yapıyı veya oluşumu, ikinci olarak da bir akımı, yaklaşımı tanımlayan bir sözcüğün önüne gelebilir Her iki durumda da, eski yapıdan veya bir önceki akımdan birtakım unsurlar içerse de, çok büyük ölçüde yeni ve farklı bir oluşum ya da yaklaşımı tanımlar

Post Endüstriyel Toplum: Temel ilgi, en başat meşgale / hedef ve en geçerli değer olarak bilginin mülkiyetin yerini aldığı ve toplumsal dinamizm ve gücün ilk ve temel kaynağı haline geldiği toplum türü

Ünlü sosyolog Daniel Bellin 1973 yılında yayımlanan The Coming of Postindustrial Society [Postendüstriyel Toplumun Zuhuru] adlı eseriyle gündeme gelen, modern toplumların enformasyon toplumları olarak görülmeleri gerektiğini imleyen teri*min tanımladığı postendüstriyel toplumun özellikleri, veya endüstri toplumundan endüstri sonrası topluma geçildiğini gösteren en önemli emareler şunlardır: 1- Toplum en fazla ve tümüyle bilgi ve yeni bilgi üretimi üzerinde odaklanır 2- Bilgi toplumda yeniliğin biricik anahtarı ve örgütlenmenin modeli ya da temelidir 3- Tarım ve imalat sektöründeki üretim toplumdaki işgücünün büyük bir bölümünü kendine çekmez, ama hizmet sektörü (eğitim, sağlık, kamu hizmeti) hakim hale gelir

4- Yepyeni bir işbölümünde merkezi yer teknisyen ve profesyönel kadrolar tarafından işgal edilir Başka bir deyişle, bilgiye dayanan meslek kümeleri sınıf yapıları içinde egemenliği ele geçirir 5- Teori toplum üzerinde daha dolayımsız bir biçimde, alabildiğine etkili hale gelir 6- Teknolojik değişme ve söz konusu değişmenin toplumsal etkisi çok belirginleşir 7- Karar verme süreçlerinde, ahlâki ya da kültürel geleneklere dayalı sezgisel yöntemlerin yerini bilimsel yöntemler alır

Post-felsefe: Rasyonalite, hümanizm, ilerleme gibi kültürel ve metafiziksel ideallere göre anlaşılan bir disiplin ve icra edilen bir etkinlik olarak felsefe sonrası durumu tanımlamak için kullanılan deyim

Bu ideallerin yerle bir oluşundan ve Nietzsche’den Heidegger ve Lyotard’a kadar pek çok filozof tarafından telaffuz edilen felsefenin sonunun geldiği iddialarından sonra şimdi sorulan soru şudur: Felsefenin sonu gerçekten de gelmiş midir? Yoksa felsefe ciddi bir dönüşüme mi uğramalıdır? Felsefeyi dönüşüme uğratmak isteyenler, özerk ve bütünüyle saydam bir öznenin eleştiri ötesi Olmadığını, tarihin Aydınlanma felsefesinin rehberliği altında gerçekleşecek ilerlemesinin boşa çıktığını söylemekle birlikte, bütün bu ideallerin zaten Kant gibi Aydınlanma düşünürleri tarafından daha önce sorgulandığını ifade eder ve felsefenin dönüşümünde ihtiyaç duyulan ipuçlarını Kant’ın eleştirilerinin sağladığını öne sürerler

Felsefenin sonunun kesin olarak geldiğinden söz edenler ise, bugün felsefi söylemin evrenselliği karşısında mukayese edilemez dil oyunlarının indirgenemez çokluğuna, birlik karşısında ayrı cinstenliğe, bütünsel olan karşısında bölük pörçük olana, a priori ve kesin olan karşısında da emprik ve yanılabilir olana öncelik verir

Post Hümanizm: Hümanizm sonrası felsefede ve kültürde, öznenin merkezi konumdan indirilmesinden, hümanizmin bir şekilde geçersiz ve yanlış bir ideoloji olduğunun gösterilmesinden sonra oluşan entelektüel durum

Post Marksizm: Marksizimle, ya akımın bir devamı olmak ya ondan ilham alma ya da Marksizmi akıma duyulan bağlılığın ardından bir bütün olarak reddetme anlamında, çoğunluk dolayımsız bir ilişki içinde olan çağdaş akını, düşünür ve tavırlara işaret etmek üzere kullanılan genel terim

Buradan hareket edildiğinde Post Marksizmi iki şekilde tanımlamak mümkün olur: Post Marksizm, buna göre, her şeyden önce Marksist düşünceyi, klasik Marksizmin temel kabul, kavram ve kategorilerini geçersiz kılan ya da en azından aşındıran çağdaş teorik ve sosyal gelişmeler ışığında yeni baştan inşa veya formüle etme teşebbüsü olmak durumundadır Buna karşın, Post Marksizm ikinci bir anlam içinde, klasik Marksizmi söz konusu çağdaş teorilerden veya teorik gelişmelerden biri ya da diğeri lehine toptan reddetme tavrına işaret eder

Terimle bu iki tanımdan veya Post Marksizmden hangisinin anlatılmak istendiği genellikle bileşik terimin önekine veya gövdesine yapılacak şekilsel/anlamsal vurguyla gösterilir İşte bu bağlamda post Marksizm birincisini, yani özde Marksizme duyulan bağlılığı; Marksizm içinde sadece post-yapısalcılık ve post-modemizimin düşünsel yaklaşımlarına ve sağladığı teknik imkanlara değil, fakat aynı zamanda feminizm, cinsel/ulusal/etnik azınlıklar ve çevrecilik benzeri sosyal protesto hareketlerine bir yer açma tavrını ifade eder Politikaya çoğulcu bir yaklaşımın savunuculuğunu yapan post-Marksizm, her ne kadar Marksizme olan bağlılığını sürdürse de, sosyal değişmeyi işçi sınıfının başlatacağı teziyle, tarihsel zorunluluk fikrini reddeder Başka bir deyişle, özde Marksist bir duruşu benimsemekle birlikte, sadece Marksizme değil, fakat tarihteki değişmeleri ayrıcalıklı bir fail ya da özgül bir sınıf yoluyla açıklayan her politik harekete karşı tavır alan, sözde bi*limselleştirilmiş bir öğreti olarak Marksizmm indirgemeci ve antidemokratik özünü sorgulayan post-Marksizm, Marx’ın görüşlerinden ilham almakla birlikte, ekonomik determinizme ve proletaryayı evrensel özgürleştirici sınıf olarak gören yaklaşıma şiddetle karşı çıkar Batı Marksizmi olarak da bilinen bu görüş ya da tavrın en önemli temsilcileri arasında Hannah Arendt, Theodor Adorno, Jürgen Habermas, Ernest Laclou, Alaine Touraine gibi düşünürlerin bulunduğu kabul edilmektedir

Oysa post-Marksizm, klasik Marksizmden kesin bir kopuşu, onun ötesine geçmeyi ifade eder Örneğin, Marksist kökenleri bulunan, Marksist teoriye uzun bir süre boyunca iman etmiş olan, fakat özellikle Fransız Komünist Partisi’nin 1968 Olayları’ndaki tavrından sonra, Marksizmden kopup postmodernizme dönen Jean-François Lyotard ve Jean Baudrillard gibi Fransız düşünürlerin tavrı post-Marksist bir tavır olmak durumundadır Post-Marksizm burada, kendi başına veya kendi içinde özgül bir düşünce akımı olmaktan ziyade, temelde Marksizm karşısında duyulan hayal kırıklığını ifade eden bir tavır olmak durumundadır

Post-Modernist Marksizm: Avrupa’da bindokuzyüz seksenli yıllarda geliştirilen ve postmodernliği Batı toplumundaki bir evre olarak değerlendiren Marksist anlayış

Postmodernizmi ileri kapitalizmin kültürel mantığı olarak gören bu anlayış, kapitalizmin gelişme sürecinde, her biri belli bir teknoloji türünün hakimiyetiyle belirlenen üç evre saptar Bu evrelerden Marks tarafından analiz edilmiş olan birinci evre, piyasa kapitalizmi olup, o buhar makinalarının belirlediği bir teknolojiye dayanır; bu evrenin kültürel karşılığı, postmodernist Marksizme göre, sanatsal realizmdir

Kapitalizmin gelişmesindeki ikinci evre, Lenin ve Luxemburg tarafından analiz edilmiş olan tekelci ya da emperyalist kapita*lizmdir Teknoloji açısından elektrik gücüyle karakterize olan bu evrenin kültürel mantığı, sanatsal modernizmdir Kapitaliz*mm teknolojik açıdan 1950’li, kültürel açıdan ise 1960’lı yıllarda ortaya çıkan üçüncü evresinin hakim teknolojisi, elektronikle nükleer güce dayanır Söz konusu tüketim kapitalizminin veya çokuluslu kapitalizmin kültürel karşılığı ise, postmodernizmdir

Postmodernist Marksizme göre, ileri kapitalizmin söz konusu kültürel mantığının iki temel yönü vardır Buna göre, postmo*dernizm her şeyden önce, yüksek kültürle ticari kültür ya da pop kültürü arasındaki geleneksel sınırları ortadan kaldırır Bu dönemin insanlarında, tarihsel bir çerçeve içinde düşünme yeteneği giderek azalır ve temel söylem ya da üstanlatılar kaybolur İnsanlar tarihlerinden giderek soyutlanırken, tarihi, siyasi hareket ya da ideolojilerin projeleriyle değil de, televizyondaki açık oturumlarla algılarlar

Postmodernist Marksizme göre, ileri kapitalizmin kültürel mantığının ikinci bir yönü, kültürle toplum arasındaki ilişkide or*taya çıkar Başka bir deyişle, bu dönemde postmodern kültür toplumu istila eder Buna göre, tüketim kültürel terimlerle tanımlanırken, kültürün kendisi de hiç olmadığı ölçüde eşyalaştırılır Sanat eserleri piyasa güçlerine tabi olurken, ya da eşyaların reklamı da, onların birer sanat eseri olduğu söylenerek yapılır

Post Modernizm: Kapitalist kültürde ya da daha genel olarak Batı dünyasında, yirminci yüzyılın son çeyreğinde, resim, edebiyat, mimari, vb, güzel sanatlar alanında ve bu arada özellikle de felsefe ve sosyolojide belirgin hale gelen hareket, akım, durum veya yaklaşım
Post Modernizm Çeşitleri: Sanatsal, kültürel, toplumsal felsefi post modernizmlerden söz etmek doğru ve mümkün olsa da, tüm bunların son çözümlemede iki ayrı postmodernizme indirgenebilmesini n sonucu olan postmodernizm sınıflaması

Bu sınıflamaya göre, postmodernizmlerden birincisi, modernlik ve Aydınlanmaya ilişkin felsefi eleştiriden meydana gelen postmodernizm, ikincisi ise sanat ve kültürdeki postmodern eğilimlerle çağdaş, postmodern toplumlar arasında bir bağ kuran, postmodernliği Batı toplumundaki bir evre olarak gören postmodernizmdir

Başka bir deyişle, bu iki postmodernizmden felsefi postmodernizm olarak tanımlayabileceğimiz birincisi, modernizmin entel*lektüel evrenine ilişkin radikal ve kuşkucu bir felsefi eleştiriden meydana gelmektedir Aydınlanma projesini hedef alan bu postmodernizm tüm tarih felsefelerini reddedip, Batı felsefesi ve metafiziğinin temel kategorilerine meydan okur

Toplum ve kültür teorisi açısından postmodernizme karşılık gelen ikincisi ise, postmodernizmi Batı toplumundaki bir evre olarak görür ve postmodern kültür ve toplumsal ilişkilerin, burjuva ideolojisi ve değerlerinin ondokuzuncu yüzyıl liberal kapitalizminin hakim fikirleri oluşuna benzer şekilde, çağdaş kapitalizme karşılık geldiğini öne sürer
Post Modernizm Eleştirisi: 20 yüzyılın son çeyreğinde sosyal bilimlerde ve özellikle de felsefede oldukça etkili olan postmodernizmin sadece eleştirdiği, yıktığı, kuşkuculuğu ve yumuşama nedir bilmez olumsuz tavrı nedeniyle tenkit edilmesi

Buna göre, postmodernizm her şeyden önce sadece eleştiriyi ve başkaldırıyı kutsadığı, salt olumsuz bir tavır sergilediği için eleştirilmiştir Normatif bir çerçeveden, sağlam bir ilkeden, hakiki bir adalet yorumundan yoksun eleştiri, postmodernizme yönelik hücuma göre, bütün ayırımları ortadan kaldırır, ezenle ezilen, tahakküm edenle edilen arasında hiçbir fark gözetemez Böyle bir ilkenin yokluğunda postmodernizmin sergilediği koşulsuz farklılık politikası birtakım güçlüklerle karşı karşıya kalır Tenkide göre, sadece evrenselliğin reddi veya farklılığa saygıdan tutarlı bir politika türetmek mümkün değildir

Buradan da anlaşılacağı üzere, postmodernizm pozitif bir siyaset görüşü olmadığı, onun politik gündemi belirsiz kaldığı gerekçesiyle eleştirilmiştir Bu bağlamda, o salt yıkıcı olduğu ve herhangi bir sosyal, politik ve etik sistemi müdafaa edebilmek için hiçbir temel sağlayamadığı ve dolayısıyla sosyal değişmeye ciddi bir taktı getiremediği için eleştirilmiştir Belli bir politikaya bağlanmayı kendisine yasaklayan postmodernizm, bu tavrıyla varolan güce dayalı baskıcı rejimlerin muhaliflerini silahsız bıraktığı için tenkit edilmiştir Bu görüş açısından bir siyasete bağlanmak veya etkin bir politik an*gajman için geçerli hiçbir neden bulamamak, satükonun kabulüne ve hatta meşrulaştırılmasına götürün Dahası, postmodernizm, kuşkuculuğuyla kaba kuvvet ve adalet arasındaki ayırımı bulanıklaştırdığı ve faşizme entellektüel teselli ve destek sağladığı için eleştirilir

Ve nihayet, postmodernizm entellektüellerin imtiyazlı konumlarını korumaya yönelik bir son savunma çabası olanak değerlendirilmiştir Buna göre, o, kültürel arenadaki geleneksel temellerini ve imtiyazlı konumlarını koruma telaşına düşen entellektüellerin son ve umutsuz bir manevrasından, her şeyi kendileriyle birlikte ateşe atma teşebbüslerinden başkası değildir

Post Modernlik: Çağdaş ve ileri endüstri toplumlarının ulaşmış olduklarına inanılan yeni durum, çağ ya da koşullara işaret etmek amacıyla kullanılan genel terim İnsanlığın veya Batı toplumunun şimdi içinde bulunduğuna inanılan, bir kültürel ethos olarak modernliği izleyen, kültürel durum

Modernlik Batı kültüründe, başta ekonomik ve sosyal gelişmeye, insanla ilgili konularda ilerlemenin kaçınılmazlığına duyulan inanç olmak üzere, belli bazı eğilim ve yönelimlerin doruk noktasını ifade eder İlerlemeye beslenen sarsılmaz inanç, insan hayatının mahiyeti veya niteliğinin sınırsızca geliştirilebileceği ve bunu sağlamak için bilim ve teknolojiden yararlanılabileceği kabulüyle, ister kapitalist ya da ister sosyalist versiyonu içinde, modernliğin politikasını da belirlemiştir Başka bir deyişle, modernliğin belirleyici unsuru, Üçüncü Dünya’nın azgelişmiş ulusları da içlerinde olmak üzere, milletlerin çoğu tarafından benimsenmiş olan ilerleme ideolojisidir

İşte genel olarak ifade edildiğinde, postmodernlik ilerlemenin kaçınılmazlığı veya uzun vadedeki etkileri her ne olursa olsun, çevreyi insani amaçlar için sömürmeye devam etmenin zorunluluğu benzeri inanç ya da düşüncelere duyulan şüphe ya da red*diyeyle karakterize olan bir kültürel durumu ifade eder Yine aynı genel veya felsefi açıdan değerlendirildiğinde, postmodernlik evrensel teorilere veya büyük anlatılara duyulan inanç yitimiyle, politik açıdan pragmatizme bağlanmayla ve kültürel farklılığı teşvik etmeye dönük bir ilgiyle karakterize olur

Daha özel olarak ele alındığında, postmodernliği belirleyen çok sayıda özelliğin, temelde dört ana başlık altında toplanabileceğini söylemek gerekir Bu başlıklardan birincisi, 1- Toplumsal açıdan postmodernizmi ifade eder Bilindiği üzere, endüstrileşmeyle, kapitalizmin ekonomik sistemi, toplumsal sınıflar sistemini doğurmuştu Bu, her ne kadar toplumsal yapının ve toplumsal farklılaşmanın en önemli öğelerinden biri olsa da, postmodern toplumlarda pek büyük bir önem taşımaz Toplumsal açıdan postmodernizmde, toplumsal yapı daha fazla parçalanmış olup farklılaşmada, sınıflara ek olarak, cinsiyet, yaş ve etnik özellikler etkili olur

2- Öte yandan, postmodernliği kültürel açıdan değerlendirdiğimizde, birçok görüşün en önemli rolü, kültürel faktörlere ver*diğini görüyoruz Buna göre, postmodernliği kültürel açıdan belirleyen öğeler, kültür endüstrilerinin giderek artan önemi, gündelik yaşamın estetizasyonu, kimliğin gelenekler yoluyla değil de, bireysel seçim ve tercihler yoluyla kuruluşu, vb’dir

Buna karşın, postmodernliği, 3- Ekonomik açıdan karakterize eden şey, bilgisayarlaşmış bilginin üretimin temel gücü durumuna gelmesidir Buna göre, bilgisayarlaşmış bilginin gelişmiş toplumlardaki işgücü kompozisyonu üzerinde yoğun bir etkisi vardır Başka bir deyişle, fabrika ve tarım işçilerinin sayısı düşerken, profesyönel, teknik ve beyaz yakalı işçi sayısında bir artış gözlenir Yine, postmodern toplumlarda, özellikle çok uluslu şirketler söz konusu olduğunda, yatırım kararları ulus devletinin denetiminden çıkar

Siyasi açıdan postmodernlik ise, 4- Kişisel girişim, pazar eğilimi, rekabet ve kendine güven gibi erdemlerin geliştirilmesine dayanır Yine, postmodernlik baskıcı bütüncülük ve baskıcı bir siyaset anlayışı yerine, çoğulcu ve açık bir demokrasi üzerinde durur

Ve, postmodernlik, nihayet, Aydınlanmayla birlikte düşünülen ilerleme düşüncesinin yerine geçen olumsallık ve çokanlam*lılık bilinciyle ifade edilebilir

Post Modern Toplum: Bilgisayar, enformasyon, teknoloji ve benzeri öğelerle belirlenen toplum türü Her şeyden önce, teknolojinin yarattığı imajların ve bilgi çağının toplumu, kontrolü bilgisayarlarda olan ve teknokratlar tarafından yönlendirilen toplum

İhtiyaçların da teknokratlar tarafından yaratıldığı bu toplumda, bireyler kamu gücünün etkisiyle etkisizleştirilmişlerdir Öte yandan, postmodern toplumda, belirleyici öğeler, kişisel hoşgörü, arzu ve tüketici bir kitlenin varlığıdır Tüketim kaygılarının eşitlik ilkesinin önüne geçtiği bu toplumda, tüketim doruk noktasına ulaşmıştır Öte yandan, postmodern toplumun tercihlerinde Batı söz sahibi olup, yönlendirici güç medya ve iletişim ağıdır
Pozitivizm: Genel olarak, modern bilimi temele alan, ona uygun düşen ve batıl inançları, metafizik ve dini, insanlığın iler*lemesini engelleyen bilim öncesi düşünce tarzları ya da formları olarak gören dünya görüşü

Pragmatizm: Amerikan filozofları CSPierce ve W James tarafından geliştirilen ve her şeyden önce, başta entelektüel problemler olmak üzere, çeşitli problemleri çözmek için ortaya konan bir yöntemden; insan tarafından kazanılan çeşitli bilgi türleri-ne ilişkin bir teoriden ve nihayet, evrenle ilgili belli bir metafizik görüşten oluşan öğreti

Pratik Akıl: Teoriyle, salt bilmeyle ilgiliolan teorik aklın tersine, iradi karar ve eylemle ilgili olan, ahlâk’ ilgilendiren problemleri konu alan akıl ya da refleksif düşünce

Proletarya: Marksist görüşe göre, kapitalist toplumda burjuvazi tarafından sömürülen, emeğinden başka satacak hiçbir şeyi olmayan emekçi sınıf Kendisini sömüren mülkiyet düzenini yıkacağına ve yalnızca kendisini değil, fakat tüm insanlığı kurtaracağına inanılan evrensel ihtilalci sınıf

Bu bağlamda, kapitalizm içinde, orta sınıfın yok olup, işçi sınıfının bir parçası haline gelmesi sürecine proleterleşme; Ortodoks Marksizmin iddiasına göre, proletaryanın, kapitalist’ devleti yıktıktan sonra, sosyalizme geçişi hızlandırmak ve üretim araçlarını sosyalleştirmek amacıyla kuracağı rejime proletarya diktatörlüğü adı verilir

Proudhon, Pierre-Joseph: 1809-1965 yılları arasında yaşamış olan Fransız sosyalist düşünür Temel eserleri: Qu’est-ce que la propriete? [Mülkiyet nedir?], Systme des Contradictions economiques ou Philosophie de la Misere [İktisadi Çelişkiler Sistemi ya da Sefaletin Felsefesi]

Daha ziyade ‘Tanrı şerdir’ ve ‘Mülkiyet hırsızlıktır’ gibi slogan sözlerle anımsanan Proudhon, anarşizmin kurucusu olarak bi*linir O mülkiyeti kendi kendini yok eden bir katil olarak görmüş, onun toplumu kemirdiğini ve adaletin kurulmasına engel olduğunu söylemiştir Proudhon’a göre, insanların birbirleri karşısında hiçbir üstünlükleri olamaz, dolayısıyla onların zorba ve köle, hükmeden ve hükmedilen olarak ikiye bölünmelerinin anlaşılır hiçbir gerekçesi yoktur O dünyada mutlak bir özgürlük ve eşit-edildiği zaman, hiçbir yönetim ve hükümete gerek kalmayacağını iddia eder

Tüm örgüt ve kurumlara karşı çıkan, komünizmden nefret ettiğini belirten Proudhon doğallıkla Tanrı ya da düşman olmuştur Ekonomi politiğin eşya düzenini meşrulaştırmak suretiyle sefaleti övmekten başka hiçbir şey yapmadığını savunan filozofa Marx The Poverty of Philosophy [Felsefenin Sefaleti] adlı eseriyle karşılık vermiştir

Psikanalizm: Özel olarak Freud’un düşünce, çalışma ve eserleriyle birleştirilen psikoloji ve ruhsal tedavi anlayışı, daha genel olarak da Breuer ve Freud’un 1880 ve 1890’lı yıllardaki araştırma ve düşüncelerinden çıkan psikoloji akımı

Söz konusu psikoloji anlayışı ya da okulunu belirleyen en önemli öğeler şunlardır: 1- Hiçbir insan davranışının gelişigüzel, rastgele olmadığını, tüm davranışların bireyin psişik yaşantısı tarafından belirlenmiş olduğunu öne süren psişik bir determinizm anlayışı 2- Bilinç alanının dışında kalan, fakat bireyin yaşamında ve bireyin davranışlarını açıklamada çok önemli bir rol oynayan bilinçdışı öğretisi

3- İnsanın faaliyetlerinin sanıldığından çok daha fazla amaca yönelmiş faaliyetlerden oluştuğunu savunan ve insan düşünce*siyle davranışının motivasyonuna büyük önem veren bir amaca yönelmişlik öğretisi 4- Bireyin yetişkinliğe doğru olan gelişim sürecinde, çocukluk dönemi yaşantılarının, ilk tecrübelerin büyük bir önem taşıdığını ifade eden bir gelişim psikolojisi 5- Psikoterapi ve psikiyatrinin kabul görmüş yöntemlerini kullanan bir ruhsal tedavi anlayışı

İnsan davranışına ilişkin bir teoriye, insan davranışının gerisindeki motivasyonları ortaya çıkaran bir dizi tekniğe karşılık gelen psikanalizin yaratıcısı Freud, söz konusu psikoloji anlayışının bireysel kişiliklerin derinliklerine ilişkin olarak sağlam bir kavrayış sağladığını, psikanalizin tedavi tekniklerini uygulayan hekimin ustaca müdahalelerle zihinsel bozuklukları ortadan kaldırdığım ve böylelikle, psikanalizin mutsuzlukların yerine genel bir mutluluk getirdiğini öne sürmüştür

Yine Freud’a göre, psikanaliz, bilinçli ben ya da benliğin kendi dünyasının bile efendisi olmadığını kanıtladığı için, bilimsel ilerlemenin ayrılmaz bir parçası olan ve insanoğlunun kendisinin biricikliği ve önemiyle ilgili sarsılmaz inancına, Kopernikin yeryüzünün evrenin merkezi olmadığını gösteren güneşmerkezli sisteminden sonra, üçüncü ve sonuncu darbeyi indiren, bir teoridir

Freud’un söz konusu psikoloji anlayışı, felsefede farklı tepkilere konu olmuştur Tepkilerden birincisi, Wittgenstein’ın teoriyi olumlu değerlendiren yaklaşımıdır Wittgenstein, bu çerçeve içinde, felsefeyle psikanaliz arasında bir ilişki kurmuş, felsefenin, görevinin, tıpkı psikanalizin, psişik bozuklukları ortadan kaldırması gibi, kafa karışıklığına ve çözülemez problemlere yol açan kavramsal bozuklukları gidermek olduğunu düşünmüştür Yine, çağdaş düşünürlerden Gadamer’e göre, Freud hermeneutik olarak bilinen yöntemin fikir babası olup, felsefeye, görünüşteki anlamın gerisine gitmeyi öğretmiştir Marcuse’e göre ise, psikanalizin bastırma ve bilinçdışı ile ilgili fikirleri, modern kapitalist bürokrasilerde söz konusu olan sefalet ve yabancılaşmanın adeta sağlam bir tasvirinden başka hiçbir şey değildir

Derrida ve Foucault gibi düşünürler ise, Freud’u, yalnızca bilincin ve benin yanılgı ve aldanışlarını ortaya çıkardığı için değil, fakat Batı felsefesi geleneğinin temelinde yer alan ‘akıl’ ve ‘gerçek’ düşünlerinin anlamsızlığını gösterdiği için de olumlu karşılamışlar, ama bir yandan da düşüncelerini daha ileriye, nihai mantıksal sonucuna kadar götürmediği için eleştirmekten geri durmamışlardır

Psikanaliz bağlamında ikinci tepki, mantıkçı pozitivistlerin ya da örneğin Karl Popper’ın teori karşısındaki olumsuz tavrıdır Nitekim Popper’a göre, psikanaliz sözde bir kuram olup, bilimsel olarak test edilebilir bir teori değildir O ne doğrulanabildiği, ne de yanlışlanabildiği için, bilimsel ilerlemeye engel olan, görünüşte bilimsel, gerçekte ise bilimsel olmayan bir görüştür

Psikoloji: 1- Ruh bilimi, pisişik olayların, ruh ya da zihinle ilgili fenomen ve olayların bilimi Zihnin yapısını, işlevlerini konu alan araştırma dalı Ayrıca, 2- Bir birey ya da kişiyi ya da belli kategoriden insan varlıklarını başkalarından ayıran karakter özelliklerinin ya da pisişik olayların bütünü

Pufendorf, Samuel: 1632-1694 yılları arasında yaşamış, toplum sözleşmesiyle ünlü Alman düşünürü

Temel eseri olan De Jure naturae et gentium adlı eserinde, fiziki ve zihinsel varlığa ek olarak tinsel varlıklardan da söz eden Pufendorf’a göre, Tanrı, bu tinsel varlıkların yardımıyla, insan özgürlüğünün nasıl kullanılacağını belirleyip, onun sınırlarını çizer Onun Grotius’la Hobbes’tan alınmış kimi unsurları bir araya getiren toplum sözleşmesi bir doğa hali kabulünü dayanır Sivil otoritenin olmadığı, herkesin özgür ve başka herkes karşısında eşit olduğu bu doğa durumunda hayat, bununla birlikte tehlikeli ve zordur İşte bu durum ona göre bir toplum sözleşmesindeki can alıcı noktayı, bir toplumsallaşma ilkesi kabul etmek için gerekli olan rasyonel temeli sağlar Buna göre, doğuştan bir takım haklara sahip olan insanlar bir toplum oluşturmak için yani haklarını korumak, barış ve güvenlik içinde yaşamak üzere kendi aralarında bir sözleşme yaparlar

R

Radikal: 1- Temel, mutlak, topyekün ya olan bir şeyi tanımlamak için kullanılan sıfat 2- Politik sistemde geniş kapsamlı ve temel bir dönüşümün gerekliliğini savunan kişiyi; siyasi yelpazede aşırı uçlarda, ama özellikle de solda yer alan birini tanımlamak için kullanılan politik niteleme

Bu bağlamda, sosyal ve politik alanda büyük değişimlerin, kökten dönüşümlerin savunuculuğunu yapan teori ve hareketler de radikal sıfatıyla kategorileştirilir Gelenekle, kurumlaşmış ve yerleşik geçmişle olan tüm ilişkileri koparmak ve yeni bir sayfa açmak isteyenlerin görüşü, aynı zamanda radikalizm olarak tanımlanır Bu anlamda radikalizm Fransa ‘da, liberalizm, cumhuriyetçilik ve sekülarizm için genel bir terim olarak kullanılırken, İngiltere’de felsefi radikalizm anlamında, Jeremy Bentham ve John Stuart Mill’in temel unsurları iktisadi liberalizm, akılcılık, yararcılık ve bireycilik olan felsefesini tanımlamak için kullanılmıştır

Rasyonel: 1- Akla ve düşünce yasalarına uygun olan; 2- Akıl içeren, aklın varlığı ya da faaliyetiyle belirlenen şey; 3- Akıllı, akılcı bir biçimde gerçekleşmeye veya fonksiyon göstermeye, rasyonel bir araştırmaya katılmaya yetili olma durumu; 4- Anlaşılmaya uygun, elverişli bir yapıda olma hali; 5- Aklın ilkelerine uygun düşen, anlaşılabilir olan; tutarlılık, basitlik, tamlık, düzen ve mantıksal yapı sergileyen, disiplin için kullanılan niteleme

Rawls, John: 1921 doğumlu çağdaş Amerikan toplum ve siyaset filozofu Temel eserleri: A Theory of Justice [Bir Adalet Teorisi] ve Political Liberalism [Siyasi Liberalizm]

Liberalizmin oldukça eşitlikçi bir versiyonunu öne süren ve dolayısıyla, bu görüşün kendisine dayandığı toplum sözleşmesi öğretisinin 20 yüzyıldaki en önemli savunucusu olan Rawls, adalet teorisiyle ve sosyal kurumların bazı kişilere diğerleri pahasına hayat boyu sürecek ahlâken ilgisiz ya da keyfi çıkarlar veya avantajlar sağlamamasına beslediği umutla tanınır Bu teorisi ya da umudu sadece ırk ayırımcılığını, cinsel, dini veya etnik ayırımcılığı değil, fakat sosyal ve ekonomik eşitsizliğin çok çeşitli biçimlerini de mahkum eden Rawls, adil olması gereken bir toplumun sahip bulunmak durumunda olduğu ilkeleri belirlemek ya da tespit etmek için hipotetik bir aygıt ya da düşünme tarzı geliştirmiştir

Onun söz konusu hipotetik düşünümüne göre, bir toplumu meydana getiren özne ya da failler başlangıçta tam bir bilgisizlik hali içinde bulunmaktadırlar Başka bir deyişle, bu hipotetik durum içinde, fail ya da aktörler, toplumdaki yerleri, sınıfları veya toplumsal konumları, psikolojik eğilimleri, zekaları ve güçlü yanları, rasyonel bir hayat tasarımını n ayrıntıları, toplumun ekonomik durumu ve politik yapısı, ait oldukları kuşak, vb, ile ilgili olarak hiçbir bilgiye sahip değildirler Aktörlerin bilgisizlik içinde olmaları, Rawls’a göre, onların kendilerine sadece faillerin kendi koşulları temeli üzerinde değer biçilmemiş ilkelere ulaşmalarına imkan verir Bu hipotetik başlangıç durumu içindeki aktörler, bununla birlikte, pratik meseleleri, iktisat teorisinin ilkelerini, toplumsal örgütlenmenin ilkelerini ve insan psikolojisini belirleyen yasaları anlayabilecek durumdadırlar Rawls dahası, onların rasyonel bir çıkar duygusuyla eylediklerini ve bir adalet duygusuna sahip olmalarını öngörür

Söz konusu hipotetik bilgisizlik durumu içinde bu şekilde tanımlanan taraflar, Rawls’a göre, şu iki temel ilkeye ulaşırlar veya ulaşmak durumundadırlar: 1- Her birey, herkes için benzer bir özgürlükle bağdaşan en yüksek derecede eşit özgürlük hakkına sahiptir 2- a) Sosyal ve ekonomik eşitsizliklerle en olumsuz, en dezavantajlı durumda bulunanlara en fazla yarar sağlayacak şekilde mücadele edilmeli, b) hizmet ve konumlar, hakça bir fırsat eşitliği temeli üzerinde, herkese açık olmalıdır

Rawls’ın insanların hayatları süresi içinde sahip olabilecekleri şansları belirleyen politik, iktisadi ve sosyal yapıları yönetmeleri ve yönlendirmeleri gerektiğine inandığı bu iki ilkeden birincisinin ikincisi karşısında önceliği vardır; başka bir deyişle, ikincisinin ele alınmasından önce birincisinin sağlanması gerekmektedir Bunlarda eşit özgürlük talebi veya ilkesi kovuşturma, işkence, ayırımcılık ve politik baskıyı ortadan kaldırır Fırsat eşitliği ilkesi eşit yetenek ve motivasyona sahip olan herkesin, hangi sınıftan gelirse gelsin, eşit başarı şansına sahip olmasını teminat altına alır Farklılık ilkesi ise eşit olmayan yeteneklerin, bu herkesin iyiliğine olacağı için, farklı şekillerde ödüllendirilmelerini mümkün kılar

Rawls bütün sözleşmeciliğine ve liberalizmine rağmen, yararcılığa karşı çıkmış olan bir düşünürdür Çünkü ona göre, en yüksek toplam iyiye, yeteneksizler veya güçsüzler başta olmak üzere, azınlıklara haksız dezavantajlar yükleyecek yollardan ulaşmanın çokça bir değeri olamaz Yani, doğrunun iyiden önce ve bağımsız olduğunu, ve iyi aracılığıyla tanımlanamayacağını savunmuştur

Realist: 1- Gerçekliğin insan zihninden bağımsız olduğunu söyleyen genel öğretinin şu ya da bu versiyonunu benimsemiş olan kişi ya da yaklaşım; 2- gerçekçi bir tavır takınan, görünüşlerin kendisini yoldan saptıramadığı, yanılsamalara kapılmayan kendini duygularına kaptırmayan kişi

Realizm: Genel olarak olguları, ne kadar aykırı görünürlerse görünsünler oldukları gibi, şeyleri gerçekte oldukları şekliyle nesnel olarak ve dürüstçe kabul etme tavrı veya belli bir kategoriye giren varlık ya da nesnelerin zihinden bağımsız olduklarını öne süren öğreti

Reich, Wilhelm: 1897-1957 yılları arasında yaşamış olan Avusturyalı hekim ve Freudien Marksizmin kurucusu olan ünlü psikanalist

Temel eserleri: Die Funktion des Organismus [Bedensel Boşalmanın İşlevi] Dialektischer Materialismus und Psychoanalyse [Diyalektik Maddecilik ve Psikanaliz], Die Massen Psychologie des Faschismus [Faşizmin Kitle Ruhu Anlayışı] ve Die Sexuelle Revolution [Cinsel Devrim]

Kimi düşünceleriyle, özellikle de kitle toplumuna dair fikirleriyle Frankfurt Okulunun eleştirel teorisini birçok yönden öncelemiş olan Reich bedenin önemini, be*densel boşalmanın işlevlerini büyük bir güçle vurgulamıştır Reich’in özgünlüğü, Marksizmdeki bir gediği psikanalizle kapatma ya da daha ziyade psikanalize Marksist bir dönüşüm kazandırma çabasından meydana gelir O, psikanalizi Marksistlerin gözünde aklamak için çok çalışmış ve bu bağlamda ruhsal bozuklukların ortaya çıkışında sosyoekonomik etmenlerin payını vurgulayan ilk olma onurunu kazanmıştır

Retorik: Fikirleri, düşünceleri en iyi bir biçimde ifade etme, etkili konuşma dili mahkemede adaleti gerçekleştirmek, politikada yarar sağlamak vb, temelde ikna etmek etkili ve cezbedici bir biçimde kullanma sanatı

Romantizm: Avrupa’nın 1790-1850 yılları arasındaki entelektüel yaşamının kimi temel yönlerini tanımlamak için kullanılan terim

19 yüzyılın ilk yarısında, biraz da Aydınlanmaya bir tepki olarak gelişen akım ya da hareket olarak romantizm, farklı ülkelerde farklı görünümler almıştır Örneğin, İngiltere’de tamamen estetik bir fenomen, bir sanat hareketi olarak ortaya çıkan romantizm Fransa’da, Rousseau’nun etkisiyle, toplumsal uzlaşıma karşı bir protesto olarak gelişmiş, hareketin estetik boyutu daha sonra ortaya çıkmıştır Buna göre, sanatta romantizm doğaya yönelik temelli bir ilgiyle belirlenen, doğal fenomenleri doğrudan ve aracısız bir biçimde kavramayı temele alan akım ya da tavrı ifade eder Sanatta klasisizme karşı çıkan romantizm bu nedenle, tüm formları, kuralları ve uzlaşımları yapay oluşumlar ve doğanın gerçek anlamını ve ifadesini kavramadaki engeller olarak görür, içtenliğin, kendiliğindenlik ve tutkunun önemini vurgular Sanatın, idealleştirme ya da genelleme olmadan, tikel ve somut olana yönelmesi ve doğanın uyandırdığı duyguları gözlemesi ve ak*tarması gerektiğini belirtir

Almanya’da ise, önceleri bir sanat hareketi olarak ortaya çıkan romantizm, kısa bir süre içinde bir dünya görüşü ya da felsefe hareketi olarak romantizmin doğuşunda 1800’lü yıllarda ortaya çıkan endüstrileşme ve kentleşmenin, ve dolayısıyla yaşanan hızlı ve radikal değişimin etkisi büyük olmuştur işte bu çerçeve içinde, Romantik felsefenin gerisinde, statik bir varlık ya da dünya görüşünden çok, yaratıcı bir sürece işaret eden varlık anlayışı yer alır

Yine Romantik felsefenin doğuşunda, Aydınlanma projesinin fiilen çöküşü, Aydınlanmanın toplum, ahlâk ve siyaset teorisinin yetersizliğinin farkına varılması büyük bir etki yapmıştır Bu nedenle, Romantik filozoflar, Aydınlanmanın katı ve kuru bilimciliği yerine estetikçi bir tavır benimsemişlerdir Başka bir deyişle, yaratıcı sürecin, yapma ve analitik olan akıl tarafından değil de, duygular ve sezgi yoluyla anlaşılabileceğini savunan romantik felsefe, düzenli, rasyonel ve ölçülü olana karşı çıkarken, doğrudan ve aracısız duyumlarla, yoğun duyguların önemini vurgulamışlardır

Buna göre, romantik felsefe, yanlış ve ikinci dereceden bir güç olarak gördüğü akla şiddetle karşı çıkar, aklın yaptığı tüm ayırımların yapay olup, gerçekliği parçaladığını ve anlaşılmaz hale getirdiğini savunur Başka bir deyişle, romantizmde rasyonel analiz ya da deneysel araştırmanın yerini sezgiye ve duyguya beslenen güven, bilimin yerini doğa felsefesi alır Romantikler Aydınlanma çağının kuru akılcılığına şiddetle karşı çıkıp, doğanın gizlerine, bilim adamının matematiko fiziksel yöntemleriyle değil de, yaratıcı coşum yoluyla nüfuz edilebileceğini savunmuş ve sonsuzluğa erişmenin yolları olarak, aşkı, doğaya tapmayı, dini tecrübeyi ve artistik yaratıcı faaliyeti göstermişlerdir

Aydınlanmanın benler ve şeyler olarak ikiye böldüğü evrenin büyüklüğü ve sınırsızlığından etkilenen romantik düşünürler, evreni canlı, sürekli ve dinamik bir bütün olarak değerlendirmişlerdir Yine, Aydınlanmanın, doğanın tüm diğer yaratıklarından farklı olarak bir akla sahip olduğu için biricik olduğunu söylediği insan söz konusu olduğunda, Romantizm, aklı küçümsediği için, insanı doğanın bir parçası olarak değerlendirmiştir

Romantizm, siyaset felsefesinde ise, evrenselciliğin yerine milliyetçiliği öne çıkarmıştır Onda, Özgür ve eşit bireylerden meydana gelen toplum idealinin yerini, her insanın konumunu bildiği, geleneksel kökleri olan organik bir cemaat ideali alır

Alıntı Yaparak Cevapla

Felsefe Sözlüğü

Eski 07-22-2012   #22
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Felsefe Sözlüğü



Rousseau, Jean-Jacques: 1712-1778 yılları arasında yaşamış, ve insan doğasına ilişkin çözümlemesiyle, insanın özü itibariyle iyi olduğuna ilişkin görüşü ve toplumsal sözleşme öğretisiyle ün kazanmış olan ünlü Fransız düşünür Temel eserleri: Discours sur les Sciences et les Arts [Bilimler ve Sanatlar Üzerine Konuşma], Discours sur l’Origin et les Pondements de l’Ingalite [İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Temeli ve Kökenleri], Emile au de l’Education [Emile ya da Eğitime Dair], Du Contrat Social [Toplum Sözleşmesi] ve Confessiones [İtiraflar]

Kant ve romantik filozofları çok derinden etkilemiş olan Rousseau, bir Aydınlanma düşünürü olmakla birlikte, Aydınlanma hareketine, modernlik düşüncesi ne yönelttiği sert eleştiriyle tanınır Bireysel insan varlığına ve onun mutluluğuna her şeyden çok değer vermiş olan Rousseau, insanın, kültürel farklılıklardan, sarayın yapaylıklarından, tutkunun ve rekabetin yol açtığı olumsuz etkilerden, özel mülkiyetin yarattığı eşitsizlikten arındırılarak, nasıl yeni baştan yaratılaca*ğını araştırmıştır

Onun felsefesi de, modern felsefenin tavrına uygun olarak, benlik kavramı çevresinde döner; Descartes’ın öznel, tözsel benliğinden sonra, onun insanı, ahlâka dayanak olan, kendisine düşünce ya da mantıkla değil de, duyguyla ulaşılan, ve kişisel bir iyilik duyusuyla temellendirilen bir insani benliktir Onun sözünü ettiği insani benlik, rasyonalistlerin ve empiristlerin ifade ettiği gibi, formel boyutları olan, içebakışla bilinen ve kendisini bilgiyle gösteren bir benlik değil de, daha çok romantiklerde söz konusu olan türden evrensel bir kişilik anlamında bendir; Rousseau’nun insanı, yaratıcı, ve kendisini dünyaya ve geleceğe fırlatan bir benliği tanımlar O insanın özü itibariyle iyi ve ahlâklı bir yarlık olduğunu savunmuş, insanda, akıldan çok, duyguların önem taşıdığını, ahlâk söz konusu olduğunda, akıl ve duyguların bir arada gidebileceğini belirtmiştir Rousseau’nun bu insan görüşü, yalnızca etik için değil, fakat siyaset ve toplumsal yaşam için de bir temel oluşturur

Rousseau, özde iyi olan insanın birtakım temel hasletlerini uygarlığın gelişimiyle birlikte yitirdiğini söyleyerek, Aydınlanma karşısında eleştirel bir tavır almış ve Avrupa uygarlığının modern doğrultusuna yönelik eleştirisini ortaya koyabilmek için, insan doğasının tarihsel evrimini verirken, ilkel ya da vahşi insanı uygarlaşmış insanla karşılaştırmıştır İnsanın tarihini doğa haliyle başlatan, doğal ilkel ya da vahşi insanın sağlıklı ve güçlü olduğunu, ölüm korkusu yoksun yaşa*dığı ya da ihtiyacı az olduğu için, bir mutluluk durumunda bulunduğunu söyleyen ve toplumla erdem arasında çok sarih bir karşıtlık kuran Rousseau, çağdaş toplum ile insanın doğası arasındaki mutlak antitezi gözler önüne sererken, Avrupa Uygarlığının sadece entellektüel kültürün sahte cazibesine kapıldığını, insanın iyi özünü bozup, hakiki ahlâki taleplerini göz ardı ettiğini onun doğal ihtiyaçların yerine birtakım suni ihtiyaçlar ikame ettiğini öne sürer

Modern uygarlığın hastalığını, çağdaş toplumun problemini kendince teşhis edip tanımlayan Rousseau, daha sonra çözüme geçmiştir Özellikle İngiliz Aydınlanmacıların insan varlığında başkalarını gözeten bir ilgi, insan doğasında bağımsız bir diğerkamlık kaynağı bulunduğu görüşüne olduğu kadar, iyi bir insan doğası konsepsiyonuyla, özgeciliğin kendini sevmenin yalnızca kılık değiştirmiş bir şekli olduğu düşüncesine de karşı çıkan Rousseau, Amile’de, bir eğitim şeması içinde, insanı başka bireylerden tecrit edilmiş bir birey olarak ele alır ve gerçek özgürlüğün koşullarını araştırır Ona göre, “insanın ne yapması gerektiği”, yani başka insanlarla olan ilişkilerinde nasıl davranması gerektiği sorusu “insan varlığının ne olduğu” sorusunu içerir ve bizi eğitim yoluyla sosyal kurumların reformuna götürür Bu düşünceye, eşdeyişle “bireyin toplumda, toplumun ise bireyin kendisinde araştırılması gerektiği, ve dolayısıyla politikanın eğitim ve ahlâktan asla ayrılamayacağı” düşüncesine paralel olarak, Rousseau Toplum Sözleşmesi adlı eserinde de, insanın özgür ve akıllı bir varlık olarak varoluşunu güvence altına alacak koşulları, onu hemcinslerinin zorbalığından koruyacak, bireyin doğal özgürlük kaybını daha yüksek bir Özgürlük türüyle telafi edecek tedbirleri, ünlü toplum sözleşmesi ve genel irade teorisiyle ortaya koymuştur Başka bir deyişle, onun temel amacı “modern bireyde, insanlığın ilkel basitliğinden çıkışıyla birlikte zorunlu olarak kaybolan niteliklerin nasıl korunabileceği veya yeniden kazanabileceği” problemine tatmin edici bir çözüm getirmektir

Doğal yaşama halinden toplum düzenine geçiş, Rousseau’ya göre, insanda çok önemli bir değişikliğe yol açar Davranışında içgüdünün yerine adaleti koyar; daha önce yoksun olduğu değer ölçüsünü kazandırır Ödeyin sesi içtepilerin, hak ya da isteklerin yerini alınca o güne kadar yalnız kendini düşünen insan başka ilkelere göre davranmak, eğilimlerini dinlemezden önce aklına başvurmak zorunda kalır İnsan bu durumda doğadan sağladığı birçok üstünlüğü yitirse de, yetileri geliştiği, düşünceleri açıldığı, duyguları soylulaştığı, ruhu yükseldiği için, onun en azından politik ve ahlâki bakımdan gelişme imkanı kazandığını söylemek gerekir Yani, doğa halinden toplum haline geçişle birlikte, insan dönüşüme uğrar, içgüdüsel bir yaratık olmaktan çıkarak, benliği bağımsızlıkla değil katılımla, özgürlüğü varsayan bir katılımla belirlenen bir yurttaş haline gelir Çok daha önemlisi, insan, bir dürtü yaratığı değil de, sorumlu bir ahlâki fail haline, sorumlu bir ahlâki fail haline, yalnızca toplumda gelir Onu tam bir insan varlığı haline getiren, kendi kendisinin efendisi yapan, yabancılaşmış olma durumundan kurtaran tek şey, ahlâki özgürlüktür Doğal özgürlük kaybı, insanın daha tam ahlâki özgürlüğüne, onu tam ve gerçek insan yapan manevi özgürlüğe erişmek durumundaysak eğer, Rousseau’ya göre, yapılması gereken zorunlu bir fedakarlıktır

Rönesans Felsefesi: Avrupa’da XV ve XVI Yüzyılda yaşanan rönesans hareketinin düşüncesine, bu dönemin felsefe anlayışı

Rönesans felsefesine damgasını vuran akım, hiç kuşku yok ki, hümanizm olmuştur Bu dönem felsefesi, insan merkezli bir felsefedir Rönesansın, insanüstü olana ya da yalnızca doğal olana karşı, insani boyutu ön plana çıkartan felsefesi, doğal olarak, insan bilgisiyle ilgili problemleri göz ardı ettiği ve mutlak bir gerçekliğin mutlak bir bilgisine sahip olma varsayımının, insanın aktüel bilgisine hiçbir katkı sağlamadığı düşünülen mutlakçılığa; insanın bilişsel faaliyetlerdeki etkinliğini gözden kaçırdığına, ve bütün bir doğayı, doğanın daha aşağı parçaları aracılığıyla tanımladığına inanılan doğalcılığa, kısacası geçmişin metafiziğiyle doğa bilimlerini belirleyen insansızlaştırma ve kişiliksizleştirme sürecine karşı tavır almıştır

Rönesans felsefesi, epistemoloji ve mantık alanında ise, bilmenin psikolojik yönlerini ve arzu, istek, duygu, amaç ve yönelimlerle kişiliğin düşünce süreçleri üzerindeki etkisini dikkate almayan rasyonalist bir bilgi anlayışına ve klasik mantığa karşı çıkmış ve pozitif, empirist bir bilgi anlayışı ve yeni bir mantık geliştirmiştir Bu dönemde, a priori felsefelerin zorunlu düşünce doğruları, insanın bilgiye ulaşma sürecindeki somut başarılarıyla doğrulanan postülalara dönmüştür Zorunlu doğru düşüncesi ortadan kalkarken, doğruluk insan düşüncesinin bilgilenme sürecindeki başarısına işaret eden arzu edilir bir değer olup çıkmıştır

Rönesans felsefesinde teori ve pratik arasındaki mutlak antitez yok olup giderken, doğruluk ve yanlışlık mutlak olmayıp, bilginin sonu gelmeyen ilerlemesine bağlı ve göreli olan değerler olarak anlaşılmıştır Bilgi teorisi bakımından empirist bir bakış açısı sergileyen Rönesans felsefesinde, insan zihni, yalnızca dış dünyadan gelen izlenimlerin pasif bir alıcısı olarak görülmemiş, zihnin etkinliğini vurgulayan aktivizm, iradecilik, personalizm ve bireycilikle birleşmiştir

S

Sadizm: Romanlarında sadik diye nitelenen birtakım cinsel sapıklıkları anlatan Marquis de Sadein adından türetilmiş olan ve, kişinin, cinsel anlamda birlikte olduğu eşine acı çektirmek suretiyle, haz elde etme sapıklığını ya da başkalarına acı vermekten, acı çektirmekten ya da başkalarının acı çektiğini görmekten haz duyma sapıklığını, kişinin karşısındakine ıstırap çektirmek suretiyle cinsel doyuma ulaşması durumunu tanımlayan deyim

Sadizmin, yani kişinin başkasına acı vermesinden zevk duyma halinin, mazoşizmle, yani kişinin kendisine eziyet edilmesinden zevk alması durumuyla birleşmiş olmasına ise sadomazoşizm adı verilmektedir Başka bir deyişle, sadomazoşizm, kişinin başkasına acı çektirme ve buna bağlı olarak da, kendisini cezalandırma gibi, hem dışa ve hem de içe yönelik iki sapkın faaliyet ya da hareketin birleşimi veya karşılıklı ilişkisinden doğar

Sağduyu: Dış dünya ile ilgili olan ve hemen herkes tarafından, tartışılmaksızın ve sorgusuz sualsiz kabul edilen, fakat zaman zaman filozofların araştırmaları ya da ulaştığı sonuçlarla çatışabilen genel inançlar sistemi; belirli bir alanda, özelleşme ve uzmanlık öncesinde ve gündelik yaşamla ilişki içinde gelişen ve ilgili her birey tarafından paylaşılan tutarlı inançlar ve yargılar sistemi

Sartre, Jean Paul: Varoluşçuluğun en ünlü ismi olan çağdaş Fransız filozofu 1905-1980 yılları arasında yaşamış olan Sartre’ın Temel Eserleri: L’Etre et le Neant [Varlık ve Hiçlik], La Transcendence de l’Ego [Benin Aşkınlığı], La Nausee [Bulantı], Les Chemins de la Liberte [Özgürlüğün Yolları) L ‘Existentialisme est un humanisme [Varoluşçuluk], Critique de la Raison Dialectique [Diyalektik Aklın Eleştirisi]’dir O, akademik bir kurumda profesyonel bir filozof olarak çalışmak yerine, zaman zaman popüler birtakım eserlerle geniş halk kitlelerine ulaşmayı denemiş olan ünlü bir düşünürdür

Temeller: İnsanın kendi yazgısını belirlemedeki aktif rolünü vurgulayan ve Marx, Husserl ve Heidegger gibi düşünürlerden etkilenmiş olan Sartre’ın temel çıkış noktası, insan varlığı ile öteki nesnelerin varlığı arasındaki farklılığın incelenmesinden oluşur Başka bir deyişle, bilincin yapısını betimlemek üzere fenomenolojik yöntemi kullanan Sartre, öncelikle “Bir insan varlığı olmanın ne anlama geldiği?” sorusunu ele almıştır Descartes’ın yaptığı gibi, özneden yola çıkan Sartre, Kant’ın problemini, yani şeylerin ya da nesnelerin nedensel olarak belirlenmiş dünyasında, insanın özgürlük ve sorumluluğunun nasıl açıklanabileceği problemini ortaya koyup, bu probleme bir çözüm getirmeye çalışmıştır

Metafiziği: Ona göre, insanın doğası, insan tarafından üretilmiş olan bir ürünü tanımladığımız tarzda açıklanamaz Sartre’ın bu tezine göre, herhangi bir alet, nesne yapacak olsak, Önce bu nesnenin nasıl olacağını tasarlarız Örneğin, bir masayı ele alalım Masa kafasında bir masa fikrine sahip olan, masanın ne için kullanılacağını ve nasıl üretileceğini bilen bir insan tarafından imal edilmiştir Buna göre, masa, meydana getirilmezden önce, belirli bir amacı olup, bir sürecin ürünü olan bir şey olarak tasarlanmıştır Masanın özüyle, masanın meydana getiriliş sürecini ve onun yapılma amacını anlarsak eğer, masanın özü, onun varoluşundan önce gelir Sartrea göre, insanda durum böyle değildir

İlk bakışta insanın da bir yaratıcının, Tanrı’nın eseri olduğunu düşünürüz Tanrı’yı, masayı imal eden marangoz benzeri doğaüstü bir sanatkar olarak görür ve böylelikle, Tanrı’nın insanı yarattığı zaman, neyi yaratmış olduğunu bildiğine işaret ederiz Oysa, Sartre Tanrı’nın varoluşunu inkar etmiş olan tanrıtanımaz bir düşünürdür Tanrı var değilse, Sartre’a göre, insanın Tanrı tarafından önceden belirlenmiş bir özü de olamaz İnsan, yalnızca vardır, kendinden önceki bir modele, bir taslağa, bir öze göre ve belli bir amaç gözetilerek yaratılmamıştır İnsan öncelikle varolur ve kendisini daha sonra tanımlar İnsan yalnızca vardır ve Sartre’a göre, kendisini nasıl yaparsa, öyle olur

İnsanın önceden belirlenmiş bir özü olmasa da, o, Sartre’a göre, bir taş ya da sopa gibi, basit ve bilinçsiz bir varlık değildir O, bir taş parçasının her ne ise o olduğunu söyler; taşın varlığı, kendi içine kapanık, kendisinden başka bir şey olamayan varlıktır Söz konusu taş parçasının şöyle ya da böyle olmak imkanı yoktur; o, ne ise daima odur Bu, Sartre’a göre, kendinde varlıktır Buna karşın, insan, kendinde varlık (yani, tar parçasının var olduğu tarzda var) olmak dışında, kendisi için varlığa (yani, onu taş parçasından farklılaştıran varlık tarzına) sahiptir Yani, insan bilinçli öznedir; insan, varolduğunun bilincindedir İnsanın varlığı bilincinde, kendine dönmekte, kendini bilmektedir Bundan dolayı, insana önceden verilmiş ve değişmeyen bir öz yüklemek söz konusu olamaz Bilinçli bir varlık olan insan, ne değilse odur, ne ise o değildir Yani, bilinçli bir varlık olan insanda, sonsuzca değişme kapasitesi vardır Onu şimdi olduğu şeyle tanımlayamazsınız, çünkü ta*nımladığınız anda, o başka bir şey, başka bir birey olma yoluna girmiştir Bilinci insanı her zaman başka bir şeye, bir öteye götürür Bilinçli bir özne, sürekli olarak bir gelecek önünde duran varlıktır Ve bilinç, özgürlük ve bir geleceğe doğru yöneliştir

Başka bir deyişle insan doğası, başka herhangi bir gerçeklik türünden, bir bakıma hiç farklı değildir İnsan başka herhangi bir şey gibi vardır, yalın bir biçimde oradadır Bununla birlikte, insan diğer şeylerden ya da gerçekliklerden farklı olarak, bir bilince sahiptir Bu nedenle, insan şeylerin dünyası ve başka insanlarla farklı ilişkiler içinde olur Buna göre, bilinç her zaman bir şeyin bilincidir ki, bu, bilinci kendisini bir nesnenin varoluşunu tasdik etmek suretiyle varolduğu anlamına gelir Bilincin nesnesi, yalnızca ‘orada olan’ bir şey olarak dünya olabilir

Tek bir katı kütle olarak dünya dışında, Sartre’a göre, sandalye, dağ benzeri belirli nesnelerden söz ederiz Masa dediğimiz nesne, bilincin faaliyetiyle, dünyanın bütününden koparılarak şekillendirilir Dış dünya yalnızca bilince, ayrı fakat karşılıklı ilişkiler içinde bulunan şeylerden meydana gelen anlaşılır bir sistem olarak görünür Bilinç olmadan, dünya yalnızca vardır; o, kendinde varlıktır ve bu haliyle anlamdan yoksundur Bilinçtir ki, dünyadaki şeylere, varlık vermese bile, anlam verir Buna göre, bilinç her şeyden önce, dünyadaki şeyleri tanımlar ve onlara anlam yükler İkinci olarak, bilinç kendisini aşar, yani kendisiyle nesneler arasına bir mesafe koyar ve bu şekilde nesneler karşısında bir bağımsızlık elde eder Bilinçli ben, dünyadaki şeyler karşısında bu tür bir bağımsızlığa sahip olduğu için, şeylere farklı ya da alternatif anlamlar yüklemek, bilincin gücü içindedir İnsan, Sartre’a göre, mühendis ya da işçi olmayı seçebilir, şu ya da bu proje veya tasarıya bağlanır; dünyadaki varlıklar da, insanın bu tercihlerine bağlı olarak anlam kazanırlar

Etik Görüşü: Buna göre, insan öncelikle vardır, insanın varoluşu, onun ne olacağından önce gelir İnsanın ne olacağı, bilincin belli bir mesafeden gördüğü dünya karşısında nasıl bir tavır alacağına bağlı olacaktır İnsan, bu uzaklıktan, şeyler ve kişiler karşısındaki bu bağımsızlık hali içinde, bu şeylere ve kişilere nasıl bağlanacağıyla ilgili olarak bir tercihte bulunur İnsan dünya karşısında bu tür bir özgürlüğe sahip bulunduğu için, dünya insanın bilincini ve tercihlerini etkileyemez Dünyayı aştığı, dünyaya yukardan ve uzaktan bakabildiği ve sürekli olarak tercihlerde bulunmak durumunda olduğu olgusunu değiştirmek, insan için asla söz konusu olamaz Kısacası, Sartre’a göre, insan özgürlüğe mahkumdur İnsan Özgür seçimleriyle kendisini tanımlar ve yaratır Buna göre, insan, kendisini yoktan varetmez, fakat bir dizi seçim ve karar aracılığıy*la, varoluşunu belli bir öze dönüştürür, yani kendi özünü oluşturur

Başka bir deyişle, kendi kendisini sürekli olarak yeniden yaratmak durumunda olan insan, bir varoluş olarak, kendisini ilk anda terkedilmiş biri olarak bulur ve umutsuzluğa düşer İnsan bu durumda geçmişine dönemez, şimdinin kendisi için boş bir imkan olduğu insan, geleceğe de güvenemez İşte insan bundan dolayı, kendisini saçma bir dünya içinde hisseder Doğmak, yaşamak, ölmek ve eylemek ona hep saçma gelir İşte insan böyle bir anda başkalarını hisseder, ve kendisini bir merkez olmaktan çıkarır Bu ise onun varoluşunu öznel olarak yaşamasını önleyip, onu başkalarıyla birlikte olmaya, toplum içinde yaşadığı gerçeğine götürür Böyle olunca da insan başkalarının sorumluluğunu duymaya başlar Bu nedenle, Sartre’ın gözünde özgürlük ancak sorumluluk yüklenmekle mümkün hale gelir Tüm eylemlerinin sorumluluğunu üzerine alabilmiş olan insan özgür olup, sadece böyle biri gerçek varoluşa sahip olabilir Bu nedenle tek mutlak değer özgürlük olsa bile, sorumluluğa bağlanan bu özgürlük, katı bir ahlâki gerektirir Onun gözünde doğru eylem, sorumluluğu özgürce yüklenilmiş olan eylemdir Bununla birlikte, genel geçer ve mutlak bir doğruluğun da olmadığı unutulmamalıdır Her çağ kendi doğrusunu yaratırken, ahlâklılık da her çağda kendi doğrusunu

Savigny, Friedrich Karl von: 1779-1861 yılları arasında yaşamış olan ünlü Alman hukuk filozofu

Hukuğun tarihsel gelişimi ve sosyal gelişme ile hukuki gelişme arasındaki problem üzerinde duran Savigny, her hukuk sisteminin belirli bir toplumsal ve tarihsel gelişmenin ürünü olduğunu göstermiştir Bütün Çağlar ve ülkeler için geçerli olacak, insanın akli yeteneğinden doğan bir ideal hukuk tasarımına, soyut ve gerçeklikle ilişkisiz olduğu gerekçesiyle karşı çıkan Savigny, doğal hukuku tarihselci görüş açısından eleştirmiştir O, başlangıçta hukukun devletin yüksek iktidarının ifadesi olduğu fikrini de kabul etmemiş, toplum sözleşmesi öğretisinin bir gerçekliği yansıtmadığını iddia etmiştir

Savigny’ye göre, hukuğun gelişimi üç ayrı dönemde olur: Birinci dönemde hukuk, halkın vicdanından doğar, örf ve adet kural*ları şeklinde kendini gösterir Ikinci dönemde, toplumsal gelişme, yaşamını hukuka vakfeden bir hukukçular sınıfının doğuşuna yol açar Üçüncü ve son dönem ise, hukukun kodifikasyonu dönemidir

Savigny, hukuğun yasa koyucu tarafından yapılmadığını, ama kendi kendisine geliştiğini ve olgunlaştığını öne sürmüştür Hukuk insan iradesinin ürünü olmayıp, ortak man-cin sonucudur Ve yine, Savigny’ye göre, tıpkı her ulusun kendi dilini geliştirmesi gibi, her ulus kendi toplumsal gelişimi içi de kendi hukukunu yaratır

Sendikalizm: Felsefi kökleri radikal bir entellektüalizm karşıtlığında bulunan ve toplumsal yaşamda sendikalara önemli bir rol yüklemeyi amaçlayan toplumsal ve siyasi öğreti

İrade, eylem ve inancın, insan doğasının temel ve en yaratıcı öğeleri olduğunu, ideolojilerin bu temel gerçekliklerin bir yansımasından başka hiçbir şey olmadığını savunan sendikalizm, burjuva toplumunun hastalıklarının ve kötülüklerinin, en büyük yaratıcı güce sahip olan işçi sınıfının söz konusu toplum düzenini yıkması ya da sendikalar şeklinde örgütlenmesiyle ortadan kalkacağını belirtir

Saint-Simon, Claude Henry de: Düşünce tarihinde, toplumun bilimi olarak gördüğü sosyolojinin düşünce babası olarak tanınan Fransız filozof ve iktisatçısı Temel eserleri: De la Reorganisation de la Societe europenne [Avrupa Topluluğunun Yeniden Örgütlenmesi Üzerine], Du Systeme industriel [Sanayi Sistemine Dair], Cateschisme des Industriels [Sanayicilerin İlmihali]

Saint-Simon, toplumda bir reforma gitmeyi amaçlamış, toplumun endüstri çağının, endüstrinin gereklerine göre düzenlenmesi gerektiğini savunmuştur Bilimsel düşünceye dayanan bir toplum bilimi kurmanın zamanının geldiğini, artık pozitif bilim çağının başlamış olduğunu öne sürdüğü için, aynı zamanda pozitivizmin de kurucusu olarak da bilinen Saint-Simon’un en büyük düşü, insan toplumunun reformdan geçirilmesi olmuştur Ona göre, Fransız Devrimi mutluluk getirmemiştir Evrensel insan haklarının ilanı, Saint-Simon’a göre, aşağı sınıfların cehaletini ve yoksulluğunu ortadan kaldırmamıştır Toplumdaki tüm insanların mutluluğunun yeni bir toplumsal düzenleme, bir sosyal reformla sağlanabileceğine inanan Saint-Simon, toplumda gerçekleştirilecek reformun toplumsal yasaların bilgisi-ne dayandığını ve bunun bilimlerde de bir reformu gerektirdiğini düşünmüştür

Bundan dolayı, onun felsefesi öncelikle toplum konusunu ele alır ve bir toplum felsefesi olarak ortaya çıkar Toplumu bir or*ganizma olarak gören ve bu organizmanın evrimini inceleyen Saint-Simon’a göre, toplumun kökeninde çıkar öğesi vardır O, bir toplumun insanlarının birbirlerine gelişigüzel yaklaşmadığını söyler İnsanlar, ancak bir çıkar durumu ortaya çıkınca, bir toplum halinde bir araya gelirler Toplum, Saint-Simon’a göre, çıkar öğesinin bir sonucu olarak uzlaşmayla kurulur Bir toplumun kurulabilmesi, çıkarın sonucu olan bir toplumsal bağın var olmasına ve dolayısıyla kollektif bir vicdanın oluşmasına bağlıdır

Saint-Simon’a göre, insanlar kendileri ne özgü orijinal varlıklar olmanın yanında, doğada hüküm süren determinizme tabi olan varlıklardır Fizik ve kimya alanındaki ağırlık merkezi yasası gibi, toplumları yöneten bir ilerleme yasası vardır Sosyoloji biliminin görevi, bu yasanın varlığını gösterip, insanlara bu yasaya itaat etmeyi öğretmektir Zira, Saint-Simon’a göre, bu yasayı insanlar koymuş değildir Biz, bu ilerleme yasasını, siyasi, ahlâki, ekonomik, vb, olaylar içinde görürüz Sosyolojinin tarihsel yöntemi benimseyen bir gözlem bilimi olmasının nedeni budur O, bu ilerleme yasasını düzenli bir yöntemle açıklayarak, Avrupa Uygarlığının toplumsal ve siyasi evriminin genel yasalarını elde etmeye çalışmıştır

İnsanın toplumsal tarihinin kendilerine ayrı düşünce tarzlarının karşılık geldiği üç ayrı aşamadan, yani sırasıyla çoktanrıcılık/ kölelik, teizm/feodalizm ve pozitivizm/endüstriyalizm evrelerinden geçtiğini öne süren Saint-Simona göre, toplumsal değişme ve düzenin yasaları, pozitivizmin marifetiyle, bulunabilir Toplumun, ona göre, başlıca görevi, yaşamak için gerekli nesneleri çoğaltan üretimi geliştirmektir; çünkü mutluluk ancak bu şekilde sağlanır Yeni düzende toplumu anlar, yani endüstri alanında çalışanlar yönetecektir Endüstri alanında çalışanlarla, o zanaatlarla uğraşanları, çiftçileri, fabrikatörleri, yatırıma açtıkları kredilerle üretime katılan bankerleri, türlü üretim dallarındaki uzmanları anlatmak ister Toplumu endüstri alanında çalışanların yönetmesi yoksulları yoksulluklarından kurtaracaktır; ona göre, bilimle, akla uygun olarak düzenlenecek üretim, bütün çalışanları her bakımdan yükseltecektir Herkes çalıştığı, görevini yerine getirdiği ölçüde, üretimden payına düşeni alacaktır Üretimi yönetenler, Saint-Simon’a göre, halkı keyiflerine göre değil, fakat üretimi geliştirmenin gereklerine göre yöneteceklerdir Bu yöneticilerin görevlerini kötüye kullanmalarına, halkı aldatmalarına, halka ödevlerini anlatacak yeni bir din ile toplumu aydınlatacak bilginler engel olacaktır

Şu halde, ekonomik ve siyasi yönetimin başında banka, fabrika, maliye uzmanlarının bulunmasına karşılık, inanç ve eğitim gibi işlerin başında da bilim, sanat uzmanları bulunacaktır Yeni din, kardeşlik ve sevgiye dayanan bir inanç olmalı ve her türlü hurafeden arındırılmalıdır Başka bir deyişle, modern toplumun yön ve düzeninin, üretici olmayan bürokratlar tarafından değil de, bilim adamları ve sanayiciler tarafından belirlendiğini öne süren Saint-Simon’a göre, modern toplumdaki kriz de, pozitivizme dayanan yeni bir din ile çözülebilir

O, bilim konusunda, tüm bilimlerin şimdiye dek bilimsel olmayan yöntem ve adımlarla işe başlamış olduğunu söyler Bundan başka, her bilim birtakım dini tasarımlar, metafizikle ilgili sanılarla yüklüdür Başlangıçta, teolojik bir temeli olan ve metafizik kavramlarla geliştirilen, gerçek olmayan bir bilimin yerine, Saint-Simon’un çağında gerçek bilim, pozitif bilim geçmiştir Ona göre, ilerlemeyi sağlayan etken de bilimin, başlangıçta onun içine karışmış olan bu öğelerden temizlenmesidir Saint-Simon, artık pozitif bilim çağının başlamış olduğunu söyler

Sanat: 1- Bir etkinliğin gerçekleştirilmesi veya belli bir işin yapılmasıyla ilgili yöntem, bilgi ve kuralların tümü 2- Bir işi belli bir estetik duyguyu yansıtacak bir biçimde gerçekleştirme tarzı Doğada olmayan bir şeyi yaratma amacına yönelmiş rasyonel faaliyet 3- Sanat eserlerinin yaratılmasını mümkün kılan doğal yeteneğe dayalı ya da deneyim yoluyla kazanılmış beceri ya da ustalık Birtakım fiziki araçları, arzu edilen sonuçlara ulaşmak üzere, sezgi ya da bilgi yoluyla öğrenilen estetik ilkelere göre, amaçlı ve sistematik bir biçimde kullanma yeteneği

4- Bir duygu, düşünce, tasarım ya da güzelliğin ifadesinde kullanılan yöntemlerle, bu yöntemlere bağlı olarak sergilenen üstün yaratıcılık Temel işlevi güzeli meydana getirmek, güzellik yaratmak olan öznel faaliyet 5 Sergilediği estetik özellikleriyle bir sanatçının elinden çıktığını belli eden nesneler, yani resim, heykel, oyun, film benzeri eserler bütünü

Senkretizm: Çatışan ideoloji ve görüşlerin birlikli bir düşünce sistemi içinde uyumlu hale getirme tavrı

Sentez: 1- Düşüncenin ayrı öğelerini, ya da ayrı düşünce veya ideolojileri mantıksal bir tarzda bir araya getirme işlemi 2- Söz konusu birleştirme faaliyetinin ürünü olan şey

Sınıf: Bir toplumda aynı görevi yapan statüleri aynı olan, çıkarları tam bir aynılık sergileyen ve aynı durumda bulunan insan öbeklerinden her birini ifade eder Buna göre aralarında belli bir kültür ve iktisadi çıkar ortaklığı ve bu ortaklığın yarattığı özel ilişkiler bulunan insanların tümü bir sınıf meydana getirir

Marx’ta sınıfın ölçütü ekonomik bir ölçüt olduğundan o sınıfları üretim araçlarıyla ilişki içinde tanımlamıştır Marksist anlayışa göre başlangıçta toplumda sınıflar bulunmuyordu; sınıflar işbölümüyle ve üretim araçlarının özel mülkiyeti eline geçmesiyle ortaya çıkmıştır Buna göre toplumsal sınıf, aynı konum çıkar ve statüye sahip insanların bir üretim ve mülkiyet sistemini içindeki yerlerine göre tanımlanan ekonomik sınıfa eşittir

Buradan da anlaşılacağı üzere sınıf konusundaki teorik gelenek Marx’ın 19yüzyılda endüstriyel kapitalizmin yeni ortaya çıkan sınıfsal yapısına ilişkin analiziyle başlamıştır O, bu çerçeve içinde sınıfı, sermaye ve üretim araçlarını özel mülkiyetini temele alarak, ekonomik terimlerle analiz etmiştir Buna göre, Marx nüfusu, bir tarafta üretim araçlarına sahip olan kapitalist sınıf ve emeklerinden başka satacak hiçbir şeyi olmayan işçi sınıfı olarak ikiye bölmüştür O, köylülerle küçük esnafın meydana getirdiği, bu ikili çerçeveye uymayan grupların da varolduğunu kabul etmiş, fakat onların kapitalizm öncesinden kalıp kapitalist sistemin gelişip olgunlaşmasıyla birlikte, ortadan kalkacağını iddia etmiştir

Sınıfları ekonomik terimlerle tanımlayan Marx, onları aynı zamanda toplumu değiştirme kapasitesine sahip olan gerçek top*lumsal güçler olarak görmüştür Kapitalistlerin olabildiğince çok kazanma ve kar elde etme isteği, ona göre, işçilerin sömürülmesine ve dolayısıyla yoksullaşmalarına yol açar Bu durumun işçilerde bir sınıf bilinci yaratacağını; proletaryanın, konumuna ilişkin öznel bir kavrayıştan yoksun olduğu için, salt ekonomik terimlerle tanımlanmış bir kategori olan kendinde sınıftan, kendisine ve dünyaya ilişkin bilinçli bir kavrayışa sahip olan işçilerden meydana gelmiş bir kendisi için sınıfa doğru dönüşeceğini öne süren Marx, işçilerin kapitalistlere karşı bir sınıf çatışması içine girerek kapitalizmi yıkacağını söylemiştir

Yine aynı çerçeve ve terminoloji içinde işçi sınıfı ya da proletaryanın, burjuvazi karşısındaki nesnel sınıfsal durumunun ve kapitalizmin sosyalizme dönüşümündeki tarihsel rolünün bilincinde olmasına, yani sınıfın öznel boyutuna ise, sınıf bilinci adı verilir Buna göre, sınıf bilinci, işçi sınıfının, özel mülkiyetle kollektif üretim güçlerine dayanan kapitalist üretim ilişkileriyle ilgili somut tecrübesinin sonucudur Öte yandan, Marx, işçi sınıfı ya da proletaryanın, çıkarlarının gerçek doğasının nerede yattığını görememesi ve devrimci bir sınıf bilinci oluşturamaması durumuna ise, yanlış bilinç adını verir

Yine, Marx, toplumu meydana getiren iki sınıf arasındaki ekonomik çıkar ve siyasi egemenliğe dayalı mücadeleyi sınıf çatış*ması şeklinde tanımlamıştır Marx’ın söz konusu anlayışına göre, sınıf mücadelesi tarihin itici gücüdür Örneğin, feodalizmden kapitalizme geçiş, toprak sahibi aristokrasi ile yükselen kapitalist burjuvazi arasındaki çatışmanın sonucu gerçekleşir Kapitalizmden sosyalizme geçiş ise, burjuvazi ile işçi sınıfı arasında giderek yoğunlaşan kutuplaşmanın ve işçi sınıfının sömürülmesinin bir sonucu olarak ortaya çıkar

Sistem: Parçaları, öğeleri arasında karşılıklı ilişki, etkileşim, bağlantı ve bağımlılık bulunan tutarlı bir bütün içinde birlikli hale getirilmiş nesneler toplamı

Rasyonel bir ilke, plan, ya da yönteme göre, altakoyma, çıkarım ya da genellik türünden tutarlı bir düzen ya da düzenleme içinde bir araya getirilmiş nesneler, fikirler, aksiyom ya da kurallar bütünü olarak sistem, belli bir görüş, öğreti ya da ideoloji meydana getirecek şekilde birbirlerine bağlanmış ilkeler toplamını olduğu kadar, belli bir sonuca ulaşmak için kullanılan yöntemi de tanımlar

Sistematik felsefe: Gerçekliğin tüm alanlarını kapsayan sistemler kurmayı amaçlayan, çeşitli konularda elde edilen bilgileri bir sentez içinde birleştirmeye çalışan felsefe türü

Sistematik felsefe deyimi, ayrıca, felsefeyi tarihsel bir açıdan ele alan tarihsel yaklaşımdan farklı olarak, felsefenin epistemoloji, ontoloji, değer gibi alanlarında felsefi yöntemleri kullanıp, analiz ve eleştiriyi ve bu arada, yeni felsefi bilgiler üretmeyi her defleyen felsefe anlayışını ifade eder

Sivil toplum: Siyasi otoritenin baskısından nispeten uzak olan toplum modeli; toplumda varolan ve kuruluşu birtakım haklar elde etme çabasına bağlı olan demokratik yapı; toplumun kendi kendisini, devletin kurumlarından bağımsız olarak, yönlendirmesi durumu

Başlangıçta uygarlığın sonucu olan bir nezaket ve uygarlaşma halini tanımlayan sivil toplum terimi, 18 yüzyılda Batı yönetim tarzı Doğu despotizmiyle karşı karşıya getirilirken, onun ayrımını belirtmek üzere politik bir terim olarak kullanılmıştır Bu*nunla birlikte, sivil toplum terimi esas Hobbes ve Locke tarafından kullanılmış ve söz konusu toplum sözleşmesi teorisyen*lerinde önem kazanmıştır Hobbes ve Locke gibi düşünürler politik otoritenin en azından varsayımsal olarak onsuz olunabilir bir kavram ya da şey olduğunu belirtirken, devlet olmadan da yaşamak mümkünmüş gibi akıl yürütmelerine bağlı olarak, devlet olmadığında geride kalan kurumları betimlemek için bir kavrama ihtiyaç duymuşlardır Bu kavram da sivil toplum kavramıdır Buna göre, sivil toplum, ekonomik ilişkilerin, ailesel yapıların, dini kurumların, vb, politik otorite olmadan varlığını sürdürdükleri genel çerçeveyi tanımlar Bununla birlikte, sivil toplum kavramının, sivil toplum politik otorite olmadan varolmadığı için, analitik bir kavram olduğu unutulmamalıdır

Sivil toplum kavramının anlamına katkıda bulunan düşünürler arasında, her şeyden önce Hegel ve Marx bulunmaktadır Buna göre, Hegel ‘de, sivil toplum, aile ile devletin siyasi ilişkileri arasında yer alan bir ara kurum olarak tanımlanır Karl Marx’ta ise, sivil toplum sosyo-ekonomik ilişkilerle üretim güçlerinin bütününü gösterir Onun gözünde temel karşıtlık bu şekilde tanımlanan sivil toplumla sivil toplum içindeki sınıf ilişkilerinin üstyapısal tezahürü olan devlet arasındadır Alman ideolojisi adlı eserinde, sivil toplumun bütün bir tarihin kaynağı ve oynandığı tiyatro olduğunu savunan Marx’a göre, siyasi olaylara, hukuki değişimlere ve kültürel değişmeye ilişkin açıklamanın sivil toplumun yapısındaki gelişmelerde aranması gerekmektedir

Bu Marksist sivil toplum anlayışını aynen benimseyen çağdaş düşünür A Gramscv’ye göre, sivil toplum devletin cebri hareket ve müdahaleleriyle üretimden meydana gelen ekonomik alan arasında bulunur Buna göre, sivil toplum, özel yurttaş ve bireysel tasdik alanı olarak ortaya çıkan toplumsal yaşam alanıdır

Siyaset felsefesi: Siyasetin problemlerini siyasi sistemleri, siyasal hayvanlar olarak tanımlanan insanların belli bir siyasi sistem içindeki davranışlarını felsefeye özgü yöntemlerle ele alan felsefe dalı, daha çok normatif bir nitelik arzeden kavramsal araştırma türü; felsefenin, siyasi yaşamı konu alan, özellikle de devletin özü, kaynağı ve değerini araştıran dalı

Siyaset felsefesinin ele aldığı belli başlı konular şunlardır: 1- İnsanın gelişme süreci içinde, yönetimin ya da devletin kaynağı, doğası, amacı ve önemi 2- Varolan, varolmuş olan devletlerin sınıflanması ve bu devletlerin oluşumunda etkili olan felsefe ya da görüşlerin incelenmesi 3- İdeal düzen arayışları 4- Ütopyaların yapısı ve bunların gerçekleşme şansları 5- Bireyle devlet, itaat etmeyle özgürlük arasındaki ilişki, baskı, sansür ve yönetimin gücü 6- Adalet, eşitlik, özgürlük, haklat ve mülkiyet gibi temel kavramların analizi

Eski Yunan’da doğmuş olan siyaset felsefesi, günümüzde siyasi otoritenin gücünü, doğasını ve kaynağını, siyasi otoriteyle birey arasındaki ilişkileri ele alır Siyasi kurumların ve bu arada devletle birey arasındaki ilişkilerin nasıl geliştirilebileceği konusunu inceleyen siyaset felsefesi günümüzde daha çok ‘demokrasi’ kavramı üzerinde durur Başka bir deyişle, demokrasi problemini sivil toplum-devlet kavram çiftiyle, özgürlük ve eşitlik ideallerinin oluşturduğu temel üzerinde ele alan siyaset felsefesinin temel problemi, kamusal gücün, siyasal iktidarın, insan yaşamının niteliğini korumak ve geliştirmek için nasıl kullanılması ve ne ölçüde sınırlanması gerektiği problemidir

Siyaset felsefesinin uzun tarihi içinde, Platon, Aristoteles, Cicero, Aziz Augustinus, Aquinalı Thomas, Dante, Machiavelli, Spinoza, Locke, Burke, Rousseau, Mill, Bentham,Tocquevil le, Saint-Simon, Comte, Hegel, Marx ve Engels gibi düşünürlerin önemli katkılarından söz edilebilir Buna karşın, 20 yüzyılda siyaset felsefesi alanındaki katkılar, sırasıyla siyasi pragmatizm, dini ve varoluşçu yaklaşım ve nihayet devrimci yaklaşım diye, kabaca üç başlık ya da yaklaşım altında toplanabilir Dewey, Russell ve Popper gibi düşünürler tarafından temsil edilen 1- Siyasi pragmatizm, toplumun halihazırdaki yapısını ve kapitalizmi eleştirmekle birlikte, düşüncelerini söz konusu yapının oluşturduğu genel çerçeve içinde ifade eder ve siyaset alanındaki amacın, insan kişiliğinin geliştirilmesiyle yaşam düzeyinin en yüksek noktaya çıkartılması olduğunu savunur Örneğin, siyaset felsefesinde aristokratik bir bireyciliğin savunuculuğunu yapan Russell, hoşgörü, cinsel özgürlük ve sağduyunun yanında olurken, materyalizme, bürokrasi ve savaşa şiddetle karşı çıkmıştır

Buna karşın, 2- Dini ve varoluşçu yaklaşım, insanlığın topyekün bir yıkıma doğru gittiğini savunurken, zaman zaman dini ya da yarı dini değerleri, zaman zaman da bireyin bizzat kendisini ön plana çıkartmıştır Başta Lenin olmak üzere, 3- Gramsci, Marcuse, Lukacs gibi düşünürlerin temsil ettiği yaklaşım ise, bireyin nihai bir özgürlük ve mutluluk haline ulaşabilmesi için, kapitalizmin ve burjuva devletinin, şiddet veya demokratik yollarla yıkılmasını öngörür

Siyaset sosyo1ojisi: Toplumsal yapı ve kültürü etkileyen somut politik fenomenlere ilişkin sosyolojik araştırma Öncelikle ve temelde devlet konusunu, sosyolojik bir bakış açısı ve yöntemlerle ele alan siyaset sosyolojisi, politikayla toplumsal yapılar, ideolojiler ve kültür arasındaki ilişkiler üzerinde durur Özgül politik rejimlerin ve kurumsal yapıların kökenlerini ve gelişimini açıklamak amacıyla parlamenter demokrasilere olduğu kadar, despotik ve totaliter rejimlere de yönelen politik fenomenlere dair sosyolojik analiz, birer toplumsal kurum olarak siyasi partileri ve parti liderleriyle üyeleri arasındaki ilişkileri inceler

Siyasi personalizm: Kişiliğin toplumsal gelişmesinin en yüksek ifadesi olduğunu, bundan dolayı, devletin bireylerine fiziki, entelektüel ve tinsel bakımdan tam olarak gelişebilmeleri için, gerekli tüm olanak ve fırsatları sağlamak durumunda olduğunu savunan görüşe verilen ad

Skolastik: Genel olarak Ortaçağda hakim olan Grek felsefesinin kavramsal araçlarından yararlanılarak oluşturulmuş Tanrı merkezli düşünce sistemini 1 veya bu teoloji ağırlıklı felsefenin kullandığı yöntemi tanımlamak için kullanılan sıfat

Smith, Adam: 1723-1790 yılları arasında yaşamış olan İskoç iktisatçı ve düşünür Temel eserleri The Theory of Moral Senti*ments [Ahlâki Duygular Teorisi] ve An Inquiry into the Nature and Causes of the Wealth of Nations [Ulusların Zenginliğinin Doğası ve Sebepleri Üzerine Bir Soruşturma]

İskoç Aydınlanması ve iktisadi liberalizmin en önde gelen isimlerinden biri olan Smith, daha ziyade eklektik bir karakter ta*şıyan ahlâk görüşünde, bir erdem ahlâkı geliştirmiştir Erdemin neden meydana geldiği’ ve erdemi hangi psikolojik ilkelere göre tanıdığımız’ soruları üzerinde odaklaşan ahlâk görüşünde, Smith bu soruları Aristoteles ve Stoacılar’ın görüşlerinden olduğu kadar, Hutcheson gibi yararcı düşünürlerin görüşlerinden de faydalanarak yanıtlamaya çalışmıştır

O iktisat görüşünde ise, her türlü zenginliğin kaynağının emek olduğunu savunmuş, modern toplumlarda zenginliğinin artışının en önemli nedeninin bir yandan iş bölümü, diğer yandan da emeğinin veriminin artmasını sağlayan sermaye birikimi olduğunu söylemiştir

Sofistler: MÖ 5 ve 4 yüzyılda, siyasi ve toplumsal koşulların değişmesinin ve doğa felsefesinin iflasının ardından, insan üzerine felsefenin başlatıcısı olarak ortaya çıkan gezgin felsefe öğretmenleri grubu

En önemli Sofistler arasında, Protagoras, Gorgias, Prodikos, Hippias, Antiphon, Thrasymakhos ve Kallikles’in adı verilebilir Sofistler, felsefi bir okul oluşturmaktan çok, belli bir mesleğin üyesi olan, toplumsal koşulların değişmesinin doğal bir sonucu olarak ortaya çıkan pratik işlerde yol göstericiliğe duyulan açlıktan, kendileri için bir meslek ve yaşam biçimi üretmiş olup, para karşılığı ders veren gezgin öğretmenlerdi Bu gezgin öğretmenler, dilbilgisi, ikna sanatı, retorik, mahkemede kendini savunma sanatı, mantık, ahlâki davranış, edebiyat eleştirisi, matematik ve dilsel analiz gibi bir çok sanatı öğrenme iddiasında olmuşlardır
Sofistlik: Belli bir doğruya ulaşmak için değil de, tartışmış olmak için tartışma tavrı; aldatmayı, ikna etmeyi, sözün etkisiyle inandırmayı hedefleyen akıl yürütme tarzı; maddi çıkar sağlamak amacıyla kandırma faaliyeti; ve Sofistler tarafından kullanılan tartışma, incelikli ve yanıltıcı argüman teknikleri için kullanılan terim

Buna göre doğruyu söylemeyi, doğruları ifade etmeyi değil de, yalnızca üstün çıkmayı, kazanmayı amaçlayan tartışma türüne, görünüşte doğru olmakla birlikte, gerçekte, büyük bir dikkatle incelendiği zaman görülecek ince bir yanlış içeren aldatma ya da en azından yanıltma amaçlı akılyürütme türüne sofistlik denir Aynı çerçeve içinde geçerli gibi görünmekle birlikte, geçerli olmayan, incelikli ama yanıltıcı argüman ya da akılyürütmeye sofizm ya da sofizma adı verilmektedir


Alıntı Yaparak Cevapla

Felsefe Sözlüğü

Eski 07-22-2012   #23
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Felsefe Sözlüğü



Sokrates: MÖ 469-399 yılları arasında yaşamış olan ünlü Yunanlı düşünür Platon’un hocası olan Sokrates, görüşleri, tar*tışmaları yeni iktidarın temsilcileri tarafından beğenilmediği için, yeni tanrılar icad ettiği, görüş ve tartışmalarıyla, gençleri baştan çıkardığı gerekçesiyle ölüme mahkum edilmiştir

Sokrates’in felsefedeki ve felsefe tarihindeki önemi, öncelikle onun bilinçli ve ahlâki kişiliğin bulunduğu yer olarak ruh kavramını bulmuş olmasından kaynaklanır; felsefenin merkezine insanı geçiren, insanın kendisiyle, evrenle ve toplumla olan ilişkisinin ne olduğunu ve ne olması gerektiğini araştıran, insan yaşamının kişisel, toplumsal ve ahlâki boyutunu ön plana çıkaran Sokrates aynı zamanda etik tarihindeki ilk büyük teorinin kurucusu olmak durumundadır

Onun etiğinin en temel tezi ya da önermesi, bir insanın en önemli faaliyetinin ruhuna gereken özeni göstermesi olduğu veya sorgulanmamış bir hayatın yaşanmaya değer olmadığı tezidir Sokrates’in inancına göre, kişinin nasıl yaşaması gerektiği sorusu üzerinde düşünmemesi onun değersiz, ve dolayısıyla mutsuz bir yaşam sürmesiyle eşanlamlıdır Ve Sokrates insanların bu soru üzerinde pek düşünmeden yaşadıklarını ima etmiştir Çünkü insanlar başka insanların da bulunduğu ve toplum değerlerinin hakim olduğu bir dünyaya dahil olmuş durumdadırlar Ne yapmaları neyin peşinden koşmaları ve nasıl yaşamaları gerektiğini onlara her zaman anne-babaları akrabaları, kısacası büyükleri söyler İnsanlar toplumun ideallerini ve değerlerini olduğu gibi benimserler İçinde bulunulan sosyal atmosfer neyin doğru neyin yanlış, neyin iyi neyin kötü olduğuy*la, yani ahlâklılıkla ilgili birtakım fikirleri insanlara aktarır Aynı sosyal atmosfer, ahlâklılıkla yakından ilişkili olan dini düşünceler ve bu arada kişisel hedeflerle ilgili beklentiler sergiler Söz konusu sosyal koşullanma ya da toplumsallaşma süreci içinde, hemen tüm insanlar toplumun ideallerine gönüllü yazılır ve çevrenin beklentilerine uygun yaşar İnsanların çoğu mesleklerini dahi, toplumun kutsadığı, ya da önemsediği alternatiflerin arasından seçer ve yaşantılarını böyle planlar Dine de aynı şekilde yazılır ve iyi ya da ahlâklı yaşamı büyükleri gibi tanımlarlar Kısacası, insanlar üyesi oldukları topluma ve bağlı bulundukları kültüre göre yaşarlar İşte böyle bir yaşam, Sokrates’in «sorgulanmamış” dediği varoluşçuların 20 yüzyılda “sahici olmayan yaşam” diyecekleri hayattır

Çünkü böyle bir hayatı sürdürürken çoğu insan, Sokrates’in ruh adını verdiği karakterlerine ya da tinsel yaşamlarına gereken özeni göstermez Sosyal kimlikleriyle, içinde bulundukları toplumun ideallerine uygun yaşadıkları zaman, insanın bunun için zamanı bile olmaz Zenginlik arar haz ya da şan şeref peşinde koşarken, bir de tinsel boyutları olduğunu unuturlar, kendilerini harekete geçiren gücün ne olduğunu sorgulamadan, kişisel hedeflerinin gerçekten de değerli olup olmadığını tartışmadan başka herkes gibi yaşanan Toplumun kendilerine sunduğu değerler üzerinde bir an bile düşünmeden, sosyal baskıyla, bedenin arzularıyla sürüklenirler Kısacası, «sorgulanmamış bir yaşam süren insanların hayatı kendi ellerinde ya da kendi kontrollerinde değildir; onların denetimi dışarıdan gelmektedir Bu ise, kişiyi mutsuzluğa götüreceği için, bir felaketten başka hiçbir şey olamaz Öyleyse, insan, mutluluğu buna bağlı olduğu için ruhuna özen göstermek zorundadır Ruha gereken özeni göstermek ise insanı insan yapan şeyin ne olduğunu, ruhun bizatihi kendisini, neyin insan doğasını tamamlayıp gerçekleştireceğini bilmektir

İşte buradan Sokrates’in etik anlayışının bir başka ünlü sözü çıkar: “Kendini bil!”, “Kendini tanı!” Yaşamda mutluluk insanın kendi benine ilişkin bilgide, insanın kendisine dair doğru kavrayışta yatar, çünkü, bir insan kendi doğasını, kendisini harekete geçiren motifleri, zaaflarını ve sınırlamalarını, yeteneklerini, yaşamının gerçek amacını bilirse eğer, bu bilgiye uygun olarak akıllıca ve bilgece davranıp, mutluluk nihai hedefine ulaşabilir

Mutluluk, buna göre, Sokratik etiğin insanlar için koyduğu nihai hedef, gerçek ahlâki iyidir İyi insan tarafından arzu edilen ihtiyaç ve eksikliği duyulan şey olmakla birlikte, Sokrates’e göre iyi, insanların ihtiyaç duyduklarını ve arzu ettiklerini düşündüğü şey olmayabilir, zira insanlar, gerçek ihtiyaçlarının neler olduğuyla ilgili olarak yanılabilmekte ve gerçekte eksikliğini duymadıkları bir şeyin, hatta kendileri için zararlı olan bir şeyin peşinden koşabilmektedir Şu halde, ahlâki iyi, insanların ihtiyaç duyduklarını düşündükleri şey olmayıp, onların doğaları gereği, gerçekten ihtiyaç ve eksikliğini duydukları, insanlara doğal olarak ait olan ve ona sahip oldukları takdirde onları gerçekleştirecek, tamamlayacak şeydir Sokrates’in söz konusu kendini gerçekleştirme haline verdiği ad, eudaimoniadır, yani mutluluktur O söz konusu mutlulukçu etik anlayışında, ahlâki iyinin insan doğasını tamamlayıp gerçekleştirerek, insanı mutlu kılan şey olduğunu, insanın mutluluğu hedeflediğini apaçık bir şey olarak görür Ona göre, bundan daha öteye gidilemez ve insanların, mutsuz olmak yerine, niçin mutlu olmayı istedikleri sorusu sorulamaz; bu Sokrates için olduğu kadar, tüm Yunanlılar için apaçık bir şeydir Sokrates, tüm insanların, doğaları gereği, mutlu olmayı istediğini ve hiç kimsenin mutsuz olmak istemediğini söyler Mutluluk, tüm insani istek ve arzuların nihai amacıdır ve insan hayatı ve varoluşunun en yüksek hedefidir

Sokrates bunu ve mutluluğun bilgiyle olan ilişkisini biraz daha açıkça ifade edebilmek için, ahlâki ve dolayısıyla mutlu yaşama ile varolan çok çeşitli sanat veya zanaatlar arasında bir analoji kurmuştur Buna göre, bir sanat (techne) sahibi olan insanlar, yani zanaatkarlar hem faaliyetlerinin amaçlarının ve hem de bu amaçlara nasıl ulaşılacağının doğru bilgisine sahiptirler Bir ayakkabıcı bir ayakkabının ne olduğunu ve ne işe yaradığını, bir ayakkabının nasıl yapılacağını bilir Bir marangoz bir masanın ya da bir koltuğun ne olduğunu ve nasıl imal edileceğinin bilgisine sahiptir Bir gemi kaptanı denizde gemiyle yolculuk etmenin gerek amaçlarını ve gerekse araçlarını bilir Bütün bu örnekler dikkate alındığında, bir sanatın belirli ve açık seçik olarak tanımlanmış bir amacı ya da nihai ürünü ve bu amaca erişmenin veya nihai ürünü elde etmenin kabul görmüş yolları vardır Sokrates’e göre yaşamak da bir sanattır; daha doğrusu iyi ve doğru yaşamak istiyorsak, yaşamayı nihai amacı mutluluk olan bir sanat olarak görmemiz gerekmektedirYaşamanın amacı olan mutluluğa erişmenin yolları ise, bir insan kişiliğini meydana getiren yetkinlik halleri olarak tanımlanan, erdemlerden başka hiçbir şey değildir Başka bir deyişle, onda erdem mutluluk amacının aracı olmak durumundadır; yani, erdem, insanın doğasını tam olarak gerçekleştirdiği, potansiyelini tam anlamıyla hayata geçirdiği, kendi yetkinliğine ulaştığı bir hal olan eudainıoniaya götüren, kendisiyle söz konusu mutluluk amacına eriştiği değer ya da niteliktir Sokrates bu şekilde tanımladığı erdemi, bilgiye eşitlemiştir “Erdem bilgidir” tümcesi, onun yinelemekten hiç bıkıp usanmadığı bir tümce olmuştur

Erdem bilgi ise ne tür bir bilgidir? Sokrates’e göre her tür bilginin erdem olmadığı açıktır zira herhangi bir sanata, alana ya da konuya ilişkin bir bilgi, insanı zorunlu olarak mutluluğa götürmezken erdem olan bilgi, insanı kendisini gerçekleştirmeye ve mutluluğa götürür Bir insan iyi bir tüccar başarılı bir hekim ya da iyi bir bilim adamı olabilir, ama yine de mutlu olmayabilir Böyle bir insan, mesleğiyle ilgili olarak herşeyi bilebilir, fakat yine de mutsuz bir yaşam sürebilir Buna göre, erdem olan bilgi iyi olmalı bizi iyi kılmalı, kısacık yaşamlarımızı iyi bir hayat haline getirmelidir Özel bilgi türleri, yaşamın çeşit çeşit iyilerini sağlayabilmekle birlikte, söz konusu iyiler, onları nihai ve eri yüksek amacımız doğrultusunda, en bilgece nasıl kullana*bileceğimizi bilmediğimiz sürece, yalnızca zarar verebilir Sokrates’e göre, insanın doğasını gerçekleştirmesini ve mutluluğa ulaşmasını sağlayan tek bilgi iyi ve kötüye, neyin gerçekten iyi ve neyin kötü olduğuna ilişkin bilgidir Onun sophia ya da phronesis adını verdiği bu bilgi, tek gerçek bilgi ve bilgeliktir Bu bilgi bir insanın birçok bilgi türü arasında, ilgisini çekiyorsa, kendisi ne yönelebileceği, kendisini ilgilendirmiyorsa da onunla uğraşmayı başkalarına bırakabileceği, bir bilgi türü değildir Sokrates’e göre, tüm insanlar, doğaları gereği mutlu olmayı istediklerinden ve neyin iyi, neyin kötü olduğuna ilişkin bilgi zorunlulukla mutluluğa götüren tek yol olduğundan, bu bilgi tüm insanlar için kazanılması gereken bir bilgidir Erdem olan bilgi, ikinci olarak insanın kendisine ilişkin bir bilgidir Erdemi tanımlamanın, şu halde, ikinci bir yolu, onu kendi*ni bilmeye eşitlemektir Bu da, mutluluk amacı için kaçınılmaz olan bir bilgidir Zira, bir insan kendisini tanımadıkça, neyin kendisi için olduğunu, neyin kendisini, eksik ve kusurlu bir yaratık olarak bırakmak yerine, tam ve yetkin biri kılacağını bilmedikçe, iyi, yetkin ve mutlu biri olamaz Kişi ne olduğunu neye ihtiyaç duyduğunu, hangi yeteneklere sahip olup, hangi bakımlardan eksik olduğunu, eşdeyişle kendini bilmediği sürece, neyin kendisi için iyi ya da kötü, yararlı ya da zararlı olduğunu bilemez

Erdem olan bilgi üçüncü olarak tek tek erdemlerin bilgisini de içerir, çünkü Sokrates, erdemlerin birliğini öne sürer Örneğin, cesaret adını verdiğimiz erdem, ona göre, başıboş bir kahramanlık, anlamsız bir atılganlık ve cüretkarlık, her tehlikeyi düşüncesizce göğüsleme olmayıp, neden korkulup neden korkulmayacağına, neyin göğüslenmeye değer olup neden kaçınmanın iyi olacağına ilişkin bilgiden başka bir şey değildir Gerçek cesaret, uzun vadede neden daha çok neden daha az korkmak gerektiğine neyin daha fazla, neyin daha az tehlikeli olduğuna ilişkin bir hesaplama, tartma ve ölçüp biçmedir Aynı şekilde, adalette, bir bilgidir Adalet, insanın kendi üzerine düşeni yapması ve kendisinin en iyi ve en uygun olduğu işi yapması, herkese hak ettiğini vermesidir Bir insan bilgeliğe, kendine ilişkin bilgiye sahip olmadıkça, nasıl olur da, kendisine ait, kendisinin bir parçası olan şeyi, en uygun olan işi yapabilir? Bütüne, başkalarına ilişkin bilgiye sahip olmadıkça, nasıl olur da, başkasının hakkını verebilir, bütünün adaletine katkıda bulunabilir?

O, aynı çerçeve içinde, yani etik alanında amacına ulaşabilmek, mesajlarını doğru iletebilmek için aynı zamanda dilin doğasıyla ilgilenmiş ve düşünme anlam, mantık ve tanım konusunu ele almıştır Yaşadığı dönemde yoğun bir kavram kargaşasının hüküm sürdüğünü, bunun etik alanını da kapsadığını düşünen Sokrates, bilgeliğin, adaletin, cesaretin, vb, anlamının ne olduğu bilinmedikçe bilgece, adil ya da cesurca eylemekten söz edilemeyeceğini iddia etmiştir Çünkü aynı sözcükleri ya da kavramları kullanan insanlar, bu sözcük ya da kavramlarla farklı şeyleri kastediyorlarsa eğer, Sokrates’in gözünde, bu, insanların anlaştıklarını sanarak anlaşmadan konuştukları anlamına gelir ve sonuç, kargaşadan başka hiçbir şey olmaz Kargaşa, Sokrates’e göre hem entellektüel ve hem de ahlâki yönden olur Ona göre, entellektüel olarak sözcük ve kavramları, sizin kullandığınız anlamdan farklı bir anlamda kullanan biriyle tartışarak, bir kavga dışında, hiçbir yere varamazsanız ve ahlâki olarak da, söz konusu sözcükler ahlâki fikirlere karşılık geldiği zaman sonuç bir anarşiden başka bir şey olmaz Sokrates işte bu kargaşayı sona erdirmek, insanlara ahlâki gelişmelerinde yol göstermek için bir tartışma ve öğretim yöntemiyle, bir tanım yöntemi geliştirmiş ve tartışmalarıyla, evrensel değerlerin özünü ve gerçek anlamını ortaya koymaya çalışmıştır

Sokratik alay: Sokrates’in bildiğim bir şey var ise, o da hiçbir şey bilmediğimdir’ sözüyle ve sergilediği öğrenme ve bilgiye susamışlık haliyle, karşısına aldığı tartışmacılara, gerçekte bilgisiz olduklarına işaret etmek ve ahlâk alanındaki bu bilgisizliğin, yaşamın akışı içindeki tehlikesini ve ağırlığını hissettirmek üzere benimsediği, kendisini olduğundan farklı gösterme, bilgisini gizleme ve karşısındakine meydan okuma tavrı,

Sokrates’in alayı, onun mantıksal çürütme yönteminin tamamlayıcı bir unsuru olarak ortaya çıkar Zira o çıkarımın mantıksal sonucunu pekiştirmek veya güçlendirmek için bilinçli olarak alaya başvurur ya da ayrıca bir varoluşsal şok uygulamaya geçer Buna göre, bilgisizlikleri gözler önüne serilen insanlar, herhangi bir konuda değil de, insan için en önemli olan konuda, yani ahlâk alanında bilgisizlik içindedirler Bu, onların eylemlerine yön veren bir bilgiden yoksun oldukları, yaşamlarının amacı üzerinde düşünmedikleri, kendilerini ve eylemlerini sorgulayamadıkları anlamına gelir Çünkü, Sokrates’e göre, tüm insanlar iyi eşdeyişle ahlâklı bir biçimde yaşamak isterler ve hiçbir insan, iyi ve kötüye ilişkin bilgi olmadan iyi olamaz ve iyi bir biçimde yaşayamaz


Sokrates, alayı işte duruma ve bu durumun vahametine işaret edebilmek için, kullanmıştır Bilgi-bilgisizlik karşıtlığından doğan alayın bir parçası olarak Sokrates, kendisinin hiçbir şey bilmediğini söylerken karşısındaki tartışmacıyı yüceltir, onun bilgisinden yararlanmak istediğini belirtir Tartışma ilerledikçe, Sokrates’in karşısındakinin tartışılan konudaki bilgisizliği ortaya çıkarken, o sorduğu sorularla, gerçekte sanki hiç de bilgisiz biri değilmiş izlenimi yaratır O, böylelikle tartışmacının başlangıçtaki özgüvenini dağıtır ve bilgisizliğin bilincinde olmanın öğrenmeye giden yolda atılması gereken ilk adım olduğunu ve tartışılan konudaki bilgisizliğin, insanın bütün bir yaşamını sakatlayacak kadar önem taşıdığını göstererek, onu alayın da yardımıyla bilgi yoluna sokar

Sokratik çürütme yöntemi: Platon’un Sokratik diyaloglarında belli bir etik görüşün temel tezlerini ortaya koyarken, başka insanlarla ortak bir araştırma içinde ahlâk alanında doğru bilgiyi ararken gördüğümüz Sokrates’in hem genel olarak Sofistlere alternatif eğitim anlayışının ve hem de bilgi araştırmasının ayrılmaz bir parçası olan olumsuz yöntemi

Yazılı bir şey bırakmayıp, hayatını adeta felsefe yaparak özellikle gençler felsefe tartışarak geçiren Sokrates bu tartışmalarında, hemen her zaman karşısına tartışılan konuyu ele alınan erdemi iyi bildiği varsayılan birini almıştır O daha sonra, “X nedir?” sorusunu sorarak, karşısına geçen kimselerden araştırılan erdemin doğru tanımını, bu konuda sahip oldukları bilgiyi aktarmalarını ister ve bunun ardından da, karşısındaki kişinin verdiği cevaptan, sadece soru sormaya devam ederek, çelişik sonuçlar çıkartır Bu süreç, tartışmacının getirmiş olduğu bütün tanımlar çürütülünceye, ve onun verecek başka cevabı kalmayıncaya yani o bilgisizlik itirafında bulununcaya kadar devam eder

Sorokin, Pitirim Alexandrovich: 1869-1968 yılları arasında yaşamış olan Rus asıllı Amerikan sosyolog ve düşünür Temel eserleri: Crisis of Our Age [Çağımızın Bunalımı] Social Philosophies in an Age of Crisis [Bir Bunalım Çağında Toplum Felsefeleri]

Sosyoloji, toplumsal sistem ve öbeklerle kültürel sistemlerin, kişilik sistemi ve kişiler arasındaki ilişkinin dinamikleri ve yapısının genelleştirilmiş teorisi olarak tanımlayan Sorokin’in toplum felsefesindeki büyük önemi onun etkileşimin konusu olarak kişiliği, kişiler arasındaki etkileşimin toplamı olarak toplumu anlamak için değer, norm ve anlamlar toplamına bağlı olan kültürü anlamamız gerektiği tezinden kaynaklanmaktadır

Sorokin’in bir diğer önemli katkısı da, toplumların üç farklı yaklaşım ya da mantaute arasında salındıklarını belirten döngüsel bir sosyal değişme teorisinden meydana gelir Comteun üç evre yasasına benzeyen bu değişme anlayışında, din düşünme tarzlarını tanımlayan düşünsel sistem pozitivist bakış açısının teolojik evresine, gerçekliği anlamada duyumların önemini vurgulayan duyumsal kültür ya da sistem Cornte’taki pozitif evreye bu ikisi arasında kalan idealist kültür de positivist görüşteki metafizik evreye tekabül eder

Sosyal: 1- Bir topluma ayrı ve müstakil bir varoluşa sahip olduğuna inanılan insan topluluğuna ilişkin olan; 2- Toplumu meydana getiren, bir toplum içinde yaşayan insanlar; 3- Toplum içinde yaşayan bireylerden meydana gelen katman, grup, sınıf, vb; 4- Toplumdaki bireylerin birbirleriyle olan ilişkileri; 5- Toplumdaki sınıfların birbirleriyle olan etkileşimleri; 6- Toplum içinde yaşayan insanların maddi hayat koşullarını geliştirmeyi, tinsel ihtiyaçlarını karşılamayı amaçlayan eylem ve faaliyetler için kullanılan sıfat

Bu bağlamda, bir toplumda yaşayan iki ya da daha fazla sayıda insanın birbirleriyle girdiği, karşılıklı olarak devam ettirdiği kısa veya uzun süreli anlamlı etkileşimlere sosyal ilişki adı verilir Yine, belli sayıda ortak özelliği olan, birtakım ortak ihtiyaçlarını karşılamak için bir araya gelmiş, bağımsız bir varoluşa veya kimliğe sahip bulunduklarının bilincine sahip, birtakım ortak kurallara göre birbirleriyle ilişki içinde bulunan bireyler kümesi veya toplumsal birim sosyal grup olarak tanımlanır Aynı çerçeve içinde, ekonomik güçleri, toplum içindeki rol ve konumları hayat tarzları birbirlerine benzer olan, ortak çıkarlara sahip insanlardan meydana gelen topluluğa sosyal sınıf adı verilmektedir Yine, insan eyleminin failler arasındaki karşılıklı etkileşimi içeren alt sınıfı ya da sosyal grupların eylemi sosyal eylem diye tanımlanır

Öte yandan, bireylerin sosyal grup ve sınıfların, ister çatışma ya da ister uzlaşımın bir sonucu olarak, birtakım normlar ve de*ğerlerin de yardımıyla sergiledikleri ahenkli ve istikrarlı yaşayış hali ve düzenine sosyal düzen denir Buna karşın, bireylerin ve ekonomi, aile, din, siyaset benzeri temel toplumsal kurumların karşılıklı ilişkilerinden meydana gelen bütüne sosyal sistem adı verilirken, bir topluma temel ve asli şeklini kazandıran ve eylem tarzlarına sınırlar getiren temel sosyal ilişkiler bütünü veya sosyal ilişkilerin temelindeki ilkeler öbeği sosyal yapı olarak tanımlanır

Öte yandan bir toplumun sosyal sistemi içinde yer alan kurumların, toplumsal rol kalıplarının, bireyler arasındaki ilişkilerin ve dolayısıyla bir bütün olarak toplumun, teknoloji, fikirler inançlar, kültürel etkileşimler doğal felaketler keşifler benzeri çok çeşitli nedenlerle değişmesi durumuna sosyal değişme adı verilir Aynı bağlamda, bir toplumun birden fazla yönde ilerleme kaydetmesi, toplumun bütününde meydana gelen ilerleme sosyal gelişme olarak tanımlanabilir Buna karşın bir birey veya grubun, bir toplumsal sınıftan diğerine geçişiyle veya aynı sınıf içindeki hareketiyle belirlenen toplumsal hareketliliğe sosyal hareketlilik adı verilir

Yine, bir toplumdaki değer normlarıyla sosyal eylem tarzları arasındaki uygunsuzluk, toplumsal karmaşa ve düzensizliğin te*zahürü olarak görülen sapkın davranışlar bütünüyle, onlara yol açan koşullar sosyal problem başlığı altında sınıflanır Bir toplumun sosyal problemlerdeki yüksek artışla karakterize olan durumuna, sosyal çatışmanın, ahlâki çöküntünün ve düzensizliğin hakim olması haline sosyal çöküntü adı verilir Bu bağlamda, sosyal problemleri çözmeye, nüfusun toplumsal ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik merkezi ve yerel politikalar ise, sosyal politika adı altında kategorileştirir Öte yandan, bir toplumun kendi varlık, birlik işleyiş ve bekasını korumak için, üyeleri üzerinde uyguladığı etki, denetim ve aldığı önlemler bütününe sosyal kontrol adı verilir

Yine, kişinin toplumsal çevreye uyumlu, toplumun değer yargılarını benimseme durumuna, toplumla bütünleşmiş hale gelmesine sosyalleşme; özellikle çocuğun toplumsal yaşama katılımını ve onunla bütünleşmesini kolaylaştırmak amacıyla, çeşitli kültür unsurlarını onun kişiliğine katarak bu değerlerin içselleştirilmesini sağlama sürecine sosyalleştirme adı verilir Öte yandan, toplumsal yaşama yatkınlığa, insanları birtakım yaşama kurallarıyla barışı sağlayıp koruyacak şekilde birlikte yaşamaya sevk eden ortak eğilime sosyallik denmektedir

Bu çerçeve içinde, sosyal sınıfların varlığını kabul eden; anayasa yoluyla, toplumsal sınıflar arasında bir denge sağlayacak olan sosyal adaletle ilgili birtakım hukuki ilkeler koyarak siyasi iktidarlara yol gösteren devlet modeline; özgürlükleri yalnızca sınırlamaların olmaması olarak anlamayan, fakat özgürlüğün ancak, özgürlüğün gerçekleşebilmesi için gerekli maddi olanakların kişilere sağlanması halinde bir anlam kazanacağı ilkesine bağlı kalan devlete sosyal devlet adı verilir

Yine, sosyal sistemleri, toplumsal yapıları, siyasi ve ekonomik süreçleri, farklı bireyler ya da gruplar arasındaki ilişkileri, test edilmeye elverişli bir bilgi kümesi üretmek amacıyla, sistematik olarak araştıran disiplinlere sosyal bilimler adı verilir Ayrıca toplumu bir büyüteç altına yatıran statükoyu ya da varolan sosyal düzeni çeşitli yol ve araçlarla savunarak ya da eleştirerek toplumsal değişmeyi erteleyen ya da hızlandıran ve böylelikle toplumu koşullayan ve yönlendiren eleştiri türüne sosyal eleştiri denmektedir Nihayet psikolojinin insanın toplumsal davranışını konu alan dalına sosyal psikoloji adı verilmektedir


Sosyal Darwinizm: Darwin’in biyoloji ya da evrim teorisini insan toplumlarının tarihsel gelişimine uygulayan ve bu çerçeve içinde ‘varoluş mücadelesi’ ya da ‘yaşama savaşı’ ve ‘doğal ayıklanma’ ya da ‘en güçlünün ya da koşullara en iyi bir biçimde uyum sağlayanın ayakta kalışı’ fikirlerine özel bir önem atfeden görüş

Sosyal Darwinizm toplumun, en güçlü olanların ayakta kaldığı bir varoluş mücadelesine sahne olduğunu, toplumda, tıpkı doğada hüküm süren doğal ayıklanma gibi, güçsüzü toplum dışına iten ya da marjinalleştiren bir toplumsal ayıklanma sürecinin söz konusu olduğunu, bu yaşama savaşının bir bütün olarak toplumun gelişmesine ve ilerlemesine hizmet ettiğini savunur Bu anlayış güçlüyü, toplumsal mücadelede ayakta kalanları bencil, yarışmacı, tutkulu, zengin, yaratıcı ve zengin zeki ve saldırgan olarak, buna karşın yaşama savaşından yenik çıkanları da güçsüz, pısırık, özgeci, korkak budala gibi te*rimlerle tanımlar Görüş doğal ayıklanma ve varoluş mücadelesinin günümüz toplumunda hala varolmakla birlikte, özellikle doğal ayıklanmanın yüzyıl öncesine kadar yoğun bir biçimde yaşandığını savunur Söz konusu görüşe varoluş mücadelesi, bilim ve teknoloji alanındaki gelişmelerin sonucu olarak nisbeten yatışmış ve yalnızca koşullara en iyi bir biçimde uyum sağlayan insanların değil de, yok olmaya mahkum olan bireylerin de varoluşlarını sürdürecekleri bir durum ortaya çıkmıştır

Sosyal demokrasi: Alman düşünürleri Bernstein ve Lasalle ile başlayıp, Fransız Jaures ve Blum, İngiliz Cole gibi düşünürle*rin katkılarıyla gelişen ve amacı sosyal adalet, insanlar için daha iyi bir yaşam, özgürlük ve barış olan akımı

Kapitalizmin karşısında olan ve insanların bir avuç kapitalistin egemenliğinden kurtarmayı amaçlayan görüş, sınıf savaşını kabul etmekle birlikte, ihtilalci değildir, totaliterliği ve her tür dikta rejimini reddeder Sosyalizmi bir araç değil de, kendi başına bir amaç olarak değerlendiren sosyal demokrasi, Marksizmi reddetmemekle birlikte, onun sosyalizm üzerindeki tekelci etkisi-ne karşı çıkar Demokratik bir anayasa ye toplum düzenine bağlı kalan ve bu düzene uygun bir faaliyet yöntemiyle, köklü sosyal ve ekonomik reformların yapılmasından yana olan sosyal demokrasi, günümüzde oldukça yumuşatılmıştır

Sosyalist: Sosyalizmi benimsemiş kişi sosyalist öğretinin şu ya da unsurunu temele alan şey ya da yaklaşım için kullanılan sıfat

Bu bağlamda, Marksizme dayanan ve anayasasında, iktidarı işçi sınıf mm egemenliği olarak tanımlayan devlet modeline, işçi sınıfı ve onunla ittifak halinde olan yoksul köylülerden başka hiçbir sınıfa iktidar hakkı tanımayan siyasi iktidar yolunun tüm diğer sınıflara ve bu sınıfların partilerine kapatıldığı, demokratik olmayan devlet modeline sosyalist devlet adı verilir

Yine, Marksist sosyalizmin, sanat için sanat görüşüne karşı çıkarak, toplum için sanat görüşünü ön plana çıkartan estetik te*orisine, sanat ve edebiyatın toplumsal gerçekliğe yönelmesi ve toplumdaki devrimci gelişmeleri toplumsal gelişmenin itici gücü olan işçi sınıfının durumunu ve rolünü, sosyalist düşüncelerin üstünlüğünü ve zaferini anlatması gerektiğini dile sanat anlayışına sosyalist gerçeklik denir

Sosyalizm: Aydınlanmanın, Fransız Devriminin liberal ve eşitlikçi ideallerinin ve endüstrileşme sürecinin ürünü olup, sömüren sınıf ya da sınıfları tasfiye ederek, insanın insan tarafından istismar edilmesinin önüne ‘geçmeyi, toplumda bireyler arasında karşılıklı bir işbirliği ve yardımlaşma yaratmayı amaçlayan ve üretim araçlarının ortak mülkiyetiyle belirlenen toplumsal sistem Varolan toplumsal düzeni adaletsiz olduğu gerekçesiyle mahkum eden, ahlâki değerlere uygun düşen yeni bir düzenin savunuculuğunu yapan, bu idealin gerçekleştirilebilir bir ideal olduğuna inanan, söz konusu ideale ulaşma yolunda, insan doğasını ya da kurumları yeni baştan şekillendirecek bir eylem programı öneren ve bir devrim ya da ihtilalcinin bu eylem programını hayata geçireceğine inanan siyasi düşünce ya da ideoloji

Marksizm’de, gerçek komünizmin inşasından önceki dönemde, fakat kapitalizmin yıkılmasından sonra ortaya çıkan politik-ekonomik sistem olarak sosyalizm, devletin üretim araçlarını ya planlama yoluyla ya da doğrudan bir biçimde kontrol ettiği ve hatta bu araçlara hukuken sahip olabildiği; neyi üretmenin en faydalı olduğuna bakmaksızın, salt toplum tarafından ihtiyaç duyulan şeyleri üretmeyi amaçlayan sosyo-ekonomik sistemi ifade eder

Sosyalizmin, Marx tarafından geliştirilen ve Engels tarafından popülerleştirilen tarihsel materyalizme dayanan ve pozitivist felsefeden yoğun bir biçimde etkilenmiş olan türüne, üretim araçlarının burjuvazinin elinde olduğu sınıflı kapitalist devletin yıkılarak, sınıfsız bir düzen kurmayı amaçlayan sosyalizme bilimsel sosyalizm adı verilmektedir

Kapitalizmin gelişimine ilişkin bilimsel bir incelemeye ve işçi sınıfının öncü rolüne ilişkin gerçekçi bir değerlendirmeye dayandığı iddia edilen söz konusu sosyalizme; ekonomik alanda, ‘herkesin yeteneğine ve emeğine göre hakkını alabilmesi’ ilkesi uyarınca üretim araçlarının ortaklaşa mülkiyetini, siyasi olarak kapitalist devletin şiddet yoluyla yıkmak, yerine sosyalist devletin kurulmasını, sınıfsız bir toplum modelini ya da daha çok işçi sınıfının diktatörlüğüne dayanan bir devlet anlayışını, kültürel olarak da, eğitim ve kültürün devlet tarafından planlanmasını, ırk ayrımına karşı çıkmayı, sosyalist topluma karşı olan tüm toplumsal ve kültürel kurumlarla savaşmayı öngören sosyalizm anlayışına aynı zamanda Marksist sosyalizm denmektedir

Yine aynı bağlamda, Marx’ın sosyalizmiBlanqui’nin sosyalizm anlayışına, Rusya’daki Devrim öncesi veya sonrası sosyalist ihtilalcilerin sosyalizm teorisine, yani siyasi iktidarın ele geçirilmesinde, demokratik yollara veya parlamenter eyleme gü*venmeyip, şiddeti savunmasa dahi, reddetmeyen sosyalizm anlayışına ihtilalci sosyalizm adı verilir

Sosyalist devletin kurulması sürecinde ihtilalci şiddeti benimseyen söz konusu sosyalizm anlayışı dışında birtakım barışçı sosyalizmler de bulunur R Owen, C Saint-Simon, ve C Fourier gibi düşünürlerin, sanayi devrimi ve sanayileşme sonrasında, yeni bir sınıfın, işçi sınıfının doğuşuyla birlikte ortaya çıkan eşitsizlik ve sefaleti ortadan kaldırmak üzere, sosyalist birtakım fikirlerle geliştirdikleri görüşler bütünü, düşünceyle madde arasındaki karşıtlık ve temel çelişkiyi, düşünceyi öne alarak çözme eğilim ve tavırları ütopik sosyalizm olarak geçer Toplumdaki serbest rekabetin bir denge ve koşullarda eşitlik yaratmadığını, tam tersine servetin belirli ellerde toplanmasına yol açtığını, tekelleşmenin fazla üretim ve bunalımları doğurduğunu, sanayileşmenin işçi sınıfının durumunun kötüleşmesine neden olduğunu savunan bu düşünürlerin sosyalizmi, onlar eşitsizliği ortadan kaldırmayı amaçlarken, insanların çektiği ıstırap ve sefaletin, uğradıkları haksızlıkların, ileri sürecekleri birtakım çarelerle sona ereceğini düşündükleri, haksızlıklara bir çare bulunamayışının nedeninin, haksızlığı giderecek, eşitliği sağlayacak fikirlerin daha önceden bilinemeyişine, bu çareleri ortaya atacak düşünürlerin daha önce dünyaya gelmemiş olduklarına inandıkları için, ütopik adı verilmiştir

Yine Fransa’da, 1840’lı yıllarda ortaya çıkan ve sosyalizmin bir örneğinin İncil’de bulunduğu inancından hareketle, Hıristiyan*lığın ahlâki kurallarını sosyalizmin kollektivist ilkeleriyle birleştiren sosyalizme Hıristiyan sosyalizmi adı verilmiştir Söz konusu öğreti, klasik sosyalizmlerden dini temel alması, geleceğe değil de, kapitalizm ve sanayileşme öncesi topluma yönelmek bakımından farklılık gösterir

Fransa’da etkili olan Hıristiyan sosyalizminin Almanya’daki karşılığı kürsü sosyalizmidir: Üniversite profesörleri tarafından geliştirilen bu sosyalizm, sosyalist propagandadan çok etkilenen işçi sınıfının kontrolden çıkmaması için, birtakım reformların gerekliliğini vurgulamıştır

Yine Almanya’da devleti ahlâki ve ulusal dayanışma organı olarak gören, devlete çıkartacağı yasalar ve koyacağı vergiler yo*luyla toplumsal adaletsizliği ve dengesizliği gidereceğini düşünen Lassalle’ın devletin her alandaki öncü gücünü temele alan sosyalist görüşüne devlet sosyalizmi adı verilmektedir Öte yandan, Proudhon, Stirner ve Bakunin’in anarşist görüşlerine dayanan ve iktisadi liberalizmi, devleti ve Marksist sosyalizmi eleştirirken, bireyin özgürlüğünü eri yüksek değer olarak gören sosyalizm Özgürlükçü sosyalizm olarak tanımlanır

Yine, Sovyet komünizmine şiddetle muhalefet ederken, Marx’tan ilham almayan sosyalizme geçişin demokratik yollarla ve birtakım reformlarla olması gerektiğini savunan Avrupa sosyalizmine demokratik sosyalizm veya reformcu sosyalizm adı verilmektedir Öte yandan evrensel olduğuna inanılan sosyalist ideleri, kendi ulusal koşullarına uygulamakta tereddüt etmeyen Üçüncü Dünya ülkelerinin sosyalizm anlayışına, ateizmi ve sınıf mücadelesini reddederken, tek parti yönetimini benimseyen, sosyalizmi emperyalizme ve yeni sömürgeciliğe karşı bir araç olarak kullanan yerel sosyalizm türlerine Üçüncü Dünya sosyalizmi adı verilmektedir

Sosyoloji: Bütün çeşitliliği, değişkenliği ve tüm ayrıntıları İçinde, Lopluma dair olan açıklayıcı bilim 1- Sosyal yapıya, 2- Toplumlardaki grupların sosyal kategorilerin ve sınıfların doğasına, oranlarına, çeşitlilik ve farklılıklarına, 3- Toplumdaki sosyal yaşama, 4- Toplumun kültürüne ve hayat tarzına, 5- Hem niteliksel ve hem de istatistiki araştırma yöntemlerinin mahiyetine ilişkin bilimsel inceleme Toplumsal sistemlerin gelişimini ve işleyişini yöneten yasaları ortaya çıkarmaya çalışan, bu toplumsal fenomenleri gözleyip betimleyen, bu fenomenleri tutarlı bir kavramsal şema aracılığıyla açıklamaya çalışan bilim dalı

Sözleşmecilik: 1- J Locke, JJ Rousseau gibi filozoflar tarafından benimsenen, politik devletin varoluşunu temellendirebilmek veya belirli devlet telakkilerini meşrulaştırabilmek için, devleti toplum sözleşmesine dayandırma yaklaşı*mı

2- Çağımızda ünlü Amerikan düşünürü John Rawls’un savunduğu, kişisel veya özel davranışı olduğu kadar, politik yapıları da yöneten adalet kurallarının meşruiyet ya da geçerliliklerini ilgili taraflar arasında yapılan fiili anlaşmalardan veya onların belirli birtakım hipotetik koşullar altında taraf olacakları anlaşmalardan almaları gerektiği görüşü

3- T Hobbes’un ahlâklılığı tanımlamak ve ahlâki kavramların gerekliliğini savunmak amacıyla toplum sözleşmesinden yararlanma tavrı Ahlâkın ve ahlâklılığın doğada varolmayıp, insan tarafından yaratılmış bir kurum olduğunu savunan Hobbes, ahlâkın varoluşumu insan varlıklarının sözleşme/anlaşma yapma yeti ve etkinlikleriyle, meşruiyetini ise ahlâki uzlaşımların insanların istek ve arzularını tatmin etme ve tercihlerini karşılama dereceleriyle açıklamaya çalışmıştır

Spekülasyon: 1- Yalnızca bilmeyi, öğrenmeyi ve tanımayı amaçlayan ve çıkar gözetmeyen bilgi, ve 2- Buradan hareketle, gerçeklik üzerine, soyut, zaman zaman keyfi ve doğrulanması hiçbir şekilde mümkün olmayan düşünce ya da görüş 3- Her türden soyut, dayanaksız yapı, ispatlanması ya da temellendirilebilmesi imkansız yorum

Spekülatif: Eylem ya da pratiği hiç dikkate almadan, salt bilgiye erişmeyi amaçlayan düşünsel veya entellektüel işlemler, yani pratiğe karşıt olarak teorik olan; 2 gözlemlenebilir olanın ötesine geçen gündelik yaşantı ve pratik deneyimle bağını tümden koparan teorileştirme türü, yani empirik olana karşıt olarak deneyimsel olmayan düşünce veya akıl yürütme

Spencer, Herbert: 1820-1903 yılları arasında yaşamış olan İngiliz filozofu

Temel eserleri arasında First Principles [İlk İlkeler], First Principles of Sociology [Sosyolojinin İlk İlkeleri], Social Statistics [Sosyal İstatistik], Descriptive Sociology [Betimsel Sosyoloji] adlı kitaplar bulunan ve fizik ve biyoloji bilimleriyle, siyasi ve toplumsal liberalizmden oldukça etkilenmiş olan Spencer’in felsefesinin temelinde evrim düşüncesi vardır Bilimle dini uzlaştırmayı ve böylelikle de felsefeye yer açmayı amaçlayan Spencer’a göre, felsefe tüm diğer bilimlerden genelliğiyle ayrılır Felsefedeki teorilerin varolan her şey için geçerli olduğunu öne süren Spencer, evrim öğretisini bu durumun tek istisnası olarak görmüştür

Temeller Evrim teorisinin deneysel olarak test edilebilir, savunulup temellendirilebilir bir teori olduğunu belirten Spencer, ba*sitten karmaşığa, homojen olandan heterojen olana doğru gerçekleştiğini düşündüğü evrimin, doğadaki, toplum ve ahlâki yaşamdaki örneklerini gözler önüne sermeye çalışmıştır

Epistemolojisi: Epistemoloji alanında, insan varlığının bilgisinin sınırlı olduğunu, bizim yalnızca fenomenleri bilebileceğimizi öne süren Spencer, bir yandan da bu fenomenlerden, her şeye karşın Bilinemez Olanı, fenomenlerin kaynağı ve evrimin temeli olan Kavranamaz Gücün varlığını çıkarsayabileceğimizi savunmuştur O, ilerlemenin bir rastlantı, insanın kontrolü altındaki bir şey olmayıp, bir zorunluluk olduğunu belirtmiş, yaşamın, içsel olanın dış çevreye uyarlanmasından, sürekli olarak ona göre ayarlanmasından başka bir şey olmadığını iddia etmiştir Siyaset alanında bireyciliği savunmuş, yaşam, zihin ve toplumu madde, hareket ve güç aracılığıyla açıklamaya çalışmış olan Spencer, ahlâkın doğal bir temeli olduğunu, ahlâki sonuçların genel evrim yasasını izlediğini öne sürmüştür

Etiği: Başka bir deyişle, siyaset felsefesi alarmda, eski liberalizmin en önemli temsilcilerinden biri olan Spencer’a göre, devlet ve toplumun iki temel şekli vardır Askeri devlet ve endüstriyel devlet Bunlardan askeri devlet toplumsal örgütlenmenin baş*langıç formu olup, ilkel ve barbardır, savaş için her zaman hazırdır Birey, burada savaşta zafer amacı için bir araçtan başka bir şey değildir Toplum sıkı ve disiplinli bir biçimde örgütlenmiştir ve her birey militarizm ve otoriter yönetimin gerekleri için kendisine tahsis edilmiş olan konumu işgal eder Şovenizmle milliyetçilik ve emperyalizmin askeri devlete gerekli ideolojik esini sağladığını ve devletin ruhban yapısının itaat ve disiplinin önde gelen erdemler olduğunu öğretmeye yöneldiğini öne süren Spencer’a göre, sanayici sınıfların iktisadi faaliyetleri devletin askeri ihtiyaçlarına bağlıdır; ekonominin hedefi daha büyük maddi refah aracılığıyla kişisel mutluluğu arttırmak değil, fakat ortak gücü başarılı fetihlerle beslemektir

Spencer’a göre, askeri devlet kendi topraklarını genişlettikçe ve uzun bir zaman dilimi sonunda barış ve istikrarı sağlayınca, yavaş yavaş sanayici bir devlet ve toplum olmaya doğru evrim geçirir Söz konusu endüstriyel devlet, askeri devletin her bakımdan karşıtıdır Bireyin toplumdaki yerini belirleyen şey, statüden ziyade, sözleşmedir Sanayici toplum ve devlette, yaşam biçimi gönüllü işbirliğine dayalı olup, kendiliğindenlik, çeşitlilik, farklılık ve mutabakatsızlık, bireyi yönetimin en yüce amacı sayma, onun en önemli değerleridir Bu toplumun amacı, üyelerine en fazla özgürlüğü ve an yüksek mutluluğu temin etmektir

Askeri toplumdan sanayici topluma doğru ilerleme, Spencer’a göre, yönetimin azalması anlamına gelir, zira hükümet ‘mevcut barbarizmin bir delili’nden başka bir şey değildir İnsanlar barışçı, birlikte yaşamaya gönüllü oldukları, işbirliği yapmayı öğrendikleri ölçüde sanayici toplum idealine daha çok yaklaşırlar Bununla birlikte, modern endüstriyalizmin bizatihi kendisinin yağmacı ve yırtıcı acımasızlığın yepyeni bir şeklini gün ışığına çıkardığını göremeyen Spencer, bireyin bir amaç olmaktan ziyade, bir araç konumuna indirgendiğini kavrayamamıştır Yine Spencer, on dokuzuncu yüzyıl kapitalizminin temel erdeminin, barışçı işbirliğinden ziyade, acımasız bir militarizm olduğunu farkedememiştir

Sosyalist düşüncenin amansız bir karşıtı olan Spencer, bütün sosyalizmlerin kölelik olduğunu’ ileri sürer Zira, ona göre, sosyalizm ya da komünizmde birey, belli bir efendiye değil, bütün topluluğa köle kılınır ve kölenin efendisinin ‘tek bir kişi ya da bir toplum olması arasında pek bir fark yoktur

Alıntı Yaparak Cevapla
 
Üye olmanıza kesinlikle gerek yok !

Konuya yorum yazmak için sadece buraya tıklayınız.

Bu sitede 1 günde 10.000 kişiye sesinizi duyurma fırsatınız var.

IP adresleri kayıt altında tutulmaktadır. Aşağılama, hakaret, küfür vb. kötü içerikli mesaj yazan şahıslar IP adreslerinden tespit edilerek haklarında suç duyurusunda bulunulabilir.

« Önceki Konu   |   Sonraki Konu »


forumsinsi.com
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
ForumSinsi.com hakkında yapılacak tüm şikayetlerde ilgili adresimizle iletişime geçilmesi halinde kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde gereken işlemler yapılacaktır. İletişime geçmek için buraya tıklayınız.