Geri Git   ForumSinsi - 2006 Yılından Beri > Eğitim - Öğretim - Dersler - Genel Bilgiler > Eğitim & Öğretim > Tarih / Coğrafya

Yeni Konu Gönder Yanıtla
 
Konu Araçları
bilgi, geniş, gizemleri, hakkında, tarihin

Tarihin Gizemleri / Tarihin Gizemleri Hakkında Geniş Bilgi

Eski 08-16-2012   #46
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Tarihin Gizemleri / Tarihin Gizemleri Hakkında Geniş Bilgi



Troya Savaşı Efsanesi

Zaman: İÖ 13 yüzyıl?
Mekân: Çanakkale'nin güneyi

Zeus bize ünü sonsuza kadar sürecekse de gelmesi çok uzun süren ve yerine getirilmesi çok uzun sürecek olan bu alameti gönderdi Yılan sekiz yavruyu ve onları yumurtlayan serçeyi yedi ki bu dokuz eder ve biz de Troya'da dokuz yıl savaşacağız ama onuncu yılda kenti alacağız HOMEROS, İÖ YAKLAŞIK 750

Troya Savaşı Efsanesi üç güzel kadın arasındaki rekabet hikayesiyle başlar: Zeus'un karısı Hera ve kızları Aphrodite ve Athena Aralarındaki kıskançlık ölümlü Kral Peleus ile yeni karısı deniz perisi Thetis'in düğünlerinde başlamıştı Uyumsuzluk tanrıçası Eris kutlamaya altın bir elma getirmiş ve bunun oradaki "en güzel kadına" bir armağan olduğunu söylemişti

Hera, Aphrodite ve Athena elmanın ve unvanın kendilerine ait olduğunu iddia ettiler Eris hiç de masumane olmayan bir öneride bulundu: Ailesindeki kadınlardan hangisinin elmayı hak ettiğine Zeus karar verecekti Zeus akıllılık edip bu görevi Troya kralı Priamos'un oğlu Paris'e aktardı

Hera kendisini seçtiği takdirde Paris'e akıllara hayallere sığmayacak derecede büyük bir güç vermeyi vaat etti Athena savaş alanında inanılmaz başarılı olacak tarihi bir zafer vereceğini söyledi Aphrodite ise, yeryüzünün en güzel kadınının aşkını vaat etti Paris, siyasal gücü ve askeri zaferi bir yana itip altın elmayı, kendisine o en güzel kadını vaat eden Aphrodite'e verdi

Bu karar yüzyıllar ötesine, "Paris'in Kararı" olarak ölümsüzleşerek gelmiştir



Flâman ressam Peter Paul Rubens'in bu 17 yüzyıl tablosunda Priamos'un oğlu Paris, altın elmayı Peleus'un düğünündeki güzellik yarışmasında Aphrodite'ye veriyor

DENİZE BİN GEMİ İNDİREN YÜZ

O dönemde dünyanın en güzel kadını, Zeus ile Leda'nın kızları Helena'ydı Ancak ne yazık ki, Helena, Sparta kralı Menelaos ile evliydi Daha da kötüsü, bu evliliğin Helena'nın diğer talipleri arasında büyük kavgalara neden olacağından korkan ölümlü üvey babası Tyndareos, bütün öteki Yunanlı hükümdar ve savaşçılardan Helena'nın Menelaos ile evliliğini koruyacakları sözünü almıştı
Troya'ya dönen Paris, kendisinin Sparta'ya, Troya elçisi olarak atanmasını sağladı Sparta'ya vardığında Aphrodite gücünü kullanarak Helena'yı Paris'e âşık etti İki sevgili Menelaos'un servetinin büyük bir kısmıyla Troya'ya kaçtılar Böylece Sparta kralının karısını ve servetini geri almak üzere Troya'ya karşı "bin gemi" gönderen Yunanlılar'ın açtığı on yıl sürecek olan savaş başlamış oldu

TROYA SAVAŞI: EFSANE Mİ, TARİH Mİ, HER İKİSİ Mİ?

Homeros'un İlyada'sında yer alan Troya Savaşı hikâyesi İÖ 750 yılından kalmıştır Ardından gelen Yunan tarihçileri, özellikle Herodotos ve Thucydides, Homeros'un hikâyesini kabul etmişler ve Troya'nın İlyada'dâ anlatıldığı gibi Hellespont (şimdi Çanakkale Boğazı) yakınlarında bir kent olduğuna ve Mykenaİ (Argos) kralı Agamemnon liderliğinde birleşen Yunanlılar'la yapılan Troya Savaşı'nın gerçek olduğuna inanmışlardır

Çağdaş yazarlar ve bilginler daha kuşkulu davranmaktadırlar Ne de olsa, Homeros'un hikâyesini ya da Troya'nın varlığını doğrulayacak tarihi kayıtlar yoktur Ancak İlyada'daki birleşik bir Yunan gücünün -belki de köle ve doğal kaynak elde etmek üzere-Batı Asya'ya uzun bir sefer düzenlemiş olması (Herodotos'a göre İÖ 1250 sularında) mümkündür



Homeros'un Troya'sı (Troya VI örneğine göre), aşılmaz surlarla sarılmış ve kulelerle korunuyor

İLYADA'NIN TUNÇ ÇAĞI BAĞLAMI

İÖ 13 yüzyıl Akdeniz'i Homeros'un zamanından çok uzaksa da, İlyada'dâ artık doğru olduğunu bildiğimiz belirli pek çok tanım vardır Örneğin İlyada'nın ikinci kitabında Troya'ya karşı silahlı birlik gönderen 164 şehrin listesi ve kısmen de tanımları yer almaktadır Homeros'un saydığı yerlerin çoğu kendi zamanında biliniyordu

Ancak Michael Wood'un in Search of Trojan War adlı eserinde belirttiği gibi listede Homeros zamanında çoktan terk edilmiş ve Yunan coğrafyacılarının bilmedikleri pek çok yer de vardı Çağdaş arkeolojik ve tarihi araştırmalar artık bunların gerçek mekânlar olduklarını ve Homeros'un onların konumlarını doğru olarak bildirdiğini göstermiştir



(Solda) Troya'da ana giriş kapısı ve kule Homeros, Troya'yı "zarif kuleleri" olan bir şehir olarak anlatmıştı Bu tanım Hisarlık'taki surlara uymaktadır (Sağda) Homeros'un Troya'sının Türkiye'de Hisarlık'taki höyükte olduğu fikrinin savunucusu Heinrich Schliemann



Hisarlık höyüğü kesitinde birbiri üstüne binmiş katmanlar görülüyor

TROYA GERÇEK BİR YER MİYDİ? ARKEOLOJİK KANITLAR

Ya Troya? Arkeologlar ve tarihçiler çok uzun zaman boyunca Çanakkale'nin güneyinde tarihte Troad diye anılan bölgede bu kentin kalıntılarını aramışlardır En çok ilgi çeken bölge Homeros'un tanımladığı Troya coğrafyasına uygun olan Hisarlık höyüğüdür Homeros'un Troya için verdiği ayrıntılardan pek çoğu -tam ve kusursuz olmamakla birlikte- arkeolojik araştırmaların bölgede ortaya çıkardığı buluntulara uygundur

Troya'nın araştırılmasında başta gelen kişi Heinrich Schliemann'dır Schliemann, 1870 ile 1890 arasında Hisarlık'ta kazılar yapmış, höyükte birbiri üstünde dokuz kent tespit etmiştir (Bunlar I-IX olarak numaralanmıştır) Daha sonraki yıllarda Cari Blegen ve daha yakın zamanlarda Manfred Korfmann gibi arkeologlar tarafından Hisarlık'ta yapılan kazılar pek çok ara dönemi ortaya çıkarmıştır

Schliemann ya da diğerleri burasının Homeros'un Troya'sı olduğunu kanıtlayan herhangi bir şey bulmamışlarsa da, Hisarlık'taki arkeolojik kanıtlar, özellikle de Troya VI ve VII(a) katmanları Homeros'un zaman ve mekân tanımlarının ayrıntılarından bazılarına uyum göstermektedir

Homeros'un İlyada'da Troya'yı "zarif kuleleri" ve "büyük kapıları" olan bir şehir olarak tanımlaması epey büyük ve etkileyici olan Troya VI'ya uymaktadır Homeros, Troya'nın surlarının görkemli bir savunma yapısı olduğunu ama batı kanadının o kadar güçlü olmadığını söylemektedir

Troya Vl'nın çevresindeki surlar dört metre eninde ve kimi yerlerde dokuz metre yüksekliğindedir ama batı yanındaki inşaat çok daha zayıftır Homeros şehrin ana girişinde büyük bir kuleden söz etmiştir Arkeologlar Troya VI'nın ana girişinde gösterişli bir kapı bulunduğunu saptamışlardır

Hisarlık/Troya sakinlerinin Miken dünyasıyla ilişkide olduğu anlaşılmıştır: Kazıda Yunanistan'dan Tunç Çağı eserleri, özellikle Miken çömlekleri bulunmuştur Schliemann'ın çıkardığı gösterişli nesneler güçlü bir kraliyet ailesinin bulunduğunu göstermiştir "Priamos'ın Hazinesi" içinde, altın yüzükler, bilezikler ve biri "Helena'nın Mücevherleri" olarak anılan iki soluk kesici altın taç vardır

Schliemann'ın karısı Sophie'nin mücevherleri takınmış olarak çekilmiş fotoğrafı Schliemann'ın büyük egosunun ve ün düşkünlüğünün simgesi olmuştur Daha sonraları bu hazinenin aslında Troya II'den (Dokuz kentlik dizinin ikincisi) kaldığı anlaşılmıştır Sonuçta, bu eserler Troya Savaşı'ndan bin yıl öncesine aittir Hazine, İkinci Dünya Savaşı'nın sonunda esrarengiz bir biçimde ortadan kaybolmuş ama sonra 1990'larda Moskova'da ortaya çıkmıştır

Son olarak, Troya VI ve Troya VII dönemlerinin sonunda yangın ve yıkılmış taş izleriyle büyük bir olayın izleri vardır Ancak Troya VI askeri bir güç tarafından değil de, deprem sonucu yıkılmış görünmektedir Truva VII'nin bir savaşta yıkılmış olması olasılığı daha güçlü olduğundan Homeros'un Troya'sına en yakın olan da budur



(Solda) Schliemann'ın arkeolojik çalışması sona erdikten yüz yıl sonra Hisarlık höyüğünde kazılar devam etmektedir 1997'de kuzeybatıya dönük Tapınak'tan bir görüntü Schliemann dokuz ayrı yerleşim katmanı bulmuşsa da daha sonraki çalışmalar ara katmanlar da olduğunu ortaya çıkarmıştır (Sağda) Priamos'un hazinesinden altın salçalık Hazine, İkinci Dünya Savaşı sonunda Berlin'den kaybolmuş ve sonra Moskova'da bulunmuştur

TROYA ATI

Homeros, Troya at terbiyeciliğinden sık sık söz eder At kemikleri ve atlara ilişkin malzeme buluntuları kesin olmamakla birlikte yine Homeros'un Troya'sına uymaktadır Troya Atı'nı çok kimse bilir Yunanlılar tahtadan dev bir at yapmışlar ve bunu Athena'ya bir armağan olarak Troya kapılarında bırakmışlardır Yunan ordusu daha sonra Helena'nın kaybını kabul etmiş olarak geri çekilmiştir Troyalılar zaferi kazandıklarına inanarak dev atı kentlerinin içine almışlardı

Gece karanlığında atın içinde gizlenmiş olan bir Yunan askeri birliği çıkıp şehrin kapılarını dışarıda gizlenmiş olan askerlere açmışlardı Böyle bir saldırıya hazırlıklı olmayan Troya erkekleri öldürülmüş, kadınlar yakalanıp köle ve odalık olarak satılmak üzere Yunanistan'a götürülmüştü Helena da Yunanlılar tarafından yakalanıp kocasına iade edilmişti

Homeros'un anlattığı bu Troya Atı'nın tarihi bir geçerliliği olabilir Yakındoğu'da İÖ 13 yüzyıldan kalma yazılı metinlerde ve resimlerde bir kentin savunmasını yıkmak için at biçimli koçbaşları kullanıldığı belirtilmiştir Tarihçi Michael Wood, İlyada'daki Troya Atı'nın da böyle bir "kuşatma makinesinin biçim değiştirmiş bir hatırlanması olabileceğini ileri sürmüştür


(Solda) İÖ 7 yüzyıl sonlarından kalma Mikonos'ta Troya Atı kabartmalı bir amfora (Sağda) Schliemann'ın karısı Sophie, "Priamos'un Hazinesi"nden takıları takınmış Buna benzer fotoğraflar Schliemann'ın keşiflerine karşı büyük ilgi uyandırmış ama onun aşırılıklarını ve egosunu da gözler önüne sermişti

TROYA GERÇEK Mİ, EFSANE Mİ?

Troya Savaşı'nın efsane mi, tarih mi, yoksa her ikisi de mi olduğu kesin olarak saptanamaz İlyada'da Tunç Çağı coğrafyasının, politikasının ve maddi kültürünün bazı doğru tanımları bulunmaktadır ve hikâyenin tümünde bir gerçeklik de bulunmaktadır Ancak Troya Savaşı efsanesinin ayrıntılarının doğrulanıp doğrulanamayacağı konusunda Amerikan klasikçisi Jeremy B Rutter'in sözleri akıldan çıkarılmamalıdır: "Troya Savaşı'nın tarihselliğine inanmak ya da inanmamak, sonunda insanın benimsediği görüşe göre bir inanç eylemidir"

Troya Savaşı'nın sanata yansımasına bakacak olursak iki önemli yapıt öne çıkar Biri, Hector Berlioz'un, librettosunu Vergilius'un Aeneis'inden esinlenerek kendisinin yazdığı ve 1855-58 yılları arasında bestelediği (ilk bölümü olan Troyalılar Kartaca'da, ilk kez 1863'te Paris'te sahnelenmişti) lirik tragedya Troyalılar, öbürü ise ünlü antik çağ oyun yazarı Euripides'in alevler içindeki Troya'dan bir dizi acıklı tablo sergileyen Troyalılar'ıdır

Alıntı Yaparak Cevapla

Tarihin Gizemleri / Tarihin Gizemleri Hakkında Geniş Bilgi

Eski 08-16-2012   #47
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Tarihin Gizemleri / Tarihin Gizemleri Hakkında Geniş Bilgi



Tutankhamon Öldürüldü mü?

Zaman: İÖ yaklaşık 1323
Mekân: Thebes, Mısır

Kocam öldü ve oğlum yok Korkuyorum ANKHESENAMUN, MISIR KRALİÇESİ, TUTANKHAMON'UN DUL KARISI, İÖ YAKLAŞIK 1323

Mısır Firavunu Tutankhamon'un (İÖ 1333-1323) mezarının 1922'de Howard Car-ter tarafından bulunması, entelektüel dünyanın gözlerini kamaştırmıştı Mezarın dört odasından çıkan 2000'den fazla nesne, Mısır'ın eski gücünün zirvesinde bir hükümdarın, inanılmaz servetini ortaya koyuyordu

En şaşırtıcı şeylerden biri de, kralın 10 kilo som altından yapılma iç tabutu ve onun içindeki mumyasıydı Ceset çok kötü durumda olmasına rağmen, kral hakkında önemli bir gerçeğin bilinmesini sağlamıştı: Tutankhamon 20 yaşında ölmüştü

İlk otopsi, tabutlar hemen açıldıktan sonra 1925'te Dr Douglas Derry tarafından yapıldı Derry "sol yanakta yuvarlak bir çöküntü ve onu dolduran deride bir yara izi" buldu "Bu çöküntünün çevresindeki derinin rengi değişikti" Derry ölüm nedeni hakkında bir fikir ileri süremedi

1968'de Profesör R G Harrison tarafından çekilen röntgen filmleri ünlü firavunun tüberküloz olamayacağını gösterdi Kafatası filminde görünen bir kemik parçası, kafaya inen sert bir darbenin yarattığı bir kanamaya neden olmuş olabilirdi Filmler göğüs kafesinin ön tarafının da eksik olduğunu gösterdi Göğüs kafesinin bu kısmı, mumyalama işlemi sırasında çıkarılmış olabilirdi

Kralın büyük bir göğüs yarası aldığı ve bunun ancak ölümden sonra yapılan ameliyatla gömme için "temizlenebileceği" de iddia edilmiştir Ancak başka bir yara izi olmadığı için, bu mumyalama sürecinde arkeolojik kayıtlarda sık sık ortaya çıkan ve açıklanamayan değişikliklerden biri olabilir

Sonuçta, Tutankhamon'un ölüm nedeni konusunda araştırmacıları ikna edecek net bir fiziki ya da tıbbi kanıt yoktur Ancak pek çok kimse, genç kralın ölümünden önceki ve sonraki olayların dolaylı kanıtlarına dayanarak, bir cinayet işlenmiş olmasından kuşkulanmıştır



(Solda) Ahenaton'un üçüncü kızı ve Tutankhamon'un karısı Kraliçe Ankhesenamun Ölü doğan iki kız çocuğu doğurmuş ve kocasının ölümünden sonra Hitit Kralı'na oğullarından biriyle evlenip kendisini firavun yapmak istediğini bildiren bir mektup yazmıştır (Sağda) Tutankhamon'un mumyası Cesette göğüs kafesinin ön kısmının olmaması gibi bazı olağandışı görünümler vardır Bu, kolların karın bölgesi üzerinde kavuşturulmasıyla ilgili olabilir Diğer kral mumyalarında kollar, göğüs üzerinde kavuşturulmuştur

ÇOCUK KRAL

Tutankhamon Mısır'ın geleneksel çoktanrılı dinini kaldırıp yerine tek güneş tanrı Aton'a tapınmayı getiren "sapkın" Ahenaton'un halefi ve herhalde oğluydu Ahenaton henüz yaşıyorken bile eski kültlere dönüş hareketleri olmuştu ve firavunun ölümüyle bu dini reforma karşı olan güçler iktidara gelmişlerdi

On yaşında bir çocuk olan Tutankhamon, devlet ileri gelenlerinin ve kral naibi olan general Horemheb ile Ay'ın başında bulunduğu bir asker grubunun korumasındaydı Ay, bir olasılıkla Ahenaton'un karısı ve Tutankhamon'un karısı Ankhesenamun'un annesi olan Nefertiti'nin babasıydı

Generallerin yönetimi altında kral, geleneksel çoktanrılı dine dönmüş ve büyük bir tapınak restorasyonu programı başlatmıştı Ancak Tutankhamon yaşı ilerledikçe kendi kararlarını verecek bir duruma gelecekti ki, bu danışmanlarının kişisel görüşleriyle uyumlu olmayabilirdi

Kralın, erginlik yaşma eriştikten kısa bir süre sonra ölmesi kuşkulu olarak görülmüştür Halefinin, danışmanı general Ay olması da bu denkleme katılmıştır Bu arada, kraliçe Ankhesenamun ile Hitit Kralı arasında ilginç bir yazışma da gerçekleşmiştir Kraliçe burada kocasının öldüğünü, kendisinin tebasından biriyle evlenip onu firavun yapmak istemediğini, bir Hitit prensi ile evlenmek istediğini ve "korktuğunu" yazmıştır Araştırmacılar kadının aklındaki bu "tebanın", danışman Ay olduğu fikrindedirler

Mektuptaki davete uygun olarak gönderilen Hitit prensi, daha Mısır'a varmadan yolda öldürülmüştür Daha sonra Ankhesenamun'la evlenen danışman Ay, doğal olarak kral olmuştur Ancak kısa bir süre sonra, Ankhesenamun'un ortadan kaybolduğu görülmüştür Bu Ay'ın yeni bir oyunu olarak düşünülebilirse de, Ankhesenamun'un Mısır tahtını bir yabancıya teklif etmesinin de ihanetle eşdeğer olduğu unutulmamalıdır
Tutankhamon eğer öldürülmüşse, Ankhesenamun'un ondan sonra Hitit askeri desteğini alarak yabancı bir kocayla hüküm sürmeyi planlamış olması da mümkündür Böyle bir alternatif senaryo Ay'ı katil değil, Mısır'ın özgürlüğünü, komplocu bir kraliçeye karşı savunan bir kahraman durumuna getirir

Ancak mumyada yapılan araştırmalarda kesin bir ölüm nedeni de saptanamadığından, bütün bu senaryolar yalnızca çok zayıf kanıtların muhtemel yorumları olarak kalmaya mahkûmdur Kesin olarak söylenebilecek tek şey, Tutankhamon'un genç yaşta öldüğüdür

Cinayet bir olasılıksa da, daha pek çok alternatif de sözkonusu olabilir Şiddet sonucu ölüm ihtimaline gelince: Şimdi yıkılmış olan tapınaktan çıkarılan bloklarda, Tutankhamon'un askeri seferlere katılmış olabileceği görülmüştür Savaşta ölmüş olabilir mi? Elimizdeki kanıtlarla ölümünün doğal ya da bir kaza sonucu olduğu olasılıkları gözardı edilemez Tutankhamon'un ölüm nedenini herhalde asla öğrenemeyeceğiz



(Solda) Tutankhamon'un mezarından çıkan en büyük hazinelerden biri, çocuk kralın yaldızla kaplı ahşap tabutudur Bu başka bir kral için yapılmış ama Tutankhamon'un mezarında bulunan pek çok eşya gibi onun için kullanılmıştır (Sağda) Tutankhamon'un mezar duvarındaki resimde Ay, Tutankhamon için cenaze ayini yapıyor Mısır yasalarına göre bir insanın cenazesini kaldırmak, onun halef olarak durumunu doğrulardı Özel mezarlarda yaygın olmasına rağmen kral mezarında pek görülmeyen bu sahne Ay'ın, Tutankhamon'un ölümünü saran olayların ardından yasallığını vurgulamak ihtiyacını yansıtıyor olabilir



(Solda) Dr Douglas Derry, Tutankhamon'un mumya örtüsünü kesiyor (Sağda) 1968'de Tutankhamon'un kafatasının röntgeninde kırık bir kemik parçası (A) görülüyor Bu belki de kafaya indirilen bir darbenin neden olduğu iç kanamanın kanıtıdır

Alıntı Yaparak Cevapla

Tarihin Gizemleri / Tarihin Gizemleri Hakkında Geniş Bilgi

Eski 08-16-2012   #48
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Tarihin Gizemleri / Tarihin Gizemleri Hakkında Geniş Bilgi



Uzaydan Gelen Felaketler

Zaman: son 5000 yıl
Mekân: Dünya

Ve üçüncü melek boru çaldı, gökten meşale gibi yanan büyük bir yıldız ırmakların üçte biri üzerine ve suların pınarları üzerine düştü VAHİY KİTABI 8: 10

Ateş ve kükürt, veba, Sodom ve Gomorra, yedi yıllık Mısır kıtlığı ve Tufan Tanrı'nın kendisine karşı çıkanlara öfkesini yağdırdığı hakkında pek çok hikâye vardır Kuşaklar boyunca arkeologlar ve Kitabı Mukaddes araştırmacıları doğrusunu söylemek gerekirse gerçekten çok sembolik olan bu felaketlerin doğruluğu konuları üzerinde tartışmışlardır

Sonra 2 binyıldaki büyük Thera yanardağ patlaması, 265 yılında Kıbrıs'taki büyük deprem ve 1815'te Endonezya'daki Tambora yanardağı patlaması gibi belgelenmiş doğal afetler de vardır Bu sonuncusu atmosfere öylesine çok volkanik toz püskürtmüştü ki, 12 ay sonra Avrupa, ünlü "yazsız yıl "da titremişti

Bilimadamları ve tarihçiler bu tür felaketlerin etkileri üzerinde tartışırlarsa da, bunların varlıklarından kuşku duyulmaz Ancak şimdilerde bazı bilimadamları ortaya yeni bir soru atmaktadırlar: Tarihin akışını değiştiren ama belgelenmemiş doğal afetler olmuş mudur?

Immanuel Velikovsky 1950'de yayınladığı Worlds in Collision'da eski çağlar dünyasının, yeryüzüne çarpan kuyrukluyıldızlar nedeniyle pek çok ekolojik değişikliğe uğradığını iddia etti iddialarını daha da ileri götürerek Venüs ve Mars gezegenlerinin İÖ 2 ve 1 yüzyılda dünyayı altüst ettiğini söyledi

Velikovsky'nin kuramları bilimadamları arasında öyle ateşli bir muhalefet doğurdu ki, bazıları kitabını yasaklatmaya bile çalıştılar Velikosky'nin bazı fikirleri saçmadır ama yazar, bir kuyruklu yıldız dünyanın yakınından geçtiğinde dünyayı bombardıman edecek meteor yağmurunu tam olarak tarif etmiştir

Worlds in Collision'dan yarım yüzyıl sonra kuyruklu yıldızlar, bu kez eski iklim değişiklikleri araştırmalarında büyük ilerlemeler kaydedilmiş olmasının sonucunda tekrar arkeoloji haberlerinde boy göstermeye başlamıştır



1908'de Sibirya'da Tunguska'da bir kuyruklu yıldız kalıntılarının patlamasının yarattığı yıkımın çağdaş bir fotoğrafı Çarpmanın krateri olmadığından ağaçlar kaldırıldıktan sonra bu felaketin bir izi kalmayacaktı Geçmişte böyle bir olay kaç kere olmuş ve hiçbir kalıcı iz bırakmadan insan toplumlarına felaket getirmiştir

AĞAÇ HALKALARI, YANARDAĞLAR VE KUYRUKLU YILDIZLAR

Palaoekolog Michael Baillie ağaç halkaları ve onların gösterdiği son 5000 yılın iklim değişiklikleri konusunda uzmandır, incelediği İrlanda yaşlı meşelerindeki ve dünyanın pek çok farklı yerindeki ağaçlarda bulunan dar halkaların gösterdiği iklimsel afetler dizisine işaret etmektedir Bunlarda şu tarihler belirlenmektedir: İÖ 2354 ile 2345, İÖ 1628 ile 1623, İÖ 1159 ve 1141, İÖ 208 ve 204, ve IS 526 ve 545

Son zamanlara kadar bu tür anormalliklerin büyük yanardağ patlamalarının atmosfere püskürttüğü külün -Tambora olayında olduğu gibi- güneş radyasyonunu azaltarak iklim bozulmasına ve ağaçların büyümesinde aksaklıklara neden olduğu düşünülürdü Yanardağ patlamaları buzullar içine asit de bırakırlar ki, bu da yağan karın katmanlarının yıllık olarak ölçülmesine sağlar

Bu katmanlar sayılıp tarih belirlenebilirse de asit oluşumunu belirli yanardağlarla ilişkilendirmek her zaman kesin sonuçlar vermez, ilginç bir nokta da, 6 yüzyılda ağaç halkalarında açıkça tespit edilen bir olayın henüz asit ölçümlerinde bulunamamış olmasıdır

Baillie, ağaç halkalarında bu çevresel değişimleri teşhis ettikten sonra arkeoloji, tarihi kayıtlar ve folklorun karmaşık labirentine girer Bellibaşlı tarihi ve geleneksel olaylar dizisinin izlerini ağaç halkalarında arar: Tufan, Kitabı Mukaddes'te Mısır'ın başına gelen felaketler, Hazreti Davud'un hükümdarlığının sonundaki kıtlık, Çin'de Qin hanedanının sonunu getiren açlık ve son olarak Britanya'da "Karanlık Çağlar"ın başında Merlin ve Arthur hikâyeleri

Ancak böylesine büyük boyutlu ve dramatik olayların sorumlusu yalnızca yanardağ patlamaları olabilir mi? Baillie, "Denklemde başka bir şeyin bulunma olasılığı var mı?" diye sorar Dünyanın her yanındaki geleneksel literatürdeki tariflerden Baillie, bu "başka şeyin" kuyruklu yıldız çarpmaları yâ da kuyruklu yıldız kalıntılarının kozmik parçaları olabileceği sonucuna varır



800 km çapında bir asteroidin dünyaya çarpışının uzaydan görünümü gösteren temsili bir resim

THERA PATLAMASI VE ÇIKIŞ

İÖ 1628 yılındaki anormalliğin Ege'deki Thera patlamasıyla ilişkili olduğu söylenmektedir Baillie bunun Mısır'da, Orta Krallık'ın devrilmesi, Nü Vadisi'ne Hiksosların girmesi ve Tufan'la da -ki, bunun İÖ 1250 yılında olduğuna İnanılmaktadır- ilişkilen-dirilebileceğine inanmaktadır

İsrailliler'e "gündüzün bir bulut sütunuyla ve geceleri ateşle" yol gösteren şeyin 800 kilometre uzaklıktaki Thera olduğunu ileri süren İan Wilson'dan alıntı yapan Baillie, bunun İÖ 1628 yılındaki Thera patlamasına ilişkin bir görgü tanığı ifadesi olabileceği fikrini ortaya atar Ancak bu arkeoloji alanında çok hassas bir noktadır

Bütün arkeologlar Thera'nın patlama tarihini İÖ 1628 olarak kabul etmezler Mısır'da tarihi metinlerde yapılan karşılaştırmalı kronojilerde felaketin İÖ 1500 yılında yer aldığına inanılmaktadır Ancak Baillie bu İÖ 1628 olayına İrlanda ve Çin kadar uzak yerlerdeki diğer olayları da bağlamakta ve gerek volkanik gerek sismik olayları tetikleyen şeyin kuyruklu yıldız olduğu görüşünü ileri sürmektedir

Kitabı Mukaddes'e göre Çıkış ile Hazreti Süleyman tapınağının inşası arasında 480 yıl geçmiştir Bu arada "bir bulut Tanrı'nın evini doldurmuş "tur ve 18 Mezmur'da şöyle der: "O zaman dünya sarsılıp titredi, dağların temelleri de oynadılar ve sarsıldılar, çünkü o öfkelendi Burnundan duman yükseldi, ağzından ateş yiyip bitirdi, ondan köyler tutuştular"

Bu 480 yıllık ara Baillie'nin ağaç halkaları olaylarının ikisi arasındaki araya çok yakındır (İÖ 1628 ve 1159-1141) Baillie, Kitabı Mukaddes'in Doğu Akdeniz dünyasında büyük felaketlere neden olan önemli kuyruklu yıldız olaylarını kaydettiği inancındadır

Baillie bunu daha ileri götürerek kuyruklu yıldız çarpmalarının dünyanın varlığı sırasında binlerce kez olmuş olacağım ama bunlardan çoğunun çarpma kraterleri bırakmayacak hava patlamaları olabileceğini söyler 1908 yılında Sibirya'da Tunguska üzerinde 12 ile 30 megatonluk olup büyük bir orman bölgesini dümdüz eden patlama da böyle bir kuyruklu yıldız kalıntısının eseridir

Garip şeyler olduğu söylentileri yayılmıştı ancak Leonid Kulik adında meraklı bir Rus bilimadamı patlama mekânını aramaya gidip de etkilerini kaydetmemiş olsaydı bunlar gözardı edilip unutulacaktı Felaketin izlerini nerede aramamız gerektiğini biliyorduk ancak geriye ne bir krater kalmıştı ne de buzullarda herhangi bir ize rastlanmıştı

Son zamanlarda ultrason kullanan araştırmacılar atmosferdeki patlamaların boyutlarım ve sıklıklarını açıklamışlardır Varılan sonuçlara göre dünyaya son 5000 yılda birkaç yüz metre genişliğinde bir kuyruklu yıldız ya da küçük parçalar kümesi en az bir, muhtemelen de birkaç kez çarpmıştır Bu çarpmalar geride gözle görünür izler bırakmamış olabilir ama Baillie, bazılarının yoğun nüfuslu olan alanlarda felaketlere yol açtığı fikrindedir



Kuyruklu yıldızların büyük felaketlere eşlik ettiklerine inanılırdı Bayeux Halısı'nda, Hasting Savaşı ve İngiltere Kralı Harold'un ölümü zamanında gözlemlenen Halley Kuyruklu Yıldızı görülüyor

FELAKETLERLE DOLU 6 YÜZYIL

Ağaç halkaları 540 yılında büyük bir toz perdesi olayı göstermektedir ki, bunun volkanik bir patlama olmadığı anlaşılmaktadır Baillie 6 yüzyılda bir kuyruklu yıldızın dünyayı bombardımana tutarak bir dizi doğal felakete neden olduğu ve bunların depremler, yaygın kıtlık, aşırı soğuk hava, su baskınları ve veba başlangıcı olabileceğini iddia etmektedir Bu olağanüstü olaylar yüzyıllar boyunca halk hikâyelerinde hayatta kalmıştır

Gazeteci David Keys, 535/536 yılında doğal bir afetin güneş ısısını 18 ay boyunca kestiğini ve bunun da dünya çevresinde iklim anormalliklerine neden olduğuna işaret etmektedir Tropik Afrika'da olağanüstü bir yağış fare ve bit nüfusunu artırmış ve böylece başlayan veba salgını 6 yüzyılda Akdeniz dünyasına ve Avrupa'ya yayılmış, Konstantinopolis'in (İstanbul) nüfusunu büyük ölçüde kırıp geçirmişti

537 ve 538 yıllarında şiddetli bir kuraklık çok sayıda Çinli'nin ölümüne neden olmuş, Avrasya'da göçleri başlatmış ve sonunda Doğu Avrupa ve Ukrayna'da bir Avar imparatorluğu kurulmuştu

Avarlar veba, dini muhalefet ve parasızlıkla sıkıntılar içinde olan Roma İmparatorluğu'yla çatışmaya girecekler ve sonunda Balkanlar Avarlar ve Slavlar, doğu illeri de Persler tarafından işgal edilecekti Keys bu sorunların çoğunun doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak Batı Avrupa'da 535 ile 555 yılları arasında sağlam bir biçimde belgelenmiş olan anormal derecede dengesiz hava koşullarıyla ilişkili olduğuna inanmaktadır

Keys 6 yüzyılın iklim ve salgın hastalık olaylarının yarattığı domino etkisinin Anglosakson İngiltere'sinin genişlemesine, yaygın bir kuraklık ve kıtlık başlamasına neden olduğunu iddia etmektedir Büyük Okyanus'un ötesinde 6 yüzyıl kuraklığı büyük Teotihuacan kentinin çökmesine katkıda bulunmuş, Maya ovalarında büyük politik etkiler yaratarak Tikal kent-devletinin geçici gerilemesine neden olmuştur
Andlar'da Quelccaya buzulundan alınan örnekler, Peru'nun kuzey kıyısında Moche Uygarlığı'nın çökmesine ve Titikaka Gölü kıyılarında Tiwanakular'ın yükselmesine neden olan 6 yüzyıl kuraklığını ve El Nino olaylarını belgeler


Keys bu gelişmelerinin 535 yılında Cava ve Sumatra adaları arasında yer alan Sunda Boğazı'ndaki dev bir yanardağ patlamasından kaynaklandığını ve bu patlamanın sonucunda küllerin ve lavların stratosferde 48 kilometre yükseğe taşınarak dünya çevresinde yaşayan insan toplumlarının dengesini bozduğunu iddia etmiştir Bu noktada David Keys, suçu kuyruklu yıldız bombardımanına atan Baillie'den ayrılmaktadır

Baillie'e göre yakından geçen kuyruklu yıldızların tozları insanlık tarihinin önemli unsurlarından biridir Onun iklim verileri, arkeolojik kanıtları, tarihi kayıtları ve efsaneleri şu anda yalnızca varsayımsal bir senaryodur, iklim olaylarının pek azı geride bir iz bıraktıkları için ne yazık ki, bilimsel kanıt bulmak güç olacaktır Ancak Baillie varsayımı bize, yeryüzünde yaşamı etkilemiş olan ve gelecekte de tekrar etkileyebilecek olan iklim ve doğa olguları hakkında daha öğrenecek çok şeyimiz olduğunu hatırlatmaktadır



(Solda) Ağaçların yıllık büyümelerini gösteren ağaç halkaları zamanın iklim koşullarını yansıtırlar Birinci kesit 540 yılı olayı çevresindeki halkaları gösteriyor Farklı ağaçlardan alınan aşağıdaki dört kesitteyse İÖ 1159-1141 yıllarındaki bir olay görülmektedir (Sağda) Amerika Birleşik Devletleri'nde Kuzeydoğu Arizona'da bir Meteor Krateri Yaklaşık 50000 yıl önceki bir çarpmadan oluşan krater 800 metre çapında ve 200 metre derinliktedir Bunun meteor krateri olduğu ancak son zamanlarda anlaşılmıştır Bütün çarpmalar böyle dramatik bir kanıt bırakmayabilir

Alıntı Yaparak Cevapla

Tarihin Gizemleri / Tarihin Gizemleri Hakkında Geniş Bilgi

Eski 08-16-2012   #49
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Tarihin Gizemleri / Tarihin Gizemleri Hakkında Geniş Bilgi



İason ve Argonotlar

Zaman: İÖ 8 yüzyıl?/efsane
Mekân: Karadeniz Bölgesi

Phoibos, senin gibi yaparak altın postu elde etmek için Pontus'un ağzı ile kara kayalar arasından Argo'yu geçiren o eski zaman insanlarının muhteşem başarılarını hatırlatacağım RODOSLU APPOLONİOS, İÖ 3 YÜZYIL

Konusu genç bir kahramanın bir yolculuğa çıkıp uzak bir yerden dönerek yetişkinliğe geçişi olan İason ile Argonotlar efsanesinin Yunanistan'da eskilere dayanan kökleri vardır En azından lirik şair Pindaros'un hikâyenin bir versiyonunu İÖ 5 yüzyılda yaratmasına kadar uzanırsa da, en çok bilinen versiyonu İÖ 3 yüzyılda Rodoslu Apolonios'un Argonautika'sıdır

İASON'UN MİRASI

Efsane, Tesalya'da İolkos kralı Aison'un iktidar yükünden bıkıp devlet dizginlerini, oğlu İason'un erişkinliğine kadar kardeşi Pelias'a bırakmasıyla başlar Pelias tek sandaletli bir adama karşı uyarılmıştır ve İason yetişkin bir insan olup tahtta hak iddia etmeye geldiğinde birini yolculuk sırasında kaybettiği için saraya tek sandaletle gelir

İason'dan korkan ve tahttan da inmek istemeyen Pelias onu İolkos'tan belki de ebediyen uzaklaştırmak için bir hileye başvurur İason'a iktidarı almadan önce uzaklardaki Kolkhis'ten ailesine ait olan efsanevi altın postu geri getirmesi gerektiğini söyler İason bu yolculuğa çıkmayı kabul eder Argo adını verdiği sağlam bir gemi yaptırır, aralarında Theseus, Herakles ve Orpheus gibi kahramanların ve yarı tanrıların bulunduğu bir mürettebat toplar
Bilinmeyen sularda tehlikeli bir yolculuktan sonra İason ile Argonotlar'ı Kolkhis'e varırlar Burada Kral Aietes, İason'un bir dizi sınavdan geçtiği takdirde altın postu alabileceğini söyler İason sınavları geçer, altın postu alır ve yine aynı derecede tehlikeli bir yolculuktan sonra kendi krallığına döner


(Solda) Tim Severin'in İason ile Argonotlar'ın yolunu izleyerek yaptığı yolculuktaki Argo gemisinin kopyası (Sağda) Kırmızı figürlü vazo, İÖ yaklaşık 470-460; İason altın postu alırken Athena ona bakıyor Sağda Argo'nun kıç direği; direk başının insan başlı olması geminin konuşabildiğini gösteriyor

İASON'UN YOLCULUĞU EFSANESİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ

Altın postlu koyunlar, tanrılar ve yarı tanrılar dolu bu hikâyenin düşsel unsurlarını kimse gerçek olarak kabul edemez Ancak pek çok araştırmacı, hikâyenin Akdeniz'den Karadeniz'e geçen eski Yunan denizcilerinin ilk deniz seferlerinde elde edilen coğrafi bilgileri içerdiğini de belirtir

Uzak ülkelere yapılan seyahat geleneklerine tarihi bir temel göstermeye yönelik diğer çabalar gibi -Çinliler'in Fu-sang hikâyesi, ya da Aziz Brendan'ın Azizlere Vaat Edilen Ülkeye Gidişi gibi- İason'un seyahatinin tarihe uygun olduğu iddiası maddi kanıtlara dayandırılmamıştır

Bu tür kanıtlar yolculuğu yapanların gittikleri yerlerde bıraktıkları arkeolojik kalıntılar (Argonautika'da İason ile adamları yol boyunca arkeologlar tarafından bulunabilecek bir dizi tapınak inşa etmişlerdir) ya da gittikleri yerin yerlileriyle ticaret yaparken bıraktıkları nesneler ya da ziyaret ettikleri yerden aldıkları ve sonra yurtlarındaki arkeolojik kazılarda bulunan egzotik nesnelerden oluşabilir

Oysa îason ve Argonotlar hikâyesinin tarihi temelinin açıklanması coğrafyaya dayandırılmaktadır Daha basit bir biçimde ifade etmek gerekirse, İason'un hikâyesinin okurları hikâyede gerçek mekânları bulmak için sözü edilen mekânların ayrıntılarını aramışlardır

İASON KARADENİZ'E GİTTİ Mİ?

Yunan efsanelerini araştıranlardan çoğu bu yaklaşımı kullanarak Kolkhis krallığının Apollonios'un tarif ettiği gibi Euxine Gölü'nün (Yunanlılar'ın Karadeniz'e verdikleri ad) doğusunda günümüz Gürcistan Cumhuriyeti'nde olduğuna inanırlar

Tarihi ve arkeolojik kanıtlar Yunanlıların antik çağlarda Karadeniz kıyılarını keşfedip koloniler kurduklarını gösterir: Bölgedeki Yunan kolonileri İÖ yedinci yüzyıla kadar uzanır ve ilk keşifler İÖ sekizinci yüzyılda başlamış olabilir Eski Yunanlılar açısından Kolkhis'in yeri Apollonios'un çok doğru olarak tanımladığı gibi "yeryüzünün ve denizin en uzak sınırlarında"ydı

Apollonios'a göre İason, Yunan kıyı kenti îolkos'tan yola çıkmış, Çanakkale Boğazı'na girmiş, Boğaziçi'nin girişini koruyan "Çarpışan Kayalar" (Symplegades) arasındaki tehlikeli geçitten (önce bir güvercin uçmuş, kapanan kayalar güvercinin kuyruğunu kıstırınca kayaların açılmasını bekleyip ileri atılarak) çıkmış, sonra kuzey Türkiye kıyıları boyunca doğuya giderek Kolkhis'e varmıştır

İason ve yanındaki kahramanlar burada gemiden inerler, ve kral Aietes'in huzuruna çıkarlar Postu vermek için burnundan ateş püskürten iki boğayı boyunduruğa vurma şartı ve ona yardıma koşan kralın kızı Medea ayrı bir konudur

İason'un hikâyesinin çeşitli versiyonlarında farklılıklar varsa da, Apollonios'un Argonautika'smda Argonotlar geldikleri yoldan dönmeyip kuzeye çıkmışlar, Apolonios'un Istrus adım verdiği, Yunanlılar'ın bildiği, Tuna dediğimiz ırmağa varmışlardır Bu yorumda îason ile Argonotlar, Apollonios'un Adriyatik Denizi'ne döküldüğünü sandığı Tuna boyunca yollarına devam etmişlerdir

Argonotlar bundan sonra Argo'yu Apollonios'un Rhodanus dediği (ki, Fransa'daki Rhöne olduğu anlaşılmaktadır) ırmağa sokmuşlardır İason yine Apollonios'un Akdeniz'e döküldüğünü tahmin ettiği Rhodanus'u izlemiş, sonra da İtalya'nın batı kıyısından aşağı inerek Thrinakia (Sicilya) ile İtalya arasındaki boğazdan geçmiş, Kuzey Afrika'da yoluna bir süre karadan devam ettikten sonra kuzeye yönelip Girit'in doğusundan geçerek İolkos'a varmıştır



(Solda) Kül-Oba'dan Athena başlı altın pandantif, İÖ yaklaşık 400-350 Karadeniz'de Yunan altın işçiliğinden bir örnek Yunanlılar'ın bölgenin altın madenleri konusundaki bilgileri Altın Post hikâyesine katkıda bulunmuş olabilir (Sağda) Argo Symplegades'ten -Çarpışan Kayalar- geçerken B Picart, 1730-31

İASON KUZEY AVRUPA'YA MI GİTTİ?

Dönüş yolculuğunun bir başka senaryosunda Istrus, Tuna değil, Rusya'daki Don Irmağı'dır ve Argo buradan Volga'ya geçmiş, Volga üzerinden Barents Denizi'ne çıkmış, batıya doğru Avrupa kıyılarını izleyerek Cebelitarık Boğazı'na gelmiş, oradan doğuya dönüp Akdeniz'den geçerek İolkos'a dönmüştür

Argo'yu bu yolda karadan millerce yürütmek aşılmaz bir sorun gibi görünse de, burada kahramanlardan ve yarı tanrılardan söz ettiğimiz unutulmamalıdır Apollonius'un daha mantıklı yolunda bile Argonotlar teknelerini Akdeniz'i bulana kadar Libya çöllerinde taşımışlardır

İASON AMERİKAYA MI GİTTİ?

Henriette Mertz, The Wine Dark Sea (1964) adlı çalışmasında çok daha akılalmaz bir yol önermektedir Mertz'e göre Kolkhis, Karadeniz'de bir krallık değil, Güney Amerika'da Bolivya'da Titikaka Gölü'nün hemen güneyinde bir prensliktir

Apollonius'un Çarpışan Kayalar tanımı Hertz'e göre doğal bir gelgit olgusunu anlatmaktadır ki, bu Karadeniz'de mümkün olmayıp Küba ile Haiti arasındaki boğazı göstermektedir Mertz, Argonotlar'ın daha sonra Kuzey Amerika kıyılarına paralel olarak kuzeye yöneldiklerini ve oradan da Yunanistan'a döndüklerini iddia etmektedir

İASON EFSANESİ: KARAR

Bu spekülasyonları destekleyecek arkeolojik kanıt yoktur Ne Brezilya'da, hatta ne de Kuzey Avrupa'da eski Yunan eserlerinin bulunduğu arkeolojik alanlar olmadığı gibi, Yunanistan'da da Kuzey Avrupa ya da Yeni Dünya'nın bilinen nesnelerine rastlanılmamıştır

Bir roman yazarının tezgâhında dokunan bütün eserler gibi burada da gerçek iplikleri varsa da, İason'un hikâyesi bir tarih olarak amaçlanmamıştı Bu bir kahramanın yolculuğu ve bir gencin erişkinliğe varışının hikâyesidir, bir anı kitabı değildir Ancak Karadeniz kıyılarındaki Yunan kolonilerinin arkeolojik kanıtları İason'un hikâyesinin Yunanlılar'ın kendi bildikleri dünyanın ucundaki coğrafya bilgilerine dayandığı varsayımını desteklemektedir

GEMİ VE MÜRETTEBAT

Argo ve Argonotlar Efsanevi gemi Argo (hızlı) elli beş kürekli bir gemiymiş ve onu yapan ustanın adı da Arestor'un oğlu olduğu söylenen Argos imiş Sefere katılan Argonotlar, Troya Savaşı'ndan önceki kuşaktan kişilerdir Efsane yazarlarının listeleri birbirini tutmamakla birlikte, İason, usta Argos, dümenci Tiphys, şair Orpheus, İdmon, Amphiaros ve Mapros adlı kâhinler, Borlas'ın oğulları ve Herakles en bilinenleridir



İason ile Argonotlar'ın inanılırlık sırasına göre muhtemel yolları1 Rodoslu Apollonius'a göre Karadeniz'in doğu ucundaki Kolkhis'e gidiş yolu doğrudan doğruya ama dönüşü dolaylı 2 Bu daha hayali yolda dönüş yolculuğunda Argo Kuzey Avrupa, İskandinavya ve Fransa ile İspanya'nın çevresinden dolaşıyor 3 Henriette Mertz, efsanenin çeşitli versiyonlarındaki nirengi noktalarını yorumlamasına dayanarak Argonotlar'ın Atlas Okyanusu'nu geçerek Güney Amerika'ya ulaştıklarını iddia ediyor

Alıntı Yaparak Cevapla

Tarihin Gizemleri / Tarihin Gizemleri Hakkında Geniş Bilgi

Eski 08-16-2012   #50
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Tarihin Gizemleri / Tarihin Gizemleri Hakkında Geniş Bilgi



Yazının Doğuşu

Zaman: İÖ 3300?
Mekân: Mezopotamya

Harflerin babası olan sen, onlara gerçek sahip olduklarının tam karşıtı olan bir güç verme isteğinle yönlendiriliyorsun Belleğin değil, hatırlatmanın bir iksirini icat ettin ve öğrencilerine bilginin görüntüsünü sunuyorsun Çünkü onlar bilmeden pek çok şeyi okuyacaklar ve çoğunlukla bilmedikleri şeyleri biliyor gibi görüneceklerdir SOKRATES'E GÖRE MISIR KRALININ, YAZININ İLAHİ YARATICISI THOTH'A SÖZLERİ

Yazı nasıl başladı? Konuşma özel bir öğretim gerektirmeyen evrensel bir insan yeteneği olduğu halde, yazı, insan tarihinde görece yeni bir gelişmedir ve özel, bilinçli bir öğretim gerektirir 18 yüzyıldaki Aydınlanma Çağı'na kadar yazının en gözde açıklaması ilahi kökenli olduğuydu

Günümüzde bilimadamlarının çoğu ilk yazının, elimizdeki eski Mısır, Hint, Çin ve Orta Amerika yazılarında muhasebeye pek rastlanılmasa da muhasebeden doğduğunu kabul ederler Buna rastlanılmamış olması o uygarlıklarda bürokratik kayıtların bozulabilir maddeler üzerinde tutulmadığı anlamına gelmemektedir

Diğer bir deyişle, ÎÖ dördüncü binyılın sonlarında "uygarlığın beşiği" Mezopotamya'nın ilk Sümer kentlerindeki ticaret ve yönetimin karmaşıklığı yönetici seçkinlerin bellek güçlerini aşacak noktaya ulaşmıştı Ticari işlemleri tartışılmaz ve sabit bir biçimde kaydetmek gerekli olmuştu O zaman yöneticiler ve tüccarlar, "Bunu yazıya dökelim mi?" ya da "Bunu yazılı olarak alabilir miyim?"in Sümerce'sini söyleyeceklerdi

Bazı bilimadamları bu soruna bilinçli bir çözümün ÎÖ 3300 yıllarında Uruk (Kitabı Mukaddes'teki Ereh) kentinde bilinmeyen bir Sümerli tarafından getirilmesinin yazıyı doğurduğuna inanırlar Yine bazıları bunun bir icat değil, rastlantısal bir buluş olduğu fikrindedirler Çok kimse de yazıyı ani bir ilham ürünü değil, uzun bir süre devam eden bir evrimin sonucu olarak görür

Pek tanınmış bir kurama göre yazı kilden "fişler"in sayılması sisteminden çıkmıştır Basit disklerden amacı bilinmeyen karmaşık sivri biçimlere kadar değişik "fişler", Ortadoğu'nun arkeolojik alanlarında bulunmuştur Bu kurama göre bu üç boyutlu fişler yerine kil üstünde iki boyutlu sembolleri yazıya giden ilk adımdı

Büyük güçlüklerden biri "fişler"in Sümer çivi yazısının ortaya çıkışından sonra uzun bir süre devam etmesidir Bir diğer güçlük de, kil bir tablet üzerinde iki boyutlu bir sembolün üç boyutlu "fiş"ten daha çok değil, daha az ileri bir kavram olarak görülmüş olabilmesidir "Fişler"in yazının çıkışma yol açtığı değil, onun çıkışına eşlik ettiği daha muhtemeldir

Bazı bilimadamlarına göreyse, yazının tam olarak ne zaman ortaya çıktığı sorusu bilimsel bir soru değildir Asıl bilimsel soru, bugüne kalan en eski yazı örneklerinin ya da yazının "ata"sı sayılabilecek örneklerin hangi tarihten kaldığıdır Bir başka bilimsel soru da, yazının hangi toplumsal koşulların ürünü ve hangi toplumsal gereksinimlerin karşılığı olarak ortaya çıktığı olmalıdır



(Solda) Proto-yazı mı? Fransa'da Pech-Merle'de bir mağaradaki bu simgeler herhalde 20000 yaşındadır Anlamları bilinmiyor (Sağda) İÖ 1200 yılından Çin "Kehanet kemikleri" Simgelerden bazıları modern Çin karakterlerine benzemektedir

"PROTO-YAZI"

"Fişler" dışında "proto-yazı" denilebilecek sayısız örnek vardır Örneğin Güney Fransa'da mağaralarda bulunan Buzul Çağı sembolleri herhalde 20000 yaşındadır Lot'ta Peche-Merle'de bir mağarada Buzul Çağı'nda çizilmiş bir el ve kırmızı noktalar vardır

Bu ne demektir? "Ben hayvanlarımla buradaydım" mı? Yoksa burada daha derin bir sembolizm mi vardır? Başka resimlerde atlar, bir geyik kafası, bizon ve bazı simgeler vardır Kertilmiş kemikler herhalde ay takvimleri işlevini görüyordu

"Proto-yazı", bugün kelimeyi kullandığımız anlamda yazı değildir Ünlü yazı araştırmacısı John DeFrancis "tam" yazıyı "herhangi bir düşünceyi iletmek için kullanılan grafik semboller sistemi" olarak tanımlamıştır Bu tanıma göre "proto-yazı" Buzul Çağı mağara sembollerini, Ortadoğu arkeolojik "fişler"ini, Pikt sembol taşlarını, İnka quipus düğümlerini ve uluslararası ulaşım sembolleri, otoyol simgeleri, bilgisayar "ikonları" ve matematik sembolleri ile müzik notalarını içerir Bu sistemlerden hiçbiri "bütün düşünceleri" ifade edemezlerse de, özel iletişimde her birinin yararı vardır
İnsan düşüncesini bütün genişliğiyle ifade etmek için, konuşulan dille yakından ilişkili bir sisteme ihtiyacımız vardır Çağdaş dilbilimin (ve yapısalcılığın da) kurucusu Ferdinand de Saussure'in yazdığı gibi, dil bir kâğıda benzetilebilir "Kâğıdın bir yüzünde düşünce, diğer yüzünde ses vardır Bir makas alıp kâğıdın bir yüzünü öteki yüzüne zarar vermeden kesmek nasıl mümkün değilse, bir dilde de sesi düşünceden ya da düşünceyi sesten ayırmak mümkün değildir"


(Solda) Modern hiyeroglifler, "proto-yazı"nın çağdaş biçimidir Bunların anlamları bilinmektedir, ancak alfabetik harflerin aksine sınırlı kullanımları vardır (Sağda) Tutankhamon'un mezarından iki altın göğüslük Yukarıdaki bokböceği (kheper olarak okunur) Tutankhamon'un prenomeni Nebkheprure'nin bir kısmını oluşturan bir rebus'tur Şahinin pençelerindeki "ankh" simgesi (haçlı) bir piktogram olup "hayat" anlamına gelmektedir

YAZININ GELİŞMESİ

İlk "tam" yazı sistemi sayılabilecek sembollerin genellikle piktogramlar olduğu düşünülür: Bir tencere, ya da bir balık ya da ağzı açık bir baş (yemek kavramını ifade için) Bunlar ÎÖ 4 binyılın ortalarında Mezopotamya ve Mısır'da, ondan kısa bir süre sonra İndus Vadisi'nde ve bazı Çinli arkeologların (kuşkulu) iddialarına göre daha önce de Çin'de bulunmuşlardır

Bunların ikonluğu çoğunlukla kısa zamanda o kadar soyutlaşmıştır ki, bizler için artık tanınmaz haldedirler Aşağıda Sümer piktogramlarının çivi yazısına nasıl dönüştüğü görülmektedir:

Ancak piktogramlar resmedilemeyen kelimeleri ve bunları oluşturan parçaları ifadede yetersizdi Yalnızca piktografik, sınırlı "proto-yazı"nın aksi olarak "tam" yazının gelişmesi için gerekli olan rebus ilkesiydi Latince'de "nesnelerle" anlamına gelen sözcükle ifade edilen bu radikal fikir, fonetik değerlerinin piktograf sembolleriyle temsil edilmesine imkân verir



Böylece İngilizce'de önünde 4 (four) olan bir arı (bee) resmi "before"u (önce) temsil edebilir Bir arı (bee) ile bir tepsi (tiay) resmi "betray" (ihanet) olarak okunabilir Mısır hiyeroglifleri rebus'lerle doludur; örneğin R(a) ya da R(e) olarak telaffuz edilen güneş simgesi O, firavun Ramses'in hiyeroglif hecesinin ilk sembolüdür Sümer tabletlerinden birinde soyut "parasını iade" sözcüğünün bir saz ile temsil edildiğini görüyoruz Bunun nedeni "iade" ile "saz"in Sümer dilinde aynı fonetik gi değerini paylaşmalarıdır

Konuşma ve düşünmeyi tümüyle ifade edebilen bu "tam" yazı icat edildikten -ya da bir rastlantı sonucu bulunduktan ya da evrimle oraya gelindikten-sonra, bulunduğu Mezopotamya'dan bütün dünyaya yayılmış mıdır?

En eski Mısır yazısının tarihi İÖ 3100, İndus Vadisi'ninki (çözülmemiş mühür taşları) İÖ 2500, Girit'inki (çözülmemiş Lineer A yazısı) İÖ 1750, Çin'inki ("kehanet kemikleri") İÖ 1200, Orta Amerika'nınki (çözülmemiş Zapotek yazısı) ÎÖ 500 yıllarından kalmadır ve bu tarihlerin hepsi yaklaşık tarihlerdir

Bu temele dayanarak belirli bir yazının sembollerinin değil de, yazı fikrinin bir kültürden uzak kültürlere ağır bir tempoyla yayıldığını söylemek mantıklı görünmektedir Baskı fikrinin Çin'den (Girit'te bulunan İÖ 1700 yılına ait ve "baskı" gibi görünen esrarengiz Phaistos diskini saymazsak) Avrupa'ya erişmesi 600-700 yıl sürmüştür Kâğıt fikrinin Avrupa'ya yayılmasının daha da uzun sürdüğü gözönüne alınırsa yazının Mezopotamya'dan Çin'e çok daha uzun bir sürede gitmiş olmaması için bir neden yoktur

Yine de, fikrin iletilmesi konusunda somut kanıtların yokluğunda (ki, Mezopotamya ve Mısır gibi daha yakın uygarlıklarda bile) bilimadamlarının büyük bir kısmı yazının eski dünyanın büyük uygarlıklarında birbirinden bağımsız olarak geliştiğini düşünmeyi yeğlemektedirler, iyimserler ya da en azından anti-emperyalistler, insan toplumlarının zekâ ve yaratıcılıklarını vurgulayacaklardır

Tarihe daha muhafazakâr açıdan bakan kötümserler ise insanların varolan şeyi mümkün olduğu kadar aslına sadık kalarak kopya ettiklerini, yeniliklerini mutlak ihtiyaç duyulan durumlarla sınırlayacaklarını kabul edecektir Ne de olsa bu sonuncusu Yunanlılar'ın (İÖ 1 binyılın başlarında) alfabeyi Fenikeliler'den alışlarını ve bu arada Fenike yazısında olmayan sesli harf simgelerini eklemelerinde tercih edilen açıklamadır

İS 1 binyılda Japonlar'ın da Çin karakterlerini almaları gibi başka yazı alma örnekleri de vardır Paskalya Adası'nın rongorongo yazısı -ki, ada yeryüzünün her yerden en uzak iskân edilmiş noktasıdır- çözülürse bu Paskalya Adası sakinlerinin yazıyı kendilerinin yardımsız mı icat ettikleri, yoksa yazı fikrini kanolarında Polinezya'dan mı getirdikleri ya da adayı ilk 17 yüzyılda ziyaret eden Avrupalılar'dan mı aldıkları sorusuna ışık tutacaktır Eğer rongorongo'nun Paskalya Adası'nda yardımsız icat edildiğim kanıtlayabilirsek, o zaman yazının bir tek değil, birkaç kökeni olduğundan sonunda emin olabileceğiz

Yazıyla uygarlık ve kültürel gelişme arasında dolaysız bir ilişki olduğu öne sürülür Bununla birlikte 20 yüzyılda yapılan antropolojik araştırmalar son derece karmaşık bir ruhsal ve kültürel sisteme sahip bazı toplulukların yazı olmadan da varlıklarını sürdürebildiklerini ortaya koymuştur

Bütün bunların sonucunda son söz olarak şunu söyleyebiliriz: Yazı her zaman ticaretin ve ekonomisinin belli bir düzeye geldiği ve görece geniş bir coğrafya üzerinde merkezi bir yönetimin kurulduğu topluluklarda bir zorunluluk olmuştur



(Solda) Mezopotamya'dan kil "zarf" ve kil "fiş"ler "Zarf"ın üzerinde "fiş"ler tarafından herhalde içindekileri belirtmek için yapılan izler yazının gelişmesindeki bir aşama olabilir (Sağda) İÖ 3000 yılına ait bir Sümer rebus'u Sol üst köşedeki "saz", "iade" için bir rebus'tur



Bir piktogram ne zaman piktogram değildir? MC Escher'in Meiamorphosis lll'ü, 1967-68

Alıntı Yaparak Cevapla

Tarihin Gizemleri / Tarihin Gizemleri Hakkında Geniş Bilgi

Eski 08-16-2012   #51
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Tarihin Gizemleri / Tarihin Gizemleri Hakkında Geniş Bilgi



İlk Avustralyalılar Kimlerdi?

Zaman: 40000, 60000 yıl önce?
Mekân: Avustralya

Uzun zaman önce
Kaptan Cook'tan önce,
Macassanlar'ı görüyoruz
Gelmişler Bana ile (kuzeybatı rüzgârı)
Gelmişler Bulunu ile (güneydoğu rüzgârı)
JAMES BARRIPANG, 1994

Avustralya'nın yerli halkının ataları, bazı geleneksel inanışlarına göre hem doğanın hem de insanların oluşturulduğu Düş-Zamanı'nda yaratılmışlardır Bu nedenle onlar için kökenleri bir muamma değildir Oldum olası hep oradadırlar Kökenlerinin zamanı da önemli değildir Çünkü Düş-Zamanı geçmişi, günü ve geleceği, kronolojiyi önemsiz bir kavram yapacak biçimde birleştirir

Ancak bilimadamları için ilk Avustralyalıların gelişlerinin yeri ve zamanlaması 200 yıldır çözülmeyi bekleyen bir esrardır İlk Avustralyalılar kimlerdi? Nereden gelmişlerdi? Buraya nasıl varmışlardı? Ne zaman gelmişlerdi? insan evriminin küresel tarihindeki yerleri neydi?

Bu sorular her yeni model yeni kuramlarla, kanıtlarla ve tarihlendirme teknikleriyle karşılaştıkça çözümlenmeden kalmaktadır



(Solda) Güneydoğu Asya'nın Homo erectus'u, ilk Avustralyalılarda benzerlikler gösteriyor (Ortada) Wadjak iskeleti, iki büyük kara kütlesi sınırında ve bölgedeki tarımın kökenlerinin yakınında bulunmuştur Bu insan, kuzeydeki Asyalılar'la güneydeki Aborijinler arasında bir halkadır (Sağda) Nacutrie'den bir kafatası: Yüksek ve geniş alınları ve iri yapılarıyla Murray Nehri'nin Kow Bataklığı-Coobol bölgesinin insanları, en iriyarı ve güçlü Avustralyalılar'dı

İLK AVUSTRALYALILAR NEREDEN GELDİLER?

Avustralya, Güneydoğu Asya kütlesinden, bugün Endonezya ve Malezya olarak bilinen yerlerden iskân edilmiştir 19 yüzyılda Eugene Dubois tarafından Cava'da bulunan Homo erectus fosillerinin ilk Avustralyalıların ataları olabilecekleri iddia edilir

Araştırmalar Homo erectus'un Cava'da 1,74 milyon yıl önce bulunduğunu saptamıştır Güneydoğu Asya'daki 100000 yıldan eski iskeletler pek azdır Cava'dan Wadjak, Sarawak'tan Niah ve Palawan'dan Tabon hep 10000 yaşındadırlar

Küresel buzullaşma ve erimeyle bin yıl içinde deniz düzeyleri değiştikçe, Avustralya, kimi zaman Tasmanya ve Yeni Gine'yle birleşerek Sahul olarak bilinen kara parçasını oluşturmuştur Ancak denizin en çok çekildiği düzeylerde bile Sahul, Güneydoğu Asya'dan ayrıydı Şu halde Avustralya'ya ancak kayıkla ve kanoyla gidilebilirdi ve anatomik olarak modern olan, düşünce ve yetenek olarak bizlere benzer insanların, yapraklardan örme yelkenli bambu sallar inşa etmiş olmalarım hayal etmek pek güç değildir

Bölgenin rüzgârları ve akıntıları yolculuğun sonunda karaya ulaşılmasını âdeta garanti eder ve ufkun hemen ötesinde karanın olduğu göçmen kuşların uçuş yollarından ve kurak mevsim yangınlarının dumanlarından da anlaşılır

Avustralya'ya ilk gidenler herhalde deniz kıyısındaki balıkçı köyleri gruplarıydı ve bunlar sonunda Timor Denizi'nin güney kıyılarına yerleşmiş olmalılardır Kıyı şeridinin çok uzun olması düzinelerce grubun birbirlerinin alanlarına tecavüz etmeden aynı anda yerleşmiş olmalarım mümkün kılmış olacaktır Eğer bu doğruysa, o zaman ilk Avustralyalılar'ın sayıları binleri bulmuş olmalıdır

Ayrıca Avrupalılar geldiklerinde yerliler denizci değilse de, 10000 yıl önceki deniz düzeyindeki son yükselmeyle tamamen yalıtılmış olduklarım düşünmek yanlıştır Son birkaç yüzyıldır Macassanlar'ın balıkçılık seferleri gayet iyi belgelenmiştir ve evcil bir köpek türü olan dingonun 4000 yıl önce gelmiş olması da sürekli bir trafik olduğunun diğer bir kanıtıdır



(Solda) Aborijin tarihi, bir yalıtım tarihi değildir James Barripang, bir Endonezya prau'su (tekne) resmi gösteriyor (Sağda) Güneydoğu Avustralya'da belki de 60000 yıl önce Mungo Gölü kıyısında gömülmüş olan Mungo 3'ün Avustralya ailesi içinden olan ve Afrika soyundan ayrı olan bir mitokondriyal DNA taşıdığı (kadın soyundan devralınmaktadır) saptanmıştır

İNSAN, AVUSTRALYA'YA İLK KEZ NE ZAMAN GELDİ?

Arkeologlar 20 yüzyılın ortasına kadar Avustralya'ya ilk göçün son buzullaşma sırasında (25000 ile 13000 yıl önce), deniz düzeyinin en son alçak olduğu sırada gerçekleştiğine inanıyorlardı Ancak 1970'lerin başlarında ilk Avustralyalıların bundan çok önce geldikleri artık anlaşılmıştır Yeni keşfedilen tarih belirleme yöntemleriyle, Avustralya'nın iskânının araştırılması da birlikte gelişmiştir

1961'de radyo-karbon testleriyle 9000 yıl öncesi ölçülürken, 198l'de bu tarih 38000 yıl geriye götürülebilmiştir Malakunanja, Jinmium ve Mugo gibi yerlerde belirlenen tarihler şimdi bir kısım arkeologların ilk iskânı 60000 yıl, hatta daha da geriye götürmelerine yol açmıştır

Ancak tarihleme yöntemleri ve sonuçların yorumu konularında hâlâ önemli tartışmalar vardır Bazıları 40000-45000 yıl önce inandırıcı bir iskân belirtisi olmadığını iddia ederken, diğerleri 60000 yılın muhafazakâr bir tahmin olduğunu söylemektedirler

Kazı stratejileri, örnekleme yöntemleri ve tarih saptama teknikleri soruşturuldukça tartışmalar da şiddetlenmektedir Bir başka sorun da son 10000 yılda deniz düzeyinin yükselmesiyle eski çağ kalıntılarının büyük bir kısmının kıyı boyunca 100 metre su altında kalmış olmasıdır

Ancak insanların 40000 yıl önce bütün kıtaya yayıldıklarını bilmekteyiz Şimdi Tasmanya'da Warreen'de, Nullarbor ovasında Allen's Mağarası'nda, güneybatı Batı Avustralya'da Upper Swan'da, Murray ve Darling nehirleri yakınında Willandra Gölleri'nde, Yeni Gine'de Huon yarımadasında ve New Ireland'da Matenkupkum'da 35000 yıldan eski tarihler vardır Aborijinler çölün ortasını en az 22000 yıl önce yurtları yapmışlardır


Bu ilk Avustralyalılar değişen iklimlerle ve farklı ortamlarla karşılaşmış olmalıdırlar Deniz düzeyinin alçak ve Tasmanya ile Yeni Gine'nin Avustralya'ya bağlı olduğu dönemlerde, güneydeki sıradağların ve Tasmanya'nın yüksek doruklarının üzerinde küçük buzullar vardı Baharlarda eriyen buzların taşırdığı nehirler şimdikilerin dokuz katı fazla suya sahiptiler
Willandra Creek'in de aralarında olduğu bu eski nehirler çok daha kuru, soğuk ve rüzgârlı bir arazide akmaktaydılar Mungo 3 adıyla bilinen insan böyle bir zamanda gömülmüştü O günden sonra pek çoğunda görüldüğü gibi yüzü Mungo Gölü'ne, ayakları doğuya bakıyordu Yakın zamanda bunun 60000 yıl öncesine ait olduğu belirlenmiştir ve gömülme tarihî üzerinde hâlâ tartışmalar sürüyorsa da, kendisi bilinen en eski Avustralyalı'dır



İLK AVUSTRALYALILAR KİMLERDİ?

Çağdaş yerli Avustralyalılar, tıpkı Avrupalılar ya da herhangi bir kıta grubu gibi bölgeden bölgeye fiziki değişiklikler gösterir Bu farklılık için iki temel açıklama vardır Göç modelleri çoklu köken ve farklı ata gruplarının varlığını gözönüne alırken, evrimsel modeller ise biyolojik çeşitliliği farklı ortamlardaki ayıklama süreçlerinde ve sosyal ve coğrafi sınırları aşan evlilik kalıplarında araştırırlar Bu durumda, görülen biyolojik çeşitlilik insanların yeni ülkenin çevre farklılıklarına uymalarından mı, yoksa farklı iskân gruplarının gelişleri ve aralarındaki evlenmelerden mi kaynaklanmıştır?

20 yüzyılın büyük bir bölümünde fiziki farklılığı açıklamak için göç modelleri kullanılmıştı 1941'de, radyokarbonla tarih saptama icat edilmeden önce, Joseph Birdsell gözlemlenen farklılıkların farklı grupların üç göç dalgasından doğduğunu ileri sürmüştü Alan Thorne 1970lerin başında ikili bir göç modeli ileri sürmüştür Onun Kow Bataklığı'ndaki keşifleri, güneydoğu Avustralya'da Murray Nehri kıyılarında iri yarı, güçlü kuvvetli insanların yaşadığının kanıtlarını ortaya koymuştu

Kow Bataklığı'ndan daha eski olan Mungo Gölü'ndeki kalıntılar daha narin yapılıydı Thorne, kalıntılar arasındaki bu farklılığı onları kuzeydeki eski fosillerle ilişkilendirerek açıkladı Daha iri ve daha güçlü grubun ataları Cava'daki Homo erectus'tan, daha narin olanlar ise daha yukarıdaki Çin7 den gelmişlerdi

ilk iskânın tarihleri geriledikçe yerli halk arasındaki fiziki çeşitlilikler için evrimsel açıklamalar da önem kazanmıştır On binlerce yıl çöl ortamında yaşayan insanlar, daha uzun kol ve bacaklarla daha ince bir görünüm kazanırlar Willandra Gölleri'nin halkı buzul çağında çöllerde yaşıyorlardı Yine bunun gibi Murray Nehri gibi kaynak bakımından zengin bölgelerde yaşamış olanların iri yapıları da yöreye uyum sağlamalarıyla açıklanabilir

Avustralya'da, 10000 yıldan eski 90 kadar iskelet bulunmuştur Bunların çoğu parça parçadır Genellikle Willandra Gölleri'nden, Coobol Creek'ten ve Kow Bataklığından gelmektedirler Son ikisi Murray Nehri'nin kıyısında aralarında 50 kilometre olan iki farklı yerde bulunmuştur ve ikisi de, tarihte Baraparapa kabilesi bölgesi olarak bilinen alan içindedir

Araştırmalar günümüzden 10000 yıl öncesinde yaşamış olan bu insanların daha iri ve kalın yapılı olduklarını ortaya koymuştur Bunlardan en iyi bilinenleri -Cohuna, Nacurrie, Kow Bataklığı ve Coobol Creek- Murray Nehri'nin herkese açık olmayan bir bölgesinden gelmiştir Bunlar herhangi bir insan grubunun rastlanmış en iri dişlerine, geriye yatık bir alna ve gelişmiş kaş çıkıntılarına sahiptirler Keilor ve Willandra Gölleri iskeletlerinin çoğu ise daha az kaba yapılı olup, çağdaş Aborijin insanına fiziki olarak daha da yakındır

İLK AVUSTRALYALILARDIN ATALARI KİMLERDİ?

Anatomik bakımdan çağdaş insanların ve bunların dünyaya yayılmalarının kökenlerini arama araştırmaları iki model halinde kutuplaşmıştır: Bölgesel Devamlılık Modeli ve Afrika'dan Çıkış Modeli Bölgesel Devamlılık modelinde, Homo erectus Afrika'dan Avrasya'ya yayılmış ve 1,74 milyon yıl önce Cava'ya varmıştır Eski Dünya'da Homo erectus'tan evrim toplulukların evlilik yoluyla birleşmesiyle olmuştur

Çağdaş Homo sapiens 130000 yıl önce ortaya çıkmıştır Bu modele göre Solo'da ve Ngandong'da bulunan Homo erectus fosilleri Avustralya Aborijinlerinin atalarıdır Pek çok araştırmacı 10000 yıl öncesinin Avustralyalılarımla Cava fosilleri arasında kesintisiz devam eden bir soyun benzerliklerini bulmuşlardır

Afrika'dan Çıkış modelinde ise, çağdaş insanlar 130000 yıl önce Afrika'da gelişmiş, jeolojik bir dönemde Asya'ya geçmişler ve belki de Hindistan ve Güneydoğu Asya kıyılarını denizden geçerek 60000 yıl önce Avustralya'ya yerleşmişlerdir Bu çağdaş homo sapiens'ler, yol boyunca bütün yerleşik Homo erectus nüfusu öldürmüşler ve bir buçuk milyon yıl sürece yakınında yaşadıkları halde, onların atmadığı adımı atarak Avustralya'ya geçmişlerdi Bu, "yıldırım saldırısı" modelidir

Böylece, Afrika'dan Çıkış modeline göre Cava'daki Homo erectus fosilleri -Solo ve Ngandong- Avustralya aile ağacındandır ve ilk Avustralyalılar 130000 yıl önce Afrika'da ortaya çıkan atalardan türemişlerdir Bölgesel Devamlılık Modeli, Homo erectus'u ilk Avustralyalıların atası olarak kabul etmeye devam etmektedir

O zaman belki de en şaşırtıcı soru, Homo erectus'un neden Avustralya'ya o gayet kısa son geçişi yapmadığıdır Yoksa bunu yapmışlar mıdır? Bölgesel Devamlılık modeli bizim Avustralya'da 100000 yıldan eski insanların kalıntılarını göreceğimiz olasılığını açık bırakmıştır Bu pek mümkün değilse de, imkânsız da değildir

Alıntı Yaparak Cevapla

Tarihin Gizemleri / Tarihin Gizemleri Hakkında Geniş Bilgi

Eski 08-16-2012   #52
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Tarihin Gizemleri / Tarihin Gizemleri Hakkında Geniş Bilgi



İndus Yazısı

Zaman: İÖ 2500-1900
Mekân: Pakistan/Hindistan

İndus vadisi mühürlerini kontrollü realizmin küçük şaheserleri ve boylarıyla oranlanamayacak devasa güçlü ama bir bakıma da ona tümüyle bağlı olarak tanımlamak bir abartma olmayacaktır SIR MORTIMER WHEELER, 1953

İndus Vadisi Uygarlığı, Büyük İskender zamanında bile çoktan kaybolmuştu İskender'in elçisi Aristoboulos bölgeyi İÖ 326 yılında ziyaret ettiğinde "İndus Nehri yatağını değiştirdikten sonra binden fazla köy ve kasabanın terk edildiği bomboş bir ülke" bulmuştu

İndus uygarlığı, tarih kayıtlarında bir daha 2000 yıldan fazla bir süre yer almamıştır 1920'lerin başında Hintli bir arkeolog, İskender'in Hindistan'dan çekilirken inşa ettirdiği söylenen zafer sütunlarım ararken Mohenco-daro'daki (şimdi Pakistan'ın Sind eyaleti) höyük yıkıntısının asıl önemiyle karşılaştı

Onun keşfi ve şimdi Pakistan olan 560 kilometre ilerideki Harappa'da benzer bir keşif, kayıtlı Hint uygarlığını bir darbede iki katı uzunluğuna çıkaracak, Ashoka'daki ÎÖ 250 yılındaki imparatorluk kitabelerinden İÖ 2500 yılına götürecekti Hindistan Arkeolojik Araştırmaları Genel Müdürü Sir John Marshall başkanlığında bir heyet, hemen her iki yerde kazılara başladı

Son seksen yıldır onlar ve onları izleyenler, Pakistan'da ve Kuzeybatı Hindistan'da Avrupa'nın yaklaşık dörtte biri kadar bir alanda, İÖ 3 binyılın eski Mısır ve Mezopotamya imparatorluklarından daha büyük bir alanda İndus Vadisi uygarlığına ait 1500 mekânı ortaya çıkardılar Bunlardan çoğu köy ise de, beş tanesi büyük kentlerdi

Indus uygarlığının doruk noktası olan ÎÖ 2500 ile 1900 yılları arasında Mohenco-daro ve Harappa, Mısır'da Memphis ve Mezopotamya'da Ur gibi kentlerle kıyaslanacak kentlerdi Bunlarda büyük piramitler, saraylar, heykeller, mezarlar ve altın yığınları yoktu ama gayet iyi planlanmış sokakları ve çok ileri kanalizasyon sistemi 20 yüzyılın kent planlamacılığıyla kıyaslanabilirdi
Süs eşyalarından bazıları ise -ta Ur kral mezarlığı kadar uzaklarda bile bulunan uzun, delikli akik bocuklar gibi- güzellik ve teknik gelişmişlikleri bakımından firavunların hazineleriyle rekabet edebilirdi İndus Vadisi sakinlerinin yaşantılarını anlayışımızdaki bu ilerleme onların düşünceleri konusunda ancak tahmin yürütebilmemiz utandırıcı gerçeğini vurgulamaya yardımcı olmuştur:

Çünkü yazıları henüz çözülememiştir Mısır hiyerogliflerinin ve Mezopotamya çivi yazısının aksine İndus yazısı duvarlarda, mezarlarda, heykellerde, dikilitaşlarda, kil tabletlerde ya da papirüslerde değil, yalnızca Mohenco-daro, Harappa ve diğer kentlerin bina ve sokaklarında dağınık halde bulunan mühür taşlarında, çömleklerde, bakır tabletlerde, bronz aletlerde, fildişi ve kemik çubuklarda görülmektedir (Hindistan'da geleneksel olarak kullanılan palmiye yaprakları gibi kolay bozulabilen malzemeye de yazılmış olabileceği kuşkusuzdur) Mühür taşları, yazıların en çok bulunduğu nesnelerdir ve yontuculuk stili ve zarafetleriyle bir kere görüldü mü asla unutulmayacak parçalardır


(Solda) İndus Vadisi uygarlığının buluntu yerleri Avrupa'nın dörtte biri kadar bir alanı kaplamaktadır (Sağda) "Proto-Şiva": Bu İndus mührü baskısı çok sonraların Hindu tanrısı Shiva'nın habercisi olabilir

Bilinen 3700 yazılı nesnenin yüzde 60'ı mühürlerdir, ancak bunların da yüzde 40'ı benzer oldukları için dili çözecek kimsenin elinde sanıldığı kadar fazla bir malzeme yoktur Kenar uzunluğu 19-32 mm arasında değişen kare biçimli mühürlerin arkasında taşımaya ve asmaya yarayan delikli birer çıkıntı vardır Mühürlerin ön yüzlerinde ise ince çelik kalem ve delgiyle eşsiz güzellikte oyma resimler yapıldığı da görülmüştür

1990'larda bir miktar daha mühür bulunmuşsa da bu fazla bir şey sayılmaz Yazılı mühürlerdeki yazılar özellikle çok kısadır: Ortalama bir mühürde, bir satırda dört karakter vardır, en uzun metin 26 karakterden oluşur ve toprak üçgen prizmanın üç yanına dağılmıştır Mühür taşlarının çoğuna karakterlerin yanı sıra hayvan resimleri de kazınmıştır

Bunlar genelde bildik hayvanların resimleridir: Suaygırı, fil, kaplan, bufalo gibi (ama ilginç olan maymun, tavuskuşu ya da kobra olmamasıdır) Ama tek boynuzlu at gibi fantastik olanlar da vardır Kimi yoga pozisyonunda oturan insan biçimli yaratıklar tanrı ya da tanrıçalar olabilirler

Başta Marshall olmak üzere çeşitli araştırmacılar bu figürlerin iki bin yıl sonra Sanskrit metinlerinde ilk kez sözü edilen Hindu tanrılarının öncüleri olduğunu iddia etmişler, hatta Marshall bunlardan birine "Proto-Şiva" adını vermiştir



İndus yazısının yönü konusundaki kanıt Bu iki mühür baskısı sağdan sola okunmaktadır

SİMGE KANITI

İndus yazısını çözmek için yüzden fazla ciddi ve bilimsel temelli girişim olmuş ve özellikle önde gelen İndus yazısı bilgini Asko Parpola başta olmak üzere, bütün metinleri toplama, kataloglama ve yayımlama alanında çok önemli çalışmalar yapılmışsa da, ortak bir çözüm konusunda fazla bir fikir birliği yoktur Girişimlerde o kadar radikal farklılıklar vardır ki -biri îndus simgelerini Mısır hiyeroglifleriyle, bir diğeri Paskalya Adası rongorongo yazısıyla kıyaslamaktadır- bunların ortak noktaları hemen hemen yok gibidir

Kesin ya da yüksek derecede olası olan şey yazma ve okumanın yönü, yazı sistemindeki simgelerin yaklaşık sayısı, bazı rakamların tanımı ve bazı metinlerin kelimelere ayrılabildiğidir

Önemli bir ilk nokta, mühür baskısının okunmak için olduğudur (karakterler doğal olarak terstir) Ancak eldeki mühürler, mühür baskılarından çok olduğundan burada kuşkulu bir nokta vardır Mühürlerin çoğunun aşınmış olmaması bunların belki de kullanılmayıp kimlik "kartları" ya da hatta muska gibi taşındıklarını da akla getirmektedir

Ancak metal aletlerde ve çömlekler üzerinde doğrudan okunmak için yazılmış yazılarla, mühürlerdeki yazıların aynı sırayı ve yönü takip etmelerinden mühür baskısının okunduğunu anlıyoruz Burada gösterilen resimlerin hepsi mühür baskılarıdır

Yazının yönüne gelince, burada en güvenilir kanıt yazılardaki boşluklardır Kısa bir satır sağ kenardan başlayıp sol kenarda bir boşluk bırakmışsa bunun sağdan sola yazıldığı varsayılabilir Eğer sol kenarda bir sıkışıklık oluyorsa yine aynı sonuç çıkarılabilir Bir mühürde okuyan üst sağ köşede başlamış, mührü saat yönünde iki kere 90'ar derece çevirmişti ve üçüncü kenar ile dördüncü kenarın tümü boştu, îndus yazısının yönü normal olarak mühür baskılarına göre sağdan solaydı

Simgelerin sayısı olarak kabul edilen rakam 425 (artı-eksi 25)'tir Bu anlamlı bir rakamdır Temel simgelerin fonetik olup, Lineer B'de olduğu gibi heceleri temsil ettiği hecesel bir yazı sistemi için çok fazla, binlerce simgenin her birinin Çin dilinde bir kavramı ya da kelimeyi temsil ettiği Çince gibi yüksek düzeyde logografik bir yazı için çok azdır

Buna en yakın kıyaslama herhalde 500 simgeli Hitit hiyeroglifleri ve 600 küsur simgeli Sümer çivi yazısıdır Bu nedenle pek çok bilimadamı, fonetik hecelerin simgelerini teşhis etmekte fazla bir ilerleme kaydedilmemişse de, İndus yazısının Batı Asya'daki çağdaşları gibi simge-heceli yazı olduğunda hemfikirdirler



İndus Vadisi uygarlığının iki önemli kentinden biri olan Mahenco-daro'da Büyük Hamam

HANGİ DİL?

Bunlara karar verebilmek için İndus Vadisi uygarlığında hangi dilin konuşulduğunu ve kitabelerde yazıldığını bilmek gerekir Eğer bu dilin başka bir dille akrabalığı olmadığı olasılığını bir yana bırakırsak (kültürel sürekliliğin özellikle güçlü olduğu Hint yarıkıtası için bu mantıklı bir varsayımdır), akraba diller için iki güçlü aday vardır: Proto-Hint-Âri (Sanskrit) ve Proto-Dravid, yani Kuzey ve Güney Hindistan'ın iki büyük dil ailesinin atası (Başlıca Hint-Âri dili olan Sanskrit Kuzey Hindistan'daki modern dillerin çoğunun kök dilidir)

Günümüzdeki Dravid Dili'ni konuşanlar, îndus Vadisi'nden uzakta, hemen hemen yalnızca Güney Hindistan'da yaşadıklarından, coğrafi açıdan proto-Hint-Âri dilinin Dravid Dili üzerinde bir üstünlüğü vardır Ancak Kuzey Hindistan'a Hint-Âri "istilası"nın îndus Vadisi uygarlığının ortadan kaybolmasından sonra, ÎÖ 2 binyılda gerçekleştiği düşünüldüğü için Proto-Dravid Dili, tarihi nedenlerle daha gözdedir

Bu iddiayı destekleyen bir şey de Kuzey Hindistan'da Dravid dilleri cepleri olmasıdır Bu dillerden biri olan Brahui Dili'ni konuşan 300000 göçebe Belucistan'da (Batı Pakistan) îndus Vadisi'nin çok yakınında yaşamaktadırlar Bu Dravid Dili konuşanlar herhalde bir zamanlar Kuzey Hindistan'da çok yaygın olan ve sonra Hint-Arileri'nin gelmesiyle kaybolan bir Dravid kültürünün kalıntılarıdır

Bu nedenle bilimadamlarının çoğu proto-Dravid varsayımını kabul ederler Bunlar Eski Tamilce, Telugu, Malayalam ve Kannada gibi eski Dravid dillerin kelimeleri ile îndus mühürlerinin ikonografik simge ve resimleri arasında mantıklı bağlar aramaktadırlar ve bunda da İndus Vadisi uygarlığına ait arkeolojik kanıtlardan, Dravid uygarlığı ve dini inançlarına ilişkin kültürel kanıtlardan yararlanmaktadırlar Bu yöntem aslında varsayıma dayanmaktaysa da, simgelerden bazıları için ilginç "çözüm"ler ortaya atılmıştır ki, bu da eğer yeni yazıtlar günışığma çıktığı takdirde denebilecektir



Hint yarıkıtasının başlıca iki dil ailesi: Hint-Arice (beyaz alanlar) ve Dravid Dilleri (Brahui dili dahil)

Alıntı Yaparak Cevapla

Tarihin Gizemleri / Tarihin Gizemleri Hakkında Geniş Bilgi

Eski 08-16-2012   #53
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Tarihin Gizemleri / Tarihin Gizemleri Hakkında Geniş Bilgi



İnkaların Çocuk Kurbanları

Zaman: 14-15 yüzyıllar
Mekân: Ekvator, Peru, Şili, Arjantin ve Bolivya

Bir keresinde bu adaya kurban edilmek üzere on dört yaşında bir kız getirilmişti Ancak başrahip kızı kabul etmedi Vücudunu titiz bir muayeneden geçirince memelerinin birinin altında küçük bir ben bulmuştu Bu nedenle tanrılarına kurban edilmeye değer bulunmamıştı PEDER BERNABECOBO, 1653

İnka İmparatorluğu'nu Konu edinen ilk vakayinameyi yazan İspanyol vakanüvislerinden Peder Barnabe Cobo, bize şimdi Bolivya Cumhuriyeti'nde olan Titikaka Gölü'ndeki Güneş Adası'ndan getirilen genç kızın yukardaki hikâyesini anlatır Kız, eski Andlar'ın en büyük hac merkezlerinden ve dini tapınaklarından birinde kurban edilecekti Ancak kız, kurban edilemeyince hikâyesini İnka İmparatorluğu'nun 1532'de fethinden birkaç yıl sonra adaya gelen bazı İspanyollar'a anlatacaktı

İnkalar hakkındaki bilgilerimiz Cobo gibi eski zaman vakanüvislerinden ve çağdaş arkeolojik araştırmalardan gelmektedir İnka İmparatorluğu'nun çok büyük, çok-etnikli, çok-dilli bir devlet olup 4000 kilometrekare bir alana yayıldığını biliyoruz, iktidar hanedanlarını 16 ya da 14 yüzyılda kuran halk Andlar'ın çok yükseklerinde olan Cuzco'da yaşıyorlardı ve burası onlara göre dünyalarının maddi ve manevi merkeziydi

İnka İmparatorluğu'nun Quechua dili konuşan ataları birkaç kuşak içinde Batı Amerika'nın bu geniş topraklarında yaşayan onlarca farklı etnik grubu ve topraklarım fethetmişlerdir İsyanlar çok sıktı ve böyle büyük bir alam ve halkı kontrol altında tutmak çok güçtü Dünyanın diğer eski imparatorluklarında olduğu gibi, farklı grupları iktidardaki hanedanların kontrolü altında tutmanın ve İktidarlarını yaygınlaştırmanın başlıca yolu, bir devlet dininin kurulmasıydı



(Solda) Arkeologlar Llullaillaco zirvesinde bir kazıda Burada, 6700 metre yükseklikte kadın bir İnka kurbanı bulunmuştur (Sağda) Cerro el Plomo'da 6000 metre yükseklikte, en güney noktada bulunan İnka mumyası Bu çocuk kurbanın yanında, çeşitli heykelcikler ve bir torba koka yaprağı bulunmuştur

ANDLAR'IN KUTSAL YERLERİ

İnka İmparatorluğu boyunca ve ondan yüzyıllarca önce And halkları kutsal yerlerde "Huaca" adını verdikleri tapınaklar inşa ederlerdi Huaca'lâr ruhani gücü olduğuna inanılan bir doğa parçasındaki doğal ya da insan elinden çıkma bir mekândı Bunlar mağaralarda, su kaynaklarında, büyük kayalarda, tepelerde, pınar ya da köGoogle Page Rankingü yakınlarında ve dağların doruklarında yapılırdı Bu huaca'larda adaklar çok yaygındı

En popüler adaklar koka yaprağı dolu sepetler, renkli deniz kabukları, lamalar, alpakalar, mısır birası, bez, metal heykelcikler ve bazen de çocuklardı İlk İnkalar Cuzco bölgesinde yüzlerce tapmak yapmışlardı ve bunların her biri yeni doğmakta olan İmparatorluktan akraba gruplar tarafından bakılır ve korunurdu


İmparatorluk büyüdükçe devlet Güneş Adası'nda-ki gibi daha büyük tapmaklar inşa etti Tapınak külliyeleri belli başlı huaca'larda Güneş'e, Ay'a, Gökgürültüsü Tanrısı'na ve diğer tanrılara adanırdı Bu huaca'ların çevresinde bir din geliştirmek için çok büyük kaynak ve enerji harcanmıştı Görkemli tapınaklar Cuzco soylularının, uyruklarının yaşamları üzerinde sahip oldukları ideolojik ve politik gücü vurgulamaktaydı



(Solda) Günümüzde bir maestra ya da şaman, bir adak töreninde koka yaprakları ve günlük yakıyor (Sağda) 1995'te bir çığ düşmesi sonunda Peru'da Ampato zirvesindeki buzlar arasında bulunan İnka kızının mumyası

İNSAN KURBAN ETME

İnsan kurban etme, İnkalar'ın bir icadı değildi İspanyol öncesi And ikonografisinde genelde savaş tutsakları olmak üzere kurban edilmiş insanların tasvirleri yer almaktadır Hatta Peru'da ilk yontulmuş taş kitabelerde, kafaları kesilmiş savaş tutsakları görülür Diğer kültürlerde de insan kafası ganimet olarak alınmıştır İnkalar bu uygulamaları imparatorluğu bir arada tutan devlet dininin ve imparatorluk ideolojisinin bir parçası haline getirmişlerdir

Çocukların kurban edilmesi de bu bağlamda ele alınmalıdır Çocuklar capac hucha adı verilen politik bakımdan önemli bir ayinde kurban edilirlerdi Colin McEwan ve Maarten van de Guchte'ye göre bu terim, "Kraliyet yükümlülüğü" olarak çevrilebilir

Bu bilimadamları, araştırmalarında, altı ile on yaşında çocukların imparatorluğun dört bir yanındaki köy ve kasabalardan Cuzco'daki başkente nasıl gönderildiklerini anlatırlar Bazıları için bu, yüzlerce, hatta binlerce kilometre yol demekti Çocuklar ve kendilerine eşlik edenler yol boyunca köylerden şarkılar söyleyerek geçerlerdi

Cuzco'ya vardıktan sonra kentin merkezinde toplanırlar ve İnka rahipleri tarafından sembolik olarak evlendirilirlerdi Hayvanların ve diğer adakların kurban edilmesinden sonra, çocuklar Cuzco'nun büyük meydanının çevresinden geçirilirlerdi Sonra tekrar köy ve kasabalarına gönderilir, buralarda yeni törenler yapılırdı Törenin sonunda çocuklar alkol ve diğer maddelerle uyuşturulur ve memleketleriyle ilişkili bir huaca'da öldürülürlerdi

Arkeologlar Andlar'ın her yerinde çocuk kurban edildiğini saptamışlardır Bu capac hucha törenlerinin kalıntıları adalarda, mağaralarda ve dağ tepelerinde bulunmuştur Arkeolog Johan Reinhard, And-Ur'da çoğunlukla karla kaplı volkanik doruklarda kurban izlerine rastlamıştır

Bu kurbanların oralardan çıkarılması, dünyanın en güç arkeolojik çalışmalarıdır: Reinhard ve arkadaşları 6000 metre yüksekliğe çıkmak, oksijen azlığından doğan yükseklik yorgunluğu, buz, kül ve karla mücadele etmek zorundaydılar Eski çağların insanlarının, o dağlara çağdaş araç gereç olmadan çıkmalarındaki kararlılık gerçekten şaşırtıcıdır

Bu mumyaların bulunması beceri olduğu kadar şans da gerektirir Beceri bunları nerede arayacağını bilmek ve şans da cesetleri ortaya çıkaracak doğru çevre koşullarının bir araya gelmesidir Yağmacılar çalmadan ya da havayla temas ettiği için havadaki mikroorganizmalar tarafından cesetler bozulmadan mumyaları elde etmek için, Reinhard ve ekibi buzları ve kaya kadar sert toprağı kazmak, bulgularını bilimsel olarak kaydetmek ve sonra mumyayı kamplarına güvenli bir şekilde taşımak zorundaydılar
Belgelerde çocuk kurban etmeye ilişkin büyük törenler hâlâ anlatılmaktadır Peru'da Arequipa yakınlarında Ampato'da bulunan arkeolojik kanıtlar bu belgeleri doğrulamaktadır Ampato kızı görkemli tüylü bir başlık, çanak çömlek, kaşıklar, ahşap kupalar, giyimli metal heykelcikler, yiyecek ve güzel kumaşlarla gömülü bulunmuştu

Kutsal bir renk olan kırmızı toprak, mezarının zeminine serilmek üzere dağın tepesine taşınmıştı Kurban yerinin çevresinde inşa edilen platformlar ve belki de başka binalarda başka küçük çocukların kurban edildikleri kuşkusuzdur

Eski ve yeni dünyadaki diğer imparatorluklarla kıyaslandığında çocukların kurban edilmesi İnka devletinde pek nadir rastlanan bir şeydir Ancak çocuk kurban edildiği bir gerçektir ve bunun çok önemli dini ve politik amaçları vardı Yerel bir yöneticinin çocuğunu kurban edilmek üzere vermesi, hem İnka devletine hem de taptıkları yaratıcı tanrılara bağlılığının kanıtıydı

Kurban edilmek üzere Cuzco'ya bir tören alayı halinde götürülen düzinelerce çocuğun görüntüsü, İnka devletinin gücünün yılda bir kere olsun gözler önüne serilmesiydi Bu trajik ama güçlü devlet kurumunu tam olarak değerlendirebilmek için, inka İmparatorluğu'nun siyasal mantığını ve dini ilkelerini tarihi bağlamı içinde anlamamız gerekir



Gümüş kadın heykelciğinden ayrıntı Heykele giydirilen zarif kumaşlar bir tüpü iğnesiyle tutturulmuş

Alıntı Yaparak Cevapla

Tarihin Gizemleri / Tarihin Gizemleri Hakkında Geniş Bilgi

Eski 08-16-2012   #54
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Tarihin Gizemleri / Tarihin Gizemleri Hakkında Geniş Bilgi



İnsanın Kökenleri Bulmacası

Zaman: 5-01 milyon yıl önce
Mekân: Afrika

Bizler diğer türlerin çok yakın akrabalarıyız Ama yine de onlardan ışık yılları kadar uzağız RICHARD DAWKINS, 1992

Etiyopya'nın ve Kenya'nın kurak topraklarında, bilinen en eski atalarımız olan australopithecus'ların fosilleri bulunmaktadır Eski çağların tortuları arasından 4,5 milyon yıl öncesine ait dişler, kafatası parçaları ve zaman zaman da bacak ve kol kemikleri çıkmaktadır

Titizlikle kazılıp birleştirildiklerinde bunlardan, yaklaşık bir metre boyunda, şempanze boyutunda 450 santimetre küp beyinleriyle maymunu andıran atalarımızın görüntüsü çıkmaktadır Bunlar kısmen iki ayak üstünde yürürlerdi, büyük ölçüde vejetaryenlerdi ve kuru tohumlar ile kökleri ezmek için çok iri azıdişleri vardı Modern insanın atası değillerse de, akrabası oldukları genellikle kabul edilir ve australopithecus sözcüğü, zaman zaman ilk insangiller için kullanılır

Etiyopya'da Omo Havzası'nda yalnızca 130 binyıl öncesine ait bir kafatası fosili bulunmuştur Beyni 1400 santimetre küp kadardır ve bu da günümüz insanının boyutları içinde kalmaktadır Bu örnek ilk çağdaş insan, Homo sapiens, olarak kabul edilmektedir ve bu gün kullandığımız sembolik ifadelere ve bir derece konuşma yeteneğine sahip olduğuna inanılmaktadır Yine onunla ilgili birkaç kemikten, bu insanın dik yürüdüğü anlaşılmıştır 4,5 milyon yıl öncesinin o maymunsu atalarımızdan bugünkü boyumuza, anatomimize, zekâ ve kültürümüze nasıl eriştiğimiz insan kökeninin bilmecesidir

Bu bilmecenin cevabı bir bakıma inanılmayacak kadar kadar basittir: Biyolojik evrim Doğal ayıklamanın yöneltici gücü altında evrim geçiren bütün diğer türler gibi bizim türümüz de aynı evrimden geçmiştir Alet yapmakta daha usta olmak, yiyecek bulma ya da iki ayak üstünde yürüme sorunlarını çözmek gibi o tesadüfi genetik değişimler nüfus içinde sabitleşmiş ve anatomimizi, davranışlarımızı ve zekâmızı bugünkü düzeyine getirmiştir

Ancak, biyolojik evrim insanın kökenleri bilmecesine bir cevap sağlamışsa da -Charles Darwin;in özgün olarak açıkladığı gibi- bu, çoğumuzun arzuladığı bir cevap değildir Biz bu bilmecenin daha ayrıntılı bir çözümünü isteriz, anatomide, davranışta ve zekâdaki bu belirli değişikliklerin ne zaman ve neden gerçekleştiğinin çözümünü bekleriz



(Solda) Etiyopya'da Omo Kibish'de bulunmuş kafatasının tamamlanmış hali 130 binyıl öncesine ait bu kafatası şu anda Homo sapiens'in en yaşlı fosilidir (Ortada) Güneybatı Etiyopya'daki Omo Nehri havzasında Pliyosen ve Pleyistosen dönemi tortulları vardır Burada bulunan fosiller arasında insanın üç milyon yıl önceki ataları bulunmuştur (Sağda) Australopithecus'ların bu 3,5 milyon yıllık ayak izleri Mary Leakey tarafından Tanzanya'daki Laetoli'de bulunmuştur Ayak izleri ilk iki ayaklılık konusunda çok önemli kanıtlar sağlamıştır

ÇOKDİSİPLİNLİ BİR YAKLAŞIM

Bu tür bir çözümün bulunması çok daha güçtür ve eldeki pek az fosil parçalarının çok farklı bilimadamları tarafından incelenmesini gerektirir Aslında fosiller pek çok kanıt kaynağından yalnızca biridir Anatomi geçmişteki davranış konusunda bazı ipuçları sağlarsa da, diğer kanıtlar taş aletlerden, yiyecek kalıntılarından, ocaklardan ve atalarımızın bıraktıkları diğer maddi kalıntılardan gelir ve bunlar da arkeologların çalışma alanına girer

Yine atalarımızın hangi ortamda yaşadıklarını bilmemiz gerekir ki, bu da jeologların ve çevrebilimcilerin çalışmalarını gerektirir Kalıntılardan, olabilecek en çok bilgiyi çıkarmak ve tarih belirlemek için, çok çeşitli bilimsel teknikler gerekir ve bu nedenle fizikçiler ve kimyacılar insanın kökenlerinin incelenmesinde çok önemli rol oynarlar

Ayrıca yalnızca geçmişten gelen kanıtların incelenmesi de yeterli değildir İnsan evriminin ilk aşamasının nerede ve ne zaman gerçekleştiğini -soyumuzun şempanzeye giden yoldan ayrılmasını- saptamak için de bugün yaşayan insanların genetik çeşitliliklerini anlamak önemlidir



İnsan evriminin çağdaş türlerin çeşitliliğini gösteren şeması Belirli bir çağda kaç tür olduğu antropologlar arasında hâlâ tartışmalıdır ama yeni keşifler yapıldıkça, özellikle 2 milyon yıl önce giderek artan bir sayı olduğu görülmektedir

MERDİVEN DEĞİL, ÇALILIK

Son birkaç on yılda fosillerin ve arkeolojik kanıtların keşifleri bir bakıma insanın kökenleri bulmacasının çözümünü güçleştirmiş ama aynı zamanda çok da ilginçleştirmiştir İnsan evriminin bir merdiven gibi olduğu, bir türün evrim geçirerek bir diğerine yükseldiği ve sonunda giderek bize benzediği düşünülürdü
Ancak yeni keşifler bunun böyle olmadığını göstermiştir: İnsanın evrimi daha çok, pek çok değişik dalı olan bir çalı gibidir, bunlardan her biri atalarımızı ve akrabalarımızı hafif farklı bir yöne götürmüşlerdir Bunlardan biri dışındaki hepsi evrim çıkmazları olmuştur Sonuçta hangi türün atasının kim olduğunu teşhis etmek ve elimizdeki fosil örneklerinin kaç türü temsil ettiğini söylemek güçleşmiştir

Çağdaş insanların sahip oldukları davranış ve anatomik özellikler paketleri unsurlarının da ille birlikte olmaları gerekmediğini anlamışızdır Bunlardan çoğu şimdi soyları tükenmiş olan başka türler tarafından paylaşılmış olabilir Örneğin iki bacak üzerinde yürümek australopithecus'ların pek çok türü tarafından benimsenmişti Bunların şimdiye kadar yalnızca Homo'ların özelliği olduğu sanılan taş aletler yapmış olmaları da mümkündür
İnsan evriminin daha sonraki aşamalarında Neanderthaller'in bizim kadar beyinleri vardı, bunlar da büyük hayvanlar avlarlardı ve herhalde karmaşık bir de dilleri vardı ama onlar da yine evrimsel çıkmazdaydılar

HOMO ERGASTER

Böylece fosil keşifleri bize evrim merdiveni gibi basitçi fikirlerden kurtulmamızı ve insanın atalarının ve akrabalarının davranış ekolojisine ve gerçekleşen değişim için ayıklamacı baskılara daha fazla dikkat etmemizi sağlamıştır Bu baskılar çoğunlukla son birkaç milyon yılın dramatik çevre değişikliklerinden kaynaklanmıştır Örneğin iki bacak üzerinde yürümeye dönüşü, et yemenin artışını, 900 santimetre küp kadar beyinleri ve taş yontmadaki teknik becerinin artmasını düşünün Bunların hepsi Homo ergaster olarak bilinen bir türde 1,8 milyon yıl önce mevcuttu

Tam olarak iki ayak üzerinde yürümenin 2 milyon yıl kadar önce başladığı ve Ekvator Afrikası'nda yağmurdaki şiddetli düşüş nedeniyle bozkır ortamına geçmeyle ilgili olduğu anlaşılmaktadır Atalarımız dik durarak gövdelerinin aldığı güneş radyasyonunu azaltmışlar, beden ısılarını düşürmüşler ve başka hayvanlar gölgede dinlendiği zamanlar avlanmaya devam edebilmişlerdir Daha açık çevrelerde yaşamak da atalarımıza etoburlardan korunmak için daha büyük toplumsal gruplar halinde yaşama baskısını getirmiş olacaktır

Çok sayıda toplumsal ilişkiyle baş edebilmek entelektüel bakımdan güç olan işlerin başında geldiğinden, bu durumun beyinleri büyütme baskısı yaptığı sanılmaktadır Bu ise yalnızca içinde et yemeği de olan yüksek kaliteli bir diyetle mümkün olabilirdi: Bu diyetle bağırsak boyu kısalacak ve daha büyük bir beyni besleyecek metabolik enerji açığa çıkabilecekti

Diğer yandan et yemek, hayvan leşlerini açmak için keskin taş aletlerin kullanılmasıyla ve bunların aranıp bulunmalarıyla mümkün olmuştu ve bu da aslanlar ve çakallar gölgede dinlenirlerken avlanma yeteneğini gerektirirdi

Beyin genişledikçe daha etkili taş aletler yapma, avlanma seferleri planlama ve daha büyük gruplar halinde yaşamak için entelektüel güç sağlanmış oldu işte Homo ergaster'in ortaya çıkmasında mutlak surette önemli olan, bu farklı gelişmeler arasındaki ilişkiydi Ve Homo ergaster, insan evriminde yalnızca bizim değil, herhalde Neanderthaller'in de atalarının merkezi türü olmuştur



(Solda) Etiyopya'daki Hadar'da bulunmuş, 3,5 milyon yıl öncesine ait Australopithecus afarensis'in (Lucy) fosilleşmiş kalıntıları İskeletin yüzde ellisi günümüze kadar kalmış ve bu türün iki ayak üzerinde yürüdüğü, ancak ağaçlara tırmanmak için anatomik uyarlamaları koruduğu anlaşılmıştır (Sağda) 1,6 milyon öncesinden kaldığı belirlenen WT-1500 ya da Nariokotome Çocuğu, evrimsel geçmişimizden kalmış en mükemmel iskelettir Homo ergostertürü olarak çağdaş duruş ile iki ayaklılığın geliştiğini göstermiştir Ancak 100 cc'lik beyin, çağdaş insanınkinden hâlâ küçüktür

ÇAĞDAŞ İNSANIN YÜKSELİŞİ

İki milyon yıl önceki bu evrim gelişmeleri örneği, insanın kökeni bilmecesinin yalnızca bütün doğru parçaları bulmak ve bunları doğru sırasına göre dizmek değil, bunların birbirleriyle ilişkilerini de anlamak olduğunu göstermektedir Aynı şey bilmecenin sonu, yani anatomik açıdan çağdaş insanların ortaya çıkışları için de geçerlidir

Burada elimizdeki parçalar, Omo kafatası gibi fosil örnekleri ve bütün insanların genetik olarak birbirlerine benzemesi ve başka insan türü olmaması gibi olgulardır Bu sonuncu gerçek, 28 binyıl öncesine kadar insan evriminin tümüyle bir farklılık göstermektedir, çünkü o zamana kadar yeryüzünde aynı anda çok çeşitli insan türleri bulunmaktaydı

Bilmecenin bu kısmının çözülmesi, özellikle çağdaş insanın Afrika'da nasıl gelişip yayıldığı soruları çok çekişmelidir 20 yüzyılın büyük bir bölümünde pek çok antropolog, Afrika'dan dağılmanın 2 milyon yıl önce başladığına inanıyordu Ondan sonra eski dünyada ortaya çıkan farklı ata türlerinden -Avrupa'da Neanderthaller'den ve Asya'da Homo erectus'tan bir tek Homo sapiens türü çıkmıştı Buna "Bölgesel Süreklilik" modeli adı veriliyordu Ancak bu kuramın günümüzde pek az taraftan kalmıştır

Bugün pek çok antropolog, genetikçi ve arkeolog, çağdaş insanların, 130 binyıl önce Doğu Afrika'da evrim geçirip, özellikle çok sert çevre koşullarının anatomik değişiklikler için ayıklayıcı baskı sağlaması üzerine ortaya çıktığını kabul etmektedirler

O dönemde insan nüfusunun 10 bine kadar düştüğü sanılmaktadır Böylece soyumuz tükenebilir ve dünya Avrupa'nın Neanderthaller'i ile Asya'nın Homo erectus'una kalabilirdi Ama hayatta kalmayı başardık ve 100 ile 50 binyıl önce Afrika'dan bir dizi göç sonunda bütün dünyaya yayıldık ve sonra da bütün diğer insan türlerini yok olmaya ittik Bunu nasıl yapabildiğimiz Taş Devri'nin bir başka gizemidir

GENEL OLARAK İNSANGİLLER

Primates takımının Anthropoidea alt t akımından günümüzde yalnızca tek bir insan türüyle yani Homo sapiens'le temsil edilen familyaya insangiller diyoruz Genel olarak bakacak olursak, bu familyanın fosilleri bulunabilen örnekleri arasında, Homo erectus, Homo habilis ve evrim tarihinin daha eski dönemlerinde, günümüzden yaklaşık 3,5 milyon yıl önce insansı maymunlarla insanlar arasında bir geçiş aşaması oluşturan Australopithecus cinsinin çeşitli türleri, insangillerin en iyi bilinen örnekleri olarak sayılabilir

Alıntı Yaparak Cevapla
 
Üye olmanıza kesinlikle gerek yok !

Konuya yorum yazmak için sadece buraya tıklayınız.

Bu sitede 1 günde 10.000 kişiye sesinizi duyurma fırsatınız var.

IP adresleri kayıt altında tutulmaktadır. Aşağılama, hakaret, küfür vb. kötü içerikli mesaj yazan şahıslar IP adreslerinden tespit edilerek haklarında suç duyurusunda bulunulabilir.

« Önceki Konu   |   Sonraki Konu »


forumsinsi.com
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
ForumSinsi.com hakkında yapılacak tüm şikayetlerde ilgili adresimizle iletişime geçilmesi halinde kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde gereken işlemler yapılacaktır. İletişime geçmek için buraya tıklayınız.