Türkülerimiz Ve Hikayeleri |
08-17-2012 | #1 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türkülerimiz Ve HikayeleriGüvercin uçuverdi Kanadın açıverdi Elin oğlu değil mi Sevdi de kaçıverdi A benim aslan yarim Duvara yaslan yarim Duvar cefa götürmez Sineme yaslan yarim Güvercinim uyur mu Çağırsam uyanır mı Yar orada ben burda Buna can dayanır mı A benim hacı yarim Başımın tacı yarim Eller bana acımaz Sen bari acı yarim Caminin müezzini yok İçinin düzeni yok Çok memleketler gezdim Misget'ten güzeli yok Daracık daracık sokaklar Misget şeker topaklar Pul pul olsun dökülsün Seni öpen dudaklar Caminin ezan vakti İçinin düzen vakti Ben Misget'i yitirdim Sonbahar gazel vakti Gökte yıldız sayılmaz Çiğ yumurta soyulmaz Üçer avrat almayan Hiç erkekten sayılmaz Misket, ufacık tefecik bir elma türü Huriye de Ganizadeler'in ufakcık tefecik şipşirin kızlarının adı Huriye, sık sık evlerinin önündeki elma ağacına tırmanır, yolu gözler; sebep, Osman Efe Ankara'nın sayılı efelerinden Osman, genç, yakışıklı, geniş omuzlu,burma bıyıklı Huriye'nin gönlü bu Osman Efe'de Osman Efe, evin önünden geçiyor; Huriye atlıyor bahçeye, tırmanıyor misket ağacına İkisinin de yüreğinden ılık bir şeyler akıyor Osman Efe, Huriye'yi adıyla çağırmıyor hiç, ''misket'' diyor Huriye'ye Yörenin ünlü ağalarından Kır Ağa, bir gün Huriye'yi su doldururken görüyor çeşme başında Aradan bir hafta geçmeden Kır Ağa, Huriye'yi istetiyor Babası, ''Kır Ağa, yiğit insandır, malı mülkü yerindedir'' diyerek Huriye'yi vermek ister Annesi, Huriye'nin ağzını arar, fakat Huriye ''ölsem Kır Ağa'ya varmam'' cevabını verir Huriye, akşamı zor eder Bahçeye çıkıp, Osman Efe'nin yolunu gözler Uzaktan atını görünce, tırmanıp çıkar elma ağacına Durumu bildirir Osman Efe'ye Osman Efe, çılgına döner Kır Ağa'ya haber gönderir, ''Kendini sever, sayarım Yiğit kişi bellerim Yolumdan çekilsin Sonu iyi olmaz'' der Haberi Osman Efe'den Kır Ağa'ya götürenler, bire bin katarak anlatırlar ''Osman diyor ki, Kır Ağa kim oluyor da benim yavuklumu alacak Leşini sararım'' diye Kır Ağa, ''Demek dünkü çocuk bize meydan okuyor Kendine güveniyorsa karşıma çıksın'' diye Osman Efe'ye haber gönderir Tabii haberi götürenler Osman Efe'ye de bire bin katarak anlatıyorlar Osman Efe Kır Ağa'ya, Kır Ağa Osman Efe'ye kinlenir Sonunda kıran kırana kavga etmeye, sağ kalanın Huriye'yi yani Misket'i almasına karar veriyorlar Belirlenen gün ve yerde karşılaşıyorlar Bıçaklar çekiliyor Huriye ise durumu merakla bekliyor Çıkmış elma ağacı üstüne, yoları gözlüyor Bir yandan da Osman Efe için dua ediyor Osman Efe ise Kır Ağa karşısında aslanlar gibi dövüşüyor Kır Ağa birden duruyor ''Benimle böylesine boy ölçüşen yiğide, ben kıyamam Koç olacak kuzuya bıçak çekemem Vur bıçağını bağrıma Misket senin olsun'' diyor Osman Efe önce şaşırıyor, sonra oda bıçağını yere atıyor ve koşup ellerine sarılıyor Kır Ağa'nın Kadın-kız da yollara dökülmüş uzaktan görünen kalabalığı bekliyor Misket ise çıktığı elma ağacında duramıyor heyecandan Daldan dala geçip, gelenleri seçmeye çalışıyor Derken kalabalık yaklaşır, önde Kır Ağa, arkasında kalabalık Gözleri Osman'ın arıyor, göremiyor Birden başı dönüyor, gözleri kararıyor, tepe üstü ağaçtan aşağı düşerek cansız yere yığılıyor Çok geçmeden kalabalık elma ağacına ulaşınca, bir feryattır kopuyor Osman Efe, sığmıyor oralara Kadınlar kızlar perişan Misket kızın yani Huriye'nin hikayesi dilden dile dolaşıp türkü oluyor |
Türkülerimiz Ve Hikayeleri |
08-17-2012 | #2 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türkülerimiz Ve HikayeleriHastane önünüde incir ağacı Doktor bulamadı bana ilacı Baştabib geliyo zehirden acı Garip kaldım yüreğime dert oldu Ellerin vatanı bana yurt oldu Mezarımı kazın bayıra düze Benden selam söyleyin sevdiğim gıza Başına koysun, karalar bağlasın Gurbet elde kaldım diye ağlasın Komşu kızı ile beşik kertmesi olan bir genç asker'de vereme yakalanır Hava değişimi olarak Yozgat'a (Akdağmadeni) gelir Sözlüsünün ailesi gence kızlarını göstermek istemez Genç tedavi için İstanbul'da hastaneye yatar, pencereden gördüğü incir ağacından aldığı ilhamla aşağıdaki türküyü söylerYakalandığı amansız hastalıktan kurtarılamayarak hastanede ölür Ailesi cenazesini Yozgat'a getiremez, İstanbul'da kalır |
Türkülerimiz Ve Hikayeleri |
08-17-2012 | #3 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türkülerimiz Ve Hikayeleri- İstanbul'u mesken mi tuttun? Bu güzelleri gördün beni unuttun mu? Sılasına gelmeğe yemin mi ettin yoksa? Yarim İstanbul'u mesken mi tuttun aman Gördün güzelleri ben unuttun aman Beni evinize köle mi tuttun aman Gayri dayanacak özüm kalmadı aman Mektuba yazacak sözüm kalmadı aman Yarim sen gideli yedi yil oldu aman Diktigin fidanlar meyveye döndü aman Seninle gidenler silaci oldu aman Gayri dayanacak özüm kalmadı aman Mektuba yazacak sözüm kalmadı aman Güz güneşi sarı sarı devriliyordu o ikindi üzeri de uzaklardaki mor dağların ardına Elinde su testisi, köyün çeşme başında, sıraya girmişti Yedi yıl önce beş altı yaşındaki kızlar şimdi varmışlardı on iki , on üçlerine Düğün davulları aynı gün birlikte döğülen Hatça'yla Zalha'nın üçüncü çocukları koşup oynuyorlardı Derin bir iç geçirdi Bir çocuğu olsaydı bâri Oğlan değil, kızı O zaman olsaydı şimdiye yedi yaşında Çeşmeden su getirmese bile, evde aşa muşa el atar, ortalığı toplar, anasına can yoldaşı olurdu Ama İstanbul gurbetinde yedi yıldır eylenen eri, istemezdi kız evlât Erkek olmalıydı çocuğu Erkek olmalı babası gibi bilekli, kocaman kocaman elli, ayaklı, kaşı gözü kudretten sürmeli On yaşına varmadan, çifte çubuğa el atmalıydı Yedi yıldır İstanbul gurbetinde eyleşen böyle isterdi oğlunu Babasının soyunu sürdürmeli, köy çocuklarıyla dere kıyısında güleş tutup, kendi akranlarını yere kabak gibi vurmalıydı: Gene derin bir iç geçirdi Yedi yıl, yedi koca yıldır İstanbul dedikleri güzeli bol, seyranı renkli İstanbul'da ne bekliyor da gelmek bilmiyordu? Sakın orda gül yüzlü, bal dudaklı, kara kaş kara gözlü bir güvercin göğsü topukluya Ağlıyası geldi birden Düşünmek istemiyordu bunu O pençeli, o tuttuğunu koparan, o boylu poslu erkeğinin bir İstanbul kızına tutulup ondan dolayı sılasını unuttuğunu öğrense öldürürdü kendini "Vallaha öldürürüm!" dedi içinden sert sert "Günahı, vebali varsa ona Kaba sakal hoca tevatür günah dediydi vaazda Hele böyle bir şey olsun" Yanında bir karaltı Kendine gelerek gözlerinin yaşardığına dikkat etti, sildi elinin tersiyle gözlerini Resullarin Emine anaydı gelen: - Ne o kınalı kekliğim benim? dedi Öksüzüm, yavrum Ne ağlıyon? Telâşlandı: - Yoook, ağlamıyorum nene Gün görmüş, umur sürmüş kırış kırış nene inanmadı: - Ağlıyon kınalı kekliğim, sürmelim ağlıyon Ben bilmem mi ne diye ağladığını? Vefasızın diktiği fidanlar meyveye geldi Onunla gurbete gidenler yedinci sefer dönüyorlar sılaya O nerde? Hani? "Kınalı keklik" gene derinden bir çekti Güneşin yarı yarıya derildiği mor dağlara baktı Gözlerinden yuvarlananlara dur diyemiyordu gayri Varsın aksınlardı Nene'nin dediği gibi, öksüze bu dünyada gülmek yoktu Keten yelekli, burma bıyıklısı İstanbul gurbetinde belki de bembeyaz bir istanbul kızıyla unutmuştu sılasını Dili de varmıyordu ama, unutmasa ne diye yedi yıldır dönüp gelmesin? Dönüp gelmedi diyelim, insan iki satır bir şeyler de mi yazamazdı? İlk gittiği aylar nasıl yazıyordu? Demek unutmuştu? Unutmuştu demek ha? Hıçkırdı Genç, yaşlı kadınlar, ellerinin kınasıyla çiçeği burnunda kızlar toplandılar başına Sormadılar hiçbir şey Biliyorlardı Sorup da ne diye yüreğini büstübün kaldırsınlar? Biri: - Sus bacım, dedi Sus! Bir başkası: - Gözlerinden döktüğüne yazık! Sağdan soldan herkes bir şey söylüyordu: - El oğlu değil mi? En iyisinin köküne kibrit! -Vallaha Amasyanın bardağı, biri olmazsa biri daha bence - En doğrusu bu ama - Dinlemiyor ki! - Bu gençlik, bu tâzelik - Yedi yıl, yedi yıl anam Dile kolay İnsan eksik eteğini yedi yıl sılasında unutur mu? Sıkıldı, bunaldı Ağlamıyordu artık Zaman zaman bu: Mâdem erkeği İstanbul gurbetinde yedi yıldır unutmuştu onu, o da varsın istidayı boşansın bir güzel, varsındı bir başkasına Elini sallasa ellisi, başını sallasa Duramadı karıların arasında Onüçünde bulup yitirdiği, yirmisine vardığı halde bir türlü geri dönemiyeni içinden bir sızı bir geçti Testisini koydu çeşmenin iplik gibi akan suyunun altına Testi dola dursun, gittiyse keyfinden mi gitmişti İstanbul'a? Gözü kör olasıca yokluk Düşmanına avuç açtıran yokluk yüzünden, birkaç para kazanıp öküzü ikileştirmek, birkaç dönüm tarla daha alıp babadan kalan bir kaç dönümüne eklemek için O gece, o gece işte, nasıl yatırmıştı koluna! Nasıl okşamıştı saçlarını, neler demişti? İstanbul gurbetine gidecek, çok değil yazı orda geçirip, güze, olmazsa kışa koynunda desteyle para, dönecek O zamana kadar bir de oğlu olmuş olursa, eh gayri, keyfine son olmıyacaktı! Başındaki beyat örtüyü çenesinin altında çözüp yeniden bağladı Yedi yıl, yedi koca yıl! Kocasının isteğince bir oğlu olaydı bâri Testisinin dolup taşmakta olduğunun farkına bile varmadı: Bir oğlu olsa o zamandan bu zamana, altı yaşında mı olurdu? Bösböyük, palazlanmış delikanlı Akranlarıyla dere kenarında güleş mi tutardı? Babası gibi pençeli olur da akranlarını yere kapak gibi mi vururdu? Ekimde tarlaya birlikte mi giderler, hasat vakti düveni birlikte mi sürerlerdi? Babasının kokusunu mu taşırdı? - Kınalı keklik kaldın gene Bak testin doldu, taşıyor! Kendine geldi İnsanoğlunun aklına şaştı Gözleri testisindeydi güya Testisinde olduğu halde, görememişti dolduğunu Çekti lülenin altından Güldü acı acı Tuttu evinin yolunu Tuttu ya, şimdi de aklından köyün yaşlıları, gençleri kaynaşmağa başlamıştı Her kafadan bir ses: - Deli anam deli bu! - Doğru bacım, deli - Beni yedi yıldır sılamda unutacak da - Ben de hâlâ yolunu bekliyeceğim onu ha? Sonra kafa kafaya, fısıl fısıl bir konuşma Ah bu konuşma, ah bu konuşmalar Evden içeri girerken, Dursunların Hacı'yı hâtırladı elinde olmı(Sansürlü Kelime) İnce, kapkara kaşları yıkıldı sinirli sinirli Testiyi bıraktı kapının yanına, geçti pencerenin önünde dayandı duvara sağ omzuyla Odada kimse yoktu, tek başınaydı ya, deminki karılar, kızlar, orta yaşlıların hayalleri doldurmuştu odayı Alev saçan bakışlarıyla sanki topuna haykırdı: - Dursunların Hacı, Kara Hacı başınızda parçalansın Atın yerine eşeği bağlamıyacağım işte, bağlamıyacağım! Kara Hacı da neydi ki sırma bıyıklı Ali'sinin yanında? Değil yedi yıl, on yıl dönmese sılasına, onu gene unutamazdı işte! Güz güneşi çoktaan devrilip gitmişti mor dağların ardına Gece iniyordu köye ağır ağır Loş oda farkına varılmaksızın kararıyor, derinleşiyordu Derken bu yandaki kapkara dağların ardından bakır kızılı kocaman bir ayın tekeri gözüktü Sonra ağır ağır yükseldi göklere, ufaldı, bakır kızılını yitirdi, pırıl pırıl yanmağa, saz örtülü dumanlarıyla ker*** evleri süslemeğe başladı Canı ne yemek istiyordu, ne de su Gel desen gelmez miydim? Şu güzellerin doldurduğu elmastan kadehleri ben dolduramaz mıydım? Ali bakıyordu, sadece bakıyordu Oysa hem ağlıyor, hem söylüyordu: - Ketenden yeleğini bile ben dikmedim miydi? Benim gibi bir öksüze dünyayı haram etmeğe nasıl kıydın? Yiğitliğine yakışır mıydı gurbette beklemek dayanacak özümün tükendiğini anlamadm mı? Ali susuyor, boyuna susuyordu Taştan ses çıkıyor, Ali'den çıkınıyordu Sözlerinin ardını getirdi ağlıya ağlıya: - İnsafsız yedi yıl oldu sen gideli, diktiğin fidanlar meyvaya geldi tekmil Birlikte gittiklerinizin tümü yedişer sefer geldiler sılalarına Buraların güzelleri çoktur ama sana yaramaz Durmadın sözünde Ali'm Sözünde durmayana erkek demezler biliyor musun? Kavlimizde gidip de dönmemek varmıydı vefasız? Fakat Ali hiç ses vermeden bakmış bakmış, sonra çekip giderken duman olmuştu âdeta Bağırmıştı ardından, bağırmış, bağırmış Fakat Ali Uyandı Güneş bir mızrak boyu yükselmişti Kalktı yaslandığı yerden: - Hayırdır inşallah, dedi Kalktı usulcak, gitti kapıya, örttü, kalın tahta sürgüsünü itti Ne olur ne olmazdı Kara, kuru Hacı kötü dadanmıştı çünkü Köy bakkalında kafayı çekip elinde saz, düşüyordu tek gözden ibaret evininin yakınlarına Daha bir günden bir güne ne kapısına dayanıp böyle böyle demiş, ne de çeşmeye giderken, yahut da tarlanın yolunu tek başına tuttuğunda yolunu kesmişti Kesmemiş, lâf da atmamıştı ama, köyün cadı karıları pek yakıştırmışlar onu Kara Hacı'ya! Yedi yıldır İstanbul'u mesken tutan vefasızını düşüne düşüne uykuya varıverdi Dünya çoktan silinmiş, ay devrini tamamlayıp elini eteğini çekmişti dünyanın göklerinden Devrile kaldığı yerde mışıl mışıl uyuyordu Uykusunda düş Düşünde İstanbul gurbeti Taşı toprağı altındandı İstanbul gurbetinin Ali'sini aramağa gitmişti düşünde Bulmuştu da Güzellerin arasındaydı Bir kıyıdan bakıyordu Güzellerden biri dizine başını koyup uzanmıştı boylu boyunca Bir başkası gümüş bir kupayla şarap veriyor, daha bir başkası da dudağından öpmeğe uzatıyordu dudaklarını O zaman, o zaman işte, gizlendiği kıyıdan çıkıvermişti Ali şaşırmış, bırakıp güzellerini, koşmuştu yanına Açmıştı ağzını Ali'sine, yummuştu gözünü: |
Türkülerimiz Ve Hikayeleri |
08-17-2012 | #4 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türkülerimiz Ve HikayeleriDersini Almış Da Ediyor Ezber Dersini almış da ediyor ezber Sürmeli gözlerin sürmeyi neyler Aman aman ben yarelendim aman Bu dert beni iflah etmez del'eyler Benim dert çekmeye dermanım mı var Aman aman sürmelim aman Kaşın çeymelenmiş kirpik üstüne Havada bulutun ağdığı gibi Aman aman ben yarelendim aman Çiğ düşmüş de gül sineler ıslanmış Yağmurun güllere yağdığı gibi Aman aman sürmelim aman Yozgat'ı sel almış Soğluk'u duman Sıtkınan severim billahi inan Aman aman ben yarelendim aman Ölünce mezara girdiğim zaman Ben susuyum kemiklerim söylesin Aman aman sürmelim aman Nida Tüfekçi Akdağmadeni Yozgat şehri 1760 yılı başlarında Bozok Yaylasının, yeşillik, etrafı ormanlarla çevrili içinde binbir çeşit kuşun ötüştüğü bir sahada kurulurken; Yozgat halkı o zaman yarı göçebe ve sürülerini besleyerek hayvancılıkla uğraşır, hayatlarını bu yoldan sağlarlardı Bu ozanların çoğunluğunu Sorgun ilçesindeki ozanlarımız oluşturmaktadır Bozok yaylasında otlayan bu sürülerin birini de Sürmeli Bey adında bir Türkmen Yörüğü otlatırdı Halk tarafından sevilen bu yanık sesli halk ozanı elinde kavalı, sırtında sazı Yozgat'tan Akdağmadeni'ne uzanan ormanların içinde sürüsünün içinde dolaşırdı Bazen bir çamın dibine rastlanır Sazının tellerini konuşturur bazen bir derenin kenarında kavalını çalar, aşık olduğu gönlünün sevgilisini düşünürdüO sevgili ki güzelliği Bozok yayla'sına yayılmış, ahu gözlü, sürmeli kaşlı, ay yüzlü bir dilberdi Babası bir Türkmen beyi idi ve çok sert bir adamdı Sürmeli Bey, ailesini salarak, babasından sevdiğini istetir, mağrur adam, kızını bir çobana vermeye yanaşmaz Araya beyler, ağalar girer ama boşuna, bir türlü gönlü olmaz kızın babasının ve iki sevgili birleşemezler Üzüntüsünden sürüsünü bırakan Sürmeli Bey alır sazını eline beşçamlar mevkiinde kendine bir dergah kurar Aşkını, yanık türküleriyle dağlara ağaçlara anlatır Küser otağına, obasına ve Akdağlar'a kadar uzanan çamların arkasında onu bir daha gören olmaz Dertli kavalına üflediği, işli sazına söylettiği nameler kalır geriye O gün bu gündür dillerde yankılanır Sürmeli Bey'in türküleri |
Türkülerimiz Ve Hikayeleri |
08-17-2012 | #5 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türkülerimiz Ve HikayeleriEzo Gelin 1 Ezo gelin, benim olsan seni vermem feleğe Güzel yosmam başın için salma beni dileğe Anası huridir de kendi benzer de meleğe Nenneyle de ah bahtı karam nenneyle Çık Suriye dağlarına bizim ele eleyle Gel bahtı karam gel sıladan ayrı yazılım gel Ezo gelin çık Suriye dağlarının başına Güneş vursun da kemerinin kaşına kaşına Bizi kınayanın bu ayrılık gelsin başına başına Nenneyle de ah bahtı karam nenneyle Çık Suriye dağlarına bizim ele eleyle Gel bahtı karam gel sıladan ayrı yazılım gel "Gaziantep" dendi mi, ne düşer aklınıza? Yiğitlik mi, Antep fıstığı mı, baklava mı? Bana, bunların yanısıra folkloru anımsatır, bu sevilesi ilimiz Kızlı-erkekli halk oyunları gelir gözümün önüne; dizgisi de, ezgisi de sağlam türküleri gelip konar dilimin ucuna Dalar gider; Antep türkülerinde Muzaffer Akgün'ü, Lohan'lı Ökkeş'i, Şerif Akbağ'ı dinler gibi oluyorum: "Antep'in etrafı gül ile diken, ayrılıktır benim belimi büken" ya da anlı-şanlı "Karayılan" Sonra, öyküye sığmayıp türküleşen; ağzınıza layık bir çorbaya bile ad olan "Ezo Gelin", Antep yöresinde anıldığı adıyle "Özey Gelin" Bu ünlü ve paylaşılamayan halk türkümüzün öyküsünü, kalemimin döndüğünce özetlemek istiyorum size Hemen belirteyim: Bu konudaki bilgileri, Kilis'li folklor uzmanı dostumuz Mazlum N Kılıçkıran'la birlikte taradığımız Barak ovası köylülerinden; Gaziantep kültürünün rakipsiz avukatı Cemil Cahit Güzelbey'den; Gaziantep Kültür Derneği Başkanı Hulusi Yetkin'den ve Gaziantep folkloru konusunda çok değerli yapıtlar ortaya koyan Mehmet Solmaz'ın "Ezo Gelin" adlı kitabından aldım Asıl adı "Zöhre" olan Ezo Gelin, 1909'da Oğuzeli ilçesinin Uruş köyünde doğdu Babası, Bozgeyikli oymağından Emir Dede, anası Elif'tir Nüfus kaydında halen bekar görünen Ezo'nun, üçü erkek, üçü kız, altı kardeşi daha vardır Ezo, erken gençliğinden itibaren, güzelliğiyle dikkatleri üstünde topluyordu O kadar ki; düğünlerde gözler, gelinden çok onun üzerinde gezinirdi Ezo'yu, birçok zenginin yanısıra, (o zamanki) Halep (ilimiz)in Carablus ilçesinin Kozbaş köyünde oturan teyz'oğlu Memey (Mehmet) istiyordu Takdirde yazılan tedbirde bozulmazmış; Ezo'nun ilk evliliği ne bu ağalardan biriyle oldu, ne de teyz'oğluyla Anlatanlar, Ezo'nun güzelliğini nereye koyacaklarını bilemiyorlar Öykümüze geçmeden, Ezo'nun güzelliği üstüne dillerde dolaşanları özetlemeye çalışalım: -Öylesine güzelmiş ki Ezo; görenler, iki yanağına birer elma oturtulmuş sanırlarmış -Öyle güzelmiş ki Ezo, bakanlar bakmaya doyamazlarmış -Öyle güzelmiş ki, bir yaz günü kapısını çalıp bir kap ayran isteyen gurbetçi bir çerçi, Ezo'nun güzelliği karşısında şaşalayıp, Ezo'nun uzattığı ayran tasını yere düşürüp kırmış -Öyle güzelmiş ki Ezo; gülümseyerek bakmasıyla, düşmanları barıştırırmış, -Öylesine güzelmiş ki Ezo; olursa o kadar olurmuş Ezo'nun güzelliği söyleyen dillere söylence (efsane) olurken, Barak ovasında bir genç adamın adı dillerde dolaşır olmuştu Bu, komşu Beledin köyünden, "Şitto" Hanefi Açıkgöz'dü Şitto'nun bağlaması, akarsulara "Siz şırıldamayın, ben şırıldayım"; sesi de bülbüllere, "Siz şakımayın, ben şakıyayım" diyen cinstendi Tekmil Barak ovasında düğünler kambersiz oluyordu da, Şitto Hanefi'siz olmuyordu O sıralar Hanefi 30; ay'a "Sen doğma ben doğayım" diyen güzeller güzeli Ezo da 20 yaşlarındaydı Gün o idi ki; Uruş köyünde Hacı Mamuş'un düğünü vardı Düğüne Zöhre (Ezo) de, Şitto da çağrılıydılar elbet Düğünde tüm gözler gelini de güveyiyi de unutup, Ezo ile Şitto'yu izledi Şitto, Ezo'ya gönlünü kaptırdı Şitto Hanefi'nin gönlüyle kafası aynı telden çalıyordu Bu nedenle, Ezo'ya dünür yolladı Hanefi, ala ala "Düşünelim"cevabı aldı Araya acımasız zaman girdi Bu ara Şitto, kendi köyü Beledinden Mehmet Örtürk'le, yörenin töresi olan "Değişik" uygulamaya karar verdi (Bu töreye göre, bir erkek,hısımlarından bir kızı bir arkadaşına verir, arkadaşının hısımı bir kızı alır Böylece iki tarafta çevrede "Kalın" diye anılan başlıktan kurtulmuş olur) Şitto halası Hazik'i (Hatice'yi) Mehmet'e verecek; buna karşılık, Mehmed'in kızkardeşi Selvi'yi alacaktı Araya girenler girdi; bu "Değişik" gerçekleşemedi Öyle ki; Şitto Hanefi, eş-dostla acı-yüz (yani onların yüzüne bakamaz) oldu Derler ya; "İnsan sarayda olmamalı Saray insanda olmalı" Şitto'nun doğru dürüst evi bile yoktu ama, yüreğinde Ezo geziniyordu Eşin dostun araya girmesiyle, Ezo Şitto'ya çatıldı "Ele gelin gelir, bize kalın gelir" demişler Bu evlenmede Şitto'ya kalın (başlık) da gelmeyecekti Çünkü, Şitto Ezo'yu almasına karşılık, Ezo'nun ağabeyi Zeynel'e halası Hazik'i verecekti Alan razı, veren razı Güzün ortanca ayında iki düğün birden kuruldu Şitto'yla Ezo'nun düğünü Beledin köyünde; Zeynel'le Hazik'in düğünü Uruş'ta kuruldu Zurna öttü davul vuruldu Alındı, verildi; iki köyde, gerdeğe girildi Sen sağ ben selamet Bu demektir ki iki köy de iki mutlu yuva kuruldu Şitto ile Ezo, sizlere layık bir mutlu yaşamı sürdürüyordu Ağızlarının tadı yerindeydi yani Gel gelelim, mutlulukları göze geldi Daha doğrusu aralarına arabozucular girdi Yemediler - içmediler, dedikodu yaptılar Atalarımız "Söz taşıma, taş taşı" demiş ama, bazı kendini bilmezler söz taşıdılar Hatta kendileri söz uydurup getirdiler, götürdüler Bir harman sonu evlenmişlerdi; ikinci harman sonuna dek birlikte yaşayamadı Şitto ile Ezo, Şitto öykülerini bir cümlede özetler "Kötü talih geç buldum; tez yitirdim" Şitto,Ezo'yu boşayınca "Değişik" töresince halası,Hazik de geri döndü Şitto Hanefi,bu acı ayrılışı da yarısının ağzından şöyle anlatır; "Bizim böyle olmamız dostlarımızı acındırıyor,düşmanlarımızı sevindiriyordu" Efsanesel güzel Ezo, Şitto Hanefi (Açıkgöz) den ayrıldıktan sonra altı yıl dul kaldı Yörenin ağızbirliği etmişcesine anlattıklarına göre Ezo, bu süre içinde daha bir serpildi, daha bir güzelleşti Öyle ki; görenin gözü kalırdı Nasıl anlatmalı; O bir ışıktı da, tüm erkekler, onun çevresinde pervane kesilmişlerdi Genç-yaşlı, zengin-fakir, nice talibi çıktı Ezo'nun Her talibi, tek tüy isteyen Hz Süleyman'ın önünde tüm tüylerini döküverdiği söylenen yarasa örneği, neyi var neyi yoksa önüne seriyorlardı Ezo'nun Ezo, tam altı yıl, evlenme önerilerini geri çevirdi Sonunda, ailesinin de ısrarı üzerine, kendisine genç kızlığından beri talip olan Teyz'oğlu Memeyle evlenmeye yanaştı Türkmen oymağından olan Memey Suriye'nin, Carablus ilçesinin Türkiye sınırına yakın Kozbaş köyünde oturuyordu Ezo 1936 yılının güzünde, Uruş'tan Kozbaş'a gelin gitti Bu evliliği de değişik töresine göre olmuş; onu alan Memey, bacısı Selvi'yi, Ezo'nun ağabeyi Zeynel Bozgedik'e vermişti Ezo'yla Meme'yin iki kızları oldu İlki, fazla yaşamadan öldü "Celile" adlı ikinci kızları halen sağdır ve Suriye'de yaşamaktadır Ezo'nun, ikinci kocasıyla geçimi yerindeydi Ne var ki; "Gurbet" denilen bir ateş yüreğini yakıyordu da Türk köylüsü "Çalının ardı gurbet" der Ezo da, Kozbaş'tan Türkiye'yi, Uruş'u görüyordu Hatta ara sıra doğduğu köye gidip geliyordu ama, bunlar özlemini azaltmıyor, pekiştiriyor, dayanılmaz hale getiriyordu Yakınları onun "Vara öleyim, tek yurdumda kalaydım" dediğini anlatırlar Ezo bir de "Göreceksiniz, gurbetlik beni öldürecek" der ve öldüğünde, hiç olmazsa Türkiye'yi; Uruş köyünü görecek bir yere gömülmesini dilerdi Dediği de oldu Suriye'ye gidişinin yirminci yılında, 1956 güzünde Ezo yatağa düştü Hastalığının ince hastalık (verem) olduğunu, herkes gibi kendisi de biliyordu Ezo, kızı Celile'yi yatağının başından ayırmak istemiyordu Ecelle kavil gününün gelip çattığını anlıyor, tek avuntuyu güzel kızı Celile'de buluyordu Ve Ezo Gelin, güz yağmurlarının düştüğü bir cuma, yatsı vakti son soluğunu soludu Eşi ve yakınları, vasiyetini dikkate alarak, onu; arasıra tepesine çıkıp yaşlı gözlerle Türkiye'yi seyrettiği Bozhöyük'ün en yüksek noktasına gömdüler Mezarı oradadır şimdi O kum ülkesinde Kaynak: Öyküleriyle Halk Türküleri (Notalı) - Hamdi Tanses Cemil Cahit Güzelbay Gaziantep |
Türkülerimiz Ve Hikayeleri |
08-17-2012 | #6 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türkülerimiz Ve HikayeleriYüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar Aşrı aşrı memlekete kız vermesinler Annesinin bir tanesini hor görmesinler Uçan da kuşlara malum olsun Ben annemi özledim Hem annemi hem babamı Ben köyümü özledim Babamın bir atı olsa binse de gelse Annemin yelkeni olsa uçsada gelse Kardeşlerim yollarımı bilsede gelse Çok eski bir söylentiye göre Malkara köylerinden birinde Zeynep adında çok güzel bir kız vardr Onun güzelliği dillere destandır Günün birinde , Zeynep´in köyünde büyük bir düğün olurBu düğüne çevre köy ve kasabalardan insanlar cağrılıroyunlar eğlenceler yapılırGösterilerin en önemliside at yarışlarıdır Bu düğüne ,üc gün üc gece yol teperek gelen Ali adında bir genç iyi bir at yarışçısıdırBu gencin gözü bir ara Zeynep´ e ilişir Yüreğinde sıcak nehirler dolaşmaya başlayan Ali köyüne döndüğünde durumu babasına açar, aldığı olumlu cevap karşısında aile büyükleri ile Zeynep´i istemeye gelirler Kız babası-anası kızlarını uzak yere vermek istemeselerde kısa zamanda düğünleri olur Zeynep gelin olduktan sonra yedi sene ailesini kardeşlerini ve köyünü göremez Tüm yalvarmaları boşa giden Zeynep´in yüreğindeki hasret günden güne büyüyerek dayanılmaz bir hal alır Zeynep artık teselliyi Türkülerde bulur Ezgiler yakmaya başlar Kına gecelerinde ve düğünlerde söylediği türkülerle gelinleri kızları büyüler Zeynep´in evi köyün en yüksek tepesindedir ,türkülerini oradan söyler Kocası Zeynep´in hasretine aldırış etmez sevgisi çoktan bitmiş itip kakmalar başlamıştır Zeynep kocasının bu tutumundan yataklara düıer Sonunda köy halkı Zynep´in anne ve babasının gelmesine karar verir, kocasının da baska çaresi kalmamıştır Uzun yolculuktan sonra Zeynep´in anne ve babası gelirler Zeynep son nefesinde yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar türküsünü anasına babasına mırıldanır Çevresindeki tüm insanlar duygulanıp göz yaşı dökerler Hasretini biraz olsun gideren Zeynep için çok geç kalınmıştır O bir daha yataktan kalkamazTürküsü de o günden bu güne söylenip durur |
Türkülerimiz Ve Hikayeleri |
08-17-2012 | #7 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türkülerimiz Ve HikayeleriARDA BOYLARINDA KIRMIZI ERİK Arda boylarında kırmızı erik Halime'nin ardında on yedi belik Ah anneciğim ah anneciğim yaktın ya beni Şu genç yaşta denizlere attın ya beni Alıverin feracemi anneciğim diksin O gıymatlı İsmail’ e kendisi gitsin Ah anneciğim ah anneciğim yaktın ya beni Şu genç yaşta denizlere attın ya beni Uy uyan Recebim senin olayım Ardalar aldı ya nerde bulayım Arda boylarına ben kendim gittim Dalgalar vurdukça can teslim ettim Ah anneciğim ah anneciğim yaktın ya beni Şu genç yaşta denizlere attın ya beni Nihat Kaya Rumeli Tekirdağ'ın Kayı köyünden genç bir kız ve bu kızın bir sevgilisi vardır Fakat kızın ailesi istemeye geldiklerinde kızlarını bu gence vermezler Aynı köyden bir başka genç ile kızlarını evlendirmeye karar verirler Düğün günü gelip çatar ve kına gecesi geline kına yakılır Gelin bu evliliğe karşı olduğu için ertesi gün sabaha karşı herkes uykuda iken kendini denize atar Halk arasında genç kızın arkasından sevgilisinin de kendisini öldürdüğü söylenmektedir |
Türkülerimiz Ve Hikayeleri |
08-17-2012 | #8 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türkülerimiz Ve HikayeleriBir cigara iç oğlan Gel kapıdan geç oğlan Beni sehen vermezler de Bu sevdadan geç oğlan di gel gel Oğlan seni seviyem Kimselere demiyem Anam babam vermiyor da Onlara edemiyem di gel gel Hacı Pınar'ın düzü Felek ayırdı bizi Bakkal Mahmud'un kızı da Yaktı yandırdı bizi di gel gel Kekliğim avla beni Dağlara salma beni Gece yanında uyut Gündüzler bağla beni di gel gel Ramazan Özgültekin Siverek Dillerden düşmeyen türkülerimizden birisi de "Bir Cigara İç Oğlan" dır Bu türkü de Siverek'e ait yer adları, yörenin şivesi ve deyimleri bulunduğu için başka yörelere mal edilmesi mümkün olmamıştır Siverek'in meşhur mevkiilerinden Hacı Pınar düzünde dükkanı olan Bakkal Mahmud'un güzel mi güzel bir kızı vardır Olayın yaşandığı dönemde Siverek'te bulunan Süvari alayında askerlik görevini yapan bir genç Hacı Pınarındaki Bakkal Mahmud'un dükkanının önünden geçerken, babasına yardım için dükkanda bulunan kızı görünce mıhlanır kalır Gözü kızdan başka birşey görmez olur Kız da bunun farkına varır Asker bundan sonra sık sık alışveriş bahanesi ile oradan gelir gider İki genç birbirine vurulmuşlardır Gençlerin tavırları komşularının da dikkatini çeker Kizin babası da işin farkına varır Asker kızı babasından ister Ancak bu yabancı gence verecek kızı yoktur babanın Kız derdini türküye döker ve oğlana "Şimdi söyleyeceklerini duyunca üzülmemesi için", "Bir cigara(sigara) iç oğlan" iç ki üzüntün biraz azalsın, "Gel kapıdan geç oğlan", "Beni sehen(sana) vermezler" boşuna uğraşma beni sana vermezler der Bu sevdaya dayanamazsın ,erimeni ve yıkılmanı istemiyorum "Bu sevdadan geç oğlan" diye sevdiğinin umudunu kesmesini ister Oğlan ise, içindeki sevda ateşini "Hacı Pınar'ın düzü, felek ayırdı bizi" deyip kızı vermeyen anne babayı feleğe benzeterek sitemini dile getirir "Bakkal Mahmud'un kızı, yaktı yandırdı bizi" dizeleriyle bu sevda ateşinin yüreğini yakıp kavurduğunu dile getirir Kız ise oğlanın kendisine de sitem ettiğini sanarak "Oğlan seni seviyem, kimselere demiyem" diyerek oğlana sevdalı olduğunu belirtir "Anam babam vermiyor da onlara edemiyem" sözleriyle, istemeyenin kendisi olmadığını, (ben i serefsizim)n babasının vermediğini ve onlara da gücünün yetmediğini anlatmaya çalışmaktadır Nihayet babasının kızı vermeyeceğini anlayınca kızla anlaşarak kaçmaya karar verirler Sözleştiği bir gece kızı atına attığı gibi kaçırır ve kendi memleketine götürür Araya yıllar girer Çoluk çocuk derken barışırlar Daha sonra Şanlıurfa'nın Ceylanpınar ilçesine yerleşirler Hayatlarının sonuna kadar burada yaşarlar |
Türkülerimiz Ve Hikayeleri |
08-17-2012 | #9 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türkülerimiz Ve HikayeleriÇarşamba'yı sel aldı Bir yar sevdim el aldı Keşke sevmez olaydım Elim koynunda kaldı Oy ne imiş ne imiş Kaderim böyle imiş Gizli sevda çekmesi Ateşten gömlek imiş Çarşamba yollarında Kelepçe kollarımda Allah canımı alsın O yarin kollarında Oy ne imiş ne imiş Kaderim böyle imiş Gizli sevda çekmesi Ateşten gömlek imiş Çarşamba yazıları Körpedir kuzuları Allah alnıma yazmış Bu kara yazıları Oy ne imiş ne imiş Kaderim böyle imiş Gizli sevda çekmesi Ateşten gömlek imiş Nejat Buhara Çarşamba Ahmet, Abdal Deresi'nin kıyısındaki yoksul köylülerden birinin oğluydu Kara sevdası karşılık bulmuş, Melek ona kalbini açmıştı Nişanlandılar ve Ahmet askere gitti Ağa oğlu Mehmet Ali, Melek'e göz koydu Melek, Mehmet Ali'yi reddedince, ağa oğlu ve adamları tarafından dağa kaldırıldı Kötü haberi alınca firar eden Ahmet, silahını alıp, yollara düştü Gece gündüz Melek'i aradı Bir gün yağmur yağdı, Yeşilırmak taştı Çarşamba bir anda göle döndü Sel, Canik Dağları'ndan aşağı bir çığ gibi, önüne kattığı herşeyi sürükledi Selin ardından hayat yeniden normale döndü Abdal Deresi'nin Yeşilırmak'a döküldüğü yerde ahali toplandı Derenin nehre bağlandığı yerdeki kayanın üstünde, selin getirdiği iki kişinin cesedi görüldü Cesetler, Melek ve Ahmet'e aitti Elele tutuşmuş öylece yatıyorlardı Rivayete göre büyük kaya parçası, yedi yerinden ayrıldı ve her birinden bir servi boyu su fışkırdı Ahali dua etti Dualar, yıllardır can alan, insanların acısını dile getiren dizelere dönüştü' Çarşamba'yı sel aldı' türküsü de, o acı mırıltılardan doğdu Kayanın bulunduğu yere daha sonra bir su değirmeni kuruldu ve o yöre 'Değirmenbaşı' olarak anıldı Ahşap değirmenin yedi taşı vardı Yedi oluğuna su veren set üzerinden yedi kez yürümek, sağ ve sol omuz üzerinden yedişer kez su atmak uğur sayıldı Her Hıdırellez'de tekrarlanan gelenek, 1970'lerde değirmenin yıkılmasına kadar sürdü |
Türkülerimiz Ve Hikayeleri |
08-17-2012 | #10 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türkülerimiz Ve HikayeleriCemalim Şen olasın Ürgüp dumanın tütmez Kıratım acemi konağı tutmaz Oğlum da pek küçük yerimi tutmaz Cemalim Cemalim algın Cemalim Al kanlar içinde kaldım Cemalim Ürgüp'ten de çıktığımı görmüşler Taşkadı'nın pınarına inmişler Beni öldürmeye karar vermişler Cemalim Cemalim algın Cemalim Al kanlar içinde kaldım Cemalim Cemal'in giydiği ketenden yelek Al kana boyanmış don ile gömlek Bize nasip değil ecelnen ölmek Cemalim Cemalim algın Cemalim Al kanlar içinde kaldım Cemalim Ürgüplü Refik Başaran Ürgüp Türkü, öldürülen Cemal'e, karısı Şerife tarafından yakılmıştır Şerife, 90 yıldan fazla yaşamış, 30 Kasım 1993 günü vefat etmiştir 14-15 yaşlarında Cemal'le evlenmiş, mutlu geçen birkaç yılı Cemal'in öldürülmesiyle sona ermiş, bu hadiseden sonra bir oğlu ile ortada kalmıştır Bu hadisenin oluş şekli ve ona yakılan ağıtı/türküyü bana, Şerife'nin daha sonra evlendiği Hayrullah'tan olan oğlu İsmet Aksoy göndermiştir Cemal'in öldürülme hadisesi ve türkünün tam metni şöyledir: Ürgüp'ün Karlık köyünün eşrafından ve varlıklı bir ailesinden olan Cemal, kalleşlikle öldürülür Herkesçe sevip sayılan Cemal'in ölümüne yanmayan kalmaz Eşi Şerife acılarını yaktığı ağıtla hafifletmeye çalışır Yetim kalan oğlu Mustafa da, birkaç yıl sonra hasat zamanı bir atın tepmesi sonucu ölmüştür Ağıt, Şerife'nin ikinci kocası Hayrullah'ın sonraki yıllar Refik Başaran'a "Herkese bir türkü okudun ama, bana okumadın" diye sitem etmesi üzerine Cemal türküsünü plağa okur Cemal Hayrullah'ın aynı zamanda amcasıdır Onun öldürülüşü Şerife kadar Hayrullah'ı da etkiler Şerife'nin türkünün her çalınışında gözünden iplik iplik yaşlar akıtmasını, Cemal'i bir türlü unutamamasını daima anlayışla karşılamıştır |
Türkülerimiz Ve Hikayeleri |
08-17-2012 | #11 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türkülerimiz Ve HikayeleriDenizin Dibinde (Hatça) Denizin dibinde demirden evler Ak gerdanın altında çiftedir benler O kınalı parmaklarda o beyaz eller Yolcuyu yolundan eyleyen dilber Ovalara duman inmiş göremedin mi A kız kendi saçını öremedin mi Alçaklara karlar yağmış yükseklere buz Gel seninle gezelim ince belli kız Arvalı'nın önünde pınarlar harlar Hatçam çıkmış pencereye ay gibi parlar Ben Hatça'yı yitirdim dumanlı dağlar Gözlerimin pınarları durmadan çağlar Dalga dalga dalga dalga dalgalanıyor Hatça'yı görenler sevdalanıyor Onu onu onu onu onu onuna Ben de yandım Hatça'nın basma donuna Yüce dağbaşında ekin ekilmez Yağmur yağmayınca kökü sökülmez Ellerin köyünde kahır çekilmez Doldur doldur ağuları içelim Hatçam Ovalara duman inmiş göremedin mi A kız kendi saçını öremedin mi Alçaklara karlar yağmış yükseklere buz Gel seninle gezelim ince belli kız Seyfettin Türkol Burdur Burdur’dan Antalya’ya doğru giderken yaklaşık 38 km uzaklıkta bulunan Arvallı, yeni adı ile Bağsaray köyünde geçer hikaye Hikayeye göre Hatçe isminde bir güzel kadın köyün meydanındaki duvarında çift oluklu pınar bulunan bir evde oturur Türküde sözü geçen pınar bu pınardır Hatçe güzel ve alımlı bir köy güzelidir Köyün çobanı Hatça’ya gönlünü kaptırır O da çobanı sever Ne var ki Hatçe evlidirKader onları bir türlü bir araya getirmemiştir Her ne kadar olumsuzluklar çok olsa da aşklarına engel olamazlar ve bir zaman sonra birlikte kaçmaya karar verirler Çobanla birlikte kaçarak Antalya’ya yerleşirler Yaklaşık 5 ay sonra yakın bir köyde (Kayış) de buna benzer bir olay gerçekleşir ve İbrahim Can isimli mahalli sanatçı bu türküyü yakar |
Türkülerimiz Ve Hikayeleri |
08-17-2012 | #12 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türkülerimiz Ve HikayeleriKar Mı Yağdı Kütahya'nın Dağına Kar mı yağdı Kütahya'nın dağına Ateş düştü ciğerimin bağına Gül donatmış şalvarının ağına Kayırma sevdiğim gün böyle kalmaz Yanar yüreğimin ateşi sönmez Çubuğum yok yol üstüne uzatsam Dermanım yok yar yolunu gözetsem Menendin yok seni kime benzetsem A dağlar ey dağlar laleli dağlar Elleri koynunda bir gelin ağlar Melek misin yeşil donlar giyersin Cellat mısın tatlı cana kıyarsın Çocuk musun el sözüne uyarsın Açıldı çiçekler gelmedi yazlar Elleri koynunda bir gelin ağlar Ahmet Akıncan Kütahya Bundan yıllar önce o yılki kazancı kötü olan bir aile Ilıcaya gidemeyeceklerini anlayınca bir çare ararlar ve sonunda evlerinin çatı kiremitlerini satıp döndüğümüzde çalışır tekrar alırız diyerek, Ilıcaya gitmeye karar verirler Biraz da yazın son dönemi olan güze denk gelir herhalde ki Ilıca’ya giderler O devirde şimdiki gibi vasıta çok olmadığından, bir atlı araba veya fayton birilerini götürdüğünde dönerken de başkalarını getirdiği gibi , bir başkalarından da “ bizi falan zaman götürüver “ diye sipariş alırlarmış Bilhassa Ilıca şehir merkezine en uzak kaplıca olduğundan oraya giden bir aile şehire 2 – 3 ay gelmezmiş Bu olayın kahramanı aile de biraz zamanı uzatırlar ve Kütahya’ya döndüklerinde karşıdan bakıyorlar dağlar karla kaplı “ eyvah yandık “ çığlıklarıyla bir an önce evlerine koşarlar Kapıyı açtıklarında tüm eşyalarının (Yatak , yastık , yorgan , kilim , minder , giyecekler vb) kar sularından perişan hale geldiğini görüp otururlar ve başlarlar ağlaşmaya ; Kar mı yağdı Kütahya’nın dağına aman Ateş düştü Ciğerimin aman , bağına hey! Diyerek ağıtlar yakarlar Bu ağıt zaman içinde dilden dile dolaşarak türkü haline gelmiş ve Kütahya folklorunde birinci zeybek oyunu olarak yerini almıştır |
Türkülerimiz Ve Hikayeleri |
08-17-2012 | #13 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türkülerimiz Ve HikayeleriŞu Milas'ın İçinde Şu Milas'ın içinde ben bir tek güldüm Goncalarım açmadan soldum döküldüm Gençliğime doymadan yar için öldüm Hazan yaprağı gibi birden döküldüm Gönül verdiğim kızın adı Yüksel'di Can verirken feryadı da arşa yükseldi Kabahat ne ondaydı ne de bendeydi Alnımıza yazılmış bu bir eceldi Nazmi Yükselen Yüksel, Milas Orta Okulu’nda okuyan körpecik güzeller güzeli bir kızdır İbrahim ise astsubay okuluna gitmeye hazırlanan bir delikanlı İbrahim genç kızın güzelliğine hayran kalır ve ona delicesine aşık olur Aşkını kabul ettirebilmek için aylarca okul çıkışlarında Yükseli bekler Her akşam onu evine kadar takip eder ve yolun sonuna geldiğinde arkasından buruk bir şekilde bakarak sessizce geri döner Her karşılaştığında genç kıza aşkına ısrarla anlatır ama hiçbir zaman karşılık bulamaz Tek taraflı platonik bir aşktır İbrahim’in aşkı Öte yandan kızın aile yapısıyla delikanlının aile yapısı arasında dağlar kadar fark vardır Üstelik Yüksel, İbrahim’e hiçbir zaman yakınlık duymaz, hiçbir zaman olumlu cevap vermez Durumu ailesine bildirir, rahatsızlık duyduğunu, önlem alınmasını ister Gönlü genç kızın gönlüdür Sevmez sevmez Ama işin içinde bir kara sevda vardır Zaten nedenleri olmasa bazı sevdalara "kara sevda" denir miydi hiç? İbrahim’in Yüksel’e yaklaşması yasak, ama gönül ferman dinlemiyor ki Bir gün İbrahim’i Askeri okuldan ararlar Astsubay olmak için her şey hazırdır İbrahim gitmeden önce son kez Yüksel’in yolunu keser ve onu ne kadar çok sevdiğini defalarca söyler, ısrarla kendisini beklemesini ister Ama kızın cevabı her zamanki gibi çok sert ve net olur; "Hayır! Seni istemiyorum Zorla güzellik olmaz" Bundan sonra her şeyi göze almış olan İbrahim kızın evinin kapısını zorlayarak açar, mutluluktan ve yaşamdan ümidini kesmiş, gözü kararmıştır Elindeki bıçağı genç kıza defalarca saplar Ortaokul öğrencisi güzeller güzeli, körpecik bir kız olan Yüksel hayatının baharında ölümle kucaklaşır İbrahim ise sonucu biliyormuş gibi yanında getirdiği zehiri içerek kendi hayatına da sonlandırır ve acılar içinde can verir |
Türkülerimiz Ve Hikayeleri |
08-17-2012 | #14 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türkülerimiz Ve HikayeleriZahidem Zahide kurbanım n'olacak halim Yine bir laf duydum kırıldı belim Gelenden gidenden haber sorarım Zahidem bu hafta oluyor gelin Hezeli de deli gönül hezeli Çiçek Dağı döktü m'ola gazeli Dolaştım alemi gurbet gezeli Bulamadım Zahide'den güzeli Gurbet ellerinde esirim esir Zahide kurbanım hep bende kusur Eğer anan seni bana verirse Nemize yetmiyor el kadar hasır Aşık Arap Mustafa Neşet Ertaş tarafından bestelendi Zahidem Neşet Ertaş'ın en sevilen türkülerinden biri de "Zahide'm" Ertaş'a "Zahide'nin kim olduğunu sorduk" "Herkesin bir Zahide'si var" yanıtını verdi Yine sorduk: -Sizinkisi hangisi? -Sevdim kavuşamadım Zahide'm türküsünü çığırdım Türkü çok tutuldu Sonra baktım, başka türkücüler, Zahide'm türküsüne yeni yeni dörtlükler eklemeye başladılar Zahide'm türküsü uzadıkça uzadı Sanki destan olup, çıktı Meğer, herkesin bir Zahide'si varmış -Ya sizinki? -Benimki, boynumu bükük koyan bir eski aşk hikayesi (Kendi ağzından) |
Türkülerimiz Ve Hikayeleri |
08-17-2012 | #15 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türkülerimiz Ve HikayeleriEşkiya Dünyaya Sene 1341 mevsime uydum Sebep oldu şeytan bir cana kıydım Katil defterine adını koydum Eşkıya dünyaya hükümdar olmaz Sen üzülme anam benim dertlerim çoktur Çektiğim çilenin hesabı yoktur Yiğitlik yolunda üstüme yoktur Eşkıya dünyaya hükümdar olmaz Çok zamandır çektim kahrı zindanı Bize de mesken oldu Sinop'un hanı Firar etmeyilen buldum amanı Eşkıya dünyaya hükümdar olmaz Sinop kalesinden uçtum denize Tam üç gün üç gece göründü Rize Karşı ki dağlardan gel oldu bize Eşkıya dünyaya hükümdar olmaz Bir yanımı sardı müfreze kolu Bir yanımı sardı Varilcioğlu Beşyüz atlıylan kestiler yolu Eşkıya dünyaya hükümdar olmaz Sabahattin Ali iya Dünyaya Rize'nin şimdiki adı Portakallık olan Haldoz mahallesindeki bir düğünde kardeşinin bıçakla karnından yaralanması üzerine, kendisine haber verilen Sandıkçı Şükrü olay yerine giderek kardeşini kanlar içinde buluyor ve kardeşini yaralayan Abdi Ağa'nın uşağını (bir anlatıma göre de Abdi Ağayı) orada vuruyor Bu olay üzerine hapishaneye düşen Sandıkçı Şükrü bir süre sonra bazı arkadaşlarıyla birlikte hapishaneden kaçıyor ve dağa çıkıyor Sandıkçı Şükrü, dağa çıktıktan sonra, yönetimle işbirliği yaparak kendisini hileyle zehirlemek isteyen biriyle karısı Fadime'yi elinden almak isteyen başka birini öldürüyor Sandıkçı Şükrü'nün adı bu olaylardan sonra daha da yaygınlaşıyor Fakirlere bir şey yapmaması zenginlerle mücadele etmesi yüzünden halk tarafından da seviliyor ve destekleniyor Bu ve benzeri erdemleri yüzünden kendisine yardım edenler çoğalıyor Sandıkçı Şükrü'nün türküde adı geçen Perilizade adında zengin birine haberler göndererek, yoksullara mısır dağıtmasını istediği, yoksa kendisini cezalandıracağı tehdidinde bulunduğu söylenir Nitekim Sandıkçı Şükrü'nün isteğini yerine getirmeyen Perilizade'nin mısırlarını adamlarına toplattırdığı ve yoksullara dağıttırdığı yaşlılarca da anlatılır Rize'nin Camiönü (Arkotil) mahallesinden Hüseyin Kutlu adında Sandıkçı Şükrü dönemine yetişmiş bir yaşlı "Çevrede başı belaya giren Sandıkçı'nın yanına geliyordu Sandıkçı hem geleni koruyor, hem yardım ediyordu" diyor Kardeşiyle birlikte, türküde adı geçen Urusba (şimdiki adı Uzunkaya) köyünde eski bir kahvede otururken, zaptiyeler çevresini sarıyorlar Zaptiye Çavuşu Abbas Çavuş Sandıkçı'nın teslim olmasını istiyor, ancak Sandıkçı kabul etmeyerek Abbas Çavuş'tan çekip gitmelerini istiyor Zaptiye Çavuşu da bunu kabul etmeyince çatışma çıkıyor Sandıkçı ve kardeşi Zaptiye Çavuşu ile birkaç zaptiyeyi öldürerek kaçıyor Sandıkçı Şükrü'nün bu olaydan sonra bir ara yakalanıp zincire vurularak batıya gönderildiği fakat kapatıldığı yerden atlayıp Rizeli sandalcılar tarafından kurtarıldığı anlatılır Sandıkçı Şükrü'nün Sinop kalesinde tutukluyken denize atladığı ve kurtulduğu anlaşılıyor Sandıkçı Şükrü'nün yakalanmaması ve her geçen zaman içinde daha çok halk desteği sağlaması üzerine Trabzon Valisi Kadir Paşa önemli sayıda adam toplayarak Sandıkçı'nın üzerine gönderiyor Sandıkçı'nın üzerine gönderilen süvariler, Kolcu kayıklarının Reisi Varilcioğlu Sadık'ı da yanlarına alıyorlar Sandıkçı Şükrü Of ilçesinin İkizdere köyü yakınlarındaki Sanlı adlı bir mezrada bir yaşlı kadının evinde otururken ihbar ediliyor Çevresi atlılarca sarılıyor Varilcioğlu da yanlarında Sandıkçı Şükrü teslim olmak istemiyor Fakat eskiden tanıştığı Varilcioğlu Sadık teslim olursa öldürülmeyeceğini söyleyerek onu ikna ediyor Sandıkçı Şükrü de buna inanarak tüfeği elinden teslim oluyor Fakat Varilcioğlu ile zabtiyeler teslim olarak önlerinde yürüyen Sandıkçı Şükrü'yü arkadan kurşunlayarak öldürüyorlar Türkülerden, gövdesinin şehre getirilerek halka gösterildiği anlaşılıyor Sandıkçı Şükrü'yü doğrudan gören ve tanıyan Refii Cevat Ulunay, ondan "Yaptıklarına pişman olmuş, fakat affedilmeyeceğini bildiği için teslim olmayan mert bir insan" olarak sözediyor 1843-1909 yılları arasında yaşamış Rizeli Kahya Salih adında dinci ve tutucu bir şairin de Sandıkçı Şükrü'yle ilgili bir destanı bulunuyor Karadeniz Türkçe'siyle yazılan destanda "Şükri dedikleri bir merd eşkıya"nın "Devlet hükümatina" kurşun attığı için öldürüldüğü anlatılıyor Kaynak: Öyküleriyle Halk Türküleri (Notalı) - Hamdi Tanses |
|