Geri Git   ForumSinsi - 2006 Yılından Beri > Eğitim - Öğretim - Dersler - Genel Bilgiler > Eğitim & Öğretim > Tarih / Coğrafya

Yeni Konu Gönder Yanıtla
 
Konu Araçları
bilgi, geniş, gizemleri, hakkında, tarihin

Tarihin Gizemleri / Tarihin Gizemleri Hakkında Geniş Bilgi

Eski 08-16-2012   #16
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Tarihin Gizemleri / Tarihin Gizemleri Hakkında Geniş Bilgi



Eski Mısırlılar Siyah mıydı?

Zaman: İÖ yaklaşık 3100-332
Mekân: Mısır

Çeşitli Mısır efsanelerinden Tanrıça İsis'in de kızıl-siyah bir kadın olduğu söylendiği için, Nil vadisine yerleşen halkın zenci oldukları sonucunu çıkardım EMİLE AMELINEAU, 1899

Mısır Afrika'nın ayrılmaz bir parçası olduğuna göre, Mısır'ın eski ve yeni sakinleri de coğrafi anlamda "Afrikalı"dırlar Eski Mısırlılar' in "siyah" olup olmadıkları İse çok daha karmaşık bir konudur Pek çok çağdaş yazar -özellikle Mısır'ı "kara Afrika" uygarlığı olarak göstermek isteyen "Afromerkezciler"- için Mısır'ın coğrafi konumu, insanlarının temelde "siyah" oldukları için yeterli bir kanıttır Ancak bu soruya doğru bir cevap vermek için yalnızca "siyah" kelimesinin anlamını değil, bunun eski zamanlarda ne anlama gelebileceğini de tanımlamak zorundayız



Gize'deki özel mezarlardan çıkarılan iki 4 Hanedan "yedek" kafası Biri daha tipik Mısırlı fiziki yüz hatları gösterirken, kadın olan diğerinin yüz hatları negroiddir

"SİYAH"LA KASTETTİĞİMİZ NEDİR?

Ne yazık ki, konu üzerindeki çağdaş yazıları şöyle üstünkörü bir biçimde gözden geçirdiğimizde bile, bireyleri ya da grupları sınıflandırmak için "siyah" teriminin kullanımının yazarın kişisel görüşüne göre değiştiğini görmekteyiz "Siyah" kelimesi ya da "Siyah"a atfedilen kavram, kimi zaman klasik Negroid tipi için kullanılırsa da, "Afrikalı", "Avrupalı olmayan" ve hatta "Ezilen etnik grup" anlamlarında da sık sık kullanılmaktadır

una karşılık eski kaynaklarda çok daha açıklık ve fikir birliği olması şaşırtıcıdır Eski dünyadan başlıca üç kanıt tipi kullanılmaktadır: Mısır ve Mısır'a komşu bölgelerden iskelet kalıntıları, eski Mısırlılar'ın bıraktıkları yazı metinleri ve çizdikleri resimler ile Klasik Dönem yazarları tarafından yazılmış metinler

Çeşitli dönemlere ait bulunan Mısır iskeletleri yıllar boyunca incelenmiş ve çıkarılan sonuçlar, Mısırbilimciler'in Mısır ve Nübye'den nüfus giriş çıkış hareketleri konusundaki fikirleri üzerinde etkili olmuştur Örneğin Mısırbilimci Brian Emery, kafatası ölçümlerine dayanarak geç Hanedan öncesi Mısırlılar'ın doğudan gelen bir yeni ırk tarafından fethedildiklerini iddia etmiştir

Flinders Petrie ise bir ara, aynı nedenlere dayanarak, Eski Krallık'ın piramit yapımcılarının Asya'dan gelen ve Negroid olmayan istilacılar olduklarını söylemiştir Ancak biyoloji antropologlarının yöntemleri geliştikçe, böyle basitlikçi iddialar azalmıştır Günümüzde ise ırksal tiplerin, yalnızca iskelet kalıntılarına dayanarak değerlendirilemeyeceği genel olarak kabul edilmektedir



Mesehti mezarından iki model asker birliği Biri kızıl kahverengi tenli Mısır askerlerini, diğeri daha koyu tenli Nübye paralı askerlerini gösteriyor

MISIRLILARIN ANTROPOLOJİSİ

Antropolojik etkiler tarihi, Mısırbilimciler'i Negroid ve Kafkas ırkı aralarında çatışmalar olduğu konusuna zaman zaman götürmüşse de, Mısırlı insan kalıntıları araştırmasında hayli belirli bir süreklilik vardır 18 yüzyıl sonunda öncü antropolog Johann Friedrich Blumenbach, Mısırlılar arasında üç temel fiziki tip olduğu sonucuna varmıştı: (1) "Etiyopyalı", (2) ''Hindu'ya yakın" ve (3) "Etiyopyalı" ve "Hindu" karışımı

Blumenbach'ın çalışmaları sayesinde pek çok 19 yüzyıl antropologu Mısır ile Güney Asya arasındaki muhtemel ırksal bağlantıyı vurgulamışlar ve 20 yüzyılın başında pek çok antropolog da (kafatası ölçülerine dayanan) bir "ırksal benzerlik katsayısı" kullanarak, Mısırlı ve Güney Asyalı tipler arasında böyle bir bağ bulunduğu konusunda bilimsel kanıt sağlama iddiasında bulunmuşlardır

Bu katsayının istatistiki geçerliği daha sonra gözden düşmüşse de, 1990'larda Mısır iskeletleri üzerinde yapılan analizler, eski Mısır halkının Sahra-altı Afrikası halklarından çok, Avrupa ve Güney Asya halklarıyla daha güçlü bağları olduğuna işaret etmektedir

Buna ek olarak, son antropolojik araştırmalar, Mısır fiziksel tipinde giderek artan bir kuzey-güney değişiminin, iki ayrı türün (yani Negroid ve Kafkas ırklarının) karışmasının bir göstergesinden çok, fiziki tipin enleme ve yerel koşullara uyarak çevresel değişikliklere uyumunu gösterdiğini ortaya çıkarmıştır Amerikalı antropolog C, Loring Brace bu nedenle şöyle demektedir: "Mısırlılar'ı 'siyah' ya da 'beyaz' bir kategoriye sokmanın biyolojik bir mazereti yoktur Eski moda 'ırk' kavramı eski ya da günümüz Mısır'ının insani biyolojik gerçeği ile başa çıkmakta yetersizdir"



19 Hanedan firavunu I Seti'nin mezarındaki röliyeflerde, Mısırlılar'ın ve Asyalılar'ın stereotipleri gösterilmiş

MISIRLILAR'IN DÜNYA GÖRÜŞÜ

Şu halde Mısırlılar kendilerim nasıl görüyorlardı? Bu soruya ilk önce Mısırlıların resim ve heykellerde kendilerini nasıl gösterdiklerine ve ikinci olarak da "yabancıları" nasıl resmettiklerine bakarak bir cevap verebiliriz Diğer pek çok kültürde olduğu gibi, Mısırlılar da kendilerine ait kimlik duygusunu, en önce kendilerini Mısır dışındaki diğer halklarla kıyaslayarak kazanmışlardır

Mısırlılar'ın kendilerini ve yabancıları resmetmelerine bakacak olursak, tarihlerinin büyük bir bölümünde kendilerini siyah, yün saçlı Afrikalılar ile soluk tenli, sakallı Asyalılar arasında bir yerde gördükleri anlaşılmaktadır

Yeni Krallık firavunları I Seti ve III Ramses'in Krallar Vadisi'ndeki mezarlarında güneş-tanrı Ra'nın hâkim olduğu evrendeki çeşitli insan tiplerini temsil eden resimler vardır Bunların arasında kızıl-kahverengi tenli Mısırlılar, siyah derili Nübyeliler ve daha açık tenli Libyalılar ve Asyalılarla kesin bir çelişki oluşturmaktadır Bu eski etnik karakterler ten rengi ve diğer fiziki karakteristikler dışında çeşitli saç ve giyim biçimleriyle de ayrılmaktadır

Bu resimlerin işlevinin Mısırlılar'ın kendilerini dünyanın geri kalanına göre milli bir grup olarak tanımlama olduğu anlaşılmaktadır Ancak Mısırlılar'ın kendileri de bu resimleri hiç kuşkusuz basitleştirilmiş stereotipler olarak görmüş olacaklardır Mezarların ve tapınakların duvarlarındaki binlerce resimde halkın açıktan koyu kahveye kadar çok geniş bir yelpazeyi kapsadığı görülmektedir

Şu halde ''Mısırlılardın kendilerini ırkçı olmayan, kültürel açıdan ayrı bir halk olarak gördükleri anlamı çıkartılabilir Çünkü, fiziki görünüşlerine göre "yabancı" olmalarına rağmen sosyal ve politik açıdan Mısırlı kabul edilen pek çok birey örneği bulunmaktadır

KLASİK DÜNYADA SİYAH İNSANLAR

Yunan ve Roma yazarları için "siyahi" olmanın en yaygın ölçüsü Etiyopya idi Etiyopyalılar ("yanık yüzlü insanlar") Klasik dünyanın bildiği en kara tenli Afrikalılardır ve onların Aristoteles, Xenophanes ve Ptolemaios gibi yazarların eserlerinde Mısırlılar ile nadiren karıştırılmaları önemlidir Gerçekten de Manilius, Astoronomiea'sında insanları azalan bir siyahlık derecesine göre şöyle sıralar: Etiyopyalılar, Hintliler, Mısırlılar ve Mağribiler
Strabon ise Etiyopyalılar'ın Güney Hintlilerine ve Mısırlıların Kuzey Hintlilerine benzediklerini belirtir Yunanlılar'ın ve Romalıların ten rengini ya da diğer ırksal karakteristiklikleri aşağılamak için tanımlamadıkları da aşikârdır

Klasik dünyada insanları sınıflandırmada coğrafya ve etnik köken çok daha önemli yöntemlerdi Ancak Klasik yazarlardan çoğu zaman bağlam dışında yapılan, dikkatle seçilmiş alıntılar, tartışma ortamı yaratmak isteyen modern yazarlar tarafından konuyu bulandırmak için sık sık kullanılmıştır



Tutankamon'un tören bastonunun sapı bir Afrikalı ve bir Asyalı figürlerinden oluşuyor

SONUÇ

Öyleyse şu soruyu bir kez daha sormamız gerekir: Eski Mısırlılar kimlerdi? Günümüzde elde olan kanıtlara dayanarak bazı gerçekler kesinlikle söylenebilir Bir kere, başta da belirtildiği gibi, Mısır, Ortadoğu ve Akdeniz'le yakın ilişki kurabilecek bir Afrika ülkesidir ama Afrika kıtasının da coğrafi ve ırksal köken olarak ayrılmaz bir parçasıdır
İkincisi, Mısırlıların dilinin başlangıçta Afrika kökenli olduğu ama sonra giderek Sami dillerinden (özellikle Yeni Krallık Dönemi ve sonrasında) etkilendiği anlaşılmaktadır

Üçüncüsü, fiziki görünüşleri bakımından eski Mısır'dan ve Klasik sanat ve edebiyatından kalma pek çok kanıta bakarak, aşağı Nil Vadisi halkının ırksal ve etnik bakımdan karışık olduğu ve güneyde tam Negroid bireylerden kuzeyde daha soluk tenli ve düz saçlı Kafkas tiplerine kadar bir çeşitlilik gösterdiği söylenebilir

Dördüncüsü, Firavunlar Dönemi geleneksel Mısır resimlerinde Mısırlılar kendilerini Afrika, Asya ve Kuzey Akdeniz insanlarından ayırmak için, öncelikle ten rengi ve saç tiplerine dayanan bir ırksal stereotipleme kullanmışlardır

Sonuncusu ve belki de en önemlisi "siyahi" insan kavramı bizim yaptığımız çağdaş bir sınıflandırmadır ve bunu eski çağın bağlamında kullanmaya kalkışmak yalnızca kavram karışıklığına yol açar Mısır'ı "beyaz" bir uygarlık olarak tanımlamak için "beyaz Anglosakson Protestan" bir komplo olmadığı gibi, "siyahi" bir uygarlık olarak tanımlamak için de herhangi bir bilimsel neden yoktur

Eski Mısırlılar çağdaş "siyahi" kavramını anlamayacaklardı ve kendileri "Mısırlılık"larını asla yalnızca ırksal terimlerle tanımlamayacaklardı Eski Mısır'ın kültürü ve arkeolojik geçmişi pek çok ırksal grubun etkileşiminin ürünüydü Diğer bir deyişle, Mısırlılar siyah, kahverengi ya da beyaz değil, yalnızca Mısırlı'ydılar

GÜNÜMÜZ MISIR'ININ ETNİK YAPISI

Çağdaş Mısır halkının büyük çoğunluğu Hami ve Sami halkların karışımına dayanan çok homojen bir etnik grup oluşturur Tarih boyunca çeşitli istilalara uğrayan Nil Deltası'nda bir bileşim, belirli yabancı öğeler de taşır Nil Vadisi'nde oturan Saidiler, eski göçebe topluluklarla karışmanın ürünü olan farklı bazı fiziksel özellikler gösterirler

Daha güneydeki Nübyeliler, bir ölçüde Arap kökeni taşımakla birlikte, belirgin özelliklerle ayırt edilen yerli kimliklerini korumuşlardır Sina'da ve Doğu Çölü'nün kuzeyinde oturanlar, genellikle yakın dönemde göç etmiş Araplar'dan oluşur

Alıntı Yaparak Cevapla

Tarihin Gizemleri / Tarihin Gizemleri Hakkında Geniş Bilgi

Eski 08-16-2012   #17
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Tarihin Gizemleri / Tarihin Gizemleri Hakkında Geniş Bilgi



Etrüsk Alfabesi
Zaman: İÖ 8 ile 1 yüzyıllar
Mekân: İtalya

Kültürlü halkın yüzde doksanı bugün bile Etrüsk yazısının çözülmesinin imkânsız olduğunu bilir Bu inanç basında yankı bulur ve ders kitaplarının çoğunda da tekrarlanır Üstelik bu fikrin modasının geceli iki yüz yıl olduğu halde MASSIMO PALLOTTINO, 1975
Etrüskler'in ve anayurtları Etruria'nın (kuzeyde Arno, güneyde Tiber ırmakları arasında, günümüzde Toskana), Roma çağlarından beri Avrupalılar'ın hayallerinde özel bir yeri vardır Rönesans'ta Toskana grandükü Cosimo de'Medici, biyografisinin yazarı olan Vasari tarafından, eski hükümdarın Chiusi'de sözde mezarının keşfinden sonra Etrüsk kralı Lars Porsenna olarak nitelenmişti 20 yüzyılda D H Lawrence da son şiirlerine Etrüsk mezarlarına girişin görüntülerini eklemişti "Bir meşale verin bana!/ Bu çiçeğin mavi çatallı meşalesiyle/ ineyim karanlık merdivenlerden Persephone'nin ardından"

Dil tarihi açısından Etrüskler'in büyük önem taşıdıkları ve sonsuz bir ilgi kaynağı oldukları kuşkusuzdur Etrüskler alfabeyi Yunanlılar'dan (büyük olasılıkla Khalkidikia alfabesinden) alıp değişiklikler yaparak Romalılar'a geçirmişler, Romalılar da Avrupa'nın tümüne yaymışlardır

Ancak konuşma dilleri ortadan kalkmış olduğu için kitabelerindeki yazılardan anlayabildiğimiz kadarıyla bunun Avrupa'nın diğer hiçbir diline benzemediğini söyleyebiliriz Etrüskler'in rakamlar için kullandıkları kelimeleri Latince, Yunanca ve Sanskrit karşılıkları ile kıyaslayınca Etrüsk dilinin bir Hint-Avrupa dili olmadığı kolayca görülür:



Etrüskler alfabeyi İtalya'ya ÎÖ 775 tarihinde Pithekoussai'ye (günümüzde Ischia) yerleşen Yunan kolonicilerden öğrenmişlerdir Bunlar harfleri "model" alfabeler biçiminde yazmışlardır Bu alfabeler pek çok yerde pek çok nesnenin üzerinde bulunduğundan pek gözde olmuş olmalı Uygulamada Etrüsk dili b, d, g gibi sesli duraklama ve o gibi sesli harf simgelerine gerek duymadığından harflerin tümü kullanılmamıştır

Bilinen Etrüsk dilinde yazılmış kitabelerin sayısı 13000 ise de, bunlardan 4000'i parça ya da grafitti halindedir ve kalan 9000'inin çoğu da yalnızca baba adını, kimi zaman ana adım, ölenin soyadı ve eğer kadınsa belki de kocasının adı ve çocuklarının sayısını gösteren mezar taşlarıdır

Bunları okumakta bir güçlük yoktur 18 yüzyıl ya da daha öncesinden bu yana harflerin fonetik değerleri ikame edilerek söz konusu okuma yapılabilmektedir Ancak bu iş, bir dili yalnızca mezartaşlarım okuyarak öğrenmeye çalışmaktan farksızdır



(Solda) Pyrgi altın levhaları, İÖ yaklaşık 500 Soldaki levha Fenike, sağdaki Etrüsk/Yunan yazısıyla yazılmıştır (Sağda) Horoz biçimli bir Etrüsk vazo ya da mürekkep hokkası, İÖ yaklaşık 600 Üzerinde Yunan alfabesinden alınan "model" bir alfabenin harfleri kazınmıştır

Burada eksik olan, iki dilli ve başka bir konu içeren bir metindir 1964'te Caere Limanı (bugünkü Cerveteri) olan Pyrgi'de üç altın tablet bulunmuştur ve bunlar Etrüsk metinlerinin en önemli iki dilli yazısıdır Tabletlerden biri Fenike, diğer ikisi Etrüsk dilinde yazılmıştır Etrüsk dilindeki en uzun metinde 36 ya da 37 kelime vardır, ancak Fenike ve Etrüsk dilindeki metinler birbirlerinin tam çevirisi değildir: Pyrgi tabletleri tam değil "yarı-çift-dilli" metinlerdir, ikisinde de aynı olay anlatılır:

Hükümdar Thefarie Velianas hükümdarlığının üçüncü yılında Etrüsk tanrıçası Uni ile özdeşleştirilen Fenike tanrıçası Astarte'nin (ya da İştar'ın) bir tapınağını açmaktadır Ancak iki metinde bu olay, çok farklı biçimlerde anlatılmaktadır

Sonuçta Pyrgi tabletlerinden öğrenilen tek yeni Etrüsk kelimesi "üç" anlamına gelen "ci" olmuştur 1990'larda keşfedilen en son kitabe olan Tabula Cortonensis için de aynı şey geçerlidir: 200 kelimelik bu levhanın çoğu adlardan oluşmaktadır (Laris Celatina Lausa gibi): Buradan çıkan tek yeni kelime de "göl" karşılığı olandır

Bu nedenle Etrüsk yazısı bir sır olmamakla birlikte Etrüsk dili gerçek bir muammadır Etrüsk sanatı ve Latince kitabeler gibi diğer çözüm araçlarına rağmen Etrüsk dilinde bildiğimiz kelimelerin sayısı henüz 250 kadardır ve bunların hepsinin anlamlarından da emin değiliz Kitabelerin konularının kısıtlı olması nedeniyle gramer bilgimiz de sınırlıdır ve Etrüsk edebiyatı günümüze kadar kalmadığından sözdizimi hakkında da çok az şey bilmekteyiz

Etrüskler'le yakın ilişkisi olan Romalılar da Etrüsk dili ve edebiyatı konusunda hiçbir bilgi aktarmamışlardır Oysa Etrüsk dili, Etrüsk uygarlığının parlak döneminden sonra da Roma'daki aileler tarafından konuşuluyor ya da en azından biliniyor olmalıydı Bunlar, Etrüskler'in hâlâ çözülmemiş yönlerini gösterse de zamanla her unsur hakkındaki bilgimiz artmaktadır



Yunanlılar alfabe ilkesini Fenikeliler'den almışlar, sonra Etrüskler'e vermişler, onlar da harfleri değiştirmişlerdir

Alıntı Yaparak Cevapla

Tarihin Gizemleri / Tarihin Gizemleri Hakkında Geniş Bilgi

Eski 08-16-2012   #18
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Tarihin Gizemleri / Tarihin Gizemleri Hakkında Geniş Bilgi



Hint-Avrupalıların Kökeni

Zaman: İÖ yaklaşık 7000-3000
Mekân: Avrasya

Bir süredir boş zamanlarımda Avrupa dillerinin çarpıcı yakınlıkları üzerinde çalışıyorum ve her gün bu işte yeni ve çok heyecan verici yanlar buldukça onları kaynaklarına doğru izliyorum JAMES PARSONS, 1767

Avrupa ve Batı Asya, pek çok kültür ve halklar görmüşse de, Avrupalılar'ın çoğu ile Batı ve Güney Asyalılar'ın büyük bir kısmı Neolitik ya da Erken Tunç Çağı'nda Avrasya'ya yayılmaya başlayan bir tek dil ailesine ait olan akraba dilleri konuşmuşlardır Pek çok Hint-Avrupa dilinde aynı soydan gelen birkaç kelimeyi alıp da İrlanda'dan Batı Çin'de, ipek Yolu'nun vaha kentlerinin halkı Toharlar'a kadar izlersek bu dil sürekliliği hakkında bir izlenim elde edebiliriz

Bu kelimeler arasındaki benzerlikler bunların Proto-Hint-Avrupa olarak bilinen ortak bir ata dilinden türemeleriyle (Fransızca, İspanyolca ve İtalyanca'nın Geç Dönem Latince'sinden türediği gibi) açıklanabilir Bu Proto-Hint-Avrupa dilinin ilk ne zaman ve nerede konuşulduğu bilimadamlarını iki yüzyıldan beri uğraştırmaktadır
Farklı Hint-Avrupa dillerinin kelime dağarcıklarındaki benzerlikler, dilcilerin Proto-Hint-Avrupa dilinin içeriğinin en azından bir kısmını ve genel yapısını anlamalarında yardımcı olmuştur Örneğin, ağaç (çam, meşe, söğüt vBulletin), vahşi hayvanlar (ayı, tilki, geyik vBulletin) ve daha önemlisi evcil hayvanlar (öküz, koyun, keçi, domuz) ve çiftçilikle ilgili teknoloji (çömlek, orak, saban) ve arabalar (tekerlek, araba, boyunduruk) Bütün bunlar proto-di-lin konuşanlarının bu yeniliklerin ortaya çıktığı zamanda, en azından ortak bir Neolitik sözlüğe sahip olmalarına kadar ortadan kalkmadığını göstermektedir

Proto-Hint-Avrupalılar'ı neden belirli bir mekânda aramamız gerekmektedir? Buradaki sorun hem ampirik hem de kuramsaldır Bir kere Avrupa'nın kenarlarındaki ülkelerin bazılarında Hint-Avrupa dilleri konuşulmadığını biliyoruz: İspanya'da Iberik dili, İtalya'da Etrüsk dili, Anadolu'da Hititçe konuşulmaktaydı

Bazı Hint-Avrupalılar'ın da Hint-Avrupa dili konuşmayan eski halkların arasında yayıldıklarını da biliyoruz Örneğin, İranlılar Güney İran'ın Elamlılar'ını, Hint-Âriler dillerini daha önceki Dravid ve Munda dili konuşulanlara benimsetmişlerdir Ayrıca, Hint-Avrupa dili olmayan bir dil Avrupa'da yaşamaya devam etmiştir: Kuzey İspanya ve Güney Fransa'da konuşulan Baskça

Kuramsal sorun, dil değişikliğinin tümünü ilgilendirir Hint-Avrupalılar'ın Atlas Okyanusu'ndan Batı Çin'e kadar ta en eski çağlardan beri uzanıyor olması, tarih öncesi dönemde bir tek dilin sürekli olabileceği alanın boyutlarının çok üstündedir Diller (sabit bir oranda olmasa da) sürekli evrim geçirirler ve binlerce kilometrelik bir alana yayılmış bir tek dili konuşanların aynı dil değişimini binlerce yıl sürdürebildiklerine akıl erdirmek çok güçtür



Kurgan modelinin en ayrıntılı versiyonu, Hint-Avrupalılar'ın Avrupa'ya üç dalga halinde yayıldıklarını öngörmektedir



Belli başlı Hint-Avrupa dil gruplarının dağılımı

ANAYURT MODELLERİ

Hint-Avrupa dilinin ileri sürülen anayurt (Almanlar buna Urheimat diyeceklerdir) mekânları Kuzey Kutbu'ndan Güney Kutbu'na, Atlas Okyanusu'ndan Büyük Okyanus'a kadar uzanmaktadır Hint-Avrupa dili kökenlerinin günümüzde temelde üç model tipi tartışılmaktadır: Birincisi, Proto-Hint-Avrupalıları'nın Neolitik dönemden önce, ya Paleolitik ya da Mezolitik dönemde Avrasya'da geniş bir kuşak içinde olabilecekleri iddiasını ortaya atmaktadır

Kökenlerini o kadar geriye ve o kadar geniş bir alana -Avrupa'nın büyük bir kısmı- götüren bu iddia, arkeologların daha sonra Hint-Avrupa dillerinin dağılması için çok uzaklara göçler yapıldığını kanıtlamalarına bir kısıtlılık getirmektedir Bu, yeniden inşa edilen protodilde gördüğümüz geç dönem Neolitik kelime dağarcığını açıklamadığı için en az kabul gören modeldir

İkinci model Hint-Avrupa yayılmasını tarımın yayılmasıyla birlikte başlatır Bu model başka dil aileleri için de kullanılmıştır Bunun anlamı, Hint-Avrupa dillerinin yeni ve çok daha verimli bir ekonomiyle yayıldığı ve yeni Hint-Avrupa dili konuşan çiftçilerin giderek Avrupa'nın avcı-toplayıcı toplumlarının yerini almış olduklarıdır

Bazıları bu yayılmanın yalnızca, nüfusla sınırlı olduğunu iddia ederken bazıları da Avrupa'nın çevre bölgelerinin yeni bir çiftçi akınına değil, daha çok yeni bir dil değişimine uğradığı fikrindedirler Bütün bu modeller en eski Hint-Avrupalılar'ı İÖ 7 binyılda Anadolu'da yerleşik olarak kabul ederler ve bunların buradan Yunanistan'a ve Balkanlar'a, sonra da daha yoğun olarak batıya, Atlas Okyanusu'na kadar yayıldıklarını öngörürler



(Solda) Letnitsa'dan "kutsal evliliği" gösteren gümüş yaldızlı bir Trak plaketi -İÖ 400-350 yıl (Sağda) Güney Urallar'da Sintashta'daki Tunç Çağı araba gömülmesi, genelde ilk Hint-Avrupa yayılmasının kanıtları olarak görülür

Asya'nın belli başlı Hint-Avrupa dillerine gelince, bunlar genellikle üçüncü varsayıma girerler Bu üçüncü modele göre Avrupa ve Batı Asya'daki Neolitik-Tunç Çağı topluluklarının büyük bir kısmında büyük dil değişimleri olmuştur

Kuram genelde en eski Hint-Avrupalılar'ı Karadeniz ile Hazar Denizi'nin kuzeyindeki bozkırlara ve ormanlık steplere yerleştirir ve en eski Hint-Avrupa yayılmasının yarı göçebe ya da ehlileştirilmiş ata ve tekerlekli arabalara sahip yüksek derecede seyyar nüfus tarafından gerçekleştirildiğini iddia eder

Bunlar ölülerini genellikle bir höyüğe (Rusça'sı kurgan) gömdükleri için buna Kurgan kuramı adı verilir Buna göre seyyar nüfus, ÎÖ 5 ile 3 binyılda steplerden Güneydoğu ve Orta Avrupa'ya göçe başlamış ve buralardaki yerli halka kendi Hint-Avrupa dillerini benimsetmişlerdir

Bu model toplumsal değişimi tam anlamıyla nüfus hareketine bağlamaz: Hint-Avrupa dilleri eski Hint- Avrupa toplumsal kurumlarının Avrupa'dakilerden daha saldırgan ve çekici olmaları nedeniyle yayılmıştır Kurgan modeline göre Asya'nın Hint-Avrupalılar'ı İÖ 2000 yıllarında Volga-Ural bölgesinde araba süren aristokrasinin geliştiğini ve bunların doğuya ve Orta Asya'dan güneye yönelerek İran'da ve Hindistan'da Tunç Çağı seçkinlerini oluşturduklarım öne sürülmektedir

Hint-Avrupa kökenlerini ve yayılmasını açıklayan tümüyle kabul edilebilir bir tek model olmamasına rağmen, sorun, bilimadamlarını insan kültürünün en esaslı unsurlarından biri olan dilin arkeolojik kayıtlarda nasıl izlenebileceğini sürekli olarak araştırmaya yöneltmektedir
Hint-Avrupa dilleriyle elde edebildiğimiz her şey bizi, oluşturulmuş biçimlerin oldukça uzun bir evreye yayıldığına inanmaya yöneltir Hint-Avrupa dillerinin belli bir ortalama derinliği vardır Bu yüzden, bu dillerin içinde, arkeologların kazılarda yaptıkları gibi, kronolojik düzeylerin bir katmanbilimi gerçekleştirilebilir

Bu gözlem, Hint-Avrupa dilinin, türdeşlikten yoksun toplulukların yığıştığı bir sabit değil, tek bir halkın dolaysız bir biçimde dili olduğunu doğrular Bu toplumsal halkın ülkü ve değerleri bilinir: Veda, Homeros ve Kuzey Edda'nın şiirsel kalıp cümleleri arasındaki giderek artan çok sayıdaki denklik, bu durumun dolaysız bir kanıtıdır Birbirinden çok ayrı yapıtlardan kalma anlatı şemalarının yinelenmesi, hiyerarşik, soylu, eril bir ideolojinin aktarıcılığını yapan sözlü bir Hint-Avrupa edebiyatının varlığım da doğrular





l Bazıları Hint-Avrupa anayurdunun Paleolitik veya Mezolitik dönemde Avrupa'nın büyük bir kısmını kapladığını iddia etmektedirler
2 Anadolu modeli Hint-Avrupalılar'ın tarımın yayılmasıyla Ortadoğu'dan Avrupa'ya uzandıklarını kapsar
3 Kurgan modeline göre Hint-Avrupalılar Avrupa'nın steplerinden Neolitik dönemin sonunda yayılmışlardır



İrlanda'dan Batı Çin'deki Toharlar'a kadar üç kelimenin izlerini süren tablo Benzerlikler, ortak bir ata dili ile açıklanabili

Alıntı Yaparak Cevapla

Tarihin Gizemleri / Tarihin Gizemleri Hakkında Geniş Bilgi

Eski 08-16-2012   #19
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Tarihin Gizemleri / Tarihin Gizemleri Hakkında Geniş Bilgi



Kartacalıların Kurbanları

Zaman: İÖ 8-2 yüzyıl
Mekan: Kartaca, Tunus

Kronos'a (Ba'al Hammon) tapan Fenikeliler, özellikle de Kartacalılar, büyük bir istekte bulunduklarında, mutlaka başarılı olmak istiyorlarsa, çocuklarından birini tanrıya kurban ederek yakarlardı CLEITARCHUS, İÖ 4 YÜZYIL SONLARI

Kartaca, Doğu Akdeniz'den gelen Tyroslu (bugünkü Sur) Fenikeliler tarafından "Yeni Kent"leri (Kart-Hadaşt) olarak şimdiki Doğu Tunus'ta kurulmuştur Bugün aynı yerde Tunus kentinin bir banliyösü vardır Arkeolojik kayıtlarda İÖ 8 yüzyıl ortalarının daha öncesinden bir bulguya rastlanılmamışsa da, sözlü geleneklerde (örneğin Vergilius'un Aeneis'ine göre) kenti İÖ 814 yılında kardeşi Tyroslu Pygmalion'dan kaçan Kraliçe Dido'nun kurduğu söylenegelmektedir

Romalılar Kartaca'da yaşayanlara Phoenikes'ten (Fenikeliler) türetilen Poeni adını vermişlerdi Pön Savaşları sözü de buradan gelir Kartaca'nın Akdeniz'in ortasında olması ve verimli bir hinterlandı kontrol etmesi gelişip genişlemesine yol açmış, devlet İÖ 4 ve 3 yüzyıllarda gelişerek büyük bir imparatorluk olmuştur Toprakları bugünkü Tunus'un tamamını kaplıyordu ve Fas'tan Batı Libya'ya kadar Kuzey Afrika kıyılarında pek çok yerleşim merkezi vardı Ayrıca denizaşırı olarak Sicilya, Sardunya ve İspanya'da da topraklara sahipti
Ancak Kartaca'nın toprak emelleri ülkeyi o çağda Akdeniz'de bir başka süper güç olan Roma ile çatışmaya zorlamıştır Bu iki büyük devletin arasındaki iktidar mücadelesinde İÖ 264-146 arasında üç tane Pön savaşı yapılmış ve sonunda yenilen Kartaca, İÖ 146 yılında yağmalanıp yıkılmış, Romalılar tarafından tümüyle yok edilmiş, ve üstüne üstlük cehennem tanrılarına adanarak burada insan yaşaması bile yasaklanmıştır Ancak, İÖ 122'den sonra Roma yönetimi, Kartaca topraklarında koloni kurmaya yeniden başladı



Byra Tepesi'nden Kartaca: Tophet ortada görülen Pön limanının sağında (batısında) yer almaktadır

BAAL VE TANİT

Kartaca tanrılarının başında gökyüzü tanrısı Baal ile yazıtlarda esrarlı bir biçimde "Baal'ın yüzü", yani Baal'ın dişi karşıtı ya da "yansıması" olan Tanit bulunurdu Baal, anayurt Fenike'de tanınmış bir tanrı ise de, Tanit oralarda bilinmezdi ve İÖ 5 yüzyılda ortaya çıktıktan sonra baş dişi tanrıçalığı (Batı Sami Bereket Tanrıçası olan) Astarte'nin elinden almıştı

Baal her nasılsa insanlardan uzak ve ürkütücü bir tanrıydı: Tepelerin ve özellikle dağ doruklarının tanrısıydı ama aynı zamanda verimli ovaların ve gökyüzünün de tanrısı kabul edilirdi Kısacası, bütün evrenin tanrısıydı Kartaca (neo-Pönik) yazısında TNT, Yunanca'da Thanneth ya da Thinith olarak yazılan Tanit, her şeyden önce gökyüzünün bir tanrıçasıydı ve böylece tarımsal refahı sağlayan yağmuru getirirdi Tanit aynı zamanda Kartaca kentinin de baş koruyucu tanrısıydı



Bu taşlar Kartaca tophet'i kazılarından çıkarılmış ve bahçeye gelişigüzel yerleştirilmiştir

KURBAN YERLERİ

Baal da, Tanit de kurban isterdi ve kurbanlar tophet olarak anılan kutsal açık hava mekânlarında sunulurdu Kartaca'daki binlerce tophet yazıtından, kültün ve kurbanların odağının özellikle Tanit olduğu anlaşılmaktadır Buna karşılık Doğu Cezayir'de bulunan Konstantin'deki Tophet'teki 800 yazıt çoğunlukla Baal'a adanmıştır

Tunus'ta Sousse'de, Sardunya'da Sulcis'te (Sant'Antioco), Tharros ve Monte Sirai'de, Sicilya'da Motya'da kazılıp çıkartılan başka tophet'ler de vardır Yazıtlarda tophet terimi kullanılmıyorsa da, bu terim Tevrat'ta, Fenike topraklarında çocukların kurban edildiği yerler için ("Toffette" olarak) kullanılmaktadır (Yeremya 7: 31, II Krallar 23:10)

Kartaca'daki tophet 1921'de, eski kentin güneyinde yapay Pön Limanı'nın 50 metre batısında bulunmuştur Burası, en az 6000 metre karelik, çevresi duvarla çevrilmiş üstü açık bir alandı Yıllar boyunca yapılan kazılarda kısmen yanmış kemiklerle dolu ve her biri, çevresi çakıltaşı döşenmiş bir çukura gömülü binlerce küp bulunmuştur, ilk başlarda çoğunun yerleri, yüzeyde küçük bir yontma taş taht ya da üzerinde bir betyl (oval ya da şişe biçimli bir taş, tanrının simgesi) oyulmuş bir taş blokla (cippus) belirlenmişti

Ancak İÖ 4 yüzyıldan sonra üzerinde basit bir röliyef ve kimi zaman da kurbanı veren kişinin adıyla Baal ve Tanit'in adları yazılı uzun bir taş blok yerleştirmek âdet olmuştur Bu taşların biçim ve süslemeleri zamanla değişmiş, özellikle de en üste "Tanit simgesi" (bir yatay çizgi ve daireyle çevrili üçgen) yerleştirilmesi gelenekselleşmişti Şimdi Tunus'ta Bardo Müzesi'nde olan bir taşta, kolunun altında bir bebek (herhalde kurban) olan bir rahip görülmektedir

Sıklıklarında farklılıklar olmasına rağmen Kartaca tophet'indeki yazıtlar İÖ 8 yüzyıl ortalarından kentin yıkıldığı İÖ 146 yılına kadar bir süreklilik göstermektedir Her yıl ortalama 100 küp gömüldüğü hesap edilmektedir ki, bu toplam 60000 kurban demektir



(Solda) Kurbanın durumunu gösteren bir çizim (yanık kemikler küpe konulup toprağa gömülmüş) ve yüzeyde yerini belirten taş (Ortada) Tunus'ta Bardo Müzesi'nde İÖ 3 yüzyıldan kalma anıt taş üzerinde düz şapkalı, bir eli havada bir adamın (bir rahip?) kolunun altında bir çocuk (kurbanı?) (Sağda) İÖ 2-1 yüzyılda Mathan-Baal oğlu Hanno tarafından dikilmiş Tanit simgeli bir taş

ÇAĞDAŞ KAZILAR

Kartaca tophet'inde 1970'li yılların sonunda yapılan kazılar ilk istatistiki rakamları sağlamıştır Yanmış kemikler hem insanlara hem hayvanlara aittir, ancak beklentilerin aksine hayvan kurbanlarına kıyasla insan kurbanlarının sayısında bir azalma görülmemiştir, ilk gömülenler arasında hayvan kurbanları toplamın üçte birini oluştururken İÖ 4 yüzyılda bu rakam on küpte bire düşmüştü: Bu dönemde kurbanların yüzde 90'ı insandı

Yine araştırmaların gösterdiğine göre, en eski çağlarda (İÖ 8-6 yüzyıllar) kemikler ölü doğmuş ya da henüz doğmuş bebeklere aitken, İÖ 4 yüzyıldaki kurbanlar genellikle l ile 3 yaş arası çocuklardı Hatta bu dönemden kalma küplerin üçte birinde, bir küpte iki ve kimi zaman üç çocuğun kemikleri bulunmuştur



Kartaca'daki tophet'te anıt taşlar ve üzerlerine daha sonra Romalılar tarafından yapılan kubbe

ÇOCUKLAR NEDEN KURBAN EDİLİYORDU?

Bu değişikliğin nedenini, hatta neden insanın kurban olarak seçildiğini, yazılı metin yokluğu yüzünden açıklayabilmek çok güçtür Yeni doğmuş bebeklerden küçük çocuklara geçişin askeri ya da ekonomik krizden kaynaklandığını düşünmek mümkünse de, böyle kesin bir bağlantı hem kanıtlanamaz hem de herhalde pek muhtemel değildir

En büyük kriz olan, Kartaca'nın İÖ 146 yılında yıkılmasına giden son dönemin tophet ritüeli, büyük ölçüde Romalılar tarafından daha sonra silindiğinden, doğru bir değerlendirme yapılması imkânı da yoktur

Ama gene de çeşitli varsayımlar ileri sürülmüştür Yazıtlarda kurban adayanların varlıklı kişiler olduğu görülmektedir Kartacalı seçkinlerin ilk çocuklarını kurban etmeleri Kitabı Mukaddes'in, "hasadını ve masaranın akıttığını takdimde geciktirmeyeceksin Oğullarının ilk doğanını bana vereceksin" (Çıkış 22: 29) emrini akla getirmektedir

İlk DNA testleri sonunda birkaç vakada cinsiyet tayini yapılabilmişse de, kemiklerin durumu cinsiyetin belirlenmesine imkân vermemektedir DNA testleri sonucunda, küplerde bulunan çocukların aynı aileden olup olmadıkları da belki anlaşılabilir Bazıları çocukların kurban edilmesini tıpkı Spartalılar'ın istenmedik çocukları ölmek üzere bir tepeye bırakmaları gibi, bir tür doğum kontrol yöntemi olarak görmektedirler

Ancak büyük çocukların kurban edilmesini açıklamak daha güçtür Bir bebeğin henüz ana rahmindeyken Tanit'e adandığı ve eğer çocuk ölü doğmuşsa onun yerine ailenin başka bir çocuğunun kurban edildiği de öne sürülmüştür Ancak bu uygulama bebek ölüm oranlarının çok yüksek olduğu varsayımım da beraberinde getirir

Sabatino Moscati, Yunan ve Roma yazarlarının Yahudi aleyhtarı propagandayı yaydıklarını ve gerek bebeklerin gerek daha büyük çocukların yakılmadan önce doğal nedenlerle ölmüş olabileceklerini iddia etmiştir Ancak böyle bir görüş, eski dünyada "kurban" eylemi konusunda bildiğimiz her şeyin reddi demektir Kurban etmek, ölüleri gömmenin alternatif bir yöntemi değildir, tanrılar nezdinde başarılı olması için kurban edenin (burada ana-babanın) sıkıntı çekmesi gerekir Arkeolog Charlotte Roberts, Motya tophet'inden 20 çocuğun kemiklerini incelemiş ve herhangi bir hastalık belirtisine rastlamamıştır

Romalılar'ın Kuzey Afrika'yı ele geçirmelerinden sonra Baal ve Tanit kültü pek ince bir Romanlaştırma cilası altında devam etmiştir: Tanrılara Satürn ve Caelestis adları verilmiş ve bunlara, Hıristiyanlık'ın yayılmaya başlamasına kadar tapılmıştır Kartaca'daki tophet yeri de unutulmamıştır

Orada Roma döneminde Satürn'e ve Caelestis'e tapıldığını gösteren izler vardır Ancak Romalılar'ın asla hoşgörüyle karşılamadıkları insan kurban etme uygulaması Kartaca'da da, diğer yerlerde de İÖ 146 yılında sona ermiş görünmektedir Ancak bazı yazıtlarda görüldüğü gibi hayvanın, insan yerine "vekâleten" (vicarius) kurban edildiği unutulmamıştı ve 3 yüzyılda Hıristiyan Tertullianus'un, kendi gününde bile Afrika'nın bazı yerlerinde insan kurban etmelerinin devam ettiğini söylediği bilinmektedir
Sousse ve Konstantin'deki İÖ 146'dan sonra devam ettirilen tophet'lerin modern koşullar altında yeniden kazılarak yanık kemiklerin incelenmesi, Tertullianus'un haklı olup olmadığını ortaya çıkaracaktır Ama o haklı çıkmasa bile, Kartaca'nın yıkılışından yaklaşık dört yüzyıl sonra bile, Kartaca çocuk kurban etme uygulamasının hâlâ hatırlandığı böylece anlaşılmış olmaktadır



Alıntı Yaparak Cevapla

Tarihin Gizemleri / Tarihin Gizemleri Hakkında Geniş Bilgi

Eski 08-16-2012   #20
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Tarihin Gizemleri / Tarihin Gizemleri Hakkında Geniş Bilgi



Kaya Resimlerinin Esrarı

Zaman: Geç Buzul Çağından sonra
Mekân: Dünya

Heykel ve resim hemen hemen aynı anda çıkmışlardır ve bunların en iyi örnekleri öylesine bir mükemmeliyete erişmiştir ki, bunları keşfedenler, bu ürünlerden, bazı bakımlardan Yunanlılar'ın eserlerinden bile daha üstün olarak sözetmişlerdir W, J SOLLAS, 1911

Arkeolojik malzememizin çoğunluğunu, parıltılı altınlar değil eskidikleri, kırıldıkları ya da işe yaramadıkları zaman atılan ya da kaybolan döküntüler oluşturur Araştırmacılar sözünü ettikleri kapların bir tekinin bile örneğini görmeden, kırık çanak çömlek parçaları hakkında kitaplar yazarlar ve sonra bunları üretenlerin hayatlarım canlandırmaya çalışırlar

Buna kıyasla kaya resimleri gerçek bir belgedir: Geçmişten gelen bu resimler bize eski insanların kendi dünyalarını nasıl algıladıklarım gösterir "Algılamak", "görmek"ten daha doğru bir terimdir, çünkü algılamak, insan gözünün gördüğünü, neyi fark edip neyi etmediğini biçimlendirir

En ünlü resimler Fransız ve İspanyol mağaralarındaki Buzul Çağı'ndan kalma olanlarsa da, kaya resimlerinin çoğunluğu daha sonraki tarihlerden kalmış olup dünyanın pek çok yerine dağılmıştır ve bunlar mağaraların derinliklerinden çok, açık ya da kısmen korunaklı yüzeylerdedir

Kaya olan her yerde kaya resmi olabilir Dünyanın en büyük kaya resmi bölgeleri -İskandinavya, Birleşik Devletler'in uzak batısı, Avustralya'nın içleri, Orta Sahra'nın sıradağları- doğal olarak açık kayalıkları çok olan yerlerdir Kaya resimlerinin dağılımı da değişkendir ve gayet güçlü eski modelleri akla getirmektedir: Alpler'deki kaya resimleri iki Kuzey İtalya vadisinde -Valcamonica ve Valtellina- bir iki milyon resim, Fransa'da yalnızca Bego Dağı'nda 30000 kadar resim varken, dağlar zincirinin geri kalanındaki resim sayısı birkaç bini geçmez



Solda Avustralya'nın kumtaşı kayaları, kaya resimlerinin en büyük hazinelerinden birine sahiptir Kırmızı aşı boyasıyla yapılmış bu eski çağ kangurusu Kuzey Avustralya'da, Kakadu Milli Parkı'ndadır (Sağda) Kaya resimlerinde, boyayla yapılan çizimler dışında, kaya yüzeyinin kazınması tekniğiyle yapılmış resimler de vardır Kuzey Norveç'teki Alta'da bir ayı resmi

AVCI İNSANLARIN KAYA RESİMLERİ

Peki bunlarda resmedilen dünya nedir? Resimlerdeki hayvanlar çok farklıdır: Avustralya'da kangurular ve karıncayiyenler, Güney Afrika'da boğa antilopu ve keseli antilop, Norveç'te ayı ve ren geyiği Ancak, avcı İnsanların kaya resimlerinde güçlü bir tutarlılık vardır Hayvanlar hemen hemen her zaman çoğunluktadır, resimlerde belirli bir seçim vardır: Resmedilen hayvanlar eski çevrelerde en çok bulunanlar ya da çağın arkeolojik alanlarında kemiklerini bulduklarımız değillerdir

Bu nedenle bu hayvanların seçiminde bazı önemli anlamlar olmalıdır Bunlara kıyasla bitki resimleri azdır (ayrıca bitkilerin hayvanlar kadar belirli biçimleri olmadığı için seçilmeleri güçtür), oysa avcı-toplayıcı insanların beslenmek için hayvanlardan çok bitkilere güvendiklerini bilmekteyiz Şu halde o kadar hayatlarının bağlı olduğu bitkiler yerine, bunca hayvanın resmedilin e-sinin nedeni ne olabilir?

Günümüzde yaşayan avcı-toplayıcı insanlar ile tarihi zamanlara kadar erişenlerden bildiklerimiz bize bazı ipuçları vermektedir Pek çok avcı-toplayıcı, bazı hayvanları özel olarak kabul eder: Avrasya'nın kuzey bölgelerinde ayılar, Güney Afrika'da Drakensberg'de San halkı arasında boğa antilopları, California'nın güneybatısındaki kurak çölde büyük boynuzlu koyunlar

İşte bu hayvanlar, kaya resimlerinin konusudur Bazı hayvanlar düşsel deneyimlere dayanmaktadır ve kimi zaman bunların anlamını biliriz: California'daki büyük boynuzlu koyunlar yağmur yağdırmayla ilişkilidir ve Kuzey Amerika'nın en kuru yeri olan Ölüm Vadisi'ne yakın dağlarda yaşarlar



(Solda) İlk çiftçilerin kaya resimleri, onların dünya deneyimlerini, yeni yaşam biçimlerinin yenilik ve el aletlerini yansıtır Burada iki at tarafından çekilen dört tekerlekli bir araba görülüyor Kuzey İtalya'da Brescia'daki Valcamonica (Sağda) Etkileşim halinde iki "Dinamik Figür" Sağda bir insan, solda hayvan başlı bir yaratık Avustralya, Kuzey Toprakları, Djuwarr

Çağdaş avcı-toplayıcı toplumlarda transa ve "şaman"ların ya da "bilge adamaların özel bilgi ve becerilerine dayanan düşsel algılama çok yaygın olduğu için, bunun geçmişin avcı-toplayıcı toplumlarında da böyle olmuş olacağını beklemek mantıklıdır
Bir tek hayvan türünün ısrarla vurgulanması ya da trans duygularının -hafiflik, uçma, ölümü andıran bir başkalık- görsel benzetmelerle ifade edilmesi böyle inançlara işaret edebilir

Belki de Kuzey Avustralya'nın arkaik "Dinamik Figürleri" böyle yorumlanmalıdır Buzul Çağı Avrupa'sının Paleolitik döneminde ve Güneydoğu Amerika ile Maya topraklarında, kaya resimlerinin mağaralara yapılması da bu açıdan anlamlı olabilir: Bu karanlık ve çoğunlukla erişilemez yeraltı mekânları sık sık başka bir dünyaya giriş yerleri olarak görülür

Bugün Batı'da çoğumuzun epey daraltılmış bir ruhsal dünyası vardır Aramızda yaşayan ruhlara ya da insana benzeyen varlıklara inanmayız Ancak kaya resimleri konusunda ilk elden bilgi edindiğimizde, genellikle hayvan ve kuş resimlerinin yüzeyden göründükleri şeyler olmadıklarını anlarız Bir biçim bir geyik olabilir ama o aslında sıradan fiziki bir gerçek olmaktan çok, ruhsal dünyanın bir yaratığıdır

Bundan hareket ederek tarih öncesi resimlere baktığımızda onları iki açıdan görmeliyiz Bir düzeyde onları yüzeysel resimler olarak yorumlayabiliriz: Ayı ve balina ile kalkan balığı resimleri, bize o yaratıkların o zamanın ortamında bulunduklarını ve o insanların bunları tanıdıklarını gösterir Ama balina biyolojik bir canlıdan daha fazla bir şey olmuş olabilir, bu durumda balina resmi daha büyük bir anlam taşıyacaktır

Aynı şey "antromorfik" yani insan biçimli olarak seçebildiğimiz resimler için de geçerlidir Bunlar insan biçiminde olsalar da, aynı zamanda ruh dünyasına ait olabilirler Ya da tek bir kategoriye girmeyebilirler: Hıristiyan ikonografisinde Meryem Ana "yâlnızca" genç bir kadının resmidir ama fiziki varlığı dışında pek çok ve kutsal anlamlar taşır

Resim, kısmen insan olan bir biçimdeyse, o zaman onun basit bir görüntüden başka bir anlamı olduğundan emin olabiliriz Wyoming'de Bighorn Basin'deki kaya resimlerinde görülen ve suyun içinde yaşayıp ölümlüleri suya çekerek öldüren "Su Hayalet Kadını" bunlardan biridir
Ruh dünyasıyla ilgili karakteristik bir kaya resmi motifi de "Therianthrope"tur (hem hayvan hem insan özelliklerine sahip bir tek figür) Bu figür, Güney Afrika'da bir boğa anti-lopu başı ve ayaklarıyla bir insan, Avustralya'da uçan tilki (meyve-yarasası) başı olan bir insandır Therianthrope'lar genellikle "basit insan" resimlerinin yanına ya da onlarla ilişkili olarak çizilmiştir Belki de bunlar hayvan ruhlarıyla uğraşan insanlardır, belki de iyi ya da kötü ya da tehlikeli ya da kutsal, insan biçimine girmiş ruhsal varlıklardır



(Solda) Güney Afrika kaya resimleri ünlü bir renk ve çizgi zarafetine sahiptir Önde boğa antilopları, arkada pelerinli iri insan figürleri ve yukarıda çubuk adamlar Güney Afrika, Drakensberg Dağları, Game Pass sığınağı (Sağda) California'daki Ölüm Vadisi yakınlarında Coso Sıradağlarımda bazalt kayalara çizilmiş büyük boynuzlu koyunlar

İLK ÇİFTÇİLERİN KAYA RESİMLERİ

Çiftçilik yapan insanların kaya resimlerine yansıyan dünyaları -ve de dünya deneyimleri- avcı-toplayıcılarınkinden farklıdır Bu nedenle geç Buzul Çağı'nın avcı-toplayıcı kaya resimleri, Neolitik Dönem ve Bronz Çağı resimlerinden çok farklıdır ve öbürleri gibi sığınaklarda ya da mağaralarda boyanmaktan çok açık havada, düz taş yüzeylere kazınmıştır

Bu yeni hayat biçiminin yenilikleri ve el aletleri çiftçi kaya resimlerinde açıkça görülmektedir: Sabanlar ve bunları çeken öküzler, madeni hançerler ve baltalar, kayıklar, kütük evler Ancak burada da bilinçli bir seçim sözkonusudur

Alpler'de kaya resimlerinin karakteristik bir motifi de, arkeolojik kayıtlarda pek rastlanmayan türde bir baltadır Ve bu nedenle biz, anlamını bilmesek de bunun bir nesne olarak özel olduğunu anlarız Hançerler ve baltalar erkek insan figürleriyle ilişkilendirildiğinden, bunların anlamının erkekleri ilgilendiren bir şey olduğunu düşünürüz



(Solda) İnsan unsurlarını hayvan unsurlarıyla birleştiren Therianthropik figürler Güney Afrika'da Drakensberg Dağları'ndan (Sağda) Bir elinde iki bumerang, başında başlık ve belinin arkasında "kabarıklık" olan bir insan, "Dinamik Figür" Kuzey Avustralya, Batı Arnhem Toprakları

KAYA RESİMLERİNİN KÖKENİ

Kaya resimlerinin bugün de süregelen esrarı kökenleridir Zanaat becerileri geliştikçe ilerleme gösteren çömlek ya da taş işçiliği gibi eski teknolojilerin aksine, erken kaya resimleri sanatı harikulade başarılıdır Fransa'da Cosquer'de ve Chauvet'de yeni bulunan mağara resimleri, ünlü Lascaux mağarasında-kilerden çok daha zariftir ve tarih olarak da onlardan daha eskidir Avrupa dışındaki kıtalarda bulunan eski resimler de, çok daha eskiden, hatta belki de daha ilk başından çok zarif bir beceriye sahip olunduğunu göstermektedir

Şu halde böylesine üstün kaliteli -hatta kusursuz -resimlerin ilk beceriksiz çabalardan geçmeden böyle birden gelişmiş bir biçimde "ortaya çıkmaları" nasıl açıklanabilir? Ama belki de bu aslında olduğu gibi değil de, bugün bizim böyle görüşümüzden kaynaklanmaktadır: Belki de uzun bir evrim vardı ama eski resimler tahta ya da başka çabuk bozulan maddeler üzerine ya da hava koşullarına açık kayalara yapılmıştı ve günümüze kadar gelmemiştir Ancak elimizdeki kanıtlar, yine de, resimlerdeki mükemmel figürlerin birdenbire doğduğu yönündedir

Alıntı Yaparak Cevapla

Tarihin Gizemleri / Tarihin Gizemleri Hakkında Geniş Bilgi

Eski 08-16-2012   #21
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Tarihin Gizemleri / Tarihin Gizemleri Hakkında Geniş Bilgi



Kayıp Sodom ve Gomorra

Zaman: İÖ 3150-1550
Mekân: Ürdün

Ve Rab Sodom üzerine ve Gomorra üzerine göklerden kükürt ve ateş yağdırdı; ve o şehirleri ve bütün havzayı ve şehirlerde oturanların hepsini ve toprağın nebatını altüst etti TEKVİN 19:24-25

Sodom ve Gomorra kentlerinin yıkılması Kitabı Mukaddes'in Eski Ahit kitabında anlatılan en ilginç hikâyelerden biridir ve aynı hikâye Kur'an'da da yinelenmiştir Başlıca karakterler en büyük patriyark olan İbrahim ile yeğeni Lût'tur

Kentler bugün de hâlâ geçerli olan toprak hakları, eşcinsellik, ardıllık ve aile içi zina gibi ciddi ahlaki ikilemlerin yükü altındaydılar Olay Kitabı Mukaddes ahlak kuralları için bir benzetme olarak görülmüşse de, bu kentlerin ve hikâyede anlatılan olayların varlıkları konusunda herhangi bir kanıt var mıdır?

KİTABI MUKADDES'İN HİKÂYESİ

Hikâyede İbrahim ile Lût, Kenan topraklarında çobanlar olarak sürülerini otlatırlar Hayvanlar çoğalınca ülke ikisine de yetmez Bunun üzerine İbrahim ayrılmalarına karar verir ve gideceği yeri ilk seçme hakkını Lût'a verir Lût, Şeria Vadisinin bol sulu ovasını seçer ve "havzanın beş zengin kentinden" biri olan Sodom yakınlarına yerleşir Diğer kentler Adma, Tseboim ve Tsoar'dır

Ancak Sodom erkekleri günahkâr eşcinsellerdir ve Tanrı eğer pişmanlık getirmedikleri takdirde hepsini yok edeceği uyarısında bulunmuştur İbrahim, Tanrı ile suçluların yanı sıra dürüst insanları da yok etmenin ahlaklılığını tartışır; sonunda Sodom'daki tek dürüst insanın Lût olduğu anlaşılır

Lût'u Sodom'u bekleyen felaket konusunda uyarmak üzere iki melek gönderilir Sodomlular Lût'un tanrısal ziyaretçilerini duyunca evine gidip görmek isterler Kötü Sodomlular'ın melekleri taciz edeceklerinden korkan Lût, kalabalığa onlar yerine iki bakire kızını sunar Melekler kapı önündeki Sodomlular'ı kör edip Lût'a ailesini alıp kaçmasını söylerler

Tanrı Sodom ve Gomorra kentlerine kükürt ve ateş yağdırırken Lût karısı ve iki kızıyla Tsoar kentine kaçmaya başlar Ancak yolda Lût'un karısı Tanrı'nın arkasına bakmama emrine uymayınca bir tuz "direğine" dönüşür Lût, Tsoar'da kalmaya korkarak kızlarıyla bir mağaraya sığınır Kızlar uzun bir tecrit döneminden sonra kendilerine bir çocuk verip soylarının devamını sağlayacak bir erkek bulamayacaklarından korkarlar Bu nedenle babalarını sarhoş edip ne yaptığını fark edemeyeceği bir sırada iğfal etmeye karar verirler Bu zina birleşmesinden iki erkek evlat doğar: Moablılar ve Ammonoğulları kabilelerinin ataları olan Moab ve Ben-ammi


Bu hikâyenin herhangi bir noktasının doğruluğu hakkında elimizde hangi kanıtlar vardır? Lût Gölü bölgesinde Sodom ve Gomorra hikâyesini doğrulayacak bazı doğal ve jeolojik olgulara rastlanılmıştır Ayrıca, son zamanlardaki arkeolojik keşifler de kutsal kitabın hikâyelerine belirli bir inanılırlık kazandırmaktadır



Sodom ve Gomorra'nın yıkılması: 16 yüzyıl başlarında bir Alman Kitabı Mukaddes gobleninden ayrıntı

OLGULARIN DOĞAL OLARAK MEYDANA GELMESİ

İki büyük kara kütlesinin birbirlerinden ayrılması sonucunda Lût Gölü'nde sık sık depremler olur Tarihi kayıtlardan başka yerlerde kentlerin geçmişte depremlerle yok olduklarını biliriz ve eğer bunlar fay hattı üzerindeyseler depremler de daha şiddetli olur Aynı jeolojik süreç yeryüzünün en alçak su kütlesini de yaratmıştır

Deniz yüzeyinin yaklaşık 400 metre altında derin bir vadide yer alan Lût Gölü tuz oranı çok yüksek bir sudur, tuz yoğunluğu dibe doğru giderek artar ve kıyılarında sık sık tuz oluşumlarına rastlanır Bu tuz sütunları kimi zaman bir tesadüf sonucu insan biçiminde olabilir ve Lût Gölü'ne düşen her şey kısa zamanda tuzla kaplanır ve gölde bakteriler dışında bitki ve hayvan varlığının yaşamasına engel olur Bu nedenle Lût'un karısının tuz sütununa dönüşmesi hikâyesinin böyle bir olağandışı ama doğal süreçten kaynaklandığını düşünmek güç değildir

Lût Gölü'nün diğer bir garip özelliği de zift bakımından zengin olmasıdır ve bu da zaman zaman iri topaklar ya da petrol birikintileri olarak yüzeye çıkar Sodom ve Gomorra krallarının Suriye krallarıyla bir savaş sırasında kaçarlarken "zift kuyularına" düşmeleri olayı da akla bu durumu getirir (Ve Siddim Vadisi zift kuyuları ile dolu idi ve Sodom ve Gomorra kralları kaçtılar ve orada düştüler ve geri kalanlar dağa kaçtılar; Tekvin 14:10)

Dahası, Lût Gölü kıyılarının yumuşak kireçli topraklarında yumruk büyüklüğünde kükürt toplarına rastlanır Eski Ahit'in Sodom ve Gomorra hikâyesini yazanlar, "kükürt taşı" adını verdikleri bu alev alan topları mutlaka biliyor olmalıydılar O nedenle göklerden yağan ateş yağmurunun kentleri yakıp yıktığı hikâyesi bu garip nesnelerden kaynaklanmış olabilir



(Solda) Lût Gölü çevresindeki yumuşak kireç tabakasının doğal erozyonu Lût'un karısının sonunu hatırlatan sütunla oluşturur (Sağda) Lût Gölü'nün Erken Tunç Çağı yerleşimlerini (bir olasılıkla "ova şehirleri"ni) gösteren harita

SODOM VE GOMORRA'YI ARARKEN

Kitabı Mukaddes bilginleri ve arkeologlar yüz yıldan uzun bir süredir Sodom ve Gomorra kentlerinin bulunduğu yerleri saptamaya çalışmaktadırlar İlk önceleri bunların Lût Gölü'nün kuzeyinde mi yoksa güneyinde mı olduğu tartışılmıştı

De Saulcy, 1851'de Lût Gölü'nün kuzeybatısında yaptığı bir araştırmada Eriha ve Kumran'ın kayıp kentler olduğunu ileri sürdü 1920'lerde Peder Alexis Mallon'un kuzeydoğu kıyısındaki Teleylat Ghassul'da yaptığı kazılar büyük bir Kalkolitik Dönem (İÖ yaklaşık 3600) yerleşim birimini ortaya çıkardı ki, bu daha inanılır bir alternatif olarak görüldü Bu önerinin aksayan yanı, çoğu bilimadamlarının Sodom ve Gomorra hikâyesinin yeraldığına inandıkları Tunç Çağı'nda (İÖ 3150-1550) bu alanda bir yerleşim izine rastlanılmamış olmasıydı

1896'da bugünkü Şeria'da Medeba'da 6 ile 7 yüzyıldan kalma bir mozaik harita bulundu Bu haritada Lût'un kaçtığı ilk kent olan Tsoar, Lût Gölü'nün güneydoğu uçundaydı Klasik tarihçiler Diodorus, Strabon, Joscphus ve Tacitus ve daha sonra ortaçağ Arap coğrafyacıları Yakut, Mesudi, Mukaddesi ve İbn Abbas bu bölgeyi tarif etmişlerdi

William F Albright, Rahip Melvin G Kyle, Peder Alexis Mallon ve diğerleri 1924'te bölgeyi araştırarak Tsoar'ın yerini doğrulamaya çalıştılar Tsoar'ın Moab ülkesi olarak saptanması kendilerini, Kitabı Mukaddes'te Arnon olarak belirlenen Mucip Nehri'nin güneyini araştırmaya yöneltti Lisan yarımadasını ve yakınlardaki vadileri araştırdıktan sonra çağdaş Safi kasabasının eski Tsoar olduğunda karar kıldılar Sir John Maundevil de 1322 ile 1356 arasında Safi'yi ziyaret ettiğinde bu kuramı çok daha önce ileri sürmüştü
Sodom ve Gomorra'nın araştırılmasına 1930'larda Lût Gölü'nün güneyindeki sığ havzayı araştıran Le PFM Abel, F Frank ve Nelson Glueck katıldılar Bu tuz kaplı alan Eski Ahit'in "tuz denizinin yanındaki Siddim vadisi" tanımına uymaktadır (Bunların hepsi Siddim vadisinde [bir tuz denizidir] birleştiler,-Tekvin 14:3)

Konstantinos Politis tarafından yapılan son araştırmada Safi'nin gerçekten Tsoar olduğu anlaşıldı ve tam da Medeba haritasının gösterdiği yerde çıkmıştı

"Havza şehirleri"nin (Ve Lût, Havza şehirlerinde oturdu ve Sodom'a doğru çadır kurardı; Tekvin 13: 12} Lût Gölü'nün suları altında kaybolmuş olduğu önerisi ilk kez 4 yüzyıl hacılarından Egeria tarafından ileri sürülmüştür

Çok daha sonra 19 yüzyıl sonlarında William Lynch'in, Albright'ın ve Kyle'ın denizin kuzey ucunda olduğunu bildirdikleri birkaç küçük ada, günümüzde su altında kalmıştır Lût Gölü günümüzde, ABD'nin uzay kuruluşu olan NASA tarafından, uydu fotoğrafları ve suyun altında da deniz tabanı incelemeleriyle araştırılmaktadır Araştırmalar sonucunda ulaşılan genel yargıya göre, Sodom ve Gomorra'nın, kıyıdan çok, Lût Gölü'nün altında bulunabileceği kuramı kesinlikle inanılır gibi görünmektedir



(Solda) Şeria'da Medeba'da bulunan 6-7 yüzyıl mozaik haritasında Lût'un Tsoar kenti dışında sığındığı yer gösteriliyor (Ortada) Bab ed-Drah kazısında Erken Tunç Çağı'na (İÖ yaklaşık 3000) ait yanmış bir yerleşim alanı (Sağda) Tuzdan oluşmuş Sodom Dağı'nın (Cebel Usdam) içi Su, tuzu eriterek bu yüksek mağaraları oluşturuyor

SON ARKEOLOJİK KANITLAR

Paul Lapp, Walter Rast, Thomas Shaub ve Burton MacDonald tarafından yakın zamanlarda eski kıyı boylarında ve Lût Gölü'nün güney havzasının jeolojik fay hatlarında araştırmalar ve kazılar yapılmıştır

Araştırmacılar 1970'li ve 80'li yıllarda oralarda bir zamanlar büyük yerleşim alanları olduğunu keşfetmişlerdir Bab ed-Drah gibi bazıları Erken Tunç Çağı'nda (İÖ yaklaşık 3000 yılları} yanarak yok olmuşlardır Bunlar efsanevi "havza şehirleri" olabilirler mi? 1976'da bu kentlerin Suriye'deki Ebla'da bulunan Erken Tunç Çağı tabletlerinde yer aldıkları saptanmıştır Bu keşif, kentlerin tarihi varlıklarını doğrulamakta mıdır?

Konstantinos Politis 1990'larda Safi yakınlarında Deyr'Ayn'Abata'yı kazmış ve ilk Bizans Hıristiyanları'nın Lût'un, Sodom ve Gomorra'nın yıkılmasından sonra Kitabı Mukaddes'te anlatılanlara göre, sığındığı mağara olduğuna inanılan mağaranın üzerinde inşa edilmiş bir kilise kalıntısı bulmuştur

Erken ve Orta Tunç çağlan kalıntılarının bulunması da mağaranın Tekvin hikâyesinin geçtiği söylenen dönemde iskân edildiğini göstermektedir Bu arada yakın çevrelerdeki kazılarda da benzer Orta Tunç Çağı eserlerine rastlanılmıştır

Eski Ahit aslında bir ahlaki rehberlik kitabı olarak görülüyorsa da, çağdaş arkeolojik ve jeolojik keşiflerin Sodom ve Gomorra hikâyesinin yer almış olabileceği fiziki ve tarihi mekânları doğruluyor olması gayet ilginçtir

Alıntı Yaparak Cevapla

Tarihin Gizemleri / Tarihin Gizemleri Hakkında Geniş Bilgi

Eski 08-16-2012   #22
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Tarihin Gizemleri / Tarihin Gizemleri Hakkında Geniş Bilgi



Keltler Kimlerdi?

Zaman: İÖ 600-İS 100
Mekân: Avrupa

Belki de geçmişin ve günümüzün bir avuç bilimadamı dışındakilerin çoğu için "Kelt" içine herhangi bir şeyin konulacağı ve herhangi bir şeyin çıkarılabileceği bir tür sihirli torbadır Ünlü Kelt alacakaranlığında her şey mümkündür ve bu tanrılarınkinden çok mantığın alacakaranlığıdır J R R TOLKİEN, 1963
Günümüzde bizler Keltler'i Avrupa'nın Atlas Okyanusu kıyıları halklarından biri olarak düşünürüz ama Keltler bir zamanlar (İÖ 2 binyıl ile İÖ 1 yüzyıl arasında) Avrupa kıtasının en çok yerine dağılmış insanlarıydı Tarihte ilk bilinen Keltler'e İÖ 5 ve 6 yüzyılların Yunan tarihçilerinin yazılarında rastlıyoruz

"Kelt" terimi (Yunanca Keltoi, Latince Celta, çoğulu Celtae] ilk önceleri Yunan Massalia (çağdaş Marsilya) kolonisinin iç taraflarında yaşayan insanları tanımlamak için kullanılırdı Terim daha sonra Latince Galli (Galyalılar) ve onunla ilişkili Yunanca Galatoi (Galatyalılar) kelimesiyle eşanlamlı olarak, İÖ 3 yüzyılda Atlas Okyanusu'ndan Karadeniz'e kadar geniş bir Avrupa kuşağına hâkim olup İspanya, İtalya ve Anadolu'da kolları olan güçlü bir insan grubunu tanımlamak için kullanıldı

Klasik yazarlar bu kıta insanları ile Kelt ya da Galyalı olarak tanımlamamalarına rağmen Britanya ve İrlanda sakinleri arasında da yakın benzerlikler bulmuşlardır



(Solda) Yenik düşen bir Kelt savaşçısı esir düşmek yerine karısını öldürdükten sonra intihar ediyor Keltler bu tür eylemlerin kendilerine herhalde öteki dünyada şerefli bir yer sağlayacağını düşünüyorlardı Türkiye Bergama'dan, İÖ 3 yüzyıl Helenistik orijinalinden Roma kopyası (Sağda) Almanya'da Glauberg'de bir mezarda bulunmuş İÖ 5 yüzyıla ait zırhlı bir Kelt savaşçısı heykeli Kızıl kumtaşından yontulma heykelin boyu 1,86 metredir

KELT KİMLİĞİ

Klasik çağdakiler için bu insanları birleştiren şey, ortak gelenek ve inanç ve hepsinin üstünde de ortak bir dildi Çünkü bu insanlar şimdi büyük Hint-Avrupa diller ailesinin bir parçası olan ve şimdi Kelt Dilleri denilen bir dili konuşuyorlardı Bu dillerin çağdaş temsilcileri Galce, Brötonca, İrlanda Dili ve İskoç Galce'sidir, ancak eski ve hatta daha yakın tarihi zamanlarda başka Kelt dillerinin de konuşulduğu bilinmektedir

Kıta Avrupası'nın Keltçe konuşan insanlarının hepsinin değilse de bir kısmının kendilerini Kelt diye tanımladıkları bilinmektedir Ancak, Britanya ve İrlanda halklarının kendilerini böyle adlandırdıklarını gösteren herhangi bir kanıt yoktur Bu durum Kelt kimliğini, çağdaş Britanya'nın arkeolojisinin en tartışmalı konularından biri yapmıştır: Britanya ve İrlanda'nın tarih öncesi sakinleri, kendileri ya da çağdaşları kendilerini öyle adlandırmamış olsalar bile, Keltler olarak tanımlanabilirler mi?

Kelt Dilleri, herhalde 5000 yıl önce gelişmeye başlamıştır Yakın zamanlara kadar bunların Orta Avrupa'nın küçük bir bölgesinde ortaya çıkıp sonra göç dalgalarıyla yayıldıklarına inanılıyordu Batı Avrupa, Britanya ve İrlanda'da tarihöncesi büyük göçler konusunda arkeolojik ve genetik kanıtlar bulunamadığı için, bu görüş artık evrensel kabul görmemektedir Bunun yerine ortaya uzun vadeli etnik ve kültürel süreklilik tablosu çıkmıştır ki, bu da Britanya ve İrlanda tarihöncesi hakkındaki çok uzun zamandır devam eden varsayımların yeniden gözden geçirilmesine neden olmuştur

Britanya ve İrlanda'da kendilerine Kelt adım veren eski insanlar yaşamadığı gibi, kıta Keltler'inin adalara büyük çaplı göçleri de olmamıştır Bu durumda Keltler'i, Britanya ve İrlanda tarihöncesinden çıkarmak sözkonusu olmuşsa da, günümüz Keltler'i buna şiddetli bir tepki göstermişlerdir: Öyle ya, eğer geldiğinizi iddia ettiğiniz tarihi topluluklar Kelt değillerse, Kelt olmak ne anlama gelmektedir? Bu konuda etnik temizlik suçlamaları bile yapılmıştır

Şu halde Britanya ve İrlanda tarihöncesinden çı-karmayacaksak, Keltler'i nasıl tanımlamalıyız? Etnik kimlik temelinde kültürel olduğu için eski Keltler'i genetik bir toplum (bir "ırk") olarak tanımlayanlayız Genetik araştırmalar Avrupa halklarında binlerce yıllık önemli bir süreklilik göstermiştir Kimlikler değişmiş ama halk büyük ölçüde aynı kalmıştır

Daha iyi bir yaklaşım, eski Keltler'i, Kelt Dilleri konuşan topluluklar olarak tanımlamak olacaktır Kendilerine ne ad verirlerse versinler, Britanya ve İrlanda halkları geç tarihöncesi dönemde -hepsi değilse de, çoğu- Kelt dilleri konuşuyordu Britanya ve İrlanda tarihöncesinin göç temelli yorumları bir kenara atılırsa o zaman adaların Kelt dillerinin ilk geliştiği yerler olduklarını söylemek mümkündür Zaten bu dillerin adaya ticaret aracılığıyla ya da fatih bir aristokrat seçkinler yoluyla geldiğini gösteren pek fazla kanıt da yoktur



İngiltere'de Dorset'te Hambledon Tepesi Bunun gibi savunulan tepe kaleler, önemli reislerin ikametgâhları ve savaş zamanında kabilenin sığınağı olarak hizmet görüyordu

BİR EFSANE DOĞUYOR

Eğer eski Keltler antik dünyanın muammaları arasındaysa, bunun nedeni modern romantiklerin onları oraya koymuş olmasıdır Modern arkeolojinin doğumuna kadar eski Keltler konusundaki tarihi bilgi Klasik Roma ve Yunan yazarlarının eserlerine dayanıyordu ve bunlar da onlardan korkuyla, nefretle ve hor görmeyle söz etmişlerdi Bu yazarlar eski Keltler'i güçlü bir rahip sınıfı olan mağrur savaşçı bir ırk olarak gösterirler

Kelt savaşçıları disiplinsiz ve haşin, yemeye içmeye düşkün, şerefleri ve statüleri açısından kıskanç insanlardı Şiir ve kelime oyunları takdir edilirdi, Druidler'in rahip sınıfı yalnızca tanrılarla aracılar olarak değil, yirmi yıllık çıraklık dönemlerinde ezberledikleri kabile gelenek ve yasalarının bekçileri olarak da saygı görürlerdi, hepsi etkinlik ve güce sahiptiler

Druidler, ayinlerini kutsal meşeliklerde yaparlar, insan kurban ederlerdi Çizilen bu tablonun amacı, Keltler'i Yunan ve Roma uygarlığının düzenli dünyası karşısında küçük düşürmekti Ancak zamanla birlikte değerler de değişir

18 yüzyıl sonlarında Avrupa tarihinin en etkili kültürel gelişmelerinden biri başladı: Romantik hareketin başlangıcı, bilimsel rasyonalizmin karşı konulmaz yükselişine karşı entelektüel bir başkaldırı Romantikler için Romalılar'ın ve Yunanlılar'ın kötülük olarak gösterdikleri şeyler erdemdi Keltler'in şiddete düşkünlükleri ve disiplinsizlikleri tutkulu bir bağımsızlık ve bireycilik, körinançları ruhsallık ve doğa sevgisi oldu

Çoğunlukla Ortaçağ'ın İrlandalı keşişleri tarafından kaydedilmiş Kelt efsane ve folkloru hakkındaki yeni bilgiler, Klasik klişeye bir başka dünya havası verdi ve buna zamanla "Kelt alacakaranlığı" adı verildi Aradan geçen iki yüzyılda Keltler'in kahraman, şair ve maneviyatçı -yani modern sanayi toplumunun antitezi- oldukları görüşü Kelt milliyetçileri ve "New Age" taraftarları gibi çok farklı insanlar tarafından hâlâ eleştirilmeden kabul görmektedir Ancak bu eski Keltler'den çok, modern toplumun değerleri ve kaygılarıyla ilgili bir şeydir Keltler gerçekte nasıl insanlardı?



Roma ordusuna şarap taşımak için kullanılan bu fıçıları Keltler icat etmiştir

KELT GERÇEĞİ

Gelişmiş Kelt dünyasına, zirvede olduğu İÖ 3 ile 1 yüzyıllar arasında bakarsak Keltler'in çağdaşları Romalılar'dan, eski Yunanlılar'dan ve ilk Cermenler'den pek farklı olmadıklarını görürüz Keltler bu sırada krallıklar, seçilmiş yargıçlar ve meclisler {"Senatolar") gibi Klasik dünyadakilere paralel siyasal kurumlar geliştirmişlerdi Artık oppida adı verilen ve kimi tam gelişmiş kasabalar olan iyi planlanmış yerleşim birimlerinde yaşamaktaydılar

Yunanlılar ve Romalılar gibi Keltler de değiş tokuşun yerini nakit ekonominin aldığı bir sistemde para kullanmaktaydılar Yazı da başlamıştı Keltler teknolojik olarak o kadar çağdaştılar ki, Romalılar fıçı, gemi inşa tekniği, örme zırh ve lejyoner başlıkları tasarımı gibi onların yeniliklerinden çoğunu benimsemişlerdi Keltler kesinlikle savaşçıydılar ve kelle avcılığı gibi bazı âdetleri kendilerine özgüydü

Kelt toplumu yüksek derecede rekabetçiydi ve seçkinlerin prestij ve servet kazanmaları için savaş önemli bir alandı Bu bakımdan çağdaşlarından hiç farklı sayılmazlardı Roma imparatorluğu da genişlemesini aynı emeller peşinde koşan aristokratlara borçluydu

Keltler'e ilişkin en eski arkeolojik kanıtlar, Avusturya'da Salzburg yakınlarındaki Hallsstut'ta bulunan İÖ 700 dolaylarından kalma kabile şefleri mezarlarıdır Demir Çağı kültürünün ilk örneklerinden biri olan mezarlarda, Eski Yunanlılar'la ticaret sonucunda edinilmiş bronz ve çömlek kaplar gibi eşyalar bulunmuştur Soyut geometrik desenler ile stilize kuş ve hayvan biçimlerinden oluşan, ayırt edici bir sanat üslubu olan La Tene kültürü de Keltler'in ürünüdür

Keltler'in dini inançlarında öyle özel bir manevi-yatçılık yoktu Korular, pınarlar ve nehirler gibi doğal yerlere saygıyı Cermenler, Yunanlılar ve Romalılarla paylaşmaktaydılar Bu saygıları onları çevreleriyle insanlık tarihinde başkalarından daha uyumlu yaşamaya itmiş değildi: Tarım alanı açmak için Avrupa'nın ormanlarının büyük bir kısmını temizlemişlerdi

Keltler de çağdaşları gibi, sanayi öncesi toplumlarda tek servet kaynağı olan toprağı işlemeleri karşılığında en çok şeyi almak isterlerdi Druidler'in tapınması Klasik dinin resmiliğinden dünyalar kadar farklıysa da, İÖ 1 yüzyılda tapınaklar yapmaya başlamış olmaları onların da daha biçimsel tapınmaya döndüklerini göstermektedir, insan kurban etme uygulamaları da onları diğer çağdaşlarından ayırmamaktadır, ilk Cermenler'de de bu âdet vardı ve Romalılar'ın o kadar zevk aldıkları öldürücü gladyatör karşılaşmaları da bir cenaze töreninin parçası olarak başlamıştı

Şu halde eski Keltler günün standartlarına göre gelişmiş, rasyonel ve çağdaş insanlardı Onlar ne önyargılı Klasik yazarların barbarlarıydı ne de modern romantiklerin alacakaranlık kuşağı insanları Roma tarafından fetihlerini (İÖ 3 yüzyıl - İS 1 yüzyıl) hem cazip hem pratik yapan şey de Keltler'in Roma sistemine kolayca uyum sağlayabilecek yapıda olmalarıydı

Kelt dünyasının Roma hâkimiyetinden kurtulan tek yerinin -Kuzey Britanya ve İrlanda- aynı zamanda sosyal ve ekonomik açıdan en az gelişmiş bölgeleri olması da ilginçtir

Alıntı Yaparak Cevapla

Tarihin Gizemleri / Tarihin Gizemleri Hakkında Geniş Bilgi

Eski 08-16-2012   #23
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Tarihin Gizemleri / Tarihin Gizemleri Hakkında Geniş Bilgi



Kennewick İnsanı

Zaman: 15000 ile 9300 yıl önce
Mekân: Kuzey ve Güney Amerika

Ortaya çıkacak olan tablonun, bize insanın yeryüzündeki serüveninin en heyecan verici, en esinlendirici ve şaşırtıcı bir olayını göstereceğine inanıyorum TOM DILLEHAY 2000

Okyanus denizi amirali Kristof Kolomb, 1493'te İspanya sarayına bir grup Amerikan yerlisini getirdiği anda entelektüel tartışma da başlamış oldu Bu garip insanlar kimlerdi? Anayurtlarına nasıl gitmişlerdi? Asya'dan Amerika'ya karadan mı yoksa denizden mi gitmişlerdi? Yoksa "bilinmeyen bir kaptan" Kolomb'dan çok önce Akdeniz'i ve arkasından Atlas Okyanusu'nu aşmış mıydı? Kızılderililer, kayıp kıta Atlantis'ten ya da İsrailoğluları'nın Kayıp On Kabilesi'nden hayatta kalanlar mıydı?
Beş yüzyıldır bilimadamları da, efsane yaratıcıları da insan geçmişi hakkındaki bütün tartışmaların bu en kalıcısı üzerinde hiç durmaksızın fikir yürütüyorlar

1590 yılında Cizvit misyoneri Jose de Acosta, Amerika kıtasına ilk gelen Amerikalılar'ın Asya'dan "kısa deniz yoluyla" geldiklerini tahmin etmiştir ki, bu da Bering Boğazı'nın 1743'te Avrupalılar tarafından keşfinden iki yüzyıl önceydi

Buzul Çağı'nda Atlas Okyanusu'ndan yapılan seyahatler ya da Avustralya'dan Güney Amerika'ya uzun kano seferleri gibi çılgınca iddialar dışında, artık pek az bilimadamı Amerika yerlilerinin Asya'dan geldikleri iddiasına karşı çıkmaktadır: Bilimsel tartışmalar artık ilk yerleşimin nasıl ve ne zaman yer aldığı konusunu ele almaktadırlar



(Solda) Pennsylvania'da, Meadowcroft Rockshelter'deki kazılarda belki 15000 yıl önce iskân edilmiş bir mağara (Sağda) New Mexico'da Folsom'da bulunan soyu tükenmiş bir bizon kaburga kemiği ve bir taş Folsom ucu 1920'lerde insan yapımı bu aletlerle soyu tükenmiş hayvan kemiklerinin bir arada bulunması, insanların Kuzey Amerika'ya Buzul Çağı'nın sonundan birkaç yüz yıl önce yerleştiklerini kanıtlamıştır

FOLSOM,CLOVİS VE CLOVİS-ÖNCESİ

1920'lere kadar pek çok uzman, ilk Amerikalılar'ın son 4000 yıl içinde kıtaya geldiklerini tahmin ediyordu Ancak New Mexico'daki Folsom'da soyu tükenmiş bir bizonun kemikleriyle ilişkili sivri taş uçların bulunması, insanların Yeni Dünya'da en az 10000 yıldır yerleşik olarak bulunduklarını kesin bir biçimde ortaya koydu

1949'da Willard Libby tarafından radyonkarbonla tarih belirleme yönteminin bulunmasıyla, Folsom ile hatta daha eski Clovis Paleo-Kızılderili kültürlerinin kronolojisini daha sağlam bir zemine oturtmak mümkün olmuştur

Günümüzde onlarca radyokarbon tarih testi, Kuzey Amerika'nın Clovis işgalini 13500 ile 13350 yıl öncesine götürmüştür ki, bu da Taş Devri insanlarının Buzul Çağı'nın sonundan birkaç yüzyıl sonra Yeni Dünya'ya yerleşmiş oldukları demektir Hatta bu tarih belki daha eskiye de götürülebilir Ama buradaki en büyük soru, bunun daha ne kadar erkene götürülebileceğidir

Amerika'ya yalnızca çağdaş insanın, yani Homo sapiens sapiens'in yerleştiği konusunda herkes fikirbirliği içindedir Yüz yılı aşan sıkı bir çalışma Neanderthaller gibi eski insanların izlerinin olmadığını ortaya koymuştur Ancak bu gerçeğin dışında pek az konuda anlaşma vardır Bilim adamları farklı düşünen iki gruba ayrılmıştır

Azınlık grup, insanların 40000 yıl kadar önce Asya'dan Alaska'ya geçtiğine inanmakta ve bu tür eski yerleşim için Kuzeydoğu Brezilya'da gayet tartışmalı kazıları göstermektedirler Bu kuşkulu yer -Boqueirao da Pedra Furada- dışında 40000 yıllık yerleşim konusunda herhangi bir arkeolojik kanıt yoktur

Araştırmacılardan çoğu, daha sonraki bir tarihi, 13500 yıl öncesini kabul ederler Bunlara göre yerleşim geç Buzul Çağı'nda, deniz düzeyinin bugünkünden 90 metre aşağıda olduğu ve Sibirya ile Alaska'nın, şimdi batmış olan Beringia kıtasıyla birbirlerine hâlâ bağlı olduğu bir zamanda gerçekleşmiştir

Amerika'da Clovis-öncesi yerleşimi belgeleyen pek az arkeolojik alan vardır Bunlardan en iyi bilineni Şili'nin güneyinde Monte Verde'dedir Burada bulunan bazı ahşap kulübeler ve basit taş aletler 14000 ile 13600 yıl öncesinden kalmadır ki, bu da Clovis'ten biraz daha eskidir

Aralarında güney Virginia'da Cactus Hill'in de bulunduğu bazı daha az tanınmış alanlar kronolojiyi biraz daha geriye götürebilirse de, iyi belgelenmiş geçmiş, burada sona ermektedir İlk yerleşimin çok daha önce gerçekleşmiş olmaması için bir neden yoktur, ancak bu yerleşimcilerin sayısı çok az olduğu için arkalarında bıraktıkları arkeolojik "imzalar" da artık bulunamayacak kadar belirsiz olacaktır




(Solda) Clovis uçları, ilk Amerikalılar'ın taş işçiliğinde ustalıklarının en güzel örneklerindendir Clovis insanları, Kuzey Amerika'ya en az 13000 yıl önce yerleşmişlerdir Onların Paleo-Kızılderili kültürünün ilk örnekleri olduğu tahmin edilmektedir (Sağda) Güney Şili'de Monte Verde'de bulunan ahşap yapıların temelleri Buradaki birbirine bitişik yapılmış küçük kulübeler ve bulunan taş ve tahta el aletleri Kuzey ve Güney Amerika'dakilerin en eskilerindendir

HANGİ YOL?

İnsanların Yeni Dünya'ya hangi yoldan geldikleri de tartışmalıdır Yakın zamanlara kadar ilk yerleşimcilerin Alaska'ya Bering Kara KöGoogle Page Rankingüsü'nün rüzgârlı ve çok soğuk step tundralarından geçerek girdiklerine inanılmaktaydı Bunlar Alaska'dan, geç Buzul Çağı'nda ve hemen sonrasında Kanada ile Birleşik Devletleri örten büyük iki buz tabakası arasındaki dar ve buzsuz koridordan geçerek Kuzey Amerika'ya yerleşmişlerdir

Paleo-Kızılderili yerleşim alanlarının çoğu Kuzey Amerika ovalarında bulunduğundan ilk yerleşimcilerin büyük hayvan avcıları olduğu ve bizon, mamut ve mastodon avlamaktan hoşlandıkları tahmin edilmektedir

Yeni gerçekleştirilen arkeolojik kazılar, Paleo-Kızılderililer'in çeşitli yiyeceklerle beslenen çok değişik avcı-toplayıcı olduklarını gösterdiği için son zamanlarda bu senaryo eleştirilere uğramıştır Aynı zamanda yeni jeolojik araştırmalar da Alaska'dan ovalara açılan buzsuz koridorun bitki örtüsüyle kaplı olmadığını ve bu nedenle insanların ya da hayvanların yaşamalarının imkânsız olduğunu ortaya çıkarmıştır Bu nedenle ilk yerleşimciler eğer kıyı yolunu seçmeselerdi güneye inemeyeceklerdi

Bu senaryoya göre ilk yerleşimciler Sibirya'dan Bering kıyılarını izleyerek gelmişler, oradan Alaska kıta sahanlığı boyunca doğuya ve güneye ilerlemişlerdir Ne yazık ki böyle bir yolu belgeleyecek olan arkeolojik alanlar metrelerce suyun altında kalmıştır Ama en azından kuramsal olarak, deri botları olan Buzul Çağı insanlarının, balıkları ve deniz memelileri avlayarak deniz düzeyi bugünkünden çok daha alçakken güneye gitmemeleri için hiçbir neden yoktur Yollar üzerindeki anlaşmazlık, çözümlenememiş olarak günümüzde devam etmektedir



Kennewick İnsanı'nın kafatası ve yüz hatlarının kafatası üzerine monte edilmişi 9300 yıl öncesine ait ve yerli Amerikalılar'ın ilklerinden biri olan bu kafatası üzerinde büyük tartışmalar yapılmaktadır

KENNEWİCK İNSANI

İlk Amerikalılar, bilimadamları arasında çok heyecan uyandıran muammalardan biridir Washington'daki Benton County'de 1996'da Kennewick İnsanı'nın bulunmasıyla bu heyecan daha da artmıştır Bir ırmak kıyısından bir insan kafatası ile bazı kol ve bacak kemikleri çıkarılmıştır

Bu kemiklerin, ölüm zamanında 40-45 yaşında, yaklaşık 1,73 boyunda, aşınmış dişli, beyaz ırktan bir erkeğe ait olduğu tespit edilmiştir Arkeolog James Chatters ilk başta çağdaş bir Avrupalı'yla karşı karşıya olduğunu sanmış, ancak yakın inceleme sonunda sağ kalçada iyileşmiş bir yara içinde bir tür ok başı bulmuştur

Bunun üzerine yapılan radyokarbon testlerinde iskeletin 9330 ile 9380 yıl öncesinden kaldığı anlaşılmıştır Bu kemikler, böylece Kuzey ve Güney Amerika'da bulunan en eski insan kalıntısını göstermektedir Yapılan bilgisayarlı tomografi sonunda esrarengiz nesnenin yaprak biçimli bir taş ucu olduğu anlaşılmıştır



ABD'nin Toprak İşleri Yönetimi, hemen bütün araştırmaları durdurmuş ve kemikleri federal yasalar uyarınca beş kabileye vereceğini ilan etmiştir Bunun üzerine bir grup arkeolog Toprak işleri Yönetimi'ni mahkemeye vermiş ve bu da bilimadamlarını devletle ve Amerikan yerlileriyle karşı karşıya getirmiştir Dava bu kitabın yazılması sırasında henüz bir çözüme kavuşmuş değildi

Kennewick İnsanının iskeleti, bilimsel bakış açısından erken tarihi ve olağanüstü anatomik çizgileriyle büyük ilgi çekmektedir İlk incelemeden çıkan sonuca göre, kafatası, yakın zamanların Amerika yerlilerinden çok, çağdaş Batı Avrupalıların kafatası yapısına benzemektedir
Yakınlarda yayınlanan bilimsel bir raporda James Chatters, Kennewick İnsanının kemiklerinin, çağdaş Amerikan yerlilerinkinden, özellikle de Kuzey Amerika'nın kuzeybatısında yaşayan yerlilerinkinden önemli farklılıklar gösterdiğini belirtmektedir Ancak Kennewick İnsanı, bilinen aynı yaşlardaki altı diğer Paleo-Kızılderili erkekle aynı ortak hatları taşımaktadır

Bunların hepsinin kafatasları uzun, yüzleri geniş, burunları dar ile orta arasıdır Uzak kuzey insanlarının karakteristiği olan daha uzun düz yüzler ve daha kısa kol ve bacakları değil de, tropik kökenin izlerini gösterirler

Kennewick İnsanı daha uzundur, yüzü daha çıkıktır ama genel olarak yüz hatları sıradışı değildir Ölüm yaşı bile 32 ile 45 yaşlarında ölen Paleo-Kızılderili erkekler için gayet normaldir Kennewick İnsanı'nın iskeleti, Kuzey Amerika'nın ilk insan yerleşmesinin sandığımızdan daha karmaşık olduğunu, küçük Taş Devri gruplarının Kuzey ve Güney Amerika'ya Buzul Çağı sonlarında ya da hemen sonra uzun bir zaman dilimi içinde küçük gruplar halinde girdiklerini göstermektedir

İlk Amerikalılar'ın kim oldukları ve nereden geldikleri muamması, nüfusun çok az ve kamp yerlerinin geçici olması nedeniyle, geçmişin en büyük bilmecelerinden biridir Burada asıl heyecan veren, erken Avrupalı iskânı ya da Kuzey Atlas Okyanusu üzerinden Buzul Çağı sırasında yapılan göçler değil, arkeolojik, biyolojik ve dil ipuçlarının oluşturduğu bu en dağınık problemi çözebilmenin meydan okuyuşudur

Alıntı Yaparak Cevapla

Tarihin Gizemleri / Tarihin Gizemleri Hakkında Geniş Bilgi

Eski 08-16-2012   #24
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Tarihin Gizemleri / Tarihin Gizemleri Hakkında Geniş Bilgi



Kral Arthur ve Kutsal Kâse

Zaman: 400-600 yılları
Mekân: Britanya

Eğer tam olarak ne olduğunu görebilsek kendimizi, Odisseia ya da Eski Ahit kadar iyi bir temele dayanan, esin kaynağından ve insanlığın mirasından kopması imkânsız bir konuyla karşı karşıya bulurduk Bunların hepsi gerçektir, gerçek olmalıdır ve ayrıca gerçek olması daha çok ve daha iyidir WINSTON CHURCHILL, 1956

Kral arthur efsaneleri "gerçek" midir? Ve bunlar tarihi gerçekleri yansıtmakta mıdır? Çağdaş Arthur meraklılarının çoğu, Churchill'in bu saptırıcı özdeyişi karşısında pek rahat değillerdir Bu insanlar elimizdeki tarihi ve arkeolojik kanıtlarla Arthur'un varlığını kanıtlamamız "gerektiğine" inanmaktadırlar Ancak bu, sorunu daraltmak olur Arthur esrarının "gerçeği" yalnızca tarih ve arkeolojide değil, aynı zamanda mitolojide, folklorda, edebi eleştiride ve diğer disiplinlerdedir Camelot'yu araştırırken bir değil pek çok Arthur ile karşılaşmaya hazır olmalıdır

Tarihi bir Arthur bir olasılık ise de, sağlam kanıt eksikliği vardır Arthur'un eylemlerinin ilk yazılı kayıtları -Annales Cambriae (Galler Tarihi Olayları) ve ünlü Historia Brittonum (Britanyalılar'ın Tarihi)- 8 ve 9 yüzyıllarda Arthur'un ölümü için verilen tarihten (Annales Cambriae'de 537) 300 yıl sonra yazılmıştır

Arthur'dan söz edilen Gal şiiri Y Gododdin daha eski olabilir (şiir sözlü olarak 600 yıllarında söylenmeye başlamıştır) ancak yazılı olarak 13 yüzyılda görülür Arthur'un varlığı konusunda bir ilk kaynak yoktur Altıncı yüzyıl başlarında yazan Britanyalı Gildas, Arthur'dan söz etmez, iki yüzyıl sonra Gildas ve diğer birincil kaynaklara dayanarak ünlü tarihini yazan Bede de, Arthur'dan söz etmemektedir Çağından kalma belge olmayınca tarihçiler de Arthur'un varlığını güçlü bir biçimde savunamamışlardır



(Solda) Glastonbury Tor bir zamanlar bataklıkla çevriliydi ve Ortaçağ'da Avalon Adası olarak bilinirdi (Sağda) Cornwall'da "Tintagef Adası" olarak bilinen kayalık burnun havadan görünüşü

ARTHUR VE ARKEOLOJİ

Glaston manastırında keşişler 1191'de eski mezarlıklarını kazınca ilginç bir mezarla karşılaştılar, îçi oyuk bir kütük tabutta iriyarı bir erkekle sarı saçları hâlâ duran bir kadının kemikleri vardı Mezarın yanındaki devrilmiş bir kurşun haçın üzerinde Latince bir yazı okunuyordu: Hic iacet sepultus incli-tus ıex Arturius in insula Avalonia (Burada Avalon Adası'nda ünlü Kral Arthur yatıyor)

Bu kazı konusu tartışmalı olmasaydı, Arthur ve Avalon konularının fazla bir esrarı olmayacaktı Ancak Glastonbury keşişleri ne aradıklarını biliyorlardı -bir ozan, hamileri Kral II Henry'yi sözde "uyarmıştı"- ve Arthur'un kemiklerinin bulunması, manastırı yeniden inşa edecek geliri sağlayacak hacıların akmasını sağlayacaktı

Arthur'u Avrupa'da meşhur eden kitap -Monmouth'lu Geoffrey'in History of the Kings of Britain'i (1136'da yazılmıştı)- o sırada çağdaş bilimadamları tarafından eleştirilmekteydi Ayrıca günümüz bilimadamları da haçtaki (ki kemiklerle birlikte o da kayıptır) harflerin Arthur'un sözde yaşadığı çağdan çok sonrasına ait olduğunu ve keşişlerin sahtekârlık yaptığına kanaat getirmişlerdir

Sahtekâr olsun ya da olmasınlar, Glastonbury keşişleri Arthur'un var olup olmadığı konusunda maddi delil arayan ilk kişilerdi Camelot araştırması ilk eski çağ araştırmacılarını büyülemiş, bunlar Güney Cadbury gibi yerlerle Arthur'u ilişkilendirmişlerdi Ancak 20 yüzyılda modern arkeolojinin gelişmesiyle "Arthur Çağı" hakkında (5 ve 7 yüzyıllar) yeni ve ikna edici kanıtlar ortaya çıkmaya başladı
İlk keşif Cornwall'da Tintagel'de, Geoffrey'in History'sinde Arthur'un doğum yeri olarak gösterilen bölgede yapıldı Ralegh Radford'un kazıları daha sonraki Norman şatosunun altında taştan yapılma birkaç küçük bina ile binlerce çömlek parçasını ortaya çıkardı Yapılarda dikkati çekecek bir şey yoksa da, çanak çömlek parçaları 5 yüzyıldan 7 yüzyıla kadar Doğu Akdeniz'den ve Kuzey Afrika'dan getirtilen zarif sofra takımlarıyla amforalara (şarap ve yağ kapları olmalıydı) aitti

Radford, Tintagel'i, Britanya'nın Roma İmparatorluğu'nun bir eyaleti olması sona erdikten yüzyıl sonra, keşişleri Akdeniz dünyasıyla ticaret yapan bir Kelt manastırı olarak yorumladı Daha yakın zamanlarda bilimadamları Tintagel'i vergi alan ve çevresindekilere armağanlar dağıtan güçlü bir reisin üssü olarak görmektedirler Bu reis Arthur muydu?

Tintagel'de yapılan son kazılarda daha pek çok küçük bina çıkmış ve bir kanalizasyon hendeğini örten arduvaz levha üzerindeki Latince ARTOGNOV kelimesine rastlanılmıştır Bunun Galli karşılığı Arthnou demektir Bu, Arthur'un varlığına işaret etmezse de, altıncı yüzyılda Tintagel'de Latince okuryazarlığının ve düzenli bir mühendisliğin varolduğunun kanıtıdır

Dikkatleri çeken diğer bir kazı da Leslie Alcock'un 1960lı yılların sonunda Güney Cadbury'deki çalışmasıdır Yüzyıllardır "Camelot" olarak bilinen bir yerde Alcock, bir tepeye inşa edilmiş Demir Devri'nden kalma bir kale kazısında burasının Neolitik Dönem'den Geç Sakson dönemine kadar iskân edilmiş olduğunu saptamıştır

"Arthur" döneminde (5 ve 6 yüzyıllar) kale tahkim edilmiş, çevredeki düzlükte yeni binalar ve bu arada büyük bir "şölen" salonu yapılmıştır Burada Tintagel'de bulunanların eşi çanak çömlek parçalarının bulunması Güney Cadbury'nin de 5 ve 6 yüzyıllarda lüks mallar ticaretinde faal olduğunu göstermiştir Ayrıca, yeni surları inşa etmek ve korumak için gerekecek insangücü önemli bir yerel kralın varlığına da işaret etmektedir



(Solda) Winchester Yuvarlak Masası: 13 ya da 14 yüzyılda yapılmış olan bu büyük meşe ağacından masa, VIII Henry'nin hükümdarlığı zamanında yapılmıştır (Arthur burada, bir Tudor Kralı'na benzemektedir) (Sağda) Tintagel'de C bölgesinde kazı yapan Glasgow Üniversitesi ekibi

KUTSAL KÂSE

Myrddin (Merlin) ve Tristan ile Isolde efsaneleri gibi Kutsal Kâse de Arthur efsanelerine daha sonraları eklenen bağımsız bir efsane olabilir Kâse, 1190 yıllarında Chretien de Troyes tarafından yazılan Fransız şiiri Perceval'de ilk ortaya çıktığında sakat Balıkçı Kral'ın şatosunda, içinde ayin ekmekleri sunulan süslü bir tabaktır (Eski Fransızca'da graal) Şiir yarım kaldığı için daha sonraki yazarlara kâseyi çok çeşitli biçimlerde sunma özgürlüğü tanınmıştır Bunlardan bazıları Hıristiyanlık öncesi, Kelt'lerin tılsımlı kazanlar masallarını yansıtır
Ancak bu masalların en popüleri, kâseyi Son Yemek'in kupasıyla, san graal ya da "kutsal kâse"yle ilişkilendirendir Ortaçağ söylencelerine göre bu kutsal emanet, Arimethalı Yusuf'un eline geçmiş, onun ailesi de bunu Glastonbury'de adanın ilk Hıristiyan cemaatinin kurulması sırasında Britanya'ya getirmiştir

Hiç kuşkusuz Glastonbury keşişleri bu efsanenin oluşmasında üzerlerine düşen rolü oynamışlardır Yine de arkeologlar Glastonbury'de bu ilk Hıristiyan cemaati söylencesinin doğru olup olmadığını merak etmişlerdir Ralegh Radford 1950'li yılların sonunda manastırın bazı bölümlerinde kazılar yapmıştır Sakson binalarının altında çok eski zamanlardan kalma bazı yapılar bulmuş ve bunları kurucuların kilisesi olarak tanımlamıştır

Ayrıca, eski mezarlıklarda Glastonbury keşişlerinin gerçekten dedikleri yerlerde kazılar yapıp eski zamanlardan kalma mezarlar bulduklarını saptamıştır On yıl sonra Philip Rahtz, yakınlardaki Glastonbury Tor'da yaptığı kazılarda ahşap bina kalıntıları, maden işçiliği molozları ve bu iskânı Arthur dönemine kadar geri götürmesini sağlayan çömlek parçaları bulmuştur



(Solda) Tintagel'de 1998'de yapılan kazılarda Artognov adının yazılı olduğu taş levha (Sağda) 8 yüzyıl yapımı olan süslü Ardagh Kupası pek çok çağdaş yazarın Kutsal Kâse imajıdır

BİR ZAMANLARIN VE GELECEĞİN KRALI

Bu arkeolojik faaliyetlere rağmen tarihi bir Arthur'la özdeşleştirilecek herhangi bir şey bulunmuş değildir Bu arada, İngiltere ve Amerika'da bir Arthur kitapları sanayii başını alıp yürümüştür Bu detektif hikâyelerini andıran eserlerde çeşitli Arthur adayları vardır: 2 yüzyıl Romalı generali Lucius Artorius Castus, Bröton savaşbeyi Riothamus, Gwynedd adında pek bilinmeyen bir Galler kralı ve İskoç kralı Âedân mac Gabrâin'in oğlu Artuir

Bu arada yerel turizm şirketleri, Arthur'un Cornwallı mı, Galli mi, yoksa İskoç mu ilan edileceğini merakla beklemektedirler!

Arthur'un bir parçasını elde etme çabası yeni bir şey değildir Ünlü İngiliz kralı Aslan Yürekli Richard, bizzat katıldığı Haçlı Seferi sırasında bir yoldaşına, Excalibur olduğu söylenen bir kılıç vermiştir, VIII Henry, imparator V Şarl'a Winchester Sarayı'nda asılı olan "gerçek" Yuvarlak Masa" tablosunu (ancak tabloda Henry'nin kendisinin tıpatıp benzeri vardır) göstermiştir

Hem İngiliz hem de Galli prensler, kendi siyasal hedeflerini desteklemek için Merlin'in Arthur hakkındaki kehanetlerini kullanmışlardır ve Spenser ve Alfred Tennyson gibi çok sonraki şairler hüküm sürmekte olan kralların zaferlerini büyütmek için Arthur hakkında yeni hikâyeler yazmışlardır Ortaçağ efsanelerinin çoğunda Arthur'un sonu bir gizlilik perdesiyle örtülü olduğu için, kendisi, her kuşakta yeniden ortaya atılıp tartışılacak, kusursuz bir "geçmişin ve geleceğin" kralıdır

Alıntı Yaparak Cevapla

Tarihin Gizemleri / Tarihin Gizemleri Hakkında Geniş Bilgi

Eski 08-16-2012   #25
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Tarihin Gizemleri / Tarihin Gizemleri Hakkında Geniş Bilgi



Kutsal Ahit Sandığı

Zaman: İÖ 13 yüzyıl?
Mekân: İsrail

Ve vaki olurdu ki, sandık göç ettiği zaman Musa derdi: Kalk, ya Rab ve düşmanların dağılsınlar ve senden nefret edenler senin önünden kaçsınlar Ve konduğu zaman derdi; Ya Rab, İsrail'in on binlerce binlerine dön SAYILAR 10: 35-36

Eski İsrail tarihçelerinde Kutsal Ahit Sandığı, pek çok rolü üstlenmiş muamma bir olgudur İsrailoğulları Mısır'dan çıktıktan hemen sonra çölde yapılan Kutsal Ahit Sandığı, Tanrı'nın Sina Dağı'nda Musa'ya verdiği Ahit Levhaları'nın taşındığı kutuydu Levhalar ve onların içinde bulunduğu sandık böylece Tanrı ile İsrailoğulları arasındaki ahdin tanıklığıydı Tanrı'nın kesin buyruğu üzerine (Çıkış 25: 10) sandık akasya ağacından yapılmıştı, uzunluğu iki buçuk, eni bir buçuk ve yüksekliği de bir buçuk arşındı, içi ve dışı saf altınla kaplıydı ve üzerinde altın pervaz vardı

Altın kapağının üstünde kanatlarıyla sandığı koruyan iki çocuk melek vardı Sandığın kenarındaki halkalara, akasya ağacından, altın kaplama sırıklar takılır ve sandık bu sırıklarla taşınırdı Kollar sandığın halkalarında takılı kalır, ondan ayrılmaz ve Tanrı'nın verdiği şehadet sandığın içinde saklanırdı Sandık gidilen her yere taşınacak ve kamp kurulduğu zaman tam orta yerde bulunan, halis altın iplikle dokunmuş ve "Kefaret Örtüsü" de denilen bir örtünün altında korunacaktı

Çıkış 25: 22'de Tanrı Musa'ya şöyle der: "Ve seninle orada buluşacağım ve seninle Kefaret Örtüsü Üzerinden, Kutsal Ahit Sandığı üstündeki melekler arasından söyleşeceğim" Bu nedenle sandık kimi zaman Tanrı'nın ayak taburesi ve kimi zaman da Merhamet İskemlesi olarak görülür

İsrailoğulları'nı Kenan ülkesine götüren ve oraya vardıktan sonra Eriha'nın düşüşünde aracı olan sandıktı Sandık kendi başına da savaşabilirdi ve bir keresinde Ebenezer Savaşı'nda Filistinliler tarafından ele geçirildiğinde sahte bir putu parçalamıştı Hatta kendisine izin verilmeden dokunan bir İsrailoğlu'nu bile öldürmüştü

Kutsal Ahit Sandığı daha sonra Kral Davud tarafından Kudüs'e getirildi ve daha sonra Süleyman tarafından yeni tapınağının en kutsal yerine yerleştirildi Sandık milletin en değerli ve önemli malı ve atalarının Tanrı ile girdiği özel ahit ilişkisinin güçlü bir hatırlatıcısıydı



(Solda) Kutsal Ahit Sandığı, geleneksel olarak savaşlarda taşınırdı Jean Fouquet'nin (1425-80) bu tablosunda sandık, Eriha çevresinde dolaştırılarak İsrailliler'in kenti ele geçirmelerine yardımcı oluyor (Sağda) Suriye'de Dura-Europos'ta 3 yüzyıldan kalma sinagogdan bir freskte Filistinliler sandığı gönderiyorlar



Sandığın tekerlekli bir araba üzerindeki klasik görünümü: Celile'de Kafernaum'daki sinagogda 4 yüzyıldan kalma bir röliyef Sandık burada kaplama kapılı, kenarları sütunlu bir Bizans tapınağı olarak betimlenmiş

SANDIĞIN AKIBETİ

Ancak bu, Kutsal Ahit Sandığı'nı saran mistikliğin yalnızca başlangıcıdır Zaman boyunca farklı kültürel geçmişten insanların hayallerine hâkim olan Sandık efsanesi âdeta canlı bir durum almıştır

Çok kimse sandığın Babilliler'in Kudüs'ü İÖ 587/6'da ele geçirip yıktıkları zaman yok edildiğine inanır Ancak daha sonraki yıllarda Hahamlar, sandığın kaderi hakkında farklı görüşleri benimsemişlerdir Peygamber Yeremya'nın sandığı Nebo Dağı'na sakladığına, Kral Yeşua'nın (İÖ 639-609) Tapınak Dağı'nın bir mağarasına gizlediğine, Kral Yehoaş'ın Babil'e sürgüne giderken yanında götürdüğüne inanılır En garip inanç da sandığın sunak ateşi için odunların depolandığı odun sundurmasının altına saklanmış olduğudur



(Solda) Roma'da Titus Kemeri'nden röliyef Muzaffer Roma askerleri 70 yılında Kudüs'ü yağmaladıktan sonra tapınak eşyalarını götürüyorlar Son zamanlardaki bir kurama göre sandık, Romalılar tapınağı yakmadan önce Lût Gölü kıyısındaki Kumran'a kaçırılmıştır (Sağda) İÖ 9-8 yüzyıldan kalma küçük bir fildişi panoda bir sfenks Belki de sandığı koruyan melekler buna benziyorlardı

Diğer başka garip inanışlar da vardır Diğer pek çok şeyin yanı sıra sandığın Tapınak Dağı'na döneceği ve Mesih Çağı'nı kabul için yapılacak yeni bir tapınağın en kutsal yerine yerleştirileceğine inanılmaktadır Eski Arap vakanüvisleri sandığın Arabistan'da güvenli bir yere götürüldüğünü yazarlar Tapınak Şövalyeleri, Haçlı Seferi sırasında Kudüs'ü ele geçirdiklerinde sandığı aramışlar ama bulamamışlardır Yine sandığın Vatikan mahzenlerinde saklandığı iddia edilmiştir

Bazıları onun Mısır Firavunu Şişak (Şoşenk olarak da bilinir, İÖ 945-924) Kenan ülkesine girdiğinde götürüldüğünü düşünürler Yakın zamanlarda ileri sürülen bir kurama göre Romalılar 70 yılında ikinci tapınağı yaktıklarında sandık yeraltı tünellerinden otuz kilometre ötedeki Kumran civarına taşınmıştır ve hâlâ orada gömülüdür

Bir başka efsaneye göre sandık, tapınağa yerleştirildikten hemen sonra çalınmış ve Kral Süleyman ile Seba Kraliçesi'nin oğlu Menelek tarafından Habeşistan'a götürülmüştür Habeşistan'daki Falaşalar, sandığa Habeşistan'a götürülürken eşlik eden Yahudiler'in soyundan geldiklerini iddia etmektedirler

Habeş hükümdarının geleneksel unvanlarından biri de "Yahuda Aslanı"ydı ve eski Habeş kraliyet ailesi Davud ile Süleyman'ın soyundan geldiklerini iddia ederlerdi Habeş Kilisesi yüzyıllardır sandığın kendi aralarında saklı olduğunu söylemiştir

Kutsal Ahit Sandığı efsanelerinin esrarı ne olursa olsun, özgün sandığın Musa'nın zamanından günümüze kadar 3000 yıldır kalmış olması mümkün değildir Büyük bir olasılıkla sandık, Babilliler İÖ 587 yılında Kudüs'ü ele geçirip Süleyman tapınağını yerle bir ettikleri zaman imha edilmiştir

Alıntı Yaparak Cevapla

Tarihin Gizemleri / Tarihin Gizemleri Hakkında Geniş Bilgi

Eski 08-16-2012   #26
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Tarihin Gizemleri / Tarihin Gizemleri Hakkında Geniş Bilgi



Lineer A ve Phaistos Diski

Zaman: İÖ I750-?1450
Mekân: Girit

Phaistos Diski'nin çözümü için pek çok varsayım geliştirilmiştir ve öneriler pek çok hayali yöne doğru gitmektedir: Baskça, Çince, Dravid, Yunanca, Hititçe, Luwi dili, "Pelasgi" Dili, Sami Dili, Slavca, Sümerce ve diğerleri Eğer çözümlerden biri doğruysa, diğerlerinin hepsi yanlıştır YVES DOHOUX, 2000

Sir Arthur Evans yüz yıl önce Girit'te Knossos'ta "Minos Sarayı"nda "Lineer B Yazısı" adını verdiği şey için kazı yaparken, yine çoğunlukla kil tabletlere yazılı ve ona benzeyen ikinci bir yazı buldu ve buna "Lineer A Yazısı" adını verdi

Knossos'ta ve Girit'in başka yerlerinde çoğunlukla mühür taşları üzerinde üçüncü bir tip yazı buldu ve onu da "hiyeroglifik" olarak tanımladı Arkeolojik kayıtlara göre "hiyeroglifik", üç yazının en eskisiydi ve İÖ 2100-1700 yılına aitti

Lineer A, ÎÖ 1750-1450 dönemindendi ve Lineer B ise Lineer A'dan sonra geliyordu Bunun üzerine Evans üç yazının da aynı "Minos" Dili'ni yazdığını ve Lineer B'nin Lineer A'dan ve Lineer A'nın da herhalde "hiyeroglifik" yazıdan geliştiği sonucuna vardı

Buna örnek olarak daha sonraki Mısır yazılarının Mısır hiyerogliflerinden türediğini ve hepsinin bir Mısır dilinin yazıları olduğunu gösteriyordu Son olarak da, (Evans tarafından keşfedilmemiş olan) benzersiz Phaistos Diski vardı ve Evans bunu diğer üç yazıdan herhangi biriyle ilişkilendiremiyordu

Günümüzde Evans'ın bu basit tablosu, Phaistos Diski'nin tecrit edilmesi dışında, terk edilmiştir Michael Ventris 1952'de Lineer B'nin Yunanca olduğunu saptamıştı Lineer A bir dereceye kadar çözülmüştür ama Girit Dili olmadığı kesin olan bir dille yazılmış olduğundan okunamamaktadır

'"Hiyeroglifler"in anlamları ise bütün esrarım korumaya devam etmektedir Dahası, her üç yazı da Girit dışında bulunmuştur ve tarihleri birbirleriyle örtüşmektedir Bu nedenle yalnızca Girit içinde düz bir gelişme çizgisi varsayanlayız: Lineer A ve Lineer B biri diğerinin babası olmaktan çok, iki kuzen yazı olabilirler



(Solda) 1907'de yapılmış bir tabloda Sir Arthur Evans Knossos'ta Evans elinde, Girit'te keşfettiği üç yazıdan biri olan Lineer B ile yazılmış bir tablet tutuyor (Sağda) Lineer A'nın bulunduğu önemli bir yer: Güney Girit'te Aya Triada'da Minos sarayı

Lineer A

Lineer A'nın ilk keşiflerinin çoğu, adanın güneyindeki Aya Triada'daki bir Minos sarayının yerinde yapılmıştır Ancak ondan sonra, bütün Ege'deki Yunan adalarında, Yunan anakarasında bir yerde ve Türkiye anakarasında (eski Miletos'ta) ve hatta Filistin'de iki yerde pek çok yazı bulunmuştur Ancak Lineer A'yla yazılı olanların toplamı, Lineer B'den çok azdır: Bulunan 1500 metnin çoğu çok küçük ve hasarlı olup toplam 7500 karakterdir (Oysa Lineer B karakterleri on binlercedir ve 200'den az da "hiyeroglifik" karakter bulunmuştur)

Lineer A'yı çözmede başlıca iki ipucu verimli olmuştur: Nümerik sistem ve Lineer A simgelerinin çoğunun Lineer B ile olan benzerlikleri Hangi simgelerin rakam olduğunu teşhis etmek güç değildi: Bunlar tıpkı Lineer B'de olduğu gibi diğer simgelerden farklıydılar Lineer A rakamları Lineer B'nin-kilerin eşidir: Kesir simgeleri ve 10 için kalın bir nokta olması dışında:





Esrarengiz Phaistos Diski Üzerindeki baskı simgeler başka bir yazıya benzememekte ve dili hiç bilinmemektedir Disk Güney Girit'te Phaistos'ta bir sarayın kalıntıları arasında bulunmuştur

PHAİSTOS DİSKİ

Eski Girit'in yazıları arasında en büyük muamma kuşkusuz Phaistos diskidir Bu 1908'de bir italyan arkeolog tarafından Güney Girit'te Phaistos'ta bir sarayın kalıntıları arasında bulunmuştur Arkeolojik bağlamda diskin en geç İÖ 1700 yılından kaldığı saptanmıştır ki, bu da Lineer A'nın çağdaşı olduğunu göstermiştir


Disk pişirilmiş kilden yapılmıştır ve her iki yüzünde ıslak kile bir pres ya da zımba ile bastırılmış karakterler vardır Böylece diskin, baskının Çin'de başlamasından 2500 ve Gutenberg İncili'nden 3000 yıl önce yaratılmış dünyanın ilk basılmış belgesi olduğu söylenebilir

Ancak Lineer A ve B'de olduğu gibi her karakteri tek tek yazmak varken neden bir pres ya da zımba kullanılmış olsun? Bu eğer belgelerin birkaç kopyasını "basmak" içinse, neden 90 yıl süren yoğun kazılarda bu yazıyla yazılmış başka bir belge bulunmamıştır? Ve Phaistos Diski üzerindeki simgelerin neden hiçbiri Girit "hiyeroglifik" yazısına, Lineer A ya da Lineer B'ye benzememektedir?



(Üstte) Lineer A yazılı kil tablet Minos Sarayı'nda burada bulunmuştur

Araştırmacıların bir kısmının inandığı gibi disk Girit'e ithal edilmiş olabilir mi? Sahte bir kanıt -hatta ilk kazıyı yapanların bir oyunu- olabilir mi? Yazının anlamı konusunda pek az ipucu vardır ve güvenilir bir tek cevap bile yoktur Simgeler hem diğer "Minos" simgelerine benzemediklerinden hem de sayıları çok az olduğundan (toplam 242 adet) çözüm konusunda pek işe yaramamaktadır ve bunların ardındaki dil tam bir bilinmeyendir

Keşif alanı da diski kıyaslayacak başka bir arkeolojik bulgu olmadığından diskin tarihinin belirlenmesi dışında gerçek anlamda bir yardım sağlamamıştır Diskin yazısını çözmenin tek ciddi umudu bir gün benzer yazıların bulunduğu bir yazı kütüphanesi bulmaktır

Ancak bu durum bazı bilimadamlarını ve pek çok amatörü birbirlerinden çok farklı çözümler önermekten alıkoymamıştır (ki, bu da işin ne kadar umutsuz olduğunun bir göstergesidir) Yalnızca 1999'da İngilizce ve Fransızca iki kitap yayınlanmıştır Bunlardan birinde proto-İyon Yunancası ile diskin tam bir çevirisi verilmiş, diğerinde diskin bir hesap aleti, bir tür "Bronz Çağı'na ait bilgisayar diski" olduğu ileri sürülmüştür

Çince bile diskin gerçek dili olarak önerilmiştir Pek çok profesyonel araştırmacıya göre Phaistos Diski'ni çözdüğünü iddia eden kimse "kafadan çatlak" olmalıdır Lineer B'nin çözülmesinde Ventris'le çalışan John Chadwick yıllar boyunca hemen hemen ayda bir tane yeni disk çözümleri haberi almıştır ve bunların içinde bazı mantıklı unsurlar içerenleri analiz etmeye de devam etmektedir

Chadwick şöyle yazıyor: "Sabırsızlığımızı frenlemeliyiz ve Kral Minos, bizzat birisinin rüyasına girip gerçek yorumu açıklasa bile, o kişinin bunun tek olası çözüm olduğuna başkalarını inandırmasının imkânsız olacağını kabul etmeliyiz"
Antikçağ'ın en gizemli yapıtlarından biri olan Phaistos diskinin bulunduğu Phaistos kenti özellikle saray kalıntılarıyla tanınır Kent 10 15 yüzyılda istilacılar tarafından yıkılmıştır



Phaistos Diski'nin bulunduğu sarayın kalıntıları Phaistos Diski'nin en geç İÖ 1700 yılına ait olduğu anlaşılmıştır Üzerindeki yazının çözülmesi için yapılan girişimler bugüne kadar verimli olmamıştır

Alıntı Yaparak Cevapla

Tarihin Gizemleri / Tarihin Gizemleri Hakkında Geniş Bilgi

Eski 08-16-2012   #27
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Tarihin Gizemleri / Tarihin Gizemleri Hakkında Geniş Bilgi



Mağara Resimlerinin Sırrı

Zaman: 20 bin-10 bin yıl önce
Mekân: Batı Avrupa

Ey sen, sessiz şekil, sen de şaşırtma bizi
Sonsuzluk gibi
JOHNKEATS, 1819

Jean-Marıe Chauvet ile iki arkadaşı 1994 yılının Aralık ayında Fransa'nın Ardeche Bölgesi'nde mağaralarda araştırma yapmaktaydılar İnsanlığın ilk resimlerini bulmayı umuyorlardı ama o ana kadar fazla bir başarı elde edememişlerdi Hepsi de Üst Paleolitik Dönemin (40 bin -10 bin yıl önce) görkemli yeraltı resimlerini ve Lascaux, Niaux ve diğer ünlü yerlerin resimlerini biliyorlardı Ancak Ardeche Irmağı'nın üzerindeki tepenin derinliklerinde bulacakları şeye hiç de hazırlıklı değillerdi

Bir yamacı tırmanınca küçük bir kaya çıkıntısına rastladılar Arka tarafında bir moloz yığını vardı Taşları dikkatle yoklayarak bir hava akımı aradılar

Evet, bir hava akımı hissedebiliyorlardı Heyecanla düşmüş taş ve toprağı kaldırınca tepenin derinliklerine inen dar bir tünel gördüler Uzun uğraşlardan sonra geniş ve parıltılı bir yeraltı odasına indiler Gözlerine ilk çarpan şey duvardaki kırmızı bir insan eli izi oldu: Biri çok ama çok uzun zaman önce o mağarada bulunmuştu
Biraz ilerleyince at, aslan, bizon, suaygırı ve artık soyu tükenmiş olan tüylü mamut resimleriyle karşılaştılar Bunlardan bir kısmı boyanmış, bir kısmı mağaranın çamur duvarlarına kazınmıştı Karanlığı delen lambalarının ışığında mağara ayılarının iskeletleri, ateş yakılan ocaklar, meşalelerini duvarlara dayamış insanların bıraktıkları izler göründü Araştırmacılar kendilerini kayıp ve belki de kutsal bir dünyaya tecavüz eden insanlar gibi hissediyorlardı



(Solda) Rouffignac'ın resimlenmiş tavanından bir bölüm Ortada Buzul Çağı'nda batı Avrupa'da yaşayan büyük bir mamut Ayrıca büyük ve kıvrık boynuzlu bir tür dağ keçisi olan ibex (Sağda) Gabillou Mağarası'nda (Dordogne, Fransa) bir "büyücü" Çizilen figürün boynuzları ve kuyruğu vardır ve dans eder gibidir Ağzından çıkan çizginin, iki dört köşe biçimle birleşmesi Lascaux'da bulunanların eşidir

CEVAPLANMAYAN SORULAR

Şimdiki adıyla Chauvet Mağarasının bulunması 20 yüzyılın en büyük arkeolojik keşiflerinden biriydi Ancak pek çok arkeolojik keşif gibi bu da yanıtlaya-bileceğinden çok soru yaratmıştı

Çıplak ayakizleri çamurda hâlâ belli olan bu insanlar bu karanlık yere ne zaman girmişlerdi? Resim yapmak için neden bu kadar derini seçmişlerdi? Bu esrarengiz yeraltı faaliyeti bugün "sanat" adım verdiğimiz şeyin kökeni miydi? Bu mağara resimleri ile Üst Paleolitik alanlardaki kazılarda çıkarılan küçük heykelcikler ve kemik, boynuz ve fildişi parçaları üzerine kazınmış figürlerle nasıl bir ilişki içindeydi? Bu sorular daha önce de sorulmuştu ama şimdi yeni bir aciliyet kazanmış oluyorlardı

Chauvet resimlerinin yaşını saptamak nispeten kolaydı Siyah boyadan alınan karbon örnekleri radyokarbon tarihleme yöntemiyle analiz edildi Chauvet resimleri 720 yıl yanılma payı ile 32410 yıl öncesine aitti Çok gelişmiş resimler olmalarına rağmen bunlar bugüne kadar bulunmuş en eski resimlerdir

Batı Avrupa'da Neanderthaller'in ardılları olan tam çağdaş insanın ilk görünmesine yakın yapılmışlardı Bu nedenle yeni -ve şimdiye kadar yanıtlanmamış- bir soru daha çıkmıştı: "Sanat" uzun bir gelişme dönemi olmadan tam olarak biçimlenmiş ve gelişmiş olarak mı başlamıştı? Ve resimler neden derin mağaralarda yapılıyordu?
Mağara resimlerinin en güzel örneklerine daha çok Avrupa'da, özellikle de Kuzey ispanya ile Güney Fransa'nın dağlık kesimlerinde rastlanmakla birlikte, Türkiye sınırları içindeki en güzel mağara resmi, Antalya yakınlarındaki Katran Dağı'nda bulunan Öküzini Mağarası'nın girişindeki kazıma boğa resmidir



(Solda) Mamut fildişinden yapılmış bu insan başı, bir başparmak boyundadır Arkeolojik tekniklerin bugünkü kadar ciddi olmadığı 20 yüzyıl başlarında Brassempouy'da (Landes, Fransa) bir kazıda çıkmıştır Sonuç olarak kesin yeri bilinmediği için günümüzde gerçekliği tartışmalıdır (Sağda) Peche-Merle'deki (Lot, Fransa) bu doğal kaya formasyonu bir at başını akla getirmiş görünmektedir Her iki at da bir insan elinin çevresine üflenen boyalarla oluşturulmuş insan ellerinin negatifleriyle çevrilidir Sağdaki atta yapılan radyokarbon testi 24600 yıllık olduğunu ortaya koymuştur

BÜYÜK "NEDEN?" SORUSU

Yüz yıl önce araştırmacılar o zaman bilinen birkaç Üst Paleolitik Dönem resminin "yalnızca" sanat sanat içindir ilkesine göre yapıldığını ve resim yapmanın kaya duvarlara rastgele çiziktirmeler yapmaktan doğan bir zaman geçirme aracı olduğunu iddia etmişlerdi Ancak insanların kırsalda gördükleri hayvanları çizmek için öyle büyük güçlüklerle emekleyerek, sürünerek ve tırmanarak mağaralarına girdiklerini düşünmek güçtü

Sonra "sanat sanat içindir" kavramının "basit" olup olmadığı da haklı olarak sorgulanmıştı Gerçekten de pek çok sanat tarihçisi, "sanat sanat içindir" diye bir şey olduğuna inanmıyordu Sanat her zaman toplumsal bir çerçeve içindeydi ve bir amaca yönelikti

Bu tehlikeli yeraltı seferleri için bir açıklama gelmekte gecikmedi Fransız araştırmacısı Salomon Reinach, bunun nedeninin "iyilikçi tılsım" olduğunu iddia etti Ona göre insanlar avladıkları hayvanlar üzerinde üstünlük sağlamak için resim yapıyorlardı Böyle bir faaliyetin esrara bürünmesi ve insanların yaşadıkları yerden uzakta yapılması mantıklıydı Daha sonra aslan resimleri bulunduğunda zamanın önde gelen Fransız tarihçilerinden Abbe Henri Breuil, İnsanların bunları yırtıcı hayvanın gücünü kendilerine almak için yaptıklarını söyledi

Araştırmacılar daha sonra, bu iyilikçi tılsım açıklamasının çok basit olduğunu hissetmeye başladılar Bu tür açıklamalar, resimlerin çeşitliliğini açıklamıyordu ve çok farklı toplum türlerinde yaşayan insanlar arasındaki zayıf benzetmelere dayanıyordu Ayrıca gün ışığına çıkmakta olan unsurları da açıklamamaktaydı Örneğin, resimleri yapanların resmin çizgilerini tamamlamak için kayanın biçimini kullandıkları gerçeğinin bir açıklaması yoktu

Abbe Henri Breuil'in eski bir öğrencisi olan Andre Leroi-Gourhan, 1960'lı yıllarda ortaya yepyeni bir açıklama attı Bu antropolog Claude Levi-Strauss tarafından geliştirilen felsefi tutum olan yapısalcılığa dayanıyordu Yapısalcılık, insan beyninin yapısı nedeniyle bütün insanların ikili zıtlıklarla düşündüklerini iddia eder Böylece düşüncemizin temelinde kültür:doğa, sıcak:soğuk, aydınlık:karanlık, kutsal: kutsal olmayan, çiğişmiş, vahşi:evcil, biznlar ve erkek:dişi gibi zıtlıklar vardır

Leroi-Gourhan bunlardan sonuncusu üzerinde durdu Görüşlerini sade bir biçimde açıklamaya çalışırsak Leroi-Gourhan, Üst Paleolitik Dönem'in, bütün 20 bin yılı boyunca mağaraların erkek:dişi ilkesine göre düzenlenmiş organize sığınaklar olduğuna inanıyordu

At gibi bazı hayvanlar "erkeklik", bizon ve Avrupa bizonu gibiler "dişilik" simgesiydi "Dişi" türler mağaraların orta kısımlarında yer alırken "erkek" türler her yana dağılmışlardı Aslan, ayı ve diğer tehlikeli hayvanlar ise mağaraların derinliklerinde bulunuyorlardı

Araştırmacılar şimdiki kanıtların Leroi-Gour-han'ın bu iddiasını desteklemediğini iddia etmektedir: Resimler mağaralarda rastgele yerlere çizilmişlerdir Sonuçta, Leroi-Gourhan da bu esrarı çözememiştir,



(Solda) Rouffignac'taki (Dordogne, Fransa) bu at başı, mağara duvarından çıkan bir çakmak taşı üzerine resmedilmiştir Hayvanın gövdesinin geri kalanı duvarın içinde gizli ya da ardında imiş görüntüsü verilmiştir (Sağda) Chauvet Mağarası'nda (Ardeche, Fransa) Aslan panosu Mağara 1994'te keşfedilmiştir Buradaki resimlerin 30 bin yıldan eski olduğu tespit edilmiştir Mağara duvarının yumuşak yüzeyi resimlerin yapılabilmesi için düzeltilmiş ve yine kazıyarak bazı boyanmış ayrıntıların belirginleşmesi sağlanmıştır Bu pano mağaranın derinlikli indedir

RUHLAR DÜNYASI

Günümüzde, yine insan beyninin "devrelerine" dayanan ve sorunlu ikili zıtlıkları işin içine sokmayan bir açıklama daha vardır Bu, dünyada avcılık ve toplayıcılık yapan toplumların çoğunda, farklı türlerine rağmen, şamanizm adı verilebilecek bir inanç sistemi bulunduğu gözlemine dayanır Şamanist bir toplum katmanlı bir kozmosa inanır: İnsanların yaşadıkları katman, altında ve üstündeki ruhların yaşadıkları dünyalar

Samanların görevi ruhlarla konuşabilmek, hastaları iyileştirmek, hayvanların hareketlerini kontrol edebilmek ve havayı değiştirmek için bu katmanlara geçmektir Bu geçişi sağlamak için değişik bir bilinçlilik durumuna geçerler Bu durumlar hafif uzaklaşmalardan, derin translara ve rüyalara kadar değişir Bu farklı durumda kimi zaman kendilerine güç veren ve ruhsal dünyada rehberlik yapan bir hayvan-yardımcıyla ilişki kurarlar

Şamanist açıklamaya göre, Üst Paleolitik Dönem'de mağaralar herhalde alt dünyaya giden yollar olarak görülüyordu Bunlara fiziksel olarak girmek, değişik bir ruhsal duruma psikolojik girişten farksız görünmüş olabilir O öteki dünyada şamanlar hayvan-yardımcı ruhlar arayacaklardı Meşalelerinin titrek ışığında görerek ve dokunarak, onlar için kendileriyle ürkütücü ruh dünyası arasındaki "zar" olan duvarları yoklamışlardır

Bir ruh-hayvan bulduklarına inandıklarında hayvanı zardan bu yana geçmesi için ikna etmişler, sonra da resim yapıcılar olarak hünerlerini kullanıp aslında bir görüntü olan şeyi kaya üzerinde "sabitleştirmiş"lerdir Resim ile kaya arasındaki bu yakın ilişki, mağara duvarlarına çizilen pek çok resmin neden kaya yüzeyinin bir parçası olduğunu ya da neden kayadan çıkarmış gibi göründüğünü açıklar

Diğer yandan bazı resimler o kadar büyük ve karmaşıktır ki, bunlar herhalde tek tek kişilerden çok gruplar tarafından yapılmış olabilir O dönemde yaşayan insanlar bu gösterişli resimler karşısında, kendilerini mağaraların derinliklerinde bekleyen ve henüz ulaşamadıkları şeylere hazırlamış olabilirler

Şamanizm, dinamik bir inanç ve ideoloji sistemiydi ve üstelik insanlar tarafından farklı toplumsal koşullar altında değiştirilebilirdi Alt dünyaya girildiğine inanç gibi şeyler, herhalde Üst Paleolitik Dönem'de aynı kalmıştır, ancak binyıl devam ettikçe diğer unsurlar hiç kuşkusuz değişime uğramıştır

Chauvet Mağarasının ve diğer yeraltı "galerilerinin ortaya attığı büyük soruların bazıları şamanist açıklamayla cevaplanmaktadır Ama diğerleri, cevapsız kalmaya hâlâ devam etmektedir Örneğin, bizon resminin anlamı atınkinden nasıl farklıdır?

Bir kemik parçasına yapılan at resmi ile yeraltındaki mağaraya çizilen at resmi farklı şeyler midir? Bunları bilemiyoruz Keats'in, Yunan Vazosu şiirinde olduğu gibi sessiz görüntüler "bizi sonsuzluk gibi şaşırtmaktadır Yine de Chauvet'de ve diğer resimli mağaralarda elimizi uzatıp ilk "gerçek insan"ın kayıp dünyasına -hemen hemen- dokunabiliriz



Lascaux'da (Dordogne, Fransa) gayet süslü Axial Galeri Tavana resmedilen atlar, Avrupa bizonları ve çeşitli işaretleri seyirciyi sarar gibidir

Alıntı Yaparak Cevapla

Tarihin Gizemleri / Tarihin Gizemleri Hakkında Geniş Bilgi

Eski 08-16-2012   #28
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Tarihin Gizemleri / Tarihin Gizemleri Hakkında Geniş Bilgi



Mayaların Kayıp Kenti

Zaman: İS 250-909
Mekân: Orta Amerika

Madalyon tabletlerde bunları yapan insanların kendileri hakkında bilgiler yazdıklarını ve bu tabletler aracılığıyla bir gün yok olmuş bir ırkla konuşarak kentin üzerindeki esrar sisini dağıtacağımızı düşünüyorduk JOHN LLOYD STEPHENS, 1841

Guatemala, Meksika ve Belize'yi kaplayan ovalar üzerinde uçmak, Orta Amerika'nın son büyük vahşi topraklarını görmek demektir Kereste ve toprak elde etmek amacıyla ormanların giderek azalmasına rağmen bölge, hâlâ dünyanın en önemli arkeolojik alanlarından biridir

Burası bin üç yüz yıl önce Maya uygarlığının yoğun bir biçimde iskan edilmiş merkeziydi: Sayısız büyük kentte yüksek piramitler ve geniş alanlara yayılmış saraylar vardı, geniş meydanlarında ustalıkla oyulmuş anıtlar tanrısal hükümdarlarını yüceltirdi Çok uzun zaman önce terk edilmiş bu kentler bugün yalnızca ağaç kökleriyle birbirine bağlanmış höyüklerden ibarettir

En etkileyicileri dahil Maya kalıntıları, tozlu akademik dergilerin sayfaları arasından nadiren çıkar Ama bazıları gerçek bir üne, hatta mistik bir havaya sahiptirler 1970lerde üzerlerinde gayet güzel hiyeroglifler olan yağmalanmış bir dizi heykel, hemen hemen aynı anda sanat piyasasında boy gösterdi Bunlar balta girmemiş ormanlarda keşfedilmeyi bekleyen çok önemli bir başkentin ürünleri miydi? Pek çok kimse öyle düşündü ve buraya "Q Alanı" adı verildi (Latin Amerika İspanyolca'sında "hangi" anlamına gelen "que?" sözcüğünden)



(Solda) Q Alanı'yla bağlantılı yerlerin haritası (Sağda) Q Alanı anıtlarında k'uhul kaan ajaw ya da "Yılanın İlahi Efendisi (Krallık)" demek olan "oyma amblem"e atıflarda bulunmaktadır Bu, Maya dünyasının en büyük güçlerinden biri olan Calakmul'a aittir

Q Alanı'nın nerede olduğu hakkındaki yegâne ipuçları hiyerogliflerdedir Aynı "oyma amblem" (glif) -ki belirli bir krallığın "tanrısal efendisi"ni anlatan bir kraliyet unvanıdır- çeşitli taşlarda bulunmuştur Klasik dönemin (İS 250-909) politik ortamı 50 küsur krallığa bölünmüştü ve bunlar çok sınırlı site-devletlerdi Bu belirli amblem en önemlilerinden biri olan Kaan ya da "yılan" krallığını belirtiyordu Bu önemli krallığın başkentinin neresi olduğu hâlâ bilinmemektedir

20 yıl süren ve çeşitli görüşlerin kimi zaman öne çıkıp kimi zaman kaybolduğu tartışmada bazıları Yılan başkentinin büyük Calakmul Harabeleri olduğu fikrinden şaşmamışlardır Orada pek çok anıtın bulunması - en az 117 tane- genelde bu sorunun çözümlenmesini kolaylaştıracakken yerel yumuşak kireçtaşının çabuk bozulması ve bin yıl süreyle tropik yağmurlar altında kalması, yazıların çoğunu silmiştir
Silinmiş metinlerin dikkatli incelenmesi ve kazılardan yeni çıkarılan bulgular, ancak son yıllarda somut yanıtlar sağlamaya başlamıştır En önemli katkı, Yılan başkentiyle ilgili iki yer adının tanınmasıyla sağlanmıştır: Oxte'tuun ("Üç Taş") ve chiik naab' (anlamı henüz bilinmemektedir) Her ikisi de Calakmul metinlerinde sık sık yer almaktadır ki, burada kent ile çevresinden sözedildiği kesindir

Şu halde, eğer Calakmul, Yılan'ın kentiyse, Q Alanı heykelleri oradan mı gelmiştir? Son araştırmalar bunun böyle olmadığını göstermektedir? Calakmul, Klasik Maya dünyasının en büyük hegemon'larından ya da süper güçlerinden biriydi ve hükümdarları 130 yıl boyunca "üst-krallar" olarak daha alt düzeyde olan çağdaşlarına hâkimdiler

Q Alanı taşlarının Calakmul hanedanına tâbi kralların hâkimiyetini kutladıkları ve birden fazla yerden geldiklerini gösteren belirtiler vardı Daha büyük parçalardan bazılarının artık El Peru kentinden oldukları bilinmektedir Acaba, diğerlerini teşhis edebilme umudu nedir?



Q Alanı'ndan bu panoda Calakmul'da bir top oyununda adı sağ üst köşede olan Chak Ak'ach Yuk ("Büyük Hindi") görülüyor; Bu hükümdarın La Corona'daki anıtta bulunan adı (sağda) panonun oradan geldiğinin kanıtı olabilir

CENGELDE BİR KEŞİF

1996'da Maya ormanında eski yollan araştıran bir NASA uydusu, Guatemala'da Los Veremos yakınlarında chicleros (sakız toplayıcıları) tarafından bir göl kıyısında yapılan bir tür kamp tespit etmişti Yapılan bir keşif seferinde muhtemel bir kano rıhtımı bulunurken, yakınlardaki höyüklerde hiyeroglifli kırık bir anıt ortaya çıkarıldı

Harvard Üniversitesi Peabody Müzesi'nden lan Graham ve David Stuart'ın ertesi yıl yaptıkları araştırmalarda bu yıkıntıların haritası çıkarıldı, buraya La Corona ("Taç") adı verildi başka daha uzun kitabeler bulundu

Bu kitabeler La Corona'nın Calakmul ile yakın ilişkisini ortaya koymuştu Stuart, Chak Ak'ach Yük ("Büyük Hindi") adını tespit etti Bunun büyük Calakmul kralı Yich'aak K'Ak'ın ("Ateş Pençe") yaptığı önemli bir ayine katılan yerel bir hükümdar olduğu anlaşıldı Chak Ak'ach Yük, Q Alam anıtlarından en büyüklerinden birinde, Calakmul'da Maya top oyunu oynarken görülmektedir Bu bağlantı bu panonun en azından La Corona'dan ya da ona çok yakın bir yerden geldiğim göstermektedir

La Corona, Q Alanı bilmecesinin kısmen çözümlese bile, ormanın, geri kalan parçaları içinde barındırdığını biliyoruz Daha çok çalışma ve biraz da şansla geri kalanları da ortaya çıkarabiliriz Q Alanı'nı arama gerçek bir balta girmemiş orman serüvenidir ama bu aynı zamanda, Kolomb-öncesi Amerika'nın en mükemmel yazı sistemi olan Maya hiyerogliflerinin çözülmesinin, Maya tarih ve politik coğrafyasını çözmekte etkin bir araç olduğunu da göstermektedir

Alıntı Yaparak Cevapla

Tarihin Gizemleri / Tarihin Gizemleri Hakkında Geniş Bilgi

Eski 08-16-2012   #29
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Tarihin Gizemleri / Tarihin Gizemleri Hakkında Geniş Bilgi



Megalitlerin Anlamı

Zaman: İÖ yaklaşık 5000 yılından sonra
Mekân: Avrupa

Bayım, bu büyük kalıntıların haşmet ve yöntemine mi, yoksa özgün yapıları ya da kullanımlarına ait bir tek iz ve söylence olmadan burada olmalarındaki kaderlerinin garipliğine mi hayran kalayım, bilemiyorum RAHİP GROVER, 1847

Rahip Grover'in bu düşünceleri megalitlerin yüzyıllardır insanlar için taşıdığı çekiciliği ifade etmektedir Geçmişten kalan bu megalitler, çok etkileyici ve harikulade yerlerdir ama onlar hakkındaki bilgilerimiz açısından da bir o kadar esrarengiz ve gariptirler Yunanca "büyük" ve "taş" kelimelerinden üretilmiş "megalit", yalnızca "büyük taş" demektir ve megalitik bir yapı da Stonehenge gibi büyük taşlardan oluşturulan bir yapıdır

Bu nedenle megalitler herhangi bir bölgede ve herhangi bir dönemde inşaat için kullanılabilirler Megalitlerin yakın yüzyıllara kadar kullanıldığı Hindistan'daki Khasia tepeleri ya da Etiyopya ve Madagaskar gibi hâlâ bir anlayış sahibi olunabilecek kadar yakın zamanlarda kullanıldığı yerler özellikle ilgi çekmektedir
Megalitler konusunda bilgili olan yerli Malagasy halkından bir Madagaskarlı, yakınlarda Stonehenge'i ziyaret ettiğinde bunların amaçlarım gayet anlaşılır bir biçimde anlatmıştır: Burada önemli olan taşların ataların yerine geçtiğidir ki, bu çağdaş anlatım eski anlamının aslı ya da paraleli olabilir

Megalitler inşaatlarda taş gibi değil de, büyük kütükler gibi kullanılır ("Cyclopean" adı verilen dev bir duvar işçiliği türünde, büyük taşlar standart duvarcılık teknikleriyle kullanılır) Bu tür inşaatlarda taşın yanında kütüklerin de kullanıldığını gösteren ve pek seyrek olarak günümüze kadar kalmış örneklerin dolaylı kanıtları da bulunmaktadır

Bazı İngiliz mekânlarında taş yerine kereste kullanılmıştır Başka formlarla olan benzerlikler, kereste ve toprak ve megalitik düzenlemelerin birbiri yerine geçebildiğini, herbirinin kendi inşaat malzemesine uygun kullanıldığını göstermektedir



Güney Brötanya'da Carnac'ta megalitler uzun sıralar halindedir

ESKİ AVRUPA MEGALİTLERİ

Tarih öncesi çağın en tanınmış megalitleri eski Avrupa'nınkilerdir Kimi çok uzun olan tek taşlar vardır: İngiltere'nin en büyüğü olan Rudston megaliti 8,8 metredir Fransa'nın en büyüğü Le Grand Menhir Brise ("Büyük kırık taş anıt") şimdi yerde dört parça halinde durmaktadır ve 280 ton ağırlığındadır

Bu taşın, eğer başarıyla dikilmiş olsa boyu 20 metreyi bulacaktı Brötanya'nın güney kıyılarındaki Menec megalitleri, 1100 metrelik bir alan boyunca uzanan 11 sıra 1099 granit megalitten oluşmuştur Gene Fransa'da Cornec'teki paralel dizilmiş olanlar ise toplam 1935 adettir



Kayanın uzun ve dar parçalar halinde bölünebildiği durumlarda ayakta duran megalitler, İskoçya'da Lewis adasındaki Callanish'teki gibi uzun ve incedirler

TAŞ DAİRELER

Dikine yerleştirilmiş taşların, oval ya da yumurta biçimli halkalar oluşturdukları taş dairelerin Britanya adalarında özel bir yeri vardır Bunların en ünlü örneği Stonehenge'dir İngiliz taş dairelerinin en büyüğü olan Avebury, 400 metre çapında bir daire oluşturan 100'den fazla taştan yapılmıştır ve bir yanından çifte taşlardan oluşan uzun bir cadde uzanır Bunlardan ayrı iki taşın 1999'da başka bir uzun caddenin kalıntıları olduğu kanıtlanmıştır

Bu daireler dikkatle incelenince planlarında gayet hassas geometrik ölçülerin kullanıldığı görülür ve boyutları da çoğunlukla bir uzunluk biriminin katlardır: Bir "megalitik kulaç" ya da bir "megalitik yarda" Ancak geometrinin ya da birimin yapımcıların tarafından bilinçli yapılmış olup olmadığı hakkında bir bilgimiz yoktur Bunu, eski çağlarda kesin ölçümler araştırmamızda biz de uydurmuş olabiliriz

Uzun ve kısa taş karışımlarıyla bazı İskoç daireleri ayın ufukta en alçak noktada olduğu dönemlerle ilişkili gibi görünmektedir Çeşitli yerlerde yapılan ölçümlerde megalitlerin güneşin ya da göksel başka bir büyük cismin hareketleriyle ilişkili olabileceğini göstermiştir



Modern çağda megalitlerin devler tarafından yapıldığı düşünülmüştü 17 yüzyıldan kalma bir Hollanda resminde hunebedden'in yapılışı gösteriliyor

MEGALİTİK ODALAR

Avrupa megalitlerinin diğer bir sık rastlanan türü de daha çok bir binaya benzemektedir Burada megalitik dikitler, çatıyı oluşturan dev taşlan taşımaktadır Bunlar hep birlikte uzun dikdörtgen bir oda ya da dar koridorlu bir oda oluşturmaktadırlar Bu yapı genellikle bir taş ya da toprak höyüğün altındadır ve şimdi açıkta duranlarının çoğunun da zamanında böyle bir höyüğün altında olduğunu tahmin etmekteyiz

En ünlüleri İrlanda'nın doğusunda Newgrange ve Knowth olan bazılarının taşlarında "megalitik sanat"m gayet süslü geometrik desenleri vardır Newgrange öyle düzenlenmiştir ki, odası kış gündönümünde doğan güneş tarafından aydınlanmaktadır

Stonehenge ise yaz gündönümünde güneşin doğuşu ile aydınlanmak üzere düzenlenmiştir, İrlanda megalit alanlarının en büyüğü olan Knowth'da, geçitleriyle iki ayrı oda, büyük bir yuvarlak höyüğün altındadır, her geçitte ve höyüğün çevresini belirleyen taşların üzerinde süsler vardır Bu dev yapının çevresinde daha normal boyutlarda megalitik odalardan oluşan daha küçük uydu höyükler vardır

Halkbilimine göre bu megalitik odalar, çoğunlukla devlerle ilişkilendirilmişti: İrlanda'da bir "Dev Mezarı" ve "Dev Yükü" vardır Sardunya'dakiler "tomba di giganti"dit (dev mezarı) Hollanda'dakiler için eski Hollanda sözcüğü "hunebed"dir ("Hun yatağı")

Bunlar genellikle mezar oldukları için "o-dalı mezarlar" olarak anılırlar Ancak kimi zaman içlerinde kemik bulunmaz ya da höyük ile megalitik yapı, içindeki insan kalıntılarının miktarına kıyasla çok büyüktür Ve kemiklerin de garip bir durumu vardır, iskeletler kafatasları bir yana, uzun kemikler bir yana olmak üzere kemiklere göre ayrılmış olabilirler

Bunların yanında hayvan kemikleri de olabilir Bu odalardan en büyüğü, Kuzeybatı Fransa'daki Bagneux'de şimdi yerel bir kahvenin bahçesin-dedir 20 metre uzunluğu 7 metre eni ve 3 metre yüksekliğiyle büyük bir salon olabilecek bu yapı, benzerlerinin çoğu gibi çok uzun zaman önce keşfedildiğinden, içinde neler bulunduğunu bilemiyoruz

Hıristiyan geleneğine göre de ölüler, genellikle bir kiliseye gömülür ama kilisenin asıl amacı mezarlık olmak değildir Kilise bir cemaatin toplanma yeridir Megalitik "mezarlar"ın günümüze kaldığı yerlerde bunların bir köy ya da çiftlik toplumunun kendi toprağının sınırlarını işaretlemesi gibi aralıklı dikildiklerini görmekteyiz



İngiliz taş dairelerinin en büyüğü olan Avebury'nin Ortaçağda pek değiştirilmiş karmaşık bir yapısı vardı Şimdi çevrede büyük daire halinde duran taşlarla iç tarafta gruplar oluşturanlar, 20 yüzyıl arkeologları tarafından mezar çukurlarından çıkarılmıştır

GİZLİ ANLAMLAR

Avrupa megalitleri çoğunlukla ilk çiftçiler çağı olan Neolitik dönemden, İÖ 5000 yıl ya da daha öncesinden kalmadır Odaların uzun biçimleri Orta Avrupa'nın ilk kuşak çiftçilerinin kütüklerden yaptıkları uzun evleri hatırlatmaktadır

Megalitler gibi "ritüel anıtlar", biçim olarak benzersiz ve amaç bakımından muammadır: Çevresinde hendek olmayan daire biçimindeki kapalı alanların askeri ya da savunma açısından bir anlamı yoktur Bunlara modern Batılı görüşüyle bakarsak, çiftçilerin ormanlık araziyi tarla açmak için temizlediklerini, avcı-toplayıcıların aksine bir yere yerleştiklerini düşünebiliriz

Bu insanlar Neolitik dönem kazançlarından oluşan boş zamanlarında bir megalit yapmak için enerji ve çaba harcamış olabilirler Ancak bazı megalitler, Neolitik çağın çok erken dönemine rastlamaktadır Bunlar ilk güç yıllardan sonra eklenen seçimlik lüksler olamaz Yine bunlar, gömme gibi işlevsel bir amaçla da tam olarak açıklanamazlar

Megalitik "mezarlar", cesetlerin kaldırıldıktan sonra unutulmadığına dair işaretler vermektedir Burada iki aşamalı bir ritüel olduğu anlaşılmaktadır: Ceset önce, belki de Avustralya'da yakın zamanlarda olduğu gibi ahşap bir platformda açıkta bırakılır, sonra da kalan büyük kemikleri -el ve ayak parmaklarının küçük kemikleri, etlerle birlikte kaybolacaktır- megalitik odanın içine yerleştirilirdi

Kalıntıların da kullanıldığı anlaşılmaktadır En azından eski "gömme"lerden kalan kemikler bir yana itilmiş, yerlerine yemleri konulmuştur Artık Neolitik toplumların kendi geçmişleriyle ilgilendiklerini anlayabiliyoruz Bu topluluklar, ölülerin aktif bir hayatları olduğu, ataların toplumsal kimlik için önemli olduğu toplumlardır Megalitik odalar eğer mezarsa, bunlar bir anlamda "canlılar" İçin mezarlardır

Eski mekânların en belirgin ve ilginç yerleri olan megalitlere, günümüzde büyük bir İlgi gösterilmektedir West Kennet gibi yerlerde Avebury'nin büyük çevre yolları ve caddeleri yakınındaki bir "odalı mezarda" günümüzde tütsü çubukları yakılmakta, odaya çağdaş insanlar tarafından ekmek ve çiçek konulmaktadır

Bunların çağdaş anlamı şudur: Bu yerler yeryüzünün doğal güçlerinin ve insan saygısının doğru olarak ifade edildiği kutsal mekânlar olarak görülmektedir Bu yeni fikirler, arkeologlar için eski anlamlan ifade etmekten uzaksa da, bu eski mekânların bir kere daha toplumsal ifade bulan aktif yerler olması çok doğru ve uygundur



(Solda) İngiltere'de Yorkshire, Rudston'daki bir köy mezarlığındaki monolit Bugün Hıristiyanlık bağlamında kutsal bir yer olan bu mekânın, tarih öncesinde de kutsal ya da özel bir yer olduğunu düşünebiliriz (Sağda) Doğu İrlanda'da Boyne Vadisi'ndeki büyük megalitik yapıların önemli bir yönü de sanattı Knowth'daki bu taşın üzerine ince desenler kazınmış



Avrupa megalit odalarının bir tipi uzun dik dörtgen biçimini alır: "Galeri mezar" Özgün haliyle bir höyük altında olması gereken bu örnek, Fransa'da Finistere'de Mougou Vihan'dadır

Alıntı Yaparak Cevapla

Tarihin Gizemleri / Tarihin Gizemleri Hakkında Geniş Bilgi

Eski 08-16-2012   #30
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Tarihin Gizemleri / Tarihin Gizemleri Hakkında Geniş Bilgi



Meroe Yazısı

Zaman: İÖ 3 yüzyıl-İS 4 yüzyıl
Mekân: Sudan

Doğu çölünden gelen göçebelerin Nil vadisinde (Meroe'de) bir imparatorluk kurduklarını öğrenmek dünyada maddi ve entelektüel kültürde öncülük eden bir milletin Mısırlı fellahların ataları olduğunu öğrenmekten daha şaşırtıcı olamaz FRANCIS LLEWELYN GRIFFITH, 1909

Nil'in akış yönünü gösteren bir haritaya bakarsanız nehrin iki kavisle altı çavlandan geçerek Sudan'ın merkezinde Hartum'dan Nasır Gölü'ne ve Sudan ile Mısır arasındaki günümüz sınırında Assuan'a aktığını görürsünüz Eski Mısır'la rekabet eden bu geniş alan arkeologlarca Nübye olarak bilinir Burası eski çağlarda, kökeni bilinmeyen bir kelime ile, Kuş krallığı olarak anılırdı ve en büyük kenti Nil'in 5 ve 6 çavlanları arasındaki Meroe idi

Meroe uygarlığı eski Mısır'ın bir parçası değil, Sahra-altı Afrikası'nın en önemli ilk devletlerinden biriydi Uygarlığın arkeolojik kökenleri İÖ 3 binyıla kadar giderse de, tarihe girişi -Mısır hiyeroglif kitabelerinde yapılan atıflarla- yalnızca İÖ 8 yüzyıldadır

Kuş kralları İÖ 712-656 yılları arasında Mısır'ı fethetmişler ve 25 hanedan olarak kabul edilip merkezi Sudan'dan Filistin sınırlarına kadar uzanan bu imparatorluğu yönetmişlerdir Kuş'ta İS 1 yüzyıla kadar Mısır hiyeroglifleri kullanılmıştır Ancak bunlar Mısır yazısı gibi hem hiyeroglif hem de hiyeroglifin bir tür el yazısı versiyonu gibi olan Meroe yazısıyla birlikte kullanılmıştır

Meroe ve diğer yerlerde bulunan Mısır/Meroe çift-dilli kısa kitabeler bilimadamlarının, özellikle de Francis Llewelyn Griffith'in Meroe yazısının fonetik değerlerini çözmelerine imkân vermiştir Çoğu Mısır yazısından alman yalnızca 23 hiyeroglif işaret (ve aynı sayıda hiyeroglifin el yazısı versiyonuna benzeyen yazılar] vardı Diğer bir deyişle Meroe hiyeroglifleri görsel bakımdan Mısır hiyerogliflerine benzese de, aslında bir alfabedir
Bu nedenle Meroe adlarının çoğunu çevirebilir ve paralel Mısır kelimeleriyle kıyaslayarak ad olmayan bazı Meroi dilindeki kelimelerin anlamlarını tahmin edebiliriz Ancak Meroe dili bir bütün olarak tam bir muammadır

Elimizdeki kelimelerin Eski Nübye diline ya da bölgenin, Nil-Sahra ya da Afro-Asyatik ailesine mensup Afrika dillerinden herhangi birine benzerliği bulunamamıştır Böylece basit bir dil çözümü yoktur: Mısır hiyerogliflerinin çözülmesinde anahtar olan Kıpti dilinin Sahra-altı eşdeğeri yoktur Dilin çözümünde en iyi ilerleme umudu çift-dilli, Meroe ve Mısır dillerinde yazılmış daha geniş bir metin bulunmasıdır

Belki de Griffith'in ileri sürdüğü gibi Kuş krallığını yaratan insanların günümüzde Kızıldeniz yakınlarındaki doğu çöllerinde dolaşan ve adlarından "Bedevi" sözcüğünün türediği göçebelerin dili olan Beja'nın daha eski bir biçimini konuştuklarını öğreneceğiz Bazı dilbilimciler ise, Meroe dilinin Nübye ya da Doğu Sudan dilleriyle akraba olduğunu da ileri sürmüşlerdir Ancak kesin bir şey söylemek için hâlâ erkendir



Meroitik hiyeroglif ve el yazısına benzer harfler ve fonetik değerleri Biçim olarak Mısır hiyerogliflerine benzemekteyse de, sistem alfabetiktir

Alıntı Yaparak Cevapla
 
Üye olmanıza kesinlikle gerek yok !

Konuya yorum yazmak için sadece buraya tıklayınız.

Bu sitede 1 günde 10.000 kişiye sesinizi duyurma fırsatınız var.

IP adresleri kayıt altında tutulmaktadır. Aşağılama, hakaret, küfür vb. kötü içerikli mesaj yazan şahıslar IP adreslerinden tespit edilerek haklarında suç duyurusunda bulunulabilir.

« Önceki Konu   |   Sonraki Konu »


forumsinsi.com
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
ForumSinsi.com hakkında yapılacak tüm şikayetlerde ilgili adresimizle iletişime geçilmesi halinde kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde gereken işlemler yapılacaktır. İletişime geçmek için buraya tıklayınız.