Geri Git   ForumSinsi - 2006 Yılından Beri > Kültür - San'at & Eğitim > Ülke & Şehirler > Türkiye

Yeni Konu Gönder Yanıtla
 
Konu Araçları
inceden, inceye, istanbull

İnceden İnceye İstanbull

Eski 11-04-2012   #31
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İnceden İnceye İstanbull



Sofa Köşkü (Mustafa Paşa Köşkü-Merdivenbaşı Kasrı)



Revan Köşkünün bulunduğu havuzlu taşlıktan iki merdivenle Lale Bahçesine inilir Lale Devrinde Sofa ismi verilen bu bölümde binaların bakım ve temizliğini sağlayan Sofa Ocağı kurulmuştur

Revan ve Bağdat köşklerinin yakınında bulunan Sofa Köşkü aynı zamanda Mustafa Paşa Köşkü veya Merdivenbaşı Kasrı olarak tanınmıştır Köşkün yapım tarihi bilinmemekle beraber Silahtar tarihinde Rus elçisinin 1682de burada kabul edildiği yazılıdır Köşk Lale Bahçesini daha aşağı bahçeden ayıran bir duvarın üzerine yapılmıştır Bu duvarın ortasında yuvarlak kemerli kapıdan girilen köşk bir divanhane, bir özel oda ve bir de ara bölümden meydana gelmiştir Divanhanenin altlı üstlü geniş pencereleri bulunmaktadır Duvarları ve tavanı ahşap kaplıdır Duvarlara açılan oymalı nişler, kapılar ve tavanlar güzel bir ağaç işçiliğini yansıtmaktadır Duvarlara talik yazı ile Hakani Mehmet Beyin Hilyesinden alınma beyitler yazılmıştır

Mecidiye Köşkü

Dördüncü avlunun sağındaki alçak set üzerinde Mecidiye Köşkü bulunmaktadır Bu köşk yanındaki Esvap Odası ve Sofa Camii ile birlikte ayrı bir bölüm oluşturmaktadır Mecidiye Köşkü ve onunla birlikte Esvap Odası Sultan Abdülmecit (1839–1861) zamanında Avrupa rokoko üslubunda yapılmıştır Ancak yapım tarihini belirten bir kitabe günümüze gelememiştir Yanındaki Sofa Camisinin kitabesinden h1275 (1859) tarihinde yapılmış olduğu belirtilmiştir Buna göre Mecidiye Köşkü de aynı tarihte yapılmış olmalıdır

Köşkün bulunduğu yerde daha önce yapılmış olan Çadır Köşkü ile Üçüncü Yeri Köşkü bulunuyordu Çok harap olan bu köşkler yıkılmış ve yerine bugünkü Mecidiye Köşkü yapılmıştır Buradaki arazide seviye farkı olduğundan köşk üst bahçe seviyesine ulaşabilmek için iki katlı yapılmıştır Köşkün yapımı sırasında eski köşkün zemini korunmuş, yalnızca üst kısmı yıkılmıştır

Mecidiye Köşkü beyaz köfeki taşından yapılmış dikdörtgen planlı bir yapıdır Dış cephe duvarları XIX yüzyıl Avrupa mimarisi etkisinde yarım paye sütun ve ince uzun pencerelerle hareketlendirilmiştir Köşke cephedeki ahşap kanatlı üç büyük kapıdan girilmektedir Bunlardan ortadaki kapı zemin katına inişi sağlamaktadır Köşkün duvarları yabancı ressamların imzalarını taşıyan padişah portreleri, yaldızlı aynalar ve şömineler ile süslenmiştir Tavanlarında 20–30 kollu kristal avizeler bulunmaktadır

Harem Dairesi



Topkapı Sarayının Harem bölümü Babüs-Selam kapısından girilen ikinci avlunun (Birun) sol tarafından başlayarak üçüncü avlu (Enderun) içlerine kadar uzanmaktadır Haremin yapımına 1578 yılında başlanmış, her padişahın döneminde yeni ilaveler yapılmış ve bu durum XIX yüzyılın ilk yarısına kadar devam etmiştir Haremin yaklaşık 400 odası, avluları bulunmaktadır Değişik zamanlarda yapıldığından ötürü de farklı bir bezeme ve mimarisi vardır

Günümüzde Hareme Arabalar Kapısından girilmektedir Masif demirden ve iki kanatlı olan yay kemerli kapının üzerindeki kitabeden Sultan III Muratın (1574–1595) bu kapıyı yaptırdığı anlaşılmaktadır Arabalar Kapısından Haremin asıl giriş kapısına kadar uzanan üzeri açık ince uzun bir avlu bulunmaktadır Bu avlunun çevresinde Dolaplı Kubbe, Şadırvanlı Taşlık, Kule, Başhazinedar Ağa ve Başmuhasip Ağa daireleri, Meşhane Kapısı, Kara Ağalar Mescidi, Karaağalar Koğuşu ve Kızlar Ağası Dairesi bulunmaktadır Bu avlunun karşısına gelen küçük bir holün arkasında da asıl Haremin giriş kapısı bulunmaktadır Bunun sağındaki tonozlu bir koridor ise üçüncü avluya (Enderun) açılan Kuşhane Kapısına uzanmaktadır

Arabalar Kapısından kare planlı, pandantiflerin taşıdığı Dolaplı Kubbe denilen yere girilmektedir Bu bölüm duvarlarındaki büyük gömme dolaplardan ötürü bu isimle tanınmıştır Kubbe ve duvarlarında bezeme görülmemektedir Buradaki dolaplarda Kızlar Ağasının evrakları korunurdu



Dolaplı Kubbeden çift kanatlı bir kapı ile dikdörtgen planlı, üzeri ayna tonoz ve kubbe ile örtülü şadırvanlı taşlığa girilmektedir Duvarları XVII yüzyıl çinileri ile kaplı olan bu taşlıktaki şadırvan günümüze gelememiştir Duvarların üst kısmını kaplayan çiniler üzerinde de madalyonlar halinde Peygamberin cenneti müjdelediği on sahabenin isimleri yazılıdır Bu bölümün sağındaki Meşkhane Kapısı oldukça dar ve dik bir yokuşa açılmaktadır Osmanlı padişahlarının Eyüp Sultandaki Kılıç Kuşanma Töreninden saraya döndüklerinde bu kapıdan hareme girdikleri bilinmektedir

Meşkhane Kapısının karşısında Kule Kapısı bulunmaktadır Oldukça yüksek iki katlı kulenin birinci katında taş merdivenlerle pencereli bir bölüme ulaşılmaktadır Kulenin ikinci katı XVIII yüzyıl üslubunda yapılmıştır

Şadırvanlı Taşlıktaki Meşkhane Kapısından üzeri mermer oyma ayet yazılı bir kapıdan Karaağalar Mescidinin holüne geçilmektedir Mescidin duvarları XVII yüzyıl çinileri ile bezenmiştir Ayrıca tavanlarda kalem işleri görülmektedir Mescidin mihrabının karşısına rastlayan üçüncü bir kapıdan cariyelerin eğitildiği Kalfa Mektebine geçilmektedir Ayrıca bu mescitten bir revak altından geçilerek Karaağalar Koğuşuna girilmektedir Her ikisi arasındaki duvar XVII yüzyıl çinileri ile bezenmiştir

Karaağalar Koğuşu uzun bir aralığın iki yanında sıralanan odalardan meydana gelmiştir Bunlardan birinci kattaki odalar birer kapı ve pencere ile bu koridora açılmıştır Sol taraftaki odaların duvarları XVII yüzyıla ait çinilerle bezenmiştir Bu aralığın sonunda çinilerle kaplı büyük bir ocak dikkati çekmektedir

Üst kattaki mekânlar aralığa eyvan şeklinde açık balkon konumundadır Bunların önüne mermer korkuluklar yerleştirilmiştir Aralığın üzeri beşik tonozla örtülmüştür Koğuşun birinci katının tümü Kızlar Ağasından sonra Haremin ikinci konumdaki yöneticisi olan Karaağaların başı, Yeni Saray Başkapı Gulâm Ağaya aittir Sol taraftaki çinili odalar, selamlık, yatak, misafir ve yemek odalarıdır Yemek odasının duvarında üzerinde “sakihüm rabbihüm şaraben tahura” ayeti yazılıdır Su ile bağlantılı olan bu ayet saraydaki hemen her çeşmenin üzerine yerleştirilmiştir



Karaağalar Koğuşunun ikinci katında orta sınıftaki Karaağalara, üçüncü katında Haslılara, dördüncü katı da Acemilere ayrılmıştır Aralığın sonundaki büyük ocağın sonunda ise Karaağalar otururdu Koğuşun üst katlara çıkan merdiven girişinin karşısından Kızlar Ağası dairesinin holüne ve Karaağaların tuvaletine geçilmektedir

Bu koğuşta yaşayan Karaağaların görevleri Harem kapılarını kilitlemek, kapılarda nöbet tutmak, arabalara yardımcı olmak, dışardan içeriye hiç kimseyi sokmamaktı

Karaağalar Koğuşunun hemen sağında Kızlar Ağası Koğuşu bulunmaktadır Kızlar Ağası Haremin baş yöneticisi olup, buradaki giriş çinilerle kaplı büyük bir niş şeklindedir Kızlar Ağası dairesinin solundan Haremin asıl giriş kapısına gelinir, çift kanatlı demir kapılardan duvarlarında büyük aynalar olan ve burada Karaağaların nöbet tuttuğu büyük taşlığa geçilir Aslında bu taşlık Altın Yola, Valide Sultan Taşlığına ve Kadınefendiler Taşlığına giden koridora açılan kapıların bulunduğu bir geçit yeridir Asıl Hareme giriş de burasıdır Buradaki sağ taraftaki kapıdan Altın Yola, soldakinden Kadınefendiler Taşlığına giden koridora açılmaktadır Üçüncü kapı da doğrudan doğruya Valide Sultan Taşlığına geçişi sağlamaktadır

Kadınefendiler Taşlığının girişinde Kadınefendiler dairesi bulunmaktadır Burada birinci, ikinci, üçüncü ve dördüncü Kadınefendilerin daireleri bulunmaktadır Bu daireler üç tarafı revaklı, üzeri açık bir avlunun çevresinde sıralanmışlardır Bu daireler kendi aralarında plan olarak farklılık göstermektedir Birinci Kadınefendinin dairesi diğerlerinden daha büyüktür Dairelerde günlük yaşantı cereyan eder, bunun için de bir mangalın çevresinde alçak sedirlerin yer aldığı iç içe ikişer oda bulunmaktadır Bu odaların duvarları XVII yüzyıl çinileri ile kaplanmış, tavanları kalem işleri ile bezenmiştir İkinci Kadıefendi dairesinin solundaki büyük bir kapıdan merdivenlerle revaklı bir avlu çevresinde sıralanmış dikdörtgen planlı iki katlı cariyeler hastanesine inilir



Valide Sultan dairesinden dar bir koridorla Hünkâr Sofasına geçilir Buradaki koridorun sağında Hünkâr Hamamı bulunmaktadır Hamam Klasik Osmanlı hamamlarının mimari düzeninde, soyunmalık, ılıklık ve sıcaklıktan meydana gelmiştir Hamamın küçük ölçüdeki soğukluğundan ılıklığa ve sıcaklığa geçilir Sıcaklığın ortasında dört çokgen kesitli sütunun taşıdığı kubbe bu bölümün üzerini örtmüş, bunun dışında kalan alanlar tonozlarla desteklenmiştir Sol taraftaki yaldızlı, bronz parmaklıklı bölüm padişahın özel olarak yıkandığı yerdir Bunun yanındaki diğer bölmelerde ise mermerden dört kurna bulunmaktadır Hünkâr Hamamının arkasındaki ikinci hamam Valide Sultan için yaptırılmıştır Her iki hamamda da süsleme elemanına rastlanmamaktadır

Hünkâr Hamamı içerisinden ayrı bir kapı ile Hünkâr Sofasına geçilir Hünkâr Sofasını XVI yüzyılda Mimar Sinan yapmıştır XVIII yüzyılda Sultan III Osman döneminde büyük bir onarım geçirmiştir Bu bölüm kare planlı olup, dört sivri kemerin taşıdığı pandantifli büyük bir kubbe ile örtülüdür Bunun girişinin soluna da tonozlu bir ek bölüm daha eklenmiş böylece Hünkâr Sofası genişletilmiştir Ek bölüm iki katlı olup, ikinci kat balkon şeklinde Hünkâr Sofasına açılmaktadır Giriş kapısının karşısına baldaken tarzında hünkârın oturduğu yer yerleştirilmiştir Onun sağında ve balkonun altına rastlayan yere de uzunca bir sedir yerleştirilmiştir Sedirlerin arkasındaki duvarların alt kısımları büyük aynalarla çevrilidir Bu aynalardan bir tanesi balkona çıkan kapıyı gizlemektedir

Hünkâr Sofasının duvarları XVIII yüzyılın barok ve rokoko üslubunda ağaç işçiliği ve duvar resimleri ile bezenmiştir Yalnızca sağdaki duvarda Avrupa etkisinde yapılmış mavi-beyaz çiniler bulunmaktadır Sofanın kemer ayaklarının bulunduğu bölümde balkon dışında kalan duvarlarda mavi-beyaz renkte çini Ayet-el Kürsi çepeçevre dolaşmaktadır Duvarların üst kısmındaki bölümler çift vitrayla kaplanmıştır



Hünkâr Sofasında yapılan törenlerde balkonda müzisyenler yer alır, balkonun altındaki sedirlerde Valide Sultan, Kadınefendiler, Cariye ve Gözdeler konumlarına göre otururlardı Diğer duvar diplerine de Kalfalar sıralanırdı Padişah yerini alınca da buradaki eğlenceler başlardı

Hünkâr Sofasından Çeşmeli Sofaya, oradan da Ocaklı Sofaya geçilmektedir Dikdörtgen planlı olan Ocaklı Sofadan büyük bir kapı Valide Sultan Taşlığına açılır Bu kapının karşısına önü demir parmaklıklarla çevrili büyük bir ocak yerleştirilmiştir Valide Sultan Taşlığına açılan bu kapının bir diğer ismi de Taht Kapısıdır Buradaki sedef kakmalı bir kapıdan Başkadınefendi Dairesine geçilir Buradaki sofa kubbe ve düz tavanla örtülmüş iki bölüm halindedir Duvarları çinilerle kaplıdır ve duvarları mavi-beyaz bir çini kuşak çepeçevre dolaşmaktadır Bu kuşakta Sultan IV Mehmete övgüler yazılıdır Sofaya ismini veren ocak Haremin tüm odalarında bulunan mangallara ateş sağlardı

Haremin içerisinde en az değişikliğe uğrayan bölüm Sultan III Murat Has Odasıdır Has Odanın girişi XVI yüzyıl Klasik Osmanlı çeşmelerinde olduğu gibi mermer bir portal şeklindedir Kapının üzerinde Sultan III Muratın h986 (1578–1579) yılında yapıldığını belirten kitabe bulunmaktadır Has Oda kare planlı olup, üzeri büyük bir kubbe ile örtülüdür Buradan Sultan I Ahmetin kitaplığına geçilen ikinci bir kapı vardır Has Odayı Mimar Sinan yapmıştır Burada da baldaken tarzda büyük bir oturma yeri ile büyük ölçüde bir ocak bulunmaktadır Girişin solunda da Bursa kemeri üslubunda, niş şeklinde bir çeşmeye yer verilmiştir Has Odanın üzerini örten kubbe aşı boyalı bir zemin üzerine kabartma olarak lacivert ve altın yaldızlı palmetler, Rumiler ve geçmelerle bezenmiştir Bu bezemelerin içerisine yerleştirilen küçük aynalarla da iç mekânda gölge-ışık oyunlarının yapılması sağlanmıştır Duvarlar boş yer kalmamacasına çinilerle kaplanmıştır Bu çinilerin üzerinde de Haremin diğer bölümlerinde olduğu gibi mavi-beyaz çini ile Ayet-el Kürsi yazılıdır Bu çinilerde mercan kırmızısının kullanıldığı görülmektedir Çiniler, hatayiler, narçiçekleri, hançer yaprakları ile bezelidir

Sultan III Muratın Has Odası içerisinden Sultan IAhmetin Okuma Odasına geçilmektedir Bu oda kare planlı olup, üzeri Türk üçgenlerinin taşıdığı küçük bir kubbe ile örtülüdür Duvarlar kemerler yazıtlı çinilerle kaplanmıştır Girişin sağında ve karşısında üçer pencere, solunda gömme dolaplar, padişahın yemek odasına açılan kapı bulunmaktadır Girişin solunda ise yine üzerinde kitabesi olan niş içerisinde bir çeşme bulunmaktadır Buradaki dolapların, pencere kapaklarının üzerleri sedef, bağ ve fildişi kakmalıdır



Sultan III Muratın Has Odasının çıkışında ve sol tarafta Şehzadeler Dairesi bulunmaktadır Birkaç basamakla çıkılan iç içe iki odadan meydana gelen bu dairedeki birinci oda kare, ikincisi de dikdörtgen planlıdır Birinci odaya üzerinde kitabe yazılı bir kapıdan girilir Bu bölümün duvarları çinilerle kaplı olup, üzeri ahşap bir kubbe ile örtülüdür Girişin sağında büyük bir ocak ve Gözdeler Taşlığına açılan altlı üstlü iki sıra pencere bulunmaktadır Üst sıra pencereler XVII yüzyılın vitrayları ile bezenmiştir

Birinci oda girişinin solundaki mermer söveli bir kapıdan ikinci odaya geçilir Dikdörtgen planlı olan bu odanın üzeri düz bir tavanla örtülmüştür Duvarlar, pencere araları mavi-beyaz çinilerle kaplıdır Burada sülüs yazılı bir yazı frizi odayı çepeçevre dolaşmaktadır

Şehzadeler Dairesinden çıkıldığında sol tarafta Gözdeler Taşlığı bulunmaktadır Burada çerçeveler içerisine alınmış üç çini pano görülmektedir Bu panoların arkasından Kutsal Emanetler Dairesine geçilmektedir Sonraki yıllarda Altın Yolun bu bölümü üzerine Gözdeler Dairesi yapılmıştır Çini panoların bulunduğu bu bölümün karşısından Altın Yola geçilir Oldukça dar, yüksek tavanlı bir koridor halinde olan bu yolun sağında Valide Sultan Taşlığı revakı, solunda da Enderunun bulunduğu üçüncü avlu yer almaktadır

Kutsal Emanetler Dairesi (Hırka-i Saadet)



Yavuz Sultan Selimin Mukaddes Emanetleri Mısır Memluklarının hazinesi ile birlikte İstanbula getirmesinden sonra sarayda Has Odada korunmuştur Enderunda bulunan Has Odanın Haliç tarafındaki Divan Yeri de denilen çift sıra sütunlu, kubbeli geniş revakı Sofayı Hümayun veya Mermer Sofa olarak isimlendirilen terasa açılmaktadır Topkapı Sarayının müze oluşundan sonra ayrı bir bölümü oluşturmuştur

Topkapı Sarayındaki Hırka-i Saadet Dairesi, XVI-XVIII yüzyıla tarihlendirilen değişik çinilerle bezenmiştir Burada Türk çini sanatının en güzel örnekleri bir araya getirilmiştir Hırka-i Saadet Dairesi her yıl Ramazan ayının 15 günü başta Osmanlı Padişahı olmak üzere sarayın önde gelen kişileri, devlet ricali tarafından ziyaret edilirdi İlk defa Yavuz Sultan Selim zamanında başlayan bu gelenek, Sultan VI Mehmete kadar devam etmiştir

Ramazanın 15 günü padişah Hırka-i Saadet Dairesine gelir, Tülbent Ağası süngerler ve gümüş taslar içerisinde gül suyu getirirdi Silahtar Ağa süngerlerden bir kaçını alır gül suyunun içerisine batırdıktan sonra padişaha uzatırdı Padişah da Hırka-i Saadet Dairesi içerisinde bulunan büyük gümüş şebekeyi gülsuyuna batırılmış süngerle temizlerdi Bundan sonra Hırka-i Saadete ziyaret ertesi günü öğle namazından iki saat önce başlardı Padişahın Hırka-i Saadet Dairesine gelişinden sonra Has Odalılar gümüş şebeke içerisindeki Peygamberin hırkasının bulunduğu sandığı altınla kaplı bir sehpa üzerine koyardı Padişah Besmele ile sandığın altın anahtarını çevirerek çekmeceyi açardı Hırkanın bulunduğu yedi bohçanın incili şeritleri teker teker açılır ve hırka meydana çıkarılırdı Hırka-i Saadeti ziyaret hırkanın sağ omuzu üzerine konan tülbendi öpmekten ibaretti Tülbendi her öpen anı olarak tülbendi alır ve yerine yenisi konurdu Başta padişah, devlet erkânı, saray erkânı, Harem Ağaları, Enderun-u Hümayun, Zülüflü Ağalar ayrı ayrı Hırka-i Saadeti ziyaret ederdi Padişah sağında Sadrazam, solunda Kızlar Ağası olmak üzere sandığın başında durur, bu sırada Has Odalı ağalar yüksek sesle Kuran okurdu Ziyaretten sonra padişah hırkayı yine altın sandığa koyar ve kilitlerdi



Hırka-i Saadet diye isimlendirilen Hz Muhammedin hırkası 124 m boyunda geniş kollu siyah yünlü bir kumaştan dokunmuştur Ancak hırkanın üzerinde bazı eksiklikler bulunmaktadır Hz Muhammed bu hırkayı Mekkeli Şair Kâab bin Zühere hediye etmiştir Muaviye bin dirhem gümüş karşılığında bu hırkayı almak istemiş, Kâab buna razı olmamış, ölümünden sonra bin dirhem gümüş karşılığında veresesi tarafından satılmıştır Hırka-i Saadet Emevilere, Abbasilere, Memlukluların eline geçmiş, sonra da Yavuz Sultan Selimin Mısırı fethinden sonra da İstanbula getirilmiştir

Hırka-i Saadet Dairesinde Uhut Savaşı sırasında Hz Muhammedin kırılan dişinin bir parçası, Nakşi Kademi Şerif denilen Hz Muhammedin Miraç sırasında bastığı ve ayağının izinin çıktığı taş, Ukap diye isimlendirilen siyah renkli Sancağı Şerif, Kâbe suyunun akması için ahşap üzerine altın kaplanmış altın oluk, Bağdatta bulunan ve İstanbula gönderilen Mührü Saadet, Hz Muhammedin teyemmüm için kullandığı söylenen Teyemmüm Taşı, Name-i Saadet denilen İslâmiyetin ilk yıllarında Hz Muhammedin başta İran, Mısır ve Bizans olmak üzere pek çok kişiye dine davet mektupları, Kuranların yanı sıra Mesahifi Şerifeler, Süyuf-u Mübareke diye isimlendirilen 20 adet kılıç bulunmaktadır Bu kılıçların Hz Muhammede, Hz Davuta, Hz Ebubekire, HzÖmere, Hz Osmana, Hz Zeynel Abidine, Hz Zübeyr İlmi Al Avama, Ebül Hasana, Caferi Tayyara, Halid bin Velide, Ammar bin Vasr-ül Muayse ve diğer kirama ait olduğu bilinmektedir



Bunların yanı sıra Yavuz Sultan Selimin Mısırı fethinden sonra Mekke Şerifi Muhammed Ebu-l Berekât Harem-i Şerifin anahtarı ve kilidi, Lihye-i Saadet denilen Sakal-ı Şerifler, Hz Musanın budaklı ağaçtan asası, Hz Muhammedin altın yaldızlı muhafaza içerisindeki yayı, altın ve gümüş çerçeveli Hacer-i Esved, Hz İbrahimin mavi mermerden tenceresi, Bab-ü Tövbe kanadı, Hz Muhammedin gaslinde kullanılan suyun şişesi, üzerinde Ayet-el Kürsi yazılı nalınlar, Hz Fatmaya izafe edilen seccade bulunmaktadır

Topkapı Sarayı Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşundan sonra 3 Nisan 1924te müze haline getirilmiş ve müzenin ilk müdürü de Tahsin Öz olmuştur Müzede geçici ve sürekli sergi mekânları, kubbe altı, Arz odası, Enderun Kütüphanesi, Sofa Köşkü, Bağdat Köşkü, Revan Köşkü, Sünnet Odası, Harem, Zülüflü Baltacılar Koğuşu gibi teşhir alanları bulunmaktadır Bunun yanı sıra silahlar, İstanbul cam ve porselenleri, işlemeler, hazine, kaftanlar ve padişah portreleri gibi bölümler bulunmaktadır

Alıntı Yaparak Cevapla

İnceden İnceye İstanbull

Eski 11-04-2012   #32
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İnceden İnceye İstanbull



Hazine Bölümü



İstanbulun fethinden sonra Osmanlı hazinesi bir süre Yedikule Hisarında korunmuş, Saray-ı Cedid-i Amire adı ile tanınan Topkapı Sarayına 1478 yılında taşınmıştır Hazine Odası olarak kullanılan bir bölüm II Avluda kubbe altının sağında korunmaktadır Hazine Odası günümüzde dört odadan meydana gelmiştir Bunlardan birinci odada Yavuz Sultan Selimin İran seferi sırasında getirdiği eserler bulunmaktadır Burada altın ve gümüş yaldızlı üzengiler, firuze zümrüt ve altın süslemeli taslar bulunmaktadır İkinci oda zümrüt ve zümrütlü eserlere ayrılmıştır Burada Sultan IAhmete (1603–1617) ait olan zümrütlü askılar, hançerler, mine ve altınlı kaplar bulunmaktadır

Hazinenin üçüncü odasında en önemli eseri ve aynı zamanda Topkapı Sarayının simgesi olan Kaşıkçı Elmasıdır Bu elmasın ilginç bir öyküsü vardır:

Kaşıkçı Elmasının Osmanlı Saray hazinesine nasıl geldiğine açıklık getiren, saray arşivinde ve ne de başka yerlerde yeterli bir bilgi bulunmamaktadır Elmasın saraya gelişi farklı biçimde yorumlanmış, ancak hiç birisinde gerçeği yansıtan bilimsel bir belge ortaya konulamamıştır

Yerli ve yabancı kaynaklarda Pigot elması olarak isimlenen ve günümüzde nerede olduğu bilinmeyen bir elmastan söz edilmektedir Pigot elmasının Kaşıkçı elması olduğunu iddia edenler de bulunmaktadır Bunu ortaya atanların dayandığı tek nokta Pigot elmasının 85,5 kırat, Kaşıkçı Elmasının da 86 kırat oluşudur



Pigot elması ile ilgili öykülerden birine göre, elmas Madaras Mihracesinden satın almıştır Bunun ardından birçok kez el değiştirmiş ve sonunda Napolyon Bonapartenin annesi tarafından satın alınmıştır Napolyonun annesi oğlunu Elbe adasındaki sürgünden kurtarabilmek için elması satışa çıkarmış, Mora Valisi Tepedelenli Ali Paşanın bir subayı tarafından 150000 altına satın alınmış ve Paşaya hediye edilmiştir Söylentiye göre de Ali Paşa elması kavuğunun ön kısmındaki sorgucunun ortasına koydurmuştur Dr Ülbercht Wirth isimli bir Alman yazarı “Der Balkan” isimli kitabında bunu gösteren bir resmi yayınlamıştır Tepedelenli Ali Paşa gözden düştükten sonra padişah tarafından öldürüleceğini anlamış ve yakınlarına elmasın toz haline getirilmesini, karısının da öldürülmesini istemiştir Ancak Onun bu vasiyeti yerine getirilmemiştir Paşa öldürüldükten sonra hazinesi İstanbula getirilmiş ve Topkapı Sarayındaki devlet hazinesine konulmuştur

Bir başka söylentiye göre de Kaşıkçı elması Ayvansaray yakınındaki bir çöplükte bulunmuştur İstanbulun Latinler tarafından soyulduğu günlerde Latinlerin arasında bulunan Robert Clari Bizanslıların hazinelerinden, altın taçlarından, mücevherlerinden söz etmiştir Bizans hazinesine ait olan bu elmasın çöplüğe nasıl düştüğü bilinmemektedir Tarihler bu konuda sessiz kalmıştır

Ayvansaraydaki çöplükte rastlantı sonucu bulunan elmasın Osmanlı sarayına gelişini Raşit Tarihi ile Defterdar Sarı Mehmet Paşanın Zubde-i Vekaiyat isimli eserinde “Zuhuru Elmas-ı Kıymet” olarak şöyle yazmışlardır:

“İstanbulda Eğrikapı mezbelesinde bir müdevver taş bulunup bulan gafil-i bi-baht bir yaymacı kaşıkçı ile üç kaşığı mübadele Badehu kuyumculardan biri mezbur kaşıkçıdan ol taşı on akçeye mübayaa eylemiş ve yine kendü esnafından birine göterip elmas olduğu nümayan oldukta hisse talebi ile ol dahi şerik olmak isteyüp beyinlerinde niza vaki ve giderek bu ahval kuyumcubaşıya münakis oldu Kuyumculara birer kese akçe verip taşı ellerinden aldığı Vezir-i Azam Mustafa paşa Hazretlerinin mesmuu oldukta kuyumcubaşıdan kendü için almak daiyesinde iken taraf-ı padişahiye aks olup talebini müşir hattı hümayun sadir olup Hasılı taş meydana çıkarılıp işletildikte 84 kırat bir adımül misl elmas zuhur etmeğin Hazine-i Hümayuna zapt olunup bu mukabelede kuyumcubaşıya kapucubaşılık tevcihi ile ikram ve birkaç kese akçe inam olundu”



Bunun yanı sıra Eremya Çelebi Kömürcüyan da Eğrikapıda “XVII Yüzyıl sonlarında İstanbula gelen FGenelli, bir gencin Tekfur Sarayı harabeleri içinde bulduğu elmasın Sultan IV Mehmetin eline geçtiğini ve değerinin 100000 kuron olduğunu belirtmiştir Sultan IV Mehmet döneminde Rusya seferi için Hazine-i Hümayunda değerli eşyaların tespiti yapılırken düzenlenen hazine defterinde “ Kebir elmas yüzük adet l85 kırat “denilen iri bir elmas yüzükten söz edilmiştir Büyük olasılıkla bu elmas yüzük Kaşıkçı Elmasıdır Ayrıca Sultan I Abdülhamit dönemine ait hazine defterinde de “Kaşıkçı” tabir olunan bir adet büyük bir elmas yüzükten söz edilmiştir

Günümüzde Topkapı Sarayı Müzesi Hazine Bölümünde özel bir vitrinde 7610 numaraya kayıtlı olarak sergilenen Kaşıkçı Elması 42x35x16 m/m; çevresindeki pırlantalarla birlikte 70x60 m/m ölçüsündedir Pershape (armut) biçiminde ve Briolette kesimlidir Çevresinde iki sıra halinde altın yuvalar içinde 49 pırlanta bulunmaktadır Bu pırlantalar klasik kesimde ve en tepedeki Kaşıkçı Elmasına eş deş biçimde 11x8 m/m boyutundadır Bu küçük pırlantanın iki yanından başlayarak elması çevreleyen diğer pırlantalar çeşitli ölçülerdedir En küçükleri 5x5 m/m, en büyükleri de 8x8 m/m boyutlarındadır Elmasın alt kısmı foya adı verilen ince bir gümüş varak ve onunda altı 12 ayar altın plaka ile kaplanmıştır

Bu bölümde ayrıca bayram tahtı, Osmanlı nişanları, Sultan III Selimin avizesi, Sultan II Mahmutun pembe sarı mineli güller ve aralarında mavi çiçeklerin de bulunduğu resmi, altın şamdanlar, tuğlar bulunmaktadır

Hazinenin dördüncü odasında İran Hükümdarı Şah İsmaile ait olduğu üzerindeki yazılardan anlaşılan kemer, pazubent ve bir de kupa vardır Ayrıca Kanuni Sultan Süleymana ait fildişi ayna, Nadir Şahın Sultan I Mahmuta (1730–1754) armağan ettiği taht, çeşitli altın yaldızlı Kuran muhafazaları, murassa bastonlar, murassa kupalar, mineli hançerler ve mücevherli sorguçlar bulunmaktadır

Silah Seksiyonu (Dış Hazine)

Kubbealtının yanında yer alan sekiz kubbeli hazine binası Kanuni döneminde yapılmıştır Fatih döneminde II Avludaki hazinenin yeri kesin olarak bilinmemektedir Burada devlet gelirlerini oluşturan vergiler saklanırdı Maliye Defterhanesi, Osmanlı padişahlarının elçilere ve saraylılara hediye ettikleri hilat denilen kaftanlarla bazı değerli eşyada burada saklanırdı

XVI- XVII yüzyıllarda ve dış cephede geniş bir saçağının olduğu bilinen yapının bu bölümünde hazine görevlileri ve koruyucuları ulufe günlerinde paraları torbalara koyarak hazırlık yaparlardı Yapının içinde ve girişin tam karşısında yer alan iki katlı iç hazine bölümü çok iyi korunmaktaydı Defterdarın sorumluluğundaki Hazine, gerektiğinde açılır ve sadrazamda bulunan padişah mührü ile mühürlenirdi

Bina günümüzde Topkapı Sarayı Müzesine ait içinde değişik dönemlere ait silahların sergilendiği Silahlar Seksiyonu olarak kullanılmaktadır Topkapı Sarayı Müzesi dünyanın sayılı silah koleksiyonlarını bir araya getirmiştir Bu bölümde VII Yüzyıldan XX yüzyıla kadar uzanan pek çok silah teşhir edilmektedir Burada on binin üzerinde silah bulunmaktadır

Osmanlı Devletinde ilk kez silahlar Cebehane ismi altında Edirnede toplanmış, daha sonra İstanbulda Aya İrinide koruma altına alınmış ve bunların büyük bölümü de Topkapı Sarayına götürülmüştür Topkapı Sarayında silahlar iç hazinede saklanmaktadır İç Hazine kalın duvarlarla çevrili dikdörtgen bir mekân olup, burası üç büyük payenin taşıdığı sekiz kubbe ile örtülüdür Yapı üslubundan bu bölümün XV yüzyılın sonlarında yapıldığı sanılmaktadır Değişik zamanlarda onarılmış ve değişikliğe uğramıştır Son olarak da XVIII yüzyılda salonun kuzeyine bir bölüm eklenmiştir

Topkapı Sarayı Silah Bölümünde Arap, Memluk, İran ve Osmanlı silahları önemli bir yer tutmaktadır Burada koleksiyonun en eski örnekleri olan Arap kılıçları, Memluk kılıçları, Memluk zırhları, miğferleri, baltaları, topuzları, şeşperleri, mızrakları, alemleri; ganimet veya hediye yolu ile toplanan İran silahları arasında kılıçlar, baltalar, miğferler, zırhlar, topuzlar, şeşberler, mızraklar, ok ve yaylar, alemler bulunmaktadır

Topkapı Sarayında Türk dönemine ait silah koleksiyonu dünyanın en zengin koleksiyonlarındandır İstanbulun fethinden başlayarak Osmanlı İmparatorluğunun yıkılışına kadar geçen süre içerisinde toplanan bu silahlar arasında, kılıçlar, yatağanlar, zırhlar, miğferler, tüfekler, tabancalar, baltalar, topuz ve şeşberler, ok ve yaylar, at başı zırhı, mızraklar, kalkanlar, alemler kronolojik bir sıra halinde sergilenmiştir

Cam ve Porselen Bölümü

Topkapı Sarayı Müzesinde İstanbulda yapılmış yerli porselenler ve Çin porselenleri ayrı bir bölümü meydana getirmiştir Yıldız Sarayında kurulan atölyede yapılmış olan eserler başta olmak üzere XVIII yüzyıldan itibaren Galata, Beykoz, Eyüp ve Balattaki çini ve çömlek atölyelerinde yapılan porselenler ve cam işleri burada bir araya getirilmiştir Eser-i İstanbul damgalı eserlerin yanı sıra Beykoz imalathanesinde yapılan porselenler, Venedik işi camlar yine bu bölümdeki önemli eserler arasındadır Ayrıca Hüseyin Zekai Paşa imzalı Yıldız porselen tabağı, Sultan II Abdülhamit armalı porselen fincan ve tabaklar, çay takımları, tuğralı saatler, değişik tipte çeşmi bülbüller, çeşmi bülbül sürahiler, kristal leğen ve ibrikler, vazolar, aşure testileri, porselen levhalar, seledon kaplar, Çin Mink Çağı ibrik ve kâsesi, mavi-beyaz çini tabak, Mink Çağına ait tabak, Atam imzalı Yıldız porselen sürahisi, Yıldız işi Topkapı Sarayının ikinci kapısının resmedildiği kapaklı kâse, padişah portreli fincan ve tabaklar, İsveç vazosu, Sevr porselenleri, Japon porselenlerinin çeşitli örnekleri bölümün başlıca eserleri arasındadır

Kaftanlar Bölümü



Osmanlı İmparatorluğunun çeşitli imalathanelerinde yapılmış saray mensupları için özel olarak dokunmuş saray kumaşları bu bölümün başlıca eserleri arasındadır Ünü Avrupa ülkelerine kadar yayılmış olan Bursa tezgâhlarında dokunan çatma, kadife, atlas, çuha, kemha kumaş örnekleri yine bu bölümde sergilenmektedir

Enderun hazinesinden Topkapı Sarayı Müzesinin bu bölümüne geçen kumaşların bir kısmı hediye, savaş ganimeti, sipariş ve satın alma yolu ile elde edilmiştir Bu eserler üzerinde yüzyılların birikimi, özellikle padişahın iç ve dış giysileri görülmektedir Osmanlı geleneğine göre ölen padişahların tüm giysileri bohçalanır, mühürlenir ve Silahtar Hazinesinde saklanırdı Bu nedenle de padişahlara özgü giyim eşyaları sarayın önemli bir koleksiyonunu oluşturmuştur Bunların arasında Fatih Sultan Mehmetin 21 kaftanı, Kanuninin 77 kaftanı, Sultan I Ahmetin 13 kaftanı, Sultan II Osmanın 30 kaftanı ve Sultan IV Muratın 27 kaftanı bulunmaktadır

Bunların yanı sıra Sultan II Beyazıtın kaftanı, Kanuni Sultan Süleymanın ipek kaftanı, Kemha Kaftan denilen kaftanlar, Seraser kaftanlar, çatma kaftanlar ve Selimiye denilen kumaşlar bulunmaktadır Bu bölümde Çatma, Çuha, Atlas, Gezi, Hatayi, Kadife, Kemha, Seraser, Sof, Serenk denilen örnekler de vardır

İşlemeler Bölümü



Topkapı Sarayı İşlemeler Bölümünde Selçuklular döneminden başlayan ve Osmanlı İmparatorluğunun sonuna kadar süren zaman dilimi içerisinde Türk işlemeleri, motifleri ve düzenleri ile bir arada sergilenmiştir Bu işlemelerin üzerinde çeşitli bitkiler, güller, narçiçekleri, sümbüller, laleler, karanfiller, çarkıfelekler, çeşitli meyveler, yapraklar, Çin bulutları, üç benekler ve çintemaniler bulunmaktadır

Bu işlemelerdeki motiflerde peyzaja önem verilmiş, özellikle çiçeklere özen gösterilmiş, kıvrık dallar, meyveler, fiyonklar ve vazolar da onları tamamlamıştır

Bu bölümde Buhara işi örtü, çeşitli makrameler, sedir yastıkları, bohçalar, nişan bohçaları, kadın giysileri, kaşbastılar, mendiller, çevreler, uçkurlar, ayna örtüleri, nihaliler, berber futası, yorgan yüzleri, yastık yüzleri, taht örtüsü, taht saçağı, deri üzerine altın simle işlenmiş kutu, üç etekler, XVII yüzyıl çizmeleri, çeşitli yazmalar, peşkirler, hilatlar, kahve örtüleri sergilenmiştir

Padişah Portreleri Bölümü



Topkapı Sarayı Müzesinde Osmanlı padişahlarına ait portreler zaman zaman sergilenmektedir Çoğunlukla Avrupalı ressamların yaptığı bu portrelerin sergilenmesini ilk kez Atatürk istemiştir Çeşitli nedenlerle gerçekleşemeyen bu sergileme II Dünya Savaşından sonra yapılmıştır Saray-ı Enderun denilen üçüncü avluda ilk kez Osmanlı padişahlarının, sultanların ve devletin önde gelen kişilerinin tabloları sergilenmiştir Daha sonra bu sergileme ayrı bir bölüm oluşturmuştur

Bu portreler arasında Sultan Osmanın XVII-XVIII yüzyıla tarihlenen, DrMarten tarafından 1929 yılında müzeye hediye edilen portresi, Baiazıtthnin yapmış olduğu Yıldırım Beyazıtın portresi, XVII-XVIII yüzyılda resmedilmiş, 1943 yılında TKKoperlerden satın alınan Çelebi Mehmetin, Sultan II Muratın yağlı boya resimleri, Fatih Sultan Mehmetin 1865te Venedikten Sir Henry Layarddan satın alınan ve Dolmabahçe Sarayından müzeye getirilen yağlı boya tablosu, Sultan II Beyazıtın XIX yüzyılda Fransa ekolünce yapılan tablosu, Yavuz Sultan Selimin 1926 yılında Dolmabahçe Sarayından getirilen yağlı boya portresi, AEhrenfeldden 1930 yılında Milli Eğitim Bakanlığı tarafından satın alınan Kanuni Sultan Süleymanın tuval üzerine yağlı boya tablosu, orijinali Münihte bulunan bir sanatçının elinden kopya olarak çıkmış Kanuni Sultan Süleyman tablosu, Venedik ekolü bir ressamın XVI yüzyılda yaptığı Yavuz Sultan Selim portresi, Sultan III Muratın, Sultan III Mehmetin Fransız ekolü yağlı boya tabloları, Sultan I Ahmetin, Sultan IV Muratın, Sultan İbrahimin, Sultan IV Mehmetin, Sultan II Süleymanın, Sultan II Ahmetin, Sultan II Mustafanın, Sultan III Ahmetin, Sultan IMahmutun, Sultan III Osmanın, Sultan III Mustafanın, Sultan IAbdülhamitin, Sultan III Selim, Sultan IV Mustafa, Sultan II Mahmut, Sultan Abdülmecit, Sultan Abdülaziz, Sultan V Murat, Sultan II Abdülhamit, Sultan V Mehmet Reşatın tabloları bulunmaktadır

Bu tablolar yabancı ressamlar tarafından XVI-XIX yüzyıllar arasında yapılmıştır Bu resimler Osmanlı saray giysileri konusunda da ayrı bir bilgi vermektedir Son Osmanlı hükümdarı IV Mehmet Vahdettinin duralit üzerine yağlı boya tablosu Antranik isimli bir sanatçı tarafından 1915–1916 yılında fildişi üzerine yapılmış olup, buradan Yaşar Çallı tarafından büyütülmüştür

Saat Seksiyonu (Silahtar Hazinesi)

Saatler Enderun Avlusunda Hırka-i Saadet Dairesinin yanında Eski Silahlar Hazinesinin bulunduğu yerde teşhir edilmektedir Bu bölümde çeşitli dönemlerde kullanılmış 350ye yakın saat bulunmaktadır XVIII-XIX yüzyıllara tarihlendirilen bu saatler içerisinde 30 kadarı Türk yapımıdır Diğerleri Avrupadan satın alınmış ve Sultanlara hediye edilmiştir Türk saatlerinin en eskisi 4 adet olup, XVII yüzyıla tarihlendirilmektedir Türk saatleri imzalı ve üzerlerinde yapan ustaların isimleri yazılıdır Saatlerin muhafazaları, kadranları ince bir işçilik göstermektedir Aynı zamanda Osmanlı kuyumculuk sanatı ağaç ve maden işçiliği ile birleşmiştir

XIX yüzyıldaki saatçi ustalarının büyük çoğunluğu Mevlevi olduğundan bazı saatler Mevlevi sikkesi biçiminde yapılmıştır Arşiv belgelerinden öğrenildiğine göre padişahlar bu saatçi ustalarını himaye etmişlerdir

Topkapı Sarayında yabancı kökenli saatler çoğunluktadır Bunların başında İngiliz, Alman, Avusturya, Fransız, İsviçre ve Rus saatleri gelmektedir Büyük çoğunluğu yabancı devlet adamlarının elçiler vasıtası ile sultanlara hediye ettikleri saatlerdir Bu saatler arasında ünlü Markwick-Markham, Le Roy markaları da bulunmaktadır Saraya hediye edilen saatlerin çoğu Osmanlılar için özel olarak yapıldığından rakamlar Arapçadır İçlerinde müzik kutulu olan saatler de bulunmaktadır

Sultan III Ahmet Kütüphanesi



Topkapı Sarayının III Avlusunda, Enderunda Arz Odasının arkasında bulunan kütüphaneyi Sultan III Ahmet 1719 yılında yaptırmıştır İlk yapılışında Türkçe, Arapça ve Farsça olmak üzere 3515 yazma eser burada bulunuyordu

Kütüphane zemin kat üzerine tek katlı olarak yapılmıştır Kitapların rutubetten korunması amaçlanmış, ön kısmına merdivenle çıkılan dar bir revak yerleştirilmiştir Bunun önüne de aynı dönemde bir çeşme yapılmıştır Kütüphane içerisinde okuma için gerekli aydınlatma iki sıra halindeki altlı üstlü pencerelerle sağlanmıştır İç kısımda duvarlar XVI yüzyıl çinileri ile bezenmiştir Ayrıca kitap dolaplarının kapakları sedef, fildişi ve kakma olarak ağaç işçiliğinin en güzel örnekleridir Duvarlarında da hattat padişahlardan olan Sultan III Ahmetin bir yazısı bulunmaktadır

Kütüphane içerisinde Sultan III Ahmetin vakfiyesi, kitapların ilk envanter defteri ve kütüphane temelinin atıldığı bir kazma bulunmaktadır Bu kazma aynı zamanda Sultan Ahmet Camisinin yapımında da kullanılmıştır Kütüphanede Osmanlı Hat, Minyatür ve Tezhip sanatının en güzel eserleri bir araya getirilmiştir Piri Reis Haritası da burada bulunmaktadır

Saray Mutfakları



Topkapı Sarayı II Avlusunun girişinin sağında yer alan Saray Mutfaklarına üç ayrı kapıdan girilmektedir Bu kapılardan biri Kiler-i Amire Kapısı, ortadaki Has Mutfak Kapısıdır Bab-üs Sade Kapısına yakın olan üçüncü kapı Helvahane Kapısıdır

Mutfaklar ayrı birimler halinde olup, iki taraftan saçaklı bir servis yolu üzerindedir Birun ve Enderun için yemek pişirilen mutfakta on ayrı göz vardır Ulufe dağıtımında ve şenliklerde de bu mutfaklarda yemekler hazırlanmaktadır

Mutfaklar sarayda yaşayanlar ve çalışanlar için ayrı bir düzen içerisindedir Padişah mutfağında yalnızca padişah için yemek pişirilir ve çeşitli yemekler özel olarak hazırlanırdı Padişah mutfağında Serçini denilen bir baş aşçı ile 12 yardımcı aşçı görev yapardı Serçini denilen baş aşçı aynı zamanda elçi kabullerinde ve padişahın kullandığı porselen takımların da sorumlusu idi

Saray mutfağı için imparatorluğun değişik yerlerinden canlı hayvanlar, sebzeler, meyveler ve baharat getirilirdi Oldukça kalabalık bir kadrosu olan mutfakların asıl sorumlusu Matbah-ı Âmire Emini olup, bu görev vezir rütbesine yakın derecede idi Mutfaklarda tatlıların yapıldığı helvahanelerin yapıldığı Helvacıbaşı kalabalık bir ekiple tatlı yaparlardı Kilercibaşı personelin yönetimini üstlenmiştir ve aynı zamanda mutfaklarda görev yapanların göreve getirilmeleri veya işlerine son verilmeleri ile ilgilenirdi

Günümüzde Kiler-i Âmirenin kapısından girince sağ tarafta bulunan vekilharç dairesi onarılmış ve müze atölyeleri haline getirilmiştir Fotoğraf atölyesi ile konservasyon atölyesi de burada bulunmaktadır Bunun karşısındaki kiler ve yağhane ise onarılmış ve Müze Saray Arşivi olarak kullanılmaktadır

Yağhane binasının yanındaki iki katlı ahşap Aşçılar Mescidi bugün de korunmaktadır Mescidin iki yanında aşçılar, helvacılar ve tablakârların koğuşları bulunuyordu Günümüzde bu mekânlar müze teşhir salonu olarak kullanılmaktadır Aşçılar koğuşunun bulunduğu yerde yapılan binada Gümüşler, Avrupa porselenleri ve Billûrlar teşhir edilmekteydi 1999 depreminden sonra bu bölümlerden Gümüş seksiyonu dışındakiler ziyarete kapatılmıştır Karşıda ayrı bölümler halinde müze teşhir salonları haline getirilmiş mutfaklarda, Çin ve Japon porselenleri teşhir edilmektedir

Has Ahırlar (Istabl-ı Âmire)

Topkapı Sarayının II avlusunun Haliç yönünde, Silah Seksiyonu, Kubbealtı ve revakların arkasında kalan alanda Has Ahırlar bulunmaktadır Buraya Babüs-Selamın sol tarafındaki meyilli bir yolla ulaşılmaktadır Yolun II Avludan sonraki kısmında Has Ahırların kapısı, cenazelerin çıkarılmasında kullanıldığı için Meyyit Kapısı adıyla anılır

Fatih Sultan Mehmedin Has Ahırları, II ve III Avlu denilen Divan Meydanı ve Enderûndaki binalardan sonra, Sûr-ı Sultâninin tamamlanması sırasında yaptırmıştır II Avlunun bu yönünü tamamı ile kaplayan Has Ahırlarda padişahın ve Enderundaki yüksek rütbeli kişilerin bineceği seçme atlar bulunurdu

Haz Ahırlar ince uzun bir yapı olup, kuzey ucunda üzeri kubbe ile örtülü bir mekân ve onunla bağlantılı odalar, Raht-ı Hümayun Hazinesi bulunuyordu Burada padişah ve yüksek rütbeli kişilerin atlarında kullanılan değerli taşlarla süslenmiş koşum takımları, eğerler korunuyordu Bu bölümde ayrıca, Ahır Emini ile diğer üst düzey yöneticilerin odaları da bulunuyordu Istabl-ı Âmirede (Has Ahır) Osmanlı kaynaklarından öğrenildiğine göre, 3000den fazla kişi görev yapıyordu Ayrıca sarayın bahçelerinde ve İstanbulun çeşitli yerlerinde bu kısma bağlı örgütlenme, tavla, atölye ve çeşitli binalar da bulunmakta idi

Saray Camileri

Ağalar Camisi (Saray Kütüphanesi)



Ağalar Camisi Enderun avlusunun Haliç tarafında, Has Odadan evvel yer almaktadır Padişahlar, Akağalar ve İçoğlanların ibadeti için kullanılan bu caminin, Fatih Sultan Mehmet döneminde (1451–1481) yapıldığı sanılmaktadır Cami Mekkeye yönelik olması için hafif diagonal biçimde yerleştirilmiştir

Cami kesme taştan kare planlı ve tek kubbeli olup, yanında tek şerefeli taş gövdeli yuvarlak bir minaresi bulunmaktadır Günümüzde Saray Kütüphanesi olarak kullanılmaktadır Kütüphanede sultanların hazinelerinde sakladıkları el yazmaları ile sarayın çeşitli köşk ve koğuşlarından toplanan son derece kıymetli el yazma ve minyatürlü kitaplar bulunmaktadır

Beşir Ağa Camisi

Istabl-ı Amirenin güney ucunda Beşir Ağa Camisi vardı XVI yüzyılda yapılan bu caminin yanına bir de hamam yaptırılmıştır Buradaki caminin yerine I Mahmut döneminde(1730–1754) Harem ağası olan Beşir Ağa tarafından XVIII yüzyılda bugünkü cami yeniden yaptırılmıştır Bu nedenle de cami Beşir Ağa Camii olarak bilinmektedir

Cami kesme taştan kare planlı olup, fevkani bir yapıdır Üzeri merkezi bir kubbe ile örtülüdür

Aşçılar Mescidi

Sarayın mutfaklar bölümünde, Yağhane binasının yanında Aşçılar Mescidi bulunmaktadır Mescit, fevkâni ahşap bir yapı olup, üzeri kırma çatı ile örtülüdür

Sofa Camisi

Sofa Ocağı denilen koğuşun ve Mecidiye Köşkünün yanında bulunan bu camiyi Sultan II Mahmut yaptırmıştır Kaynaklardan burada daha önce yapılmış bir mescidin olduğu öğrenilmektedir

Cami kesme taştan kare planlı olup, üzeri merkezi bir kubbe ile örtülüdür Küçük ölçüde bir camidir Yanındaki minaresi kesme taş kaide üzerine yuvarlak gövdeli ve tek şerefelidir

Haremağaları Mescidi

Haremin içerisinde bulunan bu cami fevkani, kesme taş ve tuğladan yapılmıştır Cami yuvarlak kemerli kesme taş bir koridorun üzerinde Hareme bitişiktir Kare planlı olup, üzeri pandantifli kasnaklı bir kubbe ile örtülmüştür

Cephe görünümü bir sıra kesme taş, bir sıra tuğla dizisi ile hareketlendirilmiştir İbadet mekânı iki yan kenarında altlı üstlü ikişer, mihrap yanında da altlı üstlü birer pencere ile aydınlatılmıştır Bunlardan alt sıradakiler dikdörtgen mermer söveli olup, üzerleri tuğladan yuvarlak sahte kemerlidir İkinci sıra pencereler sivri kemerli ve vitraylıdır

Minare yer konumundan ötürü caminin kubbe ile birleştiği yerde, kesme taştan ve şerefesiz olarak sembolik yapılmıştır

Sultanahmet-Eminönü
Tel : (0212) 512 04 80
Faks : (0212) 528 59 91

Türk ve İslâm Eserleri Müzesi (İbrahim Paşa Sarayı) (Eminönü)



İstanbul Eminönü ilçesi, Sultanahmet Meydanında bulunan İbrahim Paşa Sarayındaki Türk ve İslâm Eserleri Müzesi ilk defa Süleymaniye Camisi yapı topluluğunun Dar-ül Ziyafesi olarak tanımlanan imaretinde kurulmuştur Süleymaniye Camisi ile birlikte 1550–1557 yıllarında yapılan imarette, Süleymaniye medreselerinde görevli hoca ve öğrencilerin yemek gereksinimleri karşılanıyordu

XIX yüzyılın ortalarında Türkiyede başlayan müzecilik çalışmaları sırasında İslâm ve Osmanlı eserlerinin bir araya getirilmesi düşünülmüştü O yıllarda imparatorluğun vakıf yapılarında müzelik eserler bulunuyordu Dönemin Evkaf Nazırı Hayri Efendinin öncülüğünde bir komisyon kurularak bu eserlerin toplanması kararlaştırılmıştır Bu komisyona Mehmet Ziya (İhtifalci), İbnülemin Mahmut Kemal (İnal), Reşat Fuat, İsmet, Armenak ve Ahmet Hakkı Beylerden kurulmuştu Bu komisyon 1911–1914 yıllarında yoğun bir çalışma yaparak cami, mescit, medrese, dergâh ve türbe gibi yapılardaki teberrükât eşyalarını incelemiş ve imparatorluğun en uzak bölgeleri ile bağlantı kurmuştu Bu çalışma sonunda yazma eserler, madeni eserler, çini kap kacak ve halılardan oluşan Evkaf-ı İslamiye Müzesi (bugünkü Türk ve İslâm Eserleri Müzesi) kurulmuştur

Müze 14 Nisan 1914 tarihinde açılmış, açılışta veliaht Yusuf İzeddin Efendi başta olmak üzere Hamdi Bey, Besim Ömer Paşa, Sadrazam Sait Halim Paşa, Şeyhülislam Ürgüplü Hayri Efendi ve Tarihçi Ahmet Rasim de bulunmuşlardı Onların yanı sıra çeşitli devlet kuruluşlarının önde gelenleri, yabancı diplomatlar ve misafirler ile davetli sayısı 250ye ulaşmıştı

Cumhuriyetin ilanından sonra Türkiyede müzeciliğe daha da önem verilmiş, Türk ve İslâm Eserleri Müzesi ismini alan Evkaf-ı İslâmiye Müzesi Hars Müdürlüğü kanalı ile Maarif Vekâletine bağlanmıştı O yıllarda Topkapı Sarayı Müzesine bağlı bir kuruluş olan Türk ve İslâm Eserleri Müzesi 1964 yılında yeniden düzenlenmiş ve müstakil bir müdürlük haline getirilmiştir

Süleymaniye Külliyesinin imaretinde 1983 yılına kadar işlevini sürdüren Türk ve İslâm Eserleri Müzesi, Sultanahmet Meydanındaki İbrahim Paşa Sarayının restore edilerek düzenlenmesinden sonra oraya taşınmıştır



İbrahim Paşa Sarayı XVI yüzyıl Osmanlı mimarisinin önemli yapılarından biri olup, Hipodromun oturma kademeleri üzerinde bulunmaktadır Yapım tarihi kesin olmamakla beraber, bu yapı Kanuni Sultan Süleyman tarafından 1520 yılında on üç yıl sadrazamlık yapan İbrahim Paşaya hediye edilmiştir

İbrahim Paşa Sarayı kaynaklardan ve minyatürlerden öğrenildiğine göre; At Meydanında (Hipodrom) yapılan şenlik, düğün gibi olayların yanı sıra Osmanlı tarihindeki isyanlarda da ismi geçmiştir İbrahim Paşanın 1536da öldürülmesinin ardından ondan sonra gelen sadrazamlar tarafından kullanılmış, kışla, elçilik sarayı, defterhane, mehterhane, dikimevi, cezaevi olarak da kullanılmıştır Bir ara avlusu içerisine evler yapılmış, bir bölümünden askerlik şubesi olarak yararlanılmıştır

İbrahim Paşa Sarayı ilk yapılışında dört büyük iç avlu çevresinde yapılmış bir saray idi Osmanlı sivil mimarisindeki ahşap yapıların aksine bu yapı kesme taştan yapılmıştır Bugün müze olarak kullanılan bölümü dışında kalan yerlerine Adliye Sarayı ve Tapu Dairesi yapılmıştır Günümüzde müze olarak kullanılan bölüm Osmanlı minyatürlerinde ve Batılı sanatçıların gravür ve tablolarında görülen ikinci avlu, merasim salonu ve onu çevreleyen kısımlardır

Türk ve İslâm Eserleri Müzesi yazı ve yazma eserler; halı, kilim ve düz yaygılar; madeni eserler, çini ve keramik eserler, ağaç işleri, taş oymalar ve kitabeler ve etnoğrafik eserlerden meydana gelmiştir

Yazma Eserler Bölümü



Osmanlı yazı sanatının en güzel örneklerini bir araya getiren bu bölümdeki eserler tarihi gelişim içerisinde kronolojik olarak değerlendirilmiştir İslâmiyetin ilk yıllarından günümüze kadar kullanılan yazı örnekleri burada bulunmaktadır

Hicretin ilk yıllarına tarihlendirilen ceylan derisi üzerine kufi yazı ile yazılmış kuranlar, Hz Osmana ait olduğu söylenen kuranlar, İbn-i Bevvabın, Yakut El-Mustasaminin, Abdullah Seyrefinin yazıları, Abbasilerin tarihi belgeleri, Endülüs Memlüklularının, İlhanlıların, Muzafferilerin, Timurluların, Safevilerin, Selçukluların, Anadolu Beyliklerinin ve Osmanlıların yazı örnekleri ile ciltleri burada bulunmaktadır Minyatürlü ve minyatürsüz yazmaların yanı sıra XIX yüzyılda yangından kurtarılan Beni Ümeyye Camisinden İstanbula getirilen Şam evrakı da bu bölümün koleksiyonlarını tamamlamaktadır

Bu bölümde ayrıca XV-XVI yüzyıla ait minyatürlü Firdevzi Şeyhnamesi başta olmak üzere 600 İran yazması bulunmaktadır

Türk yazı sanatının nesih, sülüs, rıka, talik, mubari örneklerinin tezhip sanatı ile gelişimi yine burada sergilenmiştir Osmanlı yazı sanatının ünlü hatalarından Şeyh Hamdullah, Ahmet Karahisari, Hafız Osman, Yesarizâde Mehmet İzzet, Mustafa Rakım, Hakkı Bey, Şefik Bey, Alaaddin Bey, Mehmet Ekrem Bey, Faik Efendi ve Halim Efendinin yazıları da yine burada görülmektedir Bunların yanı sıra çeşitli devirlere tarihlendirilen ciltler, padişah tuğraları, fermanlar, beratlar, temliknameler, vakfiyeler, minyatürlü eserler, maktalar, mühürler, makaslar, divitler ve kalem traşlardan oluşan yazı takımları, dini ve özel yapıları süsleyen çeşitli levhalar yine bu bölümün önde gelen eserleri arasındadır

Bu bölümde hat sanatının çeşitli tekniklerine yer verildiği gibi başta ceylan ve oğlak derilerinden yapılmış çeşitli kâğıt örnekleri, tezhipte kullanılan boyalar da değişik şekillerde bulunmaktadır

Halı ve Kilim Bölümü

Türk ve İslâm Eserleri Müzesinde dünyanın en zengin halı, kilim ve düz yaygıları ayrı koleksiyonlar halinde bulunmaktadır

Selçuklu sanatının XIII yüzyılda meydana getirdiği, kendine özgü özellikleri olan, üstün renk anlayışını yansıtan sekiz halının yanı sıra Osmanlıların yıldızlı, madalyonlu, kuşlu, ejderli, taraklı, hayat ağaçlı Uşak halıları, XV yüzyıl ejder motifli halılar bu bölümde bulunmaktadır Ayrıca Bergama, Lâdik, Mucur, Kula, Gördes, Milas, Konya, Afgan, Kafkas ve İran halı ve kilimleri de onları tamamlamaktadır Bunların yanı sıra XV-XVII yüzyıl arasında Anadoluda dokunan, Holbein isimli bir ressamın eserlerinde görülen Holbein Halılarından örnekler, Hereke fabrikalarında dokunan Osmanlı saray halıları da yine bu bölümde bulunmaktadır

Evkaf-ı İslâmiye Müzesinin kuruluşu sırasında cami, dergâh ve türbe gibi yapılardan derlenen halılara 1970li yıllardan sonra satın alma yolu ile yenileri eklenmiştir Yakın tarihlerde ise çeşitli Anadolu kilimlerinin yanı sıra düz yaygılar da onlara eklenmiştir

Alıntı Yaparak Cevapla

İnceden İnceye İstanbull

Eski 11-04-2012   #33
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İnceden İnceye İstanbull



Madeni Eserler Bölümü



Türk ve İslâm Eserleri Müzesinde maden işçiliği yönünden oldukça zengin bir koleksiyon bulunmaktadır Buradaki madeni eserlerin çeşitliliği, sanat nitelikleri müzeye çok daha zengin bir görünüm kazandırmıştır

XIII yüzyıllara tarihlendirilen Selçuklu maden işlerinden başlayarak günümüze kadar ulaşan süreç içerisinde yapılmış madeni eserler burada sergilenmektedir Bu madeni eserlerin üzerindeki yazılardan İslâm sanatındaki emir ve sultanlar hakkında da bilgi edinilmektedir

Büyük Selçukluların önemli maden yapım merkezlerinden Horasan ve Herat; Osmanlıların Sivas, Konya Erzurum, Diyarbakır, Tokat, Bursa ve Edirnede yapılmış madeni eserleri değişik formları ile dikkati çekmektedir Ayrıca Osmanlı sanatında uygulanan çeşitli maden tekniklerinde yapılmış tunç, gümüş, bakır ve tombak şamdanlar, tepsiler, ibrikler, leğenler, kazanlar, davullar, dirhemler, kapı tokmakları, usturlaplar, kandiller, gülaptanlar, buhurdanlar, değerli taşlarla süslü murassa madeni eserler ve kemerler bu bölüme zengin bir görünüm kazandırmıştır Bunların yanı sıra Cizre Ulu Camisinden buraya getirilen ejder figürlü kapı tokmağı, burç ve gezegen sembolleri ile bezeli XIV yüzyıl şamdanları, XII Yüzyıl Selçuklu davulu, XIII-XIV yüzyıl Selçuklu kurşun kartalı, XIII yüzyıl tunç havan, XV yüzyıl Selçuklu Sultanı Kayıtbaya ait badiye, XVI yüzyıl Osmanlı gümüş ajur tekniğinde yapılmış gümüş fener, XVIII yüzyıl tunç Osmanlı yangın musluğu, XVI-XVIII yüzyıl Osmanlı alemleri bu bölümün önemli eserleri arasındadır

Ahşap Eserler Bölümü



Türk ve İslâm Eserleri Müzesinin ahşap eserler bölümünde İslâm ülkeleri, Selçuklu beylikler ve Osmanlı döneminde yapılmış ağaç işçiliğinin en güzel örnekleri bir araya toplanmıştır İslâm, Selçuklu ve Osmanlı ağaç işlerinin tarihsel gelişimi, bezemeleri ve yapım tekniklerini gösteren bu koleksiyonun en erken örnekleri IX Yüzyılda Abbasi döneminden başlayarak günümüze kadar gelmektedir

XIII yüzyıl Anadolu Selçuklu ağaç eserleri Karaman imaretinin pencere kanatları, XIV yüzyıl Konya Sadreddin Konavi Türbesinin pencere kanadı, Sultan Keykavusun XIII yüzyıla tarihlendirilen rahlesi, Seyyid Mahmud Hayraniye ait XIII yüzyıl Selçuklu sandukası bölümün başlıca eserleri arasındadır Bunların yanı sıra Osmanlı sanatının ortaya koyduğu kündekâri, geçme, oyma, taklit kündekâri tekniğinde yapılmış çeşitli kapı, rahle, Kuran mahfazası ve çekmeceleri, kahve soğutucuları, XVIII yüzyıl Edirne işi çekmece, Edirnekâri üslupta yapılmış çekmeceler ayrı bir yer tutmaktadır Osmanlı sanatının ortaya koyduğu sedef, bağa, fildişi ve kemik kakmalı rahle ve Kuran mahfazaları da üzerinde durulacak eserler arasındadır

Keramik ve Cam Eserler Bölümü

Türk ve İslâm Eserleri Müzesinde İslâm öncesi, İslâm dönemi, Selçuklular, Beylikler ve Osmanlı dönemi çini ve keramikleri zengin bir koleksiyon halinde sergilenmiştir XI Yüzyıl Büyük Selçukluların önemli kültür merkezlerinden Nişabur, Rey, Keşan, Sultanabad gibi keramik yapım merkezlerinin yanı sıra Konya, İznik ve Kütahyada yapılmış olan çini eserler bu bölüme zenginlik kazandırmıştır

XIII yüzyıl Samarrada, XIII-XIV yüzyılda Rakkada yapılmış perdahlı Keşan keramikleri, XIII yüzyılda Anadoluda mozaik ve minai, sıratlı ve sır üstü tekniğinde yapılmış çiniler, alçı örnekleri, ştuklar, freskler yine bu bölümün belli başlı eserleri arasındadır

XIX-XX yüzyılda Çanakkalede yapılmış Çanakkale seramikleri de değişik form ve teknikleri ile ayrı bir bölümü oluşturmuştur

İslâm-Osmanlı kültüründe önemli bir yeri kapsayan cam işçiliğinin belli başlı örnekleri yine burada bulunmaktadır Az sayıda olmalarına rağmen müzedeki cam eserler kronolojik olarak sıralanmış, onları Osmanlı cam işleri, Memluklu eserleri ile Venedik kandilleri tamamlamıştır

Taş Eserler Bölümü

Türk ve İslâm Eserleri Müzesinin taş eserler bölümünde İslâm ve Osmanlı döneminin özelliklerini yansıtan taş eserler, Mezopotamya, Suriye, Mısır ve Anadolunun çeşitli yerlerinden toplanmıştır İslâmiyetin ilk yıllarına kadar inen bu eserler yazı ve tarihi bilgiler yönünden son derece önemlidir

Kufi, sülüs, celi sülüs yazılı olan bu eserlerin hepsinde mükemmel bir taş işçiliği görülmektedir Bu taş eserlerin büyük bir kısmı, özellikle kitabeler günümüze çeşitli nedenlerle ulaşamayan cami, mescit, medrese, dergâh, sebil ve çeşme gibi yapılara aittirler Mezar taşları ise her biri kendine özgü ayrı birer tarihi belge niteliğinde olup, Türk mitolojisinde isimleri geçen ejder, sfenks, grifon gibi figürlüdür Bu eserler arasında Halep Valisi Özdemirin 1493 tarihli lahit mezarı, Mustafa Rakımın levhası, kufi yazılı Halife El Mehdinin yaptırdığı camiye ait VIII-IX Yüzyıl küfi yazılı kitabe, XII Yüzyıl Selçuklu grifonlu kitabesi de bulunmaktadır

Etnografya Bölümü



Türk ve İslâm Eserleri Müzesinin İbrahim Paşa Sarayına taşınmasından sonra yer darlığından Süleymaniyede sergilenemeyen ve satın alma yolu ile müzeye kazandırılan etnografik eserler ayrı bir bölümde sergilenmiştir

Bu bölümde Anadolunun çeşitli bölgelerinden toplanmış halı-kilim tezgâhları, dokumalar, yün boyama teknikleri, halk dokuma ve işleme sanatı örnekleri, yöresel zenginlikleri içinde kostümler, ev eşyaları, el sanatları, el sanatı aygıtları, göçer çadırları kendilerine özgü mekânlar içinde sergilenmektedir

Türk İslam Eserleri Müzesi 1984 yılında Avrupa Konseyi Yılın Müzesi Yarışması Jüri Özel Ödülü'nü, 1985 yılında da Avrupa Konseyi-UNESCO tarafından çocuklara kültür mirasını sevdirme konusundaki çalışmalarından ötürü verilen ödülü almıştır

Süleymaniye'deki müzenin kuruluşunda Can Kerametli'nin; İbrahim Paşa Sarayı'ndaki müzenin yeniden düzenlenmesinde ve bugünkü durumuna gelmesinde DrNazan Ölçer'in büyük payı olmuştur

Sultanahmet Meydanı, Eminönü

Tel : (0212) 518 18 05
Faks : (0212) 518 18 07

Adam Mickiewickz Müzesi (Beyoğlu)

İstanbul Beyoğlu ilçesi Kasımpaşa, Yenişehirde bulunan Adam Mickiewickz Müzesi Türk ve İslâm Eserleri Müzesinin yönetimindedir

Adam Mickiewickz Polonyanın ünlü şairlerinden olup, Polonyanın işgale uğradığı 1795–1918 yıllarında birçok Polonyalı ile birlikte Polonyanın siyasi bağımsızlığı için çaba sarfetmiştir Bu arada 22 Eylül 1855te Polonya asıllı Sadık Paşa komutasında kurulacak ve Kırım Savaşında Ruslara karşı savaşacak olan Polonya taburunu toplamak üzere İstanbula gelmiştir Hasta olarak geldiği İstanbulda 26 Kasım 1955te İstanbulda ölmüştür Adam Mickiewickzin İstanbulda öldüğü ev 1870 Büyük Beyoğlu yangınında yanmıştır Bugünkü bina bir başka Polonyalı siyasi mülteci olan Jean Gorczynski tarafından yaptırılmıştır 1955te Türk ve İslâm Eserleri Müzesinin yönetimine bırakılmıştır Müze üç katlı evde yeni düzenlemelerden sonra 1984 yılında açılmıştır

Müzede şairin yaşadığı dönemin kültürel ve siyasi özellikleri yansıtılmış, Polonyanın tarihsel gelenek ve görenekleri, Polonya ile Avrupa halklarının kurtuluş mücadelesi, şairin çocukluk yılları ile ilgili ilk şiirleri burada sergilenmiştir Ayrıca Polonyalı şairin Maryla Wereszczakownaya duyduğu aşk nedeni ile yazdığı eserler, Osmanlı İmparatorluğunda geçirdiği günler farklı bölümler halinde müzede bir araya getirilmiştir

Adam Mickiewickzin ölümünden sonra cesedi İstanbuldan Parise götürülmüş ve Montmorency Mezarlığına gömülmüştür Mezarı üzerine 1867 yılında aile dostu Fransız heykeltıraş APreault tarafından üzerinde madalya bulunan mezar taşı dikilmiştir Polonyalı şairin sembolik kabri müzenin bodrum katında mermer bir lahit olarak bulunmaktadır Bu bölümde Adam Mickiewickzin 27 Kasım 1855te alınmış maskının bir kopyası, mezarın önündeki odada da Polonya ve dünyada onunla ilgili yapılmış heykeller ile Xawery Dunikowskinin yapmış olduğu iki bronz heykel de sergilenmektedir

Kasımpaşa Yenişehir, Tatlıbadem Sokak
Beyoğlu-İstanbul
Tel : (0212) 253 66 98

Divan Edebiyatı Müzesi (Galata Mevlevihanesi) (Beyoğlu)



İstanbul Beyoğlu ilçesinde bulunan Divan Edebiyatı Müzesi (Galata Mevlevihanesi) Beyoğlundan Yüksekkaldırıma inen Galip Dede Caddesinin hemen başındadır Bir diğer adı da Kulekapısı Mevlevihanesidir

Ağaçlarla kaplı ıssız bu yeri, Sultan II Beyazıt Bostancıbaşılık ve Beylerbeylik yapan İskender Paşaya vermiş, O da burada bir av çiftliği kurmuştu Mevlananın torunlarından Sema-i Mehmet Dede, Paşadan Mevlevi dergâhı yapmak için arazisinin bir bölümünü istemişti İskender Paşa da bu dileği kabul etmiş ve Galata Mevlevihanesinin 1491de yapımına başlanmıştır Galata Mevlevihanesi kuruluşundan kısa bir süre sonra halveti zaviyesine dönüşmüş, XVII Yüzyıl başlarında Kasımpaşa Mevlevihanesinin kurucusu Sırrı Abdi Dedenin çabasıyla yeniden Mevlevihaneye dönüşmüştür Galata Mevlevihanesi Sultan III Mustafa zamanında 1765-1766da Tophane yangını sırasında yanmışsa da padişahın emriyle o yıl yeniden yapılmıştır Mevlevihaneyi Sultan III Selim, Sultan II Mahmut ve Sultan Abdülmecid birkaç kez onartmıştır Ancak bunlardan Sultan III Selimin yaptırdığı onarım, diğerlerinden biraz farklı olmuş ve Divan Edebiyatında iz bırakmıştır O yıllarda Galata Mevlevihanesinin post makamında Şeyh Galip bulunuyordu Divan Edebiyatına yenilik getiren şeyh Galip harap olmaya başlayan, suyu akmayan Mevlevihanenin onarımını devrin sadrazamına yazdığı ve buna eklediği bir kaside ile istemiştir Sadrazam da bu durumu padişaha arz ederken Şeyh Galipin kasidesini de ona eklemiştir Sultan III Selim bu kasideyi çok beğenmiş Mevlevihanenin onarımının yanı sıra uzak bir kaynaktan suyunu da getirtmiştir Bundan sonra padişah, Mevlevihanenin açılışına katılmış, bu olaydan birkaç gün sonra da Kaptan Paşa Akdeniz seferinden başarı ile dönünce Mevlevihanenin uğurlu geldiği düşünülmüştür



Galata Mevlevihanesi mimari olarak ilgi çeken bir yapıdır Avlu girişinin yuvarlak kemeri üzerinde Sultan II Mahmutun tuğrası ile şair Lebibin talik yazılı onarım yazıtı yer alır Kapının iç yüzünde ise Sultan III Selimin yapmış olduğu bu onarımı dile getiren Şeyh Galipin dizeleri bulunmaktadır Mevlevihanenin girişinde XIX Yüzyıla tarihlenen Halet Efendinin Kütüphanesi, Sultan Abdülmecitin onardığı 1649 tarihli Hasan Ağa çeşme ve sebili yer almaktadır Avluda, üzerinde Mevlevi sikkesinden ilginç bir âlemi olan Şeyh Galipin türbesi vardır Bu türbeyi Hüseyin Ayvansarayîden öğrendiğimize göre, Bağdat seferi dönüşünde (1810) Halet Efendi yaptırmıştır

Semahane, selamlık ve derviş hücrelerini bir araya getiren ahşap yapı avlunun sonundadır Arazi konumundan ötürü, ön tarafı iki, arka tarafı da üç katlıdır Semahanenin kapısı üzerine Sultan Abdülmecitin tuğrası ile 1895 tarihli onarım yazıtı yerleştirilmiştir Semahanenin içerisi sekiz ahşap sütunun ve bunların arasındaki korkulukların yardımıyla sekizgen plana dönüştürülmüştür Girişin karşısında mihrap ile minber, ikinci katta kafeslerle ayrılmış mahfiller, şeyh dairesi, Konya Postnişini hücresi ile hünkâr mahfili yer almaktadır Girişin üzerindeki balkon mıtrip heyetine ayrılmıştır Sol taraftaki Bacılar Dairesinde de yabancı misafirler sema ayinini izlerlerdi Mevlevihanenin hamam, mutfak ve kilerleri avlunun ayrı bir köşesinde yapılmışlarsa da bunlar günümüze gelememiştir



Dergâhların kapatılmasından sonra bir süre Mevlevihane kendi yazgısıyla baş başa kalmış; haziresinin bir bölümüne Beyoğlu Evlendirme Dairesi yapılmış, semahane Vakıflarca lojman olarak kullanılmış, Halet Efendi Kütüphanesi de polis karakoluna dönüşmüştür

Mevlevihanenin bu perişanlığını önleyebilmek için İstanbulu Sevenler Cemiyeti 1947de onarımını yaptırmış, ardından Milli Eğitim Bakanlığına, sonra da Kültür Bakanlığına devredilmiştir Kültür Bakanlığı Mevlevihanenin yeniden onarımını yapmış ve burada Mevlevi kültürü ile divan edebiyatı eserlerini bir araya getiren “Divan Edebiyatı Müzesi”ni açmıştır (26Aralık1975) Müzenin kuruluşunda Türk ve İslâm Eserleri Müzesi Müdürü Can Kerametlinin ve Necati Erginin büyük emeği geçmiştir Türk ve İslâm Eserleri Müzesine bağlı bir birim olan bu müze açılışı ile birlikte Müdürlük haline getirilmiş ve müzenin ilk müdürlüğüne de Türk ve İslâm Eserleri Müzesi uzmanı Erdem Yücel getirilmiştir

Divan Edebiyatı Müzesinin Semahane Bölümünde kös, rebab, kabak kemençe, baron kemençe, ud, halile, kanun, davul, zurna, tekke defi, növbe, kudüm gibi çeşitli Mevlevilikte kullanılan musiki aletleri sergilenmiştir Ayrıca Mevlevilerin kullandığı dilli kaval, billur kaval, sibsi, gümüş telli zurna ve nefir gibi ney çeşitleri de onları tamamlamaktadır

Semahanede çeşitli tombak, gülabdanlar, buhurdanlar, celi sülüs yazı ile sikke içerisinde istif edilmiş “Ya HzMevlâna Celaleddin-i Rumi” yazılı levha, Hilye-i Şerif, keçe seccadeler, çeşitli mesneviler, Galata Mevlevihanesinin son şeyhi olan Ahmet Celaleddin Efendiye ait hırka, çeşitli Mevlevi sikkeleri, mestler, müttekalar, fermanlar ile tennure hırka ve sikkeden oluşan Mevlevi giysileri de sergilenmiştir



Müzenin ikinci katı Bektaşi babası Ahmet Saidin camaltı tekniği ile yapılmış sembol resimleri, bu Mevlevihanede yetişmiş olan Şeyh Galib, İsmail Ankaravi, Esrar Dede, Fasih Dede ve şair Leyla Hanımın el yazmaları; çeşitli işlemeli seccadeler, Mevlevi ve Bektaşi tespihleri, aşere seccadesi, rahleler, gümüş şamdanlar, çeşitli dönemlerde yazılmış Kuranlar, mesneviler, maktalar, makas, divit ve hokkadan meydana gelen yazı takımları, kalemler, Bektaşilerin boyunlarına astığı teslim taşları, Halveti Tarikatına ait değişik taşlar, mataralar, bakır sahanlar, İznik seramikleri, bakır kepçeler, Tophane işi lüleler, üzerlerinde Kelime-i Tevhit yazılı yaldızlı fincanlar, divan şairlerine ait divanlar ile fermanlar ile Sultan IIISelimin tuğrası bulunmaktadır

Mevlevihanenin haziresi Mevlevi kültürü, hat sanatı, bezeme ve tarihi yönünden de son derece önemlidir Burada Galata Mevlevihanesinde şeyhlik yapmış olanlar, kudümzenler, neyzenler, divan sahibi olan şairler gömülüdür Ayrıca Humbaracı Ahmet paşanın, Türkiyede ilk matbaayı kuran İbrahim Mütefferikanın, ünlü bestekâr Vardakosta, Seyyid Ahmed Ağanın, Nayi Osman Dedenin, Tepedelenli Ali Paşanın mezarları bulunmaktadır

Alıntı Yaparak Cevapla

İnceden İnceye İstanbull

Eski 11-04-2012   #34
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İnceden İnceye İstanbull



İstanbul Surları ve Kapıları



İstanbulun surları bütün dönemlerde şehrin en etkin savunma aracı olmuştur Byzantion şehri kurulduğunda etrafını çevreleyen surlara ait yeterli bilgi bulunmamakla birlikte, bazı araştırmacılar bu arkaik döneme ait sur duvarlarının Topkapı Sarayı civarında olduğunu ileri sürülmektedirler

III yüzyılda, Roma tarihinin en iyi yazarlarından olan Yunanlı tarihçi Cassius Dio bu surlardan söz etmektedir Onun yazdığına göre bu surlar son derece güçlü idi ve siperlikler iri kare bloklarda inşa edilmiş olup, tunç levhalarla birbirine tutturulmuştu Üzerinde üstü kapalı bir seyirdim yolu ve düzensiz aralıklarla yerleştirilmiş kuleleri bulunmakta idi Cassius Dio, bu surların kara tarafında olanların yüksek, deniz tarafındakilerin ise kıyının hemen yanında kayaların üzerine inşa edildiklerini belirtmektedir Ayrıca bu surlardaki kulelerin akustik düzeninin çok iyi olduğunu, kulelerden birinden bağırıldığında sesin yedinci kuleye kadar gittiğini de söylemektedir

Pausanias, Kodinos ve Herodianus da bu ilk surlardan söz etmektedirler Kentte yaşayanlar çeşitli dönemlerde Avar, Sasani, Emevi, Abbasi, Bulgar, Rus, Macar, Peçenek akınlarından bu surlar yardımıyla kendilerini koruyabilmişlerdir XIV yüzyılın başında Venedik donanmasının denizden saldırıları yine bu surlar sayesinde durdurulabilmiştir Ayrıca fetihten az evvel Galatada oturan Cenevizlilerin kenti ele geçirme çabaları da yine bu surlar nedeniyle sonuçsuz kalmıştır Uzun süre savunma görevini üslenen surlardan ilk kez içeriye girmeyi Fatih Sultan Mehmet başarmıştır

İstanbul surları ortalama 21 km uzunluğu ile Avrupanın en uzun savunma yapılarından olup, başlıca beş grupta toplanmaktadır

I - İlk surlar
II - Kara Surları (ortalama 11 km uzunluğunda)
III- Marmara deniz surları (ortalama 8 km)
IV- Marmara – Haliç arasındaki kara surları (Ortalama 7 km)
V - Haliç Surları (ortalama 5 km)

İlk surlar

Byzantion şehrinin en eski surları hakkında birçok iddia ortaya atılmış, ancak verilere en uygun olanı, Megaralı Dorların bugün tahminen Topkapı Sarayının olduğu yerde Akropolis Tepesi diye adlandırdıkları küçük yerleşimlerinin etrafını çevirdikleri duvardır Bu surların fetihten sonra Sur-u Sultani denilen Topkapı Sarayı surlarının temellerinde kullanıldığı ileri sürülmekte olup, bu akla çok daha yakın bir tezdir Zira toprağı kazıp temele inmektense mevcut temelleri kullanmak ekonomik açıdan çok uygundur

Dönemin tarihçileri bu surların yapımına 412de başlandığını ve çok kısa bir sürede bitirildiğini söylemektedirler 5,7 km uzunluğundaki bu surlar 96 adet kule ile sağlamlaştırılmıştı Roma İmparatoru Septimus Severus 196da Byzantionu ele geçirdiğinde daha sonra IKonstantinus (324–337)un yaptırdığı surun temelini teşkil edecek olan Sarayburnundan başlayıp Hipodroma kadar devam eden surları yaptırmıştır

Kara Surları



Bu surlar Yedikuleden başlayıp Blakhernai Sarayını içine aldıktan sonra Haliçe bağlanmaktadır II Theodosiusun yapımını başlattığı bu surlar fetihe kadar çeşitli ilavelerle devam etmiştir Fetihten sonra da Fatih Sultan Mehmet tarafından da bazı ilaveler yapılmıştır

Kara surları iç içe üç kademeli yapılmıştır Önde bir hendek (taphros) onun arkasında dış veya ön sur (mikron teichos) ve onun arkasında genişliği 3–8 m arasında yüksekliği de 11–13 m yi bulan iç veya arka sur (mega teichos) vardır Hendeklerin içinin su dolu olup olmadığı devamlı bir tartışma konusu olup, kesin bir sonuca varılamamıştır Bu hendeklerin bir kısmı Osmanlı döneminde sebze bostanlarına dönüştürülmüştür İç sur duvarlarının 50 ile 75 m arasına da bir burç yerleştirilmiştir Bu burçlar kare, dikdörtgen veya yuvarlak plânlı olup, yükseklikleri de ortalama 24 mdir Bu burçlar sur bedeninden 10–11 m ileri taşar ve içleri 2–3 katlıdır, üstleri ise kubbe veya tonoz ile örtülmüştür İç sur ile dış sur arasında 12–15 m genişliğinde bir düzlük arazi bulunmaktadır

Dış surların bedeninde 4 m kadar ileri taşan 9–10 m yükseklikte, genişliği ise 4–5 m olan kare veya yarım daire plânlı burçlar bulunmaktadır Kara surlarının üzerinde 96 adet burç bulunmaktadır Surlar kazamat olarak isimlendirilen sandık duvar tekniğinde olup, 1 m kalınlığında ve 8 m yüksekliğindedir Bu kazamat denilen duvarların iç kısımlarında silah deposu olarak kullanılan küçük odacıklar yer almaktadır Sur duvarlarındaki taş sıralarının arasında beş sıra tuğla hatıllar yerleştirilmiştir İki tarafı bu teknikteki surun içi moloz taş ile doldurulmuştur



Sur bedenlerindeki askeri amaçlı kapıların yanı sıra Ana Kapı olarak anılan merasim kapıları da bulunmaktadır Askeri amaçlı kapıların bazıları fetihten sonra örülerek kapatılmış, bazı yerlere ise yeni kapılar açılmıştır Kapılar sur duvarında 5–6 m genişliğinde bir hafifletme kemeri altında yer almaktadır Bunlardan sivil amaçlı olanlarının içleri mermer kaplıdır Bu kapılar şehirden çıkıştaki ana yolların üzerinde açılmışlardır Kapı kanatları ise ağır ahşap ve bronz kaplıdır Bu kapıların iç tarafından çift taraflı merdivenlerle surun üstüne çıkılmaktadır Burçlara ve sur bedenine çıkan seğirdim yoluna çıkan merdivenler genellikle kapıların iki yanına yerleştirilerek zayıf noktalardaki duvarların kalınlaşması sağlanmıştır

İstanbulu batıdan kuşatan ve günümüze kadar gelebilen kara surlarının yapımına, II Theodosius (408–450) zamanında başlanmıştır AMSchneider ön surların 423–428 arasında bitirildiğini ileri sürmektedir

Bu kara surlarının Ortaçağın en kuvvetli güvenlik duvarı olduğu kabul edilmektedir 447 depreminde bu surların 57 burcunun ağır hasar gördüğü ve 60 günde onarıldığı bilinmektedir Bu onarıma ait Konstantinusun yazdırdığı kitabe Mevlevihane Kapısı üzerinde bulunmaktadır 554deki depremde ise Haliç surlarının kara surları ile birleştiği Regium Kapısından itibaren büyük zarar görmüş ve II Iustinianus (565–578) tarafından 565–570 yılları arasında onarılmıştır Arap akınları sırasında 669 ve 674–680 yıllarında şehrin korunması için İmparator II Iustinianus tarafından sağlamlaştırılıp bazı ekler yapılmıştır 717–718de Arap komutanı Meslemenin ordularına karşı koymak için, III Leonun (717–741) halktan topladığı vergilerle surlar takviye edilmiş ve Araplar tarafından aşılamamıştır



Surların 740 depreminde çok zarar görmesi üzerine İmparator III Leon bu surların onarımı için gerekli parayı sağlamak için özel bir vergi koymuştur X ve XI yüzyıllarda meydana gelen depremlerde hasar gören sur bedenleri ve kapıları I Komnenos tarafından onarılmış, bazı kapılar güvenlik açısından kapatılmıştır Kapatılan kapılardan birisi de Ksylokerkos (Belgrad) Kapısıdır Latin istilası sırasında surların burçlarının bazıları tahıl ambarları olarak da kullanılmıştır 1354 depreminde tekrar zarar gören surları V Ioannes Palaiologos onarmıştır

İstanbulun fethi sırasında surların büyük bölümü yıkılmış ve kapılar da büyük zarar görmüştür Fatih Sultan Mehmet 1458de surların tamamını onartmış ve Altın Kapının arkasındaki Yedikule İç Kalesini inşa ettirmiştir 1509 depreminde zarar gören surların onarımı 1510a kadar devam etmiş ve Mimarbaşılar Bali ve Mahmud Ağaların yürüttüğü onarım projesi ile giderilmiştir Sadrazam Boynueğri Mehmed Paşa tarafından 1635de büyük bir onarım ve temizletilmiştir 1690 ve 1719 depremlerinden sonra Sadrazam Damat İbrahim Paşa tarafından onarılmıştır 1754, 1766 ve 1894 depremlerinde bazı yerleri yıkılan surlar bu tarihten sonra pek önemsenmemiş, hatta taşları civardaki evler tarafından malzeme olarak kullanılmıştır 1870-1873te Tren yolu ve Sirkeci Garının yapılması sırasında Topkapı Sarayı önündeki bölümün bir kısmı yıkılmıştır

UNESCOnun da işbirliği çerçevesinde, Taç Vakfı ve İstanbul Belediyesinin ortak çalışmaları ile 1980den itibaren kısım kısım surların yenilenmesi ve restorasyonu yapılmakta olup, bu çalışmalar halen de devam etmektedir



Kara surlarının Haliçe doğru inen ve Eğrikapı yakınındaki bölgede burçların içinde irili ufaklı zindanlar açılmıştır Bunlardan en önemlisi Anemas Zındanıdır Girit Adasının Arap idaresinde bulunduğu sıradaki idarecisi olan Abdülaziz el-Kuturbî isimli Arap kumandanı Giritin düşmesi üzerine Bizansa getirilmiş ve Hıristiyanlığı kabul ederek burada yerleşmiştir Oğullarından biri olan Mihael Anemas Bizans ordusunda yüksek rütbeli bir askerken I Aleksios Komnenosu devirmek isteyen bir komploya karışmış gözlerine mil çekilip hapis cezası almıştır Aleksios Komnenosun kızı Anna Komnena onun kör edilmesini engellemiş ve bir kulede ömür boyu hapsedilmesini sağlamıştır İşte Anemasın hapsedilip ömrünü tamamladığı bu kuleye sonradan Anemas Zindanı adı verilmiştir Bu kule uzun zaman üst rütbeli kişilerin hapsedildiği yer olarak tarihe geçmiştir Bir isyanda tahtını kaybeden İmparator I Andronikos (1183–1185) korkunç işkencelerle öldürülmeden önce burada kısa bir süre hapsedilmiştir II İsaakios Angelos 1195de kardeşi tarafından tahttan indirildiğinde gözlerine mil çekilmiş ve buraya hapsedilmiştir Oğlu genç Aleksios Haçlı şövalyelerini babasını yeniden tahta çıkarmaya ikna etmiş ve böylece II İsaakios kısa bir süre tekrar Bizans tahtına çıkmıştır Latin istilası sırasında bu zindan-kule hapishane işlevini sürdürmeye devam etmiştir V İoannes Palaiologosun oğlu Andronikos babasına karşı bir ayaklanma düzenlediği iddiasıyla buraya hapsedilmiş, bir süre sonra 1376da buradan kaçmayı başaran Andronikos bu kez babası ve kardeşi Manueli buraya hapsettirmiş ve IV Andronikos Palaiologos (1376–1379) adı ile tahta çıkmıştır



Blakhernai Sarayına ait olan bu mahzen ve kuleler oldukça geniş bir kompleks meydana getirmektedirler Bu kulenin bitişiğinde Isaakios Angelos Kulesi vardır Bu kulelerin içinden aşağıdan yukarıya doğru bağlantıyı sağlayan rampalar vardır

Kulelerin üst kısımları ikamete uygun biçimde hazırlandıkları kemerli pencerelerinden ve bir dizi sütun gövdelerinden anlaşılmaktadır Bu sütunlar büyük ihtimalle bir balkonu taşıyor olmalıdır Isaakios kulesinin üzerinde İmparatorun adını taşıyan 1186 tarihli bir kitabe bulunmaktadır Bu iki burcun temelleri taştan çok kalın bir kılıf içine alınarak takviye edilmişlerdir Büyük bir ihtimalle bu takviye üstteki terasta XVI yüzyılda yapılmış olan İvaz Efendi Camisinin yapımı sırasında yapılmıştır Üzerleri beşik tonozla örtülü bu kulelerin arkasında eski bir sur duvarı önüne on dört bölümlü, iki katlı zindan olarak kullanıldığı sanılan bir alt yapı eklenmiştir Bu karanlık hücreler dış duvarlardaki dar mazgallar ile havalandırılmakta ve aydınlatılmaktadır

Kara Surlarının Kapıları

Surların Marmara tarafından başlayarak sırasıyla devam eden kapıları olmakla beraber, iki sur arasında ve önündeki hendek ile bağlantıyı sağlayan askeri amaçlı tali kapılar da bulunmakta idi Ana kapıların isimleri ise sırasıyla şöyledir:

Altın (Yaldızlı) Kapı (Porta Auera)

Altın Kapı, Bizans döneminde günlük kullanıma kapalı sadece İmparatorluk törenlerinde kullanılan bir kapı idi Trakyadan gelen Via Egnatia yolu bu kapıdan geçtikten sonra kentin Mese denilen ana caddesinde devam edip ve Ayasofya önünde son buluyordu II Theodosiusun kara surlarını yaptırırken bu kapıyı da surlarla bir bütün olarak 439da inşa ettirdiği ileri sürülmektedir Kapı adını altın yaldızla kaplı görkemli kapılarından almıştır

İmparatorluk Kapısı olarak adlandırılan üç gözlü bir zafer takını andıran bu kapıdan İmparatorlar zafer alaylarının başında kente girerlerdi Halkın kullanması için de bu kapının az ilerisinde bir kapı daha açılmıştı ki bu Yedikule Kapısıdır Osmanlı döneminde bu kapı Yedikule hisarına döndürülmüştür Üç gözlü kapının ortasındaki büyük yuvarlak kemerin dış yüzünde Latince bir kitabe bulunuyordu Bu kitabeyi Fransız araştırmacı Charles de Cange XVII yüzyılda yerinde bulunduğunu ve üzerinde şu metin yazılı olduğu belirtmiştir:

“ Avea Saecla Gerit Qui Portam Constrvit Auro (Kapıyı altın olarak yaptıran altın bir devir yarattı)

Kapının iç tarafındaki kitabede ise;

“Haec Loca Thevdosivs Decorat Post Fata Tyranni (Tiranı yok ettikten sonra Thodosius burayı süsledi)

Bugün bu kitabelerin tutturulduğu kenetlerin oyukları duvarda görülebilmektedir 1940 m yüksekliğindeki bu kapının iki yanında ileriye doğru 1687 mlik çıkıntı yapan kare plânlı iki kule bulunmaktadır Bu üç gözlü tören kapısı çok muntazam işlenmiş,190 meninde, 037 m yüksekliğinde ve 095 m kalınlığında bloklar halinde yontulmuş Marmara mermeri ile kaplıdır Üst kısmı mermer korkuluklu bir terasla çevrili olup, üzerlerinde Roma kartallarının bulunduğu eski gravürlerde görülmektedir Kapının üzerinde Romalı bir kumandan giysisiyle ayakta Thodosiusun heykeli bulunmakta idi 740 depreminde bu heykel düşmüştür

Altın kapı Bizans İmparatorluğunun sonlarına doğru eski görkemini kaybetmiştir İmparator V İoannes Palaiologos buradan düşen taşları civardaki kiliselerin onarımında kullanmıştır Daha sonra ise bu kapı bir kaleye dönüştürülmek istendiğinden içleri doldurulmuş ve yan dikmelerin yerleri değiştirilmiştir Soldaki girişin dolgusunda kullanılan taş ve tuğla tekniğinin XIII-XIV yüzyıllara ait Bizans duvar örgüsü tekniğinde olduğu görülmektedir Kapının iki yanındaki duvar yüzeylerinde daha eski bir yapıdan çıkarılan mermer konsol ve sövelerle içlerine yerleştirilmiş antik bir devire ait tanrı ve tanrıçaları gösteren kabartmaların olduğu on iki adet mermer levha yerleştirilmiştir Bu levhalar 1621–1628 yılları arasında İngiltere elçisi olarak İstanbulda bulunan Sir Thomas Roe tarafından götürülmek istenerek yerlerinden sökülmüştür Ancak çevre halkının karşı koyması sonucu götüremeyip söktüğü levhaları yerde bırakmak zorunda kalmıştır Fakat ne yazık ki o zaman bunlar toplanamamış ve dağılarak kaybolmuşlardır Bazı parçaların birtakım Batı müzelerinde ve özel koleksiyonlarda olduğu bilinmektedir Günümüzde bu çerçevelerin kalıntıları görülmektedir

1894 depreminde kulelerin üst kısımları büyük zarar görmüş, güney kulesinin yukarı kısmındaki mermer kaplama ana gövdeden ayrılmış olup, 1960da Mimar Cahide Tamerin restorasyonuna kadar bu şekilde kalmıştır Bu restorasyon sırasında eksik kısımlar kısmen orijinaline uygun bir şekilde yapılıp Altın Kapının içi, geçitleri ve döşemesi temizlenmiştir Ancak bu çalışma sırasında evvelce burada var olduğu bilinen Theodosius, zafer tanrıçası Nike ve Roma kartallarından kalan hiçbir parçaya rastlanmamıştır

Belgrad Kapısı (Porta Ksilokerkos)



Yedikuledeki bu kapı, içeriden surlara çıkmak üzere yapılmış ikinci büyük askeri kapı olup, V Yüzyıla aittir Osmanlı döneminde önem kazanmış ve kullanıma açılmıştır Kanuni Sultan Süleyman Belgratı fethettikten sonra yanında getirdiği esnafı buraya yerleştirdiği için bu isimle anılmaktadır

Yedikule ile Belgrad Kapı arasında 11 burç vardır Sekizinci burcun üzerinde III Leon ve oğlu VKonstantinin burada yaptığı onarımları anlatan kitabeleri yer almaktadır VIII İoannes Palaioloğosda 1434de bu kapıyı onartmıştır

Silivri Kapısı (Porta Pege)

Belgrad Kapı ile arasında 13 burç vardır Silivri yolunun başlangıcında olduğu için daha sonra bu isimle anılmıştır Ön sur ile ana sur arasındaki peribolos içinde yer almaktadır İstanbuldaki Latin istilasına, bu kapıdan gizlice giren komutan Aleksius Stategopulos son vermiştir

Kapının 200 m kadar uzağında ise I Leon tarafından yaptırılan “Balıklı Ayazması” bulunmaktadır Bu ayazma ve fetih ile ilgili şöyle bir öykü bulunmaktadır Bu öyküye göre;

“Fetih sırasında bu ayazmadaki keşişler tavada balık kızartıyorlarmış Türklerin şehre girdiği haberini getiren birine keşiş “ tavada kızaran bu balıklar canlanmadıkça buna inanmam” cevabını vermiş Rivayete göre bu söz üzerine balıklar tavadan ayazmanın suyuna atlamışlar” O günden beri de bu ayazmanın suyunda balık bulunduğu ileri sürülmektedir Ayrıca bu yüzden de esas adı “Pigi” olan bu ayazma “Balıklı” olarak anılmıştır

1509da 49 kulenin zarar gördüğü depremden sonra Mimarbaşı Ali bin Abdullah ve yardımcıları olan Bali ve Mahmudun sürdürdüğü onarım çalışmaları ile yenilenmiş ve bu kapının üzerine 1510 tarihli bir onarım kitabesi konmuşsa da bu kitabe günümüze gelememiştir Kitabenin bulunduğu yer bugün boş durumdadır 1987 yılında restorasyon projesi kapsamında burası da ele alınmış ve onarılmıştır Bu restorasyon sırasında burada iki bölümden oluşan ve içinde beş adet lahdin bulunduğu bir hipoje (mezar odası) çıkarılmıştır

Kalagru Kapısı (Porta tou Kalagru)

Bizans devrinde Pege ile Rhesium kapıları arasındaki askeri bir küçük kapı idi

Mevlevihane (Mevlana) Kapısı (Rhesium, Porta Rhegion)

Yuvarlak kemerli askeri kapılardan biri olan bu girişin üstündeki bir kitabede İmparator Iustinianusun karısı Sofia ve Komutan Narses tarafından onartıldığını yazan bir kitabe vardı Eski kaynaklara göre bu kapının üzerinde XIV yüzyıla kadar yerinde durduğu söylenen, surları yaptıran II Theodosiusun bir heykeli bulunuyordu

Bizansın son dönemlerinde, IX Yüzyılda Eyüpe yerleşen bir Rus cemaatinin bu kapıdan girip çıkmalarına izin verildiğinden, kapıya “Rus Kapısı” adı da verilmiştir Osmanlı devrinde ise yakınındaki Mevlevihaneden dolayı “Mevlevihane Kapısı” adı ile anılmıştır

1988de yapılan onarım çalışmaları sırasında bu kapının dışında iç ve dış sur arasında XI-XII Yüzyıllara tarihlendirilen bir nekropole ait mezarlar bulunmuştur

Top Kapısı (Porta Romanos)

Mevlevihane (Mevlana) Kapısı ile Sulukule Kapısı arasındadır Fetih sırasında Fatih Sultan Mehmet kuşatma sırasında karargâhını buraya kurarak en büyük topları buraya yerleştirmiş ve top atışları buradan yapılmıştır Bu nedenle de bu ismi almıştır

Günümüzde içinden geçen caddeler yüzünden giriş kapısı ortadan kalkmış olup yan duvarların üzerindeki küçük bir tali kapı kalmıştır

Sulukule Kapısı (Porta Pempton)

Edirne Kapısına en yakın olan kapıdır Lykos Deresi üzerinde olduğu için Sulukule adı ile tanınmıştır Fetihten sonra bu bölgeye Romanlar yerleştirilmiş olup günümüzde de bu yerleşim devam etmektedir

Edirne Kapısı ( Porta Harisius, Andrinopolis)



İstanbul surlarının on büyük kapısından biridir Eskiden Lykos Deresinin aktığı bu yer surların en alçak kısmıdır Fetih sırasında ilk açılan kapı olduğu da söylenmektedir

Silme bir çerçeve içerisindeki kapı dehlizinin üstü tonoz örtülüdür Dehlizin yan duvarları kesme taştan yapılmıştır Sefere çıkan Bizans İmparatorları bu kapıdan geçerek dışarı çıkarlardı Aynı zamanda bu kapıyı Rumeliden gelen tüccarlar kullanırlardı Bu özelliğini Osmanlı döneminde de korumuş olup, bu kapının içerisinde de çeşitli dükkânlar açılmış ve esnaf yerleşimi olmuştur Aynı zamanda bir merasim kapısı olma özelliğini de korumuş ve yabancı elçiler bu kapıdan şehre girmişlerdir

Kara yolu ile İstanbula gelenlerin normal olarak güzergâhlarında bulunduğu için kolayca şehre giriyorlardı Deniz yolu ile gelenler ise Galatada karaya çıkıyorlar, sonra Haliçin etrafını dolaşarak Edirne Kapısından şehre girerek bu seremoniye uyuyorlardı İrandan gelen elçiler ise Üsküdardan Beşiktaşa geçiyor oradan da Haliçi dolaşarak yine Edirne Kapısından şehre giriş sağlanıyordu

Eğri Kapı (Porta Regia)



Surların son kapılarından biri olan Porta Regia askeri bir kapıdır Şehir düşmeden az evvel son İmparator Konstantin Dragazesin hayatta iken en son görüldüğü yerin burası olduğu hakkında bir söylence vardır

İstanbulun fethi sırasında en kanlı mücadelenin geçtiği yerlerden birisidir Bu kapının civarında Bizans döneminde ayakkabı ve ordu için çizme yapan esnafın yerleştiği ileri sürülmektedir

Blakhernai Kapısı (Ksyloporta)

Blakhernai Sarayı ve çevresindeki surlara ait sivil kapılardan biridir Buradaki kara surlarının bir bölümü saray yapıldıktan sonra genişletilmiş ve saray ile içinde bulunduğu mahalle koruma altına almıştır

Sağlam kulelerin yer aldığı bu surun önünde hendek yoktur Buradaki surlar Manuel Komnenos, Herakleios (610–641) ve Leon (813–820) suru olmak üzere üç kısımdan meydana gelmektedir 626 yılında Avarların İstanbulu kuşatmaları sırasında buradan bir gedik açarak şehre girmek istemişlerse de başarılı olamamışlardır Bu kapı Herakleios surunun üçüncü kulesinden sahile doğru uzanan koruma duvarında açılmış bir kapıdır XIV ve XV yüzyıllara ait metinlerde buradan Ksyloporta olarak bahsedilmektedir Bu kapı ve koruma duvarları 1868de yıkılmıştır

Marmara Surları

Marmara surları, Marmara Denizi kıyılarında 8,5 km uzunluğunda ve tek sıra olarak yapılmıştır Aya Barbara (Topkapı) Kapısı ile Kara surlarının güneyden başlayan bu surlar Yedikulenin güneyinde kara surları ile birleşmektedir Marmara surları denizden gelecek düşman saldırılarına karşı korunma amacı ile yapılmıştır Nitekim Theopnaes, 718de Arapların İstanbulu kuşatmaları sırasında çıkan bir fırtınanın Arap donanmasını tamamıyla perişan ettiğini yazmaktadır Birçok kısmı akıntılı olan bu sahilde surlara düşman donanmasının yaklaşması ve karaya asker çıkararak koçbaşları ile hücuma geçme olanaklarını bu tabiat şartları çok zorlaştırıyordu

Buradaki duvarlarının yüksekliği 12–15 m arasındadır Ortalama 20 m yüksekliğinde kare, beş ve altıgen planlı 188 burcu ve 8i büyük olmak üzere irili ufaklı 36 kapısı olduğu tespit edilmiştir Küçük kapılar askeri amaçlı olmayıp geride bulunan mabetlere, saraya ve diğer yapılara gitmek için kullanılmışlardır 1871–1872deki Marmara kıyısından demiryolu geçirilirken bu surlar sekiz yerinden kesilmiş ve büyük tahribata uğrayarak birçok kapı ve burcu yok olmuştur

Marmara deniz surlarının ilk yapılışının sahile yığılan taşların oluşturduğu bir set olduğu bilinmektedir Büyük Konstantinus ilk kara surlarını yaptırttığında deniz surları ile birleştirmeyi gerçekleştirmiştir Samatyanın doğu tarafında birleşen bu surlar depremden zarar görünce Arkadios (395–408) zamanında onarılmıştır II Theodosius kara surlarını yaptırdığında Marmara surları da bu yeni surun güneyindeki bitiş noktasına kadar uzatılmıştır 447 depreminde zarar görünce I Leon tarafından onarılmıştır Ancak, Yenikapıda bugün olmayan bir kitabede Perfectus Constantinusun onardığının yazılı olduğunu, devrin tarihçileri yazmaktadır Daha sonra II Anastasios (713–715) Arap akınlarına karşı koymak için surları onartmıştır Bu onarım sayesinde Arap komutanı Mesleme şehre girememiştir 764de çok şiddetli geçen kış sırasında Karadeniz sahili millerce mesafe donmuştu İlkbaharda buzlar çözlünce akıntı birçok büyük buzları denize sürüklemişti Bu buzullar akıntı ile Sarayburnuna gelmiş ve surlara şiddetle çarparak büyük bir zararlar verirmiştir II Mikhael (820–829) ve oğlu Teofilosun (829–842) zamanında büyük bir tamir gördüğü de kulelerin cephelerindeki kitabe bantlarında yazılıdır Teofilos Haliç ağzında gerili olan zincirin dışında kalan ve denizden gelebilecek hücumlara karşı zayıf olan bu surları Eugenia Kapısı ile deniz feneri arasında kalan kısmını yıktırarak daha sağlam ve yüksek bir sur duvarı inşa ettirmiştir

I Basileus (867–886) zamanında bir kasırgada tahrip olan surlar kısa bir sürede onarıldı VI Leon (886–912) Teophilos zamanında yapılmış olan on altıncı kuleyi ve sur duvarlarını yükseltmiştir II Nikophoros Phokas (963–969) Tarsustan ganimet olarak getirdiği bir kapıyı Barbara Kapısına koydurur I Aleksios Komnenos (1081–1118) ise Mangana önündeki surları denize kadar genişletmiştir Daha sonra I Manuel Komnenos (1143–1180) da doğal şartların getirdiği tahribatı onarmıştır Daha sonraları surlara denizin yaptığı tahribatları VIII Mikhael Palaiologos ve III Andronikos tamir ettirilmiştir Buradaki zeminin zayıflığı, şiddetli lodos fırtınaları, alüvyonlu bir dolgu toprak üzerinde yer alması bu surların kısa sürede aşınmasına yol açıyor ve bu yüzden de devamlı bakım çalışmaları yapılmasını gerektiriyordu Dalgalara karşı büyük kaya blokları, önceki devirlere ait antik mermer parçaları barikat olarak ve sağlamlığı sağlamak için de sur temellerinin alt kısımlarında kullanılmıştır Üst kısımlarda ise daha zayıf bir taş malzeme kullanılmıştır 1343 ve 1354 depremlerinden bu surlar büyük zarar görmüş aynı zamanda Cenevizlilerin donanmasına karşı koymak amacıyla da sağlamlaştırılmıştır

VIII İoannes Palaiologos (1425–1448) Kontaskalion limanının inşasıyla birlikte bu bölgedeki deniz surlarını da yenilemiştir Onarım için gerekli parayı Bizansın hazinesi karşılayamayınca Bizanstaki yüksek rütbeli kişiler maddi destekte bulunmuşlardır Lukas Notaras ve Sırp Despotu Georg Brankovicin yardımları ve yeni bir kule yaptırdıkları buradaki kitabede yazılıdır Fetihten sonra bu surlar da diğerleri gibi onarılmışlardır Fatih Sultan Mehmet Kadırga limanını inşa ederken bu limanın civarındaki surları kulelerle sağlamlaştırmıştır 1635de Sadrazam Bayram Paşa daha evvel geçirdiği depremlerden dolayı zarar görmüş olan surları tamir ettirmiştir 1722-1723de Sadrazam Nevşehirli İbrahim Paşa Yalı Köşkü ile Narlı Kapı arasında deniz surlarına ilaveler yaptırmış ve Ahırkapı inşa edilmiştir 1816da II Mahmudun emriyle Mermer Köşkün yapılması sırasında Top Kapıdaki mermer kesme taştan yapılmış kuleler yıktırılmıştır 1959da Sirkeciden Bakırköye doğru açılar sahil yolunun yapımı sırasında surların bazı bölümleri yıkılmış ve molozları surların diplerine atıldığı için bir nevi temel sağlamlaştırma oluşmuştur

Marmara Surlarının Kapıları

Aya Barbara (Basilike) Kapısı (Topkapısı)

Sarayburnunda bulunan bu kapı adını topçuların azizesi kabul edilen Aya Barbaradan almıştır Daha sonra yapılan saraya “Topkapı” adının verilmesi bu kapıdan dolayıdır Günümüzde mevcut olmayan bu kapıdan II Ioannes Komnenos ve I Manuel Komnenosun Macaristana yaptığı başarılı seferden dönerken zafer alayı ile girmesinden dolayı bu kapı “İmparator Kapısı” anlamına gelen Basilike adı ile de anılmıştır Marmara surlarının en eski kapısı olan bu kapının iki yanında mermerden iki burç yükseliyordu Kapı kanatlarını ise Nikephoras Phokas Tarsusda elde ettiği ganimetlerden biri olarak buraya getirip koydurmuştu Kapının iki tarafındaki kitabelerde İmparator Theophilosun şehri yeniden imar ettirdiği yazılı idi Kapını önünde ise bir iskele bulunuyordu

Üçüncü Burçtaki Kapı

Bugün bu kapının sadece söveleri görülmekte olup içi örülerek doldurulmuş ve kapı özelliğini kaybetmiştir Aynı burcun kuzeyinde yine küçük bir kapı bulunuyordu

Dördüncü Burçtaki Kapı

Bu kapı da dördüncü burcun kuzey tarafında, yana doğru açılmış olup bugün sadece söve ve lentoları kalmıştır Kapı boşluğu emniyeti düşünülerek muhtemelen Bizans devrinde örülerek doldurulmuştur Bu kapının üzerinde Theophilosun kitabesinin olduğu eski kaynaklarda ifade edilmekte olup bu kitabe günümüze gelememiştir

Değirmen Kapısı

Sultan II Mahmud burada mevcut olan kapıyı yıktırmış ve yerine yeniden yaptırmıştır Eski Bizans kapısına ait burç ile kapı arasındaki kemerden anlaşılmaktadır Bu kapının 35 m kadar kuzeyinde bugün örülmüş olan eski kayıtlarda Demir Kapı adı ile geçen kapıdan itibaren surlar ileriye doğru bir kavis çizerek ilerler ve 40 m kadar sonra 2,5 m kalınlığındaki Mangane burcu ile birleşir Bu kapının 30 m kadar ilerisinde ise küçük bir sarnıç bulunmaktadır

Aya Yorgi (Aziz Georgios) Kapısı

İmparator I Aleksios Komnenos tarafından deniz tarafına doğru ileri alınmış surların üzerinde açtırılmıştır Bu kapı arkadaki Mangana Sarayına gidiş için kullanılıyordu

Ahırkapı

Büyük Sarayın sahil kapılarından biridir İmparator III Mikhael burada büyük ahırlar yaptırttığı için bu isimle anılmaktadır Osmanlı devrinde de buradaki ahırlar yerlerini korumuşlardır Kapının üzerinde Damat Nevşehirli İbrahim Paşa tarafından onarıldığını belirten kitabesi Arkeoloji Müzesindedir Bizanslılar döneminde bu kapıdan küçük limana çıkılırdı Saraya mensup olmayanların gemileri buraya giremezdi

Marmara surlarındaki kapıların çoğu örülmüş ve büyük bir kısmı da yıkılmış olduğu için sadece isimleri bilinmektedir Bunların başlıcaları şunlardır: Adının kapının önündeki aslan heykelinden alan Porta Leonis (Aslanlar Kapısı), Sofia Kapısı, Osmanlı devrinde Kadırga Limanı kapısı olarak kullanılmıştır Vlanga Kapısı sonradan Yeni Kapı adını almıştır Psmatia Kapısı, Davutpaşa Kapısı ve Narlı Kapı

Haliç Surları

Haliç, Marmaranın ağzına yakın bir kısmında Alibeyköy (Kydaros) ve Kâğıthane (Barbyzes) derelerinin birleşmesiyle oluşup, Buzul Çağının sonlarında kara kesiminin sular altında kalmasıyla meydana gelen ve karaya 8 km kadar içeri giren bir deniz girintisidir Haliçin genişliği Eyüp hizasında 200 m olup en dar yeridir Cibali-Kasımpaşa arasında ise 700 mdir Antik Çağda Haliçe “Keras” denilmekte, bu isim Byzantionun kurucusu Byzasın annesi Keroessadan gelmektedir İstanbula ilk yerleşim de Haliçin yukarı kısmındadır

Roma İmparatorluğunun son yıllarında I Konstantinos Byzantionu ikinci bir merkez yapmak istemesiyle Cibali ile Fener arasında yeni surlar inşa ederek Haliçe bir iç liman olarak kullanılmasını sağlamıştır II Theodosius ise bu surları Ayvansaraydan Haliçe inip Marmaraya doğru uzatarak kenti emniyet altına almak istemiştir

Haliç surlarından günümüze çok az parça kalmıştır Bu surlar bu bölgede yapılan binalar arasında kaybolmuştur Sarayburnundan Bahçekapıya kadar olan kısım ise 1871deki demiryolu inşaatı sırasında yıkılmıştır Kara tarafı surlarına göre çok zayıf ve alçak olan bu surlar tek sıra halinde idi Taş sıralarının arasındaki 6–7 kat tuğla hatıllarla yapılmıştır Kâğıthane ve Alibeyköy derelerinin getirdikleri balçıkla Haliçin dolması burada çürük bir zemin meydana getirmeleri nedeniyle bu duvarlar alçak, burçları ise kare şeklinde yapılmıştır Bu nedenle doğal olarak burada birtakım kaymalar ve çökmeler oluştuğundan devamlı olarak onarılmıştır

Kara Surları tamamlandıktan sonra Haliç kıyılarını da tamamlamak zorunluluğu doğmuştur 626daki Avar istilası da bu bölgede sur yapılması gereğini göstermiştir İmparator Heraclius (610–641) Petrion surlarının güney bitimine üzerinde on iki burç bulunan surları yaptırarak Blachernai bölgesini emniyet altına almıştır Petrion adı verilen çift surun ne zaman yapıldığı hakkında kesin bir tarih verilememekle beraber, İmparator Iustinianus zamanında yapıldığı tahmin edilmektedir Bu surların çevresinin uzunluğu 265 mdir Bu surun çevrelediği alanın içinde kilise ve bazılarında kadınların hapsedildiği bugünkü Patrikhane Kilisesinin yerindeki Hagios Georgios Manastırı vardı Bu surun kapıları ise günümüze bir kısım duvar parçalarının kaldığı Fener ve Petri kapılarıdır

Haliç surlarını III Tiberius (698–705 ) Arap akınlarına karşı koymak amacıyla tamir ettirmiş ve Eugenis kulesinden Galatadaki bir kuleye bağlanan bir zincir çektirmiştir Bu zincir sayesinde Arapların 717deki akınlarında şehre girmeleri engellenmiştir II Anastasiusun (713–715) bu surları tekrar tamir ettirdiğini tarihçi Teophanos yazmaktadır Yine aynı yazar 763 senesindeki kışın çok sert geçtiğini ve Karadenizden gelen büyük buz kütlelerinin bu sura çarparak büyük zararlar verdiğini yazmıştır

II Mikhael ve oğlu Theophilos sur duvarlarının yeterli yükseklikte olmadığını görerek Hagios Demetrius Kilisesi ile Sarayburnu arasında büyük bir onarım faaliyetine girmişler ve birtakım ilaveler yapmışlardır Bu dönemde Haliç sahili ile Heraclius suru arasındaki sahayı kapatmak için dikine bir sur daha yapılmıştır Bu sur üzerinde günümüzdeki Eyüp Caddesinin geçtiği yerde “Xylporta” adındaki kapının üzerine ve yanındaki burçlara bu onarımları belirten kitabeler konulmuşsa da bu kapı ve kitabeler günümüze ulaşamamıştır Latin istilası sırasında şehri Haliçten kuşatan Haçlılar buraya çekilmiş olan zincirin ucunun bağlandığı Kastellion burcunu ele geçirerek zinciri açmışlar, Balat ile Petrion arasındaki surların denize en yakın olduğu yerden hücuma geçerek kurdukları asma köprülerin de yardımı ile kente girmişlerdir Bu arada onlara yardım maksadıyla Venediklilerin çıkardıkları yangın da şehrin ele geçirilmesini kolaylaştırmıştır Bu istila sırasında Haliç surları ve bu burçları büyük zarar görmüştür 1264de Latin istilası sonunda II Mikhael bu surları yeniden onarmış ve yükseltmiştir Bizans donanmasının denize hâkim olduğu önceki devirlerde bu surların alçak olmasında bir mahzur yoktu, fakat zamanla donanma zayıflayınca, Latinlerin istilası da yaşanınca buradaki surları yükseltmek gereği doğmuştur VI İoannes Kantakuzenos (1347–1354) Galatada yerleşmiş olan Cenevizlilerin yardım talepleri üzerine Ceneviz donanması yola çıkıp da Marmara Ereğlisini (Printhus) zapt ettikleri haberini alınca bütün sahil surlarını tamir ettirmiş, burçların üst kısımlarını kalın hatıllar ve ahşap malzeme ile biraz daha yükseltmiştir Ayrıca sur ile deniz arasına bir de hendek kazdırmıştır Bu onarımlara ait Cibali Kapısı üzerindeki kitabe ise bugün İstanbul Arkeoloji Müzesindedir

Cenevizliler şehre girememelerine rağmen çekilirlerken surların önündeki evleri yakmışlardır Fetih sırasında ise Hasköy tarafına yerleştirilen toplar bu surlara büyük ölçüde zarar vermiştir Fatih Sultan Mehmet İstanbulu kuşattığında zincir yine Haliçin girişini engelliyordu Bu kuşatma sırasında Bizansa yardım getiren Hıristiyan gemilerinin buraya girmesi için zaman zaman aralanan zincir henüz güçlü bir donanmaya sahip olmayan Osmanlı gemileri için yine de hayatiyetini koruyordu, fakat 21 Nisan gecesi Osmanlı kadırgalarının Galata sırtlarından Haliçe indirilmesiyle fonksiyonunu tamamen kaybetmiştir

Haliç surları Patrikhanenin bulunduğu Petrionda bir iç kale meydana getiriyordu Tahtakaledeki bir burcu ise Bizans devrinden beri hapishane olarak kullanılmış, Osmanlı döneminde de aynı işlevini sürdürmüştür İmam Hüseyinin çocuklarından olduğu ileri sürülen Seyid Caferin mezarının bulunduğu yer olmasından dolayı “Baba Cafer Zindanı” olarak adlandırılmıştır Baba Cafer Şeyh Maksud ve yardımcıları ile birlikte Abbasi halifesi Harunreşit tarafından Bizansa elçi olarak gönderilmiştir Şehre girmeden az önce, daha evvel Kocamustafapaşa tarafında yerleşmiş olan bir grup Arap ile Bizanslılar arasında şiddetli bir çarpışma olmuş ve Arapların birçoğu öldürülüp cesetleri sokak ortasında bırakılmıştır Bunu gören Baba Cafer İmparatora ağır sözler söylemiş, cezalandırılmak üzere o zaman hapishane olarak kullanılan bu zindana atılmış ve orada zehirlenerek öldürülmüş ve aynı yere gömülmüştür Bugün bu mezarın yanında Çoban Ali Dede denilen ikinci bir mezar daha vardır Osmanlı devrinde içinde bir de kuyunun bulunduğu bu zindan odası türbe haline getirilmiştir

Osmanlı dönemindeki deniz tesisleri Galata surlarının dibinden Haliçin yukarılarına Hasköye doğru yapılmıştır Gemi inşa tersaneleri, divanhaneler, mahzenler ve ambarlar inşa edilmiş olup, burada çalışan işçi ve esirlerin kalmaları için bir kısım yerler yapıldığı gibi bir kısım esir de güvenlik açısından Galata Kulesinde yatırılıyordu Bu yüzden buradan yabancı kaynaklarda “Tersane Zindanı” (bagne) olarak söz edilmektedir Fatih Sultan Mehmet zamanında rüzgârlara karşı emin bir yer olarak görülen Kasımpaşa Deresi ağzında bir kadırga yapım yeri yapılmış olup burası Sultan I Selim zamanında Cafer Paşa tarafından genişletilerek Kasımpaşa Tersanesine dönüşmüştür Bu tersane Sultan III Ahmet ve Sultan II Mahmut zamanında daha da genişletilmiş ve bir de divanhane yapılmıştır Bu bina birtakım ilavelerle bugün Kuzey Deniz Saha Komutanlığına ait olup halen kullanılmaktadır Haliçin kuzey kısmındaki gemilerin zincirlerinin yapım yeri olarak inşa edilmiş olan Lengerhane ise günümüzde Koç Vakfına ait Sanayi Müzesi olarak kullanılmaktadır

Haliç Surları Kapıları

Haliç kıyısı boyunca uzanan bu surlarda çoğu Bizans dönemine ait olmakla beraber Osmanlı döneminde de yeni bazı kapılar açılmıştır Bizans devrinde surların Haliçe açılan kapıları ve önlerindeki limanları sadece askeri değil sivil amaçla da kullanılıyordu Günümüzde bu kapıların çoğu yok olmuştur En batıdan Sirkeciye kadar uzanan kapılar şunlardır:

Ayvansaray Kapısı (Kiliomene)

Ayvansarayda olan bu kapı yıkılmıştır Bizans İmparatorları buradaki Theotokos Kilisesine geldiklerinde kapının önündeki iskeleden karaya çıkıp bu kapıdan geçiyorlardı

Balat Kapısı

Fatih Sultan Mehmetin vakfiyelerinde “Balat Kapısı” olarak adlandırılan ve günümüze gelemeyen bu kapının Blachernai Sarayının kapılarından biri olduğunu Hammer yazmaktadır Bu kapının iki tarafı rölyeflerle süslü olup, bunlardan elinde bir hurma dalı tutan kanatlı melek figürü İstanbul Arkeoloji Müzesindedir Bu bölümdeki surlar da tamamen yıkılmış olup yerleri evler tarafından doldurulmuştur

Petri Kapısı

Ayvansaraya giden caddede, Patrikhane yolunun ağzında olan bu kapı da yıkılmış olup günümüze hiçbir parçası gelmemiştir

Yeni Ayakapısı

Fetihten sonra Kanuni Sultan Süleyman zamanında surun burçlarından biri genişletilerek açılmış olan bu kapıdan Sultan Selim Camisine gidiliyordu Kapı Günümüze ulaşamamıştır

Cibali Kapısı (Porta İspigas)

İki tarafındaki iki mermer sütunun üzerine oturan yuvarlak kemerli bir kapıdır Osmanlı devrinde “Cebe Ali” olarak isimlendirilmiştir

Zindan Kapı (Porta Seminaria)

Kumkapıdan başlayıp Bayezıd Camisinin bulunduğu yerin 100 m kadar batısından geçip Haliçe inen yol bu kapı ile bitiyordu 1891de yıkılmış olan bu kapının batısındaki burç Fetihten sonra 1872ye kadar hapishane olarak kullanılmıştır

Bu civardaki Haliç surlarının diğer kapıları olan Osmanlı devrinde açılan Tüfekhane ile Bizans devrine ait olup, Osmanlı zamanında da kullanılan Unkapanı, Ayazma, Odun,
Balıkpazarı (Porta de Perama),Yenicami (St Marc Poternesi) ve Bahçekapı (Porta Neorion) yıkılmış olup günümüze gelmemiştir

Galata Surları



Günümüzde Bankalar Caddesi Karaköy Meydanı ve Kalafatyerini içine alan, oldukça dar ve kıyıdaki bir sahayı kaplayan bu bölgeye, imtiyazlı olarak yerleşmiş olan Cenevizlilerin yaptıkları surlardan günümüze çok az duvar kalıntısı ile burçlara ve kapıları ait bazı kalıntılar gelebilmiştir

Latin istilasından sonra Bizans duruma hâkim olunca bu bölgeye yerleşmiş olan olduğu bilinen Cenevizliler 1267de Galatada yerleşme iznini İmparator VIII Mikhail Palaiologosdan almışlardır İmparator Cenevizlileri kontrol altında tutmak için burada bir Bizans garnizonu bırakarak surları yıktırmıştır Sur duvarları olmadığı için 22 Temmuz 1296da Venedik donanması Galatadaki Ceneviz kolonisinin evlerini yakmıştır Bu olay üzerine Venedik Balyosu linç edilmiştir Cenevizliler olası tecavüzlere karşı kolonilerinin etrafını bir sur duvarı ile çevirmek istediklerini II Andronikos Palaioloğosdan talep etmişlerse de gerekli izini alamamışlardır 1303de İmparator Cenevizlilere tanıdığı bu imtiyazlı bölgenin sınırlarını bir ferman ile tespit ederek kesinleştirmiştir Buna göre kolonilerinin etrafını sadece boş bir arazi şeridi ile çevirmelerine izin verilmiş, bölgenin dışında ev yapımı ise kesinlikle yasaklanmıştı İmparator ile Cenevizli Guido Embriaco ve Acursio Ferrari tarafından 1304 Martında imzalanan anlaşmaya göre Cenevizliler tespit edilen bölgenin içinde et, buğday pazarları, hamam, kilise yapabilecekler fakat etrafını asla surla çevirmeyeceklerdi Ancak, daha sonraları bu yıllara ait duvar kalıntılarından Cenevizlilerin buna uymadıkları anlaşılmaktadır

Bizanslı tarihçi Nikephorosa göre; önce koloninin etrafına bir hendek kazıp Bizansı bir oldubittiye getirmişlerdir Buna ses çıkarılmayınca bu kez de bölge sınırları üzerinde muntazam aralıklarla yüksek, taştan yapılmış evler inşa etmişler daha sonra ise bu evleri burç olarak kullanıp aralarındaki boşlukları duvar ile doldurarak bir sur meydana getirmişlerdir Bu sırada oldukça zayıf durumdaki Bizans buna bir tepki gösterememiş ve Galata surları da bu şekilde inşa edilmiştir Cenevizliler İmparatorun onurunu da korumak için bu surların üzerine bir haçın dört kolu arasına yerleştirilmiş “Hükümdarlara hükmeden hükümdarların hükümdarı” kelimelerinden meydana gelen bir Bizans arması koymuşlardır Daha sonra Bizansın iyice zayıflamasından yararlanan Cenevizliler sınırlarını genişletmişler, surlarını Tophane çevresine kadar uzatmışlardır Daha sonra surlara Cenevizli zengin ailelerin armaları konulmuştur

İstanbulun fethi sırasında Cenevizliler tamamen bağımsız bir devlet tutumunu takip ederek tarafsız kalmaya çalışmışlardır Fetihten sonra 1 Haziran 1453de Fatih Sultan Mehmet ile aralarında imzalanan bir anlaşma ile şehrin sahibi olduklarını reddetmişler buna karşılık da imtiyazlarını korumuşlardır Fatih Sultan Mehmet bu anlaşmadan sonra surların bir kısmını yıktırtmıştır 1454de Luciano Spinola ve Baldasse Maruffo Fatih Sultan Mehmetten “surların tamirine izin ve şehrin idaresinin kendilerine bırakılması” için istekte bulundularsa da bu istek yerine getirilmemiş ve buradaki en büyük kilise olan San Paola Kilisesi camiye (Arap Camii) çevrilmiştir Galata da bir voyvoda idaresinde kadılık olarak Osmanlı idaresine bağlanmıştır

Galata surları Haliç ve Boğaz tarafından denizle sınırlandığından karadan gelecek tehlikeye karşı Azapkapı, Şişhane, Galata Kulesi-Tophane arasında idi Surların önünde 15 m genişliğinde hendek kazılmıştı Bu taraftaki kapılar, arkadaki araziye hendekler üzerinden ağaç köprülerle bağlanmışlardı Surların kalınlığı 2 m çevresi ise 2 800 m yi bulmakta olup 37 hektarlık bir sahayı kaplıyordu Cenevizliler daha sonra sınırlarını genişlettiklerinden aralara bölme duvarları yapmışlardır Surların en büyük burcu sahili korumak amacıyla yapılmış olup, bugünkü Yeraltı Camisi bu burçtan istifade edilerek yapılmıştır Surların ikinci önemli kulesi ise Galata Kulesidir

Bu surlar XIX yüzyılın ortalarına kadar gelebilmişler ve bu tarihten sonra inşaat alanı kazanmak için yıktırılmıştır Surların üzerlerindeki armalı levhalar ise İstanbul Arkeoloji Müzesinde bulunmaktadır 1509 depreminden büyük ölçüde zarar gören bu surlardan günümüze Galata Kulesinin civarında sur ve burç kalıntılarından çok azı gelebilmiştir Surların deniz yönündeki kapıları, Kürekçi, Yağkapan, Balıkpazarı, Karaköy Kurşunlu Mahzen ve Mumhane Kapısı isimlerini taşıyordu Beyoğlu tarafındaki kapılar Büyük ve Küçük Kule kapıları ile Azap Kapısı idi İç bölmelerdeki kapılar ise İç Azap Kapısı, Kuledibi Kapısı, Horoz Kapı ve Voyvoda Kapısı idi

Alıntı Yaparak Cevapla

İnceden İnceye İstanbull

Eski 11-04-2012   #35
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İnceden İnceye İstanbull



İstanbul Kaleleri

Marmaradan Karadenize çıkışta önemli nokta olan Boğaziçinin savunmasına her devirde büyük bir önem verilmiş, bu bölgeye yerleşimden itibaren boğazın girişi ve çıkışını kontrol amacı ile buraya kaleler yapılmıştır

İlkçağda denizcilerin “İlahların koruyuculuğuna sığınmaları” için Boğaziçine bir takım mabetler ve kaleler yapıldığı bilinmektedir Boğazın iki yakasına kule inşa ederek buraya bağladıkları zincir ile Marmaraya girişi önlemeye çalıştıkları da bilinmektedir Bu zincir belli aralıklarla ağaç kütüklere bağlanıyor ve suyolunu kapatıyordu Bu sayede buradan geçen gemiler durdurulup gerekli vergiler alındıktan sonra yollarına devam etmeleri için izin veriliyordu Eski tarihçilerin yazdıklarına göre boğazın iki yakasında bulunan eski kaleler Bizanslılar döneminde eski önemini kaybederek harabe haline gelmişlerdir

Galataya yerleşen Cenevizliler boğazdan gelecek korsan tehlikelerine karşı Anadolu Kavağının girişindeki kaleye önem vermişlerdir Boğaziçinin orta kısmında ise Bizanslılar döneminde korunmak amacıyla hiçbir kale yapılmamıştır Boğazın yukarı kısmındaki kalelerin 1350de Cenevizliler tarafından ele geçirilmesiyle, boğazın korunması sağlanmıştır Osmanlıların Boğaziçi kıyılarına gelmesi ile bu savunma sisteminde değişiklik yapılmış ve XIV yüzyılda Yıldırım Beyazıd Asyadan Avrupaya geçmek için Anadoluhisarını Fatih Sultan Mehmed de Bizansı ele geçirmek için Rumelihisarını yaptırarak boğazın giriş ve çıkışını kontrol altına almışlardır Bu arada kuzeydeki Ceneviz kaleleri de kullanılmıştır

XV ve XVI yüzyıllarda Osmanlı İmparatorluğu iyice kuvvetlendiğinden Karadenizden herhangi bir tehlike söz konusu olmamış, bu nedenle Anadoluhisarı ve Rumelihisarı askeri önemini yitirmiştir Daha sonraları ise sadece topçu bataryaları ile boğazların korunması düşünülmüştür

Yoros (Ceneviz) Kalesi (Sarıyer)



İstanbul Boğazının Karadeniz girişinde, Anadolu Kavağına hâkim bir tepenin üzerinde bulunan bu kale, karşısındaki Rumeli Kavağının üzerindeki kale ile birlikte boğazın kontrolünü sağlamak amacıyla yapılmış kalelerden biridir Kalenin adının Grekçe “dağ” anlamına gelen “oros” kelimesinden veya “uygun rüzgârlar” anlamındaki “ourios” kelimesinden geldiği ileri sürülmüştür Burada bulunan antik mimari parçalara dayanarak burada 12 Tanrıya atanmış bir mabet bulunduğu da iddia edilmiştir Kulelerden birindeki Grekçe kitabeden ilk inşaatın Bizans döneminde olduğunu anlaşılmaktadır Kale 1305de Şile Kalesi ile birlikte Osmanlıların eline geçmişse de 1348den itibaren Karadeniz ticaret yolunu ellerinde tutan Cenevizlilerin yönetimine geçmiş ve birtakım ekler yapılarak genişletilmiştir Bu yüzden bu kale Ceneviz Kalesi olarak tanımlanmaktadır

Ceneviz dönemine ait, kale kapısı üzerindeki tarihi okunamayan Latince bir kitabede:

Tarihinde Cenevizli Vincenzo Lercari kutsal burun üzerindeki bu kaleyi tamir ettirdi” yazılıdır Ayrıca kale bedenindeki birtakım Ceneviz armalarının da bulunması buranın bir süre Cenevizlilerin elinde bulunduğuna işaret etmektedir

Yıldırım Beyazıd 1391de karayolu ile İzmitten yola çıkarak Yoros Kalesini almış ve burasını bir üs gibi kullanarak İstanbulu fetih hazırlıkları için Anadoluhisarını yaptırmıştır İstanbulun fethi sırasında şehit düşen askerlere ait mezarların kalenin biraz ilerisindeki ağaçlık alanda bulunduğunu İnciciyan yazmaktadır

Fransız Mareşali Boucicaut 1399da Karadeniz Boğazı girişine yaptığı akında bu kaleyi almak istemişse de başarılı olamamış sadece kalenin eteğindeki köyü yakarak geri çekilmiştir Osmanlı İmparatorluğunun çöküş döneminde, Yıldırım Beyazıdın oğlu Çelebi Mehmet kardeşi Musa Çelebi ile yaptığı taht savaşı sırasında 1414de Gebze kadısı Fazlullahı Bizans İmparatoru II Manuel Palaiologosa göndererek yardım istemiş, Trakyaya geçmek için Bursadan hareket ederek Yorosa gelmiş ve bir müddet burada konaklamıştır Daha sonra da İmparatorun gönderdiği gemiye binerek buradan Rumeliye geçmiştir



İspanya Kralının elçisi olan Ruy Gonzales de Clavijo Timurun yanına gitmek için boğazdan bir yelkenli gemi ile geçerken burada gördüğü kalenin son derece bakımlı olduğunu, içerisinde askeri bir garnizonun bulunduğunu seyahat notlarında yazmaktadır Clavijo da kalenin eteğinde bir duvar bulunduğunu buradan muhtemelen karşı kıyıda bulunan harap olmuş kaleye bir zincir çekilme olasılığından da bahsetmektedir

II Bayezıd (1481–1512) zamanında bu kaleyi onartmış, içine “Yoros Kalesi Mescidi” denilen bir ibadethane yaptırmıştır Bu sırada kale dizdarı olan Mehmet Ağa da bir hamam yaptırmıştır

Başbakanlık Osmanlı Arşivindeki 28 Recep 984 (1576) tarihli bir belgede kale ile beraber buradaki cami, çeşme ve hamamın tamir edildiği yazmaktadır Alman gezgin MHeberer 1580li yıllarda çıktığı gezisinde İstanbula da uğramış ve kitabında bu kalenin çok iyi bir durumda olduğunu yazmış ayrıca bir de gravürünü eklemiştir İnciciyan XVIII yüzyılın sonları ile XIX yüzyılın başlarında bu kalenin içinde 25 evlik bir mahalle bulunduğunu, muhafız olarak da bir dizdar ile 20 kişilik bir askerin burada görev yaptığını yazmaktadır

Doğudan batıya doğru 500 m uzunluğundaki bu kale Karadenize paralel bir arazi üzerinde yapılmıştır Kalenin genişliği 60–130 m arasında değişmektedir Kale aralarında tuğla hatılların bulunduğu kaba taş dizilerinden yapılmıştır Burada kullanılan taşların bir kısmı antik parçalar ve Bizans dönemine ait devşirme malzemedir Kalenin giriş kapısı tepenin üstünde, doğu tarafında yükseklikleri 20 m olan iki büyük burcun ortasındadır Kapının devşirme malzemeden mermerden bir çerçevesi vardır Üzerindeki tuğladan yapılmış olan hafifletme kemeri ise yıkılmıştır Bu kapı girişi Anadolu tarafından gelecek tehlikelere karşı hem dıştan, hem de içten örülerek kapatılmış ve kapı geçidi de kapalı bir mekân haline getirilmiştir Laurensin 1847de çizdiği bir resimde kapı geçidi üzerindeki mekânın burçlarla aynı seviyede olduğu, cephesinin yukarı kısmında da bir dizi halinde üç kemerin bulunduğu görülmektedir 1930da çekilmiş bir fotoğrafta buradaki odanın kale içine iki pencere ile açıldığı görülmektedir Bu girişteki çifte kulelerin içleri dört kolu birbirine eşit olan haç şeklinde mekânlar bulunmaktadır Bu mekânların üzerlerine, farklı duvar yapısından anlaşıldığına göre daha geç bir devirde yükseltilerek birer kat ilave edilmiştir Doğuya birer pencere ile açılan bu üst katlar günümüzde yıkık bir durumdadır



İki kule arasında kalan kapı geçidi üzerinde de bir katın bulunduğu ve buradan aşağıya “herse” denilen bir kafes kapının indiği anlaşılmaktadır Bu çifte burcun kapıya dönen yüzlerinde mermer işlenmiş bir haçı çevreleyen dairenin içinde “İesos Hristos Nika “ kelimelerinin baş harflerinden meydana gelen birer monogram bulunmaktadır Sonradan örülmüş olan büyük girişin iç tarafında, kapı kemerinin üst tarafına yerleştirilmiş mermer levhada “Hükümdarlara hükmeden hükümdarların hükümdarı” cümlesinin kısaltılması olan dört harfli bir monogram bulunmaktadır Bu cümle VIII Mikhael Palaiologos için söylenen bir söz olduğu düşünülürse, bu kalenin Onun tarafından Lâtin istilasının hemen arkasından bir daha böyle bir işgale uğramamak için yapılmış olduğu anlaşılmaktadır

Güney duvarındaki siperli (kazamatlı) kısmın sonundaki kapı açıklığı gibi görünen kısım aslında küçük bir burcun kalıntısıdır İç mekânı, girişteki kuleler gibi haç biçimli dört kemerli ve üzeri tonoz örtülü olan bu küçük burç bilinmeyen bir tarihte yarısına kadar yıkılmıştır Kalenin yukarı kesimi bir duvarla bölünerek bir iç kale meydana getirilmiştir Bu duvarın iki ucunda birer kare burç, orta kısmında ise yarım yuvarlak bir kule vardır Bu yuvarlak kulenin üzerinde tuğladan harflerle meydana getirilmiş, çok harap durumda olduğu için okunamayan iki satırlık Grekçe bir yazıt bulunmaktadır Bu duvar ve burçlardaki duvar tekniği tamamen Bizans üslubundadır

Allomun gravürlerinde kulelerin üzerleri sivri külahlı çatı ile kaplı olarak yapılmıştır Kalenin güney cephesinin arka tarafındaki duvar siperler halinde inşa edilmiştir Bu duvarlar büyük olasılıkla kıyıya kadar iniyor ve bir liman ile birleşiyordu

Kavak Kalesi (Beykoz)

Sultan IV Muratın Anadolukavağı sahilinde yaptırdığı bu kaleden günümüzde hiçbir iz gelememiştir Anadolukavağı tarih boyunca Yoros ve Kavak kaleleri yüzünden önem kazanmış, ayrıca gümrük ve sınır kontrol noktası olarak ekonomik bakımdan bölgenin gelişmesini sağlamıştır

Bazı yabancı tarihçiler tarafından Kavak Kalesi ile Yoros Kalesi karıştırılmaktadır Sahildeki Kavak Kalesini Sultan IV Murat, Karadenizden 150 Şayka (birkaç top ve 40–50 savaşçı taşıyan, altı düz bir çeşit kazak kayığı) ile gelip Boğaziçinin Rumeli kesimini Yeniköye kadar yağmalayan Kazakların ani baskınından sonra 1624de yaptırmıştır

Evliya Çelebinin “Anadolu Kilidül-bahir kalesi” olarak söz ettiği sahildeki bu kalenin içerisinde dizdar dairesi, 80 civarında asker odası, 2 buğday ambarı ve bir mescidinin bulunduğunu yazmaktadır Yine Evliya Çelebiye göre kalenin kıbleye bakan tarafında demir giriş kapısının olduğu ve içinde 300 kadar asker ile 100 adet top bulunmakta idi

Hüseyin Ayvansarayinin Hadîkatül Cevâmi isimli eserinde Sultan IV Muradın annesi Kösem Mahpeyker Valide Sultanın bu kalenin içine bir mescit yaptırdığı yazılıdır Sultan IAhmed döneminde bu kale yakın köylerdeki soyguncuların geceleri ateş yakarak Boğaza giren gemileri şaşırtıp karaya oturanları soydukları da bilinmektedir Bu nedenle de Sultan I Ahmet (1603–1617) bu tür olayları önlemek için kıyı boyunca yeni mahalleler kurdurmuştur Kıyıya yeni istihkâmlar yaptırdığı için de Kavak Kalesi önemini yitirmiş ve XIX yüzyılda ise tamamen ortadan kalkmış ve yerini sivil yerleşimler almıştır

Anadoluhisarı Kalesi (Beykoz)



İstanbul Boğazı ile Göksu (Aretas) Deresinin Boğaza karıştığı yedi dönümlük, denize doğru uzanan alanda bulunan bu kale çevreye ismini vermiştir Anadoluhisarı, ileri bir karakol olarak Yıldırım Beyazıt tarafından 1395 yılında yaptırılmıştır Kalenin bulunduğu alanda yapılan araştırmalarda daha eskiye yönelik kalıntılara rastlanmamıştır

Yıldırım Beyazıtın bu kaleyi yaptırmasındaki amaç Boğaz geçişlerini kontrol altına almak ve Göksu Vadisine girişi de önlemek idi Nişancı Mehmet Paşa tarihinde Güzelcehisar olarak ismi geçen bu kaleye Gözlücehisar ismi de yakıştırılmıştır Nişancı Mehmet Paşa tarihinde kalenin yapım tarihi 1394–1395 olarak belirtilmiştir Fatih Sultan Mehmet dönemi tarihçilerinden Tursun Bey buradan Yenihisar veya Yenicehisar olarak söz etmiştir Hoca Sadettin Efendi de buraya Akçahisar olarak değinmiştir Aşıkpaşazâde tarihinde bu kalenin yapılışı ile ilgili bilgiler bulunmaktadır:

“Yıldırım Beyazıt, Kocaelinden geçerek, İstanbula doğru geldi (1390–91) ve Şile Kalesini alan Yahşi Beyi gönderdi Sultan Boğazkesen üzerinde Güzelce Hisar adlı bir şato yaptırdı

Yıldırım Beyazıt ile Timur arasında 1402de yapılan Ankara Savaşından sonra kale Osmanlı yönetiminde kalmıştır Bu dönemde Osmanlı Beyliği dağılma aşamasına geldiğinden Süleyman Çelebi Bizansın desteğini sağlamak amacı ile İstanbula yakın olan Kartal, Pendik gibi yerler Bizansa geri verilmiş, ancak kalenin bu dönemdeki durumu bilinmemektedir Bazı kaynaklarda Süleyman Çelebinin bir süre burada kaldığı da belirtilmektedir

Fatih Sultan Mehmet Rumelihisarını yaptırırken Anadoluhisarının çevresini de bir Hisarpeçe ile çevirmiştir Bu duvarın arkasına yerleştirilen toplar ile de Boğazdan geçen gemilere gerektiğinde ateş açılması sağlanmıştır

İstanbulun fethinden sonra bu kalenin işlevi bitmiş ve bir süre suçlu Yeniçeriler için hapishane olarak kullanılmıştır XVII-XVIII yüzyıllarda bir süre Boğaza yönelik kazak akınlarının önlenmesinde kullanılmış, daha sonra Boğaz girişindeki kale ve istihkâmların yapılması ile de önemini yitirmiştir

XVI yüzyılda hisar ve çevresinde görevli askerlerin ve ailelerin yerleşmesi ile burası küçük bir mahalle konumuna gelmiştir Fatih Sultan Mehmet döneminde hisarın önüne küçük bir mescit yapılmış ve burası Anadoluhisarı Mescidi Mahallesi ismi ile eski kayıtlara geçmiştir



Evliya Çelebi burada 1080 ev, 7 mektep, 20 dükkân, namazgâh ve mescitten oluşan bir mahalle olduğunu ve Üsküdar Subaşılığının kontrolünde bulunduğunu yazmıştır Osmanlı İmparatorluğunun sonlarına doğru hisarın etrafı yalı ve saraylarla doldurulmuştur

Anadoluhisarı Osmanlı mimarisinde kale mimarisine göre yapılmıştır İlk yapımında kare planlı bir kule ve bunu çevreleyen duvarlardan meydana gelmiştir O dönemde kalenin bulunduğu yer kayalık bir burun olduğundan denizin sur duvarlarına kadar geldiği sanılmaktadır Göksu Deresinin getirdiği alüvyonlar daha sonra arazi konumunu değiştirmiş, kalenin duvarlarının çevresi dolmuş ve kale iç kısımda kalmıştır

Anadoluhisarı dört ayrı bölümden meydana gelmiştir Bunlar Asıl Kale (İç Kale), İç Kale duvarı, Dış Kale duvarı ve Dış Kale duvarındaki kulelerdir Asıl Kale bazı yerlerde toprakla düzleştirilerek kayalık üzerine oturtulmuştur Kare planlı ve oldukça yüksek bir yapıya sahiptir Duvarların üzerindeki kirişlere ait çukurlardan kalenin üç katlı bir şato görünümünde olduğu anlaşılmaktadır Üst örtüsünün ne şekilde olduğu tam olarak anlaşılamamıştır Mellingin gravürleri ile Pertusier Atlasında kurşun örtülü sivri külahlı olduğu görülmektedir İstanbula 1830 yılında gelen Thomas Allomun gravürlerinde ise hisar çatısız olarak görülmektedir Bu da gösteriyor ki, kalenin külahı 1830 yılından önce yıkılmıştır

Kalenin taş blok ve tuğlalardan oluşmuş duvar kalınlığı 2–3 m arasında değişmektedir Buraya yapılacak muhtemel bir saldırının kuzeyden gelme olasılığı göz önünde bulundurularak bu yöndeki duvarlar daha kalın tutulmuştur Giriş İç Kale duvarından birinci kata atılan asma bir köprü ile sağlanmıştır Ayrıca batı duvarlarına oyulan taş merdivenlerle zemine, ahşap merdivenlerle de üst katlara geçiş sağlanmıştır Sonraki yıllarda bu giriş değiştirilmiş, kalenin güney-batı duvarlarına yeni bir kapı açılmıştır Kalenin üst katında mazgallar ve istihkâm siperleri bulunmaktadır Sur duvarlarını içeriden 1,5 m genişliğinde bir yol çepeçevre dolaşmaktadır İç Kale duvarları 2–3 m kalınlığında olup, kuzey-batı ve kuzey-doğu köşelerinden Asıl Kaleye bağlanmaktadır Ayrıca mazgallı duvarların köşelerine de dörder nöbetçi kulesi yerleştirilmiştir

İç Kaleden sonra yapılmış olan Dış Kale duvarları tamamen kesme ve moloz taştan yapılmıştır Duvar örgü sistemini büyük taş dizilerinin aralarına dizilen küçük taşlar oluşturmuştur İç Kale duvarlarına göre daha ince olan Dış Kale duvarları İç Kaleye güney-doğu ve kuzey-doğu köşelerinden bağlanmıştır Mazgallı korkuluklarla sonuçlanan Dış Kale duvarlarının üç köşesine de silindirik, yarım yuvarlak ve at nalı biçiminde üç kule yerleştirilmiştir



Dış Kale duvarlarında bulunan kuleler kendi aralarında at nalı, yarım yuvarlak ve silindirik olmak üzere üç tanedir At nalı şeklindeki kulelerin çapı 475 m olup, kalınlığı 2 m dir Büyük olasılıkla denizi kontrol altında tuttuğundan ötürü de bu duvarlara mazgallar yerleştirilmiştir Buna benzer olan yarım yuvarlak kule 7,5 m çapında olup, ahşap kirişlerle dört kata ayrılmıştır Ahşap merdivenlerin birbirine bağladığı katlarda mazgal delikleri, iç kısımlarda ise dikdörtgen ve yarım daire şeklinde kapı ve pencere izleri görülmektedir Bu kulelerin eteklerinde taş tuğla sıraları ile aralarındaki balık kılçığı biçiminde tuğla örgüler dikkati çekmektedir Surun kuzey köşesinde kayalık tepe üzerinde bulunan mazgallı, silindirik kule ise 6 m çapında ve üç katlıdır

Cumhuriyetin ilanından sonra Anadoluhisarı İstanbul Belediyesi tarafından onarılmış, bu arada ortasından geçirilen Üsküdar-Beykoz karayolu kalenin bir bölümünün yıkılmasına ve özelliğini kısmen de olsa yitirmesine neden olmuştur Bu yol yapımı sırasında çevresindeki kaleye bitişik evler kamulaştırılarak yıkılmış ve kalenin kalan kısımlarının ortaya çıkması sağlanmıştır

Günümüzde Kültür ve Turizm Bakanlığı yönetimindeki Hisarlar Müzesi Müdürlüğüne bağlıdır Bakanlık tarafından 1992–1993 yıllarında acil onarımları yapılmıştır

Boğazkesen Kalesi (Rumeli Hisarı) (Sarıyer)



İstanbul Sarıyer ilçesinde, Boğazın en dar ve akıntılı yerinde Anadoluhisarının tam karşısında bulunan bu kale Fatih Sultan Mehmet tarafından İstanbulun fethinden önce, 30000 m2lik bir alana yapılmıştır Hisarın yapımına 1451–1452 yıllarında başlanmıştır Rumeli Hisarı Boğazın en dar ve akıntılı yerinde Yıldırım Beyazıtın yaptırmış olduğu Anadolu Hisarının tam karşısında yapılmıştır Kalenin yapılmasındaki amaç, İstanbul kuşatması sırasında Karadenizden gelecek yardımları önlemek idi Nitekim 1452 yılında buradan geçen ve yapılan ikazlara aldırmayan Kaptan Antonio Rizo kumandasındaki bir Venedik kalyonu batırılmıştır Fatih Sultan Mehmet bu kaleyi yaptırarak kuşatma sırasında arkasını da emniyete almayı düşünmüştür

Fatih Sultan Mehmetin vakfiyesinde bu hisarın ismi Kule-i Cedide, Neşri tarihinde Yenice Hisar, Aşıkpaşa ve Nişancı tarihlerinde de Boğazkesen Hisarı olarak geçmiştir Tarihçi Dukastan öğrenildiğine göre; Fatih Sultan Mehmet 1451 kışının başında egemenliği altındaki yöneticilere gönderdiği emir ile bölgelerindeki bütün usta ve işçilerin burada toplanmasını istemiştir Hisarın yapımına 1452 yılı Mart ayının sonunda başlanmış ve 139 gün gibi çok kısa bir sürede bitirilmiştir Kalenin yapılmasına başlanması üzerine Bizanslılar kaleyi ele geçirmeyi düşünmüşlerse de Fatih Sultan Mehmet onlara gönderdiği haberle kaleyi Karadeniz ile Akdeniz arasındaki korsanlara karşı yaptırdığını belirtmiştir Bizans askeri yönden de zayıf olduğundan kalenin yapılmasına göz yummuştur

Kalenin yapımda kullanılan keresteler İzmit ve Karadeniz Ereğlisi'nden; taşlar Anadolu'nun değişik yerlerinden ve devşirme mimari parçalar çevredeki harap Bizans yapılarından elde edilmiştir Rumeli Hisarı üçü büyük biri küçük dört kule ve bunları birbirlerine bağlayan sur duvarlarından meydana gelmiştir Kulelerden deniz kıyısında olanı Çandarlı Halil Paşa, kuzeydeki Saruca Paşa, güneydeki de Zağanos Paşa tarafından yaptırılmıştır

XVIII yüzyılda İstanbula gelen gezgin Tournefort bu kulelerin üzerlerinin kurşun külahlarla kaplı olduğunu belirtmiştir Ayrıca Mellingin yapmış olduğu gravürlerde de aynı şekilde kulelerin üzerinin sivri birer külahla örtülü olduğu gösterilmiştir Sonraki yıllarda yapılan Allomun gravürlerinde ve Miss Pardoenin gravürlerinde bu külahlara değinilmemiştir



Rumeli Hisarının Dağ Kapısı, Hisarpeçe Kapısı, Dizdar Kapısı ve Sel Kapısı denilen dışarıya açılan dört ana kapısı bulunmakta olup, bir de Meyyit Kapısı (Cenaze Kapısı) bulunmaktadır Kuleleri birleştiren surlardaki seğirdim yollarına on sekiz yerden merdivenlerle çıkılmaktadır
Çandarlı Halil Paşa Kulesi on iki köşeli, içeriden sekiz katlıdır Kulenin içerisi yuvarlak olup, dış çapı 2380 m duvar kalınlığı 7 m yüksekliği de 35 m dir Kulenin giriş kapısı iç avluya açılmaktadır Kulenin dışarısında satrançlı kufi yazı ile Allah ve Muhammed yazılıdır Bu kulenin önünde Hisarpeçe denilen ayrı bir sur duvarı ve bir de kapısı bulunmaktadır İlk yapımında Hisarpeçe önünde bir iskele olduğu sanılmaktadır

Kıyıdan bakıldığında sol tarafta, deniz seviyesinden 57 m yüksekliğindeki Zağanos Paşa Kulesi bulunmaktadır Kesme taştan yuvarlak olan bu kulenin çapı 2670 m dir Kule ortasındaki yuvarlak ve boş alan 1470 m çapında 25 m yüksekliğinde, duvar kalınlığı da 7 m dir İçten dokuz katlı olan kulenin katları ahşap olduğundan günümüze gelememiştir Her katta duvarların içerisine beşik tonozlu hücreler yerleştirilmiştir Üst kısımda ise burcu çevreleyen bir devriye yolu bulunmaktadır Kulenin korkulukları mazgallıdır

Kuleye ilk girişte helezoni bir merdivenle doğrudan doğruya dördüncü kata çıkılmaktadır Kulenin kuzeyinde Dağ Kapısı, doğusunda da Sel Kapısı bulunmaktadır Kulenin ana duvarında Arapça yapım tarihlerini belirten iki kitabe bulunmaktadır Kitabelerde kuleyi yaptıran Zağanos Paşanın ismi yazılıdır

Kitabe:
”Bu sarp ve yüksek kalenin inşaasını Sultanüazâm ve Hakan el-muazzam Muhammed bin Murad Han emretti: Onun memleketi ve kulu ve mükerrem veziri Zağanos Paşa bin Abdullah hakkındaki lûtfu ilânihaye payidar olsun856 senesi Recep ayında tamam oldu h 856 (1452)

Deniz kıyısından bakıldığında sağ tarafta bulunan Saruca Paşa Kulesi denizden 43 m yüksekliktedir Kulenin dıştan çapı 2380 m orta boşluğunun çapı 980 m duvar kalınlığı da 7 m dir Kulenin tüm yüksekliği 28 m dir Kule içerisinde bulunan ahşap katlar günümüze gelememiş, ancak duvarlar üzerindeki izlerden her katta bir ocak bulunduğu anlaşılmaktadır İçerisindeki katları belirten izler Zağanos Paşa Kulesinde olduğu gibi burada da görülmektedir Kulenin yapımından sonra buraya bir kitabelik konulmuş ancak kitabe yazılmamıştır Saruca Paşa Kulesi ile Zağanos Kulesi ve Halil Paşa kuleleri arasındaki arazi eğimli ve inişli çıkışlı olduğundan sur duvarları da buna uydurulmuştur Ayrıca Saruca Paşa ile Zağanos Paşa kuleleri arasında beş küçük burç bulunmaktadır



Kale, İstanbulun fethinden sonra Boğazın kontrolünü üstlenmiş, sonra da hapishane olarak kullanılmıştır İşkodra Seferi sonrasında gözden düşen Vezir Gedik Ahmet Paşa bir süre burada hapsedilmiştir

Rumeli Hisarı 1509 depreminde zarar görmüş ve sonra onarılmıştır XVIII yüzyılın ikinci yarısında yangın geçirmiş, Sultan III Selim zamanında (1789–1807) onarılmış ve kendi haline bırakılmıştır Bundan sonra halkın kale içerisine yerleşmesine izin verilmiştir Önceleri yalnızca kale dizdarı ve muhafızların oturduğu avludaki evlere yeni ilaveler yapılmış ve burası yerleşime açılmıştır

Fatih Sultan Mehmet devrinde küçük bir mescit yapılmış, ancak zamanla harap olmuştur Günümüzde bu mescidin bulunduğu yerde sahne platformu bulunmaktadır Yalnızca mescidin minaresi ayaktadır Caminin bulunduğu yerin altında ise büyük bir su sarnıcı, avlunun çeşitli yerlerinde de üç ayrı çeşmesi vardır

Evliya Çelebi biraz abartılı olarak burada 150 ev olduğundan bahsetmiştir XIX yüzyılın ikinci yarısında kale içerisinde “Hisariçi Mahallesi” kurulmuştur Bu mahalle 1953 yılında yapılan kalenin restorasyonu sırasında kamulaştırılarak yıkılmıştır

Yedikule Hisarı (Fatih)



İstanbul Fatih ilçesinde bulunan Yedikule Hisarı Bizans İmparatoru IITheodosios (408-450) döneminde yapılan Bizans kara surlarının en önemli giriş kapısı olan Porta Aurea (Altın Kapı) arkasında İstanbulun fethinden dört yıl sonra 1457-1458 yıllarında Fatih Sultan Mehmet tarafından İç Kale olarak yaptırılmıştır

Altın Kapının iki pilonu ve aynı sıradaki iki burcundan yararlanılarak üç kulesi olan bir sur eklenmiş ve beşgen şeklinde yedi kuleli bir kale meydana getirilmiştir Kalenin yapımı sırasında Bizans surlarının üç geçidi kapatılmış ve önündeki köprü de yıkılmıştır Buradaki Altın Kapı önünde bulunan kabartma plakalardan 12 tanesinin 1620 yılına kadar yerinde durduğu İngiliz Elçisi Sir ThRoeden öğrenilmektedir Bir süre sonra da kaybolan bu plakaların ne olduğu bilinmemektedir

Semte ismini veren Yedikule Hisarı düz bir arazide beşgen bir kale olarak yapılmış, üç köşesine üzerleri yüksek pramidal külahlarla örtülü üç büyük kule eklenmiştir Bu kulelerin arası yarım yuvarlak ve biri de köşeli altı küçük burç ile takviye edilmiştir Ayrıca Altın Kapının dışında kule ile korunan bir kapı ve onun kuzeyine de küçük bir kapı daha eklenmiştir Bu küçük kapının üzeri sonradan örülerek kapatılmıştır Büyük kulelerden kuzeydoğudaki yuvarlak olanı ”Hazine veya Darı”, güneydoğudaki “ Kız (Top) Kulesi”, ortadaki prizma şeklindeki ise “Zından Kulesi” olarak isimlendirilmiştir Bu kule bir süre hapishane olarak kullanıldığından buradaki tutukluların duvarlara yazdığı yazılardan ötürü de “Kitabeler Kulesi” olarak anılmıştır Kule içten 13 m çapında, dıştan sekiz kenarlı poligonal şekildedir İçerisi ahşap kirişlere tutturulmuş katlara ayrılmıştır En üst katta mazgallı bir devriye yolu vardır Dik bir merdivenle çıkılan kulenin üzerinde bir sahanlık, buradan da ayrı bir merdivenle diğer katlara inilmektedir Bu kulenin yapımına Sultan III Ahmet (1703–1730) zamanında başlanmış ve Sultan III Osman (1754–1757) zamanında tamamlanmıştır Kulenin dış duvarlarındaki onarım kitabesinde h 1163 (1749) tarihi ile “Mâşâllâhı teâlâ-Yüce Tanrının izniyle” yazılıdır

Güneydeki “Küçük Kule” adı ile tanınan burç 1766 depreminde yıkılmış ve daha sonra yenilenmemiştir Günümüzde bu burca ait kalıntılar hendek seviyesinde görülmektedir

Giriş kapısının üzerindeki “Bayrak Kulesi”nin iki tarafında muhafız odaları bulunmaktadır Bu kulenin duvar kalınlığı 5 m olup, yuvarlak mekânın çapı ise 950 m dir Kulelerin içerisine kapılardan girilmektedir Buradaki geçitlerden rampa ve merdivenlerle kulenin katlarına çıkılmaktadır

Fatih Sultan Mehmetin vakfiyesinden öğrenildiğine göre; kalenin yapımını bitirdikten sonra içerisine dikdörtgen planlı, ahşap çatılı küçük bir mescit eklemiştir Mescit 1813 yılında onarılmış, 1905 yılında yıkılmış, yakın tarihlere kadar da minare kaidesi gelebilmiştir Darüssaade Ağası Beşir Ağa bu mescidin yanına bir sıbyan mektebi yaptırmıştır Mescidin yanındaki kitabesiz çeşme de yakın tarihlerde onarılmıştır Sonraki yıllarda buraya yapılan evlerle Yedikule Hisarı bir mahalle konumuna gelmiştir



Yedikule Hisarı 1700lü yıllarda onarılmış, 1754 depreminde poligonal kule yıkılmış ve yeni baştan yapılmışsa da 1766 depreminde yine zarar görmüştür Yedikule zindan olarak kullanılmış, Aksaray ile Yedikuleyi de kapsayan 1782 yangınında çevresindeki yapılarla birlikte yanmış ve içerisindeki tutuklular da yanarak ölmüştür

Beşgen plân şemasıyla Bizans üslûbundan tamamen uzaklaşan bu kale Osmanlı askeri mimarisinin bir örneğidir Kuleler arasında düz satıhtaki duvarlar burada geçecek bir savaşta savunma gücünü kolaylaştırmayı sağlamakta olup devriye yollarını kesintiye uğratmamaktadır Üçgen şeklindeki ara kulelerin sivri uçları dışarıya doğru olup devriye yollarından üç metre yüksekliktedir Devriye yolları dışa doğru 080 m kalınlığında ve 220 m yüksekliğinde mazgallı bir siper ile korunmakta idi Bu mazgallı siperler Osmanlı devrinde zaman- zaman tamir ve takviye edilmişlerdir

Yedikule hisarı Fatih Sultan Mehmet döneminden itibaren uzun süre Osmanlı hazinesinin muhafazası için de kullanılmıştır III Muradın hekimbaşısı olan Dominiconun hatıratında 250 asker tarafından korunan kulelerden birinde külçe altın para, diğerinde silah, zırhlar, kıymetli eyer ve at koşumları, öbür kulelerde ise eski armalar, antika eşya resmi devlet evrakı korunuyordu Yavuz Sultan Selimin İran seferinden getirip burada muhafaza ettiği ganimetler ise daha sonra III Murad zamanında Topkapı Sarayına taşınmıştır

Yedikule hisarının içindeki garnizonda bir dizdar (kale muhafızı),dizdar yardımcısı,6 komutan ve 50 askerlik bir yönetim kadrosu bulunuyordu Bu personelin ikamet etmesi için de hisarın içinde bir dizdar evi ile 12 asker evi vardı Günümüze bu barınaklardan ve askeri depolardan hiçbir kalıntı gelmemiştir

Bizans devrinde Altın Kapının yanındaki Pilon zindan olarak kullanıldığında birçok siyasi mahkûm burada hapsedildiği gibi öldürülmüştür de Burası Fatih tarafından kaleye döndürüldüğünde de bu işlev devam etmiştir II Mahmut zamanında (1808–1839) kalenin hapishane olarak kullanımına son verilmiştir Yapılışından 9 gün sonra Çandarlı Halil Paşa ve oğulları Zaganos Paşa ve bazı ulemanın onun fethe karşı olduğu ve gizlice Rumlarla mektuplaştığı iddiasıyla Fatih Sultan Mehmet tarafından önce görevinden azledilmiş sonra burada kırk gün kadar hapsedilmişlerdir Fatih Sultan Mehmetin, babası II Muradın kendisi lehine tahttan feragat etmesinden sonra, Çandarlı Halil Paşanın II Muradı tekrar tahta geçmesi için ikna etmesinden dolayı Halil Paşaya bir kırgınlığı vardı Ayrıca Lalası olan diğer vezirlerden Zagonos Paşada henüz çocuk yaşta olan Fatihin ilk iktidar senelerinde oldukça nüfuzlu idi Bu da Çandarlının son derece rahatsız olduğu bir konu idi Çandarlı İstanbulun fethine de fikren karşı olmasına rağmen fetihte Fatihin yanında yer almış ve ona büyük destek sağlamıştır Çandarlının Yadikulede idam edildiği iddiası ise açıklık kazanmamıştır Bir kısım tarihçiler bu idamın Edirnede gerçekleştiğini ileri sürmektedirler Çandarlının oğulları ise daha sonra serbest bırakılmıştır Cesedi daha sonra oğlu İbrahim Paşa tarafından İznike getirilir ve İmaretinin karşısındaki türbesine gömülür


Çandarlı Halil Paşa Osmanlı tarihinde ilk idam edilen sadrazamdır Paşanın idamından sonra bütün servetine el konulmuşsa da II Bayezid devrinde malları çocuklarına iade edilmiştir 1461de Osmanlı topraklarına katılan Trabzon Rum İmparatorluğunun son imparatoru olan David Komnenos ve oğulları 1463de burada idam edilmişlerdir Fatih Sultan Mehmetin vezirlerinden Mahmut Paşa görevinden 1474de alındığında bu kalede bir süre tutuklu olarak kalmıştır 1474de Yavuz Sultan Selimin hilâfeti devralarak İstanbula getirdiği son Abbasi Halifesi III Mütevekkil de burada hapsedilmiştir

Kalenin orta yerinde bulunan kuyu birçok idama sahne olduğu ve ölümlerin bu kuyunun yanında gerçekleşmesinden ötürü “Kanlı Kuyu “ adı ile anılmaktadır Burada meydana gelen en acı olay ise 1622de tahtından indirilen Genç Osmanın öldürülmesidir Kapıkulu askerleri ile Yeniçerilerin başlattıkları isyanda, isyancıların istediği ulemanın başlarını onlara vermeyen Genç Osman dört gün süren bu isyanı bastıramamış, sarayı basan yeniçeriler önce I Mustafayı Haremdeki dairesinden çıkarıp divanhaneye götürmüşler ve arabuluculuk yapmak isteyen Dilaver Paşa ile Süleyman Ağayı parçalayarak orada öldürmüşlerdir Genç Osman I Mustafanın tahta çıkarıldığını öğrenince ilk önce askere para dağıtarak onları ikiye bölmek istemiş, bu iş için de Ohrili Hüseyin Paşa ile Yeniçeri Ağası Kara Aliyi görevlendirdi ise de isyancıları durduramamıştır Ali Ağa genç padişahı Ağa Kapısındaki kendi dairesinde sakladı ise de isyancılar 20 Mayıs sabahı burayı basan isyancılar Genç Osmanı avluya çıkartarak Sadrazam Ohrili Hüseyin Paşayı parçalayarak öldürmüşlerdir Bu arada II Mustafanın alelacele cülus töreni yapılmış, Genç Osman bir pazar arabasına bindirilerek Yedikuleye götürülerek orada idam edilmiştir Daha sonra cenazesi saraya götürülmüş ve I Ahmet türbesine gömülmüştür

Yedikulehisarı hapishane olarak kullanıldığı dönemde bir takım yabancı uyruklu elçi ve prenslere de ev sahipliği yapmıştır Bunların içinde en önemlileri Venedik asilzadesi Stephanus Alberti (1607),Julius Ardrea Virasina (1600), Fransız Konsolosu Jean de la Haye (1660), Elçi Ruffin, İstanbul Ermeni Patriği Avedik (1703), Eflâk Prensi Constantin Brancoveanu (1714), Rus Elçisi Kont Aleksi Oberskov (1787) , Sadrazam Kara Davud Paşa (1622), Baş Mimar Kasım Ağa (1651), Girit Fatihi Deli Hüseyin Paşadır

Deli Hüseyin Paşanın Altın Kapı önünde 1660daki idamından sonra kendisi ve ailesinin buraya gömüldüğü iddia edilirse Yedikulenin restorasyonu sırasında bu mezarlara rastlanmamıştır Yabancı elçiler burada geçirdikleri tutukluluk süresinde avluda dolaşmak izinleri vardı hatta kale içinde yapılmış evlerde bile kalabiliyorlardı XVIII yüzyılda İstanbula gelen gezgin JGrelot gezi notlarında buradaki Hıristiyan tutukluların ibadetleri için dışarıdan rahip getirildiğini ve bir de küçük şapel inşa edildiğini yazmaktadır Bu şapelden XIX yüzyıl başlarında Yanyada Fransız Konsolosu iken tutuklanarak buraya getirilen Poucqueville de bahsetmektedir Ayrıca bu konsolos hatıratında tutukluların savaş esiri değil de rehin muamelesi gördüklerini yazmaktadır



Yedikulenin 1831de zindan olarak kullanılmasına son verilmiş, Topkapı Sarayı önündeki Aslanhaneye ait heykeller buraya getirilmiştir Bundan sonra kale ve Altın Kapı bir kez daha onarılarak Baruthane olarak kullanılmıştır 1878de Maarif Nezaretine tahsis edilmiş ve içerisine kız okulu yapılmış ancak, buradaki eğitim fazla sürmemiş ve 1895te Müze-i Hümayuna bağlanmıştır Kale içerisindeki toplar da Askeri Müze olarak kullanılan Aya İrininin bahçesine götürülmüştür Harbiyedeki Askeri Müze açıldıktan sonra bu toplar oraya taşınmıştır

Yedikule Hisarı ve Altın Kapının son onarım ve restorasyonu YMimar Cahide Tamer tarafından 1958–1970 yılları arasında yapılmıştır Bundan sonra Hisarlar Müzesi Müdürlüğüne bağlı olarak 1985te ziyarete açılmıştır Günümüzde Yedikule kültür ve sanat merkezi olarak kullanılmakta olup, STİ Vakfına tahsis edilmiştir

Alıntı Yaparak Cevapla

İnceden İnceye İstanbull

Eski 11-04-2012   #36
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İnceden İnceye İstanbull



İstanbul Anıt ve Heykelleri

Taksim Cumhuriyet Anıtı (Beyoğlu)



İstanbul ili Beyoğlu ilçesi, Taksim Meydanında bulunan Cumhuriyet Anıtını İtalyan Heykeltıraş Pietro Canonica (1869–1959) 1928 yılında yapmıştır

Cumhuriyeti simgelemek amacı ile yapılan bu anıt, İstanbul Milletvekili Hakkı Şinasi Paşanın başkanlığında 1925 yılında bir komisyon oluşturulmuş Pietro Canonica ile bağlantı kurulmuş ve bu anıtı yapması istenmiştir Anıtın yapımı 2,5 yıl sürmüş, halkın maddi katkılarıyla yapılmış olup, yapımında taş ve bronz birlikte kullanılmıştır Anıtın Taksime dikilmesi ile birlikte burada bir meydan ve çevre düzenlemesi yapılmıştır Mimar HProstun düzenlediği proje çerçevesinde çevrede istimlâkler yapılmış bu arada tarihi Taksim Kışlası da yıktırılmıştır

İtalyan Heykeltıraş Pietro Conanico tarafından yapılan bu anıt İstanbula vapurla getirilmiş ve 23 günde monte edildikten sonra 8 Ağustos 1928de törenle açılmıştır

Anıt yuvarlak bir meydan ortasında yer alıp, iki tarafı bombeli ve dört köşelidir Çevresi 17 m olup, 60 m2lik bir alanı kapsamaktadır Anıtın iki yüzüne yerleştirilen bronz figürler ulusal mimariden esinlenilerek yapılmıştır Kemerli taş kaide üzerinde 11 m yüksekliğindeki anıtın kaidesinde pembe Trentino ve Torino şehri yakınındaki Suza bölgesi mermerleri kullanılmıştır Anıtın bir yüzü Kurtuluş Savaşını, diğer yüzü de Cumhuriyet Türkiyesinin simgelenmesine ayrılmıştır

Anıtın kuzey yönünde Atatürk sivil giyimli olarak İsmet İnönü, Fevzi Çakmak ve o dönem Türkiyesinde Cumhuriyetin kuruluşunda yardımları olan yabancı devlet mensupları, askerler ve halkla birlikte tasvir edilmiştir Anıtın Harbiyeye yönelik bölümünde ise 30 Ağustos Zaferi canlandırılmış olup, burada Atatürkün Kocatepe Savaşı, askerleri ve kadınları ile birlikte gösterilmiştir Buradaki Atatürkün heykeli, Milli Mücadele sırasında Ethem Hamdinin çektiği fotoğraf esas olarak canlandırılmıştır Anıtın dar yüzlerinde kahramanlığın timsali olan sancaklı birer asker heykeli, önlerindeki madalyonlarda da iki kadın portresine yer verilmiştir

Anıtın dar yüzündeki heykellerin altında, önlerinde mermer yalakları olan çeşme taşları görülmektedir Başlangıçta bu yalaklarla meydan çeşmesi düzenlemesi düşünülmüş, daha sonra burada suya yer verilmemiştir

Atatürk Heykeli (Eminönü)



İstanbul ili Eminönü ilçesi, Sarayburnunda, Gülhane Parkının denize yönelik giriş kapısının bulunduğu alanda Atatürkün Kurtuluş Savaşını başlatmak için Samsuna gitmek üzere gemiye bindiği yerde yapılmıştır Kaynaklardaki bir başka bilgiye göre de; Atatürk Kurtuluş Savaşından sonra İstanbula ilk gelişinde burada karaya çıkmış, Harf Devrimi 9 Ağustos 1928de burada halka söylenmiştir Cumhuriyet döneminde İstanbulda yapılan ilk Atatürk Anıtıdır

Sarayburnundaki Atatürk heykeli Avusturyalı Heykeltıraş Heinrinck Krippel tarafından yapılmıştır Heykel sanatçının Viyanadaki atölyesinde yapılmış, dökümü Viyanada Birleşik Maden İşletmelerinde yapılmış, parçalar halinde Türkiyeye getirilmiş ve heykeltıraşın denetiminde yerine oturtulmuştur Yapımına 1925 yılında başlanan heykelin açılışı 3 Ekim 1926da yapılmıştır

Heykel 3 m yüksekliğinde, yukarıya doğru hafifçe daralan mermer ve granitten dikdörtgen bir kaide üzerindedir Bu kaide iki katlı dikdörtgen bir platform üzerindedir Platformun birinci katına dört, ikinci katına da üç basamakla çıkılmaktadır Ayrıca bu alanın çevresi 70 cm yüksekliğinde alçak bir duvarla çevrilmiştir Üçgen, kare ve altıgen motiflerle dekore edilmiş duvarlara birer metre aralıklarla birer metre yüksekliğinde üzerlerinde kubbeye benzer başlıkları olan sütunlar yerleştirilmiştir

Atatürkün heykeli bronzdan dökülmüş olup, Atatürk burada sivil giysileri ile tasvir edilmiştir Sol elini beline dayamış, sağ elini de aşağıya doğru uzatmıştır Heykelin kaidesinin önünde Hattat Kamil Akdikin yazısı ile “tarihi ihtilas 1336”, arka yüzünde heykelin dikiliş tarihi 1926, yan tarafında Cumhuriyetin ilân tarihi yazılıdır

Atatürk ve Gençlik Anıtı (Eminönü)



İstanbul Eminönü ilçesinde, Beyazıtta İstanbul Üniversitesi Merkez Binasının önündeki alanda bulunan bu heykel, Heykeltıraş Yavuz Görey ile Heyketraş Hakkı Atamulu tarafından 1955 yılında yapılmıştır

Bu anıtta Atatürk, sol kolunu yönlendirici bir kumandan edası ile havaya kaldırmış olarak tasvir edilmiş olup, sağında aydınlanmayı simgeleyen elinde meşale tutan bir genç kız, solunda yine elinde bayrakla ulusal devleti simgeleyen genç bir erkek figürü vardır Bu anıt ile Atatürkün Gençliğe Hitabesi üniversite önünde somutlaştırılmıştır Bu anıtın yapımının bir diğer amacı da 27 Mayıs 1960 devriminin üniversite öğrencilerinin desteği ile yapıldığının simgelenmesidir

Anıtın alçak ve kademeli kaidesi üzerindeki kompozisyon bronzdan ve 4 m yüksekliğinde yapılmıştır

Harbiye Atatürk Anıtı (Şişli)



İstanbul Şişli ilçesi, Harbiyede Eski Harp Okulu Binası 1936 yılında Ankaraya taşınınca Yedek Subay Okulu bir süre bugünkü Askeri Müzenin bir bölümünü oluşturan yapıya taşınmıştı Buradaki Atatürk Heykeli 1937 yılında Yedek Subay öğrencileri tarafından kendi aralarında topladıkları para ile Heykeltıraş Ali Hadi Baraya (1906–1971) yaptırılmıştır

İlk yapılışında okulun önünde, giriş kapısının üzerinde bulunan anıt, caddenin genişletilmesi nedeni ile 30 Ağustos 1960ta yerinden kaldırılarak bugünkü park içerisindeki yerine konulmuştur

Bu heykelde Atatürk mareşal üniforması içerisinde “Ordular ilk hedefiniz Akdenizdir, ileri” komutunu verirken tasvir edilmiştir Sol elinde, bel hizasında dürbünü ve sağ eli ile de ileriyi gösterecek biçimde tasvir edilmiştir Anıtın üzerinde herhangi bir yazıt bulunmamaktadır

Bu anıt günümüzde ilk tasarlanmış olduğu kurgudan farklıdır İlk yapılışında komutu sol eliyle vermekte, sağ bacağı da denge unsuru olarak önde görülmektedir Ancak komutlar, sağ elle verildiğinden ötürü bu tasarım değiştirilmiştir

Abide-i Hürriyet Anıtı (Şişli)



İstanbul Şişli ilçesi, çevre yolu ile Şişli-Kâğıthane caddeleri arasında kalan Abide-i Hürriyet Anıtı 31 Mart Vakasından sonra bu ayaklanmada yaşamını yitirenler anısına 1909 yılında yapılmaya başlanmış, 23 Temmuz 1911de de açılmıştır

Günümüzde çevre yolu ve viyadüklerin yükseltilmesinden sonra anıtın bulunduğu tepe ile çevresi topografik konumunu kısmen de olsa yitirmiştir Anıtın bulunduğu bu yerin İstanbulun kuşatması sırasında Fatih Sultan Mehmetin otağını kurduğu yer olduğu da söylenmektedir

Anıtın tasarımını Neo-Klasik dönem mimarlarından, Mimar Muzaffer yapmıştır Bu anıtın yapımı için açılan yarışmaya dönemin tanınmış mimarlarından Kemalettin Bey, Vedat Tek, AVallaoury, Konstantin Kiryakidi katılmış ve onların projeleri arasında Mimar Muzaffer Beyin projesi birinciliği kazanmıştır

Anıt üçgenler ve geometrik kurgular üzerinedir Biçim olarak üçgenin ve onunla bağlantılı altıgenin kullanılması ile tasarım geometrik bir örgüye büründürülmüştür Buradaki eşkenar üçgenlerin her kenarı geometrik olarak anıta çepeçevre eşdeğer bir perspektif kazandırmıştır Ayrıca anıtın alanına girişten itibaren başlayan ve bir kapı ile yönlendirilen akslara da yer verilmiştir Anıt, köşeleri pahlanmış bir eşkenar üçgen plato üzerindedir Buradaki pahlanmış köşelerden üç yöne yönelik geniş merdivenler ile üçgen biçimindeki zemine ulaşılmaktadır Bu zeminin giriş yönünde küçük bir taç kapıya yer verilmiştir Bu kapının üzerinde “Makber-i Şuhedâ-i Hürriyet” yazılı bir kitabe bulunmaktadır Anıtın zemin altında da bir mahzen kısmı bulunmaktadır

Anıtın yapımında çeşitli taş malzeme kullanılmıştır Anıtın tabanı üçgen biçiminde olup, üçgenin köşelerinin üzerine büyük pembe renkli cilalı taştan birer kürre konulmuştur Bu kürrelerin yardımıyla üçgen alandan altıgene geçilmiştir Üçgenin kenarlarının ortasına da alt kısımda mahzene açılan pencereler bulunmaktadır Anıtın gövdesi aşağıdan yukarıya doğru daralan altıgen kesitlidir Bu gövdenin birer yüzü atlanarak üç yüzeyine 31 Mart Şehitlerinin isimleri altıgen mühürler içerisine oyularak işlenmiştir Gövdenin ön yüzünde Sultan V Mehmet Reşatın tuğrası, diğerlerinde de “Tarih-i İstirdâd-ı Meşrutiyet 12 Temmuz 1325” yazısını içeren kitabeler yerleştirilmiştir Altıgen gövdede mukarnasların yardımıyla yuvarlak bir daire oluşturulmuş ve burada prizmatik üçgen geçiş şeridinden yararlanılarak daha da dar bir halkaya ulaşılmıştır Bunun üzerine de yuvarlak namlu biçiminde gövde oturtulmuştur bU gövdenin üzerine süngülü tüfekler, kılıçlar, cankurtaran simidi, bayrak, askeri figürler metal döküm olarak yerleştirilmiştir

Anıtın on sekiz basamakla inilen üçgen planlı mahzen (kripta) kısmı oldukça yüksek olup, üç büyük taşıyıcı ayak buraya yerleştirilmiştir Buradaki üçgenin köşelerine, taş örgülü ayakların üzerine de birer kitabe şeridi yerleştirilmiştir Ayrıca üçgenin güneydoğu köşesine de mermer bir mihrap yerleştirilmiştir Kriptanın üzeri rumi motifli, renkli camlı bir vitray kubbe ile örtülmüştür Bunun ortasına büyük bir avize yerleştirilmiştir Anıtın çevresi geniş bir parmaklıkla çevrilidir Burada Sadrazam ve Harbiye Nazırı Mahmut Şevket Paşanın türbesi ile Mithat Paşa ile Talat Paşanın mezarları bulunmaktadır Son zamanlarda Enver Paşanın kemikleri de buraya getirilmiştir

Barbaros Anıtı (Beşiktaş)



İstanbul Beşiktaş ilçesi, Barbaros Türbesinin önündeki alanda bulunan bu heykel 1941–1943 yılları arasında hazırlanmış ve 1944 yılında da yerine konulmuştur Barbaros Heykelini Güzel Sanatlar Akademisi Öğretim Üyelerinden Heykeltıraş Hadi Bara ile Zühtü Müridoğlu yapmışlardır Anıtın bronz işleri Yusuf Akpınar ile Ali Haydar Seymene aittir Anıtın bronz kısmı altı ton dokuz yüz ton ağırlığındadır

Anıt birkaç basamaklı mermer bir platform üzerinde, on metre yüksekliğinde kademeli kaide üzerine üç bronz figürden meydana gelmiştir Kaidenin ön kısmı gemi pruvası ve güvertesini simgeleyecek biçimde iki buçuk metre yüksekliğinde bir platform şeklindedir Burada Barbaros, normal bir insan boyundan 1/3 daha büyük ölçüde iki leventin ortasında yer almaktadır Arkalarında sivri bir köşe ile sonuçlanan soyut bir kütle bulunmaktadır

Heykelin deniz tarafındaki taş kaidesinde Barbarosu Kanuni Sultan Süleyman huzurunda gösteren alçak bir kabartmaya yer verilmiştir Heykelin kara tarafında ise bronzdan saray ile ilgili alçak kabartma panolar yer almaktadır Heykelin arkasında ise Yahya Kemal Beyatlının “Süleymaniyede Bir Bayram Sabahı” isimli şiirinden alınmış dizelere yer verilmiştir:

”Deniz ufkunda bu top sesleri nerden geliyor
Barbaros, belki, donanmayla seferden geliyor
Adalardan mı? Tunustan mı, Cezayirden mi?
Hür ufuklarda donanmış iki yüz pâre gemi
Yeni doğmuş aya baktıkları yerden geliyor
O mübarek gemiler hangi seferden geliyor?”

Bu dizelerin üzerinde de bir dal motifi ile 1944 tarihi bulunmaktadır

Barbaros Anıtı üzerindeki tiplerin giysileri Nigârinin minyatüründen esinlenilerek yapılmıştır Bununla beraber bu tiplemelerde yabancı ressamların çizgilerinden de esinlenildiği sanılmaktadır Nitekim Barbarosun hemen arkasındaki levent, o yıllarda yeni yeni kullanılmaya başlanan bir tabanca ile sol elinde bir sancak tutmaktadır Soldaki levendin elinde ise bir kılıç vardır Bunlar ayakları açık savaşa hazır durumda yapılmışlardır

Tayyare Şehitleri Anıtı (Fatih)



İstanbul ili Fatih ilçesi, Sarçhanebaşında, Fatih Parkı içerisinde bulunan bu anıtın temeli 2 Nisan 1914te atılmış ve yapımı 1916da tamamlanmıştır Mimar Vedat Tekin eseridir

Bu anıt Türk havacılık tarihinin ilk şehitleri olan Fethi, Sadık ve Nuri beyler için dikilmiştir Bu askeri pilotlar IDünya Savaşı öncesinde diğer devletlere Osmanlılarda da havacılığın başladığını göstermek amacıyla Enver Paşanın isteği üzerine iki uçakla İstanbuldan Kahireye kadar uzanan 2500 kmlik bir uçuşu gerçekleştirmek amacıyla yola çıkmışlardır Pilotlardan Fethi Bey ile Sadık Bey 27 Şubat 1914te Şam-Kudüs arasında, Fransız Deperdussin tipindeki diğer uçağın pilotu Nuri Bey ise 11 Mart 1914te Yafadan kalkarken düşmüşler ve şehit olmuşlardır İlk hava şehitlerinin mezarları Suriyede, Şam Emeviye Camisinde Selahaddin Eyyubi Türbesinin yanında bulunmaktadır

Anıt, beyaz mermer ve bronzdan yapılmış olup, mermer bir kaide üzerinde kırık bir sütundan meydana gelmiştir Anıtın kırık olmasının nedeni de yarıda kalan uçuşu simgelemektedir Yaklaşık 750 m yüksekliğindeki anıtın kaidesinin iki yanındaki madalyonlara bronz bir kitabe ve bronz bir rölyef işlenmiştir Sütun üzerinde ise yine bronzdan bir defne dalına yer verilmiştir Her yıl Hava Şehitleri nedeni ile bu anıt önünde tören düzenlenmektedir

Yahya Kemal Beyatlı Anıtı (Beşiktaş)

İstanbul ili Beşiktaş ilçesi, Kadırgalar Caddesinde Maçka Parkı içerisindeki bu anıt, Türk edebiyatının ünlü şairi Yahya Kemal Beyatlının (1884–1858) doğumunun 84 yıldönümü nedeni ile 2 Aralık 1968de dikilmiştir Anıt İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi Öğretim Üyesi Heykeltıraş Hüseyin Gezere aittir

Anıt Tunçtan yapılmış olup, 180 m yüksekliğindedir Burada koltuğa oturmuş halde Yahya Kemal Beyatlı sağ elini şakağına dayamış, sol eline de bastonunu almış vaziyette tasvir edilmiştir Anıtın üzerinde, değişik yerlere şiirlerinden alınmış dizeler yazılmıştır:

“Cihan Vatandan ibarettir

“Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul
Görmedim, sevdiğim, gezmediğim hiçbir yer”

“Öyle sinmiş bu vatan semtini milliyetimiz ki
Biziz hem görülen, hem duyulan yalnız biziz”

“Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer”

“İnsan âlemde hayal ettiği müddetçe yaşar”

“Ölüm yabancı bir âlemde bir geceyse bile
Tahayyülümde vatan kalsın eski haliyle”

“Ölmez kaderde var bize ürküntü vermiyor
Lâkin vatandan ayrılışın ızdırabı zor”

“Yarab bana bir ses yaratan kudreti ver”

İnönü Anıtı (Beşiktaş)



İstanbul ili Beşiktaş ilçesi, Taşlık Parkında İsmet İnönünün evinin önünde bulunan bu heykel, Alman Heykeltıraş RBellinge 1940 yılında ısmarlanmıştır Bugünkü Taksim Gezisi olan, İnönü Gezisi olarak yapılan yerin Taksim Meydanına bakan yüzüne yerleştirilmek üzere yapılmıştır Anıtın kaidesi 1943–1944 yılları arasında tamamlanmıştır

Anıtın kaide ve çevre düzenlemesi Güzel Sanatlar Akademisi Öğretim Üyelerinden Feridun Akozan ve Mimar Mehmet Ali Handan tarafından yapılmıştır Ancak 1950 yılında Demokrat Partinin iktidara gelmesi nedeni ile RBellingin yapmış olduğu heykel yerine konulmamış ve uzun yıllar kaidesi boş kalmış, heykelin parçaları Mecidiyeköydeki Tekel Likör Fabrikası bahçesinde ve daha sonra da Edirnekapıdaki belediye atölyelerinde saklanmıştır 1982de alınan karar üzerine heykel bugünkü Taşlıktaki yerine konulmuştur

Anıt 7,5 m yüksekliğinde taş bir kaide üzerinde 5 m yüksekliğinde, bronz at üzerinde İnönü heykeli ve kaidenin önüne yerleştirilmiş 3 m yüksekliğinde genç bir erkek figüründen meydana gelmiştir Buradaki bir elinde defne dalı, diğer elinde meşale tutan genç erkek figürü barışı ve Türkiye Cumhuriyetini simgelemektedir Taş kaidenin bir yüzüne Atatürkün II İnönü Zaferini kutlamak için İsmet Paşaya çektiği telgrafın metni işlenmiştir:

“Bütün tarih-i âlemde, sizin İnönü Meydan Muharebesinde deruhte ettiğiniz vazife kadar ağır bir vazife deruhte etmiş kumandanlar enderdir Milletimizin İstiklâl ve hayatı dâhiyane idareniz altında şerefle vazifelerini ifa eden kumandan ve silah arkadaşlarınızın kalp ve hamiyetine büyük bir emniyetle istinat ediyordu Siz orada yalnız düşmanı değil milletin makûs talihini de yendiniz 1Nisan 1921”

Kaidenin diğer yüzünde de başka bir kitabeye yer verilmiştir:

“Savaşta büyük asker, barışta büyük devlet adamı ve diplomat, İnönü, Sakarya Muharebesinde ve Afyonkarahisar Taarruzunda cephe kumandanı, Büyük Millet Meclisi hükümetinin Hariciye Vekili ve Lozan Murahhas Heyetinin reisi, Cumhuriyet Hükümetinin on dört yıl Başvekili, hayatını ve dehasını yalnız yurt ve halk hizmetine veren yapıcı ve kurucu Cumhurreisimiz ve Milli Şefimiz İsmet İnönüye ve İstanbul şehrinin sevgi, saygı ve minnet duygularıyla…”

Akdeniz Anıtı (Şişli)



İstanbul ili Şişli ilçesi, Zincirlikuyu Halk Sigorta binası önünde 1980 yılında yapılmış olan Akdeniz Heykeli, Heykeltıraş İlhan Komanın eseridir

İlhan Komanın bu eseri 1981 yılında Simavi Ödülünü kazanmıştır Heykel ilk tasarımında yedi metre boyunda ve Akdenizin on yedi çeşit mavisini oluşturacak biçimde idi Ancak Halk Sigorta binanın önünü kapatacağı endişesi ile heykelin yarıya kadar küçültülmesine karar vermiştir Yeterli sayıda boyanın bulunamamasından ötürü de heykel yalnızca beyaz renkte yapılmıştır

Akdeniz Heykeli birbirine eşit uzunlukta çok sayıda kaynaklarla birleştirilmiş, 4,5 ton ağırlığında saç levhalardan meydana gelmiştir Burada kollarını açmış durumda bir kadın tasvir edilmiştir Uçucu bir hafiflik gösteren heykelde kesintili sürekliliği dilimler arasındaki eşit boşlukta hacimlerden ötürü hareketli bir görünüm sağlanmıştır Heykeltıraş İlhan Komana göre burada “dalgalardan teşekkül eden, dalgaların meydana getirdiği ilahe, gözün yansıması, hareket eden bakışın sinetik yanılgısı” gösterilmiştir Cepheden bakıldığında kadının yüzünde sert bir ifade vardır Burada bir bakıma insanlardan gördüğü eziyet protesto edilmiştir Farklı açılardan bakıldığında da gövde dalgalı bir şekle dönüşmektedir

İlhan Komanın İsveç meydanlarını süsleyen heykelleri olmasına karşılık bu heykel sanatçının İstanbuldaki en büyük boyutlu tek heykelidir Yalnızca Divan Otelinin önündeki otoparkta küçük bir heykeli bulunmakta olup, yer konumundan ötürü kimsenin dikkatini çekmemektedir

Cumhuriyetin 50Yıl Anıtı (Beyoğlu)



İstanbul Beyoğlu ilçesinde, Galatasaray Lisesi ile Yapı Kredi Bankası önündeki alanda bulunan bu anıt Heykeltıraş ProfSadi Çalık tarafından 1973 yılında Cumhuriyetin 50Yılı anısına yapılmıştır

Heykel paslanmaz çelikten üç büyük boru halinde yapılmıştır Bu silindirik borular Cumhuriyetin dinamizmi ve aydınlanma simgelenmiştir

Barış ve Kültür Heykeli (Zeytinburnu)


İstanbul ili Zeytinburnu ilçesinde, Abdi İpekçi Spor Salonu önünde bulunan bu heykel 2001 yılında yapılmıştır Heykel Zeytinburnu Belediye Başkanı Murat Aydının tasarımıdır

Bu heykel barış ve kültürü simgelemekte olup, beş metre yüksekliğindedir Burada üç elin üzerinde dünya tasvirine yer verilmiştir Dünya figürünün içerisinde barışı simgeleyen üç zeytin dalı uzanmaktadır Buradaki üç el Zeytinburnunda yaşayan Türk, Rum ve Ermeni toplumunu simgelemektedir

Lahana Anıtı (Eminönü)

İstanbul Eminönü ilçesinde, Topkapı Sarayı birinci avlusunda bulunan bu anıt, Sultan III Selimin (1761–1808) 434 adımdan tüfekle yapmış olduğu nişan talimi sırasında yumurtayı vurmasından ötürü dikilmiştir

Anıt dört yüzlü mermer bir sütun şeklinde olup, üzerinde kabartma olarak işlenmiş lahana tasviri bulunmaktadır Çelebi Sultan Mehmet Merzifonun ünlü lahanası nedeni ile Merzifon süvarilerine Lahanacı ismini yakıştırmıştır Sultan III Selimin de bu süvarileri tutması nedeni ile de anıtın üzerine lahana tasviri yerleştirilmiştir

Anıtın denize bakan yüzünde Hattat Mahmud Esad Yesarinin yazdığı Şair Naşitin 1790 tarihli on sekiz mısralık dizesi yazılıdır Bu yazıtın ilk satırında:

“Hazreti Sultan Selim Han İbn-i Sultan Mustafa
Mazhar etmiş zatını hak her fünunu ekmele”;

Kitabenin son satırında da:

“Naşıda hamem cevahir kondurur tarihini
Beyzayı Sultan Selim cemşek urdu hele
1205 (1790)” yazılıdır

Alıntı Yaparak Cevapla

İnceden İnceye İstanbull

Eski 11-04-2012   #37
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İnceden İnceye İstanbull



İstanbulun Tarihi Ağaçları

İstanbulun Tarihi Ağaçları

Doğal olarak yaşamlarını sürdürebilme olanağını bulabilen ağaçlar, önlerindeki bir çok tarihi olaya da tanık olmuşlardır Günümüz İstanbulunda öylesine yaşlı ağaçlar vardır ki, onların isimleri tarihi olaylarla birlikte anılmaktadır Yüzyıllar boyunca ulu gövdeleri, geniş dalları birçok anıyı saklamışlardır Sultanahmet Meydanındaki Kanlı Çınar, Gülhane Parkı önündeki Yeniçeriler Çınarı, Koca Mustafa Paşa Camisinin avlusundaki Zincirli Servi, Büyükderedeki Büyükdere Çınarı ile Emirgân Çınarı bunların başında gelmektedir Bu ağaçların önünde tarihin en kanlı olayları cereyan etmiş, bazılarının gövdelerini meczuplar istila etmiş, bazılarının isimleri çeşitli söylentilere karışmış, bazısının altında da devrin en seçkin simaları toplanarak akademik konuları tartışmışlardır

İstanbul tarihinde iz bırakmış ağaçlardan Yeniçeriler Çınarının ayrı bir öyküsü vardır Sultanahmet Meydanından Gülhane Parkına inen yolun başındaki bu çınar tarihi bir olaya rastlantı sonucu da olsa tanık olmuştur

Yeniçeriler Çınarı (Eminönü)

Fatih Sultan Mehmetin ilk sarayının bulunduğu bugünkü Topkapı Sarayında yaşayan hizmetkârlardan genç bir kız hürriyetine kavuşabilmek için duvarlara tırmanıp kendisini saray dışına atmıştır Ne var ki, tanımadığı bir kişi onun saray giysilerinden ve heyecan içerisinde oluşundan şüphelenerek yakalamış, buradaki heybetli çınarın gövdesi içerisine hapsetmiş, bahşiş koparabilmek için saraya haber vermiştir Fatih Sultan Mehmet olayı öğrenir öğrenmez, o adamı huzuruna çağırmış, davranışından memnun olduğunu ve karşılığında isteğinin ne olduğunu sormuştur Adam ise yaptığı bu işin karşılığında para istemediğini, hünkâr tarafından mutlak mükafatlandırılmak isteniyorsa, çınar yakınında bir yeniçeri ocağının kurulmasını dilemiştir Bunun üzerine de bu çınarın yanında bir yeniçeri ocağı kurulmuş, “Kız Bekçileri” ismi de bu ocağa verilmiştir Topkapı Sarayının ön karakolu olan bu ocakta kırk yeniçeri sürekli nöbet tutmuş, buradaki askerler heybetli görünüşleri, renkli giysileri ile gelip geçen herkesin dikkatini çekmiştir Yeniçerilerin kaldırılmasına kadar bu karakol önemini korumuş, İstanbula gelen gezginler ve yabancı devlet elçileri bu çınardan “Yeniçeri Ağacı” veya “Kız Bekçileri” ismi ile söz etmişlerdir

Kanlı Çınar (Vaka-i Vakvakiye) (Eminönü)

Sultanahmet Meydanındaki bir diğer çınar ağacının önünde kanlı olaylar olmuş ve bu nedenle ona “Kanlı Çınar” ismi verilmiştir Günümüze ulaşamayan bu çınar, Ayasofya ile Sultanahmet camileri arasında, bugün park olan yerde bulunuyordu Burada ağacın dikkati çeken bir özelliği de dallarından birisinin Ayasofyayı göstermesi idi

Tarihin derinliklerine baktığımızda bu çınarın isminin ilk kez Sultan İbrahimin tahttan indirildiği günlerde geçtiğini görüyoruz Sultan İbrahimin tahttan indirmek için ayaklananlar önce Sadrazam Ahmed Paşayı yakalamış ve asileri destekleyen Vezir Sofu Mehmet Paşaya teslim etmişlerdir Kurnaz ve işini bilen bir vezir olan Mehmet Paşa önce Onu Şehzadebaşındaki konağında ağırlamış, sonra da şeyhülislamdan idamı için fetva almıştır Öte yanda Ahmed Paşa malını mülkünü Mehmed Paşaya bırakarak canını kurtardığını sandığı anda birden karşısında devrin ünlü celladı Kara Aliyi görünce her şeyin bittiğini anlamıştı Kara Ali ve diğer cellatlar onu sürükleyerek konağın bodrumuna indirip kementle boğmuşlardır Bunun ardından sadrazamın cesedi bir ata bağlanarak sürüklene sürüklene Sultanahmetteki bu çınarın altına bırakılmıştır Bu arada yeniçeri kılığına giren bir câni, insan yağı romatizmaya iyi gelir diyerek sadrazamın şişman vücudunu parça parça doğrayarak isteyene vermeye başlamıştır Bu acı olay üzerine bu çınara “Kanlı çınar” sadrazama da bin parça anlamında “Hazerpare Ahmet Paşa” ismi yakıştırılmıştır

Kanlı Çınar, bir süre sonra yeni bir kanlı olaya sahne olmuştur Yeniçeri ulûfelerinin dağıtıldığı bir gün Girit seferinden dönen yeniçerinin dağıtımdan pay alamamaları, kapıkulu ocaklarına da ayarı düşük akçe verilmesi ortalığı karıştırmış ve yeni bir ayaklanmaya neden olmuştur At Meydanında toplanarak saray kapılarına dayanan yeniçeriler ve onlara katılanlar yeni kurbanlar istemeye başlamıştır Sultan IV Mehmet henüz çocuk yaşta bir padişahtı Padişahın yanındakiler asilere direnmişlerse de durumun daha da kötüye gitmesi üzerine istenilen kişileri boğdurup saray duvarlarının dışına bırakmışlardı Boğdurulanlar arasında Kızlar Ağası, Kapı Ağası, Padişahın müsahibi ile Kösem Valde Sultan zamanında nüfuzu artan Mülki Kalfanın kocası Şaban Ağada bulunuyordu

Bundan sonra isteklerini elde eden asiler, kesik başları çınarın dallarına asmıştır Buradaki başlar günlerce asılı kalmış, rüzgarla sallanmış ve halk bu görünümü dehşet içerisinde seyretmiştir

Çınara ikinci kez kanlı bir olaydan sonra “Vaka-i Vakvakiye” ismi halk tarafından yakıştırılmıştır İstanbullu bir şair de bu olay üzerine bir şiir yazmıştır

Gûşu merihe erüp tantana-i cahü celâl
Lerzenâk etti bu kavga gühu âfâkı
Oldu mahmur nice mest müdamı devlet
Câmı ikbale ne tarh etti bilinmez Sâki
Bağbanı felek gine güzârı seyret
At Meydanına dikti secere-i vakvakı

Sultanahmet Meydanındaki bu çınarın yazgısı bununla sona ermemiş, 1826 yılında son yeniçeri isyanı bastırıp, ocak dağıttığı zaman Sultanahmet Camisine gizlenen son yeniçeriler de boğdurulup cesetleri yine bu çınarın dallarına asılmıştır
Secerei Vakvakın öyküsünü hazırlayıp, şiire çeviren İzzet Molla da şu dizeleri yazmıştır:

Bir zaman ehli fitne camii Hanı Ahmedde
Bigünah asmış iken kullarını Hallâkim
Şimdi erbabı Şekanın dökülüp kelleleri
Meyve vaktine yetiştik, secerei vakvakın

Zincirli Servi (Fatih)

İstanbul ili Fatih ilçesi Kocamustafapaşada, Kocamustafapaşa Camisinin avlusunda bulunan, desteklerle korunmaya çalışılan zincirli servinin İstanbul folklorunda önemli bir öyküsü vardır Buna göre; Bu zincir borcunu kabul etmeyenler ağacın altına getirilecek olunursa, zincir hareketlenerek borçlunun üzerine değermiş Bu nedenle de alacaklı birçok kişi Osmanlı tarihinde Kadının yerine şahitler önünde, yakaladığı borçlusunu servinin önüne götürür ve onun vereceği hükmü beklermiş Ancak servinin üzerindeki zincirin nasıl ve ne şekilde hüküm vereceği de bilinmez Zincirli Servi ile ilgili bir başka inanışa göre de bu zincir kıyametin kopmasını önlüyormuş Zincir yerinden kopup düşecek olursa o zaman kıyamet koparmış

Yüzyıllar serviyi öylesine yıpratmış ki nihayet zinciri taşıyamamış, yerinden koparak yere düşmesin diye zincir İstanbul Belediye Müzesine kaldırılmış

Bu ağacın yanında tunç şebekeli, üzeri kitabeli, mevsimine göre açan çiçeklerle bezeli bir mezar bulunmaktadır Bu mezarla ilgili de bazı inanışlar vardır İslam tarihlerine göre Hz Hüseyinin şehit edilmesinden sonra ailesi esir edilmiş, önce Şama getirilmiş, sonra da Yezid onları Medineye göndermişti Zincirli Servinin yanındaki bu mezar Hz Hüseyinin Fatma ve Sakine isimlerindeki iki kızına aittir Bu kızların Arap Yarımadasından İstanbula ne şekilde geldikleri de bilinmiyor Tarihi belgelerle ispatlanamayan bu geliş iki şekilde olmuştur Bunlardan birine göre Yezid, Hz Hüseyinin kızlarını Bizans İmparatoru IV Konstantine cariye olarak göndermiştir Diğer rivayete göre de Yezid, kızları Mısıra deniz yolu ile gönderirken gemi korsanların hücumuna uğramış, içerisindekiler esir edilerek İspanyaya götürülmüştür İspanya Kralı da esirler arasından seçtiklerini IV Konstantine hediye olarak göndermiş ve bunların arasında da Hz Hüseyinin kızları İstanbula gelmiştir Bir başka rivayete göre de bu iki kızı Haçlılar Beyruttan İstanbula getirmiştir

IV Konstantin bu kızların Hz Hüseyinin kızları olduğunu öğrenince onları diğer esirlerden ayırmış ve bugünkü Kocamustafapaşa Camisinin bulunduğu yerdeki Hagios Andreas Manastırında misafir etmiştir İmparator kızları kendi oğulları ile evlendirmek istemişse de kızlar, kendilerine yapılan evlenme teklifine ancak kırk gün sonra cevap vereceklerini söylemişlerdir Verilen süre bittiği zaman cevabı almaya gidenler iki kardeşin birbirlerine sarılmış, üzerlerine nur inmiş cesetleri ile karşılaşmışlardır Bunun üzerine Tahire-i Muhteremeler diye isimlendirilen bu iki kardeş bugünkü Kocamustafapaşa Camisinin avlusunda Zincirli Servinin yanına gömülmüşlerdir Sonraki devirlerde mezarın yeri kaybolmuştur

İstanbulun fethinden sonra Sümbül Sinan Efendi bu rivayetleri göz önüne alarak buraya bir mezar yapmış, yanına da bir Bektaşi tekkesi kurmuştur Ayrıca ölümünden önce de “Beni Tahire-i Muhteremelerin ayakucuna gömünüz” diye vasiyet etmiştir

Sultan II Mahmut kendisine nakledilen rivayetlere ve gördüğü rüyalara dayanarak Zincirli Servinin altına tunç şebekeli bir açık türbe yaptırmış, üzerine de devrin ünlü hattatı Yesarizade Mustafa İzzet Efendinin talik yazılı bir kitabesini koydurmuştur

Emirgan Çınarı (Sarıyer)

İstanbul Sarıyer ilçesi, Emirgânda ünlü Çınaraltı Kahvesine ismini veren Emirgân Çınarının edebiyatımızda önemli bir yeri vardır Birkaç yüzyıllık bir geçmişi olan bu çınarın altında devrin tanınmış kişileri toplanmış ve çınarın altı bir nevi akademi konumuna gelmiştir

Ruşen Eşref Ünaydın Boğaziçi isimli eserinde bu çınarın altından şöyle söz etmiştir:

“ Onun güzelliği üç sade şeyin birbirine uygunluğundan geliyor; çınar, mermer, deniz

Dört, beş çınar, deniz kıyısında yokuşumsu bir meydanı kaplamış Her birinin bir ağaç iriliğindeki dalları, mermer direkli beyaz bir cami minaresinin üst hizasına kadar sarmaş dolaş çıkıyor Bu açık hava kahvesi yazları bir bakıma o semtin umumi selamlık dairesi… Geçenlerde bir gün beyaz ceketli bir bahriye zabiti, kaloş kunduraları kaldırımlarda çıkırdayan kranta bir memur mütekaidi (emekli) ile orada tavla oynuyordu Zar ve pul takırtılarına, öteki basanın başına toplanmış gençlerin iddialı dört kol iskambil partileri de karıştı; her iki masanın gürültülerine de nargile tokurtuları kırıtkan dumanlı bir çeşni daha katıyordu

Emirgân Çınarının ününün artması memleketin her yanına yayılmış, özellikle XX yüzyılın başlarında burası tanınmış kişilerin uğradığı yer olmuştur Özellikle Salı ve Cuma günleri öğleden sonraları memleket çapındaki ünlüler burada toplanır olmuştu

Büyükdere Çınarı (Sarıyer)

İstanbul Sarıyer ilçesi, Büyükderede bulunan bu çınarın 4000 yıllık bir geçmişi olduğu rivayet edilmektedir Ne var ki bu çınar I Dünya Savaşından sonra yıkılmış ve yok olmuştur Çınarın bulunduğu alana Bahçe Kültürleri İstasyonu yapılmıştı

XIX yüzyılda yapılmış bir gravürden bu çınarın birbirleri ile kaynaşmış birkaç iri gövdesi olduğu görülmektedir Bu çınarın altında IHaçlı Seferi komutanlarından Godefroy de Bouvillon 1096da karargâhını kurmuş, bu nedenle de çınara “Platane de Godefroy Bouvillon” ismi verilmiştir

Sultan II Mahmutun sık sık gittiği Büyükdere çayırında bu çınarın altında oturup Yeniçerilerin oynadığı Tomak oyununu seyrettiği kaynaklarda belirtilmektedir Ayrıca devrin ünlü musiki üstatlarına da burada konserler verdirmiştir

Büyükdere Çınarı bir söylentiye göre üzerine düşen yıldırımdan, bir başka söylentiye göre de içerisinde yapılan kahve ocağının tutuşması sonucu yanmıştır

Alıntı Yaparak Cevapla

İnceden İnceye İstanbull

Eski 11-04-2012   #38
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İnceden İnceye İstanbull



İstanbul'un Koruları

Şehirlerin içi veya çevresindeki koruma altına alınmış büyük ağaç topluluğu veya küçük
orman parçasına koru denilir Koru ve ormanlar bir ülkenin en büyük zenginlik
kaynağıdır Ayrıca bu yeşillik alanlar kentlerin hem nefes almasını hem de içinde
barındırdığı,sincap,tilki, çeşitli kuşlar gibi küçük hayvanları ile estetiğini sağlarlar
İstanbul un yüzyıllar boyu sahip olduğu yeşil alan ve korular zaman süreci içerisinde
göçler, iskân ve savaş gibi etkenlerle ne yazık ki büyük bir ölçüde azaldı 1950 li yıllardan
itibaren başlayan ekonomik büyüme neticesinde Boğaziçindeki tepeler artan nüfus
karşısında Belediyenin aldığı bir kararla iskân alanı içine alınarak burada büyük bir inşaat
işgali başladı ve küçük korular bir-bir ortadan kalktılar Bugün mevcut olan koruların
büyük bir bölümü Boğaziçinde diğer kısmı ise İstanbulun yakın çevresinde toplanmıştır
Hukuki ve mülkiyet açısından İstanbul Koruları başlıca iki grupta toplanır:
1- Hazine ve Belediyenin mülkiyetindekiler Bu korular Dr Lütfi Kırdarın İstanbul
valiliği sırasında kamu varlığına katıldığından bölünme , satılma ve iskan gibi
tehlikeleri yoktur 6831 sayılı kanunun 1inci maddesi gereğince 30 dönüm (3 hektar)
den fazla olanlar bu guruba girmektedir
2- Özel Mülkiyet içindeki korular Aynı kanunun 1inci maddesinin 1 inci fıkrası ve
Tahdit,Tescil Talimatnamesinin 40ıncı maddesinin 3üncü fıkrası gereğince bu
birimlerin ağaç varlığı kalmasa da Orman sayılmakta ve Korumaya girmektedir
3- 30 dönümden az olan mülkiyet içindeki küçük korular Ne yazık ki büyük bir kısmı
inşaatlar neticesinde yok olmuş olan bu yeşil alanlardan arta kalan küçük parçalar İmar
plânları ve tescillerle günümüzde korunmaya çalışılmaktadır
AVRUPA YAKASINDAKİ KORULAR
ALMAN ELÇİLİĞİ KORUSU
Bogaziçinde,Yeniköy-Tarabya yolu üzerindeki yazlık köşklerin arkasında tepeye doğru
yükselen ,eski Tarabya Kasrının bulunduğu yerdeki 17 hektarlık bir koruluktur
Gürgen,akçaağaç ıhlamur ve meşe ağaçlarının yanı sıra az da olsa sert kıllı bir palmiye cinsi
buranın hakim ağaç örtüsüdür Denize nazır tepenin üst kısmında I Dünya Savaşında şehit
düşen askerler ile 1883 de Osmanlı ordusunun hizmetine girip 1907 de Ordu Müfettişi olan
ve 1916 da Bağdat da ölen Colmar von der Goltz Paşanın anısı için yaptırılan mezarlıkta ise
fıstık çamları,selvi,yalancı akasya,mavi ladin ve Avrupa ladini bulunmaktadır
AYAZAĞA KORUSU
Sultan IIinci Mahmud zamanında (1808-1839) Hazine-i hassaya ait olup ve padişahın sık
sık avlanmaya geldiği Haznedar Çiftliğinin koruluğudurb İçerisinde Ayazağa Kasırları ile
Ayazağa Av köşkü bulunmaktadır 7,8 hektarlık bir alana sahip olan bu koruluğun hâkim
ağaç örtüsü çınar,Ihlamur,saplı meşe,at kestanesi ile Akçaağaçtır Ayrıca diğer korularda
görülmeyen boy ve çaptaki dişbudak ağaçları dikkati çekmektedir Bugün koruda 1 300 –
1400 kadar büyük çap ve boyda iyi korunmuş ağaç bulunmaktadır Günümüzde büyük bir
kültür kompleksinin kurulması amacıyla koru,içindeki binaları ile birlikte İstanbul Kültür ve
Sanat Vakfının korumasına verilmiştir
ÂRİFÎ PAŞA KORUSU
Bebek-Rumelihisarı arasındaki sahil yolunun arkasındaki Abdülaziz devrinde Osmanlı
Hariciye nazırı olan Ârifî paşanın Korusu Boğaziçi Üniversitesi kampüsüne doğru yükselen
yamaçtadır Oldukça dik eğimli bir arazide bulunan bu koruluğun kapladığı alan yaklaşık 22
dönüm kadardır Boğaziçinde en büyük tahribata uğrayıp parsellenip içerisine mahalleler
kurulan yeşil alan burasıdır Ancak en tepedeki dik yamaçta kalan kısmı korunabilmiştir
ARNAVUTKÖY ROBERT KOLEJ KORUSU
Arnavutköyden Ulusa doğru yükselen kuzeydoğu ve güneydoğuya bakan yamaçlar ,vâdi
ve tepeciklerden meydana gelen çok dik eğimli bir arazi parçası üzerindedir27,5 hektarlık
bir alanı kaplayan bu korunun büyük kısmı Robert Kolejin hudutları içerisindedir
Manolya,dişbudak,saplı meşe,yalancı erguvan,sakız ağacı,çitlenbik,yalancı akasya,Ihlamur,
ceviz,defne,sabunağacı,fıstık çamı gibi ağaçların bulunduğu çok bakımlı bir korudur
AVUSTURYA ELÇİLİĞİ KORUSU
Yeniköy sahilindeki Avusturya yazlık elçiliğinin bulunduğu bu arazi Mıgırdıç
Cezayirliyana ait idi II Abdülhamidin emri ile Osmanlı-Avusturya dostluğunun bir
nişanesi olarak kamulaştırılmış ve Avusturya İmparatoru II Franz Joseph 1898 de hediye
edilmiştir Elçilik binasının arkasındaki dört katlı bir set üzerinde bulunan koruluk 5,5
hektarlık bir alanı kaplamaktadır Koruda çok nadide olan gümüşi ıhlamur,yaz
ıhlamuru,beyaz çiçekli at kestanesi,Japon kadife çamı,mavi servi,Avusturya kara çamı,sahi
sekoya,porsuk,erguvan,çin şemsiyesi gibi ağaçlar bulunmakta olup son derece bakımlıdır
AYŞE SULTAN KORUSU
BebeRumelihisarı sahil yolundan Boğaziçi Üniversitesi kampüsüne doğru uzanan eğimli bir
arazi üzerinde idi1886 da doğan ve IIAbdülhamidin kızı olan Ayşe Sultan (Osmanoğlu)
1924 de hilafetin kaldırılmasıyla Parise gitmiş 1952 de Türkiyeye dönmüş ve 1960 da da
İstanbulda vefat etmiştir Ayşe Sultan kendi mülkü olan bu koruyu 1942 de Avrupada
yaşarken Sami Serozana satmıştır1960 dan sonra koru parsellenmiş ve içerisine
villalar,apartmanlar yapılarak burada bir mahalle oluşturularak İstanbulun ilk yok edilen
korusu olmuştur Korunun içindeki 38 odalı köşkü ise 1958 de yıkılıp bahçesindeki çok
büyük yaşlı çamlar kesilerek inşaat alanı haline getirilmiştir Günümüzde bu korudan arta
kalanlar evlerin arasındaki münferit ağaç kümeleridir Bugünkü sakinleri müşterek kullanım
alanlarındaki himalaya sediri,servi,mavi atlas sediri,erguvan,defne,ceviz ,acem dutu,
dişbudak,dağ akça ağacı,macar meşesi,sakızağacı gibi nadide ağaçları korumaktadırlar
BOĞAZİÇİ ÜNİVERSİTESİ KORUSU
Bebek-Rumelihisarı sahil yolundan kuzeydoğuya doğru oldukça dik bir eğimle yükselen
tepecik ve vadilerin oluşturduğu bir arazi parçasıdır 23 Hektarlık bir alanı kaplamaktadır
XVII inci yüzyılın ikinci yarısında Kaptan-ı Derya Deli Hüseyin Paşanın bağı olarak
bilinen bu arazinin üzerinde 1871 de Misyoner DrCyrus Hamlinin New Yorklu tüccar
Christopher Rindlender Robert den temin ettiği para ve kurduğu vakıf ile Robert Kolejin
binası yapılmıştır İlk önce küçük bir bina olan okul zaman süreci içerisinde genişleyerek
buğunku durumunu almıştır Kolejin arazisinde kalan koruluk oldukça iyi korunmuş
durumdadır İçerisinde Göknar,fıstık çamı,at kestanesi,ıhlamur,dişbudak gibi ağaçların yanı
sıra çok nadide olan Amerikan sahil sekoyası,Mavi sedir bulunmaktadır Son 15 yıl
içerisinde korunun açık alanları da iğne yapraklı çam,defne,kermes meşesi gibi ağaçlarla
doldurulmuştur
EMİN ERKAYINLAR KORUSU (Şeyhülislâm Cemâleddin Efendi Korusu)
Kuruçeşmede sahil yolu ile Ulusdaki TRT arazisi arasında yüksek duvarlarla çevrili 100
dönümlük bir koruluktur Şeyhülislâm Cemaleddin Efendinin (1848-1917) korusu olarak
bilinen bu arazi daha sonra Emin Erkayına geçmiş onun ölümünden sonra da varisleri
arasında bir anlaşma sağlanamadığından bugün perişan bir haldedir Korunu yukarı
kısmındaki iki köşkten biri yanmış diğeri ise harap bir haldedir Korunun Kuruçeşme
tarafındaki büyük giriş kapısı ve onun bitişiğinde de bir çeşme kalıntısı bulunmaktadır
Ayrıca Kuruçeşme tarafındaki duvarlarına bitişik birkaç tane büyük su sarnıcı
bulunmaktadır Horasan harç ile sıvalı olan bu sarnıçlardan devrinde sahildeki saray ve
yalılara su temini için yapılmıştır Bugün bu sarnıçlardan birine kapı ve pencere açılarak ev
haline getirilmiştir Bugün bu sarnıçlardan birine kapı ve pencere açılarak ev haline
getirilmiştir abanıl bur durumdaki koruda mavi atlas ve himalaya sedirleri,manolya ve alev
ağaçları gibi nadide ağaçların yanı sıra,meşe, çam,göknar,çitlenbik ve ıhlamur da
bulunmaktadır
EMİRGAN KORUSU
Bizans döneminde, Baltalimanından İstinyeye kadar uzanan bu arazinin büyük bir servi ormanı olup
adının da (Kyparades ) olduğunu eski kaynaklardan öğrenmekteyiz XVI ıncı yüzyıla kadar mîri arazi
olan bu yer Nişancı Feridun Beye verilmiş ve “Feridun Paşa Bahçesi” adı ile anılmıştır IV Murad
ise 1635 de İran seferinden dönerken yanında getirdiği ve sonra en büyük musahibi olarak kabul ettiği
Emirgûne oğlu Tahmasb Kulu Hana vermiştir Bu tarihten sonrada burası “Emirgûne Bahçesi” veya
“Mirgûn bahçesi” adı ile anılmıştır Daha sonra da bu isim “Emirgan” a dönüşmüştür IV Muradın
ölümünden sonra Emirgûne oğlu idam edilip malları müsadere edilerek Kemankeş Mustafa Paşaya
verilmiştir XIX uncu yüzyılın ikinci yarısında ise Sultan Abdülaziz buradaki büyük arazi parçası ve
koruluğu Mısır Hıdivi İsmail Paşaya vermiştir İsmail Paşa bu korunun içine birbirinden zarif üç köşk
inşa ettirmiş ve çevresini de park halinde düzenlemiştir Hıdivliğin kaldırılması ve İsmail Paşanın
ölümü üzerine koru üç çocuğu arasında taksim edilmiştir Hüseyin Kâmil Paşa Tıkmak burnu
tarafını,İbrahim Paşa orta kısmını,kızı Prenses Fatma da batı kısmını almışlardır Onların da
ölümlerinden sonra varisleri burası ile ilgilenmemiş ve vereseden Satvet Lütfü Tozan satın almıştır
Bir müddet sonra da 1943 de İstanbul Belediyesi burayı kendisinden satın alarak halka açık bir park
haline getirmiştir Günümüzde İstanbul Büyükşehir Belediyesi Park ve Bahçeler Müdürlüğüne bağlı
bir şeflikle idare edilmektedir
472000 mkarelik bu korunun içinde Hıdiv İsmail Paşanın yaptırdığı iki su göletinin etrafı
ağaç taklidi kaskadlar ve korkuluklarla süslüdür Korunun içindeki üç köşkten en büyüğü
olan “Sarı Köşk” 1954 de geçirdiği bir yangınla yanmış ve Belediye tarafından eski halinde
yenilenmiştirTürkiye Turing ve Otomobil Kurumunun Genel Müdürü olan Çelik Gülersoy,
1979-1980 de Belediye ile yaptığı bir protokolla bu üç köşkün kullanımını kiralamıştır Her
üçü de baştan aşağı onarılıp döşenen bu köşklerden “ Beyaz Köşk” adı ile anılanı bir
“Müzik Sarayı”na dönüştürülüp konserler verilmiştir 1995 de İstanbul Belediyesi bu
köşklerin kira mukaveleleri feshedilip Türkiye Turing ve Otomobil Kurumundan alarak
tekrar kendi bünyesine bağlamıştır
İstanbul Belediyesi 1960 dan bu yana Türk lâleciliğini ihya ve teşvik amacıyla her yıl
burada bir lâle festivali düzenlemektedir Köşklerin işletmesini alan Türkiye Turing ve
Otomobil Kurumu ,buradaki restorasyonlarını tamamladıktan sonra ,İstanbul halkına
Avrupai bir cafenin nasıl olacağını göstererek hizmete sokmuştur 1982 senesinde
düzenlenecek olan geleneksel “Lale Festivali” ni Çelik Gülersoy üslenmiş ve o sene sırf
Lale Bayramı için özel olarak yaptırdığı eski İstanbul faytonları,seyyar satıcıları, ve Lale
devrinin giysilerini taşıyan Kurumun genç kız personeli ile İstanbullulara unutulmaz bir
festival yaşatmıştır Türk Amerikan Üniversiteliler Derneği de bu bayram sırasında eski
İstanbulun geleneksel kadın giysileri ve feracelerden oluşan orijinal kostümler ile bir de
defile tertip etmiştir
Etrafı duvarlarla çevrili olan bu koru 120 den fazla bitki ve ağaç türünü barındıran 472
hektarlık bir alanı kaplamaktadır Koru içindeki parkların düzenlenmesinde Romantik
İngiliz bahçe mimarisi ile açıkça bir Avrupa stili görülmektedir Fıstık çamı,kızılçam,halep
çamı,ağlayan çam,Veymut çamı,sahil çamı,Japon kadife çamı,Londra çamı ,Avrupa,mavi ve
konik ladinler den meydana gelen çamların yanı sıra Mavi atlas,Lübnan,Himalaya
sedirlerinin en güzel örnekleri buradadır Ayrıca kayın,dişbudak,sabunağacı,salkım
söğüt,Macar meşesi ağaç örtüsünü meydana getirir İstanbul Park ve Bahçeleri ile
korularında rastlanmayan nadide ağaçlardan olan Kolorado gümüşi köknarı,Çin mabet
ağacı,kaymakağacı,kaliforniya su sediri ,sahil sekoyası ve kâfur ağacı da burada
bulunmaktadır
FRANSIZ ELÇİLİĞİ KORUSU
Tarabyadaki İpsilanti yalısının arkasındaki iki set halinde yükselen 75 hektarlık bir
alandır İpsilanti ailesinin fertleri Eflak ve Buğdanda voyvodalık yapmış ve atalarının
Bizans İmparator ailesi olan Komnenoslar soyundan geldiğini iddia eden Fenerli bir Rum
ailedir Tarabyadaki bu arazi XVIII inci yüzyılda bu aileye aitti ve sahilde de bir yalıları
vardı Bâbıâlide tercümanlık yapan Aleksandros İpsilanti (1792-1828), görevi sırasında Rus
yanlısı bir siyaset izlediğinin Osmanlı hükümeti tarafından farkedilmesi üzerine Rusyaya
kaçtı ve orada öldü Osmanlı Hükümeti de bu ailenin bütün mallarını müsadere etti Bundan
sonra yalı ve arazi Fransa elçiliğinin yazlık binası olarak kullanılmak üzere General
Sebastianinin tavassutu ile Fransa Hükümetine tahsis edildi
Yalının arkasındaki tepenin boğaza bakan yamacındaki iki büyük setden meydana gelen
koruluğun yukarı setinin iki tarafı fıstık çamlarının meydana getirdiği bir sınırın içinde
kalan üçgen bölüm,içine dikili ağaçları ile adeta bir satranç tahtası görünümünde büyük bir
teras şeklinde idi Bu setin yalı tarafındaki küçük çıkması ile aşağı set arası kat-kat istinat
duvarları ve rampalarla birbirine bağlanmış olup aralarında bir de kaskatlı çeşme
bulunmaktadır Koruluğun hakim ağaç örtüsü olan fıstık çamlarının yanı sıra
akçaağaç,ıhlamur,çınar,yalancı akasya,bozkavak,saplı meşe ve defne ile sarısalkımlarla
erguvanlar buranın hâkim florasıdır
FRANSIZ YETİMHANESİ KORUSU
Bebeki Etilere bağlayan dik yolun solunda 3,3 hektarlık bir alanı kaplayan bir koruluktur
Yanında ise İpar ve Kortel koruları bulunmaktadır Mülkiyet 1909 da Bebekde açılan
Gabriel Fransız Okulu ile kimsesiz çocuklar için kurulmuş yetimhaneye aitti Lozan
Antlaşmasından sonra kapatılan bu okulun malları ve arazisi Saint Benoit Fransız Lisesine
devredildi Bu küçük koruluk ta çitlenbik,kestane,akçakesme,at kestanesi,sakız ağacı,kermes
ve saplı meşeler,fıstık çamları,gümüşi ıhlamur,defne ve menengiçler bir intizam
göstermeden grift bir karmaşa ile bu koruluğu doldurmaktadır
HUBER KORUSU (Cumhurbaşkanlığı Yazlık Köşkü Korusu)
Yeniköy-Tarabya sahil yolunda,koyun güneyindeki eski Huber Köşkünün arkasındaki
yamaç ve tepe üzerindedir Almanyadaki Mauser fişek fabrikalarının sahibi olan Auguste
Huber, Alman Krupp firmasının temsilciliğini alarak İstanbula geldiğinde Tıngıroğlu ve
Düzoğlu ailelerinden bu malikaneyi ve arkasındaki araziyi satın almıştır Ayrıca silah
ticareti ve komisyonculuğu da yapan Auguste Huber I inci Dünya savaşının bitiminde ve
İstanbulun işgalinden az önce köşkü terkederek memleketine döner Huberin ölümü
üzerine eski Maliye Nazırı Necmettin Molla varislerin yaşadığı Ausburga giderek köşkü
aileden satın alır Köşk ve arazisi daha sonra Mısırlı Prenses Kadriye Hanıma satılır
Prenses İstanbuldan ayrılıp Mısıra dönmeye karar verince de burasını sembolik bir ücretle
Notre Dame Sion sörlerine bırakır Mülkiyet 1973 de Boğaziçi İnşaat AŞ ye geçen yapı
1985 de kamulaştırılarak Cumhurbaşkanlığı Rezidansı olarak kullanılmaya başlar
64000 m karelik bir alanı kaplayan koruluk ise bir İngiliz Bahçesi stilinde tanzim
edilmiştir İçerisindeki nadide ağaç türleri ile Boğaziçinin en önemli yeşil alanlarından
birisidir Korudaki,Gümüşi Ihlamur,pırnal meşesi,kızılçam,fıstık çamı,sahil sekoyası,saplı
meşe,dişbudak,porsuk ve anıtsal bir boyuta erişmiş duglaz göknarı ağaçları bulunmaktadır
İNGİLTERE ELÇİLİĞİ (Yazlık) KORUSU
Tarabyada sahil yolundaki yazlık binanın arkasında yükselen alandadır 27 hektarlık bir
alanı kaplamaktadır İçerisinde,servi, akçaağaç,atkestanesi,ıhlamur,porsuk,defne,çı nar, saplı
meşe,yalancı akasya,gülibrişim,fıstık ve kızılçamlar bulunmaktadır
İPAR KORUSU
Arnavutköy-Bebek arasında sahilden güneybatıya doğru yükselen oldukça dik eğimli bir
tepededir Bugün mülkiyeti Emin Hattat ailesindedir Etiler tarafındaki büyük kapıdan
girilen koru 4,4 hektarlık bir alanı kaplar İçeride Bizans dönemine ait duvar parçaları
görülmektedir İçiçe girmiş
çitlenbik,atkestanesi,ıhlamur,dişbudak,erguvan, fıs tıkçamı,manolya porsuk ve sekoyalar
bakımsız da olsa güzelliklerini korumaktadır
KORTEL KORUSU
Arnavutköy-Bebek arasında,kıyıdan güneybatıya doğru yükselen oldukça dik eğimli bir bir
tepeciktedir Kavalalı Mehmet Ali Paşanın kızı Zeynep hanıma ait olan bu koruluğun içinde
bugün yanmış olan iki ahşap köşk vardı Türkiyenin ilk elektrik mühendislerinden,İstanbul
ve Zonguldak milletvekiliği yapmış olan Hüsnü Kortel 1935 de burayı varislerden satın
almıştır Korunun sırta yakın düzlük kesimine ise ne yazık ki birtakım ağaçlar kesilerek
1978-1984 yılları arasında 20 ye yakın ikişer katlı villalar yapılmıştır
2 hektarlık bir alanı kaplayan bu koruda fıstık ve kızılçamlar,servi,sakızağacı,saplı
meşedefne ve mavi atlaslar yaşamaya çalışmaktadır
NACİYE SULTAN KORUSU
Ortaköy-Kuruçeşme arasında,Defterdar Burnundan batıya doğru yükselen dik eğimli bir
yamaçla ve tepede düzleşen bir arazidedir Zaman içerisinde birçok el değiştiren bu arazinin
ilk kullanımı Dâhiliye Nazırı sonra da Sadrazam olan Ahmet Hamdi Paşa(1826-1885)ya
aittir Daha sonra II Abdülhamit tarafından Sadrazam Edhem Paşaya verilmiş tir Paşanın
ölümünden sonra Şerif Paşa burayı satın almış ondan da Mediha Sultana geçmiştir Mediha
Sultandan sonra,Abdülmecidin oğlu Şehzade Süleyman Selim Efendinin kızı ve Enver
Paşanın karısı olan Emine Naciye Sultanın (1896-1957) mülkiyetine geçer Korunun adı
Sultanın ismi ile bütünleşir Korunun içinde Enver Paşa Köşkü olarak tanınan bugün
restore edilmiş olan ahşap bir köşk vardı Ne yazık ki Boğaziçinin en çok yağma edilen yeşil
alanı olan bu korunun büyük bir kısmına 1980 li yıllarda iki katlı köşkler yapılarak
betonlaştırılmıştır 3,3 hektarlık bir alanı kaplayan bu korudan günümüze gelebilen
ağaçlardan en önemlisi anıtsal bir boyuta erişmiş olan yaşlı sakız ağacı ile yine yaşlı bir alev
ağacıdır Ayrıca fıstık çamları,kızıl çamlar ,erguvan,gül ibrişim ve sedir ağaçları bugün çok
kısıtlı bir alana sıkışmış olan korunun diğer ağaçlarıdır
NAİLE SULTAN KORUSU
Ortaköy-Kuruçeşme arasında,sahilden kuzeybatıya doğru yükselen oldukça dik eğimli bir
yamaçtadır II Abdülhamidin kızı olan Naile Sultan (1884-1957) 1952 de Türkiyeye
döndükten sonra içerisinde köşkünün de bulunduğu bu araziyi kumaş tüccarı Namık
Özsoya satmıştır 1980 li yılların başında ne yazık ki burası da büyük bir yıkıma sahne
olmuş koruluğun büyük bir kısmında arazi açılarak içerisine iki katlı villalar yapılmıştır 4,9
hektarlık bir alanı kaplayan koru arazisinden günümüze gelebilen az miktarda fıstık
çamları,kızıl çam,mavi atlas sediri,cehri,servi,mahlep,çiçekli dişbudak ve manolya ağaçları
kentleşmeye karşı direnebilmeyi başarmışlardır
PRENS SABAHATTİN KORUSU
Kuruçeşme ile Ulusdaki TRT binasının arasında kalan dik eğimli yamaçlar üzerindedir22
dönümlük bir alanı kaplayan kapalı bir koruluktur II Abdülhamidin kız kardeşi Seniha
Sultana ait olan bu koruluk ondan oğlu Prens Sabahattine geçmiş ve bu isimle anılmaya
başlanmıştır Bugün Vakıflar Bölge Müdürlüğünün mülkiyetindeki bu koruluğun içindeki
ağaçlar fazla yüksek olmadığından pek fark edilmez Korudaki ağaç cinsleri ise sakız
ağacı,çitlenbik,yalancı akasya,zeytin,ıhlamur ve defnedir
RUSYA ELÇİLİĞİ (Yazlık) KORUSU
Büyükdere-Sarıyer sahil yolundaki görkemli ahşap yalının arkasındaki tepededir Koruluk
ve sahildeki yalının II Mahmud (1808-1839) zamanında Rus Elçiliğine ait olduğunu

Bostancıbaşı Defterindeki şu ibareden biliyoruz: “kurbünde Rusya elçisinin kebir yalısı”
Ayrıca Melligin gravürlerinde de bu yalının resimlerini görmekteyiz
Tepelik bir alandaki bu koruluk 166hektarlık bir alanı kaplamaktadır İçerisinde anıtsal
nitelikte olan nadir bir ağaç olan Çin Yelpaze çamı vardır Ihlamur,at
kestanesi,dişbudak,ladin,servi,macar ve saplı meşeler ile fıstık çamları sık ve grift bir
şekilde bulunmaktadırlar
SAİD HALİM PAŞA KORUSU
Said Halim Paşa (1863-1921) Mısır valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşanın torunudur
Kendisi Hariciye Nazırı iken 1913 de Mahmud Şevket Paşanın öldürülmesinden sonra
Sadrazam olmuştur Hariciye Nazırlığından evvel Yeniköydeki bu koruluğu sahip olduğu
bilinir Bugün bu koruluk Yapı ve Kredi Bankasının mülkiyetine geçmiş olup etrafı yüksek
duvarlarla çevrilmiş ve son derece iyi korunan şanslı boğaziiçi korularından biridir
Kapladığı alan 92 hektardır İçerisinde sakız ağacı,gladiçya,gümüşi ıhlamur,servi,himalaya
ve toros sedirleri, selvi,fındık,menengeç,defne,gürgen akçaağaç ve fıstık çamları bulunur

YILDIZ PARKI KORUSU
Beşiktaş ile Ortaköy arasındaki yamaçlara yayılmış olan 466 hektarlık alanı ile kent içinin
en büyük korusudur
Tarihçi Hammer ilk Bizans kaynaklarında adı geçen defne ormanlarının ve mitolojik
öykülerde Panın Boğaziçi topoğrafyasında flütünü çaldığı yeşilliklerin burası olduğunu
anlatır Bu koruluğun, Osmanlı tarihinde ilk adı geçişi Kanuni Sultan Süleyman (1520-
1566) devrindedir Daha sonra 1600 lü yılların başında “Kazancıoğlu Bahçesi” ismiyle
anılan bu yer mîri arazi içine alınmış ve IV Murad (1623-1640) tarafından da kızı Kaya
Sultana verilmiştir Kaya Sultanın sahilde bir de sarayı vardı Koruluğun esas yıldızının
parladığı devir III Ahmet (1703-1736) zamanıdır Padişah, mîri mal olan bu mülkünü
Sadrazamı Nevşehirli Damat İbrahim Paşanın kardeşi Mehmet Paşaya ihsan etmiştir O
devirde burası “Çırağan” adıyla anılmaktadır Lale devrinin masalımsı Çerağan
eğlencelerinin bir kısmı burada,mavi denizin arkasındaki nefis nefti yeşilliklerin arasında
tertip edilirmiş III Selim (1789-1807) güzelliğine hayran kaldığı bu koruya etrafı
seyretmeye geldiğinde büyük bir sükun bulurmuş Bu yüzden de burada annesi Mihrişah
Valide Sultan için bir kasır yaptırmış ve ismini de “Yıldız” koymuştur II Mahmud (1808-
1839) buraya küçük bir köşk daha ilave ederek çevresini düzenlemiştir Yeniçeri teşkilâtı
kaldırıldıktan sonra kurulan Asâkir-i Mansûreyi Muhammediyenin talimleri burada
olurmuş ve padişah da bizzat kendisi onlara nezaret edermiş Sultan Abdülmecid (1839-
1861)in annesi Bezm-i Âlem Sultan için burada “Kasr-ı dilküşad” adını verdiği bir kasır
inşa ettirdiğini kayıtlardan öğreniyoruz Abdülaziz ise (1861-1876) sahildeki Çırağan
sarayını yaptırdıktan sonra kendisinin de hayran kaldığı bu koruluğu ana cadde üzerinde bir
kısmı hala duran taş ve mermer işlemeli bir köprü ile saraya bağlamıştır Onun döneminde
“Mabeyn Bahçesi” adı ile anılan koruluğu sadece Padişah ve yakın çevresi kullanıyordu II
Abdülhamit (1876-1909) tahta çıktıktan sonra Yıldız Sarayına yerleşince buraya yeni
köşkler (malta Köşkü,Çadır Köşkü,Şale,Kaskat köşkü,Limonluk köşkü,Set
köşkü,Cihannüma köşkü ve Saray tiyatrosu vbg) yaptırttı ve çevredeki arsaları da
koruluğa katarak Ortaköye doğru burasını daha da büyütüp ağaçlandırdı Deniz kenarındaki
yoldan itibaren koruluğu tepedeki yeni sarayına (Yıldız) bağlatıp etrafını da yüksek

duvarlarla çevirtti Yerli-yabancı birçok uzmanı mimar,bahçıvan gibi buraya getirerek
büyük paralar harcadığını kendi hatıra defterinde “koruluğun her metrekaresine altın
döküldüğünü” yazar
Koruya girişi Koltuk,Saltanat,Valide ve Mecidiye isimli kapılardan girilmekte idi
Bunlardan “Saltanat Kapısı” sadece padişah için açılır,Günlük giriş-çıkışlar ise “Koltuk
Kapısı”ndan yapılırdı 1890/91 yıllarında ise korunun içine bir çini fabrikası kurulmuştur
“Yıldız Porselen” adını taşıyan bu fabrika halen faaliyette olup antik tarzda kâse,tabak ve
vazo mal etmektedir II Abdülhamidin tahttan indirilmesinden sonra koruluk ve içindeki
binalar adeta terk edildi,bu devredeki savaşların getirdiği mali çöküntü buraya para
harcanmasına mani olduğundan kısa sürede koruluk bir cangıla dönüşmeye ve köşkler de
yıpranmaya başladı Cumhuriyetin ilanından sonra burada yeni bir reorganizasyon başladı
İlk önce 1925 de bir İtalyan işletmeciye verilen ve bir casino olarak kullanılan Şale köşkü
Atatürkün emriyle bu işletmeciden alınarak boşaltıldı, böylece bu yanlış ve tehlikeli
kullanım ortadan kaldırıldı 1930 larda Yıldız Sarayı kompleksi üçe bölündü Tepe
kısmındaki yapılar Harp Akademisine (1978 de akademinin buradan çıkmasıyla Kültür
Bakanlığına bağlandı) ,Şale Köşkü Büyük Millet Meclisi Başkanlığına,koruluk ile içindeki
Malta ve Çadır köşkleri de İstanbul Belediyesine verildi Bu anlaşma 1940 yılında İstanbul
Vali ve Belediye Başkanı olan DrLütfü Kırdar ile Maliye Bakanı arasında imzalanan bir
protokolla gerçekleşti Bu tarihten itibaren de bu koruluk “Yıldız Parkı” adı ile
isimlendirildi II inci Dünya Savaşı ve onu izleyen yıllarda burası ile devrin mali
koşullarından ötürü ilgilenilemedi 1960-70 li yıllarda ise tam bir cangıla dönüşerek
berduşların ve kötü niyetli kişilerin adeta bir mekânı oldu Korunun yıldızının tekrar
parlaması 1979 da Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu Genel Müdürü Çelik Gülersoy ile
İstanbul Belediye Başkanı Aytekin Kotilin imzaladığı protokolla başlar Buna göre Kurum
parkın içindeki yıkılmaya yüz tutmuş köşkleri onaracak ,parkın bakımını da üslenecektir
Çelik Gülersoy 1979 dan itibaren geçen 15 yıl içinde 550 dönümlük bu koruluğu,büyük bir
bahçıvan kadrosu ile temizletip,aradaki yolları parke ve özel olarak Kandıradan getirttiği
yaprak taşlarla döşetmiş,insanların aileleri ile birlikte şehir içinde nefes alabilecekleri bir
konuma getirmiştir
Bu arada Malta ve Çadır Köşkleri de bir restoratör mimar-mühendis-dekoratör kadrosu ile
onarılmış ve içleri bizzat Çelik Gülersoy'un seçtiği nadide antika halılar,Blüthner marka
orijinal bir piyano,kristal avizeler ve tablolarla döşenmiştir Koruluğun ana yollarına
motorlu araç girişi kaldırılmış ve üst taraftaki kapının yanına büyük bir otopark
yaptırılmıştı Parka gelen ziyaretçi,arabasını buradaki otoparka bir ücret ödemeden bırakıyor
ve parktan tercihine göre yararlanıyordu İsterse köşklerde oturuyor ,maddi durumu kısıtlı
olanlar içinde koruluğun içindeki küçük çay bahçeleri ve banklar hizmet veriyordu Bu
dönemde yürüyüş yolları üzerine eski tipte döküm fenerleri dikilmiş,ağaçlar kendilerini
boğan vahşi sarmaşıklardan temizlenmiş,yeni fidanlar dikilerek zeminleri çimle kaplanmış
ve bazı köşelere de havuzlar yapılmıştır İçerisinde Tanzimat Müzesinin bulunduğu Çadır
köşkü de onarılmış ve bahçesine ve önündeki suni göldeki adaya tarihi tipte kır kahvesi
yapılmıştır
Kurum buraya el attığı zaman bu suni göl adeta bir bataklık halinde idi,büyük uğraşlar
sonucu dibindeki çamur tabakası temizlenmiş ve suyu berraklaştırıldıktan sonra içerisine
parlak günlerinde olduğu gibi ördek ve kazlar konulmuş,adayı karaya bağlayan köprü de
aslına uygun olarak onarılıp orijinaline benzeyen korkuluklar yapılmıştı Çevresi de yoğun
bir biçimde çiçeklendirilmiştir 1994 e kadar geçen bu dönemden sonra İstanbul Belediyesi
Çelik Gülersoy ile yapılan sözleşmeye dayalı olan kira mukavelesini yenilememiş koru ve
köşklerin kullanımı İstanbul Belediyesine geçmiştir
Koruda,çoğunluğu yabancı kaynaklı ,egzotik 120 den fazla ağaç ve çalı türü bulunmaktadır
Aralarında 400 yıllık olanlarla beraber üç tane de nadir bulunan Sekoya vardır İğne
yapraklılardan çamlar,sedirler,göknar ve ladinlerin yanı sıra dişbudak,porsuk,ardıç,
akçaağaç,meşe,yalancı akasya,sofora,at kestanesi menengiç,Çin Şemsiye ağacı,Amerikan
Lale ağacı,acemdutu,sabunağacı,kaymakağacı,oyaağ acı ve bunun gibi birçok tipte ağaç
koruyu doldurmaktadır

ANADOLU YAKASINDAKİ KORULAR
ABDÜLMECİD EFENDİ KORUSU
Üsküdar Bağlarbaşında, Nakkaştepe ve Beylerbeyine doğru alçalan hafif meyilli bir 6,5
hektarlık bir alanı kaplamaktadır Koruluğun içinde de Şehzade Abdülmecid Efendinin
köşkü vardır İçinde çok sayıda değerli ağaçların bulunduğu bu koruluk ve köşk yüksek
duvarlarla çevrilidir İlk sahibi Hidiv İsmail Paşadır Hıdivin oğlu İsmail Paşa saraya
damat olduğunda kendisi için yaptırmayı planladığı köşkün projelerini Şehzade Abdülmecid
Efendi çok beğendiği için ona devretmiştir Şehzadenin babası II Abdülhamidde 1895 de
burayı oğlu için İsmail Paşadan satın almış ve 1901 de dönemin tanınmış mimarlarından
Alexandre Vallaury tarafından köşk tasarlanıp inşa edilmiş köşk inşa edilmiş koruluk alan
da nadide ağaçlarla doldurulmuştur Günümüze bu köşkün selamlık bölümü
gelebilmiş,ahşap haarem dairesi ve müştemilat binaları yıkılmıştır Günümüzde mülkiyeti
Yapı ve Kredi Bankasına aittir Korunun ağaçlandırılmasında Avrupa fidanlıklarından
nadide fidanlar getirilerek buraya dikilmiştir Bunların içinde Zelkova, İspanyol
göknarı,saplı meşenin ehrami türü,sedir ve ladin gibi nadide olanların yanı sıra
erguvan,sakızağacı,ıhlamur,dişbudak,sarı ve kara çamlar bulunmaktadır Ayrıca koru içinde
yine nadide olan birçok çalı türleri de mevcuttur

ABRAHAM PAŞA KORUSU
Beykoz ile Paşabahçe arasındaki sırtlardan başlayarak Rivaya kadar uzanan son derece
geniş bir araziye yayılmış olan koruluğun kapladığı alan 279 hektardır Koruya ismini
veren Abraham Paşa Mısır Hıdivi Mehmet Ali Paşanın yakın adamlarından olan Erem
Âmiranın torunu idi İstanbul sarraflarından olan babası Kevork Karakâhyada buğün
Büyükdere fidanlığının bulunduğu yerde “Karakâhya” ismindeki meyve bahçesini
kurmuştu Mısırda öğrenimini yapan Abraham Paşa Hıdiv İsmail Paşanın Kapı Kethüdası
olmuş,bu sırada yapılan Süveyş Kanalı işinden de büyük servet kazanarak Osmanlı Sarayına
da nüfuz etmiştir Sultan Abdülaziz (1830-1876) ile büyük dostluk kurduğunu ve Mısıra
ait imtiyazların İsmail Paşa lehinde sonuçlanmasında onun büyük payı olduğunu tarihi
kaynaklar yazmaktadır Rivayete göre de kendisi Padişaha pırlantalı zarlı,fildişi ve
zümrütlü bir tavlayı hediye etmiştir Yine bir söylenceye göre padişah ile bu tavlada
oynadığı bir oyunu kazanarak korunun bulunduğu bu geniş araziyi kazanmıştır Abraham
Paşanın yıldızı II Abdülhamidin tahta çıkmasıyla sönmeye başlar Abdülhamit ,Paşanın
İstanbulda çok fazla arazisi olmasından rahatsız olmaya başlamış ve ilk etapta da bu koruyu
kendisinden satın almış ve Paşabahçe koyuna bakan tarafını “Hürriyet Bahçesi” ismi ile
halkın ziyaretine açmıştır Böylece bir tavla oyunu ile kazanılan arazi tekrar devletin malı
olmuştur Abraham Paşa da kalan ömrünü büyük bir debdebe içinde geçirmeye devam
etmiş,yazın Büyükderedeki yalısında kışın ise Beyoğlundaki Serkldoryan da ikamet etmiş
ve 85 yaşında burada hayata gözlerini yummuştur
Abraham Paşa çok geniş bir alana yayılmış olan bu koruyu Fransız bahçe mimarlarına
tanzim ettirmiş içerisine köşkler,kuşhaneler ve havuzlar yaptırarak o zamana kadar
Türkiyede yetiştirilmemiş bitki ve ağaçları diktirmiştir İçeriye yaptırmış olduğu minik
tiyatro ise 1937 de yanmıştır Korunun içinde iki büyük mağara,beş havuz ve üç tane suni
kayalıklardan meydana getirilmiş mağaramsı kaskatlar vardır Havuzlardan birinin ortasında
ise minik bir adacık bulunmaktadır
Şu andaki mülkiyeti Belediyeye ait olan bu koru halka açıktır Bugün içinde iki otoparkı,iki
kır kahvesi,bir restoranı iki serası,açık spor alanı,çocuk bahçesi,oturma terasları ve piknik
alanları bulunmaktadır Bugün koruya giriş Boğaz yönündeki Karacaburun caddesinden ve
kuzey yönünde ise Kavakdere Caddesinden girilmektedir
Korunun içindeki yoğun ağaçlıklı alanda sekoya,kırmızı yapraklı karaağaç,Japon saforası
gibi nadide ağaçların yanı sıra bol miktarda,at kestanesi,çınar,ıhlamurmeşe,erguvan,çeşitli
türdeki akasyalar teşkil etmektedir
ADİLE SULTAN VALİDEBAĞI KORUSU
Üsküdarda, Koşuyolu ile Altunizade arasında hafif meyilli bir arazide 10 hektarlık bir alana
sahip olan bu koruluk adını Abdülazizin kızkardeşi,II Mahmudun kızı ve Sadrazam
Mehmet Ali Paşanın eşi olan Adile Sultanın buradaki kasrından almaktadır Sağlığında
bütün servetini hayır işlerine sarfedilmesi için ondört ayrı vakıf kurmuş olan Adile Sultan
buradaki koru ve köşkünü de sağlık tesisi olarak kullanılmak üzere vakfetmiştir
Günümüzde Validebağı Prevantoryumu olarak hizmet vermektedir Milli Eğitim
Bakanlığına bağlı olan bu sağlık tesisinin yanında yine öğretmenler için bir yaşlılar evi ve
öğretmen evi bulunmaktadır
Koru ağaç türleri bakımından pek zengin sayılmaz En yaygın ağaç türü mavi atlas ve
himalaya sedirleridir Çeşitli çam cinsleri de gruplar halinde dikilmiştir Kasrın yakın
çevresini ise karaağaç,defne,selvi ve saplı meşeler doldurur Korunun bir kısmı da meyve
ağaçlarına ayrılmıştır Çoğunluğu armut olmak üzere,dut ve ayva ağaçları kçük gruplar
halindedir
AMCAZADE HÜSEYİN PAŞA KORUSU
Anadoluhisarının kuzeyinde,Amcazade Hüseyin Paşanın yalısının hemen arkasındaki dik
bir yamaç üzerindedir 63 hektarlık bir alanı kaplayan bu koruluk sahildeki yalının akıbetini
taşımaktadır Günümüzde bakımsızlıktan cangıla dönüşmüş olan bu koruluğun hiçbir
koruması yoktur İçerisindeki ağaç türleri,servi,akçaağaç,ıhlamur dişbudak,yalancı akasya,
meşe ve boğazın hakim ağacı olan erguvan ve defnedir

BEYKOZ KASRI KORUSU
Beykozda Hünkar İskelesinin güneyinde çayır ile sahil arasındaki tepecikte 8 hektarlık bir
alanı kaplamaktadır Bu koruluğun içinde XIX uncu yüzyılda Mısır Hıdivi Kavalalı
Mehmed Ali Paşanın İstanbul Şehremini ve İhtisab Ağası Hüseyin Beyden satın aldığı

arazi ve koruluktaki kasrı bulunmakta idi XXinci yüzyılın başında harap hale gelen bu
kasırda önce bir darüleytam sonra da trahom hastahanesi açıldı Savaş yıllarında ise
göçmenler burada iskan edildi 1953 de Sağlık Bakanlığına geçen kasır onarılarak klinik
olarak kullanıldı ve korunun etrafı duvarlarla çevrilerek boş alanlara yeni fidanlar dikilerek
ağaç türleri ve kapladığı alanlar çoğaltıldı1963 den bu yana ise Beykoz Çocuk Gögüs
Hastalıkları Hastahanesi olarak hizmet vermektedir Kasrın bahçesini teşkil eden son derece
muntazam düzenlenmiş bu koruluğun içinde kubbe ve duvarları istiridye kabukları ile
kaplanmış olan “hava hamamı” denilen suni bir mağara bulunmaktadır Korunun içindeki
nadide üç adet mantar meşesi ağacı anıtsal ağaçlar grubuna girmektedir Ayrıca fıstık
çamları,servi ve çınarlar koruluğun başlıca ağaç cinsleridir

CEMİLE SULTAN KORUSU

Kandillide bulunan tarihi Cemile Sultan Korusu, Cemile Sultanın sahil sarayının üst tarafında bulunmaktadır Cemile Sultan (1843-1914), Sultan Abdülmecidin kızı olup, Mahmud Celaleddin Paşa ile 1858 yılında evlendirilmiştir Sultan IIAbdülhamid 1876da tahta çıktığı zaman Kandilli iskelesi yanındaki sahil saray içerisindeki eşyası ile birlikte Prens Mustafa Fazıl Paşa veresesinden kardeşi Cemile Sultan adına satın alınmıştır

Cemile Sultan Kandillideki sahil sarayını oğlu Celaleddin Beye bırakarak önce Göztepe sonra da Erenköydeki evine taşınmış 10 Şubat 1914te ölmüştür

Sahil Sarayının üst tarafında bulunan Cemile Sultan Korusu içerisinde “Orta Köşk” ve “Cici Bey” isimli iki köşk bulunuyordu Sahil Saray 1914 yılında yıkılmış, IDünya Savaşının bitiminde 1918de Yunanlı armatör Likardopulos Cemile Sultan Sahil Sarayının arsası ile arkasındaki 95,5 dönümlük koruyu satın almıştır Likardopulos 1944 yılında Yunanistana gitmiş ve tüm arsalarını film yapımcısı Cemil Filmere satmıştır Koru içerisindeki üç katlı, 27 odalı köşk 29 Ekim 1952de bir yangın sonucu yanmıştır Bunun üzerine Cemil Filmer Cemile Sultan Sahil Sarayı arsasının kendisine ait olan hissesini ve korunun tamamını Türkiye Odalar Borsalar ve Birlik Personeli Sigorta ve Emekli Sandığına, Sahil Sarayı arsasından küçük bir hissesini de Mihrimah Sultana satmıştır Bundan sonra koru kendi yazgısına terk edilmiş, uzun bir süre sonra da İstanbul Ticaret Odası Eğitim ve Sosyal Yardımlaşma Vakfı korudaki kurumakta olan fıstık çamları, serviler, sakız ağaçları, defneler, erguvanlar, akasya ve meşe ağaçlarını kurtarmış ve 2000e yakın yeni ağaç dikmiştir Böylece Cemile Sultan Korusu İTO tarafından canlandırılmış buraya İstanbul Ticaret Odası Tesisi; yüzme havuzu, basketbol, voleybol sahaları, tenis kortları, helikopter pisti, açık ve kapalı restoranlardan oluşan bir tesis yapmıştır

CEMİL MOLLA KORUSU
Üsküdarda,Abdullah Ağa Mahallesinde,Nakkaştepe Mezarlığı ile Gümüşyolu arasındaki
alanda 9 hektarlık bir koruluktur İçerisinde sakız ağacı,kızılçam,kermes meşesi,saplı
meşe,ıhlamur ve at kestanesi ağaçları bulunmaktadır
KÜÇÜK ÇAMLICA KORUSU
Üsküdarın 4 kmdoğusunda, 227 m yüksekliğindeki Küçük Çamlıca tepesi üzerindeki
koruluktur Yamaçlarda İstanbulun tanınmış su kaynakları olan Çamlıca,Tomruk suları
bulunur II Mahmut zamanında İstanbulun sosyal yaşamına giren bu korulukda ava çıkılır
ve atla gezintiler yapılırdı 19 uncu yüzyıla gelindiğinde koruluğun büyük bir kısmı Sami ve
Suphi Paşaların mülkiyetinde idi 1940 senesinde İstanbul valisi DrLütfü Kırdar tarafından
kamulaştırıldı Fakat ne yazık ki ondan bu yana gecekondu ve rant istilası ile korunun büyük
kısmı yok oldu kalabilen kısmı da 1980 de İstanbul Belediyesi temizletip halkın
istifadesine açtı Genel ağaç örtüsü Fıstıkçamları,karaçam,kızılçam,servi,çın ar,gürgen ve
ıhlamurdur
DEMİRAĞ KORUSU
Üsküdar,Paşalimanı üstündedir Fethi Paşa Korusundan bir duvar ile ayrılır Yıkılmış olan
Cemile Sultan Sarayının arazisini ve koruluğunu Nuri Demirağ satın almıştırÖzel
mülkiyette olan bu korunun kapladığı alan 10 hektardır Bakımlı bir koru olup içinde çam
türleri,meşe,erguvan ve akasya ağaçları bulunur
FETHİ PAŞA KORUSU
Üsküdarın kuzeyinden başlayarak bütün sırtı ve dik yamaçları kaplayarak Kuzguncuk
tepesine kadar ulaşan 26 hektarlık bu koru, II Mahmud ve Abdülmecid devirlerinde
valilik,elçilik ve nazırlıkta bulunmuş olan Tophane Müşiri Fethi Ahmet Paşaya (1851-
1858) aitti Halk arasında “Kuzguncuk Korusu “ diye adlandırılan bu koru onun ölümünden
sonra varisleri tarafından paylaşılmış,torunu olan Şevket Mocan da kendi payına düşen
hisseyi 1958 de Belediyeye devretmiştir Bu yüzden bir müddet de “Mocan Korusu” diye
adlandırılmıştır Belediye zaman içinde korunun büyük bir bölümünü hissedarlardan
istimlak suretiyle alarak 16 hektar kamulaştırılmıştır Bu koruluktan hâlen özel mülkiyette
bulunan Demirağ korusudur
Fethi Paşa korusu 1960-1980 arasında mülkiyet nedenleri ile çok bakımsız, perişan ve
cangıl durumunda idi Yabani böğürtlen ve sarmaşıkların kapladığı bu koruluğa girmek
neredeyse imkansızdı Büyükşehir Belediyesi istimlak işlerini bitirdikten sonra 1985-1987
de koruyu bakım altına aldırmış,yabani ot ve sarmaşıkları temizletip içerisine gezinti
yolları,koşu parkurları,seyir yerleri ,kafeterya ve spor alanları yaptırarak halkın hizmetine
sunmuştur Şu anda Koru Büyükşehir Belediyesi Park ve Bahçeler Müdürlüğüne bağlıdır
Korunun çevresi tamamen duvarla çevrili olup biri Üsküdar-Kuzguncuk arasında,diğeri
İcadiye mahallesinde olan iki kapıdan içeriye girilebilmektedir Korunun sırta yakın yerinde
eski bir köşkün temel izleri görülmektedir Buradan aşağıya doğru da kaskatlı bir havuz
devrindeki görkemini bize anımsatır Yalnız bu havuz restore edilirken devrinde kullanılan
malzemenin aynısı uygulanamadığından iyi bir restorasyon görememiştir Koru ağaç türleri
bakımından çok zengindir Her cinste çamlar,Meşe cinsleri,sakızağacı,akçakesme,at
kestanesi,Trabzon hurması,yalancı akasya,dişbudak,porsuk ve nadide bir ağaç olan Japon
kadife çamı ,korunun ağaç örtüsünü meydana getirmektedir
HIDİV İSMAİL PAŞA KORUSU (Çubuklu Korusu)
Çubukluda sahilden yamaca doğru yükselen dik yamaçları ve sırtın büyük bir bölümünü
kaplayarak Çubuklu vapur iskelesine yakın bir yerde nihayet bulan 172 hektarlık bir
koruluktur Bu bölgedeki yerleşimin Bizans dönemine kadar indiğini bilmekteyiz Bizans
kaynaklarında Aziz Aleksandırın kurduğu ve “Akimitis” diye adlandırılan gece gündüz
nöbetleşe ibadet eden bu yüzden de “uykusuz” diye adlandırılan keşişlerin yaşadığı bir
manastırdan söz edilmektedir Aziz Aleksandır 430 da ölmüş ve buraya defnedilmiştir Bu
koruluğun içinde Bizans devrine ait bazı su yolları sarnıç parçalarına rastlanmaktadır Miri
arazi olan koruluğun içindeki boş arazilerdeki bostanlar sarayın sebze ihtiyacını karşıladığı
gibi gelir de temin ediyordu 18 inci yüzyılın başlarında koru ve mesiresi İstanbulun en
gözde mesire yerlerinden biri idi Abdülaziz (1861-1876)in Mısır Hıdivi İsmail Paşa ile
ilişkileri son derece iyi idi İstanbula gelen İsmail Paşa Emirganda satın aldığı mülklerden
başka önce Çubuklu sahilinde iki ahşap yalıyı satın aldı sonra peyderpey genişleyerek
tapaya doğru çıkan yamaçtaki bostan,bağ-bahçe türünden arazileri satın alarak buraları
ağaçlandırdı 1907 de ise İsmail Paşanın oğlu Abbas Hilmi paşa babasından kalan miras ile
tamamiyle sahip olduğu arazinin üst platosuna “Hıdiv Kasrı” dediğimiz malikanesini
yaptırdı İtalyan mimarisinin hakim olduğu bu görkemli binayı ışıklandırmak için sahilde,
yakın zamana kadar itfaiyenin olduğu şimdi boşaltılmış olan yerde bir elektrik fabrikası
kurarak bütün koruyu çıkan yollar da halil olmak üzere malikanesinin aydınlatılmasını
sağladı Hıdiv ürettiği bu elektriği Çubuklu halkına da ücretsiz olarak verdi Bu sırada
sarayda henüz elektrik yoktu Korunun bir bölümü bilhassa kasrın çevresi bir park halinde
tanzim edilmiş İsviçre ve Fransadan buraya dikilmek üzerde fidanlar getirtilmiştir Sahilden
koru içinden yaklaşık 400 m lik dar bir yolla ulaşılıyordu Ana giriş kapısından kasıra
kadar üç sıra halinde gümüşi ıhlamur ve at kestanesi ağaçları ile kasrın çevresine porsuk ve
fıstık çamları dikilmişti 1930 lu yıllara kadar Hıdiv ailesi tarafından kullanılan koru ve
kasır 3 Şubat 1937 de 60 000 lira bedelle Abbas Hilmi Paşanın vekili Şevket Muhtar
tarafından İstanbul Belediyesine satılmıştır Beyoğlu 5 inci noterinden 931937 de yapılan
satış mukavelesini İstanbul belediye Başkanı Muhittin Üstündağ ile Hıdiv ailesinin vekili
Şevket Muhtar Katırcıoğlu imzalamışlardır Daha sonraki yıllarda korunun güney yamaçları
da bir inşaat şirketine satılarak kooperatif tarzında evler yapılmıştır Uzun yıllar bakımsız
ve boş kalan kasır 1982 de Çelik Gülersoyun Genel Müdürü olduğu Türkiye Turing ve
Otomobil Kurumuna Belediye ile yapılan bir protokolla kiralanmıştı 1,5 yıl kadar süren
onarım ve korunun tanzimini büyük bir uzman kadro ile gerçekleştiren Çelik Gülersoy
korunun bakımını da üslenmiş arada parke taşlı gezinti yolları ve etrafına da devrine uygun
ayaklı fenerler ile aydınlatılmasını sağlamıştır Bu arada büyük bir bahçıvan kadrosu ile
zaman içinde bir cangıla dönmüş olan korudaki bütün yabani sarmaşıklar temizlenmiş ve
ağaçlar budanmıştır Tesisin açılışı 24 Temmuz 1984 Cumhurbaşkanı Kenan Evren
tarafından yapılmıştır 1984 de ise İstanbul Belediyesi kira sözleşmesini feshetmiş ve bu
tarihten itibaren Kurum buradan ayrılmış ve Belediyeye devredilmiştir
172 Hektar alanındaki koru yapraklarını dökmeyen ağaç türleri bakımından çok zengindir
Korunun içinde fıstık ve kara çamlarla gruplar halinde dikilmiş olan ehrami selviler,saplı
meşe,yaz ıhlamuru,dişbudak,yalancı akasya,Akdeniz defnesi,Trabzon hurması,kuşüvezi,
erguvan,çitlenbik,porsuk ve Londra çınarı gibi ağaçlar korunun belli başlı ağaç türleridir

HÜSEYİN AVNİ PAŞA KORUSU
Üsküdar,Paşa Limanında ve Demirağ korusundan bir duvar ile ayrılan bu koru 445
hektarlık bir alanı kaplamaktadır 1874-75 de Sadrazam olan Hüseyin Avni Paşanın
mülkiyetinde olan bu koru ve içerisinde iki köşk Halide Edip Adıvarın babası olan Edip
Beyin mülkiyetine geçmiştir Ailenin mirascıları Amerikada olduğundan ötürü son 25-30
yıldır oldukça bakımsız bir duruma gelmiş,bahçe duvarları yer-yer yıkılmış çevre halkının
da yağmasına uğramıştır Bugün içine yasal olmadığı halde dozerle arazinin
düzleştirilip,ağaçlarının kesilmesiyle bir spor sahası yapılmıştır Korudan arta kalabilen ağaç
türleri ise,ıhlamur,saplı meşe,defne,yabani zeytin,yalancı akasya kokarağaç ve fıstık çamı ve
sakız ağacı ve mahlepdir
KANDİLLİ KIZ LİSESİ KORUSU
Birçok hayırları olan II Mahmudun Zernigâr kadından olan kızı Adile Sultan (1826-
1899)ın Akıntı Burnunun sırtındaki düzlükteki mirî arazisi üzerinde 2 hektarlık bir alana
sahiptir Meşrutiyetin ilânından sonra II Abdülhamid Kandillideki Adile Sultan sarayını
Maarif Nezaretine bağışlamış ve 1909 da Burada bir Kız Mektebi (=İnas Sultanisi)
açılmıştır Adile Sultan Sarayının yanmasından sonra okul aynı yerdeki pansiyon binasında
öğrenimi sürdürdü Kandilli Kız Lisesi olarak ismi tescil edilen bu okul 1986 da çıkan
yangında büyük hasar gördü Bu arada en büyük nasibi ağaçlar aldı, bir kısmı yandı, bazıları
da kavruldu Bakımsız durumda olan bu korulukta hastalıklı ağaçlar çoğunlukta olup genel
örtü fıstık çamı,selvi,Himalaya sediri,erguvan,ıhlamur,saplı ve kermes meşeleri ile at
kestaneleridir
MİHRÂBAD KORUSU
Kanlıcada Boğaza hakim yamaç ve tepe üzerinde 25 hektarlık bir alana sahip koruluktur
Koru ismini Nevşehirli Damat İbrahim Paşanın sadrazamlığı sırasında III Ahmet için
yaptırdığı bugün yıkılmış olan Mihrâbad Kasrından almaktadır Bu koruluğun mülkiyeti
daha sonra Vecihi Paşaya geçmiş ondan da Mısır Prensesi Rukiye Sultan almıştır Bugün
mülkiyet Orman Bakanlığına ait olup Alemdağ Orman İşletmesi Müdürlüğüne bağlıdır
Halka açık bir alan olarak düzenlenmiş olan bu koruda anıtsal boyutlara ulaşmış servi ve
fıstık çamlarının yanı sıra akçakesme,çınar,ve kermes meşeleri ile erguvanlar hakim ağaç
örtüsünü teşkil eder
MÜNİR BEY KORUSU
Kuzguncukda 25 hektarlık bir alanı kaplayan küçük bir koruluktur Bugün mülkiyeti
Devlet Demir Yollarına aittir İçindeki ağaç türleri servi,ıhlamur,kermes meşesi,defne,fıstık
çamı ve erguvandır
VAHDETTİN KORUSU
Üsküdarda Kulelinin arkasındaki tepelik arazide bulunan bu koruluk 5 hektarlık bir alana
sahiptir Korudaki ilk bina İstanbulun tanınmış ailelerinden olan Köçeoğlunun 1800 lerde
yapılmış olan köşküdür Abdülmecid köşk ve koruluğu Köçeoğlu ailesinden satın alarak
Şehzade Kemaleddin Efendiye vermiştir Daha sonra da köşk ve koruluk Şehzade iken
Vahdettine geçmiştir 5,6 hektarlık bir alanı kaplayan bu koruluk içindeki dört tarihi köşk
ile beraber peyzaj değerini günümüze kadar koruyabilmiştir Korunun içindeki köşkün
önünde Vahdettin tarafından yaptırılan 16 x 33 m ebadındaki havuzunu çevresindeki
ağaçların ışık yansımaları ile görünümünün aksetmesi zengin bir peyzaj meydana
getirmektedir Bahçe Osmanlı bahçe düzeninde tanzim edilmiş olup ağaçlar geometrik bir
düzende dikilmiştir Köşkün arka ve önündeki gezinme yolları da ağaçlarla çevrilidir Kuleli
Lisesi tarafındaki giriş at kestaneleri ile çevrilidir Koruluğun içinde suni gölcük ve
köprüleri sedir,fıstık çamı ve porsuk ağaçları çevreler Yine koruluktaki suni bir mağara
üzerine oturtulmuş olan birkaç taş basamakla çıkılan kameriyenin etrafı da sarkan çiçekler
ve bitkilerle sarılıdır Mağaranın içinden çıkan su yolu Vahdettin Köşkünü dolandıktan
sonra Kadın Efendi köşkünü ayıran bahçe duvarında nihayet bulur Kadınefendi köşkünü
Vahdettin kendisi küçükken annesi Gülüstû kadının ölümü üzerine onu büyüten analığı
Şayeste Kadın için yaptırmıştır Bu köşke koru içinden rustik çiçek kapları ile süslü bir
köprüyle geçilir Koru içindeki ağaçlardan fıstık çamları,at kestaneleri ve çınarlar çok büyük
boyutlara ulaşmıştır Akçakesme,ıhlamur,kermes meşesi,yalancı akasya,toros
sediri,himalaya sediri,servi ve erguvanlar da korunun diğer ağaç türleridir Dikim yolu ile
geliştirilen çiçekli ağaç türleri ise leylak,karayemiş,gül ibrişim,manolya ve çoban
püskülleridir Meyve ağaçları bakımından da çeşitlilik gösteren koruda malta eriği, yabani
fındık,kızılcık ve yabani kirazlar vardır
VANİKÖY KORUSU (Eski Papaz Korusu)
Kandilli Bahçesinin güneyinde IV Mehmet (1648-1687) tarafından Şehzadelerine hocalık
yapan Vanî Mehmed Efendiye bağışlanan ve ondan sonra da “Vaniköy Bahçesi” diye
adlandırılan 114 mlik bir tepenin üzerindedir Vanî Mehmet Efendi koruluğun içine bir de
cami yaptırmıştır
Bizans döneminde İmparator İustinianisun bu bölgede bir yazlık saray ve kilise yaptırdığını
eski kaynaklar yazmaktadır Halkın öteden beri buraya “Papazı Bahçesi” demesinin sebebi
de bundan kaynaklanmaktadır Fatih Sultan Mehmet İstanbulu fethettiğinde burası mirî
mülk sayılmıştır Koruluğun içindeki ağaç türleri,sedir,iğde,fıstık çamı,göknar,poru-suk ve
yalancı selvidir
VANİKÖY RASATHANE KORUSU
Vaniköyde çeşitli yönlerde Boğaza hakim olan yamaçlarda 92 hektarlık bir alanı kaplayan
koruluktur Rasathaneye bağlı olup bakımı yapılan şanslı korulardan biridir Papazın
korusu denilen Vaniköy korusu ile komşudur Evliya Çelebi, burada Kanuni Sultan
Süleymanın buradaki koruluğun içine kat -kat bahçeler yaptırarak fidanlar diktirdiğinden
sebze ve çiçek tarhları yaptırıp, bostancıları içinde barınaklar kurdurduğundan bahseder
Burada anıtsal büyüklüğe ulaşmış çok yaşlı mavi atlas sedirleri,ıhlamurları ve himalaya
sedirleri mevcuttur Bunlardan başka İspanyol göknarı,servi,erguvan,yalancı
amasya,defne,sofora,çitlenbik ve iğde ağaçları korunun doğal örtüsünü teşkil etmektedir
ŞEHZADE YUSUF İZZETTİN EFENDİ KORUSU
Üsküdarda,Büyük Çamlıca Tepesinin eteklerindedir IIMahmudun Hekimbaşısı
Abdülkadir Mollaya ait olan bu arazi ve içindeki köşk daha sonra varisler tarafından
Abdülmecidin gözdesi Tiryal Hanıma satılmıştır O da oğlu gibi sevdiği Abdülaziziin
Şehzadesi Yusuf İzzettin Efendiye (1857-1916) hediye etmiştir Yusuf İzzettin Efendi 1
Şubat 1916 da Zincirlikuyudaki köşkünde intihar ettikten sonra koru ve köşk kızları
Şükriye ve Mihrişeh Sultanlara kalmıştır 1924 de yurt dışına çıkan sultanlar 1952 de yurda
döndükten sonra köşkte ikamet etmeye başlamışlar,Şükriye Sultanın ölümünden sonra
kardeşi ,Halife Abdülmecidin oğlu Ömer Faruk Efendinin eşi olan Mihrişah Sultan köşkü
ve koruluğu İstanbul Belediyesine satmıştır Köşk bugün Kadıköy Maarif Koleji Mezunları
Derneğiin sosyal hizmet veren bir lokali olarak kullanılmaktadır
22 hektarlık bir alanı kaplayan korulukta ıhlamur,akça kesme,at kestanesi,kara ve sarı
çamlar,ladin,sakız ağacı,defne,çınar ve su sediri ağaçları vardır

Alıntı Yaparak Cevapla

İnceden İnceye İstanbull

Eski 11-04-2012   #39
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İnceden İnceye İstanbull



İstanbul Kilisesleri 2

Rum Ortodoks Kiliseleri:

Ayios Demetrios (Fatih)

Edirnekapıda Prof Naci Şensoy Caddesindedir Yüksek duvarlarla çevrili bir avlunun içerisindedir Bu kilisenin Bizans devrinde var olduğu Fatih Sultan Mehmetin bir fermanında yer aldığı fakat bu fermanın aslının patrikhane yangınında yok olduğu ileri sürülür 17inci yy da bu kilise bu bölgede yaşayan keşişlere ait olduğu bilinmektedir 1730 tarihli bir fermanda daha önce bu bölgede yanmış olan oniki kilise ile birlikte bunun da onarımına izin verildiği yazılıdır Kilisenin batı tarafındaki kapısının üzerinde ise 20 Nisan 1834 tarihli tamir kitabesi vardır Kilise bugünkü durumu ile 19 uncu yy a ait üç nefli bir bazilikadır Yan nefler orta neften bir basamak yüksektir Ahşap olup kahverengiye boyalı İkonostasis üç nefi de kapsar,ambon ve despot koltuğu ile aynı teknikte yapılmıştır Apsis dışarıya yarım yuvarlak çıkıntılıdır İçerideki nefleri ayıran sütunlar ahşaptır Binanın üst örtüsü içeriden orta nefin üzeri tonoz ,dışarıdan ise çift meyilli çatıdır Kilisenin batı tarafında kare planlı Ayios Sebastios Ayazması bitişiktir

Ayios Demetrios Kanavis (Fatih)

Ayvansarayda Kırkambar sokağında Rum ortodoks kilisesidir Bizans devrinde 1204 de Nikolaos Kanavise ithafen yakınları tarafından inşa ettirildiği ileri sürülen bu yapı 1597-1601 yıllarında Patrikhane kilisesi olarak kullanılmıştır 1729 da çıkan büyük yangında yanmış cve ertesi sene Patrik IIPaisios zamanında tamir ettirilerek ibadete açılmıştır Giriş kapısı üzerindeki kitabeden 1835 de Patrik Konstantinos zamanında yeniden tamir edildiği yazar Ayrıca Narteksdeki kitabelerde 1933,1946 ve 1960 da onarım gördüğü yazılıdır Üç nefli bir bazilika planına sahip olan binanın bema kısmı neflerden iki basamak yüksektir Apsisin iki yanındaki diakonikon ve protesis hücrelerinin kendi apsisleri vardır Bu üç apsis çıkıntısı dışarıdan yarım yuvarlaktır Nefleri ayıran sütunlar korint başlıklı ve ahşap olup üzerleri alçı kaplanıp porfir taklidi boyanmıştır Naosdaki İkonastasis abanoz taklidi siyah ağaçtan yapılmış olup üç nefi de kapsar Bunun yan tarafındaki ambon ve despot koltuğu da aynı stildedir Galerinin korkuluklarında İsanın yaşamından çeşitli sahneler canlandırılmıştır Pencerelerde ise renkli camlardan haç motifleri işlenmiştir Orta nefin üst örtüsü içeriden tonoz dışarıdan ise iki yandaki nefleri de kapsayan çift meyilli çatıdır Bina dışarıdan yüksek
duvarların arkasındaki avlunun içindedir

Ayios Kiryakos (Fatih)

Edirnekapı-Eğrikapı arasında sur dışındaki Rum mezarlığının içindeki Rum Ortodoks kilisesidir İmparator Diocletianus zamanında öldürülen ilk hıristiyanlardan olup sonradan azize ilan edilen Kiryakiye atanmıştır İlk yapılış tarihi bilinmemekte olup bugünkü durumu 19 uncu yy a ait olup mezarlık için yapılmış bir şapeldir Tek nefli bazilika şeklindeki bir plana sahip olup apsis dışarı yarım yuvarlak olarak çıkar Apsisin önündeki ikonostasis mermerdendir Orta mekan içten beşik tonoz dıştan çift yüzlü kırma çatı ile örtülüdür

Ayios Konstantinos ve Ayia Eleni Kilisesi (Fatih)

Samatya-Yedikule arasında Kilise sokağındadır İlk yapılışının Bizans İmparatoru IKonstantinus (324-337)un annesi Helenanın anısına yaptırıldığı ileri sürülür Fatih Sultan Mehmet İstanbulu fethettikten sonra Karamandan gelen rumları burada iskan ettirmiş ve yıkık olan bu kiliseyi yeniden inşa etmelerine izin vermiştir 1689 da bu kilise tamamen yanmış ve uzun bir süre onarılmamıştır Kitabelerine göre 6 Nisan 1805 de yeniden yapılarak ibadete açıldığını öğreniyoruz 1833 de Mimar Konstantinos gözetiminde bir restorasyon geçirir Avludaki baldakinli çan kulesi ise 1903 de yapılmıştır7 Eylül olaylarında tamamen tahrip edilen bu kilise 1960 da onarılarak yeniden ibadete açılmıştır Bugünkü binanın plânı üç nefli bazilika şeklindedir Yan nefler orta neften bir basamak yüksektir Narteksin üzerinde dikdörtgen planlı bir galeri yer alır Dış cephe oldukça sâde olup sıva ile kaplıdır Üst örtüsü orta nefin üzeri içten tonoz dıştan ise çift meyilli kiremit kaplı çatıdır İkonastasis,ambon ve despot koltuğu ahşap olup oyma kabartma tekniği ile çiçek ve yaprak motiflerini ihtiva eder

Ayios Minas Kilisesi (Fatih)

Samatyada Nafiz Gürman Caddesi ile Bestekâr Hakkı Bey Sokağının bitiştiği köşededir Kilisenin bulunduğu yerde 4-5 yya ait olan Polikarpos Martiriumu bulunuyordu 1200 de Rusyadan İstanbula gelen Novgoradlı Antoine yazdığı gezi notlarında buradan bahsetmektedir 1782 de yanan kilise 1833 de Mimar Konstantin Yolasığmazisin projesi doğrultusunda bugünkü şekli ile inşa edilmiştir 6-7 Eylül olaylarında büyük tahribat görmüş ve İstanbul Vakıflar Başmüdürlüğü Mimarlarından Süreyya Yücelin kontrolluğunda tamir edilmiştir Üç nefli bir bazilika planına sahiptir Nefleri ayıran sütunlar silmelerle beton kirişlere bağlanır İkonastasis diğer bütün Rum kiliselerinde görüldüğü gibi ahşap olup üç nefi de kapsar Etrafı duvarla çevrili bir avlu içerisinde yer alan kilisenin en göze çarpan mimari parçası,mermerden baldaken tarzında yapılmış çan kulesidir Kilisenin altında bir Ayazması vardır

Ayios Nikolaos Kilisesi (Fatih)

Samatyada tren istasyonunun arkasındaki Muallim Fevzi Sokağındadır Yüksek duvarlarla çevrili bir avlunun içerisinde yer alır Kilise 1583 tarihli Trypon ve 1604 Paterakis listelerinde yer almaktadır 1652 de buraya gelen Antakya Patriğinin katibi Paulus yazdığı raporunda içte çok güzel süslemeleri olduğundan bahsetmektedir 1782 de yanan kilise bir müddet sonra başlatılan inşaat ile yeniden inşa edilmiş ve 21 Ocak 1830 da Patrik Konstantinos zamanında ibadete açılıştır Üstü çift meyilli kiremit çatı ile kaplı olan kilise üç nefli bir bazilika şeklindedir Apsis doğu tarafında dışarıya yarım yuvarlak çıkıntılıdır Kaba taş tuğla karışımı malzeme kullanılarak inşa edilmiştir Avludaki çan kulesi demir iskeletten yapılmıştır

Ayios Nikolaos Kilisesi (Fatih)

Ayakapı Abdülezel Paşa Caddesi üzerindedir İlk yapılışı Bizans devrine kadar inen bu kilise 1633 deki Cibali yangınında harap olmuş ve Sultan III Mustafanın (1757-1774) verdiği fermanla yeniden inşa edilmişse de kısa bir süre sonra çıkan bir yangında yanmış ve 1837de bugünkü kilise inşa edilmiştir Üç nefli bazilika tipinde bir plana sahip olan yapının,alt kısmı penceresiz üst katında ise az sayıda dikdörtgen pencereleri olan taş,tuğla karışımı duvar örgüsüne sahip kırma çatı ile örtülü bir kilisedir Yan nefler orta neften bir basamak daha yüksektir Naosdaki sütunlar birbirlerine yuvarlak kemerlerle bağlanmış,porfir taklidi boyalı olup ahşap üzerine alçı sıvalıdır Naosdaki üçgen alınlıklı ikonastasis ve ambon mermerden yapılmıştır Narteksin üzerindeki galeriye çıkış avlunun güneyinde ve yanındaki Ayios Haralambos ayazmasındaki merdivenlerle sağlanır Baldaken tipinde mermerden yapılmış bir çan kulesi vardır

Ayios Nikolaos Kilisesi (Fatih)

Topkapıda Kaynata,Posta ve Karatay sokaklarının çevrelediği köşededir Aziz Nikolaosa ithaf edilmiş olan bu kilisenin ilk temellerinin Bizansa kadar indiği söylenir Patrik Konstantinos zamanında Kayserili mimar Konstantinos Yolasığmazise hazırlattırılan proje çerçevesinde yeniden inşa edilmiş ve 17 Kasım 1831 de ibadete açılmıştır Yüksek duvarlarla çevrili bir avlunun arkasındadır Üç nefli bazilika tipinde bir plana sahiptir Neflerdeki ahşap sütunlar kirişlere postamentlerle bağlanmıştır Orta nefin üzeri içten tonoz yan nefler ise düz tavan şeklinde olup dışarıdan kiremit kaplı kırma çatı ile örtülüdür Dış cephede devşirme malzeme kullanılmış olup genel örgü sistemi kaba taş v tuğla karışımı olup sadece köşelerde düzgün kesme taş kullanılmıştır Üç nefi içine alan ikonastasis,despot koltuğu ve ambon ahşap olup üzeri oyma tekniği ile yapılmış kabartma bitki motifleri ile tezyin edilmiştir Baldakenli bir çan kulesi vardır Narteksin kuzeyinde Ayios Yeoryiosa atfedilen bir ayazma bulunur

Ayios Taksiarhes “Ayia Strati” Kilisesi (Fatih)

Haliçe inen Ayan Caddesindedir Yüksek duvarlarla çevrili eniş bir avlunun gerisinde yer alır İlk yapılışı Bizansa kadar inen kilise 1730 Balat yangınında yanmış ,kitabesinde yazdığı üzere 17 Eylül 1833 de restorasyonu biterek Patrik IKonstantinuz döneminde ibadete açılmıştır Üç nefli bazilika planındaki kilisenin apsisi dışarıya yarım yuvarlak çıkıntılıdır Üst örtüsü kiremit kaplı çatıdır Ortadaki büyük iki yanlardaki daha küçük basık kemerli üç kapı ile Naosa girilir Ahşap olan İkonastasis her üç nefi de kapsar Despot koltuğu ve ambonu ile aynı stilde yapılmıştır Kare gövdeli çan kulesi binaya bitişiktir Kilisenin doğu cephesinde Ayios Nikolaosa atfedilen ayazması vardır Avlunun kuzeyinde ise bugün kullanılmayan Rum İlkokulu bulunmaktadır

Ayios Yeoryios Kilisesi (Fatih)

Edirnekapıda Mihrimah Sultan Külliyesinin karşısında,Vaiz,Kariye Yağhanesi ve Ali Kuşçu sokaklarının çevrelediği adadadır IX uncu yy da yapıldığı bilinen bu kilise 1556 da Mihrimah Sultan külliyesinin inşası sırasında yıktırılmış ve bugünkü yerinde yeniden yapılmıştır 1726 da tamir gören kilise 13 Eylül 1836 tarihli kitabesinde yazdığına göre Patrik VIGrigorius zamanında Hacı Nikolaosun projesi doğrultusunda temelden yeniden inşa edilmiştir Üç nefli bir bazilika planına sahip olan kilisenin yarım yuvarlak kubbe örtüsü olan apsisi dışarıya taşkındır Üzeri kırma çatı ile örtülüdür Kaba taş ve tuğla karışımı malzeme ile inşa edilmiş olan kilisenin, nefleri ayıran ahşap sütunları alçı ile sıvanarak porfir rengine boyanarak mermer görünümü verilmek istenmiştir İkonastasis,ambon ve despot koltuğu birçok rum kiliselerindeki gibi ahşap oyma tekniğindedir Yüksek duvarlarla çevrili bir avlunun ortasında yer alan kilisenin güney cephesine bitişik Ayios Basileios a ithaf edilen ayazma vardır Avluda ayrıca bugün kullanılmayan bir Rum İlkokulu ile bir de sarnıcı vardır

Ayios Yeoryios Kiparisses Kilisesi (Fatih)

Samatyada Nafiz Gürman Caddesi ile Büyük Kuleli Caddesi arasındadır Meyilli olan arazinin kuzey tarafındaki yoldan iki metre aşağıda yüksek duvarlı bir avlunun içindedir Bizans döneminde varlığı bilinen bu kiliseyi 1652 de İstanbula gelen Antakya Patriğinin katibi Paulus verdiği raporunda buradan içinde çok kıymetli ikonaların bulunduğu kubbeli bir Bizans bazilikası olarak bahseder 1782 yangınında harap olan bina Patrik IKonstantinus zamanında Mimar Nikolaos Nitkitadisin hazırladığı proje kapsamında 1834 de yeniden inşa edilir 1966 da Vasilios Athanasiadesun maddi yardımlarıyla büyük bir tamirat yapılır Kaba taş ve tuğla karışımı malzeme ile inşa edilmiş kilise üç neflu kubbeli bir bazilika planındadır Narteks sonradan eklenmiştir Apsis ve iki yanında diakonikon ve protesis hücrelerinin apsisleri yarım yuvarlak olarak dışarıya çıkıntılıdır Orta nefin üzerini, sekizgen kasnaklı her köşede bir pencerenin yer aldığı ,üzeri kiremit örtü basık bir kubbe örter İkonastasis,despot koltuğu ve ambon ahşaptan yapılmış olup üzerlarinde aynı stilde geometrik ve bitki motifleri vardır Avluda kiliseye bitişik olan ayazma,İsanın Tabor dağında suretin değişmesi olan Metamorfozis (=Transfigürasyon) adı ile tanımlanmıştır

Ayios Yeoryios Metohion (Fatih)

Fenerde Vodina caddesi ile Merdivenli mektep sokağı arasındadır İlk yapılışı 1132 olan bu kilise XVII inci yydan beri Kudüs Patrikhanesinin metohionu (=temsilciliği) dur1640 da geçirdiği yangından sonra içindeki kitabesinden öğrendiğimize göre 1708 de Kudüs Patriği Hrisantos döneminde Mimar Kalfa Paulosun projesi doğrultusunda yeniden inşa edilmiştir 1728 de bir yangın daha geçirir ve yeniden yapılır 1913 de ise bina tekrar büyük bir tamir görür Üç nefli bir bazilika planına sahip olan yapı kırma taş ve tuğla ile yapılmış olup üst örtüsü iki tarafa meyilli, kiremit kaplı çatıdır Ortadaki apsisin iki yanında kendi apsisleri olan diokonikon ve prothesis hücreleri vardır Bunların apsisleri dışarıya yarım yuvarlak olarak çıkıntı yapar Narteksin üzerindeki neflere doğru çıkıntı yapan galeriye naosun kuzey batısındaki ahşap merdivenle sağlanır Kilise avludan Naosa tek bir giriş ile sağlanır Buradan naosa iki taraftan giriş basık kemerlidir Naosun kuzeyinde Ayios minas ayazması yer alır

Ayios Yeoryios Potiras Kilisesi (Fatih)

Fener ile Karagümrük arasında Tevkii Cafer Mahallesi Murat molla caddesindedir 1583 tarihli Tryphon ve 1669 tarihli Smith listelerinde adı geçen bu kilisenin daha eski tarihi hakkında bilgimiz yoktur1730 tarihinde İstanbulda yanmış olan oniki kilisenin ihyasına dair hükümde buranın da adı geçerse de restorasyonun 1830 da gerçekleştiğini kitabelerinden öğreniyoruz Son devir Rum kiliselerinin klasik mimari özelliklerini gösterir Üç nefli bir bazilika şeklinde olup üzeri kırma çatı ile örtülüdür Binanın kuzeyindeki ek yapı olan Parakklesion bitişiktir Kaba taş ve tuğla karışımı ile inşa edilmiş olup sadece köşelerde düzgün kesme taş kullanılmıştır Nefleri ayıran sütunlar diğer çağdaşı kiliselerdeki gibi mermer taklididir

Ayios Yeoryios Patrikhane Kilisesi (Fatih)

Fenerde Sadrazam Ali Paşa Caddesi üzerindedir Etrafı yüksek duvarlarla çevrili Patrikhane kompleksinin kilisesi olan yapı avlu kapısından girişte tam karşıya gelmektedir Kilise ile avlu kapısı arasında solda,hıristiyan alemi için oldukça önemli olan “mür” yağının üretildiği tek katlı bina yer alır Vaftizde alına sürülen bu çeşitli otların kaynatılmasıyla elde edilen bu yağ dünyada sadece burada üretilmektedir Bu kutsal yağ alelade bir ateşte kaynatılmaz Dünyanın her tarafından eskimiş inciller,kırık ikonlar ve diğer ahşap heykelcikler burada depolanır ve 4-5 senede bir yapılan bir merasimle “mür” yağının yapıldığı kazanın altındaki ateş bu malzemenin yakılmasıyla elde edilir Zemini kare mermer döşeli avlunun sağında patrikhanenin lojman binaları bulunmaktadır Kilisenin yan tarafından dar bir aralıkla arkaya doğru genişleyen bahçede ise Kütüphane,yönetim binaları ve Haralambos ayazması bulunmaktadır Fatih Sultan Mehmet tarafından patriklik tacı ve asası verilen IIGennadios zamanında patrikhane Oniki havari kilisesinde idi 1455 de buradan Pammakaristos (Fethiye Camii) Manastırına taşındı, 1597 de Şeyhülislam Çivizâde Mehmet Efendinin fetvasıyla bu manastırın camiye çevrilmesi üzerine Balatdaki Aya Dimitri Kilisesi patrikhane binası oldu 1602 de ise bugünkü binanın bulunduğu Hagios Georgios manastırı Patrikhane oldu ve zaman içinde gelişerek bugünkü konumunu aldı Kilise ,18 Aralık 1720 tarihli kitabesinde yazdığına göre yeniden inşa edilmiştir1827 ve 1836 da büyük onarımlar geçiren bina 1941 de bir yangın geçirmiştir En son düzenleme ise 1991 dedir Üç nefli bazilika planına sahip olan kilisenin giriş kapısı üçgen bir alınlıkla biter Ortadaki apsisin iki yanındaki diakonikon ve protezis hücrelerinin apsisleri de yarım yuvarlak olarak dışarıya çıkıntılıdır İçerisi son derece zengin avizelerle aydınlatılmaktadır Patrikhane kilisesi olması dolayısıyla içerisine bazı rölikler ve kutsal sayılan eşyalar toplanmıştır Bunlardan en önemlisi İsanın kamçılanmak üzere bağlandığına inanılan taş Kudüsden buraya getirilerek İkonastasisin güney tarafına konulmuştur Ayrıca Azize Eufemia ,Teophano ve Solomoniye ait olan röliklerin saklandığı üç tabut İkonastasisin hemen yanındadır Ayrıca içerisinde çok zengin ikonalar vardır

Hristos Analipsis Kilisesi (Fatih)

Samatya İstasyonu arkasında Büyükkule ile Akıncı sokaklarının arasındadır Hzİsanın göge yükselişine atanmış Ortodoks kilisesidir Burası hakkındaki en eski kayıt 1566 senesine aittir 1782 de yanan bina Patrik IKonstantinos döneminde yeniden yapılarak 1 Mart 1832 de ibadete açılmıştır Yüksek duvarlarla çevrili bir avlunun içinde yer alan kilise üç nefli bazilika planına sahiptir Giriş kısmı sonradan eklenmiştir Kaba yonu taşı ve tuğla karışımı olarak inşa edilmiş olup sadece köşelerde düzgün kesme taş kullanılmıştır Naosdan üstteki galeriye korkuluklarına “Eski Ahit” den sahneler yapılmış ahşap merdivenlerle çıkılır Nefleri ayıran sütunlar mermer taklidi ahşaptır Dış görünüşünün sadeliğine karşılık İkonastasisin Yunan mabedinin cephesini andıran sütunlar ve üzerindeki üçgen arşitravla son derece görkemli bir görünüşü vardır Buradaki gümüş kaplamalı Analipsis ikonası en önemli parçalardan biridir Avludaki Zangoç evinin çatısında yer alan çan kulesi baldaken tarzındadır Ayrıca avluda bir ayazması vardır

İoannes Prodromos Metohion Kilisesi (Fatih)

Balatda İskele Caddesi ile Mürsel Paşa Caddesi arasındadır 1334 tarihli bir belgede burasının “Avcıların Prodromosu ve Vaftizcisi” olarak adlandırıldığını,1394 tarihli bir başka vesikada da “Nikolaosun kilisesi” olarak adının geçtiğini görüyoruz 1400 tarihli bir başka belgede Nikolaos Hresimos tarafından yaptırıldığı yazmaktadır 1623 deki bir fermanın onayı ile tamir edilen kilise 1640 da yanmıştır 1686 de tamir edilir ve 1729 da Giritli Mimar Nikoforos tarafından genişletilerek yeniden inşa edilir 1831,1852 ve 1855 de tamir gördüğü içerideki kitabelerde yazılıdır 1670deki bir kayıtta mülkiyetin İskenderiye patrikliğine ait olduğu yazılı olan bu kilise 1686 da Rusya elçisinin Sultan IV Mehmede başvurusu üzerine Tur-i Sina manastırına verilir bu tarihten sonra uzun bir süre Tur-i Sina keşişleri burada barınır ve o tarihten bu yana Tur-i Sina Dağındaki Azize Ekaterini Manastırının metohionu olarak kabul edilmektedir Üç nefli bazilika planına sahip olan yapının üst örtüsü kırma çatıdır Nefler sivri kemerlerle birbirlerine bağlanmışlardır Ahşap İkonastasis bütün bemayı kaplar ve yağlıboya ile İncilden sahneler resmedilmiştir
İkonastasisden itibaren üçüncü sütuna oturtulmuş olan ambon ve merdivenlerinin korkulukları çok ince bir ahşap işçiliği gösterir

Panayia Kilisesi (Fatih)

Hekimoğlu Ali Paşa Caddesi ile Kızılelma Caddesinin kesiştiği yerde,Yapağı sokağındadır Yüksek duvarların çevrelediği bir avlunun içerisinde yer alır Bizans döneminde önemli bir dini merkezde yer alması bakımından önemlidir Zaman içinde tahrip olan kiliseyi 1730 da İstanbul kadısı Mehmed Raşide yapılan bir başvuru ile yeniden inşası için izin alınmıştır Bugünkü bina 1834 de inşa edilmiş ve 1965 de de onarım geçirmiştir Klasik Rum Kiliselerindeki gibi üç nefli bir bazilika plânındadır Nefleri meydana getiren mermer taklidi sütunlar beton kirişlerle birbirlerine bağlıdır Dışarıdan Naosa giriş üçüzlü bir kapıdan sağlanır Bu kapının her iki tarafında iki katta da dikdörtgen pencereler vardır Cephenin üst kısmını içinde pencere olan büyük bir kemer tamamlar Çatısı kiremit örtülü olup çift meyillidir Yan tarafında yapım tarihi 1786 olan ana kilisenin küçük bir kopyası durumundaki Taksiarhes şapeli bulunmaktadır

Panayia Balinu (Fatih)

Balatda Mahkemealtı Caddesindedir İlk yapılış tarihini bilemediğimiz bu Ortodoks Kilisesi içerisindeki kitabesinde yazdığı üzere Patrik IV Germanos zamanında temelden yeniden inşa edilmiştir Daha sonra 1877,1912 ve 1992 de tamir edilmiştir Üç nefli bazilika plânında olup yarım yuvarlak apsisi dışarıya çıkıntılıdır Üst örtüsü kiremit kaplı kırma çatıdır Nefleri mermer taklidi sütunlar birbirinden ayırarak arşitravlara bağlanır Narteksden naosa giriş
basık bir kapı ile sağlanır

Panayia Belgradu (Fatih)

Belgratkapıda, Hacı Hamza Mektebi sokağındadır Yüksek duvarların çevrelediği bir avlunun içinde bulunmaktadır Belgradın fethinden sonra oradan getirilenlerin iskan edildiği yer olduğu için Belgradkapı adı ile anılmaktadır Kilise de gelenlerin dini ihtiyaçlarını sağlamak amacıyla 1523 de inşa edilmiştir Belgraddan gelen göçmenler beraberlerinde getirdikleri Cuma Azizesi Paraskevinin rölik ve ikonalarını burada muhafaza ettiklerinden dolayı Kilise yapıldığında ona ithaf edilmiştir Rölikler 1539 da Patrik IYeremios tarafından o sırada patrikhane olarak kullanılan Pammakaristos Manastırına taşındığı için bu işlemden sonra kilise Meryemin doğumuna ithaf edilmiştir 1837 de yeni baştan yapıldığını belirten tarih kitabesi vardır Üç nefli bazilika planında olan yapı kaba yontu taş ve tuğla karışımı ile inşa edilmiş olup sadece köşelerde kesme muntazam taş kullanılmıştır Üst örtüsü kırma çatı ile örtülüdür,Apsis ise yarım kubbedir Ahşap İkonastasis sütuncuklar ile hareketlendirilmiş olup bunlar yuvarlak kemerler ile birbirlerine bağlanırlar Kubbeli despot koltuğunda ise zarif bir ahşap işçilik vardır

Panayia Blahernai (Fatih)

Ayvansarayda Damataşı,Kuyu ve Marul Sokaklarının çevrelediği alandadır Yüksek duvarlarla sokaktan ayrılmış olan avlunun içindedir Buradaki ilk kilise İmparator Markianus (450-457) un karısı Pulheria tarafından yapımına başlatılmış ve I Leon (457-474) zamanında tamamlanmıştır İçerisinde,Meryemin elbisesi olduğu ileri sürülen Filistinden getirilmiş bir “Moforion” bulunuyordu Iİustinus (518-527) tarafından genişletilmiş,III Romanos (1028-1034) de tekrar elden geçirilmiştir 1070 de yanan kiliseyi IV Romanos (1068-1071) tekrar yeni baştan yaptırmıştır XI inci yy da dini işlevinin yanı sıra İmparatorluğun idari işlerinin de yürütüldüğü bir merkez olmuştur Komnenoslar döneminde buradaki saray kompleksinin içine alınmışsa da çıkan bir yangında tahrip olmuştur Onarımdan bir süre sonra 1434 de tekrar yanmış ve bir daha tamir edilmemiştir Hatta 1545 de buraya gelen Pierre Gilles kilisenin arsası üzerinde çingenelerin yaşadığını yazmaktadır 1860 a kadar arsa durumunda bulunan kilisenin arsası üzerine buğünkü kilise inşa edilmiştir İçerideki kitabesinde 13 Ocak 1860 da ibadete açıldığı yazılıdır 6-7 Eylül 1955 deki olaylarda tahrip edilen kilise İstanbul Vakıflar Başmüdürlüğünce YMimar Süreyya Yücelin kontrolluğunda yenilenmiştir Kapalı yunan haçı planında olan kilisenin apsisi dışarıya dört köşe çıkıntı ile açılmaktadır Orta mekanın üzerini sekizgen yüksek kasnaklı bir kubbe örter Diğer yerlerin üst örtüsü kiremit kaplı kırma çatıdır Naos bir basamakla yükselen beş cepheli apsis ile nihayetlenir Burada gümüş çerçeve içindeki kucağında çocuk İsayı taşıyan Meryem ikonası İstanbuldaki Rum kiliselerindeki en eski ikonadır Çan kulesi avluda demir iskelet üzerine asılmış bir çandan ibaret olup çok basittir Kilisenin yan tarafında küçük bir Ayazma vardır Bu ayazmanın ziyaret tarihi her sene 2 Temmuzda başlayıp bir hafta devam eder

Panayia Hanceriotissa (Fatih)

Edirnekapı-Eğrikapı arasında Karagözcü,Ulubatlı Hasan ve Kazmacı sokaklarının çevrelediği alandadır Yüksek duvarlarla sokaktan ayrılan bir avlunun içerisindedir Aynı avluda bulunan Ayia Paraskevi Ayazması dolayısıyla Bizansın İkonaklast devrinde önemli bir yere sahiptir Yıkık olan kilise 1837 de Mimar Kosta Kalfanın projesi doğrultusunda yapılmıştır Bu devire ait olan Rum kiliselerinin plan yapısı olan üç nefli bazilika şeklinde olup benzerlerinin bütün özelliklerini o da taşır Apsis örtüsü yarım konik çatı olup diğer kısımlar kırma çatı ile kaplıdır Bina kaba taş ve tuğla karışımı olarak inşa edilmiş olup üzeri sıvalıdır İkonastasis ambon ve despot koltuğu ahşap olup aynı stilize motifler ile kabartma tekniğinde işlenmiştir

Panayia Muhliotissa (Fatih)

Fenerde Firketeci ile Tevkii Cafer sokaklarının köşesindedir Moğol kilisesi diye de adlandırılır Bizanslı prenses Maria Paleologina Moğol Hanı Hülagu ile evlenmek üzere yola çıktığında 1264 de Hülagu ölür Bu sefer Maria, Hulagunun oğlu Abaka Han ile evlilik hazırlıklarına başladıysa da Abaka Hanın öldürülmesi üzerine İstanbula döner ve kendi mülkü olan arazinin üzerine bu kiliseyi yaptırır Bizans-Mogol ilişkisinden ötürü bu kilise “Moğol Kilisesi” adıyla adlandırılmıştır 1351 de Patrikhanenin denetimine geçen kiliseyi ISelim (1512-1520) ve III Ahmet (1703-1730) camiye çevirmek isterlers de Fatih Sultan Mehmetin vakfiyesi gereği başarılı olamazlar 1633,1640 ve 1729 da yangın geçiren kilise 1731 de tekrar restore edilir Muhliotissa,Fetihden önce inşa edilip günümüze kadar Ortodoks ibadet mekânı olarak işlevini sürdürmeye devam eden tek Bizans kilisesidir Yonca planlı bir yapı olan kilisenin orta mekanını oldukça yüksek kasnaklı,üzeri kiremit döşeli bir kubbe örterYoncanın diğer kolları da alçak yarım kubbeler ile örtülüdür Dışı sıva ile kaplı olan binanın duvar tekniği taş ve tuğla karışımıdır Narteksdeki kubbelerde mozaik izleri görülmektedir Avlunun bir köşesinde Ayia Annaya ithaf edilmiş bir Ayazma mevcuttur

Panayia Taksiarhas (Fatih)

Balatda Ayan Caddesi üzerindedir Yüksek duvarlı bir avlunun içerisindedirBu avlunun kuzeyinde bugün kullanılmayan Balat Özel Rum Okulu vardır Avlu içinde Biri Aziz Nikolaos a diğeri Mihaile atanmış iki ayazma vardır1730 daki Balat yangınında yanmış olan kilise bugünkü şekli ile yeniden yapılıp 17 Eylül 1833 de ibadete açılmıştır Bu devirdeki diğer Rum kiliseleri ile aynı teknik ve plan yapısına sahiptir Kalın gövdeli çan kulesi binaya bitişiktir

Panayia Suda (Fatih)

Eğrikapı Caddesi üzerindedir Yüksek duvarlı bir avlunun içinde yer alır Alt katnda Timiazoni Ayazması bulunur Bizans devrindeki bir inanışa göre bu ayazmanın suyu akıl hastalarına iyi gelirmiş İlk yapılışı Bizans devrine ait olan yapı 1815 de yeniden inşa edilmiştir Patrik VI Kyrillos zamanında 1 Ocak 1816 da yeni şekli ile ibadete açılmıştırİçerideki kitabelerde 1930 ve 1946 da onarım gördüğü yazılıdır Klasik Rum Kilisesi planı olan 3 nefli bir bazilika şeklindedir Apsis ve yandaki hücrelerin apsisleri yarım yuvarlak olarak dışarıya çıkıntılıdır Üzeri kırma çatı ile örtülü olup apsis üzeri yarım konik çatıdır Nefleri teşkil eden sütunların kare yüksek kaideleri olup beton kirişlerle bağlanırlarİkonastasis,Ambon ve despot koltuğu oldukça gösterişlidir

Panayia Uranion (Fatih)

Edirnekapıda Salma Tomruk caddesindedir Cadde tarafı alçık diğer tarafları yüksek yapılmış bir çevre duvarının içindeki avludadır İlk yapılışının Bizans devrine kadar indiği bilinir Harap olup kullanılamıyacak hale gelen kilise 1730 tarihli bir hükümle yeniden inşa edilmiştir Zaman içinde harap olan kilise1834 de yeniden inşa edilerek günümüzdeki konumuna gelmiştir Aynı devirde yapılmış olan diğer Rum kiliseleri ile aynı plan yapısı ve özelliklere sahiptir Narteksin kuzeyinde Aya Kiryakiye atanmış bir ayazma mevcuttur Kaba taş ve tuğla ile inşa edilip üzeri sıvanıp boyanmıştır Apsis ,ana mekandan daha alçak olarak yarım yuvarlak olarak dışarıya çıkıntılıdır Ana mekan çift meyilli kiremit kaplı çatı ile örtülüdür

Bulgar Kilisesi “Sveti Stefan” (Fatih)

Balat ile Fener arasında Haliç kıyısında,Bulgar Eksarhhanesine bağlı olup Demir Kilise adı ile de adlandırılır 3 Mart 1878 de imzalanan Ayastefanos Antlaşması ile Balkanlarda özerk bir bulgar Prensliği oluşmuştur Bu tarihten sonra Bulgar hükümeti yeni bir Bulgar kilisesi yapılması için çalışmalara başlar gerekli mali destek hükümetten sağlanır ve Fenerde kilisenin olduğu yerde konağı olan Stefan Bogodi de mülkünü kilise yapımı için hibe eder Arsanın alt yapısının haliçe doğru kaygan olmasından dolayı burada kaymayı önlemek için önce demir konstrüksiyonlu bir temel düşünülür sonra depreme dayanıklı bir bina yapmak fikri ortaya atılır ve neticede herhangi bir sorun karşısında prefabrike bir kilise yapmaya karar verilir Kilisenin projesi Mimar Hovsep Aznavur tarafından çizilir,yapım işi için de uluslararası bir yarışma açılır Yarışmayı Viyanadan RPhWaagner firması kazanır ve 1893 de statik projeleri üzerinde çalışmalar başlar Gerekli döküm işleri dört yılda üretilir ve firmanın fabrikası avlusunda geçici olarak kilise kurularak kontrolu yapılır İstanbula Tuna nehri üzerinden Karadenize gemilerle getirilen parçaların montajı yapıldıktan sonra 8 Eylül 1898 de Eksarh IYosifin kutsamasıyla ibadete açılır Kilise üç nefli ve transeptli bir bazilikadır Giriş kapısının üst tarafındaki galeri aynı zamanda koronun da kullandığı bir mekandır,bunun üzerinde döner merdivenle çıkılan yüksek bir çan kulesi yükselir Kuledeki çeşitli büyüklükteki altı çanın üzerinde Rusyadaki Yaroslavi kentinde özel dökümlerin yapıldığı yazılıdır Kilisenin taşıyıcı profilleri çelikten olup üzeri saç ve döküm levhalarla kaplanmıştır Bütün parçalar birbirine cıvata,somun,perçin ve kaynakla birleştirilmiştir Mimari üslup olarak eklektik diyebileceğimiz gotik ve barok parçalar bir arada kullanılmıştır

Ermeni Kiliseleri

Surp Hreşdağabet Kilisesi (Fatih)

Balatta Kamış Sokağındadır Bu kilisenin bulunduğu yerde Ayia Strati adında bir Rum kilisesi 17 inci yy a gelindiğinde terk edilmiş bulunuyordu 1620-1625 senelerinde Ermeni cemaati bu yerin kendilerine verilmesi için sayısız müracaatları neticesinde kendilerine tahsis edilir ve Divriğili Asdvadzadur Bolbolcıyanın maddi katkılarıyla buraya ahşap bir kilise yapılır ve Patrik I Zakarya tarafından kutsanarak 1628 Ermeni ibadetine açılır Aynı sene içinde çıkan bir yangında harap olan yerler bu sefer Rahip Kirkor Taranağzinin yardımlarıyla onarılır 28 Eylül 1692 deki yangında bir kere daha yanan kilise yeniden onarılırsa da bu sefer 16 Temmuz 1729 daki Balat yangınında tekrar yanar 1730 da kilise bir kere daha tamir edilir 1831 de ahşap bina yıkılarak yerine bugünkü ibadethane karğir olarak inşa edilirken temel kazısı sırasında Azize Ardemiosun kemikleri bulunur, bu kemikler kilisenin bodrumuna defnedilir ve üzerine bir ayazma inşa edilir Kilisenin açılışı 25 Haziran 1835 de yapılır ve o günden bu yana bazı küçük onarımlarla günümüze kadar gelir Bazilika planında yapılmış olan binanın büyük bir narteksi vardır Bu narteksden koroya tahsis edilen galeriye çıkılır Apsis önündeki sunaklardan biri başmelek Gabriele diğeri Asdvadzazine (Tanrıyı doğuran kadın Meryem) diğeri de Surp Minasa atanmıştır Bu her üç sunak da yarım daire şeklindeki apsislerin içinde yer almaktadır Apsisin yanındaki paraklesion vaftizhaneye ayrılmış olup buradan hem galeriye çıkış,ana mekana giriş ve Nartekse giriş sağlanmıştır Demir giriş kapısı üzerinde İsanın göge çıkışı,Aziz Georgiosun ejderhayı öldürmesi ve İsanın mabede girip oradaki satıcıları kovma sahneleri işlenmiştir

Surp Kevork Kilisesi (Fatih)

Samatya, Marmara Caddesindedir Kilisenin ilk inşası 1031 de Bizans İmparatoru III Romanos zamanındadır Tarihlerde büyüklüğü bakımından Ayasofyadan sonra gelen ikinci kilise olarak tanımlanır III Romanos öldükten sonra manastır statüsünde olan bu kilisede kendisine ayrılan yere defnedilmiştir 1204 deki Latin istilası sırasında kilise yağmalanmış ve içindeki kıymetli her şey alınıp adeta bir harabeye dönüşmüştür VIII inci Mihael Palaiologos (1261-1282) zamanında onarılarak tekrar ibadete açılmıştır Fetihden sonra Fatih Sultan Mehmet Bursadan getirttiği Ermeni cemaatini Samatyaya yerleştirmiş ve 1461 de onun emri ile kilise Ermeni Patrikliğine tahsis edilmiştir Kilisenin Ermenilere verilmesinden dolayı Rumlar ile Ermeniler arasında bir takım olaylar meydana gelmiş bu yüzden burası “Kanlı Kilise” adı ile anılmıştır Kilisenin yanındaki Ayazmadan ötürü Türkler tarafından “Sulu Manastır” adı ile isimlendirilmiş olan bu bina 1641 senesine kadar patriklik katedrali olarak kullanılmıştır 1660 da burada çıkan yangında tahrip olan kilise 1722 de yeniden inşa edilmiş ve binaya “Surp Yerrortutyan” adı verilen bir şapel eklenmiştir 10 Ağustos 1782 de burada çıkan büyük yangında kilise bir kere daha yanmış,1804 de Hagop Amira Güllapyan ve Minas Kalfanın projeleri doğrultusunda yeniden inşa edilmiştir 1831 ve 1843 de onarımdan geçen bina bu kez 1866 yangınını yaşamış ve bu sefer de Mimar Bedros Nemtzenin projesi Mikhael ve Hovhannes Hagopyanın maddi katkılarıyla bugünkü şeklini almış ve 8 Şubat 1887 de Patrik I Harutyan Vehabedyanın takdisi ile tekrar ibadete açılmıştır I Dünya Savaşı sırasında kilise ve bahçesindeki okul askeri amaçla kullanılmış ve Sırp esirleri buraya yerleştirilmiş savaştan sonra tekrar ibadete açılmıştır 1993 de son bir onarım gören kiliseye Patriklik tahtı konularak ,Patriklik Katedrali olarak tescil edilmiştir Plân şeması ilk yapılışında Bazilika tipinde olmasına karşılık sonradan yapılan ilavelerle Yunan haçı şekline dönüşmüştür Muntazam kesme taştan yapılmış iki katlı görkemli bir yapıdır Ana giriş kapısı üzerindeki çan kulesi altındaki katlar ile tam bir uyum sağlar Bu kulenin iki tarafındaki simetrik çan kulesi şeklindeki kuleler sadece dekoratif olarak yapılmıştır Eski yapıdan kalan en kıymetli parçalardan biri demirden yapılmış,her kanadına kiliseye adını veren Aziz Kevorkun hayatından sahneler işlenmiş olan giriş kapısıdır Kilisenin ana mekanındaki bir büyük iki yanlarda da birer küçük sunak daha vardır Ana sunagın üzerinde İsanın şu sözleri yazılıdır: “Bana gelin ey yorgunlar ve ağır yüklü olanlar Ben size rahat sağlıyacağım” Kilisenin içindeki resimler son döneme aittir Narteksin üzerinde koroya ayrılmış geniş bir galeri bulunur

Hristos Analipsis Kilisesi (Bakırköy)

Bakırköy Rum mezarlığı içinde XIX uncu yy ın sonunda mezarlıkta yapılan cenaze törenleri için inşa edilmiştir Üç nefli bazilika planında olan bu şapelin mimarı Akilepsos Aleksiosdur İka yana meyilli kiremit kaplı çatısı vardır

Panagi Pege Kilisesi “Balıklı” (Zeytinburnu)

Asıl adı “Hayat veren kaynak” anlamına gelen Zoodokhos Peges olan bu Rum Ortodoks kilisesi Kazlıçeşmede Balıklı Caddesi ile Seyyid Nizam Caddesi arasında,Rum Ortodoks mezarlığı yanındadır İlk yapılışı Tarihçi Prokopiosa göre Bizans İmparatoru I Leon (457-474) zamanındadır Iİustinianus (527-565) zamanında Ayasofya yapılırken oradan arta kalan malzeme ile genişletilmiştir Depremden zarar gören kiliseyi önce 790 da İmparatoriçe Eirene daha sonra da IBasileios genişleterek tamir ettirmiştir X uncu yy da geçirdiği bir yangın sonucu yanan kiliseyi 924 de IRomanos yeniden inşa ettirir 1204 deki Latin istilası sırasında burayı da işgal eden Haçlılar binaya büyük zararlar vermişlerdir Bir rivayete göre II Murad İstanbul yakınlarına geldiğinde bu civarda karargâh kurduğu kendisinin de kilisede kaldığı söylenir Fetihten sonra bakımsızlıktan harap olan kilise 1726-27 de Terkos Metropoliti Nıkodimos tarafından küçük bir yapı olarak yeniden ihya edilir Kilisenin bugünkü haliyle inşası II Mahmutdan (1808-1839) alınan 1833 tarihli ferman ile Mimar Nikolaos Pağcıoğlu ve Marki Kalfanın projeleri doğrultusundadır 2 Şubat 1835 de Patrik IKonstantinos kiliseyi kutsayarak ibadete açar Üç nefli bazilika planında olan yapı çift meyilli kiremit döşeli çatı ile örtülüdür Nefleri ayıran sütunlar mermer taklididir İkonastasis Ahşap olup üç nefi de kapsar Burada yağlıboya ile yapılmış olan Meryem ve Çocuk İsa,Mikhael,Gabriel gibi baş meleklerle bazı azizlerin portreleri yapılmıştır Kilisenin yanında hastalara şifa verdiğine inanılan içinde balıkların yaşadığı bir ayazma mevcuttur Buraya gelip şifa bulanlar daha sonra bir ikona getirip hediye etmeleri Bizansdan beri süren bir gelenek olmuştur Bu yüzden kilisenin çok zengin bir ikon kolleksiyonu vardır Girişin sağ tarafında duvara bitişik demir iskelet üzerine oturan bir çan kulesi vardır Kilisenin avlusu eski Rum mezarlığından sökülerek buraya getirilen üzerlerinde karamanlıca yazılar mezar taşları ile döşenmiştir

Surp Pırgıç Ermeni Kilisesi (Zeytinburnu)

Ermenice “Kurtarıcı” anlamına gelen Surp Pırgıç Hastahanesi içinde hastaların ve yakınlarının dini ibadetleri için Leblebicioğlu Bostanının bulunduğu arazide hastahane yapılırken Harutyan Amira Bezciyanın maddi yardımları ve Hassa Mimarı Garabed Balyanın hazırladığı proje doğrultusunda yapılmıştır 3 Mayıs 1834 de Patrik II Isdepanos Zakaryanın takdisi ile ibadete açılmıştır 1898 de Tahtaburunyan ailesinin maddi yardımı ve Kirkor Melidosyanın ilave projesi ile bugünkü halini almış ve Patrik Mağakya Ormanyan tarafından 1 Aralık 1906 de tekrar ibadete açılmıştır 1966 da kiliseye bir galeri çekme kat ilave edilmiştir onarımı ve bazı ilaveleri yapılış Ermeni kiliselerinde nadir görülen bazilika planında bir yapıdır Apsisin iki yanındaki hücrelerden biri vaftizhane diğeri ise hazine odası olarak kullanılır Apsis kemerinin üzerinde İsanın şu sözleri yer almaktadır: “Bana gelin ey yorgunlar ve ağır yüklü olanlar,ben size rahatlık vereceğim” Apsisin önünde üç kubbeli bir kilise görünümünde ahşap sunak yer alır Muntazam kesme taştan yapılmış olan kilisenin iyon tarzı sütuna oturan yarım yuvarlak kemerli bir girişi vardır Bu girişin üzerinde ki üçüzlü pencerenin altında kilisenin kitabesi bulunur Çan kulesi çift meyilli çatının tam ortasında ön cephededir

Ayia Eufemia Kilisesi (Kadıköy)



Kadıköy çarşısının bulunduğu meydanda Rum Ortodoks Kilisesidir Halkedonlu (Kadıköy0 azize Eufemiaya ithaf edilmiştir Kadıköylü zengin bir ailenin kız olan Azize Euphemia, hıristiyanların henüz büyük bir takipte bulundukları devrede inancı yüzünden 303 de öldürülmüştür Daha sonra ailesi onun naaşını Halkedonun dışında bir mezara gömerler Hıristiyanlık Bizansda İmparator IConstantinus (324-337) zamanında resmen tanındığında mezarının bulunduğu yere ailesi bir Martirion yaptırırlar Daha sonra 451 de toplanan Ökümenik konsilinde,Ortodoks aleminin koruyucusu ilan edilir ve ölüm tarihi olan 16 Eylül de Yortu günü olarak kabul edilir O tarihten itibaren de her yıl yortu kutlamaları yapılır Bu tarihi hem doğu hem de batı kiliseleri ortak olarak Yortu günü kabul etmişlerdir Eski kaynaklar bu azizenin adına İstanbulda bugün mevcut olmayan 4 kilise daha olduğundan bahsederler Bunların içinde en önemlisi Sultanahmedde Hipodrom yakınında olanıdır Azizenin röliklerinin de bulunduğu bu kilisedeki rölikler İkonoklast dönemde İmparatorun emriyle buradan kaldırılmıştır Daha sonra 798de İmparatoriçe Eirene rölikleri törenle geri getirmiştir Diğer kiliselerin Olibreu (Şehzadebaşı),Petrion (Cibali civarı) ve Petra (Edirnekapı civarı) da olduğu söylenir
Kadıköy meydanındaki bu kilisenin antik Ayia Eufemia kilisesinin bulunduğu yer ile hiçbir ilgisi yoktur Bizans devrinde burada Ayia Basis manastırı bulunuyordu daha sonra burası Ayia Euphemie Metropolitlik Manastırı olarak kullanılan bina zaman içinde yıkılmıştır Bugünkü kilise 1694 de Kadıköy metropoliti Gabriel tarafından yeniden yaptırılmıştır1830 da Kadıköy Metropoliti II Zaharias Rusyadan temin ettiği mali destek ile kiliseyi büyütmüştür Zaman içinde bakımsız kalan bina 1993 de Metropolit III Iokemin mali desteği ile yenilenmiş ve 1 Nisan 1993 de yeniden ibadete açılmıştır Kapalı Yunan Haçı plânındadır Ortada yüksek kasnaklı bir kubbesi bulunur İkonastasion ahşaptır ve kabartma bezemelidir İçerisinde gümüş kaplı ikonalar bulunmaktadır Kilisenin sağ tarafında taştan inşa edilmiş çan kulesi vardır

Ayios İoannis Hiristosmos Kilisesi (Kadıköy)

Eski Kalamış vapur iskelesinin karşısında Rum Ortodoks kilisesidir İlk yapılışı hakkında kesin tarih bilgimiz yoktur Kalamış Caddesi açılırken bazı temel izlerinden burada yan-yana iki kilise olduğu düşünülebilir 1947 de yan tarafa demir çubuklardan bir çan kulesi yapılmıştır Dış cephe son derece sade olup yüksek pencerelerle içerisinin aydınlatılması sağlanmıştır Yan taraftaki kuyunun mermer teknesi kabartma nakışlarla süslü olup ortasında aziz Ayios Ioannisin kesik başı vardır Bu yüzden bu kuyuya kutsallık atfedilmiş ve “Ayios Ioanis Prodromos Ayazması” adıyla da anılmasına neden olmuştur

Rum Ortodoks Kilisesi (Kadıköy)

Yeldeğirmeni Karakolunun yanında bulunan bu kilise 1895 de Rum Okulu olarak inşa edilmiş sonra okul 1918 de yanda inşa edilen yeni binaya taşınınca burası kiliseye dönüştürülmüştür Demir çubuklardan yapılmış olan çan kulesindeki dökme çan Samatyalı Zilciyan Ustanın yapımıdır

Ayia Triada Kilisesi (Kadıköy)

Bahariye Caddesi Nisbetiye Sokağında Rum Ortodoks kilisesidir 1902 de Patrik III Yovakim ve Kadıköy Metropoliti Yermenos zamanında yapılmış olup metropolitin mezarı kilisenin bahçesindedir Kapalı Yunan haçı planlıdır Orta mekanın üzerini dört sütun üzerine oturan yüksek kasnaklı bir kubbe örtmektedir İki tarafında birer çan kulesi bulunmaktadır Dış cephe oldukça sadedir Giriş kapısının olduğu cephe yuvarlak geniş bir kemerin içinde yer alan kapı ve üzerindeki yuvarlak kemerli sütunlarla hareketlendirilmiş olup bu kemerin üzerine de sivri bir alınlık yerleştirilmiştir Bu kısım dışarıya çıkıntılıdır Etrafı demir parmaklıklı alçak bir duvar ile çevrilidir Kilisenin altında Bizans döneminde yaşamış günahkar bir kadın iken hıristiyan olup günahlarını bağışlatmak için manastıra kapanan Ayia Ekateriniye atfedilen bir ayazma mevcuttur

Surp Levon Ermeni Kilisesi (Kadıköy)

Kadıköy Altıyolda Ermeni Katolik kilisesidir Parmaksızoğlu isimli bir Ermeninin Bahariye Caddesinden Hasırcıbaşı Sokağına kadar uzanan büyük bir bağı vardı 1890 da ölümünden sonra bu arazi varisleri tarafından parsellenmiş bir parçası da kilise yapımı için kurulan “Ermeni Katolik Cemaati Vakfı”na verilmiştir Cemaat 1911 de kiliseyi yaptırarak ibadete Surp Levon ismiyle açmıştır

Surp Takavor Kilisesi (Kadıköy)

Kadıköyde Muvakkithane Caddesinde Ermeni Gregoryen kilisesidir Bu kilisenin adı ilk defa Sarkis Hovhannesyan “Başkent İstanbulun Topoğrafyası” isimli eserinde geçmektedir Ona göre burada “Surp Asdvadzazin” isminde ayrıca içinde Surp Takavora atanmış küçük bir şapelin bulunduğu yıkılmaya yüz tutmuş bir kilise vardı Bu bina Patrik Abraham zamanında,Harutyan Amira Nordukyanın maddi katkıları ile tamir edilmiş ve 4 Temmuz 1814 de ibadete açılmıştır Ağustos 1855 de çıkan bir yangında yanan bina bu sefer Erzurumlu Murat Garabetyanın maddi katkısı ile mimar Mıgırdıç Kalfanın hazırladığı proje doğrultusunda yeniden inşa edilir ve Aziz Kral anlamına gelen “Surp Takavor” adı 1858 de ibadete açılır Bu onarım sırasında avluya Hamazasbyan Muradyan adında bir de okul ilave edilir 1862 de ölen Murat Garabetyan mabedin avlusuna defnedilir Bir müddet sonra eşi de vefat edince o da oraya defnedilir Görkemli mermer lahitleri girişin sağında ve solunda yer almaktadır 1936 da tekrar bir onarım geçiren binaya bu sefer maddi yardımı Divriğinin Kesme köyünden Hovhannes ve eşi Mariam Noradukyan yapar 1978 de Herman Türkmen dış camekanları yeniler ve kilise kapısıyla çan kulesi arasındaki alan kapatılarak cemaatin durabileceği yer genişletilmiş olur
Binanın mimarisi klasik Ermeni mimarisinden uzaktır Kapalı haç planındadırOrta mekanın üzerini yüksek kasnaklı bir kubbe örtmektedir Haçın diğer kolları ise kiremitle kaplı çatıdır Dış görünüşü oldukça sadedir,sadece giriş cephesi kesme taş ile kaplanmış olup yarım yuvarlak kemerli ikiz pencerelere sahiptir Gotik mimari tarzında yapılmış olan çan kulesi yapının kubbeden sonra dikkati çeken ikinci mimari unsurudur
İstanbulda itfaiye teşkilatı kurulmadan evvel bu kilise kendisine bir tulumbacı takımı kurmuştur Bunların ahşap olan koğuşu Güneşlibahçe sokağına bakmakta idi sonra bu teşkilat kaldırılınca burası yıkılarak kargir iki katlı bir dükkana dönüştürülmüştür

Anglikan Kilisesi (Kadıköy)

Moda,Yusuf Kamil Paşa Sokağındadır 1878 de İngilizler tarafından Galata kulesi yakınında inşa edilen Kırım kilisesinin mimarı tarafından projelendirilmiştir İnşaat maliyetinin büyük bir kısmını Modada oturan Sir James William Whittall sağlamış,burada oturan diğer İngilizler de katkıda bulunmuşlardır Etrafı alçak bir duvar ve demir parmaklıklar ile çevrili olan bu kilisenin cemaati son derece azdır ve tapu kaydına göre de sahibi Bayan Irene Whıttall görünmektedir Apsis cephesinde ki vitraylarda İncilden sahneler işlenmiştir

Ayios Panteleimon Kilisesi (Üsküdar)

Kuzguncuk İcadiye Caddesindedir Aziz Pantelemiona ithaf edilmiş Rum Ortodoks kilisesidir Sokaktan bur duvar ile ayrılan avlunun içindedir Son devir Rum kiliselerinden olan yapının 1831 de ibadete açıldığını içindeki kitabelerden öğreniyoruz 26 Eylül 1872 de yanan kilise Mimar Nikola Zikonun hazırladığı proje doğrultusunda 1890 de inşaata başlanmış ve yeniden ibadete açılışı ise 28 Haziran 1892 dir Kapalı Yunan Haçı planında olan kilisenin orta mekanını örten kubbe dört sütuna oturmaktadır Zarif bir mimari yapıya sahip olan mermerden avlu giriş kapısı üzerinde 1911 de Andon Hüdaverdioğlu tarafından yaptırılan çan kulesi vardır Kilisenin yanında yol üzerinde kare planlı küçük bir ayazma bulunmaktadır

İlya Profiti Rum Ortodoks Kilisesi (Üsküdar)

Üsküdar Yenimahallede Hacı Murat sokağında Rum Ortodoks kilisesidir İlk yapılış tarihi hakkında bir bilgimiz bulunmamaktadır II Mahmudun 1831 tarihli fermanı ile inşa edilmiştir Sokaktan bir duvar ile ayrılan avlunun içindedir Klasik bazilika planına sahip olan binanın apsisi yarım daire şeklinde dışarıya taşkındır Avlu içerisinde kiliseye bitişik altı tane lahit ile 1945 de tamir edilmiş küçük bir de ayazma mevcuttur

Surp Haç Kilisesi (Üsküdar)

Üsküdar Selamsızda Kozanoğlu (eski adı Papaz Abraham) sokağındadır Balatlı Abraham adlı bir rahip 1676 da buraya ahşap bir kilise yaptırdığı içerideki kitabelerden birinde yazılıdır Mezarı kilisenin avlusundadır 1727 de Patrik Hovhannes zamanında tamir görmüş ve genişletilmiş olup 1797 de yanına bir de okul açılmıştır 1808 de bir onarım geçiren bina Patrik III Garabed zamanında yeni baştan Hassa Mimarı Hovhannes Serveryan tarafından hazırlanan projesi doğrultusunda yeni baştan bugünkü halinde yapılır ve 22 Eylül 1830 da takdis edilerek ibadete açılır 1882 de çatısı onarılırken yanına bir de kesme taştan kat aralarında pencereler açılmış çan kulesi inşa edilmiştir Kilisenin 1710 tarihinde kurulmuş olan Miatzal isimli korosu Ermeni cemaati için çok önemlidir ve eneski ermeni korosu olarak halen aynı isimle hizmet vermektedir Muntazam kesme taştan inşa edilmiş olup tonoz kubbe ile örtülüdür Apsisin ortasındaki sunak 1842 de Hassa Mimarı Hovhannes Aznavuryan tarafından kiliseye hediye olarak yaptırılmıştır Bu sunağın arka tarafında tören elbiselerinin bulunduğu oda vardır Bu sunağın çevresinde İsa ve oniki havarinin Saray ressamı Umed Beyzad tarafından yapılmış resimleri vardır Sunak kemerinde “Kutsal Haçının gölgesinde bizleri koru” yazılıdır Avlusundaki büyük sarnıç 1831 de Pişmişyan tarafından yaptırıldığı mermer kuyu bileziğinde yazılıdır

Surp Karabet Kilisesi Kilisesi (Üsküdar)

Üsküdar,Bağlarbaşı,Vasiyet Sokaktadır İlk inşaatının ahşap olduğu ileri sürülen bu Ermeni Gregoryen Kilisesi 1617 de Atik Valide ve Çinili Külliyesinin inşası için Vandan getirtilen Ermeni ustalar tarafından yapılmıştır 1727 de Patrik Hovhannes zamanında tamir ettirilmiş,daha sonra 1844 deki büyük onarımla tamamen yenilenmiş olan kilise 1887 deki büyük Yenimahalle yangınında yanmıştır II Abdülhamitden alınan izin ile Apik ve Matus kardeşler tarafından ailelerinin ruhu için yeniden yaptırılarak bugünkü halini almıştır İbadete açılış tarihi 12 Haziran 1888 dir Son onarım tarihi 1984 dür Ermeni kiliselerinde çok az görülen bazilika planında bir yapıdır Muntazam kesme taştan yapılmış olan yapının giriş cephesi iki katlı olup üçgen bir arşitravla nihayetlenir Kiremit kaplı çatısı iki tarafa meyillidir Girişin iki yanında yer alan çan kulelerinin üstü sivri ve dilimli birer kubbe ile örtülü olup üzerlerinde birer haç vardır Sütunlarla üç nefe ayrılmış kilisenin doğu nefi ahşap oymalı korkulukları ile zeminden biraz daha yüksek olup koroya ayrılmıştır Apsisin iki tarafında iki ayrı küçük şapel vardır Bunlardan kuzeydeki vaftizhane olarak kullanılmaktadır

Surp Krikor Lusavoriç (Üsküdar)

Kuzguncuk iskelesinin karşısında Çarşı Caddesinde Ermeni Gregoryen kilisesidirYapılış tarihi içerisindeki kitabesinde yazdığına göre Patrik Zakaryan Ağavaninin (1831-1839) zamanında Hassa Mimarı Hovhannes Amira Serveryanın proje ve kontrolunda inşa edilerek 11 Mayıs 1835 ibadete açılıştır Zamanla tahrip olan yapı 1865 tarihli ferman üzerine Bedros Ağa Şalcıyan ve Kuzguncukdaki Ermeni cemaatinin maddi katkılarıyla büyük bir onarım geçirmiştir 1967 de ise kilisenin içinde bazı düzenlemeler ve tamirat yapılmıştır Kilise ana caddeden alçak bir duvar üzerine demir parmaklıkların ayırdığı küçük bir avlunun içindedir Dış görünüşü son derece sade olup iki kat ve giriş kapısı yuvarlak kemerler içerisine alınmıştır Plan şeması Ermeni kiliselerinde çok kullanılan kapalı Yunan haçıdır Orta mekanın üzerini örten basık kasnaklı kubbe penceresizdir Apsisin iki yanında küçük şapellerden biri vaftizhane olarak kullanılmaktadır Cephede açılmış olan yüksek pencerelerden içerisi çok fazla ışık almaktadır Apsisin arkasındaki geçitten çan kulesine geçilmektedir Dış görünümünün sadeliğine karşı iç son derece abartılı tablolar ve çeşitli süsleme unsurları kullanılmıştır Kapıdan girince sağda kilisenin atandığı Aziz Lusavoriçin portresi bulunmaktadır İçteki galerilere geçişi sağlayan ceviz ağacından yapılmış korkuluklar ,ince işçilikleri ile büyük bir sanat eseridir

Ayios Dimitrios Kilisesi (Adalar)

Büyükadanın kumsal semtinde büyük bir bahçe içindedir 1856-1857 de Adada yaşayan Rum ortodoks cemaat tarafından yaptırılmış olup mimarı Fıstıki Kalfadır Üç nefli bir bazilika plânında olan bu kilisenin orta nefi Dimitriosa yan nefler ise doktor aziz Pandeleimon (=Lokman Hekim) ve İliyaya (İlyas Peygamber) atanmıştır Kilisenin orta mekanını içten kubbe dıştan ise çift meyilli kiremit kaplı bir çatı örtmektedir Bu kubbede oniki havari arasında İsa tasvir edilmiştir Orta mekanın sağ tarafında büyük bir çerçeve içinde oniki havari resmedilmiştir Ambon ve despot kürsüsü ahşaptır Üç nefi de kapsayan ahşap,oymalı ikonastasisde baş melek Mikhaelin altın kaplama bir ikonu ile gümüş çerçeve içinde Meryeme ait diğer bir ikon bulunmaktadır

Ayios Nikolaos Kilisesi (Adalar)
Büyükada, Ayios Nikolaos manastırının içindedir İlk yapılışının 14 ncü yy ait olduğu bilinir Bu kilise zamanla yıkıldığından yerine 1868 de bugünkü ibadethane yapılmıştır Kapalı Yunan haçı plânındaki bu yapının üzerini dört fil ayağına oturan bir kubbe örtmektedir Kubbede Pantokrator (dünyaya hakim) İsa resmedilmiştir Kubbeye geçişteki pantantiflerde ise dört incil yazarının portreleri bulunmaktadır Mimari bakımdan önemli olmayan bu kilisenin avlusunda demir karkas üzerine asılı çanı vardır

Ayios Yeoryios Kilisesi (Adalar)

Büyükada, Asker Azizlerden Georgiosa ithaf edilmiştir Bizans devrinde burada mevcut olan bir manastırın üzerine 1906 yılında Büyük Adalı ortodoks cemaatin ve rahip Dionisiosun maddi katkılarıyla yapılmıştır Mimari bir özelliği yoktur Kilisenin en değerli eşyası gümüş bir çerçeve içindeki Aziz Georgiosu at üzerinde elinde mızrakla gösteren ikonudur

Ayios Nikolaos Kilisesi (Adalar)

Heybeliadada İşgüzar sokağı ile İmralı kavşağında,evvelce mevcut olup yıkılmış olan bir kilisenin yerine 1857 de inşa edilmiş Rum ortodoks kilisesidirAziz Nikolaosa ithaf edilmiştir 1894 depreminde büyük zarar görmüş ve II Abdülhamidden alınan izin ile tamir edilmiştir Kapalı Yunan haçı planında olan yapının orta mekanını dört kemere oturan bir kubbe örtmektedir İkonastasis mermerden yapılmış olup üzerine azizlere ve Meryeme ait ikonlar yerleştirilmiştir Apsisin sağındaki duvarda gümüş kaplanmış 1895 tarihli Azize Barbara ikonu ile yine gümüş kaplı Aziz Nikolaosun ikonu vardır

Ayios Spiridon Manastırı Kilisesi (Adalar)

Heybeliadada Çam Limanı mevkiindeki tepenin üzerindedir Halk arasında “Tarik-i Dünya” adı verilir Trakyalı olup Heybeli Adaya yerleşmiş bir keşiş olan Arsenios tarafından 1862 de küçük bir kulübe şeklinde inşa edilmiştir Bu bina 1894 depreminde yıkılınca Ortodoks cemaat tarafından yeniden yapılmıştır Arsenios 1906 da vefat edince buraya gömülmüştür Kayserili bir rahip olan Kyprianos Stylianidis kilisenin etrafına taştan bir duvar çektirmiş bazı yerleri de onarmıştır 1954 de Patrik Athenagorasın ricası üzerine onarımdan geçmiştir Tek nefli bir bazilika planına sahip olan kilisenin üstünü çift meyilli bir çatı örtmektedir İçinde bulunduğu avlu kısmen kapatılmış olup adeta bir narteks görevini görür Apsis yarım yuvarlak şeklinde dışarıya taşkındır

Ayios Yeoryios (Aya Yorgi) Manastır ve Kilisesi (Adalar)

Burgaz Adasında, deniz tarafındaki manastırın önündeki “Cennet Yolu “denilen yol ile tepedeki kiliseye ulaşılır Aşağıdaki manastır 1920 de buraya yerleştirilen ,ihtilalden sonra Rusyadan kaçan Beyaz Rusların kazaen çıkardıkları bir yangın sonucu yanmıştır Tepedeki kilise 1882 de inşa edilmiş olup 1894 de deprem sonucu yıkılmıştır Bugünkü bina 1897 de inşa edilmiştir Yunan Haçı plânındaki bu kilisenin orta mekanının üzeri dört fil payenin taşıdığı kemerlere oturan yüksek kasnaklı kubbe ile örtülüdür Yan kolların üzerindeki kubbeler küçüktür Kilisenin avlusundaki üç adet çan vardır Yortu günü 23 Nisandır

İoannes Prodromos Kilisesi (Adalar)

Burgaz Adada Takımağa sokağındadır Vaftizci Yahyaya ithaf edilmiştir Bizansın İkonaklazma devrinde bu akıma karşı olan Patrik I Metodios ,Ignatios ve Fotios İmparator Teofilos tarafından adaya sürgün olarak gönderilmişlerdi Burada toprak altında bir hücrede yanında iki katil ile 7 yıl hapsedilmiş olan Metodiosa söylenceye göre adalı bir balıkçı tepedeki delikten yiyecek atarak onun hayatta kalmasını sağlamıştır Teofilosun ölümünden sonra karısı Teodora ikonaklazma karşı olduğu için Metodiosu İstanbula getirtir ve patrik tayin eder O da kiliselerden kaldırılan bütün ikonaların yerlerine konmasını sağlar İgnatios ise İmparatoriçeden Burgaz adasında yaşadıkları zindanın bulunduğu yere bir kilise yapılmasını ister ve 842 de Aya Yani (İoannes Prodromos) kilisesi inşa edilir Metodios ölümünden sonra hıristiyanlığa yaptığı hizmetlerden dolayı “Aziz” kabul edilir Zaman içinde harap olan kilise 1759 da yenilenmiş 1817 de büyük bir onarım görmüştür 10 Temmuz 1894 depreminde yıkılmış ve yeniden inşa edilmiştir Bugünkü kapalı yunan haçı planlı ve merkezi kubbeli olan kilise bu tarihten kalmadır ve zindanın tam üstüne inşa edilmiştir Bu hücre 3,5 x 175 m ebadında 2 m yüksekliğinde taştan yapılmış bir odadır Buraya 11 basamaklı bir merdivenle inilmekte olup kilisenin Yortu günü olan 29 Ağustosta ziyaretçiler tarafından ziyaret edilmektedir

Alıntı Yaparak Cevapla

İnceden İnceye İstanbull

Eski 11-04-2012   #40
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İnceden İnceye İstanbull



İstanbul Limanları

Bizans Devrinde İstanbul Limanları

Bizans devrindeki limanlardan günümüze bazı duvar kalıntılarından başka bir şey kalmamıştır Eski kaynaklardan yerlerini ve isimlerini öğrendiğimiz bu limanlar kentin askeri ve ticari yönden gelişmesine paralel olarak Marmara kıyısında ve Haliçde sıralanmışlardır En sert havalarda bile gemiler için korunaklı olan Haliçin ağzındaki kıyı şeridindeki girinti ve çıkıntılar küçük limanların yapımı için son derece elverişli idi Arkalarındaki sur ve önlerindeki mendirekler sayesinde korunaklı limanlardı Ayrıca bu irili ufaklı limanların Marmara kıyısında sıralanması da sebepsiz değildir İstanbulda kendini oldukça şiddetli hissettiren lodos,devrin küçük deniz vasıtalarını çok güç durumda bırakıyordu Bu yüzden Marmara sahillerinde,surların içerisine toprak kazmak suretiyle birçok liman yapılmıştır Fırtınalardan bu küçük limanlara sığınan gemiler bu sayede kıyılara kadar yaklaşma cesaretini bulan korsan gemilerinden de korunmuş oluyorlardı Ticari ulaşımda da kullanılan bu limanların yanlarına Bizansın kuvvetli çağında İmparatorların kullanımına mahsus iskeleler yapılmış hatta tersaneler bile kurulmuştur C Mango Haliç girişindeki limanların rıhtımlarının 700 m yi bulduğunu yazar İleriki yıllarda Haliç limanları ihtiyaca yetmeyince Marmara kıyısında yeni limanlar yapılmıştır Bizans döneminde askeri ve ticari amacın dışında sarayların da özel limanları bulunuyordu Büyükadadaki Prinkipo limanından da Bizans kaynakları söz etmektedir Osmanlı döneminde bu limanların büyük bir kısmı terk edilmiş ve unutulmuş olup Galata yöresindekiler önemini korumuştur Sofia Limanı “Kadırga Limanı” adını almış ve uzun yıllar hizmet vermiştir

Neorion Limanı

Yeni Cami Külliyesi ile Sirkeci arasındaki Bahçekapıda bulunuyordu Sirkeci-Eminönü bölgesinde yapılan jeolojik toprak araştırmaları günümüzdeki kıyı çizgisinin en azından 250 m kadar ileriye kaymış olduğunu göstermektedir Dolayısıyla burada limana elverişli derin bir koyun bulunduğu anlaşılmaktadır 3üncü yy tarihçilerinden Cassius Dio burada liman tesislerinden ve mendirekden bahsetmektedir Ayrıca 1870 de çizilen ve burada yapılacak demiryolu inşaatı için önerilen alanları gösteren haritada bu kısımdaki deniz surunun saray duvarına bağlandığı yerde içeriye doğru kıvrık bir biçimde göstermektedir Grekçede “neorion” sözcüğü tersane anlamına gelmektedir Bu liman da buradaki tersaneden ötürü bu ismi almıştır Ayrıca yakınında savaş gemilerinin yapıldığı bir tersanenin varlığından da eski kaynaklar söz etmektedir Grekçe “koparia” denilen gemi kürekleri de burada yapılıyordu 425 de yazılmış olan “Notitia Urbis Constantinopolitanae” kitapta bu limandan ve tersaneden söz edilmektedir II Justinosun inşa ettirdiği Sofia limanına kadar burası kentin en önemli ticaret limanı idi Yarım daire şeklinde olan bu liman bir revak ile kıyıya bağlanıyordu Bronzdan yapılmış bir boğa heykeli de bu limanın girişisini süslemekteydi Devrinin mitine göre bu boğa yılda bir kez bögürür ise o sene şehrin başına bir felaket geleceğini bildirirmiş Bu mitden dolayı boğanın uğursuzluğuna inanan İmparator Mavrikios (582-602) bu heykeli yerinden indirtip denize atmış 461 de çıkan bir yangınla bu liman tahrip olmuş ise de onarılmış Zaman içinde liman,dipte toplanan birikintiler yüzünden kullanılamaz hale gelmiş Limanın en son temizlendiği ve dibinin bir tür kepçeyle kazılarak derinleştirildiği 698 senesinde, şehirde çıkan veba salgınının buradaki mikroplu çamurlardan dolayı olduğuna kent halkı inanmış Bu liman çevresine yerleşmiş olan Venedikli tacirler yük boşaltma ve depolama için burasını kullanıyorlardı Liman çevresindeki denizci meyhanelerinin de bulunması,depoların ahşap olması sık-sık burada yangın çıkmasına neden oluyordu 1203 senesinde de bu bölgede çıkan yangından sonra da bu liman bir daha temizlenip kullanılmamıştır

Ahırkapı Limanı

Sarayburnunu başlangıç olarak aldığımızda Marmara sahilindeki ilk Bizans limanı Ahırkapıdadır Bu liman Manganlar Sarayının iskelesi olarak da kullanılmıştır Daha sonraları Bukhaleon Sarayı ve limanının yapılması ile burası terk edilmiştir Bu limanın ilk defa kimin tarafından inşa edildiği hakkında kesin bir bilgimiz olmamasına rağmen III Mikhail (842-867) zamanındaki Bizans kaynakları buradan söz ettiğinden IX uncu yy burasının kullanıldığı açıktır

Bukhaleon Limanı

Büyük Sarayın ön cephesinin batı yakası ile Çatladıkapı arasında olduğunu eski harita ve kayıtlardan öğrenmekteyiz Boundelmontenin İstanbul Haritasında bu limanın ismi geçmekte,denize doğru uzanmış iki rıhtımın bir havuz meydana getirdiği görülmektedir Bourdelmonte haritasında dalgakıranlar ve köşe çıkıntıları ile bu limanın oluşturulduğu görülmektedir Bu mendireğe ait bazı kalıntılar 1960 senesinde sahil yolu ylapılırken görülüyordu Limana Bukhaleon adının verilmesi,rıhtım üzerindeki yekpare mermerden birbiriyle mücadele eden biri aslan diğeri boğa olan iki heykelden oluştuğunu eski kaynaklar yazmaktadır Grekçede “bukolos” kelimesi çoban , “bus kai Leon” da boğa ve aslan anlamındadır “Bucca leone” ise aslanın ağzı demektir İşte buradaki bu aslan ve boğa figüründen ötürü bu limana da Bukhaleon adının verildiğini eski tarihçiler ileri sürerler Yine bu ifadelere göre aslan sol pençesi ile boğayı boynuzlarından yakalamış ve dişlerini boğazına geçirmiş olup onu yere çökertmeye çalışmakta imiş Bukkoleon limanı Marmara sahilindeki diğer limanlardan daha süslü ve gösterişli imiş Tamamen mermer kaplı olan rıhtımına VII Konstantinos (780-797) çeşitli heykeller yerleştirtmiştir Balıkçıların yakaladıkları balıkların taze kalması için buraya bir de havuz yaptırttığı yazılıdır Bizans tarihinde Bukkoleon ismine hem limandan hem de yakınındaki saraydan dolayı sık rastlanmaktadır İmparator Markianos (450-457) limanda, Theodosius Sarayının batısına rastlayan yere muhteşem bir imparator iskelesi yaptırtmış ve böylece doğrudan doğruya sahilden saraya geçebilme olanağını sağlamıştır İmparatorlar sefere veya dolaşmaya çıkarken ,son derece gösterişli mermer basamakların denize indiği bu limandan gemilerine binerlerdi Devrin birçok yabancı elçisi ve misafirlerini taşıyan gemiler de bu limana gelir ve oradan saraya çıkarak İmparatorun huzurunu girerlerdi Bizansdaki Latin İstilası sırasında ,Latinlerin son kralı olan II Baudoin ( 1240 1261) VIII inci Mihailin (1259-1261) ordusu ile şehre girmesi üzerine bu limandan kaçmıştır Liman ,İmparator Theophilos (829-842) zamanında genişletilmiş ve yakınındaki Hormisdas limanı ile birleştirilmiştir Bu yüzden her iki liman arasındaki rıhtım kaldırılmış,dalgakıranlar biraz daha öne alınmıştır VIII inci Mikhail Palaiologosdan (1259-1282) itibaren burası kendi haline bırakılmış,fetihten sonra ise terk edilerek kaybolmuştur

Hormisdas Limanı

Hormisdas limanı Bukkoleon limanının batısında ve ona yaklaşık olarak 60 m uzaklıkta idi Sadece ticari amaçla kullanılmış olan bu limana Hormisdas adının verilmesi Bizansa sığınan İran İmparatoru Hormisdasın oğlundan ötürüdür Genç Hormisdas babasının bir suikast sonucu öldürülmesi üzerine Bizansa kaçmış ve İmparator Konstantinus tarafından çok iyi karşılanmıştır Küçük Ayasofya civarında bir saray kendisine oturması için verilmiştir Daha sonraki yıllarda prens Hıristiyan olur ve İrana karşı yapılan bir sefere de katılır Çatladıkapı yakınlarında olduğunu tahmin ettiğimiz bu liman,arazinin çıkıntısı arasına yapılmıştır Önüne bir de mendirek yapılan liman IX uncu yy da Bukkoleon Limanı ile birleştirilmiştir

Kaesurius veya Heptaskalon Limanı

I Leon (457-474) zamanında yaptırılmış olan bu liman günümüzdeki Kumkapı balıkçı barınağının yaklaşık 500 m batısında idi Kara parçasının içeriye doğru oyulmasıyla meydana gelmiş olan bu liman 673de İstanbulu kuşatan Araplara karşı üs olarak kullanılmıştır İmparator VI Ioannes Kantakuzenos devrinde önemini yitirmiş ve terk edilmiştir X uncu yy da Bizansın önemli semtlerinden biri olan Heptaskalondan XIV üncü yy kaynaklarında buradaki bir limanın gemi tamir yeri olarak kullanıldığı yazılıdır Hakkındaki bilgiler yetersiz olduğu için bu iki isimde iki ayrı liman mı var yoksa ikisi de aynı liman olup olmadığı konusu oldukça tartışmalıdır

Kondoskalion Limanı

Kumkapı ile Langa arasındaki kıyı şeridinde bulunduğunu bildiğimiz bu limanın inşa tarihine ait kesin bir bilgiye sahip değiliz Limanın ağzında ve onu koruyan surların burçları üzerindeki bir kitâbede İmparator VI Leon (775-780) ve Alexandros (886-912)un isimleri okunduğuna göre,burasının en geç X yy da kullanılmış olduğu açıktır Diğer taraftan Kondoskalion isminin Kumkapı kapısını yaptıran Agallianusa verilen isimden kaynaklanmış olması da kuvvetle muhtemeldir Liman daha sonraki yıllarda, Palaiologoslar zamanında tamir edilerek genişletilmiştir Antik tarihçi Pahimerese göre VIII Mihail (1261-1288),İstanbulu ele geçirdiği zaman bu limanın içerisini temizletip derinleştirerek adeta yeni baştan inşa ettirmiştir İmparator II Andronikos (1295-1320) da bu limana çok önem vermiş ve tekrar elden geçirmiştir Günümüze gelemeyen,yalnızca kaynaklardan varlığını bildiğimiz monoğramlı bir tamir kitabesini de Marmara sahil surlarının üzerine koydurmuştur Bu liman,Marmara sahil surlarının iç tarafında toprak kazılmak suretiyle meydana getirilmiş, önüne bir dalgakıran yapılarak etrafı da yüksek duvarlarla korunma altına almak için çevrilmiştir Bu liman Haliçin güney kıyısındaki diğer limanların aksine Bizansın son günlerine kadar kullanılmıştır Buandelmonte'in İstanbul' ziyareti sırasında gördüğü ve aynı zamanda içinde bir de tersanenin bulunduğunu ve 300 kadar geminin barındığını belirttiği bu liman,daha sonraları diğerleri gibi terk edilmiş,yeri dolmuş, üzerine ise mahalle yapılmıştır

Theodosius Limanı (Portus Theodosiacus)

Marmara denizi kıyısındaki genişçe bir körfezde yer alan bu liman Kondoskalion limanının batısındadır I Theodosius (379-395) tarafından ticari liman olarak yaptırılmıştır Mısırdan tahıl getiren gemiler yüklerini burada boşaltıyorlardı bu limanın adına 420 lerde yazılmış olan Notitiada rastlıyoruz Burada yazdığına göre limanı koruyan iki mendirek vardı Bunlardan birincisi bugünkü Davutpaşaya doğru uzanıyor,diğeri ise Yenikapının güneyine doğru uzanıp batıya dönüyordu Her iki mendirek de deniz ve kara surlarının birleştiği noktaya yakın gözetleme kuleleri tarafından korunmaktaydı Mısırın 641 de Arapların eline geçmesiyle zahire sevkiyatı durmuş liman da bu yüzden önemini kaybetmiştir

Kadirga Limanı (Sophia Limanı)

Bu liman Ayasofya ve Hipodromdan denize doğru inen yolun sonunda Bukoleon Sarayının yakınında idi Çatladıkapı ile Kumkapı arasına rastlayan bu limandan da günümüze hiçbir kalıntı gelmemiştir Zaman içerisinde Justinus, Sophia ve Portus Novus isimleriyle de anılan bu liman Bizansın yıkılışına kadar kullanılmıştır Notitia da bu limanın adı Portus Novus (=yeni liman) olarak geçer Liman inşaatına İmparator Justinus (361-363) tarafından başlanmıştır Daha sonra ,liman dalgaların getirdiği kumlarla dolunca İmparator Anastasius (491-518) limanı temizletmiş ve önüne bir mendirek yaptırtmıştır Bizansın çok önem verdiği bu liman II Justinos (565-578)un karısı İmparatoriçe Sophia tarafından tamir edilmiş ve çevresi imparator ailesine ait heykellerle süslenmiştir Bu heykellerden İmparator Justinosa ait olanın altındaki kitabede şu sözlerin yazılı olduğunu eski kaynaklardan öğrenmekteyiz: “Huzur ve mutluluğunu limana vermek için ben,vali Theodos bu güzel heykeli İmparator Justinanus adına deniz kenarında inşa ettim” Sophianın heykelinin altına ise başka bir vali şu kitabeyi eklemiştir: “ Vali Julyanus, hikmetle meşhur olan Romalıların imparatoriçesine hikmeti maletti” İmparatoriçe bu limanın yakınına kendine bir saray yaptırınca halk tarafından ona izafeten “Sophianus Limanı “ diye tanınmıştır Sonraki yıllarda buradaki heykellerden Justinosa ait olanı bilinmeyen bir nedenle yıkılmış ve yerine büyük bir haç yerleştirilmiştir 532 ve 561 de yangın geçiren liman önüne yapılmış olan mendireğe rağmen yine dolmuş ve İmparator Theophilos (824-642) tarafından tekrar temizletilmiştir Çok sayıda geminin barınabildiği bu limana Palaiologoslar zamanında çok önem verilmiş moloz ve kumlardan temizletilmesinden başka limanın ağzına “Bukanon” ve “Trompet” adında iki kule inşa edilmiştir Millingen sefere çıkmaya hazırlanan ve limandan ayrılacak donanmaya son talimatların bu kuleden çalınan boru sesleri ile verildiğini yazmaktadır Banduri ise dalgaların kuleye çarptıkları zaman çıkardıkları seslerin tiz bir boru sesine benzediğini ifade eder Bu liman fetihten sonra da kullanılmış,Osmanlı kadırgalarını barındırdığı için de “Kadırga Limanı” adı ile anılmaya başlamıştır XVI ıncı yy a kadar bu liman tersane olarak da kullanılmış,çevresi ise İstanbulun mesire yerlerinden biri olarak büyük rağbet görmüştür Liman,tersanenin Kasımpaşaya taşınmasından sonra önemini yitirmiş ve kendi haline bırakılıştır Günümüzde bu limanın üzerinden demiryolu ve sahil yolu geçmektedir

Vlanga Limanı (Eleutherius Limanı)

Sarayburnundan Yedikuleye kadar uzanan sahil şeridinin tam ortasında bugün Langa olarak isimlendirilen yerde idi Bizansın en önemli limanlarından biri olan Elefterios limanı , Porta Vlanga (daha sonra bu kapı Yenikapı adını almıştır) kapısının doğusundadır Marmara kıyısında,Lykos (=Bayrampaşa deresi)un ağzında kurulmuş olan Bizansın bu ikinci büyük limanının hem adı hem de tarihi tartışmalıdır I Theodosius dönemine ait olduğu ileri sürülmektedir Janin adını,arkasındaki Eleutherius mahallesinden dolayı bu isimle anıldığını ileri sürmektedir Eleutherius Konstantinus (324-337) döneminde yaşamış önemli bir kişi idi ve bu civarda da bir sarayının bulunduğu eski kaynaklarda yazılıdır Bu kaynaklar limanın Konstantinus devrinde yaptırıldığını ileri sürerler Bu yüzden Konstantinus limanı adı ile de anılmaktadır Eletheriusun omuzunda bir sepet elinde ise bir buğday tırmığı ile zemini mermer döşeli limanın bir köşesinde heykeli bulunmakta imiş Eletheriusun bu şekilde tasvir edilişi onun hem limanın yapımında büyük para yardımında bulunduğunu ve hem de buranın bir buğday ve zahire taşıyan gemilerin yanaştığı ticari bir liman olduğunu simgelemektedir Oldukça geniş olan bu limanın önünde uzun bir dalgakıranı olduğu bilinmektedir Bu dalgakıran Davutpaşa iskelesinden başlayıp doğu ve kuzey-doğuya doğru kıvrılarak uzanıyordu Limanın girişi ise denizin ortasına yapılmış bir burç ile korunmaktaydı Diğer Bizans limanlarında olduğu gibi bu liman da iç içe revaklarla çevrili iki bölüm halinde olduğu eski haritalarda görülmektedir Yenikapı sahilinden denize dökülen Lygos deresi taşıdığı alüvyonlarla zaman-zaman bu limanın ağzını doldurduğundan devamlı olarak bakımı ve temizliği yapılmış olmasına rağmen iç liman olarak adlandırılan bu ilk liman terkedilmiş ve önüne dış liman olarak adlandırılan ikinci bir liman yapılmıştır Bu dış liman da alüvyonlarla dolunca XI inci yy kullanımdan çıkarılmışsa da, terk limanın ticaret yönünden öneminden dolayı İmparator II Mihail (820-829) tekrar bu alüvyonları temizletmiş ve liman girişindeki çifte kulelerden birine tamir kitabesini yazdırmıştır İstanbula zahire taşıyan gemiler yüklerini bu limanda boşalttıkları için iç limanın deniz yönündeki surları önüne rastlayan yere çeşitli ambarlar yapılarak getirilen zahire bilhassa buğday burada depolanıyordu Grekçedeki Ticaret limanı anlamındaki “avlanga” kelimesi zamanla “vlanga” ya dönüşmüş Osmanlı devrinde de “Langa” olmuştur Zamanla dolan bu limanın çevresi bostanlarla dolmuş ve Osmanlı devrinde de yetiştirdiği ürünlerin güzelliğinden dolayı çok meşhur olarak buraya “Langa Bostanları” denilmiştir

Altınkapı Limanı

Marmara sahilindeki surların sonunda bulunan Altınkapının yakınındaki askeri amaçlı kullanılmış bir limandır Deniz yolu ile seferden dönen İmparatorlar bu limandan karaya çıkar,Altınkapıdan geçerek merasimle kente girerlerdi

Alıntı Yaparak Cevapla

İnceden İnceye İstanbull

Eski 11-04-2012   #41
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İnceden İnceye İstanbull



İstanbul Deniz Fenerleri

İstanbulun çevresindeki denizlerde geceleri gemilere yön vermeye yarayan bu ışıklı kulelerin Bizans devrinden beri varlığı bilinmektedir Bizansın kıyı köylerinde yaşayan bekçilerin bazıları geceleri yanlış ışık vererek gemilerin karaya oturmasını sağladıktan sonra soygun yaptıkları da bilinmektedir Bizans bu suçu işleyenleri kazığa oturtarak cezalandırmış ve bu korsanlığı böylece önlemeye çalışmıştır İstanbula gelen gezginlerin seyahatnamelerinde yazdıklarına göre; XVI yüzyılda kentin hem Marmara Denizine bakan güneydeki dış kesimlerinde hem de Karadenizden Boğaza giriş noktalarında üzerlerinde ateş yanan yüksek kuleler bulunuyordu Önceleri ışık için mum kullanılan fenerler, yağ kandilleri daha sonra da gazyağı ile çalıştırılmış olup, bir ara asetiler kullanılmıştır Günümüzde ise elektrik ile aydınlanma sağlanmaktadır

Pierre Gyllius XVI yüzyılda İstanbul hakkındaki topoğrafik çalışmasında ve Busbecq de bu fenerlerden söz etmektedirler Osmanlı döneminde de Boğazın ve Marmaranın gemiler için tehlikeli sayılan yerlerine fenerler konulmuştur 1855de Türkiye sularındaki bütün fenerlerin yönetimi Osmanlı devleti ile Fransa arasında yapılan bir imtiyaz sözleşmesiyle “Fener İdaresi” adı ile bir Fransız şirketine verilmiştir Cumhuriyet döneminde ise bu fenerlerin tamamı devlet idaresine geçmiştir 1 Ocak 1938de Denizbanka bağlanmış olan fenerler 1944de Devlet Deniz Yolları ve Limanlar Umum Müdürlüğüne bağlanmış olup “Fenerler ve Cankurtaran Teşkilatı” adı ile bir prosedüre bağlamıştır 1952de Devlet Deniz Yolları Fenerleri bünyesinden ayırarak Denizcilik Bankasına devredilmiş ve “Fenerler ve Cankurtaran Teşkilatı” bankanın içinde ayrı bir işletme olmuştur Daha sonra TÜDEK (Türkiye Denizcilik Kurumu) ile Denizcilik Bankası ayrılmış, TÜDEK de 1984 yılında çıkarılan kanun hükmünde bir kararname ile Türkiye Denizcilik İşletmeleri adını alarak fener idaresi ve tersaneler ayrı genel müdürlük çatısı altında toplanmıştır 1997de yine Bakanlar Kurulunun aldığı bir karar ile bütün deniz trafiği ve yardımcıları ile kurtarma yardım ve tahliye hizmetleri tekrar bir çatı altında toplanarak “Kıyı Emniyeti ve Gemi Kurtarma İşletmeleri Genel Müdürlüğü” ne fenerler de bağlanmıştır

İstanbul Boğazında 1800lü yıllardan sonra çoğalan gemi geçişlerinde kaza olasılığının artması üzerine irili, ufaklı deniz fenerleri inşa edilmeye başlanmıştır Boğazdaki fenerlerin sayısı 37 tane olup, bunların büyük kısmı çakaralmaz şeklinde, bir bölümü mendirek uçlarındaki fenerler, bir bölümü de tarihi kule fenerlerdir

Yeşilköy Feneri (Bakırköy)



İstanbul Bakırköy ilçesi, Yeşilköyde bulunan ve eski adı Ayastefanos Feneri olan bu fener kulesi Marmara Denizinden İstanbul Boğazına girişi yapacak gemilere yol göstererek emniyeti sağlamak için Abdülmecidin isteği üzerine Fransız mühendisler tarafından 1856da taş bir kule şeklinde inşa edilmiştir 1945,1971 ve 1988de önemli onarım geçiren bu fener Yeşilköyün de simgesi olmuştur

Üzerine inşa edilen arazi düz olduğundan yığma taş ile yükseltilmiş bir platformun üzerinde iki katlı lojman ve idare binasının ortasından 23 m boyunda on altıgen bir kule şeklinde yükselmektedir Camlı fener odasının altında etrafı parmaklıkla çevrili bir dolaşma yeri vardır Camlı fener odasının üzeri ise basık bir kubbe ile örtülü olup, onun da üzerinde bir bayrak direği bulunmaktadır

Marmara Denizinden İstanbula girecek gemilere yol gösteren bu çakar fener, 15 deniz mili mesafeden görülebilmektedir 10 saniyede bir iki gruplu ışık yayan fener sisli havalarda da 30 saniyede bir sis düdüğü çalmaktadır

Anadolu Feneri (Beykoz)



İstanbul Boğazının Anadolu yakasında, Boğazın Karadenize açılan kuzey ucundaki Yon (Hrom) burnu üzerindeki küçük bir tepeciktedir 1855deki Kırım Savaşı sırasında gemilerin rahatça Karadenize girip çıkabilmeleri için karşısındaki Rumeli Feneri ile birlikte inşa edilmiştir İki fener arasındaki uzaklık 2 deniz milidir

Osmanlı devrinde ahşap olan bu fenerden ilk defa 1755de İstanbula gelen Macar asıllı Fransız Mühendisi Baron de Tott bahsetmiştir 1790da ise İngiliz Doktor Olivier Boğazın bu iki yakasındaki fenerlerden söz etmektedir 1666 ve 1793 tarihli iki ayrı İtalyan haritasında ise Boğazın iki yakasında yer alan fenerler açık bir şekilde gösterilmiştir 1814de Karadeniz yoluyla İstanbula gelen Polonyalı Kont Edward Raczynski “Kaptanımız 9 Ağustos günü sabaha karşı Boğazın iki yakasında yanan fenerleri görmüştü” diye anılarında yazmaktadır

Kule kısmını Fransızların inşa ettiği bu fener 100 yıllık bir imtiyazla 15 Mayıs 1856da hizmete sokulmuştur Fransa İmparatoriçesi Eugeneyi İstanbula getiren geminin kaptanı Marius Michel ve saatçi Bernard Camille Pollasa Fenerler İdaresi tarafından hâsılatın % 28ini devlete bırakmaları koşulu ile işletme hakkı verilmiştir 1937de Fransızlara 500000 Tl Tazminat verilerek imtiyazları iptal edilmiş ve işletme Cumhuriyet idaresine geçmiştir Fener Kulesi deniz seviyesinden ortalama 75 m yükseklikte olup, beyaz taştan, yuvarlak ve yukarıya doğru daralarak inşa edilmiştir Fener Kulesinin yüksekliği ise 20 mdir Açık havada 20 deniz mili mesafeden bile ışığı görülen bu fenerin lambaları döner sistemli sabit ve çakıcı ışıklıdır

Ahırkapı Feneri (Eminönü)



İstanbulda Osmanlı döneminde yapılan ilk fener olup, Boğaz girişinde meydana gelen önemli bir deniz kazasından sonra yapılmıştır

1755de Mısıra ticari eşya götüren Hacı Kaptan idaresindeki bir kalyon, gece önünü göremediğinden Kumkapıda karaya oturmuştur Sultan III Osman bu olayı haber alınca Sadrazamı Said Paşayı olayı araştırması, gemi ve gemicilerin kurtarılması için görevlendirmiştir Bu sırada kurtarılan gemicilerden birinin “Eğer buradaki surda bir fener yapılıp, her gece kandiller yanarsa böylece uzağa giden gemiler ışığı görüp yollarını bulur, kazaya da uğramazlar” demesi üzerine Sultan III Osman bu durumu değerlendirmiş ve kendisinin verdiği talimat üzerine Kaptan-ı Derya Süleyman Paşaya Marmara surlarının Otluk Kapısı Mevkiindeki burcun üzerinde bir fener yapılması emrini vermiştir

İlk yapıldığında ahşap olan bu fenerin bakımı ve işletmesini Bostancı Ocağı karşılıyordu Kandillerinde yakılacak yağ ise Topkapı Sarayından gönderiliyordu Bu fener bu bölgede çıkan yangınlarda birkaç defa yanmış,1857de Sultan Abdülmecit tarafından taştan yeniden yaptırılmıştır Geçirdiği çeşitli onarımlarla günümüze kadar gelen bu fener kulesi, 40 m kadar yüksekliktedir Kare tabanlı bir kaide üzerinde silindirik bir gövde yükselir Bunun üzerinde küçük konsollarla desteklenmiş, adeta bir minare şerefesini andıran balkonlu kısımdan sonda çepeçevre camlı ışık veren bir bölüm bulunmaktadır Kare kaidenin üzerini çepeçevre bir balkon dolaşmaktadır

Fenerbahçe Feneri (Kadıköy)



İstanbul Kadıköy ilçesinde, semte adını veren Fenerbahçe Burnundaki bu fenerin tarihi Bizans dönemine kadar inmektedir Burada tanrıça Heraya atanmış bir tapınak olup, Hera ve İreas diye adlandırılan kayalıklara yakın bir yerde imiş Bu kayalıkların üzerine ise bir ateş kulesi yapılmış Osmanlı dönemi kaynaklarında bu “Bağçe-i fener “ adı ile 1570 senelerinde kullanıldığı yazılıdır Kanuni Sultan Süleyman Recep 969 (Mart 1562) tarihli bir fermanında bu fenerden şöyle bahsedilmektedir:

“Kalemiç burnu nâm mahalde Müslümanların ve gayrin gemileri gece ile gelüp geçerken fânûs olmamağın, ekser zamanda taşa çalup zarar ve ziyan olmağın mahâll-i mezkûrda bir fânûs yeri bina etmek murad edinmeğin, buyurdum ki

Bu fermandan anlaşıldığına göre, bugün Fenerbahçe Burnu dediğimiz o zamanki (Kalemiç ) Burnunda çalışan bir fener olmadığı ve ilk defa Kanuni Sultan Süleyman zamanında inşa edildiği anlaşılmaktadır Kömürciyan 1661de yazdığı “İstanbul Tarihi” isimli kitabında buradan, “ …denizin içine atılmış metin bir temel üzerinde yekpare bir heykel gibi yükselen kulenin tepesinde yanan ve gemileri kayalara çarpmaktan korumak için her gece sabaha kadar bir yıldız gibi parlayan” diye bahsetmektedir

XVII yüzyıl Vakanüvistlerinden Râşid 1720-1721deki tarihinde bu feneri yeni yapılacak fenerlere örnek olarak gösterir Hüseyin Ayvansarayî de Hadîkatül-Cevâmi isimli eserinde “Fenerbahçesinde bir mahsus kule vardır ki sefinelerin gecelerde mürûr ve ubûrları içün bâlâsından kebîr kandil yanar” diye buradan bahsetmektedir XVIII yüzyıla ait tarihlerde ise burasının sadrazam ve devlet ricalinden sürgüne gönderildiklerinde kısa bir süre burada tutulduklarını yazar 1707de III Ahmedin kubbe veziri olan Seyyid Firarî Hasan Paşa Fenerbahçe Fenerinin fenerci odasında, fenere çıkan kapının dibinde boğdurulmuş ve başı kesilerek vücudu buradan denize atılmıştır Kesik baş, önce saraya götürülmüş sonra da Sarayburnundan denize atılmıştır

Bugünkü Fener binası 1837de II Mahmut zamanında yenilenmiş ve daha sonra da zaman zaman tamir edilmiştir Zeminden 21 m yükseklikteki yuvarlak kulesinin üzerinde iki ayrı kat halinde etrafı parmaklıklı gezinti yeri bulunmaktadır Kulenin dibinde ise tek katlı bir bina fenere ait depo ve lojman olarak kullanılmaktadır

Rumeli Feneri (Sarıyer)



İstanbul Boğazının Rumeli yakasında, Boğazın Karadenize açıldığı kuzey ucundadır Çeşitli efsanelerde adı geçen bu fenerin önündeki kayalıklar ile ilgili en eski mitolojik öykü Argonatlara dayanmaktadır

Mitolojiye göre altın postu bulmak için Karadenize doğru kürekli gemilerle yola çıkan Argonatlar buraya da uğramışlardır O çağda kıyıdan 100 m kadar açıkta yer alan çarpışan kayalıklar diye bilinen Simplegat kayaları aralarından geçen gemileri birbirlerine çarparak yutarlarmış Argonatlar bu kayalıklardan geçmek için yanlarında getirdikleri kuşları kayalara yaklaşınca serbest bırakmışlar kuşların hareketinde çarpışan kayalıklar bir daha açılarak birbirlerine vurmak üzere iken Argonatlar gemilerini bu kısa andan yararlanarak geçirmişler Yine mitolojiye göre onlara bu fikri bugünkü Garipçede oturan ve lanetlenmiş Kral Phineas kendisini Harpilere karşı savundukları için vermiştir

Osmanlı deniz haritalarının en eskilerinden biri olan 1567 tarihli Ali Macar Reis haritasında bu fenerin yeri işaretlidir Rumeli Fenerinden ilk bahsedenlerden biri olan P Gylliusun tanımlaması ise şöyledir:

“Faros ucunda her gece denizciler için ışık yayan bir feneri taşıyan sekizgen bir kulenin adıdır Bu kule her yönde camlı pencerelerle kaplıdır ve bunlar alçıyla değil kurşunla birleştirilmişlerdir, bu da bunun Türklerin değil de Hıristiyanların eseri olduğunu gösterir Paneion Burnunun tepesinden her yöne doğru enine boyuna Karadeniz gözükür

Busbecq ise P Gylliusa benzer bir ifade kullanarak şöyle yazmaktadır: “Orada, Avrupa akasında, denizciler için geceleri ışık yanan bir kule vardır Bu kuleye Faros derler

Rumeli Fenerinin 1583de onarıldığını eski kayıtlar da yazmaktadır Bunlara göre Fenerin yüksekliği 120 basamak olup, üzerinde etrafı camlarla kaplı 12 pencereli bir odası varmış Ortada etrafında halka şeklinde sıralanmış fitilleri bulunan yağ dolu kap, geceleri tutuşturularak ışık vermesi sağlanıyormuş 1616da İstanbula gelen gezgin Wenner bu fenerden şöyle bahsetmektedir:



yüksek haşmetli bir kule, üstünde ve çepeçevre duvarlarında yüksek pencereleri büyük camlarla korunmuş, ortada büyük bir demir levha dudu Yaklaşık dört parmak kalınlığında ve eni üstten bir kulaçtan fazla, çok köşelidir İçine fitiller ve levhanın içine de yağ konulur ve geceleri tutuşturulur ki gemiciler bunu çok uzaktan görür

Günümüzdeki fener 1855deki Kırım Savaşı sırasında Fransız ve İngiliz savaş gemilerinin İstanbul Boğazından Karadenize çıkarmalarını kolaylaştırmak amacıyla yapılmıştır 15 Mayıs 1856da açılışı yapılan fener karşı kıyısındaki Anadolu Feneri ile birlikte hizmete girmiştir Bir söylenceye göre de; inşaat sırasında Fener Kulesinin üst üste birkaç kez yıkılmasından dolayı köylüler burada Sarı Saltukun makamının bulunduğunu ama zamanla yıkıldığını, bu nedenle bu zatın kendi üzerinde bu kuleyi yükseltmediğini söylerler Fransızlar da köylülerin gönlünü almak için yatırın bulunduğu söylenen türbeyi inşa etmişler üzerini örttükten sonra da kuleyi örmüşlerdir

Fener deniz seviyesinden 58 m yüksekliktedir Işığı ise 18 mil uzaktan bile seçilebilmektedir Fener kulesi 30 m yükseklikte olup yukarıya doğru daralan üç kademe şeklindedir Fenerin yer aldığı tepeliğin altında ise bir balıkçı barınağı bulunmaktadır

Alıntı Yaparak Cevapla

İnceden İnceye İstanbull

Eski 11-04-2012   #42
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İnceden İnceye İstanbull



İstanbul Kuleleri

Kızkulesi (Üsküdar)



İstanbul Üsküdar ilçesinde, İstanbul boğazının ağzında, Sarayburnu ile Salacak arasında olan bu kule boğazın Anadolu sahiline 200 m uzaklıktaki bir kayalığın üzerinde olup, İstanbulun simgelerinden birisidir

Bu kayalıktan tarihte ilk kez MÖ 411deki Atina-Sparta savaşı sırasında küçük Byzantion şehrinin Spartayı tutmasıyla bahsedilmektedir Atinanın galibiyeti ile sonuçlanan bu savaş sonrasında Boğazın Avrupa yakası Sparta, Anadolu tarafı ise Atina egemenliğinde kalmıştır Atina, Boğazın giriş-çıkışını kontrol altına almak için bu küçük kayalığın üzerinde bir gümrük istasyonu kurmuştur Makedonya Kralı Philippos Byzantiona saldırı tehdidinde bulununca Atina, General Kharesin komutasındaki 40 gemilik bir donanmayı buraya göndermiştir Bu sefer sırasında karısı Bousu da yanında getiren Kheres, eşinin Hrispolisde (Üsküdar) hastalanıp ölmesi üzerine onun anısına bu kayalığın üzerinde bir sunak ile anıt-mezar yaptırmıştır Bu anıt mermer bir kaidenin üzerindeki sütunun üzerinde bronz veya altından olduğu söylenen bir dana heykelidir Eski tarihçiler bu heykelin kaidesinde şu yazıtın bulunduğunu belirtmektedirler:

“ Inakhosun ineğinin heykeli değilim, adını benden alamaz
Karşıdaki Bosporos denizi; bu ineği sürdü Pharosa kadar
Yetkin Heranın öfkesi Ama ben, Keklopsun soyundanım
Ölümüme kadar ve Kharesin eşiydim, onu izliyordum
Kuşkusuz, Philipposun gemilerine karşı
Düve denildi bana şimdi Kharesin sevgili eşi,
İki anakaranın her ikisinde oturuyorum

Bu kayalık Mitolojide bir takım efsanelere konu olmuştur Bu efsanelerden birine göre; Tanrı Okeanosun oğlu Argos kralı İnakhosun kızı İo, bir ineğin üzerinde veya bir inek kılığına girip, karnında Zeusun çocuğu Epaphosu taşıyarak yolculuğuna Kuzguncuktan başlayıp, Damalis (Grekçede öküz demektir) adı verilen bu kayalıkta dinlendiği sonra karşı kıyıdaki Byzantiona geçmiştir Bu efsaneye dayanarak bu kayalık “Damalis ve Arcla” adını alır Arcla sözcüğünün karşılığı da Grekçede “küçük kale” demektir

Gizemli bir anıt olan Kızkulesinin adı birçok efsaneye konu olmuştur Bunların içinde en çok popüler olanı Ovidiusun yazdığı bir aşk efsanesi olan Leanderin hikâyesi olup, bu kayalık ve kule onun adı ile uzun yıllar anılmıştır Bu efsaneye göre;

Afrodit Tapınağı rahibelerinden olan Hero ile Leandros bir tören sırasında tanışırlar ve birbirlerini delicesine severler Evlenmesi yasak olan Hero, Leandrosdan ayrılmak zorunda kalır ve Kızkulesine kapatılır Her gece Hero bir fener yakarak karşı sahilden yüzerek gelen Leandrosa yol göstermektedir Fırtınalı bir gecede Heronun yaktığı kandil söner ve Leandros yolunu kaybederek boğazın akıntısına kapılarak denizde kaybolur Ertesi günün sabahı sevgilisinin sahile vurmuş cesedini gören Hero da kendini kuleden azgın sulara atarak ölümü seçer

Mitolojiye göre Afrodit Mabedi Sestosdadır Leander de Abidoslu bir gençtir Bu iki genç Aphrodit Mabedinde yapılan bir törende birbirlerini tanıyarak aşık olurlar Burada adı geçen Sestos ve Abydos Çanakkale yöresinde olduğundan bu efsanenin Çanakkale Boğazına ait olması daha doğrudur XVIII yüzyılda Batı dünyasında “antikite modası” başlayınca batılı yazarlar bu efsaneyi Kızkulesine monte etmişlerdir Bir başka efsane de bir kralın kızına aittir Bu efsane ile Kleopatranın ölümü için anlatılanlar birbirlerine çok benzemektedir Bu söylenceye göre;

Krala çok sevdiği kızının on sekiz yaşına gelince bir yılan tarafından sokulup öleceğini kâhinler söylerler Bunun üzerine kral kızını korumak için bu kayalığın üzerinde yaptırdığı bir kuleye onu yerleştirir Bir gün kızına getirilen yiyeceklerin içindeki üzüm sepetine gizlenmiş olan zehirli bir yılan kız üzümleri yerken çıkar ve onu ısırarak ölümüne sebep olur Kral ise çok sevdiği kızını toprağa koymaya gönlü elvermediğinden onu demirden bir tabuta koyarak Ayasofyanın narteks kapısı üzerine yerleştirir Yine bu söylenceye göre burada bulunan iki delik, yılanın kızın cesedini rahat bırakmayarak yine onu sokmak için oraya girip çıktığını gösteriyormuş

Günümüzde bu kapının üzerindeki demir kutunun işlevinin ne olduğu bilinmemektedir Ama tabut olmadığı da bir insanın sığabileceği büyüklükte olmamasından bellidir Ayasofyanın eski Müdürlerinden Erdem Yücel bunun eski yapıdan kalan bir kapı sövesi olduğunu ileri sürmektedir



Doğu Mitolojisinde ise Kızkulesine bir de Battal Gazi efsanesini yakıştırılmıştır Buna göre; Battal Gazi askerleri ile kuleye baskın yaparak oradaki hazineleri ve tekfurun burada koruma altına aldığı kızını alıp Üsküdara geçer ve oradan atına atlayarak kız ile beraber buradan uzaklaşır “Atı alan Üsküdarı geçti” sözü de bu efsaneden kaynaklanmaktadır

Tarihte bu kayalığın ilk defa kullanılması IManuel Komnenos (1143–1180) zamanındadır Komnenos Marmaraya bakan yazlık sarayını yaptırdığında şehrin savunmana yardım için iki tane de kule yaptırmıştır Bunlardan biri Mangana Manastırı yakınında (Topkapı Sarayının sahili) diğeri ise Kızkulesinin bulunduğu yerdedir Bu dönemin Bizanslı tarihçisi Niketas Honiates daha önceleri Damalis olarak tanınan bu yerin kule yapıldıktan sonra “Arcla” (Kale) adını aldığını yazmaktadır İmparator Komnenosun bu kuleyi yaptırdıktan sonra Manganadaki kule ile aralarına bağladığı bir zincirle başkente saldıracak savaş gemilerinin geçişini engellemek istemiştir Ayrıca gümrük vergilerini ödemekten kaçınacak olan ticaret gemilerini de kontrol altına almak istemiştir Bu iki kule arasındaki oldukça büyük olan açıklığı kapatmak için de araya koyduğu ağır sallar ile zinciri birbirine bağlamıştır Herhangi bir gemi geçiş izni aldığında bu salların arasındaki zincir açılıyor, gemi geçtikten sonra da kapatılıyordu

Fatih Sultan Mehmet İstanbulu kuşattığı sırada Bizansa yardım etmek için Venedikten Treviziano komutasında gelen bir filonun burada üslendiğini Limnili Francisin kroniğinden öğrenmekteyiz Fetihten sonra Fatih Sultan Mehmet bu küçük kaleyi yıktırır ve yerine taştan, etrafı mazgallarla çevrili küçük bir kalecik yaptırır Devrinin vakanüvisti olan Tursun Bey tarihinde kızkulesinden şöyle bahsetmektedir:

“ İstanbul limanı ağzına mukabil, Anadolu yakasında, deniz içinde döküntü taş arasında bir muhkem kala yaptırdı ve toplar vaz eyledi ki, atıldıkça liman içinde gemi durdurmaz

Hünername minyatürlerinde ve 1520 de Buondelmonti tarafından yapılıp Vavassore tarafından basılan desende üzerinde sivri bir külahı olan duvarlarında da çepeçevre pencere açıklıkları olan bu kaleyi görülmektedir 1600lü yıllarda Fransız rahibi J Grelotun yaptığı İstanbul panoraması gravüründe Kızkulesi dört köşe, etrafı mazgallı küçük bir kalecik şeklindedir Evliya Çelebi ise her zamanki abartısı ile Seyahatnamesinde Kızkulesinden şöyle söz etmektedir:

kulenin karadan bir ok menzili mesafede, dört köşe ve seksen sıra yüksekliğinde ikiyüz adım hacminde ve iki tarafa nazır demir bir kapısı vardır İçinde dizdarlarıyla 100 adet muhafız neferi, sahilde 40 pare balyemez toplarıyla mükemmel bir cephaneliği vardır

1510 depreminden büyük zarar gören kuleyi Yavuz Sultan Selim onarmıştır Bu tarihten itibaren de kule artık bir kale değil bir deniz feneri olarak hizmet vermeye başlamıştır Ayrıca fırtınalı günlerde küçük tekneler bu kayalıklara çengel atarak akıntıya kapılıp sürüklenmelerini önlemişlerdir Kuledeki toplar da artık korunma için değil merasimlerde selamlama için atılıyordu Kanuni Sultan Süleymanın ölümünden sonra tahta geçmek için İstanbula gelen Şehzade Selim Üsküdardan geçerken Kızkulesinden atılan toplarla selamlanmıştır Bundan sonra uzun süre tahta geçen her Padişah için bu selamlama yapılarak tahta geçiş top atışları ile halka duyurulmuştur

1719da fenerde yağ kandilinin rüzgâr etkisiyle etrafı tutuşturmasından dolayı çıkan yangın ile iç kısmı tamamen ahşap olan kule yanmış, Nevşehirli Damat İbrahim Paşa tarafından taştan yeniden yaptırılmıştır Bu inşaat sırasında kulenin en üst katına çatısı sütunlara oturan bir camlı köşk ilave edilmiş ve etrafı duvarla çevrilmiştir 1734de Lale Devrinin önemli mimarlarından olan Kayserili Mehmet Ağa tarafından bazı ilavelerle onarılmıştır

Kızkulesi, İstanbuldaki diğer sur ve kalelerde olduğu gibi sürgüne gidecek olan devlet büyüklerinin ilk konakladıkları ve bazen de idam edildikleri yer olmuştur I Mahmud (1730–1754) Kızlarağası Beşir Ağanın pervasız davranışlarından dolayı onu Bostancıbaşı teknesi ile Kızkulesine göndermiş ve orada başını kestirttikten sonra Topkapı Sarayı önündeki “İbret Taşı”na koydurarak teşhir ettirmiştir Sultan III Osman da 1755 de Sadrazamı Hekimoğlu Ali Paşaya sinirlenir ve “ben istesem hamalı bile sadrazam yaparım” demiş, Hekimoğlu bunun üzerine “ Hünkârım yaparsınız ama ona Hamal Ali Paşa bana ise Hekimoğlu Ali Paşa derler” diye cevap verince sinirlenerek Onu Kızkulesine hapsettirmiştir Bu arada devreye Sultan III Osmanın annesi Şehsuvar Kadın girmiş ve oğlunu ikna ederek Sadrazamın Kıbrısa sürgün yollanması ile başının vurulmasını kurtarmıştır

1836–1837 senesinde İstanbulda baş gösteren ve ölü sayısının 20-30 bin arasında olduğu tahmin edilen Veba salgını sırasında hastaların tecrit edilmesi için burada bir Veba Hastanesi kurulmuş ve hastanenin başhekimliğine de Fransız Doktor MBulard getirilmiştir Matun adı verilen Kızkulesinde tesis edilen bu hastanede uygulanan karantina ile salgının yayılması önlenmiştir



Sultan II Mahmutun emri ile 1832de büyük bir onarım geçirmiş ve kapı üzerine Padişahın tuğrası ile hattat Rakımın yazdığı tamir kitabesi yerleştirilmiştir 1857deki onarımda kuleye deniz feneri ilave edilmiş ve bu fener 1920de otomatik ışık yayma sistemiyle yenilenmiştir 1943de yeniden büyük bir onarım geçiren bu kulenin çevresine büyük kayalar yerleştirilerek denize kayması önlenmiştir Bu arada kulenin oturduğu kayanın etrafındaki rıhtımdaki ambar ve gaz depoları kaldırılmıştır Yapının dış duvarları korunarak içi betonarme olarak yenilenmiştir1959dan itibaren bir süre Deniz Kuvvetleri Komutanlığına bağlı radar üssü olarak hizmet vermiştir 1965de “ Deniz Kuvvetleri Tesisi Mayın Gözetleme ve Radar İstasyonu” olan binanın zemin katında mutfak, ısı santralı, Jeneratör odası, üst katlarında ise operasyon odası, radyo-link santralı, alıcı-verici odası ve film odası gibi kısımlar eklenmiştir

Binanın kule bölümündeki katlarda ise, personelin yatakhaneleri ve çalışma odaları bulunmakta idi Çatıya ve kuledeki terasa ise radarlar yerleştirilmişti 1982den itibaren bina Deniz Kuvvetlerinden Türkiye Denizcilik İşletmesine devredilmiş, Deniz Yollarının Kasımpaşadaki deposu yıkılınca tersanelerde uzun süre bekleyen gemilerdeki haşere ve fareleri öldürmek için kullanılan siyanür buraya taşınmış ve depolanmıştır Siyanür deposu olarak kullanılan kuledeki zehir 1990da boşaltılmış ve 1992de mülkiyet Hazineye devredilmiştir Bu tarihten sonra buranın ne şekilde kullanılacağı hususunda projeler üretilmiş ve 2000 yılında Kızkulesi tekrar büyük bir onarıma alınıp aslına uygun olarak restore edilmiştir Bu onarım sırasında, zemin katta evvelce bilinmeyen Sarayburnuna bakan cephesinde 45 derece, Boğaziçine bakan tarafında ise dik açılı mazgal delikleri ortaya çıkmıştır Mazgalların bu durumu hem gün ışığının içeriye girmesini sağlamak hem de top atışlarını kolaylaştırmak içindir Ayrıca bu restorasyonda sonradan ilave edilmiş bazı bölümler kaldırılmış, dört köşe kule demir kasnaklarla takviye edilmiştir Restorasyon sonrasında “Hamoğlu Turizm” şirketine kiraya verilen kule halkın hizmetine açılmıştır Restoran olarak kullanılan zemin kattan ahşap merdivenlerle üst katlara çıkılmaktadır Hediyelik eşyaların satıldığı stentlerin etrafını dolaşan balkon kısmı ise çay salonu olarak hizmet vermektedir

Galata Kulesi (Beyoğlu)



İstanbul Beyoğlu ilçesinde Galatada Bizans devrinde XII yüzyıldan itibaren İtalyan asıllı Ceneviz yerleşimi başlamıştır Bizansın iyice zayıfladığı XIV yüzyılda ise kolonilerinin etrafını saran surların bir parçası olarak da deniz seviyesinden 35 m kadar yükseklikteki, arazinin en yüksek yerine, Haliç girişiyle Marmaraya hâkim bir yerde karadan gelecek tehlikeleri önlemek maksadıyla, önce kalın bir burç inşa etmişlerdir Bizanslıların Büyük burç (Megalos Pyrgos) Cenevizlilerin ise İsa Kulesi (Christea turris) diye tanımladıkları bu burç Galata Kulesinin esasını teşkil etmektedir Daha sonra Bizans tahtının iki ortağı olan VI İoannes Kantakuzenos ile V İoannes Palaiologos arasındaki iktidar çekişmelerinden istifade ederek 1348de bu kuleyi inşa etmişlerdir

Cenevizlilerin 1349 yılında inşaatını tamamladıkları, surların günümüzdeki Lüleci Hendek Sokağında Küçükkule kapısı üzerindeki Ceneviz ve Bizans armalarının yanındaki bir levhada yazılıdır Kayalık ve killi şistli bir zemin üzerine yuvarlak olarak taştan inşa edilmiş olan bu kule Ortaçağ askeri mimarisine uygun bir biçimde dış zeminden yüksek bir girişi vardı Dışarı ile olan irtibatını ise kalın zincirlerle tutturulmuş, ahşaptan açılır-kapanır bir köprü sağlıyordu Kulenin eteğindeki sur duvarı ile aradaki açıklıktaki avluda bulunan Büyük ve küçük kule kapıları ile yerleşime bağlanmıştı Kulenin zemininde 150 m yükseklik ve 072 m genişliğindeki bir kanal ise büyük bir olasılıkla gizli bir sarnıca veya suyoluna ulaşıyordu
Kulenin 1446da Galata Podestası Baldassaro Maruffo tarafından yükseltildiğini gösteren mermer bir kitabede yazılıdır Fetihten sonra Fatih Sultan Mehmet Galata surlarının bir kısmı ile kuleyi de 75 m kadar yıktırmıştır 1509da “Küçük Kıyamet” olarak adlandırılan depremde kule büyük hasar görmüş ve Mimar Murad bin Hayreddin tarafından onarılmıştır

Bugün kulenin üçüncü katını dışarıdan dolaşan tuğladan yapılmış iki kuşak ile beşinci kattaki pencerelerin sivri kemerleri ve kulenin üstünü örten sivri çatı Osmanlı tarzındadır XVI yüzyılda Kasımpaşa Tersanesinde çalıştırılan Hıristiyan esirler burada oturtulmaktaydı 1552de bir İspanyol, esirlerin bu kulede yaşadığını, ölenlerin ise hendeklere gömüldüğünü yazmıştır1774de İstanbula gelen gezgin Pierre Lescalopier, Galatadaki bu kulenin bir zindan olarak kullanıldığından söz etmektedir 1582–1588de İstanbulda esir olarak bulunan Mıchael Heberer ise “etrafı yüksek duvarlarla çevrili geniş bir avlu ortasındaki pek yüksek yuvarlak gövdeli kulenin” içinde çeşitli işlerde çalıştırılan 1500 kadar esirden söz etmektedir

Galata kulesi Sultan III Selim zamanında 25 Temmuz 1794 yangınında tekrar büyük zarar görmüştür Bu yangından sonra duvar yüksekliği 2 mye kadar indirilmiş ve buraya üç oda, bir divanhane ve dört köşesine de çıkma şeklinde dört adet camlı cumba ilave edilmiştir Yanan sivri ahşap külah da yenilenmiştir Bu onarımdan sonra kulenin aldığı şekli gösteren en önemli belge devrin saray mimarı Ignaz Mellingin yaptığı gravürdür Bu dönemde bir de buraya sesini her taraftan duyurabilecek güçte kös ve davul konulmuştur XVIII yüzyılda burada bir mehterhane takımının yaşadığı, müzik aletlerinin tamiri için verilmiş 1780 tarihli bir dilekçeden anlaşılmaktadır1791de İstanbula gelen Salaberry ismindeki seyyah kitabında buradan gelen kös ve davul seslerinden bahsetmektedir İnciciyan ise XVIII yüzyılın başından itibaren burada yangınları gözetleyen ve kös vurarak bunu şehrin diğer mahallelerine bildiren bir teşkilat olduğunu yazmaktadır 1861de İstanbula gelen gezginlerden Joanne İsambert Galata Kulesinden 141 merdivenle çıkılan 8 katlı bir kule ve sivri külahının içinde ise bir güvercinlik bulunduğundan söz etmiştir 1875de gelen Charles de Mouy ise en üst katın ve külahın içinin özel surette beslenen kuşlarla dolu olduğunu yazarak İsamberti desteklemektedir



Sultan III Selim zamanındaki onarım için şair Avninin yazdığı tarih kasidesi ise şöyledir:

“O şehinşahı cihan Hazret-i Sultan Selim
Bânii saltanat ü zılli hüdâvendi ezel
Çün harab olmuş idi âteş ile bu kulle
Etti tecdid anı ol Pâdişah-ı fahr-i düvel
Pasbanlığı içün yandı yakıldı ammâ
Hılatın giydi çerağ oldu yine kail-i evvel
Kâfiristanı idüb âteşi kahr-ı sûzan
Eylesün mülkünü âbâd Hüdâ azze ve cell
Dedi tecdîdine menkuut ile Aynî târih
Yenilendi Galata Kullesi pek oldu güzel
1209 (1794–1795)

1831 yangınında tekrar yanan kule yeniden onarılmıştır Bu yangında Sultan III Selimin yaptırttığı dört cumbalı külah tamamen yanmıştır Bu onarım sırasında en üst kata ampir üslubunda 14 adet pencereli ve yüksek tavanlı bir salonu olan bir kat ile onun üstünde yine 14 pencereli bir cihannüma katı ile etrafı çepeçevre dolaşan bir açık balkon ilave edilmiştir Bu son kata ortada 5 ahşap sütuna oturan 40 basamaklı ahşaptan bir döner merdiven ile çıkılıyordu Sivri çatısı da bir öncekine göre daha dik bir külah ile kapatılmış ve üzeri kurşun kaplanmıştır

Sultan II Mahmudun yaptırdığı bu onarımı anlatan giriş kapısının üzerindeki şair Pertev tarafından yazılmış olan kitabe ise şöyledir:

“Nizam-ı devlet Hazret-i Sultan Mahmud Hân
Kıyam-ı mülkü millet kehf-i ümmet sâye-i Yezdân
Uluvvi himmetidir ol şehinşah-ı dil âgâhın
İden saat be saat an bean dünyâyı âbâdân
Bu kulle ez-kezâ yanmışdı yapdı eskiden alâ
Görüb bağrı yanıklar bildi neymiş şîre-i ihsan:
Bu kulle zînet-i şehr-i Stanbul olsa şâyeste
Menâr-ı kulle-i ikbâl ü şevket dense de şâyân
Buna rifat veren bu rütbe feyz-i istikamettir
Olur ibret şinâsan irtifâi bâmına hayrân
Bu kulle peşte-i kaafa sezâdır olsa harf endâz
Anın fahriyesi anka bunun şehnâmesi devrân
Cihânı sâye-i lûtfunda kılsun serteser mâmur
Dil-i hâsidden özge kalmasun hiç külbe-i virân
Sezâ Pertev güherle zeyn olunsa seng-i târihi
Bu kulle pek metin oldu pek âlâ yapdı Mahmud Han
1248



Kuleye eklenen bu katlara bir kahvehâne ile yangın gözcüleri yerleştirilmiştir 1875de çıkan bir fırtınada sivri külah çok zarar gördüğünden kaldırılmış ve yerine sekizgen şeklinde ahşap bir kat ilave edilmiş, ortada bulunan döner merdiven kaldırılarak yerine 45 derece eğimli bir ahşap merdiven yapılmış bir de uzun bir bayrak direği dikilmiştir Galata Kulesi bu şekli ile 1964 yılı restorasyonuna kadar gelmiştir Bu restorasyon sırasında kule Sultan II Mahmud dönemindeki haline getirilmiştir

Duvar kalınlığı 375 m olan Galata Kulesinin dıştan çapı 1645 m içten ise 895 mdir Üç ile dördüncü kat arasındaki merdiven tekniği diğer katlardan farklıdır Asıl girişten dördüncü kata kadar kulenin yalnız bir tarafında duvarın içine gömülmüş bir taş merdiven bulunmaktadır Bu merdiven bir kattan diğerine tek tarafta bir yarım daire şeklindedir Dördüncü kattan itibaren ise merdivenler ahşaptır Kuledeki bütün mimari unsurlar 4 üncü kattan itibaren olan kısmın Türk yapısı olduğunu gösterir Beşinci kattaki 035 m çapında yedi tane top namlusu lumbarı dikkati çekmektedir Bunların fetihten sonra yapılan inşaatta açıldığı kesindir

Türk ve Dünya tarihinde ilk uçan adam unvanını taşıyan Hazerfan Ahmet Çelebi Okmeydanındaki ilk tecrübesini yaptıktan sonra Galata Kulesinden Üsküdara doğru bütün İstanbul halkının gözleri önünde, kollarına taktığı kocaman kanatları ile uçmuş ve Üsküdardaki Doğancılar Parkının olduğu yere inmiştir Günümüzdeki planör tekniğinin öncüsü olarak da kabul edilen bu uçuş için Ahmed Çelebi kuşları örnek aldığı gibi rüzgâr akımlarını da hesaplamıştır Onun bu uçuşunu Sarayburnundaki Sinan Paşa Köşkünden seyreden Sultan IV Murad önce Hazerfan Ahmet Çelebiye bir kese altın vererek ödüllendirmiş sonra da Cezayire sürgüne yollamıştır

Galata Kulesinde 1960 yılında başlatılan restorasyon ve çevre temizliği ile kule ve meydanı çağdaş bir görünüme sokulmuştur 2000 yılında tekrar küçük bir onarım ve düzenleme yapılarak kule turizme açılmıştır Dokuz katlı olan bu kulenin yedinci katına kadar asansörle çıkılmakta, son iki kat için merdiven kullanılmaktadır Dokuzuncu kattaki mekân gündüzleri kafeterya ve restoran olarak hizmet vermektedir Ziyaretçiler her gün 900–1900 saatleri arasında kuleyi gezebilmektedirler

İngiliz Deniz Hastanesi Kulesi (Beyoğlu)

İstanbul ili Beyoğlu ilçesi, Bereketzade Sokağındaki bu yapı bir İskoç Şatosu görünümünde olup, günümüzde Beyoğlu Hastanesi olarak kullanılmaktadır Kapitülasyonların verildiği dönemde İstanbul limanına gelen İngiliz gemicilerinin çoğunun hastalanması üzerine onların tedavisi için İngiliz hükümetince yaptırılmıştır

1904de Plânını HPercey Adamsın çizdiği “L” biçiminde bir plana sahip olan bu yapının kanatların kesiştiği köşesinde yer alan çok uzaklardan bile görülebilen yüksekçe bir kulesi bulunmaktadır Ayrıca her iki cephesinde de uçlarda birer küçük kule bulunmaktadır Kesme taştan yapılmış olan bina ve kule, mimari bakımdan bir bütünlük içindedir L şeklindeki binanın birleştiği yerin beşinci katından itibaren kule yükselmektedir

Sekizgen kasnaklı olan kulenin yüksek kaidesinin köşeleri gömme payelerle hareketlendirilmiş olup, bu payelerin üzerlerinde dışarıya taşkın çörtenler bulunmaktadır Sekizgen cephede bir cephe sağır ve küçük sütunçelerle süslü, diğeri ise yuvarlar kemerli ikizli pencerelerle hareketlendirilmiştir Buradan daha küçük ikinci bir sekizgen gövdeye geçilmektedir Bu iki bölüm arasını ise çepeçevre bir sahanlık çevrelemektedir Bu sekizgen gövdenin üzerinde çeşitli küçük pencereler açılmıştır Kulenin üstünü ise basık yuvarlak bir kubbe örtmekte olup onun da üzerinde bir bayrak gönderi bulunmaktadır

İngilterenin mülkiyetinde bulunan “British Seaman Hospital” isimli bu hastane binası 1924de Kızılaya devredilmiş, Kızılay da 1933de binayı İstanbul Belediyesine vermiş ve böylece İstanbuldaki Belediyeye ait ilk hastane olmuştur

Beyazıd Yangın Kulesi (Eminönü)



İstanbul Eminönü ilçesinde, İstanbul Üniversitesi merkez binası bahçesinin doğusundaki bu yangın kulesi, İstanbulda çok sık çıkan yangınların doğurduğu bir gereksinimden dolayı Nevşehirli Damat İbrahim Paşa tarafından 1720de ahşap olarak yaptırılmıştır

İstanbulda o dönemlerde yangınlar, mahallelerde oluşturulan tulumbacı ocakları tarafından söndürülüyordu İtfaiyenin öncüsü sayılan Tulumbacı Teşkilatı Nevşehirli Damat İbrahim Paşa tarafından kurulmuştur Ahşap kuleye 25 acemi oğlanı yerleştirilmiş ve şehri gece-gündüz gözetleyen bu personele de “Köşklü” adı verilmiştir 1774deki büyük Cibali yangını sırasında yanan bu ilk kulenin yerine yine ahşaptan yeni bir kule yapılmıştır 1826da Yeniçeri Ocağı kaldırılınca buraya bağlı olan Tulumbacı Ocağı da kaldırılmış, yangın kulesi de bu ocağa bağlı olduğu için yıktırılmıştır Ancak, birkaç gün sonra çıkan büyük Hocapaşa yangını İstanbulun büyük bir bölümünü yaktığı için yangın kulesinin önemi ortaya çıkmış ve yeniden ahşap olarak Mimar Kirkor Amira Balyanın projesi ile yeniden yaptırılmıştır 21 Haziran 1826da Yeniçeri yandaşları tarafından bir isyan teşebbüsü ile kundaklanıp yakılmıştır Bu olayı devrinin tarihçilerinden Cevdet Paşa tarihindeki 1826 senesi olaylarında şöyle anlatmaktadır:

“ Sultan Mahmud Ağakapusunda yıktırılmış olan yangın köşkünün bir eşinin Seraskerlik kapısında yapılmasını emretti; kâğir olarak inşasını irade etmiş ise de uzun vakte muhtac olduğu için şimdilik eskisi gibi ahşap olarak inşasına başlandı Kule bitinceye kadar yangın gözetlemeğe memur edilen Asâkir-i Mansure neferleri Süleymaniye Camiinin bir minaresinde nöbetle gözcülük yaptılar Kule kısa zaman içinde tamamlandı, efradın içine yerleştirilmesi için yapının içinde ve dışındaki talaş, ağaç ve tahta parçalarının temizlenmesi kalmıştı Yeniçeri gayretkeşlerinden oldukları halde Asâkir-i Mansureye yazılmış olan müfsidler isyan etmek üzere ittifak etmişler ve bulundukları taburun diğer neferlerini de iğfal ederek büyük zabitlerinin haberi olmadan Serasker Paşa ile Başbinbaşı ağanın evlerinde bulundukları gece mezkûr yangın kulesinin dibinde toplanıp kuleye ateş verip yakmışlar Garazları Serasker Paşa ile baş binbaşıyı yangın sebebi ile oraya getirtip cümlesini öldürerek isyan etmekmiş Hâlbuki Serasker Paşanın adamları suikasdi öğrenip paşaya haber vermişler Derhal tertibat alınmış, kapılar askerle tutulmuş, mezkûr tabur Boğaza nakledilerek efrad iskeleden kayıklara bindirilir iken isyana ön ayak olanlar tesbit edilmiş ve iskelede idam olunmuşlardır; gemilerle boğaza gönderilen taburun sâir efradı da orada muhtelif kıtalara ve hizmetlere dağıtıldıktan sonra idam olunmuşlar Bu vakadan sonra Asâkir-i Mansûreye nefer yazılanların mazileri hakkında çok dikkatli tahkikat yapılmıştır

Bu olaydan iki yıl sonra yeni tulumbacı teşkilatı kurulmuş, eski kolluk tulumbaları tamir edilerek mahallelerin karakollarına bağlanmıştır Bu düzenlemeden sonra Beyazıd Yangın Kulesi 1828de mimar Senekerim Balyanın projesi ile Barok üslupta taştan yeniden inşa edilmiştir Serasker Hüseyin Paşanın zamanında başlayan inşaat Hüsrev Paşanın Seraskerliği zamanında bitirilmiştir Bu inşaatta kule, köşeleri yuvarlatılmış piramit şeklinde bir kaideden sonra soğan biçimli bir ikinci kaideden sonra 85 m yüksekliğinde üzerleri profilli bir gövde olarak devam etmektedir Bu gövde çanak biçiminde konsollu ve etrafına yuvarlak kemerli pencereler açılmış bir gözetleme katı ile sona ermektedir Üzerini de geniş saçaklı külah biçiminde bir çatı örtmekte idi Alttaki piramidal kaidenin doğu yüzündeki giriş kapısının üzerinde hattat Yesârizâde Mustafa İzzet Efendinin talik hattı ile dikdörtgen kartuşlar içinde yazılmış Keçecizade İzzet Mollanın da tarih manzumesini yazdığı kitabe bulunmaktadır Bunun üzerinde ise bir madalyon içinde II Mahmudun tuğrası bulunmaktadır Bu kitabenin metni şöyledir:

“Köhne bünyânı elhanı itmede halâ binâ - Eyleyüb Eski Sarayın Bâb-ı Serasker ol şah
Nev benev yapmakda anda bir nice alâ binâ – Emreyleyüb Serasker-i sâbık Hüseyin Gaziye
Buldu bu kaafi şecaat Kulle-i ranâ binâ – Eyleyüb Seraskeri lâhik nezâret hüsnüne
Âni mânen eyledi gûya iki paşa binâ – Revzeni eflâkden baktıkca zîr-i pâyine
Kaldı kendi kaddire hayretde bu balâ binâ – Olmasa zerrin külâhı asumana minneti
Arz ider mi zer âlemle kevkebi zehrâ binâ – Dârı mülkî etmesün bu Kulleye muhtac Hak
Ziynet içün etmiş olsun şâh-ı mülk ârâ binâ – Kullei eflâk durdukça o şâhın eylesün
Zirve-i çarha esâsı şevketin Mevlâ binâ Sanki tâkı çarha yazdım İzzetâ târihimi
Kıldı Ham Mahmud-u Adlî Kulle-i valâ binâ 1244 (1828–1829



1849da çatı kaldırılmış yukarıya doğru küçülerek devam eden ampir üslubunda, dört yuvarlak pencereli birer odadan meydana gelen üç kat ilave edilmiştir Bu katların her birinin dar ve küçük teraslarının köşeleri yivli gömme sütunlarla hareketlendirilmiş olup etrafını demir parmaklıklı küçük bir dolaşma yeri çevirmektedir Böylece dört kata ulaşan kulenin katları aşağıdan yukarıya doğru Nöbet, İşaret, Sepet ve Sancak isimleri ile anılır1889da kulenin tepesine demirden bir gönder dikilmiş ve bugünkü görünümünü almıştır

Kule gözcüleri yangını gündüzleri Sepet Kulesinin etrafına astıkları sepetlerle gece ise büyük fenerlerle bildirirlerdi Bu sepetlerin diziliş şekli ile fenerlerin renkleri yangının ne tarafta olduğunu belirtirdi Şayet yangın Eyüb ve sur içi İstanbulunda ve Yeşilköye kadar olan kesimde ise sepet katının iki tarafına ikişer sepet asılırdı Yangın gece ise yine aynı yere kırmızı iki fener asılırdı Yangın Beyoğlu tarafında ise bir tarafa bir sepet diğer tarafa iki sepet asılır, gece de beyaz renkli iki büyük fener ışık verirdi Üsküdar ve Boğazın Anadolu yakasındaki yangını belirtmek için de kulenin iki tarafına bu kez birer sepet asılır, gece de iki yana yeşil fener ışık verirdi Şayet yangın birkaç yerde çıkmış ise kulenin tepesindeki direğe renkli işaret bayrakları ilave edilirdi Sur içi İstanbulu, Eyüp ve Yeşilköye kadar olan hat için kırmızı bayrak, Üsküdar ve Boğazın Anadolu yakası için yeşil bayrak, Beyoğlu ve Boğazın Rumeli yakası için de sarı bayrak kullanılırdı Bu sepetler ve fenerler kulenin iki yanındaki gemi mahmuzunu andıran direklere asılırdı 1935 yılına kadar bu sepet, bayrak ve renkli fenerler kullanılmıştır

1894 depreminde zarar gören kule hemen boşaltılarak aslına uygun olarak onarılmıştır Bu süre içerisinde görevliler Süleymaniye Camisinin üç şerefeli büyük minarelerinde görevlerini yapmışlardır Taştan yapılmış olan kulenin sadece 180 basamaklı merdivenleri ahşaptır Günümüzde bu tarihi yapı İstanbul Belediyesi İtfaiye Müdürlüğüne bağlı olup, yangın gözetleme kulesi olarak kullanılmaktadır

Alıntı Yaparak Cevapla

İnceden İnceye İstanbull

Eski 11-04-2012   #43
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İnceden İnceye İstanbull



İstanbul Hanları 2

Vezir Hanı
Çemberlitaşda Vezir Hanı Caddesindedir 1659/60 tarihli kitabesinde Sadrazam Fazıl Ahmet Paşa tarafından Köprülü Külliyesine dahil edilmek üzere yaptırıldığı yazılıdır Sokak ve arsa durumuna uymak mecburiyetinden dolayı muntazam bir plânı yoktur Taş ve tuğla karışımı olarak inşa edilmiş olan bu han iki avlulu ve iki katlıdır Hanın taç kapılı girişi cadde üzerinde olup arazinin meyilinden dolayı bu kısım üç katlıdır Cephede yuvarlak taş kemerli 8 adet dükkan kapının iki tarafında sıralanmıştır Giriş kapısının üzerinde talik hatla yazılmış 1894-95 tarihli beş satırlık bir tamir kitabesi vardır Buradan beşik tonozlu bir geçitle revaklı ,üçgen biçiminde birinci avluya geçilir İkinci avlusu 70 x 45 m ebadında yamuk biçiminde olup sivri kemerli revaklıdır Üst kata revak altında karşılıklı iki yöndeki merdivenlerle çıkılır Kapı ve pencereleri dikdörtgen ve taş hatıllıdır İkinci avluda bugün fonksiyonunu kaybetmiş küçük bir mescit bulunmaktadır

Yağcı Han
Kapalıçarşının güneyinde Kalpakçılar Caddesi ile Nuruosmaniye ve Tavukpazarı sokakları arasındaki adadadır 18 inci yy a ait olan bu han yamuk bir arsaya inşa edildiğinden plân şeması da bu asimetriye uydurulmuştur Nuruosmaniye sokağındaki çok değişmiş olan giriş cephesi sivri bir kemer ve onu takip eden bir geçit ile ortadaki iki katlı revaklı avluya bağlanır Revakların üst örtülerinin devrinin özelliği göz önüne alınacak olursa tonoz ile kaplı olmalı idi Günümüzde ise son derece bozulmuş olan bu örtü sistemi betona dönüştürülmüştür Odalar da özgün durumunu kaybetmiştir Kalan izlerden cephenin tuğla hatıllı taştan inşa edildiği anlaşılmaktadır Bugün zemin katı dışarıdan bir sıra dükkan çevrelemektedir

Yaldızlı Han
Kapalıçarşı bölgesinde, Tığcılar Sokağındadır Kitabesi olmadığından yaptıranı ve mimarı bilinmemektedir İnşa tarihi ve civarındaki hanlarla birlikte 18 inci yy olmalıdır Etrafı tamamen binalarla kaplı olduğundan sadece girişteki cephesi görülmektedir Tek avlulu ve iki katlı bir ticaret hanı olan bu yapının cephesinin ayakta kalan kısımlarından kesme taş ve tuğla hatıllı olduğunu anlamaktayız Çok değişmiş olan girişi,bindirmeliksiz ve çıkıntısız olup taştan yapılmış yuvarlak bir kemerdir Bu giriş, üzeri beşik tonozlu bir geçit ile ortadaki avluya, yuvarlak tuğla kemerli bir revak ile bağlanır Bu kemerler diğer han mimarisinde görülmeyen bir tarzda biri geniş diğeri dar olarak devam eder Zemindeki odalar yuvarlak birer taş kemerli kapı ile ortadaki revaklı avluya açılırlar Üst kat odalarında ise hem kapı hem de pencere vardır Zemin ve üst kattaki odaların üst örtüsü beşik tonoz olup revaklar çapraz tonozludur Yukarıdaki kata üzeri beşik tonozlu bir merdivenle çıkılmaktadır
Günümüze oldukça yozlaşmış ve orijinal yapısından çok kaybederek gelmiştir

Yıldız Hanı
Mahmutpaşa yokuşunda, Sultan Odaları ve Yeşildirek sokakları arasındadır Üzerindeki kitabede sadece inşa yılı olan 1817 yılı yazılıdır Tek avlulu ve üç katlı bir ticaret hanı olan bu yapı bu bölgede inşa edilmiş son han olmalıdır Zemin kat depolara diğer iki kat ise kullanım odaları olarak düşünülmüştür 18inci yy hanlarında gördüğümüz klasik tuğla hatıllı taş cephe burada da devam etmektedir Dikdörtgen şeklindeki avluya açılan revaklar yuvarlak kemerlidir Bu kemerleri taşıyan payeler ise taştan olup kare şeklindedir Zemin kattaki odalar revaklara bir kapı ile üst katlar ise birer pencere ve yuvarlak taş kemerli kapı ile açılır Cephede günümüze son derecede değişerek gelmiş bir sıra dükkan vardır Cephede taş konsolların taşıdığı çıkmalar ise bütün cephe boyunca katlar arasında yükselerek devam eder ve cephede bir hareketlilik sağlar

Zincirli Han
Kapalıçarşının kuzeyinde Tığcılar Sokağındadır İnşaat tekniği ve civarındaki hanlara bakarak 18inci yy sonlarına doğru yapıldığını anlamaktayız Tek avlulu ve iki katlı bir ticaret hanıdırTığcılar Sokağındaki çok sade yuvarlak taş kemerli girişi avluya beşik tonozlu bir geçitle bağlanır İki kata çıkan merdivenler bu geçittedir Avluyu çevreleyen revaklar tuğladan yuvarlak kemerlidir Kemerleri taşıyan kare payeler ise taştandır Her iki katta da revaklara açılan odaların yuvarlak taş kemerli birer kapı ve penceresi bulunmaktadır Odalardaki izlerden burada ocaklar olduğu anlaşılmakta ise de bu ocakların hiçbiri günümüze gelmemiştir Her iki katın da üstü çapraz tonoz ile örtülüdür Zemin katı çok değişikliğe uğramış ve orijinal yapısını tamamen kaybederek günümüze gelmiştir

Haliç-Galata-Beyoğlu bölgesindeki Hanlar:

Kurşunlu Han / Rüstem Paşa Hanı :
İstanbulun ticari potansiyeli yüksek olan Eminönü-Beyazıd arasındaki yoğun han yapılaşmasına karşılık XVI ıncı yy da burada bu hanın yapılması buradaki ticari bir potansiyeli göstermesi bakımından önemlidir Bu hanı daha çok hırıstiyan tüccarlar kullanmışlardır Rüstem Paşanın 1561 tarihli vakfiyesinde “Kurşunlu Han” adı ile yazılıdır Haliç kıyısına yakın olan Tersane Caddesinde ,Ceneviz kilisesi olan Saint Michelin kalıntıları üzerine Sadrazam Rüstem Paşa tarafından 1561 de Mimar Sinana yaptırılmıştır 65 x 35 m ölçüsünde dikdörtgen plânlı olan bu bina sivri kemerli bir revakın çevrelediği avlunun etrafındaki iki katlı odalardan meydana gelmektedir Zemin kattaki paye ve duvarlardaki derz ve tuğla tezyinat evvelce buradaki Saint Michel kilisesinin kalıntılarına aittir Üst kısımdaki destek ve taşıyıcılar ise tamamen 16 ıncı yy Osmanlı mimarisi tarzındadır Avlunun ortasında, dört kollu olarak düzenlenmiş iki katı birbirine bağlayan merdivenler bulunmaktadır Binaya giriş dar cephedeki sivri kemerli bir kapıdan sağlanmaktadır Alt ve üst kattaki odalar beşik tonoz , revak ise kubbe ile örtülüdür Pencereler dikdörtgen taş sövelidir Avlunun üst kısmını dolaşan tuğla kirpi saçaktan günümüze bazı parçalar gelebilmiştir

Saksı Han
Galatada Perşembe Pazarı,Bekar ve Zencefil sokakların çevrelediği adadadır Kitabesi olmayan bu hanın mimarı ve yaptıranı bilinmemektedir Evvelce yerinde bir Ceneviz yapısının olduğu alt kademelerdeki derz ,tuğla ve taş işçiliğinden anlaşılmaktadır Osmanlı devrinde mahkeme binası olarak kullanıldığını ileri sürülen bu yapı plan şeması bakımından bir han mimarisi göstermez İki katlı kesme taş ve tuğladan inşa edilmiş olan binanın avlusu yoktur, ayrıca birbirine açılan odalar ve sofaları da bu da binanın han olarak yapılmadığının bir kanıtıdır Perşembe Pazarı Sokağı köşesindeki dikdörtgen plânlı,üzeri beşik tonozlu fonksiyonu tam olarak anlaşılamayan yapının, bu bina ile ilişkili olarak hapishane olarak yapıldığı da ileri sürülmektedir Bugünkü hali ile 18 inci yy a aittir Odaların üstleri tonoz ile örtülü olup aralarında geniş sofalar bulunmaktadır Üst kata çıkış , alt kattaki koridorun sonundaki taş merdivenlerle sağlanmaktadır Yuvarlak kemerli giriş kapısının üzerindeki iki sıra konsolların taşıdığı çıkma cephede bir hareketlilik sağlamaktadır Üst kattaki pencereler sivri kemerleriyle cephe görünümünü hareketlendirir Üç sıra testere dişli tuğla saçak cepheyi çatı altından çevrelemektedir

Saint Pierre Hanı
Galatada Bankalar Caddesine paralel olarak uzanan Eski Banka Sokağındadır 1768-1784 yılları arasında İstanbulda Fransız elçisi olarak görev yapan Kont de Saint Priest tarafından Fransız tüccarlarının konaklamaları ve onların bankacılık hizmetlerini buradan yönetebilmeleri için yaptırılmıştır Beş ayrı bölümden meydana gelmiş olan bu hanın tüccarların mallarını depolamaları için yaptırılan iki binası ile bunlara bitişik olan banka ve lojmanı 1771 de, Eski Banka Sokağı ile Galata kulesinin kesiştiği yerdeki bina 1772 de, Voyvoda caddesine dönen köşedeki bina da 1775 de inşa edilmiştir Bu binaların hepsi kesme taştan karğir olarak inşa edilmiştir Gayet sade olan ön cephelerde yuvarlak kemerli pencereler bulunmaktadır Bu cephelere Saint Priestin ait iki tane kontluk arması ile Fransa krallığına ait devlet arması mermer üzerine kabartma olarak işlenmiştir 1863 de Osmanlı Bankası kurulunca ilk yönetim yeri burası olmuştur Bu sırada binanın içinde ve dışında bazı değişiklikler yapılmış ve üçüncü bir kat eklenmiştir Banka buradan kendi yeri olarak yaptırdığı Taksimdeki binasına taşınınca ona ait odalar büro olarak kullanılmıştır Daha sonra “Constantinople Barosu” ve “İtalyan Ticaret Odası” olarak da kullanılan bu han günümüzde birtakım atölye ve imalathaneler tarafından kullanılmakta olup çok bakımsız ve harap bir durumdadır

Hanın ön cephesindeki mermer bir levhada ünlü Fransız şairi Andrè Chènierin burada doğduğu belirtiliyorsa, şairin doğduğu ev hanın yapımından önceki büyük Galata yangınında yanmış olup yangından kurtarılan bu levha sonradan buraya konulmuştur

Serpuş Han
Galatada Perşembe Pazarı Caddesi ile Eski Tay çıkmazının kesiştiği köşededir Üç katlı,avlusuz olan bu han evvelce buradaki bir Ceneviz yapısının üzerinde inşa edildiğini alt kattaki duvar tekniği göstermektedir Dış cephedeki sivri kemerli pencereler,kesme taş ve tuğla hatıllı duvarlar ile çıkmaları, kitabesi olmayan bu yapının 18inci yy a ait olduğunu göstermektedir Odaları birbirine tonozlu sofa ve koridorlar bağlamaktadır 19 uncu yy ın sonunda tüccarlardan başka kitapçıların da burada ticaret yaptıkları ticaret yıllıklarından anlaşılmaktadır

Yelkenciler Hanı
Azapkapıda Tersane Caddesinin deniz tarafındadır 19uncu yy da burada Yelken bezi üretildiği için bu isimle anılmaktadır Kemankeş Mustafa Paşa tarafından yaptırılmıştır Paşanın ölüm tarihi 1647 olduğuna göre 17inci yy eseridir 44 x 15 m ölçüsünde dikdörtgen plânlı olup bir avlu etrafında iki katlı bir yapıdır Katlardaki odalar bugün mevcut olmayan bir revaka açılmakta idi Girişten beşik tonozlu bir koridordan geçtikten sonra avluya geçilir Üst kat son derecede bozularak günümüze gelmiştir

19 uncu yy dan sonra yapılan Hanlar:
Bereket Han
Galatata Bankalar Caddesi ile Galata kulesi sokağı ve Kart Çınar Caddesinin arasındaki adanın ucundadır Galata Cenovalıların idaresi altında iken podestanın ikamet ettiği,1304 de inşa edilmiş olan Cenova sarayı (Palazzo del Comune)nın yerine yapılmıştır Saray 1315 de yanmış 1316 da gotik tarzda yeniden inşa edilmiştir Fetihten sonra da Ceneviz cemaatinin idare merkezi olarak varlığını sürdürmüştür Hanın arka duvarlarında bu saraya ait duvar izleri bulunmaktadır 19 uncu yy da orijinal hali bozularak Francini Hanı diye adlandırılarak han olarak kullanılmaya başlanmıştır 1880 de Voyvoda Caddesinden tramvay yolu geçirilirken hanın ön kısmı yıkılmıştır Yeniden düzenlemeden sonra Bereket Han adını almıştır Avlusu olmayan ve iş hanı olarak inşa edilmiş olan bu yapı beş katlıdır Bankalar Caddesine açılan alt katta iki mağaza,üst katlarda ise birbirleriyle içeriden bağlantılı bir koridor üzerine dizilmiş odalardan meydana gelen bir plânı vardır

Büyük Balıklı Hanı
Galatada Kemeraltı Caddesi ile Aynalı Lokanta,Arşın Çıkmazı ve Leblebici Şadan sokaklarının çevrelediği adadadır Fetihten hemen sonra burada bulunan ahşap bir binada hastahane olarak hizmet ,daha sonra yanan bu bina yenilenmiş ve faaliyetine 1753e kadar burada devam etmiştir Bu tarihte İstanbul Limanına gelen gemilerdeki hasta gemicilerin tedavi edildiği bu hastahane birtakım bulaşıcı hastalıkların şehre yayılmasını engellemek için şehir dışına çıkarılmış ,bina da yıkılmıştır Daha sonra bu hastahane arsasının üzerine Patrik II Yoakim tarafından İstanbulun19uncu yy Rum zenginleri olan Zagforos,Zarifi,Hacopulo,
Kasonova,Rali ve Koronosun bağışlarıyla 1875 de Balıklı Rum Hastahanesine akar olmak üzere Mimar Ariditi Razinin projesi ile bu han yapılmıştır Günümüzde de Balıklı Rum Hastahanesinin Vakfıdır Avluyu çevreleyen bir duvardaki kitabede de yapılış tarihi olan 1875 yazılıdır Ortasında avlusu olan dikdörtgen planlı bu han zemin ile birlikte dört katlıdır Zemin katta biri avluya diğeri ise sokağa açılan iki dükkan sırası bulunmaktadır Üst katlardaki odalar avluyu çepeçevre çeviren bir koridor üzerindeki yuvarlak kemerli revaklara açılmaktadır
Neo-Klasik üsluptaki bu hanın avlusundaki mermer fıskiyeli bir havuz bulunmaktadır Han odaları içeriden demir dışarıdan cam-ahşap kanatlı kapılarla revaklara açılmaktadır Odaların sokağa bakan pencereleri içeriden basık kemerlidir

Generali Han
Bankalar Caddesi,Bereketzade Medresesi ve Billur Sokakların arasındaki adaya kaplayan bu han 1900 lü yılların başında Sigorta Şirketi olan “Assikurazioni Genarali” tarafından Mimar G Mongeriye yaptırtılmıştır Bir zemin kat üzerine beş kat olarak inşa edilmiş bu hana sonradan bir kat daha ilave edilmiştir Kesme taş kaplı olan dört cephesi de sütun,kemer silmelerle hareketlendirilmiş olup Barok mimarinin en güzel örneklerinden birini gösterir Çifte sütunların ve üzerlerindeki yarım yuvarlak kemerlerle bölünen cephede iki katlı dikdörtgen pencereler muntazam olarak bir birlik içinde sıralanmıştır Cephedeki giriş Art-Nouveau tarzında,iki yivli payenin çevrelediği yuvarlak bir kemerin içindeki bitki motifleri ile bezenmiş demir bir kapı ile sağlanmaktadır

Alıntı Yaparak Cevapla

İnceden İnceye İstanbull

Eski 11-04-2012   #44
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İnceden İnceye İstanbull



İstanbul Müzeleri 2

Yıldız Sarayı Müzesi (Beşiktaş)



İstanbul ili Beşiktaş ilçesinde bulunan Yıldız Sarayı, deniz kıyısından başlayarak, kuzeye doğru yükselen tüm yamaçları ağaçlarla kaplı 500000 m2 yüzölçümü olan koruluk ve bahçeler içerisindeki köşklerden, saraylardan ve çeşitli yapılardan meydana gelmiştir Sarayın bulunduğu “Hazine-i Hassa”ya kayıtlı bu arazi Kanuni Sultan Süleyman döneminden beri padişahlar tarafından av sahası olarak kullanılmaktaydı

Bu araziye ilk kasrı Sultan I Ahmet (1603–1617) yaptırmıştır Sultan IV Murad (1617–1640) bu alana avlanmaya geldiğinde bu kasırda dinlenmiştir Bunun ardından XVIII yüzyılda önce Sultan III Selim (1789–1807) annesi Mihrişah Sultan için bir başka kasır daha yaptırmış ve bu kasra Yıldız ismini vermiştir Bunun yanı sıra sarayın iç bahçesine de rokoko üslubunda bir çeşme eklemiştir Sultan III Selimden sonra Sultan II Mahmud (1808–1839) Yıldız Sarayı bahçesinde düzenlenen ok atışları ve güreş oyunlarını seyretmek için buraya gelmiştir Bu nedenle de 1834–1835 yıllarında yeni bir köşk yaptırarak çevresine yeni bir bahçe düzenlemiştir Sultan IIMahmud “Asakir-i Mansure-i Muhammediye” ismi ile kurduğu yeni ordusunun talimlerini Yıldız Sarayı bahçesinde yaptırmış ve onları izlemiştir Sultan II Mahmudun oğlu Sultan Abdülmecid (1839–1861) burada yapılmış olan köşkleri yıktırmış ve onlardan daha güzel olan “Kasr-ı Dilküsa” isimli köşkü 1842 yılında annesi Bezm-i Alem Valide Sultan için yaptırmıştır Sultan Abdülazizin (1861–1876) ise, Osmanlı İmparatorluğunda bir yüzyılı aşkın süre mimari yapıları ile hâkim olan Balyan ailesine Büyük Mabeyn Köşkünü yaptırmış ardından dış bahçede Malta ve Çadır Köşkleri ile asıl sarayı oluşturan Çit Kasrını onlara eklemiştir Böylece Yıldız Sarayı, Osmanlı padişahlarının yaptırmış olduğu köşklerle saray kompleksine dönüşmüştür



Sultan Abdülazizin tahttan indirilmesinden sonra yerine geçen Sultan V Murad (1876) üç aylık saltanatını Yıldız Sarayında sürdürmüştür Sultan Muradın akli dengesizliğinden ötürü tahttan indirilmesinden sonra kardeşi Sultan II Abdülhamid (1876–1909) Dolmabahçe Sarayının deniz kıyısında bulunması ve sarayın herhangi bir ayaklanmada denizden kuşatılma olasılığını göz önünde bulundurarak Yıldız Sarayına taşınmıştır

Bundan sonra sarayın yeniden yapılanmasına başlanmış, çevredeki araziler satın alınarak bugün Yıldız Parkı denilen dış bahçeler genişletilmiş ve bunun içerisinde de yeni imar çalışmaları yapılmıştır Böylece saray bahçeleri ile birlikte 80 dönümlük bir araziye yayılmıştır Yıldız Sarayı Hümayunu ismi verilen bu yapı topluluğunda sultanların, şehzadelerin ikamet olarak kullandıkları, resmi görevlilerin görev yaptıkları köşkler, tiyatro, müze, kitaplık, eczane, hayvanat bahçesi, mescit, hamam, tamirhane, marangozhane, demirhane, kilithane gibi çeşitli yapılar bulunuyordu Ayrıca sarayın hemen dışında da Osmanlı IOrdusuna bağlı bir hassa tümeni de konuşlanmıştı

Sultan Abdülhamidin tahttan indirilmesinden sonra yerine geçen Sultan Mehmet Reşat (1909–1918) buradaki Hususi Daire denilen köşkün Dört Mevsim Salonunda ameliyat edilmiştir Sultan VI Mehmet Vahdettin ise (1918–1922) Dolmabahçe Sarayında ikamet etmiş zaman zaman da Yıldız Sarayına gelmiştir



Yıldız Sarayı Avrupa şehircilik ve saray kompleksine göre biçimlendirilmiştir Sarayda birbirini izleyen avlular, bu avluların çevresinde yapılar sıralanmıştır Oldukça geniş bahçenin çevresinde de küçük köşkler, tiyatro, kütüphane sıralanmıştır Sarayın IAvlusunda Büyük Mabeyn Köşkü, Yaveran Dairesi, Çit Kasrı, Silahhane, Marangozhane bulunmaktadır Sarayın II Avlusunda ise Harem binalarının yanı sıra kültürel ve sanatsal yapılar bulunmaktadır Has Bahçe adı ile bilinen yerdeki Harem Dairesinden başlayan saray Cihannüma Köşküne kadar devam etmektedir İç Bahçenin değişik yerlerine birbirlerinden bağımsız, Ata Köşkü, Kameriye Köşkü ve Cihannüma Köşkü gibi köşkler yapılmıştır

Sarayın en görkemli yapısı olan Abdülazizin Balyan ailesine yaptırdığı Büyük Mabeyn Köşkünün yanında Seyir Köşkü ve Çit Kasrı, onların karşısında da Yaveran Dairesi bulunmaktadır

Osmanlı İmparatorluğunun sona ermesinden sonra saray uzun süre terk edilmiş, bir süre Harp Akademileri binası olarak kullanılmıştır Bu arada sarayın bazı bölümleri TBMM Milli Saraylar Daire Başkanlığına, İslam Tarih Sanat ve Kültür Araştırma Merkezine (IRCICA) Yıldız Üniversitesine bağlanmış bir bölümü de 1978 yılında Kültür Bakanlığına devredilmiştir

Kültür Bakanlığı sarayda müzecilik çalışmalarına başlamış, Yıldız Sarayı Müze Müdürlüğünü kurmuş ve ardından Saray Tiyatrosu yeniden düzenlenerek 6 Ocak 1994te açılmıştır Bunu Sahne Sanatları Müzesi izlemiş, 8 Nisan 1994te de Yıldız Sarayı Müzesi ziyarete açılmıştır

Sarayın önemli yapılarından Sultan II Abdülhamitin özel marangozhanesinde Yıldız Sarayı Müzesi kurulmuştur Bu bölüm dikdörtgen planda, 90 m uzunluğunda olup, duvarlara bitişik ahşap kirişlerin yardımı ile üzerini örten tavan desteklenmektedir Sultan II Abdülhamit dönemine ait eski fotoğraflarda bu bölümün bir ara müze olarak kullanıldığı da anlaşılmaktadır Müze içerisindeki eserlerin bir bölümü Topkapı Sarayı Müzesinden buraya getirilmiştir



Yıldız Sarayı Müzesinde Sultan II Abdülhamitin yaşamı ile ilgili anılara yer verilmiştir Bunların yanı sıra padişahın kullandığı giysiler, fincan, tütün tabakası, kılıç, kırbaç ve yabancı devlet ricali tarafından Ona hediye edilen eşyalar bulunmaktadır Ayrıca iyi bir marangoz olan Sultan II Abdülhamitin kullanmış olduğu marangozlukla ilgili araç ve gereçler de burada sergilenmektedir Yıldız Sarayı binalarına, özellikle Mabeyn Köşküne ait mobilyalar ve dekoratif eşyalar da burada bulunmaktadır Yıldız Sarayı için sarayın dış bahçesinde kurulan saray mimarı DAranconun yapmış olduğu fabrikada saray için üretilen damgalı, tarihli ve bazılarında da Sultan II Abdülhamitin tuğrası bulunan Yıldız Sarayı porselenleri de sergilenmektedir Bu koleksiyonların arasında Sultan II Abdülhamitin portresinin olduğu fincan takımları da bulunmaktadır Ayrıca müzede Sultanahmetteki III Ahmet Çeşmesinin sedef kakmalı maketi, Abdülhamitin faytonu da teşhir edilmektedir

Yıldız Sarayı Müzesi yönetiminde Osmanlıdan günümüze ulaşan tek saray tiyatrosu olan Yıldız Saray Tiyatrosu da ayrı bir bölüm olarak ziyarete açılmıştır Sultan II Abdülhamit tarafından Vasilaki Kalfanın oğlu Yankoya 1889 yılında yaptırılan tiyatro bezemesi ile dikkati çekmektedir Avrupa tiyatro ve opera binalarının küçük bir kopyası olan dikdörtgen planlı olan bu tiyatronun duvarları kalem işleri, tavanı da altın yaldızlı yıldız motifleri ile bezenmiştir Salonun üst tarafında ortada padişahın olmak üzere balkon localarla çevrilmiştir



Günümüzde tiyatronun fuayesinde sayıları 400e yaklaşan tarihi sahne kostümleri bir koleksiyon halinde sergilenmektedir

Yıldız Sarayı Tiyatrosunun yanında bulunan Gedikli Cariyeler Dairesi Sahne Sanatları Müzesi olarak 1987 yılında açılmıştır Bu küçük müzede Türk tiyatro tarihi ile ilgili, her biri arşiv değerinde belgeler, fotoğrafların yanı sıra ünlü sanatçıların kişisel eşyaları, orta oyununa ait belge ve objeler, gölge oyunu ile ilgili figürler ve onların yapımında kullanılan araç ve gereçler sergilenmiştir Ayrıca sahne kostümleri, dekorlar, tasarımlar ve dekor maketleri de burada bulunmaktadır Bu kostüm tasarımları arasında NPerof gibi ünlü tasarımcıların yapmış olduğu sahne tasarımları da bulunmaktadır

Yıldız Sarayında, Sultan II Abdülhamit döneminde saray hizmetkârlarının yemekhanesi olarak yaptırılmış olan ve daha sonraki yıllarda silahhaneye dönüştürülen tek katlı, dikdörtgen planlı yapı ise Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından çeşitli kültürel faaliyetlerde kullanılmak üzere kiralanmaktadır

Yıldız-Beşiktaş/İstanbul
Tel : (0212) 258 30 80
Faks : (0212) 258 30 85

İstanbul Hisarlar Müzesi (Sarıyer)

İstanbul Hisarlar Müzesi Müdürlüğü merkezi Rumeli Hisarı olmak üzere Anadolu Hisarı ve Yedikule Hisarından meydana gelmişti Rumeli Hisarı Topkapı Sarayı Müzesine bağlı yönetilirken 1952–1958 yıllarında Topkapı Sarayı Müzesinin kontrolü altında onarılmış ve 1968 yılında ayrı bir müdürlük haline getirilmiştir Onarım çalışmaları Topkapı Sarayı Müzesi Müdür Yardımcısı Elif Naci başkanlığında, belirli aralıklarla YMimar Cahide Tamer, YMimar Mualla Anhegger (Eyüboğlu) ve YMimar Selma Emler tarafından yapılmıştır Yedikule Hisarı ile Anadolu Hisarı da bu dönemde onarılarak Hisarlar Müzesi Müdürlüğüne bağlanmıştır Günümüzde Hisarlar Müzesi Müdürlüğü; Rumelihisarı, Anadoluhisarı ve Çengelköydeki Vahdettin Köşkünden meydana gelmiştir

Bu müze anıt-müze olduğundan teşhir salonları ve depoları bulunmamaktadır Yalnızca Rumelihisarının giriş avlusunda Halil Paşa Kulesinin önünde XVIII-XIX yüzyıl toplar, gülleler ile Bizanslıların Haliçe gerdiği zincirin bir parçası bulunmaktadır

Rumeli Hisarı (Boğazkesen Kalesi) (Sarıyer)



Rumeli Hisarı Fatih Sultan Mehmet tarafından İstanbulun fethinden önce, 30000 m2lik bir alana yapılmıştır Hisarın yapımına 1451–1452 yıllarında başlanmıştır Rumeli Hisarı Boğazın en dar ve akıntılı yerinde Yıldırım Beyazıtın yaptırmış olduğu Anadolu Hisarının tam karşısında yapılmıştır Kalenin yapılmasındaki amaç, İstanbul kuşatması sırasında Karadenizden gelecek yardımları önlemek idi Nitekim 1452 yılında buradan geçen ve yapılan ikazlara aldırmayan Kaptan Antonio Rizo kumandasındaki bir Venedik kalyonu batırılmıştır Fatih Sultan Mehmet bu kaleyi yaptırarak kuşatma sırasında arkasını da emniyete almayı düşünmüştür

Fatih Sultan Mehmetin vakfiyesinde bu hisarın ismi Kule-i Cedide, Neşri tarihinde Yenice Hisar, Aşıkpaşa ve Nişancı tarihlerinde de Boğazkesen Hisarı olarak geçmiştir Tarihçi Dukastan öğrenildiğine göre; Fatih Sultan Mehmet 1451 kışının başında egemenliği altındaki yöneticilere gönderdiği emir ile bölgelerindeki bütün usta ve işçilerin burada toplanmasını istemiştir Hisarın yapımına 1452 yılı Mart ayının sonunda başlanmış ve 139 gün gibi çok kısa bir sürede bitirilmiştir Kalenin yapılmasına başlanması üzerine Bizanslılar kaleyi ele geçirmeyi düşünmüşlerse de Fatih Sultan Mehmet onlara gönderdiği haberle kaleyi Karadeniz ile Akdeniz arasındaki korsanlara karşı yaptırdığını belirtmiştir Bizans askeri yönden de zayıf olduğundan kalenin yapılmasına göz yummuştur



Kalenin yapımda kullanılan keresteler İzmit ve Karadeniz Ereğlisi'nden; taşlar Anadolu'nun değişik yerlerinden ve devşirme mimari parçalar çevredeki harap Bizans yapılarından elde edilmiştir Rumeli Hisarı üçü büyük biri küçük dört kule ve bunları birbirlerine bağlayan sur duvarlarından meydana gelmiştir Kulelerden deniz kıyısında olanı Çandarlı Halil Paşa, kuzeydeki Saruca Paşa, güneydeki de Zağanos Paşa tarafından yaptırılmıştır

XVIII yüzyılda İstanbula gelen gezgin Tournefort bu kulelerin üzerlerinin kurşun külahlarla kaplı olduğunu belirtmiştir Ayrıca Mellingin yapmış olduğu gravürlerde de aynı şekilde kulelerin üzerinin sivri birer külahla örtülü olduğu gösterilmiştir Sonraki yıllarda yapılan Allomun gravürlerinde ve Miss Pardoenin gravürlerinde bu külahlara değinilmemiştir

Rumeli Hisarının Dağ Kapısı, Hisarpeçe Kapısı, Dizdar Kapısı ve Sel Kapısı denilen dışarıya açılan dört ana kapısı bulunmakta olup, bir de Meyyit Kapısı (Cenaze Kapısı) bulunmaktadır Kuleleri birleştiren surlardaki seğirdim yollarına on sekiz yerden merdivenlerle çıkılmaktadır
Çandarlı Halil Paşa Kulesi on iki köşeli, içeriden sekiz katlıdır Kulenin içerisi yuvarlak olup, dış çapı 2380 m duvar kalınlığı 7 m yüksekliği de 35 m dir Kulenin giriş kapısı iç avluya açılmaktadır Kulenin dışarısında satrançlı kufi yazı ile Allah ve Muhammed yazılıdır Bu kulenin önünde Hisarpeçe denilen ayrı bir sur duvarı ve bir de kapısı bulunmaktadır İlk yapımında Hisarpeçe önünde bir iskele olduğu sanılmaktadır



Kıyıdan bakıldığında sol tarafta, deniz seviyesinden 57 m yüksekliğindeki Zağanos Paşa Kulesi bulunmaktadır Kesme taştan yuvarlak olan bu kulenin çapı 2670 m dir Kule ortasındaki yuvarlak ve boş alan 1470 m çapında 25 m yüksekliğinde, duvar kalınlığı da 7 m dir İçten dokuz katlı olan kulenin katları ahşap olduğundan günümüze gelememiştir Her katta duvarların içerisine beşik tonozlu hücreler yerleştirilmiştir Üst kısımda ise burcu çevreleyen bir devriye yolu bulunmaktadır Kulenin korkulukları mazgallıdır

Kuleye ilk girişte helezoni bir merdivenle doğrudan doğruya dördüncü kata çıkılmaktadır Kulenin kuzeyinde Dağ Kapısı, doğusunda da Sel Kapısı bulunmaktadır Kulenin ana duvarında Arapça yapım tarihlerini belirten iki kitabe bulunmaktadır Kitabelerde kuleyi yaptıran Zağanos Paşanın ismi yazılıdır

Kitabe:
”Bu sarp ve yüksek kalenin inşaasını Sultanüazâm ve Hakan el-muazzam Muhammed bin Murad Han emretti: Onun memleketi ve kulu ve mükerrem veziri Zağanos Paşa bin Abdullah hakkındaki lûtfu ilânihaye payidar olsun856 senesi Recep ayında tamam oldu h 856 (1452)

Deniz kıyısından bakıldığında sağ tarafta bulunan Saruca Paşa Kulesi denizden 43 m yüksekliktedir Kulenin dıştan çapı 2380 m orta boşluğunun çapı 980 m duvar kalınlığı da 7 m dir Kulenin tüm yüksekliği 28 m dir Kule içerisinde bulunan ahşap katlar günümüze gelememiş, ancak duvarlar üzerindeki izlerden her katta bir ocak bulunduğu anlaşılmaktadır İçerisindeki katları belirten izler Zağanos Paşa Kulesinde olduğu gibi burada da görülmektedir Kulenin yapımından sonra buraya bir kitabelik konulmuş ancak kitabe yazılmamıştır



Saruca Paşa Kulesi ile Zağanos Kulesi ve Halil Paşa kuleleri arasındaki arazi eğimli ve inişli çıkışlı olduğundan sur duvarları da buna uydurulmuştur Ayrıca Saruca Paşa ile Zağanos Paşa kuleleri arasında beş küçük burç bulunmaktadır

Kale, İstanbulun fethinden sonra Boğazın kontrolünü üstlenmiş, sonra da hapishane olarak kullanılmıştır İşkodra Seferi sonrasında gözden düşen Vezir Gedik Ahmet Paşa bir süre burada hapsedilmiştir

Rumeli Hisarı 1509 depreminde zarar görmüş ve sonra onarılmıştır XVIII yüzyılın ikinci yarısında yangın geçirmiş, Sultan III Selim zamanında (1789–1807) onarılmış ve kendi haline bırakılmıştır Bundan sonra halkın kale içerisine yerleşmesine izin verilmiştir Önceleri yalnızca kale dizdarı ve muhafızların oturduğu avludaki evlere yeni ilaveler yapılmış ve burası yerleşime açılmıştır

Fatih Sultan Mehmet devrinde küçük bir mescit yapılmış, ancak zamanla harap olmuştur Günümüzde bu mescidin bulunduğu yerde sahne platformu bulunmaktadır Yalnızca mescidin minaresi ayaktadır Caminin bulunduğu yerin altında ise büyük bir su sarnıcı, avlunun çeşitli yerlerinde de üç ayrı çeşmesi vardır

Evliya Çelebi biraz abartılı olarak burada 150 ev olduğundan bahsetmiştir XIX yüzyılın ikinci yarısında kale içerisinde “Hisariçi Mahallesi” kurulmuştur Bu mahalle 1953 yılında yapılan kalenin restorasyonu sırasında kamulaştırılarak yıkılmıştır

Alıntı Yaparak Cevapla

İnceden İnceye İstanbull

Eski 11-04-2012   #45
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İnceden İnceye İstanbull



Anadoluhisarı (Beykoz)


İstanbul Boğazı ile Göksu (Aretas) Deresinin Boğaza karıştığı yedi dönümlük, denize doğru uzanan alanda bulunan bu kale çevreye ismini vermiştir Anadoluhisarı, ileri bir karakol olarak Yıldırım Beyazıt tarafından 1395 yılında yaptırılmıştır Kalenin bulunduğu alanda yapılan araştırmalarda daha eskiye yönelik kalıntılara rastlanmamıştır

Yıldırım Beyazıtın bu kaleyi yaptırmasındaki amaç Boğaz geçişlerini kontrol altına almak ve Göksu Vadisine girişi de önlemek idi Nişancı Mehmet Paşa tarihinde Güzelcehisar olarak ismi geçen bu kaleye Gözlücehisar ismi de yakıştırılmıştır Nişancı Mehmet Paşa tarihinde kalenin yapım tarihi 1394–1395 olarak belirtilmiştir Fatih Sultan Mehmet dönemi tarihçilerinden Tursun Bey buradan Yenihisar veya Yenicehisar olarak söz etmiştir Hoca Sadettin Efendi de buraya Akçahisar olarak değinmiştir Aşıkpaşazâde tarihinde bu kalenin yapılışı ile ilgili bilgiler bulunmaktadır:

“Yıldırım Beyazıt, Kocaelinden geçerek, İstanbula doğru geldi (1390–91) ve Şile Kalesini alan Yahşi Beyi gönderdi Sultan Boğazkesen üzerinde Güzelce Hisar adlı bir şato yaptırdı

Yıldırım Beyazıt ile Timur arasında 1402de yapılan Ankara Savaşından sonra kale Osmanlı yönetiminde kalmıştır Bu dönemde Osmanlı Beyliği dağılma aşamasına geldiğinden Süleyman Çelebi Bizansın desteğini sağlamak amacı ile İstanbula yakın olan Kartal, Pendik gibi yerler Bizansa geri verilmiş, ancak kalenin bu dönemdeki durumu bilinmemektedir Bazı kaynaklarda Süleyman Çelebinin bir süre burada kaldığı da belirtilmektedir

Fatih Sultan Mehmet Rumelihisarını yaptırırken Anadoluhisarının çevresini de bir Hisarpeçe ile çevirmiştir Bu duvarın arkasına yerleştirilen toplar ile de Boğazdan geçen gemilere gerektiğinde ateş açılması sağlanmıştır

İstanbulun fethinden sonra bu kalenin işlevi bitmiş ve bir süre suçlu Yeniçeriler için hapishane olarak kullanılmıştır XVII-XVIII yüzyıllarda bir süre Boğaza yönelik kazak akınlarının önlenmesinde kullanılmış, daha sonra Boğaz girişindeki kale ve istihkâmların yapılması ile de önemini yitirmiştir



XVI yüzyılda hisar ve çevresinde görevli askerlerin ve ailelerin yerleşmesi ile burası küçük bir mahalle konumuna gelmiştir Fatih Sultan Mehmet döneminde hisarın önüne küçük bir mescit yapılmış ve burası Anadoluhisarı Mescidi Mahallesi ismi ile eski kayıtlara geçmiştir

Evliya Çelebi burada 1080 ev, 7 mektep, 20 dükkân, namazgâh ve mescitten oluşan bir mahalle olduğunu ve Üsküdar Subaşılığının kontrolünde bulunduğunu yazmıştır Osmanlı İmparatorluğunun sonlarına doğru hisarın etrafı yalı ve saraylarla doldurulmuştur

Anadoluhisarı Osmanlı mimarisinde kale mimarisine göre yapılmıştır İlk yapımında kare planlı bir kule ve bunu çevreleyen duvarlardan meydana gelmiştir O dönemde kalenin bulunduğu yer kayalık bir burun olduğundan denizin sur duvarlarına kadar geldiği sanılmaktadır Göksu Deresinin getirdiği alüvyonlar daha sonra arazi konumunu değiştirmiş, kalenin duvarlarının çevresi dolmuş ve kale iç kısımda kalmıştır

Anadoluhisarı dört ayrı bölümden meydana gelmiştir Bunlar Asıl Kale (İç Kale), İç Kale duvarı, Dış Kale duvarı ve Dış Kale duvarındaki kulelerdir Asıl Kale bazı yerlerde toprakla düzleştirilerek kayalık üzerine oturtulmuştur Kare planlı ve oldukça yüksek bir yapıya sahiptir Duvarların üzerindeki kirişlere ait çukurlardan kalenin üç katlı bir şato görünümünde olduğu anlaşılmaktadır Üst örtüsünün ne şekilde olduğu tam olarak anlaşılamamıştır Mellingin gravürleri ile Pertusier Atlasında kurşun örtülü sivri külahlı olduğu görülmektedir İstanbula 1830 yılında gelen Thomas Allomun gravürlerinde ise hisar çatısız olarak görülmektedir Bu da gösteriyor ki, kalenin külahı 1830 yılından önce yıkılmıştır

Kalenin taş blok ve tuğlalardan oluşmuş duvar kalınlığı 2–3 m arasında değişmektedir Buraya yapılacak muhtemel bir saldırının kuzeyden gelme olasılığı göz önünde bulundurularak bu yöndeki duvarlar daha kalın tutulmuştur Giriş İç Kale duvarından birinci kata atılan asma bir köprü ile sağlanmıştır Ayrıca batı duvarlarına oyulan taş merdivenlerle zemine, ahşap merdivenlerle de üst katlara geçiş sağlanmıştır Sonraki yıllarda bu giriş değiştirilmiş, kalenin güney-batı duvarlarına yeni bir kapı açılmıştır Kalenin üst katında mazgallar ve istihkâm siperleri bulunmaktadır Sur duvarlarını içeriden 1,5 m genişliğinde bir yol çepeçevre dolaşmaktadır İç Kale duvarları 2–3 m kalınlığında olup, kuzey-batı ve kuzey-doğu köşelerinden Asıl Kaleye bağlanmaktadır Ayrıca mazgallı duvarların köşelerine de dörder nöbetçi kulesi yerleştirilmiştir



İç Kaleden sonra yapılmış olan Dış Kale duvarları tamamen kesme ve moloz taştan yapılmıştır Duvar örgü sistemini büyük taş dizilerinin aralarına dizilen küçük taşlar oluşturmuştur İç Kale duvarlarına göre daha ince olan Dış Kale duvarları İç Kaleye güney-doğu ve kuzey-doğu köşelerinden bağlanmıştır Mazgallı korkuluklarla sonuçlanan Dış Kale duvarlarının üç köşesine de silindirik, yarım yuvarlak ve at nalı biçiminde üç kule yerleştirilmiştir

Dış Kale duvarlarında bulunan kuleler kendi aralarında at nalı, yarım yuvarlak ve silindirik olmak üzere üç tanedir At nalı şeklindeki kulelerin çapı 475 m olup, kalınlığı 2 m dir Büyük olasılıkla denizi kontrol altında tuttuğundan ötürü de bu duvarlara mazgallar yerleştirilmiştir Buna benzer olan yarım yuvarlak kule 7,5 m çapında olup, ahşap kirişlerle dört kata ayrılmıştır Ahşap merdivenlerin birbirine bağladığı katlarda mazgal delikleri, iç kısımlarda ise dikdörtgen ve yarım daire şeklinde kapı ve pencere izleri görülmektedir Bu kulelerin eteklerinde taş tuğla sıraları ile aralarındaki balık kılçığı biçiminde tuğla örgüler dikkati çekmektedir Surun kuzey köşesinde kayalık tepe üzerinde bulunan mazgallı, silindirik kule ise 6 m çapında ve üç katlıdır

Cumhuriyetin ilanından sonra Anadoluhisarı İstanbul Belediyesi tarafından onarılmış, bu arada ortasından geçirilen Üsküdar-Beykoz karayolu kalenin bir bölümünün yıkılmasına ve özelliğini kısmen de olsa yitirmesine neden olmuştur Bu yol yapımı sırasında çevresindeki kaleye bitişik evler kamulaştırılarak yıkılmış ve kalenin kalan kısımlarının ortaya çıkması sağlanmıştır

Günümüzde Kültür ve Turizm Bakanlığı yönetimindeki Hisarlar Müzesi Müdürlüğüne bağlıdır Bakanlık tarafından 1992–1993 yıllarında acil onarımları yapılmıştır Ziyarete kapalı olan kale Hisarlar Müzesi Müdürlüğünden alınan izinle gezilebilmektedir

Anadoluhisarı, Beykoz-İstanbul

Yedikule Hisarı (Fatih)



İstanbul Fatih ilçesinde bulunan Yedikule Hisarı Bizans İmparatoru IITheodosios (408-450) döneminde yapılan Bizans kara surlarının en önemli giriş kapısı olan Porta Aurea (Altın Kapı) arkasında İstanbulun fethinden dört yıl sonra 1457-1458 yıllarında Fatih Sultan Mehmet tarafından İç Kale olarak yaptırılmıştır

Altın Kapının iki pilonu ve aynı sıradaki iki burcundan yararlanılarak üç kulesi olan bir sur eklenmiş ve beşgen şeklinde yedi kuleli bir kale meydana getirilmiştir Kalenin yapımı sırasında Bizans surlarının üç geçidi kapatılmış ve önündeki köprü de yıkılmıştır Buradaki Altın Kapı önünde bulunan kabartma plakalardan 12 tanesinin 1620 yılına kadar yerinde durduğu İngiliz Elçisi Sir ThRoeden öğrenilmektedir Bir süre sonra da kaybolan bu plakaların ne olduğu bilinmemektedir

Semte ismini veren Yedikule Hisarı düz bir arazide beşgen bir kale olarak yapılmış, üç köşesine üzerleri yüksek pramidal külahlarla örtülü üç büyük kule eklenmiştir Bu kulelerin arası yarım yuvarlak ve biri de köşeli altı küçük burç ile takviye edilmiştir Ayrıca Altın Kapının dışında kule ile korunan bir kapı ve onun kuzeyine de küçük bir kapı daha eklenmiştir Bu küçük kapının üzeri sonradan örülerek kapatılmıştır Büyük kulelerden kuzeydoğudaki yuvarlak olanı ”Hazine veya Darı”, güneydoğudaki “ Kız (Top) Kulesi”, ortadaki prizma şeklindeki ise “Zından Kulesi” olarak isimlendirilmiştir Bu kule bir süre hapishane olarak kullanıldığından buradaki tutukluların duvarlara yazdığı yazılardan ötürü de “Kitabeler Kulesi” olarak anılmıştır Kule içten 13 m çapında, dıştan sekiz kenarlı poligonal şekildedir İçerisi ahşap kirişlere tutturulmuş katlara ayrılmıştır En üst katta mazgallı bir devriye yolu vardır Dik bir merdivenle çıkılan kulenin üzerinde bir sahanlık, buradan da ayrı bir merdivenle diğer katlara inilmektedir Bu kulenin yapımına Sultan III Ahmet (1703–1730) zamanında başlanmış ve Sultan III Osman (1754–1757) zamanında tamamlanmıştır Kulenin dış duvarlarındaki onarım kitabesinde h 1163 (1749) tarihi ile “Mâşâllâhı teâlâ-Yüce Tanrının izniyle” yazılıdır



Güneydeki “Küçük Kule” adı ile tanınan burç 1766 depreminde yıkılmış ve daha sonra yenilenmemiştir Günümüzde bu burca ait kalıntılar hendek seviyesinde görülmektedir

Giriş kapısının üzerindeki “Bayrak Kulesi”nin iki tarafında muhafız odaları bulunmaktadır Bu kulenin duvar kalınlığı 5 m olup, yuvarlak mekânın çapı ise 950 m dir Kulelerin içerisine kapılardan girilmektedir Buradaki geçitlerden rampa ve merdivenlerle kulenin katlarına çıkılmaktadır

Fatih Sultan Mehmetin vakfiyesinden öğrenildiğine göre; kalenin yapımını bitirdikten sonra içerisine dikdörtgen planlı, ahşap çatılı küçük bir mescit eklemiştir Mescit 1813 yılında onarılmış, 1905 yılında yıkılmış, yakın tarihlere kadar da minare kaidesi gelebilmiştir Darüssaade Ağası Beşir Ağa bu mescidin yanına bir sıbyan mektebi yaptırmıştır Mescidin yanındaki kitabesiz çeşme de yakın tarihlerde onarılmıştır Sonraki yıllarda buraya yapılan evlerle Yedikule Hisarı bir mahalle konumuna gelmiştir

Yedikule Hisarı 1700lü yıllarda onarılmış, 1754 depreminde poligonal kule yıkılmış ve yeni baştan yapılmışsa da 1766 depreminde yine zarar görmüştür Yedikule zindan olarak kullanılmış, Aksaray ile Yedikuleyi de kapsayan 1782 yangınında çevresindeki yapılarla birlikte yanmış ve içerisindeki tutuklular da yanarak ölmüştür



Yedikulenin 1831de zindan olarak kullanılmasına son verilmiş, Topkapı Sarayı önündeki Aslanhaneye ait heykeller buraya getirilmiştir Bundan sonra kale ve Altın Kapı bir kez daha onarılarak Baruthane olarak kullanılmıştır 1878de Maarif Nezaretine tahsis edilmiş ve içerisine kız okulu yapılmış ancak, buradaki eğitim fazla sürmemiş ve 1895te Müze-i Hümayuna bağlanmıştır Kale içerisindeki toplar da Askeri Müze olarak kullanılan Aya İrininin bahçesine götürülmüştür Harbiyedeki Askeri Müze açıldıktan sonra bu toplar oraya taşınmıştır Yedikulenin bahçesinde taş top güllesi, mermer sütun başlığı, sütun parçası ve pişmiş toprak küp gibi toplam 17 parça eser açık-teşhirde yer almaktadır

Yedikule Hisarı ve Altın Kapının son onarım ve restorasyonu YMimar Cahide Tamer tarafından 1958–1970 yılları arasında yapılmıştır Bundan sonra Hisarlar Müzesi Müdürlüğüne bağlı olarak 1985te ziyarete açılmıştır Günümüzde Yedikule kültür ve sanat merkezi olarak kullanılmakta olup, STİ Vakfına tahsis edilmiştir

Kale Meydanı Caddesi No: 4 Yedikule
Fatih-İstanbul
Tel: (0212) 585 89 33
(0212) 584 40 12

Alıntı Yaparak Cevapla
 
Üye olmanıza kesinlikle gerek yok !

Konuya yorum yazmak için sadece buraya tıklayınız.

Bu sitede 1 günde 10.000 kişiye sesinizi duyurma fırsatınız var.

IP adresleri kayıt altında tutulmaktadır. Aşağılama, hakaret, küfür vb. kötü içerikli mesaj yazan şahıslar IP adreslerinden tespit edilerek haklarında suç duyurusunda bulunulabilir.

« Önceki Konu   |   Sonraki Konu »


forumsinsi.com
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
ForumSinsi.com hakkında yapılacak tüm şikayetlerde ilgili adresimizle iletişime geçilmesi halinde kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde gereken işlemler yapılacaktır. İletişime geçmek için buraya tıklayınız.