Geri Git   ForumSinsi - 2006 Yılından Beri > Kültür - San'at & Eğitim > Ülke & Şehirler > Türkiye

Yeni Konu Gönder Yanıtla
 
Konu Araçları
edirneyi, ile, tanıyalim, yönü

Edirne'yi Her Yönü İle Tanıyalim

Eski 08-03-2012   #1
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Edirne'yi Her Yönü İle Tanıyalim








Adı 5000 yılda saklı Odrisa, Odrisia, Orestia, Orestas, Hadrianopolis, Hadrianupolis, Adrianapolis, Adrianupolis, Edrinus, Edrune, Edrinabolu, Endriye, Edrine, Edrene, Edirne

Edirne'nin bilinen en eski yerleşik topluluğu, Traklar soyundan gelen Odrisler, Meriç ve Tunca nehirlerinin birleştiği bugünkü yerleşim bölgesinin bulunduğu yerde kent kurmuşlardır Bu nedenle kentin ilk adının "Odrisa" ya da "Odrisia" olduğu sanılmaktadır
Odrisler'den sonra yöreye Makedonyalılar egemen olmuş, onların döneminde kent, "Odrisia" adının değişmesi sonucu, "Orestia" ve "Orestas" olarak anılmaya başlanmıştır

IIyy'da Roma İmparatoru Hadrianus, stratejik önemi nedeniyle Orestia'ya kent statüsü verdi ve kendi adını koydu Böylece, Roma Dönemi'nde kent "Hadrianopolis, Hadrianupolis, Adrianapolis ve Adrianupolis" adlarıyla anıldı

Kent, Osmanlı Dönemi'nin başlangıç yıllarında "Edrinus, Edrune, Edrinabolu ve Endriye" diye anıldı I Murad, kentin adını "Edrine" olarak değiştirdi Aşıkpaşazade Tarihi'nde(1476) kentin adı "Edrene" olarak geçer XVIIIyy'dan itibaren de Edirne olarak anılmaya başlanır


Medeniyetler beşiği Edirne Sadece "adının nereden geldiğine dair hikayesi" bile, Edirne'nin nasıl bir medeniyet geçmişi olduğunu, bugünlere gelene kadar nasıl bir kültür zenginliğiyle yoğrulduğunu ortaya koymak için yeterli olur




İstilaların uğrak yeri: Edirne
Edirne, jeopolitik önemi dolayısıyla birçok defalar çeşitli milletlerin egemenliği altında kalmıştır Osmanlı devletine gelene kadar tarihin akışı içerisinde Trakların, Perslerin, Makedonyalıların, Gotların, Keltlerin, Avarların, Hunların, Bulgarların, Peçeneklerin, Romalıların, Bizanslıların ve en son Türklerin egemenlikleri altına girmiştir Biz bu konu içinde yakın tarih içinde yer alan son işgalleri aktaracağız








Edirne ve İşgallerYukarıda isimlerini anılan milletlerin istilasına uğrayan ve egemenlikleri altında kalan Edirne, son olarak Osmanlı Devletinin başkenti oluşundan sonra hızla gelişmeye başlamış ve bölgesinin ticaret, kültür ve sanat merkezi haline gelmiştir





Osmanlı devletinin gerileme dönemine girmesi ve güç kaybetmesi sonucu olarak, ülkenin diğer yerleri gibi Edirne jeopolitik önemi nedeniyle çeşitli devletlerin ilgi duyduğu bir yer halini almıştır

Önce Rusların sonra Bulgarların ve en sonunda da Yunanlıların işgaline uğrayan Edirne için bu yıllar, tarihin sayfalarına kara bir leke olarak geçecek yıllar olacaktır Bu karanlık günlerde Edirne, tarihi eserlerin yağmalandığı veya yakıldığı, çalındığı veya kaçırıldığı, insanlarının sebepsiz yere hunharca öldürüldüğü, içinde çok zor bir yaşam koşulu içeren dönemi yaşayacaktır

Özellikle XIX ve XX'da yaşadığı işgaller Edirne'nin tüm sosyo-kültürel hayatını baştan aşağıya değiştirmiştir

Önce Rusların sonra Bulgarların ve en sonunda da Yunanlıların işgaline uğrayan Edirne için bu yıllar, tarihin sayfalarına kara bir leke olarak geçecek yıllar olacaktır Bu karanlık günlerde Edirne, tarihi eserlenin yağmalandığı veya yakıldığı, çalındığı veya kaçırıldığı, insanlarının sebepsiz yere hunharca öldürüldüğü, içinde çok zor bir yaşam koşulu içeren dönemi yaşayacaktır Özellikle XIX ve XX'da yaşadığı işgaller Edirne'nin tüm sosyo-kültürel hayatını baştan aşağıya değiştirmiştir


Elde edilen bulgular neticesinde, Edirne ve çevresinin Neolitik çağdan Tunç çağına kadar geçen sürede Balkanlar'da ve Trakya'da rastlanan Neolitik Karanovo kültürü etkisi altında kaldığı gözlemlenmiştir Edirne'nin yazılı tarih öncesi dönemlerini gün ışığına çıkaran ilk araştırmalar, 1936'da Türk Tarih Kurumu'nca, Arif Müfid Mansel yönetiminde başlamıştır Bu araştırmaları, 1959 yılında yine Türk Tarih Kurumu'nca düzenlenen Şevket Aziz Kansu yönetimindeki araştırmalar izlemiştir

1979 yılından itibaren ise Prof Dr Mehmet Özdoğan başkanlığındaki ekibin, Edirne ve çevresinde yapmış olduğu araştırmalar ve 1995 yılından itibaren de başta Trakya Üniversitesi Arkeoloji bölümünün olmak üzere birçok üniversitemize bağlı Arkeoloji bölümlerinin gene bu bölge de yapmış olduğu kazılar neticesinde bölgenin kültürel süreci belirlenmeye çalışılmıştır

Elde edilen bulgular neticesinde, Edirne ve çevresinin Neolitik çağdan Tunç çağına kadar geçen sürede Balkanlar'da ve Trakya'da rastlanan Neolitik Karanovo kültürü etkisi altında kaldığı gözlemlenmiştir

Edirne ve civarında yapılan, Edirneli Arkeolog ve Antropolog Şevket Aziz Kansu yönetimindeki araştırmalar, yazılı tarih öncesine ait olan ve "Çardakaltı Prehistorik istasyonu" diye adlandırdığı önemli bir yerleşim yerinin aydınlatılmasıyla sonuçlanmıştır Çardakaltı Prehistorik istasyonu, Edirne'den Sarayakpınar köyüne giderken Eski Asker Hastane ile Avarız köyü arasındaki bölgededir

Kazı çalışmalarında Prof Dr Kansu tarafından ilk kültür buluntusu olarak nitelenen keramikler bulunmuştur Çardakaltı kültürünün MÖ 4000-3000 li yıllara ait olduğu zannedilmektedir

Son Tunç çağı bitimi ile ilk demir çağı başlarında ise Balkan ve Anadolu kültürünün etkisi Edirne ve çevresinde birlikte görülmektedir Bu dönemin en önemli kültür özelliği olarak Megalithik (İri Taşlardan yapılma) anıtlarını söyleyebiliriz Dolmenler

Dolmen kelimesi keltçe olup "Tolmen" taş masa anlamına gelmektedir

Megalithik anıtları dolmen ve menhir olmak üzere iki ana başlıkta toplayabiliriz Anıtsal mezar yapıları olarak tanımlanan dolmenler Edirne Istıranca dağları kesiminde yer alan Lalapaşa ilçesinde yoğunlaşmaktadır

1960'lı yıllarda Prof Kansu'nun Lalapaşa ve çevresinde yaptığı incelemeler sonucunda 19 civarında dolmen ve bir takım menhirler (dikilitaş) saptanmıştır

1990'lı yılların sonlarında Prof Dr Mehmet Özdoğan ve ekibinin yapmış olduğu araştırmalar sonucunda 1998 yılı itibarıyla 118 adet dolmenin bölgede yer aldığı tespit edilmiştir

Trakya'da dolmenler genellikle tepelerin ve alçak sırtların üzerinde dururlar Düzlüklerde bulunanlara da rastlamak mümkündür Bazıları ise gruplar halinde bulunurlar Trak dolmenleri tek odalı ve iki odalı olmak üzere iki ana gruba ayrılabilir Her iki grubunda önünde dromos şeklinde bir giriş bölümü bulunmaktadır Bazı örneklerde aynı tepe içerisinde birbirine paralel iki odalı dolmenler bazen de bir dolmenin çevresinde dikilitaşlar vardır Dolmenlerin üzeri çoğunlukla bir tümülüs ile örtülmektedir

Tümülüs
Tümüslerin ilk yapılış nedeni mezar amaçlıdır Tümüsler Trak topluluklarının seçkin sınıflarının üyelerini temsil eden mezarlıklardır Ölen kişilerin zenginliklerini korumak amaçlı yapılardır

Tümülüslere yerleşim yerleri civarında rastlanılması oldukça doğaldır Bu yapılar, genelde civara hakim tepeler ve sırtlar üzerinde bulunmakta ve bu suretle sahiplerinin zenginlik ve gücünü ilan etmektedir

Günümüzde Tümülüsler, Trakya bölgesinde üç ana bölgede toplanmıştır Bu bölgeler,Edirne-Kırklareli-Pınarhisar-Vize-Saray yolu olmak üzere birinci bölge, Ergene vadisindekiler ikinci bölge, Edirne-Uzunköprü-Keşan-Malkara-Tekirdağ istikameti olmak üzere üçüncü bölge şeklindedir


Thrak kelimesinin İon Lehçesindeki en eski şekline Homeros'un İliada destanında rastlanılmakta olup Thrake, Troialıların müttefikidir ibaresi görülmektedir Edirne'de Traklar

Coğrafi bakımdan da komşu bir ülke olduğu için, Thrake isminin bahsi Yunan mitolojisinde çok sık geçmektedir Odysseia'da ise, bu ad yalnız MÖ VIII'yy da Threkendes olarak yer almaktadır Bunun dışında bütün yazılı kaynaklarda, Thukydides ve Heredotos'da "Thrake, Thrax, Thrassa, Thratta, Thraix, Thraks" olarak geçmektedir Esas şeklin Thrakes olduğu kabul edilmektedir

Mitolojide ise Thrake, Okeanos ile Parthenone'nin kızıdır Adını Thrakia bölgesine, kızkardeşi olan Europe de adını Avrupa kıtasına vermiştir

19yy da yaşamış, Abdüllatif Suphi Paşa'nın "Tekmilet-ül iber" adlı eserinde, Trakya'nın en eski adının, Nuh Peygamber'in oğlu Yasef'in sekizinci oğlu olan Trasi'den geldiği yazmaktadır Nuh tufanı sonrası dört bir yana dağılan Yasef'in oğullarından Trasi'nin, Rumeli bölgesine yerleşmiş olup, Trakya ve Makedonya eski halkının en büyük soy başlangıcının bu kişi olduğunu kitabında belirtilmektedir

Trakyalılar uzun yıllar boyunca çok çeşitli milletlerden asimile olmuş etnik bir karışımdır Günümüze kadar gelen belgelere göre, Traklar geç antik devre kadar, Kuzey Avrupa ırk tipinin oldukça kuvvetli bir temsilcisidir Xenephones, Trakyalıların kızıl saçlı olarak söylenmelerine rağmen, onları açık renk saçlı ve gri gözlü olarak tanımlamaktadır

Trak Kabileleri
Antik Çağ'da Trakya üzerinde 22 ya da daha fazla olmak üzere Trak soyundan kabile olduğu kabul edilmektedir Kabilelerin ortak yönleri savaşa olan kabiliyetleridir Birçok antik kaynak Trak kabilelerinin özellikle savaşçılık yönlerini dikkate almıştır Eski kaynaklarda adları geçen başlıca Trak kabileleri şunlardır:

Odrysler
Trakya'da kudretlerinin zirvesinde olan en meşhur kabiledir Geniş bir sahayı kaplamışlardır Başlangıçta Tunca Vadisi'nde ve buradan sahile kadar olan bölgede oturmuşlardır Trak kabilelerinin en büyüklerinden biri olan Odrysler Meriç'in Tunca ile birleştiği noktada bir şehir tesis etmişler, bu şehre Odrys kabilesine ithafen Odrisa yahut Odrysia denmiştir Bu şehrin İmparator Hadrianus zamanında adı değiştirilmiş ve Hadrianopolis yani "Hadrian Şehri" ismini almıştır

Kikoniler
Önemli Trak kavimlerinden olup, Heredotos bunlardan şöyle bahsetmiştir;" Xerxes, Yunanistan'a doğru giderken geçtiği bütün yerlerden rastladığı ulusları orduya katılmaya zorluyordu, ülkelerinden geçtiği Trak ulusları şunlardır; Paitiler, Kikoniler, Bistoniler, Sapailer, Dersailer, Edonlar, ve Satrailer Deniz kıyısında olanlar donanmaya, karada oturanlar ise asker olarak zorla toplanıp kara ordusuna katılıyorlardı, yalnız Satrailer bunun dışında bırakılmıştı" Kikonilere Odysseia'da da rastlamaktayız; "İlyon'dan çıkarken bir rüzgar aldı beni, götürdü attı Istmasor'a, Kikonların kentine, yerle bir ettim ben orayı, öldürdüm Kikonları, aldım karılarını, mallarını bütün, ve onları bir güzel pay ettim "

Bessiler
Trak kabilelerinin en güçlülerinden biridir Geç devirlere kadar özelliklerini korumuşlardır Meriç, Rodop ile Haimos arasındaki derin vadilerde oturmuşlardır Heredot bunların tanımını şöyle yapmaktadır: "Satrailer (Bessi kabilesinin bir klanı) bizim bildiğimiz kadarıyla, bugüne kadar hiç kimsenin egemenliği altına girmemişlerdir; Traklar içerisinde günümüze değin özgür kalanlar yalnız bunlardır Çünkü bunlar, yüksek dağ başlarında yaşarlar, derin kayalarla dolu, çeşit çeşit ormanlarla kaplı, karlarla örtülü dağlardır

Apsintiler
Ainos'un (Enez) doğusunda oturmuşlardır Heredotos tarihinde de Apsintilerle ilgili bir pasaj bulunmaktadır: "Miltiades, Khersonesos kıstağını kesmek ve Apsinthialılar'ın saldırılarına karşı korumak üzere Kardia ile Paktya arasına duvar çekmekle işe başladı Bu geçidi kapattıktan ve Khersonessos'u Apsinthialıların saldırılarından kurtardıktan sonra Lampsakos'a yöneldi Heredotos'un başka bir anlatımında da; "Atinalıların Khersonessos kuşatmasından kurtulan Oiobazos Trakya'ya kaçmıştı Apsinth Trakları onu yakaladılar ve ulusal töreleri gereğince, yerli bir tanrı olan Pleistoros'a kurban olmak üzere kafasını kestiler Yanındakileri de başka türlü öldürdüler" şeklinde geçmektedir

Astlar
Bizans'ın kuzey batısında oturan kabiledir Astlar ile ilgili bir anlatıma Titus Livius'da rastlamaktayız Onun anlatımına göre Astlar, Manlius'un yükünü yağma etmişlerdir Ast kabilesinin merkezi bugün Kırklareli'nin bir ilçesi olan Vize'de lokalize edilmiş Bisye şehridir

Binnailer
Meriç'in orta veya aşağı mecrasında oturanlardır

Savaşçı Traklar için Heredotos şunları yazmıştır:
"Yeryüzünde, Hintliler'den sonra, en kalabalık olanlar Trakyalılar'dır; bir tek adamın komutasında ya da tek iradeyle hareket etseler, hiç yenilmez ve bence, ulusların en güçlüsü ve en kalabalığı olurlardı Ama onlar için imkansızlık buradaydı ve bu birlik hiçbir zaman kurulamadı; bunların zayıf yerleri burasıdır" demektedir

Trakyalılar, antik kaynaklarda çok iyi birer savaşçı olarak belirtilmektedir Öyle ki, MÖ480'de Xerxes, Trakya'nın bir parçası olan Bithynia'dan paralı asker toplamıştır Burasının halkı da Trak kabilelerinden oluşmakta idi Xerxes, Pers İmparatorluğu yanında Yunanistan'a saldırmak için bunlardan oluşturulmuş bu birliği kullanmıştır Heredotos'un iddia ettiğine göre 60000 Bithynialı bu akında görev almıştır MÖ401'de Trakyalılar tekrar Pers saflarında görülür

Xenephon'un kayıtlarında Cunaxa savaşında Cyros'un yanında savaşan On binlere 40 Trakyalı süvari ile 800 yaya askerinin eşlik ettiği yazılıdır Trakyalılar İskit Ordusunda da görev almışlardır Diodoros, 2000 Trakyalı ve 2000 Yunanlı askerin MÖ310'da Satyros ile birlikte Thateanslara karşı Thates Nehri savaşında görev aldıklarını belirtmiştir Traklar'ın savaşçılığını kanıtlayan diğer bir unsur da atlara büyük önem göstermeleridir Birtakım süvarileri tasvir eden yüzlerce mezar taşı Traklar'ın ata verdikleri önemi göstermektedir Büyük İskender de Trakyalı paralı askerleri kullanma geleneğini devam ettirmiştir MÖ334'de Granicos Savaşında, kendisinin sol kanadında Trakyalıları mevzilendirmiş ama, savaş boyunca iyi bir sonuç elde edememiştir Trakyalı süvarileri İskender'in Miletos'a yaptığı hızlı saldırıda da yer almışlardırAyrıca İskender'in Pisidialılara karşı yaptığı savaşta da Makedonya Ordusunun sol kanadını korumakla görevlendirilmiş mızraklı Trakya birliği kullanılmıştır MÖ333'de Issos savaşında Giritli okçularla birlikte, aynı tugayda Trakyalı savaşçılara da yer verilmiştir İskender'in ardılları ve daha sonraları Roma İmparatorluğu zamanında da Trakyalı savaşçılar, ordularda paralı asker olarak kullanılmıştır



Birinci İmparatorluk Dönemi: Romalılar Edirne`de Makedonya Krallığı'nın Romalılarca ortadan kaldırılması üzerine, Edirne ve çevresi MÖ 168'de Roma'nın egemenliği altına girdi

Romalılar Devrinde Trakya
Roma orduları birçok kez Trakya'yı istila ettiler Romalılar, (Osmanlıların da daha sonra uygulayacağı gibi) birtakım krallıklar yahut prenslikler kurmak veya eskilerinden bazılarını himaye etmek suretiyle, Trakya üzerindeki nüfuzlarını uzun yıllar sürdürdüler
Merkezi Bizye (Vize) olan Doğu Trakya Krallığını daima desteklediler ve bu devleti Trakya'nın bekçisi haline getirdiler Fakat hükümdarları Roma'nın sadık bir üyesi haline gelmiş olan bu krallığa karşı öteden beri hür olarak yaşamağa alışmış olan Traklar birçok defalar isyan ettiler Bu isyanların sonunda ise, bütün Trakya imparator Glaudius zamanında (MS 44-46) bir Roma eyaleti (Provincia Thracia) haline sokularak Roma devletine katıldı
Trakya imparatora ait bir eyalet oldu Bu eyalet ilk zamanlar "atlılar" sınıfından seçilmiş valiler (Procurator'lar) tarafından idare ediliyordu İmparator Traianus zamanında ise, bunların yerine "legatus Augustus propraetore" ünvanını taşıyan valiler geçmiştir Eyalet merkezi Marmara sahilinde Perinthus (Marmara Ereğlisi) idi
Romalılar, Trakya'da kendilerinden önce Makedonyalılar tarafından oluşturulan düzeni olduğu gibi bıraktılar Trakya, "strategia" adını taşıyan birtakım bölgelere ayrılmış bulunuyordu En küçük idarî birliği "köme" yahut "vicus" olarak adlandırılan köyler teşkil ediyordu Birbirine yakın bazı köylerin birleşmesinden bir "komarkhia" meydana geliyordu
Trakya eyaletinde ilk zamanlar sadece iki koloni şehri vardı : İmparator Glaudius zamanında kurulan Apri ve Vespasianus tarafından kurulmuş olan Deultum İmparator Traianus Trakya'da yeni şehirler kurmağa yahut eski kasabalara şehir hukuku bahşetmeğe, bu suretle şehir bakımından çok fakir olan bu bölgenin ilkel tarım hayat şekillerinden kurtulmasına ve Roma şehir kültürüne kavuşmasına büyük önem verdi Bu suretle bu devirde kurulan şehirler arasında Augusta Traiana, Traianopolis, Plotinopoüsj Serdica ve Bizye gösterilebilir

MS 123/24 yılında, uzun seyahatleri sırasında Trakya'yı da ziyaret etmiş olan Hadrianus, strateji bakımından önemli bir noktada bulunan Orestia yahut Orestias kasabasını bir şehir haline getirerek ona kendi ismini verdi; Hadrianopolis İlkçağ tarihinde şehir daima bu adla anılmıştı

Hadrianus, Roma imparatoru olunca Edirne'nin tarihinde yepyeni bir dönem başladı Hadrianopolis adını alan kent, diğer Roma kentleri gibi II ve IIIyy ortasına dek büyük bir gelişme gösterdi ve altın devrini yaşadı Askerî ve ticarî açılardan çok elverişli bir yerde bulunmasının bu hızlı gelişmede büyük rolü oldu Hadrianopolis, askeri kuruluşlarıyla, silah imalathaneleriyle önemli bir üs durumuna geldiği gibi, Nymphea adına yaptırılan bir tapınakla da dini bir merkez oldu Ancak Romalılar zamanından günümüze gelen bir yapı izi malesef mevcut değildir 19yüzyıl içlerine kadar çeşitli tamirlerle gelen Edirne kalesi, şehrin genel planı hakkında bir fikir edinilmesine yardımcı olmaktadır

Edirne Kalesi
Edirne Kalesi, yaklaşık 360000 metre karelik bir sahayı kaplar Kale kuvvetli duvarlarla çevrili bir dikdörtgen şeklinde olup, her iki köşesinde silindirik birer kulesi vardır Kuleler arasındaki surlarda on ikişer burç bulunur, kalenin dokuz kapılı ve etrafının bir hendekle çevrili olduğu anlaşılmaktadır Bu plân, tahkimli Roma ordugâhları (castrum) veya bunları örnek alarak kurulan Roma askerî kolonilerinin plânlarına uymakta ve bu kalenin esasının Roma imparatorluk devrine kadar çıktığını açığa vurmaktadır
İmparatorluk sınırlarının batıdan Almanya içerlerine, doğuda Mezopotamya dolaylarına kadar uzandığı Hadrianus devrinde hudut bölgelerinden bir hayli uzakta olan bu iç şehrin tahkim edilmiş olduğu kesin olarak ileri sürülemez Romalıların dayanak noktaları olan şehirlerin çok az ve insanlarının tamamı ile medenileşmemiş olduğu bir bölgenin ortasında kurulmuş olan bu şehrin başlangıçtan itibaren sağlam tutulduğu varsayımı bir tarafa bırakılamaz Fakat şu kesin olarak ifade edilebilir ki, strateji bakımından büyük bir önem taşıyan bu şehir istilâ tehlikelerinin baş gösterdiği MS 3 yüzyılda bir castrum halinde idi

Gordianus III (MS 238-242) devrine ait birkaç Hadrianopolis sikkesinde şehir suru tasvir edilmiştir Ortada bir kapı, onun her iki tarafında üzerleri konik bir külahla örtülü birer silindrik kule görülmekte, kuleler bazen üzerleri kemerli pencereleri havi olarak, bazen de penceresiz gösterilmektedir
Şehrin içindeki binalara gelince bunları yine sikke tasvirlerinden öğreniyoruz Cephesinde dört sütunu olan ve mutadın dışında piramidal bir çatı taşıyan bir mâbed, içinde duran tanrı heykelinin işaret ettiği gibi, bir Zevs mabedi idi; yine cephesi dost sütunlu olan başka bir mabet Tykhe yahut Fortuna mabedi olarak karakterize edilmiş bulunmaktadır

Diğer bir sikke üzerinde görülen ortasında büyük dairevî bir hücreyi oluşturan çok katlı bir sütun mimarisi ile süslü bir cephe ve bu cephenin önünde geniş bir havuzdan ibaret bir bina hiç şüphesiz anıtsal bir çeşme binası (Nymphaeum) idi Sütunlar arasında çeşitli heykeller durmakta, orta hücrenin alt kısmında yer alan bir nehir tanrısının (herhalde Hebros yahut Tonzos olacak) üzerine dayandığı küpten havuzun içine su akmakta idi MS 4 yüzyılda şehirde önemli silah fabrikaları bulunduğu da biliniyordu

Dördüncü yüzyılın ortalarından itibaren Trakya Hunlar’ın ve bilhassa Gotların istilasına uğradı 9 Ağustos 378 de Hadrianopolis (Edirne) civarında yapılan Gotların zaferi ile sonuçlanan ve Roma imparatorluğunun kaderi üzerinde uzun müddet etkili olan savaş gerçekleşti Bu savaşın dünya tarihi üzerine etkisi, Roma imparatorluğunun doğu ve batı Roma imparatorluğu olarak ikiye ayrılmasıyla son bulacaktı

Alıntı Yaparak Cevapla

Edirne'yi Her Yönü İle Tanıyalim

Eski 08-03-2012   #2
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Edirne'yi Her Yönü İle Tanıyalim







Bin Yıllık Kargaşa: Bizanslılar Roma İmparatorluğu'nun Doğu Roma(Bizans) ve Batı Roma olarak ikiye ayrılmasıyla başlayan ve Edirne'nin fethine kadar geçen 1000 yıllık süreçte Edirne ve Trakya, Bizans hakimiyetinde farklı halkların akınlarıyla karşılaşmış, bu akınlar kesildikten sonra ise Haçlı seferleri ile sarsılmıştır Ardından gelen Bizans taht çekişmeleri dolayısıyla istikrarı bir türlü yakalayamamıştır İlkçağ'da Uscudama veya Oreistias adında bir iskân yerinin üzerinde imparator Hadrianus (117-138) tarafından 123-124 yıllarındaki Doğu seyahati sırasında kurulan Edirne, onun adını alarak Hadrianopolis olarak isimlendirilmiştir

Bizans devrinde Edirne bilhassa geç devrin kaynaklarında Orestia veya Orestias şeklinde adlandırılmaya devam olunmuştur Ortaçağ başlarında Edirne önemli bir Roma kalesi, bir castrum idi Diocletianus devrinde, 297'de yapılan İdarî taksimatta Tracia eyaletinin altı vilâyetinden birini teşkil eden Haemimontus"un baş şehri olan Edirne, Roma devletinin, büyük buhranlar geçirdiği IV yüzyılda önemli bir stratejik nokta olarak tarihe geçmiştir
Roma İmparatorluğu IV yüzyıl başlarında taht kavgalarına sahne oldu ve sonunda imparatorluğun tek egemeni Constantinus başkenti Roma'dan Bizantion'a (Constantinopolis-İstanbul) taşıdı 395'te de İmparatorluk ikiye bölününce Edirne için yeni bir dönem başlamış oldu

Edirne Bizans devrindeki tarihi boyunca Balkanlardan inen tehlikelerin devamlı tehdidi altında kaldı Bu dönem Edirne için karışıklıklarla geçti Edirne birçok saldırılara uğradı Bizans imparatorları Edirne'ye egemen olmakta zorlandılar Kent sık sık başka güçlerin eline geçti

V yüzyıl boyunca Trakya, önce Hunların (MS441-447) ardından, MS550 yıllarından sonra Avar akınlarına maruz kalan Edirne, MS618 den sonra yüzyıllar boyunca Bulgarlar tehlikesi ile karşı karşıya kaldı 1018'den itibaren Bizans için en büyük tehlike Peçeneklerdi MS 1050 yılına kadar süren bu saldırılar haçlı seferlerinin başlaması ile son buldu Edirne için bundan sonra başlıca tehlike Haçlı seferleri sırasında baş gösterdi

Haçlı Seferleri ve Edirne
Birinci Haçlı seferinin Gautier-Sans-Avoir idaresindeki bir dalgası 1096 yazında Belgrad, Niş üzerinden Bizans topraklarına girmiş ve Sofya, Filibe'den geçerek Edirne'ye gelmiş buradan da İstanbul önüne gitmişti Aynı seferin Pierre L'Ermite idaresindeki diğer dalgası ise, Bizans İmparatoru'nun aynı şehirde üç günden fazla kalmalarını önleyen emirlerine uyarak Edirne'de 24-25 Temmuzda dinlenmiş, burada Bizans elçileri ile görüşmüşlerdir Daha sonra da Godefroi ve Bouillon idaresindekiler buradan geçmiştir

İkinci Haçlı seferi sırasında (1145-1149) III Konrad emrindeki Alman kuvvetleri ile Edirne'den geçti Almanlar ve Rumlar arasındaki anlaşmazlık yüzünden imparator II Manuel, Haçlıların zarar vermelerini önlemek için Edirne istikametine kuvvetli bir ordu göndermişti Fakat yolda hastalanan bir şövalye Edirne'de bir manastırda kalmış ve burada Bizanslılar tarafından öldürülmüştü Bunun üzerine Friedrich von Schwaben, buradaki manastırı yaktırdı Bizans ordusunun yetişmesi üzerine de Haçlılar Edirne'yi bıraktılar
II Isaakhîos Angelos (1185-1195) zamanında bir taraftan dış tehlikeler devleti çöküntüye yaklaştırırken, Bulgarlara karşı yollanan ve aslen oralı olan Alexios Branas adındaki kumandan yine Edirne'de 1186'da kendisini imparator ilân ederek İstanbul üzerine yürümüş ise de, surların önünde cereyan eden çarpışmada ölmüştür

Üçüncü Haçlı seferi idarecilerinden I Friedrich Barbarossa, Bizans'ın Salâhaddin Eyyubî ile dostluk antlaşması yapmasından kuşkulanarak taarruza geçmiş, Philippopolis (Filibe)'yi aldıktan sonra silâh zoru ile İstanbul'u da ele geçirmek niyeti ile Edirne'ye gelmiş ve ahalisi tarafından terk edilen bu şehre 22 Kasım 1189 günü girerek, ordusunu burada ağırlamıştır

Oğlu Heinrich'e İstanbul'u denizden kuşatma emrini verdiğinden, Isaakhios tehlikenin büyüklüğünü anlayarak anlaşma teklifinde bulunmuş ve 1190 şubatında Edirne'de bir antlaşma imzalamıştır Alman imparatoru sefere devam edebilmesi için Bizanslılar ona gemi vermeyi, ordusuna düşük fiyatla erzak teminini taahhüt ediyorlar ayrıca garanti olarak da bazı rehinelerin teslimini de kabul ediyorlardı Friedrich Edirne'de bulunduğu sırada, buraya 14 Şubat ve 16 şubat günlerinde iki ayrı Selçuklu elçi heyeti gelerek, yolda yanlarındaki hediyelerin Bizanslılar tarafından gasp olunduğunu bildirmişlerdir

1 Mart günü Alman imparatoru, ertesi günü de ordusu şiddetli bir yağmur altında Edirne'den ayrıldılar II Isaakhios Angelos (1185-1195) Barbarossa Anadolu'ya geçtikten sonra Bulgarlara karşı bir sefere teşebbüs etmiş, bu sırada Filibe valisi Edirne'de hayli yakınları bulunan yeğeni Konstantinos Angelos 1193'de askerleri tarafından imparator ilân edilmiştir Edirne önünde yakalanan Konstantinos'un gözlerine mil çekilmiştir

Dördüncü Haçlı seferini idare eden Batılı Şövalyeler İstanbul'u 1204'de kuşattıklarında, Bizans'taki buhrandan istifade ederek kendisini İmparator ilân eden Alexios V Murtzuflos, Latinler şehre girince kaçarak Tzouroulon (Çorlu)u ele geçirmişti Fakat yüz kişilik bir kuvvetle Henri de Flandre, hem Çorlu kalesini hem de Edirne'ye kadar olan yerleri aldı, Alexios ise kaçtı
Lâtin imparatoru ilân edilen Baudouin de Flandre kardeşi Henri ile Edirne'de buluştu ve Bizanslı ahali tarafından meşru bir Bizans hükümdarı gibi karşılandı Halbuki Edirne, Bizans devletinin parçalanmasında en büyük parçaları alan Venedik'in hissesine düşüyordu

Bundan sonra Edirne, İznik prensleri ile çekişme konusu oldu İznik prensi III Ioannes Vatatzes (1222-1254) Lâtinlerden eski Bizans topraklarını parça parça geri alırken, Edirne ahalisinin kendisini çağırmaları üzerine Lâtin imparatoru Robert de Courtenay (1221-1228)'in zayıflığından istifade ederek, Trakya'ya geçerek önce sahil kalelerini aldıktan sonra hiçbir direnmeyle ile karşılaşmaksızın Edirne'ye girmişti

II Andronikos (1282-1328) zamanında dedesi ile mücadele halinde olan, Mikhael'in küçük oğlu III Andronikos, 1321 Nisanında İstanbul' dan kaçarak Edirne önlerinde taraftarlarının topladıkları ordu ile birleşmiş ve dedesinin kuvvetlerine karşı taarruza geçmişti Devletin zararına olmasına rağmen büyük vaatlerden çekinmeyen genç III Andronikos, bütün Trakya'yı elde edebilmişti İki Andronikos arasında uzun yıllar sürüp giden taht kavgasını, az sonra bir diğeri takip etti ve bunda da Edirne ön plânda gelen bir rol oynadı

Bizans'ta Taht Kavgaları ve Osmanoğulları
III Andronikos, 1341'de öldüğünde devleti dokuz yaşındaki oğlu Ioannes (1341-1391)'e bırakmış, nâib olarak da dirayetli bir idareci olan Ioannes Kantakuzenos'u göstermişti Fakat ana imparatoriçe Anna ile saray memurlarından Alexios Apokaukos'un entrikalarının kendi hayatı için tehlikeli bir hal aldığını gören Kantakuzenos Didymoteikhos (Dimetoka)'da 26 Ekim 1341'de kendisini imparator ilân etmiştir

Böylece başlayan mücadele sadece bir taht kavgası olmadı Bu, büyük arazi sahibi asiller ve eşraf ile şehirlerdeki burjuva esnaf ve halk arasında bir sınıf mücadelesi halini alıverdi Apokaukos basit halkı bu sınıf mücadelesinde kışkırtan bîr ajan oldu Ve bu kavganın masrafını karşılayabilmek için Bizans hazinesinin son kırıntıları da eridi

Kantakuzenos imparator olduğunu bildiren mektuplardan bir tane de Edirne'ye yollamıştı Eşraf durumu görüşmek üzere halk meclisini topladıklarından bunların İstanbul'daki genç Ioannes ve sadık kalmak istedikleri görüldü Münakaşa kavga halini alınca, "demokrat" ların gözdağı olmak üzere alenen dövülmeleri yoluna gidildi Bir anda ayaklanan şehir, zenginlerin ve eşrafın evlerine hücum etti, malları yağma edilirken, kendileri hapsedildiler, öldürüldüler ve Edirne'de patlak veren bu ayaklanma hızla Trakya'ya yayılıverdi

Bu hareketin ikinci merkezi de Selanik oldu Kanlı sınıf mücadelesi İstanbul'a kadar bütün bölgeyi kaplamış, her yerde eşraf ve zenginler imha edilmeğe başlanmıştı Bu durum karşısında Ioannes Kantakuzenos mecburen eşraf ve asiller partisinin başına geçmiş oluyordu

Kantakuzenos, Zelotlar denilen bu zümreye karşı mücadeleye devam edebilmek için Sırplardan ve bilhassa Türklerden yardım temin etmişti Böylece Kantakuzenos Umur Bey ile dostluk kurdu ve Türk kuvvetleri Makedonya'da "demokrat" lara karşı savaşa giriştiler V Ioannes idaresi Edirne'ye kuvvet göndererek Sphrantzes idaresindeki garnizonu takviye etmişlerdi

Etrafa bir şeyler yapmak niyetiyle bîr çıkış yapan Sphrantzes, Kantakuzenos tarafından kıstırıldı ve öldürüldü Az sonra Kantakuzenos, Paraspondylos tarafından idare edilen Edirne önüne gelmiş ve kumandanın şehri teslim etmesi üzerine burasını almıştır Paraspondylos bu hareketine mükafatın mevkiini korudu

Ioannes Edirne'ye girince, 21 Mayıs 1346' da burada Kudüs Başpiskiposu Lazaros'un eliyle bir taç giydikten sonra, Osmanlılardan da yardım alarak İstanbul üzerine yürüyordu Kantakuzenos 3 Şubat 1347'de İstanbul'a girerek VI Ioannes (1347-1355) olarak bir defa daha imparator ilân ve V Ioannes’in yanında on yıl devleti idare etmesi kabul ediliyordu

Bu uyuşmalar Bizans devletinin mukadder sonuna yaklaşmasını önleyemedi Kantakuzenos, yine Türklerin yardımı ile Zelotların elinden Selânik'i güçlükle alabildi Kantakuzenos taht ortağı olan V Ioannes Palaiologos'un kendisine karşı taarruza geçeceğinden korkarak, oğlu Matthaeos Kantakuzenos'un Rodoplarda hâkim olduğu bölgeyi Palaiologos'lara bırakarak ona 1347' de Edirne havalisini vermişti

Venediklilerden para yardımı alarak cesaretlenen V Ioannes , 1352 sonbaharında küçük ordusunun başında Matthaeos'un topraklarına girdi Hiçbir yerde direnme ile karşılaşmayan Ioannes'e Edirne de kapılarını açtı Bu sırada Matthaeos iç kaleye sığınmıştı Fakat VI Ioannes Kantakuzenos, Türklerden de yardım alarak Edirne'ye yetişmiş, şehri Palaiologos'lann elinden almış ve teslim olan ahali şehrin yağma edilmesi suretiyle cezalandırılmıştı

Bu durum karşısında Palaiologos'lar Sırp ve Bulgarlardan yardım istiyerek 4000 süvari getirtirken, Kantakuzenos da dostu ve damadı Orhan Gazi'den Süleyman Bey idaresinde 10000 kadar Türk muharibinin yardımını sağlıyordu Zafer Türklerin tarafında kaldı Ancak Kantakuzenos bundan fazla istifade edemedi 1354' de bir gece Süleyman Bey Gelibolu kalesini almış ve Trakya'ya akınlara başlamıştı Türkleri durduramayan Kantakuzenos son ümitle bu defa V Ioannes ile anlaşmak istedi, bu da mümkün olmadı Cenovalı Gattilusio'nun yardımını temin eden V Ioannes, Selanik'ten İstanbul'a geldiğinde Kantakuzenos için her şeyden vazgeçip rahip olmaktan başka çare kalmamıştı

Bizans'ın yalnız başına sahibi kalan V Ioannes, her bakımdan çöküntü halinde olan devletini kurtaracak kuvvette değildi Cenovalılar ve Türklere karşı hiçbir şey yapamadıktan başka, imparator unvanını almış olan Matthaeos Kantakuzenos'u da Edirne'den atamıyordu Bu defa ikisi arasında başlayan mücadele bir yıl kadar sürdü Sonunda bir ihanete uğrayan Matthaeos, Ioannes'e teslim edildi ise de, babası Kantakuzenos'un aracılığı ile canını kurtarabildi ve haklarından vazgeçerek, babası ile Mora'ya gitti (1357)

1359'da Türk kuvvetleri İstanbul surları önünde görünmüştü Osmanlılar, Trakya'ya yayılmaya başlamışlardı 1360 veya 1361'e doğru Didymotheikos (Dimotika) feth olunmuş, az bir süre sonra (belki bir yıl sonra) nihayet Edirne Türk hâkimiyetine geçmişti

Murad Hüdavendigâr idaresinde Trakya feth olunurken Burgaz (Lüleburgaz), Babaeski'yi aldıkları zaman bu kalelerdeki Bizanslılar daima olduğu gibi yine, kuvvetli Edirne kalesine sığınmışlardı Murad bunun üzerine, Lala Şahin idaresinde bir kuvveti buraya gönderdi Şehir önündeki savaşta Bizanslılar bozguna uğramış, kurtulabilenler kaleye kapanmışlardı

Hacı îl Beyi, Evrenos Bey, Murad Han'ı Edirne önüne getirdiklerinde Meriç nehri taşmıştı Edirne muhafızı olan Bizanslı kumandanın bir gece kayıkla şehirden kaçıp o sırada Gattelusio ailesine âit olan Ainos (Enez)'e sığındığı duyulunca, ertesi sabah Edirne ahalisi, kapıları açıp şehri teslim etmekten başka çare göremediler Neşrî'ye göre Edirne böylece hicretin 762'sinde fetih olundu Trakya ve Makedonya Türkleşirken, önce Dimetoka'da yerleşen Osmanlılar 1365'de Edirne'yi başkent yapmaları ile bu şehir için yepyeni bir devir başlıyordu


Osmanlı Dönemi Edirne, Osmanlı imparatorluğunun Avrupa ve Balkanlara açılan kapısı olması dolayısıyla askeri, ticari ve kültürel açıdan önemli bir merkez durumundaydı
XIV yüzyıl
Edirne, Osmanlıların eline geçtikten sonra, tarihinin yepyeni bir evresine girmiş oldu Kısa süre içinde çok büyük bir gelişme gösterdi ve dünya tarihinde adları ön sırada anılan kentlerden biri durumuna geldi
Edirne'ye yerleşmeye başlayan ve çoğunluğunu sipahi ailelerinin oluşturduğu Osmanlılar, kale çevresinde yeni mahalleler meydana getirdiler Ne var ki Kaleiçi'nde de bazı düzenlemelere gidildi; Müslüman halkın bir bölümü buraya yerleştirildi İki kilise camiye çevrildi Hamam ve imaretler yapıldı
Sırpsındığı zaferinden sonra 1 Murat, 1365'te devlet merkezini Bursa'dan Edirne'ye taşıdı Ankara Savaşı'na dek Edirne'yi ilgilendiren önemli bir siyasal olay olmamıştır Edirne'nin Osmanlı İmparatorluğu'nun siyasal tarihinde önem kazanması, 1402 Ankara bozgunundan sonra kendini gösterir Savaş Bayezid'ın Timur'a yenilmesiyle sonuçlanınca, Anadolu beyleri eski topraklarını yeniden ele geçirdiler ve Bayezid'in oğulları arasındaki taht kavgası Osmanlı Devleti'nin bir süre karışıklıklar içinde kalmasına neden oldu
XV yüzyıl
1403'te Süleyman Çelebi, 1410'da ise Musa Çelebi Edirne'yi ele geçirdi Edirne'de ilk kez para bastıran Osmanlı hükümdarı Musa Çelebidir Ankara bozgunu ile başlayan karışıklık dönemi, Çelebi Mehmet’in 1413'te Edirne'yi Musa Çelebiden geri almasıyla noktalandı Çelebi Mehmet, saltanatının bundan sonraki kısmını Edirne'de geçirdi ve bu kentte öldü (1421) I Mehmet’in ölümünden sonra, taht kavgaları yeniden başladı Tahta çıkan II Murat’a karşı önce Yıldırım Bayezid'ın oğullarından Mustafa Çelebi, sonra da II Murat’ın kardeşi Küçük Mustafa ayaklandı
1422'de Edirne'ye giren II Murat, kentin onarımı ile uğraştı Onun zamanında kent hızla gelişti 1424 ile 1439 yıllan arasında kent, çeşitli yabancı elçi, heyet ve hükümdar tarafından ziyaret edildi Edirne'nin bu tarihlerdeki en canlı dönemi ise padişah çocukları Sultan Mehmet ve Alâeddin’in sünnet düğünleri günlerine rastlar II Murat, Edirne'yi aynı zamanda bir askeri üs olarak da değerlendirmiş ve çeşitli seferleri buradan yönetmekle kentin ün kazanmasını sağlamıştır
XVI yüzyıl
Edirne'nin bir kent olarak gelişimi ve ilerlemesi bu yüzyılda da sürdü Kanuni Sultan Süleyman yaptığı seferler sırasında çoğu kez Edirne'de konakladı Edirne'nin su yolları onun zamanında yapıldı Yerine geçen II Selim de Edirne'yi seven, geliştiren, güzelleştiren ve kentte yeni yapılar kazandıran hükümdarlar arasında bulunmaktadır Görkemli Selimiye Camisi'ni yaptıran II Selim'dir
XVII yüzyıl
Edirne tarihinde XVII Yüzyıl çok önemli bir yüzyıldır I Ahmet' den başlayarak, bu yüzyılda başa geçen tüm padişahlar, bu kente karşı giderek artan bir ilgi gösterdiler; Özellikle yüzyılın ikinci yarısındakiler hemen bütün zamanlarını Edirne'de geçirerek Edirne’yi adeta yeniden devlet merkezine dönüştürdüler
IAhmet'le başlayan sürgün avı geleneği, II Osman ve IV Murat ve İbrahim dönemlerinde de sürdü ve IV Mehmed döneminde doruğuna çıktı Avcı Mehmet diye de bilinen IV Mehmet’in hükümdarlığı hemen hemen tümüyle Edirne'de geçti Kent, yeni bir gelişme sürecine girdi; çevresindeki mesire yerleri ve avlaklar güzel köşklerle donandı
XVIII yüzyıl
Bu yüzyıl Edirne'nin gerileme ve kaderine terk edilme dönemidir III Ahmet’in tahta çıkmasıyla (1703) noktalanan ve Edirne Vakası olarak bilinen ayaklanmadan sonra kent hızla gerilemeye başladı, Edirne bütün bir yüzyıl yalnızca İstanbul ve Anadolu'dan gelen birliklerin toplandığı askeri bir üs olarak kaldı
XVIII yüzyılın ortalarında, 1745'te çıkan yangın ve 1752'deki büyük yer sarsıntısı Edirne'yi harabeye çevirirken, yönetim bozuklukları, başarısızlıklar, Batıda terk edilen kale ve bölgelerden gelen göçler, Edirne'nin giderek çökmesine neden olan doğal ve toplumsal gelişmeler oldu
XIX yüzyıl
Edirne bu yüzyılda siyasî tarih açısından hareketli olaylara tanık oldu III Selim'in başlattığı yeniliklerin bu konuda büyük payı oldu 1801'deki ilk ayaklanmayı, 1806'deki "Edirne Ayaklanması" izledi III Selim'in Edirne'de Nizam-ı Cedid birlikleri oluşturulması için verdiği buyrukla başlayan ayaklanma, padişahın kararından vazgeçmesiyle noktalandı
Fetihten sonra geçen 400 yıla yakın bir süre boyunca yabancı işgaline uğramayan Edirne, XlXyüzyılda üç kez işgal edildi Bu işgallerden ilki, 1828–1829 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında oldu İki yıl süren bu savaşta, 1828'deki saldırı durduruldu ise de 1829'daki ikinci saldırılarında Ruslar, Sadrazam Reşid Paşa yönetimindeki Osmanlı ordularını yenilgiye uğrattılar ve Edirne'yi ele geçirdiler Kent, bu savaşın bitiminde Osmanlı tarihinin en ağır anlaşmalarından birine tanık oldu
Edirne'nin ikinci kez işgali, 1877–1878 Osmanlı-Rus Savaşı'na rastlar Nisan 1877'de başlayan savaş, irili ufaklı bir dizi çatışmanın ardından Rusların Edirne üzerine yürümesiyle gelişti Bunun üzerine Edirne'deki askeri birliklerin komutanı Ahmet Eyüp Paşa kenti boşalttı ve 20 Ocak 1878'de teslim oldu Savaş, 31 Ocak 1878'de Edirne'de barış ilkelerini saptayan bir antlaşma ile kesildi Savaşı sonuçlandıran asıl antlaşma ise 3 Mart 1878'de İmzalanan Ayastefanos Antlaşması oldu
XX yüzyıl
1903'teki Bulgarların ayaklanması bir yana bırakılırsa, Edirne, 1877–1878 savaşını izleyen yaklaşık 30 yılda savaş görmedi, barış içinde yaşadı Edirne, üçüncü kez 1912'de işgal edildi 22 Eylül 1912'de Bulgaristan, Romanya, Sırbistan, Karadağ ve Yunanistan temsilcileri, Sofya'da toplanarak saldırıya yönelik bir bağlaşma antlaşması imzaladılar Bağlaşıklar, ekim ortalarında Osmanlı topraklarına saldırdılar
9 Ekim 1912'de Bulgarlar Edirne'ye saldırdılar Edirne savunması yaklaşık 6 ay sürdü ve General İvanof komutasındaki Bulgar birliklerinin 26 Mart'ta Edirne Kalesi'ni ele geçirmeleriyle sonuçlandı 30 Mart 1913'te imzalanan Londra Barış Antlaşması ile, Türkiye-Bulgaristan sınırı Midye-Enez olarak kabul edildi Böylece Edirne, Bulgaristan'a terkedilmiş oldu
Bulgaristan, bir süre sonra Romanya ve Sırbistan'ın saldırısına uğrayınca, Edirne'yi boşaltmak zorunda kaldı Bundan yararlanan Osmanlı Hükümeti, harekete geçti ve Enver Bey'in (Enver Paşa) komutasındaki birlikler, 21 Temmuz 1913'te hiçbir direnme olmaksızın Edirne'yi ele geçirdi 29 Eylül 1913'te imzalanan İstanbul Antlaşması ile Edirne Osmanlı Devleti'ne geçti
Edirne, Birinci Dünya Savaşı'nın bitimiyle birlikte bir başka önemli gelişmeye tanık oldu Yunanlıların Mondros Mütarekesi'ni izleyen günlerde Anadolu ve Trakya'da başlattıkları işgal hareketleri 25 Temmuz 1920'de Edirne ve tüm Doğu Trakya'nın Yunanlıların eline geçmesiyle sonuçlandı Edirne yaklaşık iki yılı aşkın bir süre Yunan işgalinde kaldı
Kuva-yı Milliye' nin gösterdiği güçlü direniş ve Yunanlıların Sakarya'da uğradıkları ağır yenilgi, itilaf devletlerini, 1922 yıl içinde tutum değişikliğine zorladı; nitekim Mart 1922'de toplanan Paris Konferansı, Edirne ve Kırklareli dışında, bütün Doğu Trakya'nın Türklere verilmesini öngörmüştü Ne var ki, bu öneri Ankara Hükümeti'nce kabul edilmedi
Edirne'nin kaderi, Büyük Taarruzun zaferle sonuçlanmasıyla değişmeye başladı 11 Ekim 1922'de imzalanan Mudanya Mütarekesi'ne göre Yunanlılar Karaağaç da içinde olmak üzere Meriç’in batısına dek bütün Doğu Trakya'dan çekilecek, yerlerine gelecek itilaf birlikleri bu bölgeyi, en çok bir ay içinde Türk güçlerine bırakacaktı
Mudanya Mütarekesi, 14 Ekim I922'den başlayarak yürürlüğe girdi 25 Kasım 1922'de Türk birlikleri Edirne'ye ayak bastı Lozan Konferans kararları uyarınca, Karaağaç Köyü ile istasyonunun 15 Eylül 1923'te boşaltılmasından sonra, Trakya'nın bugünkü sınırlarına ulaşıldı Tarihinde yeni bir sayfa başlayan Edirne, böylece Türkiye Cumhuriyeti'nin bir sınır kenti oldu

Alıntı Yaparak Cevapla

Edirne'yi Her Yönü İle Tanıyalim

Eski 08-03-2012   #3
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Edirne'yi Her Yönü İle Tanıyalim






Türkiye`nin en batısındaki sınır yıldızı: Edirne Türkiye'nin en batısındaki il olan Edirne, Yunanistan ve Bulgaristan sınırında, geniş düzlükler ve basık tepelerin hakim olduğu, topraklarının % 80'i tarıma elverişli bir coğrafya üzerinde yer almaktadır


Koordinatlar ve yüzölçümü
Edirne, Marmara Bölgesi'nin Trakya bölümünde 40° 30' - 42° 00' kuzey enlemleri ile, 26° 00'- 27° 00' doğu boylamları arasında bulunmaktadır Edirne genel karakteri itibariyle geniş düzlüklerle, basık tepelerin yer almış bulunduğu bir havzada yer almaktadır
Konum itibariyle Türkiye’nin tam batısında bulunan Edirne, 6276 kilometrekare yüzölçümüyle, ülke topraklarının binde 8’ini kaplamaktadır
İl merkezinin denizden yüksekliği 41 metredir

Edirne havzası
Edirne havzası, kuzeydoğudan Istıranca, batıdan Rodop dağlarıyla çevrilidir Havzanın Kuzey-Batı köşesinde Istıranca ve Rodop kitlesi birbirine yaklaşır, bu ikisinin arasında ise Meriç Vadisi yer alır İl topraklarının % 80’i tarıma elverişlidir

İlin alanı, doğudan Kırklareli’nin Pehlivanköy, Merkez, Kofçaz; Tekirdağ’ın Malkara ve Hayrabolu ve Çanakkale’nin Gelibolu ilçeleri ile; batıda Yunanistan; kuzeybatıda Bulgaristan; güneyinde ise Ege denizi ile çevrilidir

Bulgaristan sınırı
Türkiye’nin batı sınır topraklarının önemli bir bölümünü içine alan Edirne'nin Bulgaristan’la 88km’lik bir sınırı vardır Bulgaristan’la olan sınır, Kırklareli il sınırından başlayarak, Tunca Irmağı’nı kesip, güneybatı yönünde uzanarak Meriç Irmağı’nda sona ermektedir Burada, Türk, Bulgar ve Yunan sınırları birleşmektedir

Yunanistan sınırı
Meriç Irmağı, ilin Yunanistan’la sınırını oluşturur Irmağın doğu yakası Edirne, batı yakası Yunanistan’dır Edirne-Yunanistan sınırının uzunluğu 204 kilometredir Bu sınır, Enez’de sona ermektedir

Yüzey şekilleri
Yüzey şekilleri bakımından, ilin kuzeyinde Istıranca dağları, orta bölümünde Ergene havzası, güneyinde Koru dağları ve platolar ile Meriç Ovası ve Deltası bulunmaktadır

Yakın çevredeki iller
Edirne’ye karayolu ile en yakın ulaşılabilen iller Kırklareli (62 km) ve Tekirdağ’dır (141 km)
Komşu iller arasında en uzak mesafede olan il merkezi ise Çanakkale’dir (223 km)

Edirne, demiryoluyla İstanbul’a ve Kapıkule üzerinden Avrupa’ya bağlanır Edirne-İstanbul arası 299 kilometre, Edirne-Kapıkule arası 20 kilometredir

Alıntı Yaparak Cevapla

Edirne'yi Her Yönü İle Tanıyalim

Eski 08-03-2012   #4
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Edirne'yi Her Yönü İle Tanıyalim








Türkiye ile Avrupa arasındaki geçiş noktası: Edirne Tarihin eski devirlerinden beri Akdeniz ve Avrupa ülkeleri'ni Asya ülkelerine karayolu ile bağlayan Trakya toprakları ve Edirne önemli bir geçiş noktasıdır


Trakya ve Edirne'nin Jeopolitik Önemi
İstanbul'dan gelen yol, Balkan yarımadasının dağlık yapısı içinde kolay geçilir doğal bir koridor olan Meriç vadisini kullanır Bu vadi, geniş bir oluk halinde Balkan dağları ile Rodop dağları arasında uzanarak, batı ucundan Sofya havzasına, bu havzadan da Niş suyu vadisine ulaşır Niş suyu vadisi'de, Morava vadisinin doğal oluğu ile Tuna ırmağı vadisine ve Macaristan ovalarının güney kenarına açılır Morava doğal oluğu ayrıca güneye doğru Vardar ırmağının geçtiği başka bir oluk ile de Ege denizine açılmaktadır
Bütün bu doğal yolların durak yerlerinde, denize ulaştığı yerde Selanik, bir ovaya açıldığı yer civarında Belgrad, Alp-Karpat dağları arasındaki Tuna koridoru ağzında Viyana şehri vardır Meriç oluğunun Trakya düzlüklerine açılan kapısında da Edirne şehri kurulmuştur

Balkan yarımadasının dağlık yapısı içinde bulunan ulaşım akımlarının "kanalize" edildiği bu doğal yollar barış zamanlarında ticarî ve kültürel ilişkileri kendilerine çektiği gibi, karışıklık zamanlarında göçlere ve istila ordularına da geçit rolünü oynamışlardı Bu yolların ovaya açıldığı bir noktada kurulmuş diğer şehirler gibi Edirne’de, kervanlar için İstanbul'a varmadan geçilen son önemli durak yeri, ve aynı zamanda istila hareketlerinin savunmasında elverişli bir mevzi olmuştur

Edirne Şehrinin Konumu
Şehrin kuruluş yerine etki eden şartlar incelendiğinde, Meriç ırmağının oluktan ovaya açıldığı yerde, bataklık taban üzerinde denize kadar olan yolda sık sık yer değiştirerek, yılın bir kısmında da bu tabanı taşma suları ile kaplamasından dolayı aşağı bölümlerinde şehir kurulmasına ve yol geçmesine imkan vermemektedir

Meriç'e kavuşan vadiler burayı önemli bir dörtyol ağzı haline getirir Tunca vadisini izleyen yol İstanbul'u Doğu Rumeli ve Doğu Bulgaristan üzerinden Tuna ağzı etrafındaki ülkelere, Kırım'a ve genel olarak Doğu Avrupa'ya bağlar Arda vadisini takip eden diğer bir yol da Rodop dağları içine doğudan girmeyi sağlayan tek ulaşım damarı rolünü oynar
Bütün bu yollar, ana çizgileri ile takip ettikleri vadiler ile beraber, Trakya havzasının kuzeybatı köşesinde düğümlenerek, burada bir şehrin kurulmasına müsait şartları oluşturmuştur

Geçen yüzyıla kadar aşağı Meriç nehir ulaşımının başlangıç yerini oluşturmuştu Yol ve nehir ile yukarı taraflardan gelen ağır yüklerden bir kısmı buradan nehir yolu ile denize indirilebiliyordu XIX yüzyıl sonlarında nehir yolu tamamen terk edilirken, orta Meriç vadisini takip eden demiryolu İstanbul ile Avrupa memleketleri arasında en süratli ulaşım yolu olarak kara yollarını da ikinci plana attı Fakat son yıllarda, özellikle İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra karayolu, motorlu taşıtlar sayesinde yeniden eski önemini alarak demiryolunu gölgede bıraktı

Bütün bu konular yalnız Edirne'nin kurulmuş bulunduğu zemini değil, şehrin yakın çevresini de ilgilendiren konum şartlarını meydana getirir Bu şartların kastedildiği oldukça geniş alan içinde şehrin bugün bulunduğu yerde kurulmuş olması, o yere ait şartların varlığı ile açıklanabilir

Edirne, Tunca çayının Meriç'e kavuşmadan evvel çizdiği yarım daire şeklinde bir yayın içinde kurulmuştur Bu yay şeklindeki yol, geniş bir hendek gibi, şehri kuzeyden, batıdan ve güneyden kuşatarak Edirne'nin müdafaasını da kolaylaştırır Bu yayın içinde kalan zemin, batıdan doğuya doğru hafifçe yükselir ve bu yönde, şehrin yerleşmiş olduğu zemine hâkim bulunan yaylanın dik kenarına dayanır

Ayrıca, şehrin yerleşmiş bulunduğu hafif meyilli alanın ortasında, Edirne'nin en muhteşem abidesinin yerleştiği basık bir tepe de yükselir
Yerleşmeye ve savunmaya elverişli bir zemin üzerinde kurulmuş olan Edirne, yüzyıllar boyunca hem önemli bir durak yeri, hem de bir savunma mevzii hizmetini görmüş ve aynı zamanda bir yol ve bir kale şehri olmuştur

Alıntı Yaparak Cevapla

Edirne'yi Her Yönü İle Tanıyalim

Eski 08-03-2012   #5
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Edirne'yi Her Yönü İle Tanıyalim






Türkiye`nin batısında olup, göç veren tek il: Edirne Türkiye nüfus artış hızının %18 olduğu bir dönemde, Edirne %-049'luk nüfus artış hızıyla Türkiye’nin batısında yer alıp "eksi nüfus hızına" sahip olan, diğer bir deyişle "göç veren" tek ildir

Osmanlı döneminde Edirne nüfusu
Edirne Osmanlı İmparatorluğu'na başkent olduğu dönemlerde, devletin en büyük şehri konumuna yükselmiş bulunuyordu Başkentin İstanbul'a naklinden sonra bile, 15 ve 16 yüzyıllarda imparatorluğun en büyük şehirlerinden biri olmakla beraber Avrupa'nın da 4 veya 7 büyük şehri olduğu tarih kaynaklarını inceleyen bazı tarihçiler tarafından ileri sürülmektedir
1703 yılındaki "Edirne Vakası" ile birlikte padişahların ilgisini kaybeden ve gözden düşen, 18 yüzyılın ortalarında ise geçirdiği büyük deprem ve hemen ardından yaşanan iki büyük yangınla kentin demografik ve ekonomik olarak geriye gidişi başlar
19 yüzyılda meydana gelen Rus işgalleri ise nüfus sayısının büyük oynamalar göstermesine yol açtığı bilinmektedir 20 yüzyıl başlarında bu nüfus 70-90 bin arasında gösterilir Balkan savaşından sonra ise Edirne'nin nüfusu elli bin kişiyi bile bulmaz hale gelmiştir ve bundan sonraki yıllarda şehrin daha da fazla nüfus kaybetmesi ise kaçınılmaz olmuştur

Cumhuriyet döneminde Edirne nüfusu
Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasından sonra 1927 yılında yapılan ilk nüfus sayımında, Edirne vilayetinin nüfusu 158840 olarak tespit edilmişti
1935'te yapılan 2 nüfus sayımında ise Edirne vilayetinin nüfusu 184840 olarak tespit edildi Ortaya çıkan hızlı artışın yanında özellikle azınlıklara karşı meydana gelen kışkırtmalar sonucu küçük göç hareketlerini de burada göz ardı etmemek gerekir

1940 senesinde yapılan 3 nüfus sayımında kent nüfusu 251373’e yükseldi İkinci dünya savaşı ve özellikle Alman işgali tehlikesi dolayısıyla buraya yerleştirilen askerlerin 50000 civarında bir fazlalık meydana getirdiği, savaştan korkan kitlelerin hareketleri de göz önüne alındığında, abartılmış olmaz Nitekim 1945 yılında II Dünya Savaşı'nın bitmesi ile Edirne’nin nüfusu 198271’e düşmüştü
1950-2000 döneminde Türkiye nüfusu %400 gibi bir artış gösterirken, Edirne nüfusu %253 gibi bir artış gösterdi ki bunun sebebi, kentin verdiği göçlerle birlikte doğum hızının da her zaman Türkiye ortalamasının altında seyretmesiydi

1990 Sonrası Dönem
1990 yılında 404599 olan nüfus, 2000 yılında 402606’ya düşer Edirne bu yıllarda göç vermiş, kent ekonomisinin olanak vermemesinden dolayı genç nüfusunun çoğunu çalışmak ve öğrenim görmek üzere diğer kentlere göndermiştir
Edirne, %-049 olan nüfus hızıyla Türkiye’nin batısında yer alıp "eksi nüfus hızına" sahip olan, diğer bir deyişle göç veren tek ildir Aynı dönemde ise Türkiye nüfusu %18’lik bir artışla 56 milyon 473 binden 67 milyon 803 bine çıkmıştır
Genel nüfus hareketlerinin yanında tarımda meydana gelen olumsuz ekonomik şartlara paralel, köyden kente göç hızlanmış, 1990 yılında 194000 olan köy nüfusu 2000 yılında 170000’lere kadar düşmüştür


Alıntı Yaparak Cevapla

Edirne'yi Her Yönü İle Tanıyalim

Eski 08-03-2012   #6
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Edirne'yi Her Yönü İle Tanıyalim







Biz sana doyamadık Ulu Gazi Türk milletinin yüce lideri Mustafa Kemal Atatürk, hayatı boyunca Edirne'ye üç kez ziyarette bulunmuş, Edirne halkı her gelişinde O'nu bağrına basmıştır



Atatürk'ün Edirne'ye İlk Gelişi
Mustafa Kemal'in resmi anlamda Edirne'ye ilk gelişinde, rütbesi binbaşıdır
İtalyanların 29 Eylül 1911'de Trablusgarp'a saldırmaları üzerine, Osmanlı yönetiminin görevlendirmesini beklemeden, gönüllü olarak o yöreye giden ve o toprakları "Osmanlılarındır! Vermeyiz" inancıyla savunan az sayıdaki subay arasında Mustafa Kemal de vardır
Çok zor ve ağır savaş koşulları altında, amaçlarına ulaşma uğraşı içindeyken patlayan Balkan Savaşı'nın Edirne'yi de yuttuğunu ve düşman ordularının Çatalca'ya yöneldiklerini duyduklarında, tüm subaylar İstanbul'a döner
Bu arada Mustafa Kemal, Viyana'da bir göz tedavisi görür ve Bolayır Kolordusu Hareket Şube Başkanı olarak görevlendirilir Edirne'de de 15 Kolordu bulunmaktadır ve merkezi Dimetoka'dır Mustafa Kemal, Bolayır Kolordusu ile Doğu Trakya ve Edirne'ye yönelenler ve 21 Temmuz 1913'te Edirne'nin geri alındığı gün şehre girenler arasındadır Mustafa Kemal Edirne'de Kaleiçi'nde, bugünkü adıyla İnönü Caddesi üzerinde, İstiklal Okulu yakınındaki Sarı Pansiyon'da 20 gün kadar kalmış, 10 Ağustos 1913'te Edirne'den ayrılmıştır




Atatürk'ün Edirne'ye İkinci Gelişi
Yıl 1916 Ve Anafartalar kahramanı Mustafa Kemal Edirne'de
Çanakkale Zaferi'nin kazanılması, İngiliz ve Fransız donanmasının Çanakkale Boğazı'nı geçemeyeceğinin anlaşılması üzerine, askeri ve siyasi anlamda yeni bir durum oluşmuştu Bu yeni durumun ortaya çıkardığı yeni koşullar ışığında Gelibolu'da yoğunluk kazanmış savaş artığı birlikler yeni bir yapılanma amacıyla merkez Edirne olmak üzere Trakya içlerine çekilmiştir
Çanakkale'de kazandığı zafer üzerine üç terfi birden alan Albay Mustafa Kemal, Kolordu merkezi olan Edirne'ye 16 Kolordu Komutanı olarak gelmiştir Osmanlı Tarihinde bir komutana gösterilmeyen olağanüstü bir tezahüratla karşılanmış, adeta yer yerinden oynamıştır Atatürk 1916 yılında ikinci kez Edirne'ye gelişinde çalışmalannı o günün müşürlük dairesi olan şimdiki Tümen Karargâhında sürdürmüştür Bu gelişinde Edirne'de bir buçuk ay kalan XVI Kolordu Komutanı Mustafa Kemal, İskender köylü Mahmut (Pilevneli) Ağanın evinde kalmıştır
Gazi Mustafa Kemal, 25 Aralık 1916 günü büyük bir törenle doğu cephesine uğurlanır



Atatürk Son Defa Edirne'de
Üçşerefeli Camii'ni ziyareti
Gazi Üçşerefeli camii'ni ziyarete geliyorlar Cami imamı Fereli Ahmet Efendi kavuğunu çıkarıp eline alıyor Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Paşa’yı öyle karşılıyor Gazi imam efendinin elini sıktıktan sonra:
"-İmam efendi, Müslümanlıkta kavuk çıkarmak var mıdır?" diye soruyorlar Bunun üzerine imam,
"-Müsaade buyurunuz Paşa hazretleri, Müslümanlar Arafat'ta başı açık dururlar, mahşerde de başımız açık duracağız Bir de bu dünyada senin karşında başı açık duracağız" diyor Gazi teşekkür ediyorlar

Caminin ünlü kapısı önünde duruyorlar Kapı üzerindeki kitabeye bakıyorlar Orada yaldızlı yazıların üzerine koyu renkle yazılmış bir ayeti okuyorlar İmam efendiye manasını soruyorlar Edirne'nin tanınmış kişilerinden tarihçi Arif Dağdeviren:
"- O yazıları bakar bakmaz okumak herkesin harcı değildir Atatürk o, zor örnekleri bile kolayca okuyabiliyordu Camileri gezdiğimiz o gün hayretle gördük" demiştir

Edirne'nin çok şakacı ve hazırcevaplığı ile ünlü, herkes tarafından çok sevilen bir Rüstem hocası vardı Gazi Üçşerefeli camii'ni ziyarete geldiklerinde Rüstem Hoca heyecandan şapkasını çıkarmayı unutuyor Etrafındakiler hoca'ya işaret ederek şapkasını hatırlatmaya çalışıyorlar, hoca kırdığı potu anlıyor, nasıl dönüş yapacak Hocayı bilenler bekliyorlar Sonradan hoca ile alay edecekler, hoca öfke ile biraz da yüksekçe bir sesle:
"Hiç işaret edip durmayın Ben bu şapkayı paşamın emriyle giydim Sizin demenizle çıkaracağım ha Çıkarmayacağım işte! diyerek etrafındakilere bakıyor Rahmetli Gazi de gülüyor
"-Sağ ol hoca sağ ol" diye iltifatta bulunuyor

Selimiye Camii'ni ziyareti
O sene, 26 Temmuz günü, Edirne'yi altüst eden kasırgada Selimiye camii ile birlikte birçok cami hasar görmüş, birçoğunun minaresi yıkılmıştır Atatürk Selimiye camii'nde minberle avize arasında durur ve etrafındakilere "Beyler, hiçbir dine bağlı olmayan kalp istirahattan mahrumdur" diyerek söze başlar, "Bakınız ecdadımız İstanbul'un fethinden tam 125 sene sonra, bu şaheser camiyi İstanbul'da değil de Edirne'de yaptırmış; böylece Edirne'ye mührünü basmış, tapulaşmıştır Dâhi Mimar Sinan, sanat ve din aşkıyla bu eseri bina etmiştir" der ve mihrapla avize arasında durur Avize üstünde olan yarım kubbedeki yazıyı okuduktan sonra müftüye "Hocam, bu ayet, tövbe süresinin 18 Ayeti değil mi?" der Müftüden "Evet Paşa Hazretleri"cevabını aldıktan sonra tekrar müftüye döner ve "Bana bu ayetin manasını söyleyebilir misiniz?" diye sorar Müftü efendi "Bildiğim kadarıyla bu ayette Allah'ın mescitlerini, camilerini yapan ve imar edenler, Allah'a ve ahiret gününe iman edip, namazlarını kılan, zekatlarını veren ve ancak Allah'tan korkanlardır, onlar doğru yoldadır" der Atatürk "Evet ben de öyle biliyorum," der

Orada bulunan Bayındırlık ve Vakıflar müdürlerine hitaben, başta Selimiye olmak üzere, Edirne'nin hasar gören bütün camilerinin tamiri için gerekli keşfin yapılarak bilançosunun üç gün içinde kendine verilmesini ister Atatürk 25 Aralık 1930 günü Edirne'den ayrılır Kısa bir süre sonra ödenekler Edirne'ye gelir ve bununla hasarlı bütün camiler onarılır

Alıntı Yaparak Cevapla

Edirne'yi Her Yönü İle Tanıyalim

Eski 08-03-2012   #7
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Edirne'yi Her Yönü İle Tanıyalim







Medeniyetlerin buluşma noktası Anadolu ve Rumeli kültürünün buluştuğu yerdir Edirne Anadolu'yu Avrupa'ya birleştiren Trakya Yarımadası'nda yer alan Edirne'nin, konumu nedeniyle zengin bir kültür tarihi vardır Tarih boyunca Anadolu'ya ya da Avrupa'ya göç eden değişik topluluklar, Edirne'den geçmişlerdir Ancak bunlardan çok azı yöreye yerleşip uygarlık kurmuştur
Edirne ve çevresinde yapılan kazılar, yöredeki ilk yerleşimlerin Neolitik Çağ sonlarında başladığını göstermektedir Yörenin bilinen en eski halkı Traklar'dır Traklar'ı Makedonyalılar ve Romalılar izlemiştir Roma İmparatorluğu'nun ikiye bölünmesiyle Edirne, Bizans Devleti'nin sınırları içinde kalmıştır Uzun süren Bizans egemenliğinden sonra Edirne Osmanlı Devleti'ne katılmıştır
Edirne'nin Avrupa'ya yakınlığı, Edirne kültürünü büyük ölçüde etkilemiştir Bu nedenle Edirne kültürünün izlediği çizgi, Anadolu illerinin çizgisinden oldukça değişiktir
Edirne Osmanlı İmparatorluğun başkenti olarak tarihi boyunca bilim, kültür ve sanat alanında da bir çekim merkeziydi Saray, cami, medrese, darüşşifa gibi kurumların yanı sıra Anadolu ile Balkanlar arasında köprü işlevi gören coğrafi yapısı da kentin sosyo-kültürel dokusunda belirgin rol oynadı
Özellikle II Murat ve II Bayezit gibi hükümdarların himayesi altında Edirne'ye yerleşen bilim adamları Türkçe'nin bir bilim ve edebiyat dili olmasında büyük rol oynamıştı Edirne bu dönemde kurulan 40'ın üzerindeki medresesiyle aynı zamanda bir Üniversite şehri kimliği de kazandı
Kültür oluşumları ve hareketleri insan topluluklarını izleyerek Anadolu'dan Trakya topraklarına ve Balkanlara ulaşmış, yeni coğrafyalar üzerinde yerli kültürlerle kaynaşarak gelişmiştir Bu etkileşim aynı zamanda Rumeli'den Trakya yönüne doğru bir çizgi de izler Yolların ve kültürlerin kesişme noktasındaki Edirne bu gelişmede rol oynayan en önemli şehirlerden biridir Edirne'de günümüz yaşama biçiminin oluşmasında en önemli etken, Rumeli'nin değişik yerlerinden gelen göçlerdir Bu göçlerle gelen halk toplulukları, yaşayış özelliklerini de birlikte getirmişlerdir
Edirne'de canlı bir yaşama biçimi vardır Tarımda makinalaşma, verim artışı ve bunların yarattığı zenginlik, bu canlılığın temelini oluşturur Buna, son yıllarda hızla gelişen sanayi de eklenmelidir Geleneksel yapı, hızla bir çözülüş içindedir Köylerle kentler arasındaki yaşayış farkı, giderek ortadan kalkmaktadır Çekirdek aile, egemen aile yapısı durumundadır
Edirne insanı, çağdaş yaşama her zaman açık olmuştur Beslenme, barınma, giyim-kuşam, sağlık alanlarında, çağdaş değerler hızla yayılmıştır
Anadolu'dan Türk müziğinin Balkanlara taşınmasında Edirne bir köprü görevi gördü O nedenle kentin kültürel dokusu incelendiğinde Anadolu ve Rumeli'nin buluştuğu ve pek çok kültürden izler taşıdığı görülür Edirne'de halk müziği ve halk oyunları da bu doğrultuda gelişmiştir


EL SANATLARI
El emeği, göz nuru Edirne el sanatlarının başlıcaları olan Edirnekâri, süpürgecilik ve mis sabunu (meyve sabunu), son yıllarda adeta "yeniden keşfedilen" el sanatları olarak Edirne'de yaşatılmaya çalışılmaktadır


Türk sanat tarihine önemli örnekler kazandıran Edirne 15 16 ve 17 yüzyıllarda siyasi bir merkez olma durumu yanında imparatorluğun bir sanat merkezi unvanına da sahip olmuştur Edirne bu ilk şaşaalı devrinde Türk sanatının en büyük temsilcileri arasına girmiş, hatta İstanbul payitaht olduktan sonra bir müddet daha kültürel üstünlüğünü devam ettirmiştir
Ancak Edirne’de sanat hareketleri daha çok Osmanlı sarayının Edirne ile ilgisi oranında canlanmış, yükselmiş veya gerilemiştir Şimdi ayakta duran mimari eserler buna en güzel örnektir Bu anıtsal eserler yanında el işlerine dayanan küçük eserler maalesef eski varlığıyla günümüze kadar gelememiş ve çeşitli siyasi ve tabii olaylar yüzünden ya harab olmuş ya da çeşitli yerlere taşınarak dağılmıştır Böylece "İlk dört asırda Edirne’de Türk zevkinin ruh inceliği son iki asırda ancak bir hatıra mahiyetinde sarsıntılar içinde yaşayabilmiştir"

Bir serhat şehri veya geçit yeri olması bakımından daima istilalara uğraması şehrin sosyal bünyesi kadar sanat hareketlerine de tesir etmiştir Ancak bu coğrafî durumun Türk (özellikle İstanbul) ve Avrupa kültür hareketlerinin yakından izlenmesi yönünden sağlamış olduğu büyük faydalarını da inkar etmemek gerekir Bu bakımdan imparatorluk merkezi İstanbul'un yakınlığı dolayısıyla Edirne'ye önemli sanat etkileri yaptığı bir gerçektir

Ancak bu etkiler yerli sanatla karışarak yeni bir üslubun doğmasına yol açmıştır Avrupa’nın Barok üslubu ve onun devamı olan Rokoko bezemeler 19 yüzyılın başlarında Türkiye’de çok etkin bir vaziyette yayılırken Edirne kendi üslubunu bu Avrupai bezeme tekniğiyle en iyi şekli de bağdaştırmış ve belki de Türk Rokokosu denilen üslubun doğmasında büyük bir rol oynamıştır Bu bakımdan devrinin sanat tekniklerine zamanında ve ustaca ayak uyduran Edirneli sanatkarı takdir etmemek elde değil



El Sanatları
Bir dönem, Osmanlı Devleti'nin başkenti olan Edirne'de el sanatları çok gelişmişti Çinicilik, fresk ve tahta işçiliği, lake kap ve kutu yapımcılığı, çiçek ressamlığı, kitap kapakçılığı, talik yazı ve oyuculuğu, mezar taşçılığı eski el sanatlarının başlıca kollarındandır Bu el sanatlarının çoğu günümüze kadar ulaşamamıştır

Edirne'de ağaç işlemelerinin yaygın bir ünü vardır Edirne'de İstanbul'dan ve Avrupa'dan alınan etkilerle Edirnekâri bir üslûp yaratılmıştır Edirnekâri ağaç işlerini oyma, kakma ve boya bezekli yapıtlar oluşturur İşlemelerde genellikle lale, sümbül, karanfil, çiçek buketi, meyve gibi bitkisel motifler kullanılmıştır

Boya bezekli ürünlerde süsen yeşili, mor, safran sarısı, hindiba esmeri, kahve esmeri gibi bitkisel boyalar kullanılmıştır
Yörede süpürgecilik pazara yönelik bir el sanatı olarak varlığını sürdürmektedir Süpürge darısından yapılır El süpürgesi, sırıklı süpürge, küçük el süpürgesi, tavan süpürgesi, top süpürge gibi değişik türleri bulunmaktadır

Edirne'nin eski el sanatlarından biri de misk sabunculuğudur Portakal, limon, elma, armut vb biçimlerinde yapılan sabunlar, hediyelik eşya olarak satılır Çömlekçilik, hasırcılık, sepetçilik varlıklarını sürdüren el sanatı dallarıdır

Edirne'de el ürünü işlemeler, renkleri, anlamlı motifleri, işlemedeki ustalığı ile dikkati çeker En eski örneklerde bile canlılığını yitirmemiş renkler, Edirne kök boyacılığının eseridir En çok koyu mavi, pembe, kırmızı, sarı, kara renkler kullanılmıştır İşlemelerde bitkisel motifler ağır basar İşlemeler genellikle sakangur ve salaşpur bezlere, Felemenk tipi dokumalarla yapılmıştır İşlemelerde tığ işi, ulama, ajur, teknikleri kullanılmıştır

El sanatları bir milletin, yüzyıllar boyu süregelen yaşamı sonucunda oluşan ve kuşaktan kuşağa aktarılan en önemli kültür varlığıdır Edirne el sanatları bakımından günümüzde ticari değerini yitirmiş olmakla beraber gelişen turizm sektörüne paralel olarak önemli bir gelir kaynağı olabilecek potansiyeldedir

EDİRNE MUTFAĞI
Edirne`den unutulmayacak damak tadları Edirne Ciğeri, Peyniri, Badem Ezmesi, Deva-i Misk ve diğer kendine özgü damak lezzetleriyle, keşfedilmeyi bekleyen bir hazine gibi insanları üzerine çekmektedir Türk kültürünün önemli bir boyutunu da yemek geleneği oluşturur Geçmişten günümüze Türk toplumunun sosyoekonomik yapısının yansıması olan yeme-içme kültürümüz; bize özgü davranışların ve alışkanlıkların geliştirdiği değerlerle bütünleşir

Orhun Yazıtları'ndan beri Selçukname, Kanunname, seyahatname, risale gibi yazılı-basılı belgelerle de günümüze taşınan yemek kültürümüz, birlikteliğin, toplumsal dayanışmanın ve konukseverliğin öne çıktığı bir geleneği yansıtır Türk tarihinde toylar, düğünler, şenlikler hep yemekle anlam kazanan şölenlerdir Ziyafetler birlikte olmayı, toplum olmayı güçlendirmektedir
Yemek kültürümüz; sofraya oturma şekli ve yemek yeme adabı, yiyecek ve içeceklerin sağlık koşullarıyla ilişkileri, mevsimlere göre yiyecek ve içecekler, beslenme alışkanlıkları, mutfak kap kaçakları ve daha birçok yönüyle günlük yaşamın vazgeçilmez boyutuyla ilgili bize özgü kültürel değerler ortaya koymaktadır

Her alanda olduğu gibi, Anadolu'nun yemek kültürünü Balkanlar'a taşıyan Türkler, kültürlerin geçiştiği bir coğrafyada Rumeli gelenekleri ve bölgesel özelliklerin bireşimiyle zengin bir mutfak anlayışını da geliştirmiş Osmanlı'nın saray kenti Edirne, bütün bu özellikleriyle zengin bir yemek kültürünün de merkezidir

Genel olarak mutfağımız, karakteristik yapısı itibariyle tarımsal ekonomik yapı, coğrafi bölgelere göre çeşitlilik, ailelerin sosyal ekonomik yapılarına göre farklılık, tarihte birlikte yaşama zorunluluğundan doğan başka kültürlerden etkileşim, dinsel yapı ve normlar ve beslenme alışkanlıklarında cinsiyet farklılaşmaları ile yoğrulup biçim almıştır

Kentimiz mutfağının da bu özelliklerinin içinde fazlalıkla Balkan Ülkeleri Mutfağı İle etkileşimleri bulunmakta olup, ancak daha çok etkilediği yönünde örnekler çoğunluktadır


EDİRNEDE GİYİM
Güzellik var Soyumuzda Osmanlı döneminde bir moda merkezi haline gelmiş Edirne'de, halk, sarayın da etkisiyle giyim-kuşam yönünden Avrupalı kadınlardan geri kalmaz duruma gelmişlerdi Trakya ve Edirne halkının kendisine özgü bir kıyafeti ve giyim kültürü bulunmaktaydı öyle ki 1453 yılına kadar Osmanlı'ya başkentlik yapmış Edirne, İstanbul'un başkent olmasından sonra da bu önemini korumuş bu sayede Edirne halkı, sarayın da etkisi ile giyimine oldukça düşkündü Edirne sarayı giyim ve kuşamda İstanbul saraylarını aratmayacak düzeydeydi ve şehir Osmanlı döneminin bir moda merkezi haline gelmişti

Batılılaşma hareketi Edirne sarayını da etkilemiş, Edirneli kadınlar giyim ve kuşamda Avrupalı kadınlardan geri kalmaz duruma gelmişlerdi, hatta onlardan daha ileri düzeye erişmişlerdi III Ahmet Edirne'de oturduğu sırada, İngiltere Sefiri'nin eşi Lady Monteguie Edirne'ye gelmiş ve bir süre Edirne'de yaşamıştır Edirne'den İngiltere'ye yazdığı mektuplarda kadınların giyim biçimleri hakkında şunları yazmaktadır:

"Türkiye'de güzeller, İngiltere'dekinden daha çok ve hepsi mütenevvi Burada hiçbir genç kadına tesadüf edilmez ki güzel olmasın Hemen hepsi kara gözlü, tenleri dünyanın en güzel renginde Asil bir Türk kadını nasıl giyinir, bunu öğrenmek ister misiniz? İşte yazıyorum Onun arkasında dolama denilen bir gömlek vardır Düğmeleri nohut iriliğinde elmastan yapılmıştır Dolama daha küçük çapta elmaslarla süslü iki iğne ile kemere tutturulmuştur Ten üzerindeki iç gömleği, baklava biçiminde iki elmas düğme ile ilikli Kemer, gayet geniş ve baştanbaşa elmas Gerdan dize kadar inen üç dizi inci ile sarılı Dizilerden birinin ucunda Hint tavuğu yumurtası kadar büyük bir zümrüt asılı Küpeleri takıldığı yere yakışacak değerdedir Yüzükler de öyledir Güzel hatta pek güzel olan parmakların zarafetini kendi ışıklarıyla aydınlatıp dururlar Benim gördüğüm Türk kadınlarındaki süslerin yarısı kıymetinde süs taşıyan Avrupalı bir kraliçe yoktur"

Lady Monteguie' nin bu mektuplarından Edirne'deki kadınların giyimlerinin ne kadar ihtişamlı olduğunu anlamaktayız
Edirne giysilerinde, Edirne'ye özgü pembe renkli atlas kumaşlar kullanıldığı gibi, kadın giysilerinde, hama kumaşı, martin denilen bir nevi ipekli kumaşlarda kullanılmıştır

Atlas; yüzü ipek, tersi pamuk, parlak yüzlü düz bir kumaş ve üzerinde işleme yapmaya elverişli bir kumaş türü olduğundan, üzeri altın ve gümüş tellerle işlenmiştir

Kadın Giyimi
Edirne'de kadınlar; şalvar ve entarinin üzerinde kuşak ve kemer kullanılırdı Dokuma kumaşlardan yapılmış kemerler kullanıldığı gibi, madeni kemerler de bele takılırdı

Şalvarı bele bağlayan bütün kuşağa uçkur adı verilmektedir Uçkur bağlandıktan sonra belden aşağı sarkıtılan uçkurun uçlarına, güzel işlemeler yapılırdı Şalvarın üzerine, bürüncük adı verilen kumaştan yapılmış gömlekler giyilirdi Bürüncük kumaşlar ipek ipliği ile pamuk ipliği de kullanılarak dokunmuştur
Kadınlar, başlarına kenarları iğne oyası, mekik, tığ ve boncuk oyaları ile süslenmiş grep veya yemeni bağlarlardı Zengin hanımlarda başlarına iğne oyası ile süslenmiş hotoz tabir edilen serpuşu giyerlerdi

Takılar
Edirne kadınında mücevher giysiyi tamamlayan vazgeçilmez bir unsurdur Edirne sarayında ve konaklarındaki kadınlar, zümrüt, yakut, elmas, akik, mercan, yeşim, inci gibi değerli taşları kullanırken, köylerde ise altın ve gümüş küpe, bilezik, gerdanlık, yüzük takıyorlardı Köy kadınları altınları genellikle kurdele üzerine dizerek boyunlarına takmakta, nazarlık ve muska gibi süs özelliği taşıyan eşyalar da kullanmaktaydılar
Osmanlılar döneminde Edirne'de yaşayan kadınlar, sokağa çıktıklarında koyu renkli ipek veya çuha kumaştan yapılmış ferace, yeldirme veya çarşaf giyerler; sadece gözleri açıkta kalacak şekilde yüzlerini tülle örterlerdi
Günümüzde de kırsal kesimde yaşayan kadınlar arasında çarşaf, ferace ve şalvar giyilmeye devam edilmektedir
Kadın Pabuçları
Kadınlar ayaklarına evde ve sokakta yün ve pamuktan yapılmış çoraplar giyerlerdi Köylerde, elde beş şişle örülen köylü çorapları çeşitli renklerden yapılmış motiflerden oluşmaktaydı Edirne sarayında ve varlıklı ailelerde, ayaklara mercan terlik, deriden yapılmış kısa ve uzun konçlu çizme, sedef kakmalı nalınlar giyilirdi Halk arasında ise, keçe, çizme, çarık, dolak sade nalınlar ve yemeniler giyilmekteydi
Erkek Giyimi
Erkekler ise ayaklarına tulumbacı yemeni veya ökçeli, altı kalın köseleli, çivili yemeni adı verilen arkaları basık ayakkabılar giyerlerdi Burun kısmı sivri kesilen deriden yapılan, topuk ve yan kısımlarına ip geçirilerek ayak gibi şekil verilen çarık, köylü halk arasında giyilirdi Çarık, cumhuriyet döneminde de bir süre daha çobanlar tarafından keçeden yapılmış, kebe ile birlikte giyilmiştir
Erkek giyiminde; bele kuşak takılarak, potur ve ağlı şalvar giyilmiştir Üzerine, camadan, fermene, kolsuz camadan, kavuşturmalı yelek, mintan, salto giyilir, başı örtmek için fes kullanılırdı
Potur, Karapınar biçimi, Rusçuk biçimi, Tek gözlü potur ve kulaklı potur olmak üzere dört çeşittir
Karapınar biçimi potur: Ağı olan poturdur
Rusçuk biçimi potur: Ağı çalık ve dar olan poturdur Bu poturların ayak bilekleri ve cepleri kaytanlı ve çiçek işlemelidir Cepler ve diğer aksam kaytanlıdır Kaytan işlemeler müşterinin arzusuna göre beş sıradan dokuz sıraya kadar dikilirdi
Kulaklı potur: Bu tabirden amaç, paça çiçek işlemeli ve kulak şeklinde olup bu kulaklar ayağa giyilen ayakkabıların üzerini örter şekildedir Poturların dikiş yerleri umumiyetle kaytanlıdır Kaytanın en makbulü, Bulgaristan'dan gelen bu kaytanı kullanırlardı Poturlar, gri, lacivert, mavi bazen de siyah çuhadan dikilirdi

Şalvar: üst kısmı bol ve büzgülü, paçaları ayrı ve genişçedir Erkeklerin şalvarı kadınlarınkine göre daha dar ve sadedir Şalvar, ağlı şalvar, yarım ağlı şalvar, elifli şalvar isimleriyle üç şekildedir Şalvarların cep ve paça ağızları hafif kaytanlıdır Şalvar üzerine düz ve harçsız salta giyilir
Salta: kaytansız, kol ve yen ağızları yırtmaçlı ve açıktır Bu kısmı kırmızı gezi denilen bir nevi astar kaplıdır Bele, beyaz yapak kuşak, acem şalı veya ipekli Trablus kuşağı sarılır Başa giyilen fesin üzerine ise cenber veya kefiye bağlanır
Camadan (camedan): Yakası kaytanlı ve çiçek işlemelidir Kolları ve kolçakları (kolların dirsekleri) da yine çiçek işlemeli, kol ağızları açık gümüş veya sarı düğmeli olup, kol ağzından omuz başlarına kadar da gül işlemelidir İşlemelerde iki tür çiçek kullanılmıştır Birisi kesme çiçek, diğeri de selvi çiçektir Bu elbiselerde dikiş ekleri kaytanla tutturulur ve diğerine o şekilde eklenirdi
Kolsuz Camadan (camedan): Kısa, kolsuz ön tarafı çapraz kavuşur gibi olan bir yelektir Halk ve esnaf tarafından giyilirdi
Fermene: Kolsuz, çuha veya abadan kesilirdi Şekil olarak camadana benzer ancak ondan biraz daha uzundur Kollu camadan üzerine giyilir, yelek şeklindedir Bunun da üzeri çiçeklerle süslenmiştir, süslemelerde camadan da olduğu gibi kesme ve selvi çiçekleri kullanılmıştır Süslemelerde kullanılan iplik, bükme ipek siyah ibrişimidir Bunu giyen ler artık üzerine salto giymezlerdi
Salto: Salto da çuhadan yapılmıştır, fermene gibi iki çeşit çiçek işlemelidir Arkası ve kolları gül işlemeli, önlerin iki yanı ise selvi çiçek işlemelidir
Cepken: Kolları takma ve iğretidir ve istenildiği zaman takılır, çıkartılır Giyildiği zaman kolları giyilmez, iki tarafı omuz başlarından arkaya sarkar Cepken giyenlerin poturlarının ağları boldur Diz bağı tabir edilen püsküllü şeritlerin baldırların üzerine bağlanır Püskülleri de yan tarafa sarkıtılır Cepken ve potur giyenler beldeki kuşağın üzerine silahlık bağlarlardı
Erkek giyiminde yağlıkların da ayrı bir yeri vardı Yağlıklar sofra dışında çevre ve mendil gibi yalnız erkeklerce kullanılırdı Yağlıkla çarşıdan alınanlar taşınır, file görevi görmediği zamanlar işlemeli kısmı kuşağın kıvrımından sarkıtılarak yürünürdü
Saat köstekleri de kıyafeti tamamlayan unsurlardan birisidir Edirne erkek kıyafetlerinde asmalı gümüş saat kösteği vardır Bu köstekler iki çeşittir Birisi tek ve kalın zincirdir, diğeri de 4-5 sıra gümüş zincirdirEsnaf halk arasında iş görürken önüne futa adı verilen önlük bağlardı



Er Meydanı: Kırkpınar İster sürdürülegelen bir gelenek deyin, ister ata sporu Kırkpınar, Türk'ün yiğitliğinin yazıldığı, mertliğinin anlatıldığı ve gücünün tüm dünyaya asırlardır gösterildiği yerdir
Yeryüzündeki en eski medeniyetlerden birine sahip olan, Türk milletinin tarihte bıraktığı izler, eserlerinde olduğu kadar kültüründe, sosyal yaşantısında, gelenek ve göreneklerinde de kendini göstermektedir
Türk milleti, binlerce yıllık tarihi boyunca ve devletler kurdukları topraklar üzerinde genelde savaşçı bir millet olarak anılmışlardır Türk ordusunun savaşa hazırlanırken yaptığı hazırlıkların başında da spor ve güreş gelmektedir Türk güreşinin aslı Hun imparatorluğunun kurulduğu döneme kadar dayanmaktadır O dönemlerde karşımıza "Karakucak" olarak çıkan güreş, Osmanlı İmparatorluğu’nun Rumeli’ye geçişiyle özünü ve ruhunu kaybetmeden yağlı güreşler olarak düzenlenmeye başlamış ve günümüze kadar sürdürüle gelen bir gelenek halini almıştır

Kırkpınar Güreşlerinin Doğuşu
Tarihi Kırkpınar Güreşleri’nin doğuşuna ilişkin çeşitli rivayetler vardır Bunlardan en yaygın olanı kısaca şöyledir:
1346 yılında Orhan Gazi’nin Rumeli’yi ele geçirmek için düzenlediği seferler sırasında, kardeşi Süleyman Paşa 40 askerle Bizanslılar’a ait Domuzhisar’ın üzerine yürür Baskınla burasını ele geçirirler Öteki hisarların da ele geçirilmesinden sonra, 40 kişilik öncü birlik geri dönerler ve şimdi Yunanistan’ın topraklarında kalan Samona’da mola verirler 40 cengaver burada güreşe tutuşurlar Saatlerce süren güreşlerde, adlarının Ali ile Selim olduğu rivayet edilen iki kardeşin bir türlü yenişemedikleri görülür



Daha sonra bir Hıdrellez gününde, Edirne yakınlarındaki Ahıköy çayırında aynı çift yeniden güreşe tutuşurlar Bütün bir gün güreşmelerine rağmen yine yenişemeyen kardeş pehlivanlar, gece boyunca da mum ve fener ışığında mücadelelerini sürdürmeye devam ederler Ancak solukları kesilerek oldukları yerde can verirler
Arkadaşları onları aynı yerdeki bir incir ağacının altına gömerek oradan ayrılırlar Yıllar sonra ise aynı yere gittiklerinde iki pehlivanın mezarlarının bulunduğu yerde gür bir pınar görürler Bundan sonra halk orada yatanların anısına o yöreye, "KIRKPINAR" adını verirler

Kırkpınar'ın yeri ve Edirne'ye taşınması
Yunanistan’ın Samona köyünün merası içindeki alan asıl KIRKPINAR çayırıdır Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı sonunda, Kırkpınar Güreşleri Edirne ile Mustafapaşa yolu arasındaki "Virantekke" denilen yerde düzenlenmiştir
Cumhuriyet’ten sonra 1924 yılında ise güreşler Edirne’nin Sarayiçi mevkiinde yapılmaya başlanmıştır
Kırkpınar Güreşleri 1928 yılına kadar "Kırkpınar Ağaları" tarafından düzenlenmiştir Güreşlerdeki ödülleri ve misafirlerin ağırlanmasını da ağalar karşılamıştır



Ancak 1928 yılında ülkede meydana gelen ekonomik sıkıntılar nedeniyle ağalığa talip çıkmayınca, güreşlerin organize ve gelenleri ağırlama işi Kızılay ve Çocuk Esirgeme Kurumu tarafından üstlenilmiştir
Tarihi Kırkpınar Güreşleri, 1946 yılından itibaren de Edirne Belediyesi tarafından düzenlenmeye başlanmıştır Aynı yıl zamanın Belediye Başkanı Tahsin Şıpka Kırkpınar Güreşleri’ni Belediye hizmetleri arasına almıştır
Kırkpınar Güreşleri yılın hangi döneminde yapılır?
Kırkpınar Güreşleri, geleneksel olarak her yıl haziran ayının son haftasında yapılır


Alıntı Yaparak Cevapla

Edirne'yi Her Yönü İle Tanıyalim

Eski 08-03-2012   #8
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Edirne'yi Her Yönü İle Tanıyalim








İki bölümden oluşan müzenin Etnografya bölümünde Osmanlı dönemine ait eşyaların yanı sıra, Edirne'ye özgü süsleme sanatı olan edirnekâri işlemelerle süslenmiş malzemeleri yakından inceleyebilirsiniz Arkeoloji bölümünde ise tarih öncesi dönemlerle Roma ve Bizans dönemlerine ait yazıt ve eşyaları görerek, tarihi

bilginizi görsel öğelerle süslemiş olacaksınız







Edirne Arkeoloji ve Etnografya Müzesi
Edirne'de ilk müze, Arkeoloji Müzesi adı altında 1925 yılında Atatürk'ün emriyle Selimiye Camii avlusunda Dar'ül Kurr'a Medresesi'nde Dr Rıfat Osman, Arif Dağdeviren ve Necmi İğe tarafından kurulmuştur
Edirne'nin, Osmanlı imparatorluğu zamanında yaklaşık doksan yıl başkent olduğundan saray da halk sanatlarını etkilemiş ve etnografya açısından zenginlik kazandırmıştır Bu nedenle ikinci bir müzeye gerek duyulmuştur Etnografya Müzesi adı altında ikinci bölüm yine Selimiye Camii avlusu içinde Dar'ül Tedris Medresesi'nde Edirne'nin kurtuluşunun on üçüncü yılında (25 Kasım 1936) açılmıştır




Bu müzeye Milli Eğitim Bakanlığı ve Vakıflar Genel Müdürlüğü maddi katkıda bulunmuş, Ankara ve İstanbul Müzelerinden bazı değerli eşyalar armağan edilmiştir II Dünya Savaşı'ndan sonra Edirne Müzelerindeki eserlerin birçoğunun müzelere geri verilmesinden sonra elde kalanlar yalnızca Dar'ül Tedris Medresesi'nde sergilenmiştir
Bununla birlikte, son yıllarda satın alma, bağış ve geri almayla müzeye giren eserlerin çoğalması ziyaretçi sayısının da artmasının sağlamıştır Sonuçta yeni ve modern bir müzeye gereksinme duyulmuş, 1969 yılında yapımına başlanan yeni müze binası 13061971'de Arkeoloji ve Etnografya Müzesi olarak açılmıştır Medresedeki müze ise Türk İslam Eserleri Müzesi adı altında hizmet vermektedir









1971 yılında açılan müze Arkeoloji ve Etnografya seksiyonlarından oluşmaktadır



Etnografya Seksiyonu:
Girişte halı ve kilim eserler yer almaktadır Selimiye Camii mihrabına ilk serilen löyy halısı değerli bir parçadır Rumeli göçmenlerinden sağlanan 19yy'ın başına tarihlenen Şarköy (Bulgaristan-Yugoslavya arasında bir yerleşme) kilimi, İran Sine kilimi ve Anadolu'dan derlenen halılar da ilginç örneklerdir




Sünnet ve Gelin Odası Salonun en önemli köşeleridir Sünnet ve düğün törenlerinin Türk geleneklerinde önemli bir yer tuttuğunu gösteren eşyalar sergilenmektedir Sünnet yatağı üzerinde 18yy sonuna tarihlenen atlas üzerine işlemeli değerli bir yatak takımı serili olup, yatak 22 tane bindallı bohçanın bir araya getirilmesinden oluşmuştur
Bu köşe, Padişah 4 Mehmet'in kızının evlen¬me töreni ve oğullarının sünnet düğünü geleneğini yansıtması yönünden ilginçtir Sünnet çocuğu ve atlas üzerine bindallı işlemeli giysili anne ve kız giysileri benzerlerinin en güzelleridir




Duvarda 17yy'ın sonuna tarihlenen Edirnekâri ağaç işçiliğinin başyapıtlarından olan boyalı, yüklük kapaklan devrinin en güzel örneklerindendir Ortada Edirne Sarayı'nda kullanılmış işlemeli sini örtüsü, Edirnekâri sini altlıkları ve rahleler vardır Gelin, libaslı ve yüzünde yapıştırma, başına tuğ takılı gelin giysisiyle tamamen saray etkisini yansıtmaktadır
Hamam köşesini, işlemeli hamam ve abdest havluları, hamam taşları, telk'ari ve sedef kakmalı hamam nalınları oluşturmakta olup, Sokullu Hamamı'nın gelin kurnası en güzel örneklerdendir




Etnografya Salonu'nun diğer vitrinlerinde, takılar, gümüş saat köstekleri, giysi ve aksesuarları, 17yy'a ait sedef kakmalı Kur'an-ı Kerim Mahfazası, 18 ve 19yy'lara ait işlemelerden uçkur, peşkirler, krepler, para, saat ve mühür keseleri, gülabdanlar, ibrikler ve şimşir, Viyana işi lambalar, sarayda kullanılan kristal nargile, gümüş tepsiler ve buhurdanlar kahve takımı örnekleri, yöresel giysi örnekleri , salonun ortasında ise fayton yer almaktadır









Trakya Arkeolojisi Salonu
Vitrin düzenlemeleri fosillerle başlamakta olup, Edirne-Kıyık Sabuncubağları yöresinde, ırmak alüvyonlarında bulunmuş fosiller, 10-7 milyon yıl önce yaşamış genç ve yaşlı hortumlulardan Synchonolopus'a ait tam alt çeneler, defans ve dişler, Kapıkule ve dolaylarındaki kum ocaklarında bulunmuş fosilleri, 30 milyon yıl önceye ait gergedan dişi, Solipetlerden Hipparion (at) ve tek parmaklılardan Rhinoceros dişleri, Süloğlu taş ocaklarında 30 milyon yıl öncesine ait balık ve yengeç fosili sergilenmektedir
Büyük bir Thrak Kabilesi olan Odrisler'in Edirne'nin 5km kuzeybatısında kurdukları ilk şehir yerleşmeleri Odrisya'ya ait buluntular, Çardakaltı buluntuları olarak sergilenmektedir




Buluntu yeri, MÖ 4000-3000'ne tarihlenmekte olup, el değirmeni taşları taş el baltalan, evde yapılmış kaba hamurlu çentik bezemeli çanak çömlek parçaları sergilenmektedir Kırklareli Taşlıcabayır'da ele geçen mezar buluntuları Türkiye Trakyası'nda daha önce saptanmamış, MÖ 2bin yılı kültürüne ait olup, tanımlanabilen kaplar, Son Tunç-Demir Çağları'na tarihlenir



2002-2003 yıllarında yapılan Makedonya Kulesi Kurtarma Kazısı'nda ele geçen eserlerden örnekler ve bulunan seramik fırınlarının canlandırılmış hali ile Bizans Dönemi Mezarının orijinal tuğla kapakları sergilenmektedir
Thrak atlısının betimlendiği mezar stellerindeki, atlı süvarinin Thrak Kabile Şeflerini temsil ettiği ve Thraklara has yerel bir kült olduğu anlaşılmaktadır Roma Dönemi'nde ise at üzerinde avlanan süvari figürü, ölen Thrakyalı paralı savaşçıların mezar taşları olarak sıkça kullanılmıştır
Enez, Çakıllık Nekropolünde mezar amaçlı kullanılan, MÖ 5yy'a tarihlenen bronz Hyria örnekleri ve ölü hediyesi olan Pişmiş Toprak Lekythoslar Enez Kazısı buluntularını oluşturmaktadır
Bu buluntular içindeki bronz Nike heykelciği, Louvre Müzesi'ndeki Samothrake Nike'sine benzer olup, üzerindeki uçuşan giysisi Hellenistik çağ özelliği gösteren seçme bir eserdir Ayrıca başında kalathosu bulunan sakallı Serapis büstü ve giysili, başında diadem bulunan bronz heykelcik de önemli Enez buluntuları arasındadır
Enez Bizans Dönemi Buluntuları olan MS 12 ve 14yüzyıllar arasıda tarihlenen yeşil ve sarı sırlı tabak ve çanak örnekleri ve Enez'de bulunan bir atlete ait mezar steli ile Makedonya Kulesi Kurtarma Kazısı'nda bulunan Roma Dönemi steli salonun diğer buluntularını oluşturur




Arkeoloji Salonu
Heykel grubu eserleri; Herakles Heykelciği, Apollon Heykelciği, Dinlenen Heraklaes Heykelciği, Kolosal Erkek Heykeli, Kadın Heykeli, Apollon Heykeli ile sandalını bağlayan atlet heykeli oluşturmaktadır Küçük boyutlu tanrı heykelleri ile kadın ve erkek başları grubu tamamlayan eserlerdir Mimari parçalar ve tiyatro maskları Hellenistik ve Roma Çağı'na ait birinci sınıf işçilik gösteren plastik eserlerdir




Mezar stelleri arasında Enez'de bulunan Pan ve Nympha kabartmalı stel MÖ 4-3yüzyılın en güzel örneklerindendir Cenaze ziyafeti konulu mezar stellerinde Thrak geleneği ile birlikte Doğu etkisi de görülmektedir
Tilkiburnu ve Taşlıcabayır mezar buluntuları olan kaplar ile Enez Hocaçeşme buluntuları olan kaplar da bu salonda yer almaktadır
Trakya ve Batı Anadolu kökenli, Pişmiş Toprak kadın portreleri, Aphrodite ve Artemis Heykelcikleri ile çeşitli formlardaki kaplar, Hitit ve Urartu Dönemi'ne ait çeşitli eserler, gümrük kapısından yurtdışına kaçırılmak istenirken yakalanmış ve müzemizde sergilenmektedir
Trakya'daki tümülüslerde bulunmuş tunç mezar eşyaları ve kült eşyaları iki duvar vitrininde sergilenmektedir Küçük tunç heykelcikleri Zeus ve Apollun gibi mitolojik tanrılara aittir




Genç kız ve kadın mezarlarında bulunmuş takılar, ayna ve koku şişeleri takı vitrinini oluşturmaktadır
Kadın mezarlarında bulunmuş cam bilezik, koku kabı ve bardaklar cam eserler vitrininde yer almaktadır Hemen yanında, yün eğirmekte ve dokuma tezgahlarında kullanılan ağırşaklar ile pişmiş toprak ve bronz kandillerin yer aldığı vitrin bulunmaktadır
Enez'de bulunmuş, Aphrodite kültüne ait Pişmiş toprak Aphrodite heykelcikleri ile 19yy sonuna ait, Rus stilinde yapılmış İkonaların sergilendiği vitrinler vardır




Şarap, zeytinyağı gibi sıvıların taşınmasında kullanılan Amphoralar, galeri duvarı boyunca sıralanmışlardır
Hellenistik Krallıklara ait Trakya sikkeleri, Gümüş Roma İmparatorluk Dönemi sikkeleri, kronolojik sıraya göre sergilenen gümüş ve bronz Roma Dönemi sikkeleri, yine kronolojik sıraya göre sergilenen altın ve bakır Bizans Dönemi sikkeleri ve Anadolu Beylikler Dönemi sikkeleri, Arkeoloji salonunun sikkeler bölümünü oluşturmaktadır




Bahçe
Bahçede sergilenen eserler arasında, beyaz mermerden beş kişilik, sandukasında yazıt olan, semerdam biçimli kapağı akroterli ve her yüzü mitolojiden alınan kabartmalarla süslü Roma Dönemi MSIIIyy'a ait bir aile lahdi yer almaktadır Sandukanın uzun yüzlerinden birindeki beş satırlık yazıtta "Theodolos'un oğlu vatandaş Bassos burada yatıyor Küçük kuşlar gibi neşeli ve tatlı sesli Bassos'a matem şarkıları söylüyorum Bu şehir, yetiştirmiş olduğu ben Adone'yi korumuş ve korumaya devam ediyor" yazmaktadır
Vize'den gelen girlantlı ve Eros kabartmalı sunak, MS Ilyy Roma Dönemi eseridir Bahçe boyunca, Arkaik, Hellenistik, Roma ve Bizans devirlerine ait sütun başlıkları ile steller, heykeller, mimari elemanlar sergilenmektedir
Thrak kültürünün ölü gömme adetlerini yansıtan menhir ve dolmen örnekleri vardır Dolmen; büyük taşlardan inşa edilmiş geniş mezar odalarıdır Kelt dilinden gelen dolmen; (Dol; masa)-(Men;taş) "taş masa" anlamına gelmektedir Türkiye'de en yoğun olarak Trakya'da görülen bu dev mezarlara yöre halkı tarafından "Kapaklıkaya" adı verilmiştir Dolmen, esas mezar ve bunu çevreleyen tepe olarak iki ayrı kısımdan oluşur Mezar ise üç bölümden oluşmaktadır; en arkada mezar odası, bundan biraz daha küçük bir ön oda ve ince uzun geçit ya da giriş kısmı Esas odanın kapak taşının üzerinde iki veya daha çok, ölüye sıvı dökme töreniyle ilgili olduğu düşünülen küçük çukur bulunmaktadır Mezarı çevreleyen tepenin çapı ise 8-16m arasında değişmekte, yüksekliği 2-4m olup, basık ve taş dolgudan oluşmaktadır Dolmeni çevreleyen tepenin, mezar odasının üstünü örttüğü ve daha sonra tepenin aşınması ile dolmenin ortaya çıktığı anlaşılmaktadır
Bahçenin diğer bölümünde ise canlandırılmış Thrak evleriyle, Osmanlı Dönemi'ne ait mezar taşlan ve zahire küpleri yer almaktadır






Alıntı Yaparak Cevapla

Edirne'yi Her Yönü İle Tanıyalim

Eski 08-03-2012   #9
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Edirne'yi Her Yönü İle Tanıyalim









Osmanlı`dan izler Pek çok medeniyete ve dolayısıyla da pek çok inanca tanıklık etmiş Edirne'de en fazla İslam dininin izleri görülmektedir Osmanlı'daki islami inancın etkilerini giyimden, ev eşyalarına kadar Edirne'nin sosyal hayatında görmek mümkündür



Türk İslam Eserleri Müzesi, Selimiye Külliyesi kapsamında yer alan Dar-ül Tedris Medresesinde 1971 yılında yeniden düzenlenmiştir Müzede pehlivan eşyaları, tekke eşyaları, işleme ve levha ürünler, silahlar, Osmanlı çini ve seramikleri, saraydan kalan mutfak eşyaları, ahşap eşyalar sergilenmektedir

Müze, Pazartesi günleri dışında, haftanın kalan günlerinde açık olup; Müzeyi gezmek isteyenler, sabah 08:30-12:00, öğleden sonra 13:00-17:00 saatleri arasında müzeyi ziyaret edebilirler





Pehlivanlar Odası
Efsaneye göre Rumeli kuşatmaları sırasında güreş tutan yiğitlerden kırkının güreşerek ölmelerinin anısına her yıl yapılan Kırkpınar güreşlerinin ünlü güreşçileriyle "Türk gibi kuvvetli" deyimini dünyaya duyuran başpehlivanların fotoğrafları bu odada sergilenmektedir Ayrıca Kırkpınar ağası giysileriyle güreşçi eşyaları da vardır

Tekke Eşyaları Odası
Bu salonda tekkelerin kapatılmasıyla halkevle¬rine verilen çeşitli eşyalar sergilenmektedir Duvar¬larda çeşitli tekkelerden gelen el yazması lev-hala-rının en eskisi löyy'da yaşamış ünlü Şeyh Ham¬dullah'a aittir 17 Ve 18yy'lara ait olanları da vardır
Niş vitrinlerinde ise Edirne Muradiye Mevle-vihanesi'nin fotoğrafları, son şeyhi Selahattin Efendi'nin seccadesi, ayrıca pazarcı maşası, Mev¬levi sikkesi ve tespihleri; diğer vitrinlerde kudüm¬ler, çalpareler, ney, rebab, keşkül, şifa tasları, te¬berler, zikr tespihleri, zincirli topuzlar, 17-18yy' lara ait el yazması Kur'an-ı Kerimler, dua kitapları, murakka, Kur'an-ı Kerimler, dua kitapları, murak-ka, Kur'an sureleri vardır
Kapının karşısında II Bayezid Külliyesi'ne ait oyma, kakma ve geçme tekniklerinde yapılmış görkemli iki kapı kanadı ile aynı külliyenin mum-hanesinde yapılmış çok iri mumlar sergilen¬mektedir

Özden Vural Çorap Koleksiyonu
Anadolu'nun çeşitli yörelerine ait çorap ör¬nekleri yer almaktadır

İşleme ve Levha Odası
Duvarlarda kıl testeresiyle oyulmuş ağaçtan ve fildişi 19yy'a ait levhalar, atlas üzerine ipekle iş¬lenmiş levhalar, al kumaş üzerine aplike edilmiş pul koleksiyonları, peşkir, çevre ve örtüler vardır
Küçük bir vitrindeyse İstanbul'da bir kurulun önünde içten fırça sokularak yazılmış cam sürahi 19yy'atarihlenir

Silah Odaları
17yy sonlarıyla, 18yy'a ait Osmanlı Dönemi çakmaklı tüfekler, zırhlı ve miğferli manken, süvari kılıçları, kalkanlar, teberler, kolçaklar, oklar, ok kandilleri gibi eserler iki odada sergilenmektedir

Balkan Harbi Odası
Balkan Harbi'nde Edirne Müdafii Şükrü Paşa'nm fotoğrafları, savaşta kullanılan kanlı san-
cak, Edirnelilerin savaş sırasında yedikleri süpür¬ge tohumundan yapılmış ekmek ve çeşitli alaylara ait sancaklar bulunmaktadır

Çini ve Seramik Odası
18yy'ın sonuyla, 18yy'ın başına ait Çanakkale seramikleri ve testileri, Erken Osmanlı Devri seramikleri, 15-16 ve 17yy'lara ait Osmanlı Devri duvar çinileri, 18 Ve 19 yy'lara ait ağızlık, lüleler, porselen aşure sürahileri, şerbet bardakları, kapaklı porselen sahanlık ve şerbet peşkirleri sergilenmektedir

Sarayiçi Odası
1973 yılında Edirne Sarayiçi kazısından çıkan Edirne Sarayı'na ait 17yy duvar çinileri parçalan ile löyy'a ait seramik tabaklar vardır

Cam Eşyalar Odası
18yy'a ait kristal sürahiler, çeşm-i bülbüller, kristal şerbet bardakları, sedef kakmalı misafir odası takımı, Edirneli hanımların kanaviçe tek¬niğinde kozadan yapılmış resimlikleri vardır

Mutfak Eşyaları Odası
Edirne Sarayı'nın mutfak eşyalarından man¬gallar, imbikler, tencereler, kömürlükler, semaver, fenerler, tavalar, karanfilden zemzemlik ve kahve takımları vardır

Ölçü Aletleri Odası
Çeşitli mum makaslan, şamdanlar, ateş körük¬leri, kalıklar, el kantarları, astronomiyle ilgili yük¬selti tahtaları, kum saati, okka ve arşınlar sergi¬lenmektedir

Ağaç İşleri Odası
18yy'a ait yazı ve para çekmeceleri, çeyiz sandıkları, sedef kakmalı yazı masası vardır 19yy başına tarihlenen Edirne evlerinden der¬lenmiş kapı tokmakları, kilitler ve anahtarlar ser¬gilenmektedir

Galeri
15yy'dan sonra yok olmuş, yıkılmış Edirne Camilerinin, hanlarının, hamamlarının, çeşme¬lerinin ve sebillerinin yazıtları ile 19yy'ın sonun¬da yapılmış Edirne evlerinin ahşap tavan gö¬bekleri vardır

İç Avlu
Artık yok olmuş 15yy mezarlarından toplanarak, müzeye getirilen en güzel mezar taşlarıbulunmaktadır



Alıntı Yaparak Cevapla

Edirne'yi Her Yönü İle Tanıyalim

Eski 08-03-2012   #10
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Edirne'yi Her Yönü İle Tanıyalim








Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi Sağlık Müzesi, dekoru ve konu mankenleriyle ziyaretçilerine dikkat çekici bir atmosfer yaratırken, Osmanlı döneminin şartlarını ve tedavi yöntemlerini de oldukça gerçekçi bir şekilde yansıtmaktadır



Avrupa Konseyi tarafından 2004 yılı Avrupa Müzesi Ödülü'ne layık görülerek Trakya Üniversitesi Sultan II Bayezid Külliyesi Sağlık Müzesi, 27 Nisan 2004 tarihinde Fransa'nın Strasbourg kentinde düzenlenen törenle ödülünü alarak Edirne'nin haklı gururu olmuştur

Edirne IIBayezid Darüşşifası'nın Kısa Tarihçesi
Darüşşifalar; genel anlamıyla içinde kamuya yönelik sağlık hizmetlerinin sunulduğu, temeli vakıflara dayalı olan, halktan kişilerin veya hanedan üyelerinin kurdukları hayır kurumlarıdır Arapça "Dâr-Ev" ve "Şifa" kelimelerinin birleşmesinden meydana gelmiş hastalara şifa dağıtılan yer, şifa evi, hastane anlamlarında kullanılmıştır Vakfiyelerinde kuruluş amaçları, yönetimi, gelir kaynakları, çalışma şekilleri ve gelirin nasıl dağıtılacağı gibi konular, en ince ayrıntılarına kadar anlatılmış ayrıca nasıl denetleneceği de gösterilmiştir

Edirne'de Yeni İmaret semtinde Tunca Nehri kıyısında kurulan Sultan II Bayezit Darüşşifası, Osmanlı Padişahlarından Sultan II Bayezid tarafından 1484 yılında temeli atılıp, 1488 yılında hizmete açılan Edirne Sultan II Bayezid Külliyesi'nin birimlerinden biridirMimarı; Mimar Hayrettin'dir Darüşşifa mimari bakımdan:
a)Birinci Avlu,
b)İkinci Avlu,
c)Ana Blok olmak üzere üç bölümden oluşmaktadır




IIBeyazıd Darüşşifası, Edirne Sağlık Müzesi olarak 23 Nisan 1997 tarihinde hizmete açılmıştır

Bölümlerinin Açılması
Müzenin hizmete geçmesiyle birlikte, odalarda yeni bölümler açılması için harekete geçilmiştir İlk etapta, Darüşşifa'nın birinci avlusunda yer alan poliklinik odalarında, Sultan II Bayezid Külliyesi, XV yüzyılda Osmanlılarda Cerrahi, Darüşşifalarımız, Eczacılık Tarihi, Bulaşıcı Hastalıklar, Tarih Boyunca Hekimliğin Gelişmesi, Ord ProfDr ASüheyl Ünver ve DrRifat Osman Bey Odaları hizmete açılmıştır Bunları, 1999 yılında Mimar Sinan ve Eserleri Sergi Salonu, Hat ve Minyatür Sergisi, İmaret Mutfak Eşyaları Seksiyonu, 2000 yılında Türk Pskiyatri Tarihi Bölümü açılışı ve 2001 yılında Kartpostallarda ki "Yüzyıllık Edirne" sergi odasının açılışları takip etmiştir
İkinci Avluya geçişte yer alan krokide 7 ve 26 numara ile gösterilen iki büyük salondan, 26 no 'lu salonda düzenlenmiş olan bulaşıcı hastalıklar seksiyonu buradan kaldırılarak I Avluda yer alan "6 no' lu" odaya taşınmış, boş kalan bu salon sergi salonu haline getirilerek burada Mimar Sinan'ın eserlerinin yer aldığı bir sergi açılmıştır 86 parça eserlerin yer aldığı bu sergideki eserler dönemin Edirne Valisi Mehmet Canseven tarafından 1999 yılında satın alınarak Müzeye armağan edilmiştir
Diğer odalar ise konularına uygun olarak tablolarla düzenlenmiştir

Sultan II Bayezid Külliyesi bölümü
Başlangıçta bu bölümde Evliya Çelebinin resmi, ünlü eseri Seyahatnamesinde Darüşşifa ile ilgili yazdıkları ve külliyenin vakfiyesi ile birlikte, külliye birimleri ile Darüşşifa'ya ait tablolar yer almaktadır

XV Yüzyılda Osmanlılarda Cerrahi bölümü
XV yüzyılda yaşamış ünlü Osmanlı cerrahlarından olan Amasyalı hekim Sabuncuoğlu Şerafeddin'in hayatı "Cerrahiyet-ül Haniye" adlı eserinden alınmış tablolarla o dönem Osmanlı cerrahisi anlatılmaktadır

Darüşşifalarımız
Bu odada Anadolu Selçukluları ve Osmanlılar döneminde Anadolu'da kurulmuş olan Darüşşifalar tanıtılmakta ve Darüşşifalar hakkında bilgi verilmektedir

Eczacılık Tarihi Bölümü
Bu odada eczacılığın gelişimi ile birlikte Diascorides'in Metaria Medica adlı kitabından eserler sunulmaktadır Ayrıca kavanozlar içerisinde halk arasında ilaç olarak kullanılan bitkilerden örnekler verilmektedir

Bulaşıcı Hastalıklar Bölümü
Tarih boyunca insanlık için büyük tehlike oluşturmuş, hastalıklarla birlikte bulaşıcı hastalıklarla uğraşarak bu konuda önemli buluşlar yapmış adamları tanıtılmaktadır

Tarih Boyunca Hekimliğin Gelişmesi
İlk çağlardan günümüze kadar, hekimliğin tarihi seyir içindeki gelişimi anlatılmaktadır Salonda vitrinler içerisinde yer alan tıbbi aletler, Edirne'de hekim olarak çalışmış kişilere ait olup, onlar tarafından müzeye bağışlandığı gibi bugün hayatta olmayan kişilere ait tıbbi aletler ise onların yakınları tarafından müzeye armağan edilmiştir

Ord ProfDr ASüheyl Ünver Odası
İkinci avluda yer alan Darüşşifanın hizmet verdiği dönemde ilaç deposu "eczahane" olarak kullanılmış olan ve krokide 23 no'lu oda olarak gösterilmiş olan bu odada; Prof Dr Süheyl Ünver çeşitli yönleriyle tanıtılmakta ve Edirne ile ilgili yapmış olduğu sulu boya resimler, yazdığı kitaplar, kendi kalemi ile çizmiş olduğu Edirne Tıp Fakültesi simgesini taşıyan çelenk ve Tıp Fakültesi kuruluşu sırasında göstermiş olduğu çabaları canlandıran fotoğraflar yer almaktadır

DrRıfat Osman Bey Odası
Müze ilk hizmete açıldığı zaman Süheyl Ünver Odasının karşısında yer alan bu odada; İlk radyologlarımızdan ve Edirne sevdalısı Dr Rıfat Osman Bey çeşitli yönleri ile anlatılmaktadır Onun, Edirne ile ilgili yapmış olduğu çalışmaları ve yazdığı kitapları sergilenmektedir "2003 yılında yapılan yeni düzenlemeler sırasında bu bölüm 10 no’ lu odaya taşınmış, bu oda hekimbaşı odası olarak yeniden düzenlenmiştir"
Bunların dışında ikinci avluda, Müdür Odası ile birlikte Dr Ratıp Kazancıgil'in odası yer almaktadır "2003 yılında yapılan değişiklikte müdür odası IAvludaki 6 nolu odaya taşınmıştır

İmaret Mutfak Eşyaları Odası
Birinci avluda sol tarafta yer alan krokide 29 nolu oda olarak gösterilen mutfak bölümünde; Kız Teknik Anadolu Meslek Lisesi Müdürü Gülten Mayadağ'ın hediye ettiği tepsi, bakır mutfak eşyalar ile Kerim Ünver'in armağanından oluşan eşyalar sergilenmektedir

Kartpostallardaki "Yüzyıllık Edirne" Sergi Odası
Bu oda; birinci avlunun hemen girişinde yer alan odaların yanında sonradan ek olarak yapılmış olduğu düşünülen, üstü tonozla örtülü krokide 28 numara ile gösterilmiş olan oda dır Burada yer alan sergide gösterime sunulan kartpostallar, 2001 yılında Marmara Üniversitesi Rektör Yardımcısı ve Eczacılık Fakültesi Dekanı Prof Dr Emre Dölen tarafından tanzim edilerek müzeye armağan edilmiştir

Sol tarafta, kapıdan girişte yer alan 31 no’lu oda kantin olarak düzenlenmiştir
Birinci avluda düzenlemeler yapılarak çiçeklendirilmiş Emekli Öğretmen Mübeccel Korkmaz, evlerinin bahçesinde bulunan balıklı havuz ile girişte hemen birinci oda ile tuvaletler arasında yer alan çeşme taşını müzeye armağan etmiştir
Eski Edirne'nin kendine özgü bir su kültürü bulunmakta ve havuzlar eski Edirne evlerinde önemli bir yer tutmakta idiler Mübeccel Korkmaz'ın müzeye armağan etmiş olduğu bu havuz eski Edirne evlerinden geriye kalan son örneklerindendir
Yine birinci avluda yer alan revaklı sahanlık bölümde, Sultan IIBayezid Darüşşifası ile ilgili kitap, kartpostal, broşürlerin satışı yapıldığı gibi, Edirne kültürünü tanıtan, badem ezmesi, deva-i misk, mis sabunu satışları da yapılmaktadır Ayrıca buralara konulmuş olan masalarda, ziyaretçiler müzeyi gezdikten sonra, havuzdan yükselen suları izlerken, çaylarını yudumlayıp, Ney sesi ile günün yorgunluğunu da üzerlerinden atmaktadırlar

Yataklı hastane bölümü 2000 yılına gelinceye kadar olduğu gibi ziyarete açılmış ancak zaman zaman buradaki Musiki Sahnesinde TÜDevlet Konservatuarı tarafından konserler düzenlenmiş, müzeler haftasında sergiler açılmıştır 2000 yılına gelindiğinde buranın da dönemine uygun olarak canlandırılması söz konusu olmuş ve bu bölümde Türkiye'de ilk olan "Psikiyatri Tarihi Bölümü" Ruh Hastalarını Readaptasyon Derneği tarafından kurularak ziyarete açılmıştır


Alıntı Yaparak Cevapla

Edirne'yi Her Yönü İle Tanıyalim

Eski 08-03-2012   #11
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Edirne'yi Her Yönü İle Tanıyalim






Atatürk'ün "Yurtta barış, dünyada barış" sözünü belki de en iyi yansıtan Lozan Antlaşmasının yazılı belgelerini gördüğünüzde, bu barışın aslında nasıl büyük bir zafer olduğunu daha iyi anlayacaksınız



Trakya Üniversitesi, Edirne Valiliği, Edirne Belediye Başkanlığı, İstanbul Teknik Üniversitesi, Mimar Sinan Üniversitesi ve İnönü Vakfı'nın işbirliği ile rektörlük binasının da içinde yer aldığı, Karaağaç Mahallesindeki, tarihi tren istasyonu alanında kurulmuştur



Lozan'da elde edilen diplomatik zaferi ve dünya barışını simgeleyen anıtın yanındaki müzede, Karaağaç'ı Türkiye'ye geri kazandıran bu tarihi antlaşmanın anlam ve önemini gelecek kuşaklara aktarmak amacıyla Lozan Konferansı ve Lozan'ın mimarı İsmet İnönü ile ilgili belge, fotoğraf ve kitaplar sergilenmektedirMüze, hafta içi 08:30-17:30 saatleri arasında ziyaret edilebilir



Alıntı Yaparak Cevapla

Edirne'yi Her Yönü İle Tanıyalim

Eski 08-03-2012   #12
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Edirne'yi Her Yönü İle Tanıyalim








Tüm şehitlerin anısına: Şükrü Paşa Anıtı ve Balkan Savaşları Müzesi Osmanlı'nın son günlerinde yapılan Kıyık Tabyası daha sonra Balkan Savaşında Bulgarlar tarafından kuşatılan Edirne'nin savunulmasında da kullanılmıştı Bugün müze haline getirilen bu tabyalarda, Edirne kuşatılması yıllarında sivil halkın ve askerlerin yaşadığı olumsuz koşullar konu mankenleriyle canlandırılarak o zor günler anlatılmaya çalışılmıştır Kuşatma sırasında gerek bombardıman sonucu şehit düşenlerin gerekse esir olarak kaldıkları Sarayiçi'nde kolera, tifo gibi hastalıklara, açlık ve soğuğa yenik düşmüş binlerce asker ve sivilin anısına dikilmiş bir anıt bulunmaktadır



Balkan Savaşı sırasında Edirne'yi kahramanca savunan Şükrü Paşa ve Balkan Savaşı şehitleri anısına, savunma mevzilerinden biri olan Kıyık Tabyada inşa edilmiştir



Rakımı 136 metre olan tabyanın duvarları taştan, kemerleri ocak tuğlasından yapılmıştı Tabya içinde çeşitli sayıda takımı andıran bonetler, bonetler arasında açık top mevzileri, etrafını çepeçevre saran Mani Hendeği, cephanelikler, toplanma ve eğitim alanları, depolar, nizamiye ve hazır kıta bölümleri, bölük, tabur ve alay komuta binaları ile yatma yerleri bulunuyor
Kentin en yüksek yerinde bulunan Kıyık Tabyada 28 Kasım 2000 tarihinde açılan Balkan Savaşı Müzesi, 14 bölüm ve 23 bonetten oluşmaktadır Edirne halkı tarafından Türk Silahlı Kuvvetleri'ne bağışlanan silah, belge ve mühimmatın sergilendiği 4 sergi vitrini, 2 top, yemek dağıtım arabası, harita, resim, bilgi notlarının bulunduğu 18 pano, 28 konu mankeni ve seslendirme sistemiyle dönemin atmosferi canlandırılmaktadır


Alıntı Yaparak Cevapla

Edirne'yi Her Yönü İle Tanıyalim

Eski 08-03-2012   #13
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Edirne'yi Her Yönü İle Tanıyalim





Bilindiği kadarıyla, Edirne'nin fethinden dört yıl sonra Sutan I Murad tarafından o zaman ki şehrin (Kaleiçi'nin) bir kilometre kuzey doğusunda, kuzey ve doğu vadilerine hakim bir tepede şimdi Sarı bayır veya Muradiye bayırı denilen yerde sarayın inşasına başlanılmış ve 1365 (H767) yılında saray inşaatı tamamlanmıştır
Evliya Çelebi, Seyahatnamesinde Saray-ı Atik'i şöyle tanımlar:

"Edirne şehrinde önceleri Kavak meydanı denilen yerde bina olunan Eski Saray, Edirne fatihi Gazi Murat Hüdavendigâr'ın Edirne fethinden sonra yaptırdığı ilk binadır Sonraları bu saray Çelebi Sultan Musa İbn-i Yıldırım Bayazıd Han tarafından genişletmiş olup, kale örneği taş bina çok güzel bir saraydır ki, uzunluğu beş bin adım olup kare şeklinde bir Mihman Saray-ı Sultani'dir Duvarlarının yüksekliği 20 ziradır(15 metre) Kuzey yönünde Bab-ı Hümayun vardır

Kanuni Sultan Süleyman Han Macaristan seferlerine çıktığından, bu sarayı ve yeniçeri odalarını imar edip 40000 yeniçeriyi ve saray hizmetinde kullanılan 3000 içoğlanı buraya yerleştirdi Bunlara ek olarak Yüce Divanıhane-i Aliler, Has Oda, Büyük ve Küçük Hazine, Doğancılar, Seferliler odaları inşa ettirdi Lakin havası, yüksek bir yerde olmakla beraber güzeldir Yapılışı H767/M1365 yılıdır Eski bir yapı olmakla beraber, burada yetişen ve terbiye edilen iç oğlanları üç senede bir derecelerine göre saray hizmetine girerler İşte Edirne Eski Sarayı (Saray-ı Atik) böyle bir yerdir"

Ahmet Badi Efendi, Riyaz-i Belde-i Edirne adlı eserinde saray hakkında şunları öne sürmektedir:

Ahmet Badi Efendi, Edirne Fatihi Sultan I Murad'ın H767 senesinde sarayın inşa emrini verdiğini ve sarayın H770 senesinde bitirildiğinin Nuhbet-üt Tevarih adlı eserde yazıldığını belirtmektedir
Ahmet Badi Efendi, Enis'ül Müsamirin'de de sarayın Sultan II Selim emri ile yıktırılıp, yerine Selimiye Camii'nin yapılmasına karar verdiğini; Selimiye Camii'nin yanında yer alan Sultan Selim Hamamı'nın diğer isminin "Saray Hamamı" olmasının sebebinin de daha önce burada saray olmasından kaynaklandığını öne sürmektedir Saray yıkıldıktan sonra saray hamamına gerek kalmadığı için, burada yer alan Sultan Selim Hamamı'nın "çarşı hamamı" olarak anıldığının rivayet edildiğini belirtir
Bu rivayetin gerçekliğini tespit etmek için, Ahmet Badi Efendi'nin Riyaz-i Belde-i Edirne adlı güvenilir eserine göz atmak gerekir
Ahmet Badi Efendi, Riyaz-i Belde-i Edirne adlı eserinde şöyle yazmaktadır:
1) Edirne'de memur olarak bulanan Dayezade Mustafa Efendi'nin H1165 tarihinde kaleme aldığı ve Topkapı Sarayı Revan Kasrı Kütüphanesi'nde bulunan "Risale-i Selimiye" adlı eserinde, Selimiye Camii'nin, Sultan II Selim'in emriyle yıktırılan Saray-ı Atik Tebirdaran Kışlaları arsasına inşa edildiği yazmaktadır
2) Yine de şöyle bir noktaya da dikkat çekmek gerekir ki; "Bu tarzda bir hamam Tebirdaran ve Bostaniyan gibi askeri kalabalık kısmına yakışır" hususunu dikkate alırsak, Gulaman-ı Hassa'yı barındıran bir sarayı yıkmanın ne gereği vardır?
3) Sultan Selim Camii H 982 tarihinde inşa edilmiş olup, Evliya Çelebi ise H 1063 tarihinde Edirne'ye gelmiştir Saray-ı Atik'i ziyaret etmiş olmasını dikkate alarak, Saray'ın Sultan Selim Camii arsasına inşa edildiği iddiasının da gözden geçirilmesi gerekir
Saray-ı Atik'in Sultan III Ahmet zamanında oturmaya müsait olmadığı, Damat İbrahim Paşa'nın Sultana Sofya'dan yazdığı mektuptan anlaşılmaktadır Damat İbrahim Paşa, bu mektubunda Saray-ı Cedid-i Amire'nin kapalı olduğundan ve Buçuktepe veya Hazırlık Sarayı'nda kalabileceğinden bahsetmektedir
Eğer Eski saray o zaman içinde kullanılır durumda olsa idi, III Ahmet kesinlikle Kasr'da değil de, Saray-ı Atik'te kalırdı
Saray-ı Atik ile ilgili Evliya Çelebi Seyahatnamesi'nden başka Osmanlı ve yabancı kaynaklarda hiç bir bilgiye rastlanmadığı gibi, Saray-ı Atik'in ne olduğuna dair de en ufak bir bilgi bulunmamaktadır
Saray-ı Atik'in arsası bir süre sonra zengin bir kişi olan Sıdıka Hanım'a geçmiş, o da bir askeri okulun inşaası için arsayı bağışlamıştır Günümüzde burada bir askeri kışla bulunmaktadır

Fatih’in Saray-ı Atik’te doğumu
I Murad döneminde yapılan Edirne Saray-ı Atik, daha sonraları Yıldırım Beyazid, fetret devri, II Murat, Mehmed Çelebi dönemlerinde genişleterek büyük bir alana yayılmıştı Sultan Selim Camii'nden (Selimiye Camii) başlayarak II Murat Camii ve Mevlevihanesi'ne kadar genişleyen bu Sarayda II Mehmed doğdu

Tacüttevarih (cilt I s 344'de) 833 Recebin 7'si Cumartesi günü BAĞ-İ MURAD'TA GÜL-Ü MUHAMMEDİ açıldığını yazar NEŞRİ Tarihi de olayın aynı tarihlerde olduğunu söyler Böylece Fatih Sultan Mehmed 1432 yılının 29 Mart'ında doğumu Saray-ı Atik'te gerçekleşir Fatih Sultan Mehmed'e II Murat babasının adını verir ve Fatih Sultan Mehmed tarihimize II Mehmed olarak geçer



Alıntı Yaparak Cevapla

Edirne'yi Her Yönü İle Tanıyalim

Eski 08-03-2012   #14
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Edirne'yi Her Yönü İle Tanıyalim




Sarayın birinci meydanıydı Tarihi belgelerde bu meydanda "ulufe" dağıtıldığı için kese meydanı da denildiği kaynaklarda
yazılmıştır Yaklaşık 25 dönüm alanı kaplamaktaydı Bu meydana açılan sarayın bölümleri ise şunlardı Bab-u Hümayun, Eski Divan, Kapı Arası, Bâbüssaade (Ağalar kapısı), Saray mutfağı ve Aşçılar Ocağı’dır



Bab-ı Humayun (Padişah Kapısı)
Bab-ı Hümayunun kapısının kanatları, genişliği 1,5 metre yüksekliği ise 4 metre olan demir levha kaplı meşeden yapılmış olup, 4,5 metre yüksekliğinde ve ahşap başlıkları altın yaldızlı, 4 adet sütunun üzerindeki saçağın altında bulunurdu 9 metre derinliğinde 5,5 metre genişliğindeki saçağın tavanı usta işi oyma kabartma işleme ile yapılmıştı Saçağın, direklerden itibaren dışa taşan kenarları da şişe denilen ince çubuklardan oluşan karelere ayrılmış bir yerdi



Kapı Arası
Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırılmıştı Babüssade’den geçilip 10 metre genişliğinde ve 8 metre boyunda, zemini kaygan ve "Kapı arası" adı verilen bu yer, kötü bir şöhrete sahipti Bu kapı arasından vezir ve hatta sadrazam olarak girenler beklenmeyen bir anda bildirilen buyruk ile makamlarını yitirebilirlerdi Burada bekletilir ve dinlenmeleri istenir ise tutuklanmanın gerçekleşmesi kesin idi Sol taraftaki Kapıcıbaşı Ağanın odasının üstündeki oda bir tür nezarethane idi Kapı arasının sağ tarafında da "mücrimler zindanı" denilen yüksek makamda bulunanlara mahsus hapishane yer alırdı
Eski Divan yeri
Sundurma, kapı arasının Alay Meydanına bakan çıkış hizasında 15 metre uzunluğunda yarım daire şeklinde, yelpaze şeklinde bir yerdi Bu yelpaze şeklinde saçağın dayandığı direkler ise mermerdendi Kapı arasının bu saçak altına açılan kapısından Alay meydanına doğru çıkılınca, yelpaze tavanın altında gelinirdi Bu bölüm sundurmanın süslenmiş bir kısmı olup, "Eski Divan yeri" adı ile bilinirdi Bu bölümün tavanı tamamen tahta kabartma çiçekler ve koyu lacivert zemin üzerine yaldız işlemeli idi Çatının şekline benzer olan zemini, mermerden yapılmış olup, mermer parmaklıklar ile çevrilmiş olup, parmaklıkların iç tarafında ve direkler arasında, oturmaya mahsus kanepe şeklinde, sedirler konulmuştu



Alay Meydanı
Eski divan yerinin orta direkleri arasından geçilerek Alay Meydanı'na varılırdı 150 metre eninde, 160 metre boyunda olan bu geniş avlunun dört cephesi ahşap direklere dayanan ve kurşun kaplı bir sundurma ile çevrilmişti Meydanın kuzey tarafını sınırlandıran duvarın mumcular ocağına yakın bir yerinde "divan kapısı" adıyla bilinen meydana açılan sütunlar ve yaldızlı tavanlı çatısı süslenmiş bir kapı vardı Bu kapının doğu tarafının bitişiğinde Kubbealtı, bitişiğinde "İç Hazine" ve bunların arka taraflarında Padişah Hazinesine mahsus daire ile veznedar ve yazıcı odaları yer alırdı
Matbah-ı Âmire ve Aşçılar Ocağı
Bu kısmın (Alay Meydanı) karşısında, meydanın güney tarafında bugün hala harabe halinde bulunan, büyük ocaklar ve kubbe ve bacalarından oluşan yapılara "Matbah-ı Âmire" saray mutfakları denirdi Bu büyük ve kâgir kısmın önünde kurşun döşenmiş bir gölgelik, bu kısmın güney tarafında ve arkasında ise bitişik odalardan oluşan, helvacılar, güllaççılar, aşçılar ve ekmekçilerin kaldıkları koğuşlar vardı Tunca yönünden geniş ve yüksek bir duvarla ayrılan bu alanın bir bölümünde odunluk bulunuyordu Bu meydanın, Tunca nehrine açılan kapısına "Köşk kapı" denilip, yakacak naklinde kullanılırdı Mutfakların batı tarafındaki küçük meydanda büyük bir şadırvan, mescit, büyük bir kiler (Kiler-i Âmire) ve kilerciler ile kiler yazıcılarının dairesi ve aşçılar hamamı bulunurdu
Bâbüssaade "Akağalar kapısı"
Günümüzde ayakta kalan birkaç kalıntıdan olan Babüssade "Akağalar kapısı", Alay Meydanı'nın doğu yönündeki duvarının kısmen ortasında yer alırdı Kapının kurşun örtülü üst tarafında, yaldızla süslenmiş geniş saçaklar ve başlıkları yaldızlı iki mermer sütuna dayanan bir çatının altında yer alırdı Fatih Sultan Mehmet döneminden kalan arz odasıyla birlikte inşa edilen, sarayın en eski yapılarından biriydi
Kapıya Alay meydanından içeri girildiğinde, sağ tarafında Allah ve solda peygamber isimleri, ikişer metre çapında dairevi birer mermer levhaya işlenerek duvara asılmıştı Kapının kemerinin üstünde 3 metre boyunda, 75 santimetre eninde diğer bir levhaya; Ya Müfettih-ül Ebvab (Hayır Kapılarını açan-Allah’ın İsmi) yazılmış ve altına da Sultan Mustafa'nın tuğrası işlenmişti
Babüssaadenin çatısına Sancak-ı Şerif dikip, sefere gidecek Serdar-ı Ekremlere (ordu komutanlarına) resmi kabul (teşrifat-ı mahsusa) ile teslim etmek gelenek idi Sancağın kapı önündeki mermer döşeli avluya dikildiği yer, özel bir şekilde hazırlanmış bir çukur yuva olup bu yuvaya saygı gösterilerek basılmaması için yarım küre şeklinde mermerden yapılmış bir kapak konulmakta idi
Bu kapıda gitmek ve geçmek hiç bir şekilde ihmal olunamayan dikkatli geçişi gerekirdi Bu kapıdan yalnız bir kişi serbestçe geçerdi, o da Padişah
Padişahlar saraylarda ikamet ettikçe bu kapıdan kadın geçmemiştir Babüssaade’nin güvenliği ile ilgili saray görevlisi kapı ağasıydı


Divan Meydanı
Bu meydan içindeki yapılar, Osmanlı siyasetinin şekillendiği yerleri barındırması bakımından sarayın en önemli yeriydi
Bu meydan, birinci alay meydanının kuzey yönünde bulunurdu Bu meydana alay meydanının (Divan) kapısından ve dış meydandan da baltacılar kapısı yolu ile geçilirdi Bu meydana dahil olan yapılardan Darüssaade ağası, baş kapı gulâmı ve Harem Ağaları daireleri bu meydanın doğusunda bulunup, bulundukları küçük meydana "haremin" veya "çadırlı kapı" denilen dış kapısından girilirdi Mumcular dairesinden itibaren kuzeye doğru uzanan duvar divan meydanının batı sınırını oluşturur ki duvarın üstünde "Alay köşkü" ve meydan tarafında da "baltacılar" koğuşları vardı Kubbe Altı, Hazine-i Hümayun, Hazinedar, Hazine veznedarları, Hazine yazıcıları dairelerinin birer cepheleri de bu meydan tarafına bakardı
Divan kapısı
Mumcular dairesinden kubbe altına giden gölgeliğin ortasında 4,5 metre yüksekliğinde dört ahşap sütuna dayanan 6 m boyunda ve yaklaşık 7 metre eninde çatının altındaki kapı "divan kapısıydı" Kapı saçağının tavanı zengin ve renkli bir tarzda kaplanmış olup üzeri kurşun döşeli ve yaldızlı bir alem vardı Kapıdan divan meydanına çıkılınca, kapının iki tarafında sekiz köşeli 5 metre yüksekliğinde ve 4 metre eninde çatısı kurşun ile döşeli ve tepeleri yaldız işlemeli, nöbetçi baltacılarla kapıcılara (Bevvaban) mahsus odalar bulunurdu Bu kapı ile karşısındaki çadırlı kapının koruması baltacılara aitti
Kubbe altı
Divan başkanı ve vezirler kubbe altında toplanırlardı Günümüzde "Bakanlar Kurulu" olarak adlandırabileceğimiz bu toplantılardan padişahlar, Gedik Ahmed Paşa’nın sadrazamlık döneminde çekilmişlerdi Padişahlar bu dönemde Kubbe altına bakan ve cephesi sık bir kafesle örtülü yüksek bir mekana (mahfile) çıkmışlar ve toplantıları buradan takip etmişlerdi Edirne sarayındaki Kubbe Altı, Topkapı Sarayındaki Kubbe Altı dairesi kadar büyük ve gösterişli olmasa da yine de sarayın özenle inşa edilmiş ve süslenmiş bir parçasıydı
Kubbealtı 14 metre boyunda ve 10 metre eninde kurşun kaplı bir çatının altında 12 metre boyunda, 7 metre eninde bir odaydı Çatı, odanın duvarlarını 2,5 metre genişliğinde bir saçak halinde aşarak 12 adet ahşap sütun üzerine dayanırdı Çatının 2,5 metre genişliğindeki saçağına karşılık gelen divan odasını o genişlikte bir dehliz çevirirdi Divan odasının Alay Meydanı'na bakan kapısı bu dehlizin ortasına açılırdı Padişah kafesi bu kapının karşısındaki duvarda odanın zemininden 4,5 metre yüksekliğindeydi Padişah odasının (Mahfil) vezirlerin toplandığı yere bakan inşa şekli, olan biten her şeyi ve girip çıkanı görmeye uygun yapılmıştı Bunun bir maksadının olduğu açıktır Bu konuda akla gelen en geçerli sebep hükümet başkanı olan padişahın toplantıya müdahale etmemesiydi Divan odasının içi doğu tarzında özenle nakış edilmiş ve döşenmişti Çatının kubbe şeklinde olan merkezinden sarkan yaldızlı bir zincir ile bir altın topa tutturulmuş beş tuğ asılıydı
İç Hazine
Kubbe altının doğu tarafında bulunan iç hazine tamamen kâgir ve kurşun kaplı çatısı iki kubbeli idi 23 metre boyunda ve 10,5 metre genişliğinde olup, Alay meydanına bakan cephesinde 23 metre boyunda ve 4 metre genişliğinde bir sundurma vardı Hazinedar-ı Padişahi, Veznedar, Yazıcılar odaları iç hazine bölümünün arka tarafındaydı
Darüssaade Ağası Dairesi ve Harem ağaları koğuşları
Darüssaade Ağası dairesiyle, baş kapı gulamı ve Harem Ağaları daireleri, Osmanlı saraylarının özel yer tutan bir kısmını temsil eden bölümlerdi Darüssaade ağaları protokolde Sadrazam ve Şeyhülislamlara denk gelen bir yeri olmakla beraber doğrudan doğruya Padişaha bağlı oldukları için hükümete karşı sözü geçen bir konumda idiler Darüssaade Ağaları gibi Babüssaade Ağaları, Silahdar Ağalar ve Hazinedar Ağalar gibi saray halkının yüksek mevkili kişileri idi Darüssaade Ağasıyla harem Ağaları Harem-i Hümayun (Padişah hareminin) kapısının civarındaki dairelerde oturuyorlardı
Darüssaade Ağası Dairesi
Darüssaade ağası dairesi 21 metre boyunda, 15 metre genişliğinde bir çatının altında 8 oda ve 4 kurnalı bir hamamdan ibaretti
Harem Ağaları Koğuşları
Harem ağaları koğuşları Darüssaade ağası dairesinin bitişiğinde 2 büyük koğuş, 1 hamam ve 1 çamaşırhane ile ayrıca bir çatı altında abdest musluklarıyla helalardan oluşan beş farklı daireden oluşurdu Koğuşlar 50 metre boyunda ve 15 metre genişliğinde kurşunlu bir çatı altında dört katta 64 odandan ibaretti Odalar 2,5 metre boyunda ve 2,5 metre genişliğinde tavanları basık birer küçük odaydı
Baş Kapı Gulamı Dairesi
Harem ağaları koğuşlarının karşısında 24 metre boyunda ve 12 metre eninde kurşun örtülü bir çatı altında 8 oda ve baş kapı gulamı dairesi ve civarında da bir mescit vardı
Camlı oda
Ağalar mescidinin mihrabı civarında "Camlı odalar" denilen 23 metrekare, çatısı kurşunlu ve dört bir yanı camlı büyük pencerelerden yapılmış Harem Ağalarının okulu olan bir bina vardı
Alay Köşkü
Mumcular dairesi köşesinden kuzeye doğru uzayan duvarın üzerine 320 metre mesafede, duvar ile birlikte 1612 (H1021) tarihinde Sultan I Ahmet Han tarafından inşa ettirilmişti Kasrın batı cephesindeki meydan Sırık Meydanı adıyla da bilinirdi Ortasında düzgün bir set halinde bir namazgâh vardı Bu namazgâh 1612 (H1021) tarihinde yapılmıştı Namazgâhın kıble yönünde olan, cephesi namazgâha mihrab olarak inşa edilen büyük ve muntazam çeşme ise bu set ile birlikte yapılmayıp 1678 (H1089) yılında da Sultan IV Mehmet emriyle yaptırılmıştı Kornişleri ve diğer süslemeleri tamamen bu çeşmeye benzeyen bir diğer mermer çeşme de Topkapı sarayının "Valide taşlığında" kitabesine göre 1667 (H1078)tarihinde inşa edilmişti
Alay köşkü, yıldırım düşmesi sonucu tamamen yanmış olduğundan 1730 (H1143) tarihinde Edirne Bostancıbaşısı Kavaklı Ali Ağa tarafından yeni baştan yaptırılmıştı Üst katta iki oda ve büyük bir divanhane ile bazı ilave yapılar ve alt katta da 3 oda, büyük bir mermerlik ve abdesthane gibi ek yapılardan oluşurdu
Kasrın Sırık Meydanı tarafındaki duvara 3,5 metre genişliğinde bir kapı konulmuş olup, iki mermer sütuna dayanan ve sultan odasının çıkmaları altına gelen yerde bulunurdu Kasrın Divan Meydanı tarafında taştan bir merdiveni olup kapısı bu merdivenin giriş sahanlığına açılırdı
Alay Köşkü, bahçesinde Yaseminlik köşkü adıyla bilinen sekiz köşeli ve etrafı tamamen camlı büyük bahçeler ile yapılmış, zemini mermer döşeli küçük bir bahçe olup, Sultan IV Mehmet'in çok sevdiği yasemin çiçekleri ile köşkün etrafını donattığı yerdi Edirne'de Selimiye Camii hatiplerinden ve saray hocalarından Arapzade Abdurrahman Efendiye ait olan bir belgeye göre Sultan IV Mehmed'in naaşı bu yaseminlik köşkünde yıkanmıştı

Patlamanın şiddeti Havsa`dan bile duyuldu ve
Edirne'nin 425 yıllık tarihine, bir imparatorluğun tüm kararlarına şahit olmuş, büyük bir saray tarihe karıştı

Osmanlı-Rus savaşında Edirne’nin işgal edileceği anlaşıldığından 19 Aralık 1875 tarihinde gece 2300 civarında Müftü efendi ve dini liderleri ve diğer Müslim ve gayrı Müslim ileri gelenlerini vilayet binasındaki odasına davet ederek Rusların Edirne'yi işgal etmeleri olasılığından ve aldığı emre uyarak İstanbul'a gideceğinden bahseder Asayişin sağlanması için ahaliden güvenlik ile ilgili düzen oluşturmalarını tavsiye etmiştir Bu toplantıda bulunan Rum ileri gelenlerinden Edirneli Mancanidis efendinin anlattıklarına göre ve saat 23:30'a doğru top atışı seslerine benzer sesler duyulmuş ve toplantının yapıldığı vali odasının saraya bakan pencerelerinin bazı camları kırılmış ve sarayın orta kapısı civarı yanmaya başlamış ve koyu dumanlar gökyüzüne yükselmeye başlamıştır Toplantıda bulunanlar pencerelerin önüne gelip seyrederlerken Cemil Paşa sarayda bulunan cephanenin düşmanın eline geçmemesi için tutuşturulmuş olması ihtimalinden bahsetmiş ve söndürülmesi için gidilecek olur ise mermilerin ve barut fıçılarının patlamasından dolayı tehlikeli olacağını söylemiş ve bir süre sonra daireyi terk etmiştir

Vilayet dairesine yeni gelen ve yukarıya çıkmakta olan Müşir Ahmed Eyüp Paşaya merdiven başında rastlamış ve birlikte vilayet dairesinden çıkarak istasyona gitmişlerdir "Bu karşılaşma sırasında Ahmed Eyüp Paşa'ya karar gereğince cephaneliğin ateşlendiği cevabını vermiştir"

Toplantıda hazır bulunanlardan merhum Rasim beyin ifadesinden Şevket Bey'in anlattıkları kayıtlarda şöyle geçmekteydi:
Patlama ve yangının şehri tehdide başladığından yangını söndürmek için saraya gidenler yangın mahalline yaklaşamamışlardır Şehirden arabalar ile Havsa üzerinden İstanbul'a göç eden halktan bazı insanlardan, sarayda meydana gelen patlamaların Havsa civarından duyulduğu anlatılmıştır Bu ateş Kum kasrına ve Cihannümâya sıçramış dehşetli sesler, dumanlar ve korkunç alevler içinde bu büyük âbide üç günde mahvolmuştur Yangın Bâbüssaade civarından yayılmıştır

Edirne’nin geri alınışından sonra da sarayın harabesi üzerinde Vali Rauf Paşa tarafından yangından zarar görmeyen veya harap olan bölümlerin çinileri ve bazı değerli parçaları sökülerek yabancılara verilmiştir Bu arada üzerleri işlemeli üç adet bakırdan yapılmış hamam kurnası konsolosa verilmiştir Edirne’nin ileri gelenlerinin söylediklerine göre eşyalar (27 sandık) bu şekilde yabancılara gönderilmiştir 1883-1884 tarihlerinde kışlaların ve askeri binaların inşaatında kullanılmak üzere padişahın emri üzerine kalan bütün duvarlar temellerine kadar sökülerek alınmıştır



Alıntı Yaparak Cevapla

Edirne'yi Her Yönü İle Tanıyalim

Eski 08-03-2012   #15
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Edirne'yi Her Yönü İle Tanıyalim








Mimar Sinan‘ın 80 yaşında yarattığı ve “ustalık eserim“ diye nitelediği yapıt olan Selimiye Camii, Osmanlı-Türk mimarlık tarihinin olduğu kadar, dünya mimarlık tarihinin de başyapıtları arasında gösterilmektedir 5 Asır’ a yaklaşan geçmişiyle, zamana meydan okuyan, dimdik ayakta duran heybetiyle, insanı kendine hayran bırakan; teknik özelliklerindeki üstünlük ve ayrıcalıklarla Osmanlı mimarisini göklere çıkaran; şehir siluetindeki hakimiyetini açıkça belli eden ihtişamıyla herkesi büyüleyen Selimiye, Osmanlı Saltanatı'nın Edirne'ye en büyük armağanı olarak kubbesinden minarelerine, süslemelerinden akustiğine kadar eşsiz bir değer



Selimiye Camii neden İstanbul’a değil de Edirne’ye yapıldı?
Evliya Çelebinin aktardığı, Sultan II Selim’in, Selimiye camiini Edirne’de yaptırmasını peygamberimizi rüyasında görmüş olmasına bağlanması, en çok bilinen ve kabul edilen görüştür Evliya Çelebi Seyahatname adlı eserinde bu konuyu şöyle aktarmaktadır:
“Sultan II Selim niçin İstanbul’da bu camiyi inşa ettirmediler diye sorarlarsa, bir gece Sultan Selim Üsküdar tarafında Fenerbahçe’de bulunan köşkte, rüyasında peygamber efendimizi görmüş ve ondan “ Ya Selim, Kıbrıs’ı fethedersem ganimetlerden payıma düşenden bir camii inşa edeyim demiştin Şimdi Cenab-ı Allah sana Kıbrıs’ı nasip etti Niçin vefa edip geri kalan ömrünü hayır ve iyilikler yolunda geçirmezsin Tez Kıbrıs’taki Magosa kalesinden alınan ganimeti Vezir Mustafa paşadan talep edip benim korumamda olan Sedd-i İslam Edirne’de Camii inşa et “
Kıbrıs'ın, 1571 yılında fethedilmiş ve Selimiye camiinin yapım süreci ise 1568/69 yıllarında başlamıştır Evliya Çelebinin ise doğruluğu şüpheli bu bilgiyi bu şekilde aktarmasını, Selimiye gibi bir abide eserden etkilenmesinden veya diğer etkilenen insanların ona abartılı aktarmalarından kaynaklandığı düşünülebilir

Evliya Çelebinin bu görüşüne karşın, Selimiye külliyesinin Edirne’ye yapılmasının sebepleri ile ilgili çeşitli görüşler bulunmaktadır:
1- İstanbul sur içindeki egemen olan noktalarda daha önce yaptırılan Ayasofya Bayezid, Süleymaniye, Şehzade ve Fatih camileri bulunması ve bu camilerin tümünün şehre hakim noktalara inşa edilmiş, bölgede başyapıt için gerekli bir mekan bulunmaması ileri sürülebilir Bunun yanında Sur içinde bulunan bu bölgede 15 yıl önce bir diğer başyapıt Süleymaniye cami ve külliyesinin yapılması işlev ve ihtiyaç anlamında gerek olmadığını akla getirebilir
2- Anadolu’dan Rumeli’ye aktarılan Türk nüfusu Balkanların birçok yerinde bulunmasına rağmen, Avrupa’da kesin olarak Türkleşmiş coğrafi alan sınırı Edirne dolaylarından geçmekteydi ve Edirne bu bölgenin merkezi olarak görülmekteydi Edirne’nin daha önce başkentliği üstlenmesi ve Kanuni Sultan Süleyman döneminde ki batı seferlerinin askeri merkezi olması, Edirne’yi Osmanlı’nın gözünde geçmiş bir başkenti olarak önemli kılıyordu Buraya yapılacak abidevi eser, mevcudiyeti süresince bu toprakların Osmanlı ve Türk kalmasını sağlayacaktı Nitekim 19 ve 20 yüzyıllardaki işgallerde Ruslar, Bulgarlar ve Yunanlılar bu abidevi eseri yok etme cesaretini gösterememiş ve Selimiye, Edirne’nin bir Türk şehri olduğunun en büyük kanıtı olmuştur
3- Sultan II Selim, babası Kanuni Sultan Süleyman ve diğer saray halkı ile beraber Edirne sarayında bulunması ve hatta Kanuni Sultan Süleyman batı seferlerine çıktığında Edirne kentinin ve Taht'ın koruyucusu (kaim-makam) olarak bırakılması, onun gözünde Edirne’nin önemini maddi ve manevi boyutlarıyla anlamlı kılmış olmalıdır Nitekim Mimar Sinan’ın ağzından yazıldığı düşünülen Tezkiretü’l Bünyan ( Yapılar Kitabı) adlı eserde “ Sultan Selim Han hazretleri, saadetle devlet tahtına oturduktan sonra Edirne şehrine son derece sevgisi ve şefkati olduğundan burada, zamanda benzeri olmayan bir camii yapılmasını buyurdular” diye yazmaktadır

Tüm bu görüşler göstermektedir ki her bir görüşün kendi içinde bir doğruluk payı olmakla beraber tek başına yeterli olmaları pek anlamlı değildir Akla uygun gelen, Sultan II Selim’in tüm bu görüşler ve diğer başka nedenler gözden geçirildikten sonra Selimiye camiinin Edirne’de yapılması için karar vermesini sağlamış olduğu söylenebilir



Selimiye’ye giden yol
Mimar Sinan’ın, Sultan II Selim’in buyruğu ile Edirne’de inşa ettiği Selimiye Camii, yapı biçimi açısından Edirne Üç Şerefeli Camiye oldukça benzer Sinan'ın Selimiye'den önce yaptığı her yapıda, Selimiye'den bir parça bulmak mümkündür Mimar Koca Sinan'ın plan açısından getirdiği yenilikler ise Süleymaniye'den sonra değişmiştir Bu değişiklik altıgen veya sekizgen çardaklı şema düzeninin uygulamaları olarak görülmektedir

Sinan, Selimiye camiinden önce Silivrikapı'da 1551 tarihli Hadım İbrahim Paşa camiinde ve 1555-1560 tarihleri arasındaki Rüstem Paşa camiinde sekiz köşeli kaide üzerine oturan kubbe şeklini de denemişti Böylece Sinan büyük pratik araştırmalarla camiler için kendine en ideal görünen âbide fikrini iyice hazırlayıp geliştirdikten sonra Edirne'de son ve en büyük şaheseri Selimiye'nin inşasına başlamıştır



II Selim, Camii’nin bittiğini göremedi
Dönemin padişahı II Selim tarafından Edirne'de inşa ettirilen bu "anıtsal yapı", 1568–1575 yılları arasında yapılmıştır Selimiye Camii’nin inşasına başlandığı tarih kesin olarak bilinmemekle birlikte, camii kapısı üzerinde bulunan kitabede H 976 (1568) yılı yazmaktadır 27 Kasım 1574 Cuma günü Camii’nin açılması için Divandan emir gelmiş olsa da 7 Aralık 1574 ‘de Sultan II Selim vefat ettiği tarihten sonra, 982 hicri senesinin son ayının ilk günü (14 Mart 1575) ibadete açılmıştır Ne yazık ki, inşa fermanını yazan II Selim ömrü vefa etmediği için Camii’nin açılışını görememiştir
Selimiye’nin dünya mimarisindeki yeri
Selimiye Caminin muazzam kubbesinin ağırlığı sekiz sütun ve bunların arkasındaki dayanma kemerleriyle karşılanmaktadır Bir bütün halinde toplanmış olan iç mekân dünya mimarisinde eşi olmayan bir etki ve mana kazanmıştır
Kubbe, mimaride evreni temsil eden bir simgedir Tüm inanç sistemlerinde bu sebep ile dini yapıların çoğunda kubbesel yapılar tercih edilmiştir Hıristiyan dünyasının hakim olduğu Avrupa’da da kubbe mimarîsi, özellikle İtalya’da, hakim olmuştur Ancak Bu eserleri ortaya çıkaran mimarlar, Mimar Sinan’dan farklı olarak üst üste iki kubbe sistemini benimsemişlerdi Katedrallerin çoğunda dış kubbe, iç kubbenin etki bırakmayan yetersiz şeklini ve şemasını gizleyen bir maske olarak kullanılmıştır Türk mimarisinin geleneğine uyarak Sinan, inanılmaz bir cüretle yükselttiği tek kubbe ile hem mekânı örtmüş hem de dış görünüşün ana hatlarını belirtmiştir Burada dış görüntü doğrudan doğruya iç yapıdan gelişmekte ve iç yapı ile dış yapı rahatlıkla bir bütün olarak algılanmaktadır
Avusturyalı İslam ve İran Sanat Tarihi uzmanı Prof Dr Ernst Diez’in "Selimiye'deki mekân büyüklük, yükseklik, topluluk ve ışık etkisi bakımından yeryüzündeki bütün yapılardan üstündür" deyişi ilgi çekicidir

Selimiye Camii, bütünü meydan getiren her bir özelliği ile ilgi çekici olmakla beraber, bu bütünün ortaya koyuluş biçimi ve tüm yönlerin içinde herhangi birinin öne çıkmayarak bütünün içinde yer alması ile diğer abidevi eserlerden ayrılmaktadır
Hindistan'da Bicapur'da Muhammet Adil Şah türbesi 44 metre çapında dünyanın en büyük kubbesiyle örtülü olduğu halde, ışık fena düzenlendiğinden mekân çok fakir ve cansız bir etki bırakır Roma'da Panteon katedrali çok büyük fakat silindirik bir yapı olduğundan mekân monotondur, âdeta bakışları yorar St Pier kilisesinde ise kubbe birdenbire derine dalarak mekânın sükûnunu bozmakta ve dış kubbe muazzam fenerle birlikte iç kubbenin kifayetsizliğini gizlemektedir Ayasofya'nın mekânı yan koridor ve galerilere doğru belirsizce kaybolup nerede bittiği anlaşılamamaktadır

Oysa Selimiye camiinde her taraftan son sınırlarına kadar gerilmiş dengeli mekan, şahane bir sükun halinde olup değişik cazibesiyle her gireni birden sürükler ve bir daha bırakmaz Yüksek minareler arasında dıştan kubbenin biraz basıkça düşmüş olması mekânın tek bir kubbe ile örtülmüş olmasından ileri gelmektedir

Cami içi şaheserler
Selimiye’de mimari gibi diğer Osmanlı sanatları da gelişmenin en yüksek noktalarına varmıştır Mermerden yapılmış minber, işçiliğindeki incelik, yükseklik, büyüklük ve güzellik bakımından bu grubun diğer şaheserlerini gölgede bırakır Mihrap tarafında duvarlar, minberin arkası ve külahı ile camideki bütün alt kat pencerelerin alınlıkları parlak, cazip bir çini dekor ile kaplanmıştır Mihrap duvarındaki büyük çini panoların renk ve kompozisyonları, Osmanlı ve dünya çiniciliğinin şaheserleri arasında özel bir yer almaktadır Bu çinilerin üst kısmında lâcivert zemin üzerine iri beyaz harflerle sureler yazılıdır



Mihrap kısmının sol tarafında Hünkâr mahfili göz alıcı zengin çinilerle hemen dikkati çeker Burada sonradan kesilip yerlerine konmuş gibi görünen meyve vermiş iki elma ağacı bütün Osmanlı çinilerinde tek orijinal dekor olarak karşımıza çıkmaktadır Elma fidanının kökü karanfil, lâle ve sümbüllerle zenginleştirilmiştir Bahar açmış erik fidanı da birkaç defa tekrarlanarak Hünkâr mahfilinde taze bir bahar havası estirilmiştir Hünkâr mahfilinin bütün duvarlarını yarıya kadar kaplayan bu çiniler kalite itibariyle mihrap kısmı çinilerinden yüksek fakat kompozisyon ve abidevî büyüklük bakımından onlardan daha sade ve mütevazıdır

Alıntı Yaparak Cevapla
 
Üye olmanıza kesinlikle gerek yok !

Konuya yorum yazmak için sadece buraya tıklayınız.

Bu sitede 1 günde 10.000 kişiye sesinizi duyurma fırsatınız var.

IP adresleri kayıt altında tutulmaktadır. Aşağılama, hakaret, küfür vb. kötü içerikli mesaj yazan şahıslar IP adreslerinden tespit edilerek haklarında suç duyurusunda bulunulabilir.

« Önceki Konu   |   Sonraki Konu »


forumsinsi.com
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
ForumSinsi.com hakkında yapılacak tüm şikayetlerde ilgili adresimizle iletişime geçilmesi halinde kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde gereken işlemler yapılacaktır. İletişime geçmek için buraya tıklayınız.